.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

27 Aralık 2017 Çarşamba

Tımarhanede yaşıyorum.



Bazen, sanki tımarhanede yaşıyorum da bunun farkında değilim gibi hissediyorum.

Bu gün arabayla bir yere giderken radyodan dinlediğim bir reklam yine böyle hissetmeme sebep oldu.

Reklam bir bankanın reklamı.

Reklamda isim üzerinden insanlar yönlendirilerek bankanın halkın bankası ve hatta halkçı bir banka olduğu imajı yaratılmaya çalışılıyor.

Güzel bir reklam olabilirdi.

Eğer bu banka son yıllarda bazı devlet ve hükümet yetkilileri ile yaptığı milyar dolarlık yolsuzluk ve hukuksuzluktan şu anda Amerika'da yargılanan (pardon itirafçı olan) birinin işlerini gördüğü banka olarak çalışmasaydı.

Eğer bu bankanın bir görevlisinin evinde ayakkabı kutularında rüşvet paraları bulunmasaydı.

Ve eğer bu bankanın bir başka görevlisi yaptığı yolsuzluklardan dolayı şu anda ABD'de yargılanmasaydı.


Bu konu benim uzun süredir dikkatimi çekiyor.

Bu memlekette kim ne değilse kendisini o gibi göstermeye çalışıyor.

Kim neyse kendisini o değil gibi gösteriyor.

Hatta öyle olanların en büyük düşmanı gibi bile görünebiliyor.

Yolsuzlukların bankası kendisini halkın bankası olarak tanıtmaya çalışabiliyor.

Laikler ahlaksızdır diyen tarikat mensuplarının sadece ahlaksız değil aynı zamanda sapık oldukları ortaya çıkıyor.

Homoseksüeller hakkında söylemediğini bırakmayan ve hatta homoseksüel yürüyüşlerine saldıran tipler homoseksüel çıkıyor.

Delikanlı geçinen tipler nedense oğlan veya oğlancı çıkıyor.

Muhafazakarlığıyla öne çıkan bir partide önemli görevler üslenmiş biri bir erkek çocukla basılıyor.

Memleketin soyadı Türk olan en tanınan kişisi, Türk değil.

Hatta Türk düşmanı bir terör örgütünün borazanlığını yapıyor.

Bazı dindar Müslümanlar, bir bakıyorsun din değiştiriyor.

Herkese FETÖ'cü diyenler Fetö'den tutuklanabiliyor.

Yıllardır Fetö'nün dizi dibinden ayrılmayanlar şimdi herkese Fetö'cü diyor.


Bu konuyla ilgili olarak en çok kafayı yiyecek gibi olduğum bir olayı hala hatırlıyorum.

Bir zamanlar çok sık karşılaştığım biri vardı.

Bu şahıs neredeyse her adımında etraftan duyulacak şekilde besmele çeker ve her konuşmasına Allah izin verirse, Allaha şükürler olsun, Allah büyüktür gibi cümlelerle giriş yapardı.

Ben de bu kişinin çok dindar biri olduğunu düşünerek yanında dikkatli konuşurdum.

Sonra bir gün tesadüfen bir yerde rastladım.

Oturmuş kafayı çekiyordu.

Şaşırdım ve hemen yanına oturdum.

Biraz sohbet ettikten sonra bana ateist olduğunu söyledi.

Neden çok dindarmış gibi görünmeye çalıştığını sordum.

Ticaretle uğraştığını ve ticaret yaptığı kişilerin çok dindar olduğunu söyledi.

Onlara dindar görünmek için uzun süre böyle davranmış.

''Şimdi de ağzım öyle alıştı ki istemsiz olarak her yerde öyle konuşuyorum.'' dedi.


''Peki...'' dedim.

''Kişiliğine ve inancına bu kadar ters davrandığına göre  ne kadar kazanıyorsun?''

Adam mal varlığını ve aylık kazancını söyledi.

Duyduklarım karşısında çok şaşırdım.

Ve gayri ihtiyari olarak ''Maşallah!'' dedim.

Adam gülümsedi.

''Allah razı olsun. Allah size de versin inşallah. Daha iyileri sizin olsun inşallah. Daha fazla kazanç size nasip olsun inşallah.'' diye cevap verdi.

Hemen kalktım.

Gidip başka bir masaya oturdum.

Bu nasıl iştir anlayabilmiş değilim.

Anlayan varsa, anlatırsa sevinirim.

(Not: Bu bahsettiğim olay yeni değildir. 1990'lı yıllarda yaşanmıştır.)

Saygılar sunarım.

M.Ç.
27.12.2017.

16 Aralık 2017 Cumartesi

1. Dünya Savaşı'nda Arap İhanetinin İçyüzü.

Bu gün bir kitap okurken kitapta verilen bir bilgiyi, son günlerde Araplar 1. Dünya Savaşı sırasında bizi arkadan vurdu diyenlerle hayır vurmadı diyenler arasında sanal alemde yapılan tartışmalarla ilgili olduğu için Facebook'ta paylaştım.

Bu yazıyı aşağıda veriyorum.

''İtilaf Devletlerinin ezilen milletlere verdikleri sözlere sadakatları sonucunda hiçbir ırk Araplar kadar karlı çıkmış değildir. 

Araplar; Irak, Arabistan, Suriye ve Ürdün'de şimdiden bağımsızlıklarını kazanmışlardır.

Arapların çoğunun savaş boyunca Türkler tarafında çarpıştığı da unutulmamalıdır. 

Özellikle Filistinli Araplar Türk hakimiyeti için çarpışmışlardır.'' 

Lloyd George, 1919. (Kaynak: David Fromkin, Barışa Son Veren Barış, Epsilon Yayınları, s.355.)

Bu paylaşımın ardından özelden ve paylaşımın altına yorum yazarak bazı meslektaşlarım tarafından yorumlar yapıldı. 

Bunlardan biri papağan gibi aynı ''arkadan vurma''safsatalarını tekrar etmeyip, gerçekleri, hem de İngilizlerin ağzından olanını göz önüne serdiğin için eleştiri bile alabilirsin şeklindeydi. 

Ben de bunun üzerine, paylaşımdaki maksadın yanlış anlaşıldığını düşünerek konu hakkındaki görüşlerimi aynı paylaşımın altında yazdım.

Belki bir faydası olur düşüncesiyle bu görüşlerimi aşağıda bilginize sunuyorum.

''Ben Arapları savunmuyorum. 

Yanlış anlaşılmasın. 

Evet Arapların bir kısmı Şerif Hüseyin ve oğulları arkasından giderek İngilizlerle birlik olup Türk ordusunu arkadan vurdu.

Yaptıkları işkence ve cinayetler her türlü tarifin ötesindeydi.
İnönü dahil o bölgedeki muharebelere katılanlar 1917'yılından itibaren Arap saldırılarının Türk ordusunu çok fazla yıprattığını, bu durumun Suriye'de genel bir Osmanlı aleyhtarlığını güçlendirdiğini yazmaktadır. 

Yukarıdaki ifadede de İngilizlerin Araplarla olan ilişkisi açıkça görülmektedir. 

Ama o dönemde Araplar aynen bu gün olduğu gibi birçok gruba bölünmüş ve aralarında fikir birliği yoktu. 

Bir grup Şerif Hüseyin'in arkasındaki feodal, kabileci ve bir nevi ırkçı Araptan oluşuyordu. 
Bunlar ihanetin en uç noktasındaydılar. 

Suudiler de Osmanlı aleyhtarıydılar. 

Dini bir tarikat yapısında olan bu grup (bir nevi şimdiki fetöcüler gibiydiler) Şerif Hüseyin ile iktidar mücadelesi yapmakla birlikte İngiliz desteğini de arıyordu. 

Ama İngilizlerin yazdığı senaryoda baş rolde Şerif Hüseyin'in oğullarından en gösterişlisi olan Faysal vardı. 

Öte yandan daha savaş öncesinde Suriye'de milliyetçi akımlar çok güçlüydü. 

Birçok dernek ve örgüt vardı. 

Bunlar Arap milliyetçisi ve ayrılıkçıydılar. 

Ama Cemal Paşa bu hareketi büyük ölçüde akamete uğrattı. 

Bir de ilkel Arap aşiretleri var. 

Bunlar ise yağmacı ve çapulculuklarıyla kendilerini göstermişlerdi. 

İngiliz yenilince ona saldırıp soygun yapıyor, Osmanlı geri çekilince de Osmanlı'ya saldırıp soygun yapıyordu. 

Mesela Kanal Harekatlarına bu bedevi aşiretlerinden katılan çok sayıda silahlı aşiret mensubu var.

Ama Osmanlı çekilirken yağma yapan aşiretler de var.

En çok Türk kanı akıtan ve cinayetler işleyenler Faysal'ın adamları ile bu aşiretlerdi. 

Ama öte yandan son ana kadar ve hatta Milli Mücadele zamanında bile bizimle birlikte olan Araplar da vardı. 

Onların da hakkını yememek lazım. 

Araplar haindir veya Araplar din kardeşimizdir diye başlayan her türlü cümle daha başlangıçtan sakattır. 

Çünkü her Arap ihanet etmediği gibi din kardeşi olmamız da önemli bir miktarda Arap'ın Hristiyanlarla bir olup bizi arkadan vurmasına engel olmamıştır. 

Bu sebeple bu gün Türkiye'nin bölge politikası bu tür söylemlere göre değil salt milli çıkarlarımıza göre oluşturulmalıdır.

Saygılar sunarım.
Mehmet Çanlı
16.12.2017.

15 Aralık 2017 Cuma

Değişim nereden başlamalı?


Eski defterleri karıştırırken (mecazi anlamda değil, gerçekten eskiden kalan ve kumpas sürecinde geceleri ev baskınları yapan FETÖ savcı ve polislerine malzeme vermemek için ne var ne yok yakarken her nasıl olduysa bulup imha edemediğim) 1999-2000 yıllarında kaydettiğim bir not ilgimi çekti.

''Biraz dinleyebilir misiniz?'' başlıklı bir önceki yazımda kimsenin kimseyi dinlemediğini yazmıştım.

Bu not ise kimseyi değiştirmeye çalışmamak gerektiği ile ilgili.

Çok beğendiğim için burada paylaşıyorum.

Umarım sizin de hoşunuza gider.

En önemlisi de...

Umarın bir faydası olur.


Benim de bazı resmi törenler ve Londra'ya gelen misafirleri gezdirmek için içine girdiğim, ayrıca hemen hemen her gün önünden geçtiğim Londra/İngiltere'deki Westminster Katedrali'nin bodrumunda bir Hristiyan din adamının mezar taşında şunlar yazılıymış:

''Ben genç ve düşlerim henüz sonsuzken, dünyayı değiştirmek isterdim.

Biraz yaşlanıp aklım başına gelince dünyanın değişmeyeceğini anladım.

Bunun üzerine düşlerimi biraz kısıtlamaya karar verdim.

Böylece ülkeyi değiştirmeye karar verdim.

Ama iyice yaşlanınca anladım ki onun da değişeceği filan yoktu.

Bunun üzerine çevremi ve ailemi değiştirmeye karar verdim.

Fakat gördüm ki onların da değişmesi mümkün değildi.

Ölüm döşeğinde yatarken birden aklım başıma geldi.

Eğer önce kendimi değiştirseydim muhtemelen her şeyi değiştirebilirdim.

Ben değişince ailem ve çevrem de değişebilirdi.

Bundan aldığım cesaret ve güçle, ve tabii ki onların da yardımıyla ülkeyi değiştirebilirdim.

Eğer ülkeyi değiştirebilseydim, kim bilir, belki dünyayı da değiştirebilirdim.''

Bu adam gibi ölüm döşeğine düşmeden önce aklımızı başımıza alsak mı acaba?

Yani....

Hiç kimseyi değiştirmeye çalışmadan....

Ve hiç kimseyi değişmeye zorlamadan....

Kendimizi değiştirmeye.....

Daha iyi bir insan olmaya...

Daha hoşgörülü ve makul biri olmaya...

Çalışsak mı?....

Hem başarı ihtimali daha yüksek...

Hem de daha kolay bir yöntem değil mi bu?

Saygılar sunarım.

M.Ç.
14.12.2017.



13 Aralık 2017 Çarşamba

Biraz dinleyebilir misiniz?



Son yıllarda ve özellikle de son günlerde Türkiye'de tüm siyasi, kültürel, dini vb. grupların kronikleşmiş bir hale gelen bir hastalığı var.
Bu durum sıradan insanlarda da oldukça yaygın.
Hastalık herkesin sürekli konuşması.
Ama dinlememesi.
Sanırım bu durum biraz, AKP'nin iktidara geldiği günden itibaren tüm basın ve yayın organlarını tedrici bir şekilde ele geçirerek sonunda ülkede neredeyse tek sesli bir basın oluşturmasından da kaynaklanıyor.
Bu durum hükumetin kamuoyunu istediği zaman istediği şeye inandırması ve istediği zaman esas problemlerden, yani hükumetin başına bela olacak problemlerden başka yere yönlendirmesi için oldukça kullanışlı olduğundan hükümet bu durumdan memnun.
Ama anlayamadığım şey kendisini hükumete muhalif olarak lanse eden partilerin ve değişik çevrelerin de aynı şekilde dinlemeden, anlamadan tek yönlü vaazlar şeklinde konuşması.
Durum böyle olunca girdiğimiz kısır döngüden bir türlü çıkamıyoruz.
Bunun en son örneği de bu günlerde yaşanıyor.

Zarrab davası ve CHP'nin açıkladığı belgeler tam hükumeti zor duruma sokmaya başlamıştı ki hemen Amerika'daki bir manyağın abuk subuk bir açıklamasına sarılan hükümet gündemi değiştiriverdi.
Şimdi toplumun büyük bir kısmı Zarrab davasını ve Man Adası olayını bir yana bırakıp Kudüs olayına odaklandı.
Bunlar muhalefetin ve bazı gazetecilerin Zarrab ve yolsuzlukla ilgili söylemlerini dinlemiyor.
Muhalefet te bu konuda kendi kendine konuşmak zorunda kalıyor.
Ama onlar da hükümet çevrelerini dinlemiyor.
Böylece iktidarıyla muhalefetiyle toplum belli sloganlar arkasında telef ediliyor.
Bence toplum uzun süredir salak yerine konuluyor.
Daha da ötesi, salaklaştırılmaya çalışılıyor.
Kurulmuş saat gibi işaret gelince hemen zil çalmaya başlıyor insanlar.
Düşünmek yok.
Değerlendirmek yok.
Yorum yapmak yok.

Çünkü kimse kimseyi dinlemiyor.
Dinlemeyen insan da anlayamaz.
Anlamayan insan ise düşünemez.
Düşünemeyen insan da değerlendiremez.
Sadece kendisine dikte edilenleri söyler ve yapar.
Yorum yapamaz, çünkü yorum yapmak için farklı düşüncelerin de bilinmesi gerekir.
Ama kimse kimseyi dinlemediğinden herkes kendi grubundan söylenenlerden başka bir şey bilmez.
Bu sebeple yorum da yapamaz.
Böylece koyun sürülerindekine benzer bir refleks hakim olur topluma.
Nasıl ki koyun sürülerilerinde bazen , sürünün başındaki koyun uçuruma düşünce veya atlayınca bütün sürü de arkasından uçuruma atlıyorsa (Bu sanılandan daha çok rastlanan bir durumdur. Gençliğimde koyun gütmüş biri olarak iyi biliyorum.) toplumda şu anda oluşmuş ve neredeyse sürüleşmiş siyasi partiler ve diğer gruplar da lider veya lider grubunun arkasından uçuruma atlamaktan başka bir şey yapmıyor maalesef.
Bu sadece hükümet partisine has bir durum değil.
Diğer partilerde de, parti liderinin ani yol değiştirmesine parti mensuplarının ne kadar çabuk uyum sağlayıp dün söylediklerinin tam tersini bu gün inançla savunduklarını görüyorsunuz.
Ülkenin büyük bir kısmı sanki derin bir hipnoz halinde yaşıyor.
Bir parmak şıklatmayla herkes her şeyi yapıyor.

Ülkenin kurtulması için insanlarımızın bu hipnozdan uyanması ve bu durumdan kurtulması gerekiyor.
Bunun için de önce dinlemeyi öğrenmek gerekiyor.
Ama masal dinler gibi değil.
Anlamak için dinlemek gerekiyor.
Ve açık fikirlilikle dinlemek gerekiyor.
Eğer bunu yapabilirsek zamanla her sorunu çözeriz.
Bunu yapıp yapamayacağımıza dair örnek mi istiyorsunuz?
Hemen bir örnek vereyim.
1919 yılında Osmanlı İmparatorluğu yıkılmak üzereydi.
Ülke paylaşılmış ve içerde de bölünmeler yaşanıyordu.
Çoğu insan padişahın peşine takılmış gidiyordu.
Padişah Damat Ferit'in peşine, o da İngilizlerin peşine takılmıştı.
İngilizlerin bizi nereye götürdüğü de malum.
Aynı koyun sürüsü pisikolojisi hakimdi ülkeye.
Ama bir kişi, daha doğrusu bir kişiyi lider kabul eden bazı insanlar çıktı ortaya.
Ve imkansız görünen şeyi yaptı.
Ülkeyi kurtardı ve yeni bir devlet kurdu.
Kurtuluş Savaşı'nı herkes biliyordur.
Atatürk'ü de bilmeyen yoktur sanırım.
Ama çoğu insan onun başarısının sebebini tam olarak bilmez.
Herkesin bir fikri vardır belki.
Ama bu fikirler, bu başarısının sebebinin ne olduğuyla ilgili kendi açıklamalarıyla pek uyuşmaz nedense.
Onun resimlerine bakanlar da dikkat etmez ne yaptığına.
Atatürk'ün insanlarla ve özellikle sıradan insanlarla konuşurken çekilmiş resimlerine bir bakın isterseniz.

O resimlerde de göreceğiniz gibi insanları çok dikkatle dinlediğini anlayacaksınız.
Öyle kulağıyla filan değil.
Beyniyle de değil sadece.
Tüm varlığıyla karşısındaki insanları dinlediğini fark edeceksiniz.
Nitekim bunu kendisi de açıkça ifade etmektedir.
Örneğin Profesör Pittard'ın eşi, roman ve tarihi kitap yazarı Noelle Royer bir gün Atatürk'e bütün hedeflerine başarıyla ulaşmasının sırrını sormuş.
Atatürk şu cevabı vermiş:
''İnsanları dikkatle dinlerim. Durur, durur tekrar dinlerim.''
Sonra sanki o insanları dinlediği anlar gözünde canlanmış gibi bir süre boşluğa bakıp tekrarlamış.
''Durur, durur dinlerim.''
Sonra da susup bu kadının söyleyeceklerini dinlemeye başlamış.
İşte başarısı ispat edilmiş bir yöntem.
Biraz dinleyelim.
Dinlediklerimizi anlamaya çalışalım.
Anladıklarımız hakkında biraz düşünelim.
Sonra bunları birbirleriyle kıyaslayalım ve değerlendirelim.
Ve en sonunda da buna göre hareket edelim.
Yoksa gidişimiz gidiş değil.
Çünkü yolumuz yol değil.

Saygılar sunarım.

M.Ç.
13.12.2017.



12 Aralık 2017 Salı

NATO'da Toplantı ve Tatbikatlar



(Bu yazıyı daha önce yayımlamıştım. Ancak nasıl olduysa yazı blogda bozulmuş. Blogu kontrol ederken yazının görünmediğini fark ettim. Onun için yeniden yayımlıyorum.) Son günlerde hem basında, hem siyaset dünyasında ve hem de sosyal medyada herkes NATO hakkında bir şeyler söylüyor. Çünkü Norveç'te oldukça can sıkıcı ve mutlaka hesabı sorulması gereken bir olay yaşandı. Madem konuyu bilen veya bilmeyen herkes birşeyler söylüyor, ben de burada bildiğim bazı şeylerden bahsedeyim dedim.

Öncelikle şunu söyleyeyim: Ben NATO'da hiç çalışmadım. Ancak 2008-2010 yılları arasında Londra'da görev yaparken, Londra'nın hemen dışındaki Nato üssü ile Londra'ya araba ile iki saat mesafede bulunan diğer NATO üslerine giderek bazı sosyal faaliyetlere, inceleme gezilerine ve toplantılara katıldım. Londra'ya yakın olan üste iki denizci Türk subayı görev yapıyordu. Bu subaylarla ailece de görüşüyorduk. Kuzey'deki üste ise bir karacı binbaşı bir yıl süreyle görev yaptı ama mesafe oldukça fazla olduğundan onunla ancak birkaç defa görüşebildim. Bu arada birçok yabancı subay ve sivil NATO çalışanıyla da sohbet etme imkanım oldu.

Öncelikle NATO'da çalışan subaylarla yaptığım görüşmeler ve sohbetlerde NATO hakkında söylediklerinden kısaca bahsedeyim. Türk ve yabancı subayların çoğunun, kendi aralarında eğlenmek için de olsa, NATO hakkında küçümseyici bazı söylemleri var. Örneğin NATO kelimesinin North Atlantic Treaty Organization (Kuzey Atlantik Antlaşması Organizasyonu, Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilatı veya Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü olarak tercüme edilebilir) olan açılımı hakkında bazı komik ve aynı zamanda küçümseyici açılımlar uyduruyorlar.

Bu uydurma açılımlardan aklımda kalanlardan biri ''No Action Talk Only'', yani ''Eylem Yok Sadece Konuş'' açılımıdır. Bununla, NATO ''hiçbir şey yapmayan ama sürekli konuşup duran bir örgüt'' demek istiyorlardı. Aklımda kalan diğer bir kısaltma ise ''North Atlantic Travel Organization'', yani ''Kuzey Atlantik Seyahat Organizasyonu'' dur. Bununla da NATO'nun, çalışanlarının sürekli olarak ülkeler ve kıtalar arasında seyahatler yaptığı ama işe yarar hiçbir şey yapmadığı bir örgüt olduğu ima ediliyordu.

Bu açılımlar, size manasız gelebilir ama Türk ve yabancı NATO çalışanı subaylar bu tür kısaltmalara kahkahalarla gülüyor ve gördüğüm kadarıyla NATO'yu bu şekilde küçümserken oldukça eğleniyorlardı.

Bu iki açılımın nereden çıktığını merak edip sohbet arasında bazı NATO çalışanlarına  sordum. Söylediklerine göre No Action Talk Only açılımı, NATO'nun sürekli olarak gerekli veya gereksiz bazı tatbikatlar yapması ama dünya üzerindeki (Bosna'da olduğu gibi) bir çok soruna ya müdahale etmemesi veya çok geç müdahale etmesini eleştirmek için uydurulmuş.

North Atlantic Travel Organization kısaltması ise NATO'nun sürekli olarak toplantılar yapması ve bu toplantılara hemen her yerdeki NATO üslerinden çalışanların katılmasından kaynaklanıyormuş. Örneğin Belçika/Mons'ta DAEŞ hakkında bir toplantı yapılınca bütün Avrupa'ya yayılmış NATO üslerinden ilgili şubelerde çalışanlar bu toplantıya katılıyormuş.

Bu sebeple NATO çalışanları sürekli olarak geziyorlarmış. Buna ben de şahidim, çünkü zaman zaman bizim NATO'da çalışan personeli bazı faaliyetlere iştirak etmeleri veya bir yerde bir şeyler yeyip sohbet etmek için davet ettiğimde çoğu zaman Londra ve hatta İngiltere dışında olduklarını söylüyorlardı. Herhangi bir toplantı veya iş sebebiyle çalıştıkları yere gittiğimde de yurt dışında oldukları için onları ofislerinde bulamadığım oluyordu.

Çalışanlar bu toplantıları; seyahatler sebebiyle günlük işlerine vakit ayıramadıkları ve aileleriyle pek ilgilenemedikleri gibi, hiçbir işe yaramayan bu toplantılarda NATO'nun parasının da çarçur edildiğini düşündükleri için eleştiriyorlardı. Çünkü her toplantıya katılan kişinin (kişinin diyorum çünkü NATO'da sadece subaylar değil çok sayıda sivil uzman da çalışıyor) yol ve konaklama masraflarını NATO karşılıyormuş. Bu sebeple NATO'nun mevcut bütçesinin önemli bir kısmı bu seyahatler için harcanıyormuş.

Londra'da bulunduğum süre içinde bu anlattığım ilişkiler dışında bazı NATO tatbikatlarına da katıldım. Bu tatbikatlar, Türkiye'de benzerlerine benim de katıldığım, bilgisayar üzerinden oynanan ve oğlumun şu sıralar internet üzerinden oynadığı savaş oyunlarına benziyordu. Savaş yeteneklerinden ziyade planlama ve karar verme yeteneklerini geliştirmeye yarayan sanal savaşlardı. Sadece  savaş sanal ortamda yapılmıyordu. Savaşa katılan ordular ve bu orduların bağlı olduğu devletler ile savaşın üzerinde yapıldığı coğrafya da bilgisayar üzerinde yaratılmış ve dünyada olmayan devlet, ordu ve arazi kesimleriydi.

Ayrıca, Türkiye'den gelen üst rütbeli generalleri NATO üslerindeki toplantılara ve inceleme gezilerine de götürdüm. Fakat bunların hepsini burada yazmak hem çok uzun sürer,  hem de okuması sıkıcı olabilir. Onun için bunlardan daha sonra yazacağım yazılarda bahsedeceğim.

Buraya kadar yazdıklarımı okuyanlar, şimdi konuyu nereye bağlayacağımı merak ediyordur. Hiç dolandırmadan söyleyeyim. Bizde NATO bir bilinmez gizemli örgüt veya her şeyden sorumlu ve her şeyi kontrol eden bir şeytani yapı gibi abartılı bir kurum olarak algılanıyor. Son günlerde Atatürk ve Erdoğan'ın resim ve isimlerinin bir NATO tatbikatında olumsuz bir durumda kullanılması ile ilgili yazıların çoğu da bu psikoloji ile yazılıyor.

Bu yazılardan bazılarında oldukça mantıklı ve makul iddialar var. Bazı yazılar ise, NATO'nun ne olduğunu bilmeyen ve hatta hayatı boyunca herhangi bir NATO üssünün yanından bile geçmeyen kişilerce yazılan spekülatif şeyler gibi görünüyor. Bu sebeple, bu farklı şeyler söyleyen yazıları okuyan ve NATO hakkında hiçbir somut bilgisi olmayan halkımızın çoğunun kafası karışıyor.

Muhtemelen benim yukarıda yazdıklarımı okuduktan sonra da bazılarının kafası karışmıştır. Onun için burada kendi düşüncemi açık bir şekilde belirtmekte fayda görüyorum. Bence NATO, bazılarının abarttığı gibi her şeyden sorumlu şeytani bir örgüt değil, ama kimsenin kullanmadığı ve önemsenmeyecek bir organizasyon da değil. Diğer her örgüt ve organizasyon gibi NATO da sadece bir vasıtadan ibaret. Her vasıta gibi onun kime fayda kime zarar vereceği de onu kullananların yeteneklerine bağlı.


NATO'da her şey uzun vadeli planlanır ama birçok ulustan birçok farklı insanın çalıştığı böyle devasa bir organizasyonda her an bir manyak çıkıp ters bir şey de yapabilir. Muhtemelen böyle şeyler yapanlar bunun bedelini ağır öder ama yine de bunu göze alıp istediği bir şeyi yapan kişiler çıkabilir. Bu sebeple Norveç'te yaşananlar, bazılarının iddia ettiği gibi birilerinin mesaj vermek için organize ettiği bir faaliyet te olabilir ama sadece bir manyağın siyasi veya etnik motivasyonlarla yaptığı bir şey de olabilir.

Onun için, durum tam olarak aydınlanmadan spekülatif bir şekilde ortaya atılan birçok iddia gibi NATO'dan çıkalım söylemlerini de saçma buluyorum. Unutmamak lazım ki NATO, her şeyden önce şu andaki en büyük ve aynı zamanda en uzun ömürlü savunma örgütü. Ve en önemlisi de üyelerine soğuk savaş boyunca ve soğuk savaş sonrasında güvenlik sağlamayı başarmış oldukça başarılı bir örgüt. Zaten bu sebeple birçok ülke hala bu örgüte katılmak için çalışıyor.

Bu konuda yorum yapanlar ve bu yorumlardan etkilenecek olan karar vericiler bu perspektifi iyi kavrayarak hareket ederlerse bence hem ülkemiz hem de kendileri için daha hayırlı olur.

Saygılar sunarım.

Mehmet Çanlı
21.11.2017.

5 Aralık 2017 Salı

FETÖ ile mücadelede şüphe uyandıran durumlar.



             
                3 Aralık'ta ''Son zamanlarda Türkiye'de Neler Oluyor?'' diye bir yazı yazmıştım. Bu yazı orada anlattıklarımın devamı niteliğinde. Konu ise değişik kaynaklardan duyduğum bazı bilgiler. Bu bilgiler hapiste yatan darbeci Fetöcülerle ilgili.

                İlk haber, darbe gecesi ismini bütün Türkiye’nin TRT ekranlarından duyduğu bir kişiyle ilgili. Ben bu şahsı 1993 yılından beri tanıyorum. Uzun bir süre aynı birlikte çalıştık. Uzun süreli iki kursta beraber eğitim ve öğretim gördük. Bu şahıs aynı zamanda darbenin en önde gelen kişilerinden biri. Şu anda Yurtta Sulh Konseyi davası sanığı olarak yargılanıyor.


             
                İsmini vermeyeceğim ama sanırım herkes kim olduğunu tahmin etmiştir. En azından beni tanıyanların tamamına yakını kimden bahsettiğimi hemen anlamıştır diye düşünüyorum. Yargılandığı davaların bir kısmına katıldım. Orada çok rahat tavırlar içinde olduğunu görünce şaşırmıştım. Bu duyduklarım o tavırlarını anlamlı kılacak duyumlar.

                Bu adam, kendilerinden olmayıp ta sırf darbe sırasında askeri birliklerde bulunduğu ve dışarı çıkamadığı için darbeci diye tutuklanan ast rütbelerdeki bazı personele, ‘’Bizim sizinle işimiz yok. Bizim için üst rütbedekiler önemli. O yüzden ifade verirken rahat olun. Bizden çekinmeyin. Ne olduysa aynen anlatın. Bildiğiniz her şeyi söyleyin ve dışarı çıkın. Biz yakında onlarla hesabımızı göreceğiz.’’ diyormuş.

                Hapishanedeki Fetöcülerle görüşen bazı kişiler ise onlara; ‘’Muhtemelen önümüzdeki Şubat ayında, olmazsa en geç önümüzdeki bahar aylarında buradan çıkacaksınız. Hatta görevlerinize geri döneceksiniz.’’ diyorlarmış. İddialara göre bu şahıslar, bu konudaki çalışmaların son aşamaya geldiğini söylüyorlarmış.


               
                 Bunları birinci ağızdan duyanlar ''Yeni bir darbe mi yapacaklar acaba?'' diye bana soruyorlar. Onlara, darbe yapabileceklerini sanmadığımı ve bu çalışmaların ne olduğunu da bilmediğimi söylüyorum. Gerçi neyi kastettikleri hakkında bazı fikirlerim var ama emin olmadığım için söylemiyorum.

                Diğer önemli bir haber ise mahkemelerin serbest bıraktığı darbe şüphelileri ile ilgili. Bu günlerde darbeye katıldığı suçlamasıyla hapis yatan bazı kişiler sessiz sedasız serbest bırakılmaya başlandı. Bunlardan birinin dışarı çıktığını duyunca çok şaşırdım. Çünkü bu şahıs, ben küçük rütbelerdeyken aynı birlikte çalıştığım ve o zamanlar birçok kişiden tarikatçı veya FETO’cu olduğunu duyduğum bir kişi.

                Adam sağda solda ekonomik ve psikolojik olarak çok kötü durumda olduğunu söylüyormuş. Çünkü rütbesi ile birlikte tüm hakları elinden alınmış. Hâlbuki kendisinin ne Fetö ile ne de darbecilerle hiçbir ilgisi yokmuş. Darbe gecesi de, mesajları alır almaz valiyi arayıp darbecilerden olmadığını ve verilecek emirleri yerine getirmeye hazır olduğunu söylediğini, ama buna rağmen tutuklandığını anlatıyormuş.



        
                  Kimsenin boş yere başının belaya girmesini istemem ama bu durum benim kafamı karıştırıyor. Bu kişi akademiyi kazandığında şaşırmıştım. O rütbelere geldiğinde ise daha da şaşırmıştım. Çünkü komuta yeteneği zayıf diye bir birlikte çalışırken yaptığı görevden tayin edildiğini (birçok kişiden) duymuştum.

                 Bu şahıs herkese kumpas kurulurken nedense gayet rahattı ve hakkında hiçbir kumpasta herhangi bir şey söylenmedi. Üstelik daha önceki iki komutanı kumpaslarla yıpratıldıktan veya hapse atıldıktan sonra, sanki bunlar onu oraya getirmek için yapılmış gibi önemli bir birliğin başına geldi ve sessiz sedasız burada iki yıl çalıştı. İlginç bir şekilde darbe gecesi vurularak öldürülen Semih te aynı birliğin ana ast birliğine, daha önce hep sınıf subayları atanırken, ilk defa Kurmay Albay olarak atanmıştı.

                Bence profil olarak ta Fetö’cülere benziyordu. Ben yıllardır ona Fetöcü diye mesafeli davranıyordum. Ama adam şimdi dışarda. Adam ya itirafçı oldu da anlaşılmasın diye insanlara masal anlatıyor, ya sonradan Fetö’den ayrıldı veya benim 1990’lardan beri bu adam hakkında duyduklarım yanlışmış. Benim bunlardan hangisine daha fazla ihtimal verdiğim bu ihtimallerin sıralanma şeklindeki gibi.

                Şimdilik bu kadar.

                Görüşmek üzere.

                Mehmet Çanlı

                5.12.2017.

3 Aralık 2017 Pazar

Son zamanlarda Türkiye'de neler oluyor?




Son zamanlarda biraz meşgulüm. Bu sebeple fazla yazamıyorum. Ama öyle şeyler duyuyorum ve öyle olaylara tanık oluyorum ki artık daha fazla dayanamadım. İşi gücü bırakıp bu yazıyı yazmaya karar verdim. Bundan sonra da fırsat buldukça duyduklarımı burada yazmaya çalışacağım. Çünkü çok önemli anlar yaşadığımız ve çok tarihi olaylarla yüz yüze geldiğimiz günlerden geçtiğimize inanıyorum.

Duyduğum ve şahit olduğum (bir kısmına herkesin duyduğu veya şahit olduğu) olayları ayrı ayrı ele alınca pek bir şey anlaşılmıyor ama hepsini bir arada değerlendirince işin boyutu birden bire değişiyor.  Örneğin Zarrab denilen herif sessiz sedasız Amerika'ya gitti ve tutuklandı. ''Adam tutuklanabileceğini bile bile neden Amerika'ya gitti acaba?'' diye kendi kendime sorular sorarken bu sefer de adı uzun süredir çok fazla gündemde olan bir devlet bankasının müdür yardımcısı Amerika'ya gitti ve tutuklandı. Bu Zarrab'ın Amerika'ya gitmesinden de şaşırtıcı geldi bana. Ama mahkeme süreci başlayınca daha da şaşırtıcı şeyler ortaya çıktı. Çünkü Zarrab ve bu adamın sanık olarak yargılanacağını beklerken birden bire Zarrab'ın sanık değil, tanık olarak mahkemede ifade verdiğini öğrendim.

Mahkeme süreci başlayınca da gördüm ki adam tanık filan değil, resmen itirafçı olmuş. Zarrab'ın verdiği ifadeler basına yansıyınca adamın Amerika'ya tutuklanacağından habersiz olarak gitmediğini anladım. Eğer tutuklanacağından haberi olmadan gitmiş olsa neden yanında rüşvet verdiği kişilerin listesini ve yasa dışı işlerde ödediği paraların çetelesini de götürsün ki? Anlaşılan adam burada birileriyle görüşüp anlaşmış ve bu anlaşma sonrasında tüm hazırlıklarını yaparak Amerika'ya gitmiş.



Diğer bir konu da birkaç gün önce Cumhurbaşkanının yakın akrabalarının yurt dışında şaibeli veya en azından etik olmayan para işleri yaptığına dair belgelerin CHP genel başkanı tarafından belgeleriyle kamuoyuna açıklanmasıydı. Bu belgeler ilginç bir şekilde ABD'de devam eden Zarrab davasının tek sanığı olan kişinin genel müdür yardımcısı olduğu bir bankadan alınan dekontlarmış.

Bilmem kimsenin dikkatini çekti mi ama bu işlerde pek te doğal görünmeyen bir şeyler var gibi geldi bana. Burada Cumhurbaşkanını veya yakınlarını savunacak değilim. Beni tanıyanlar, AKP iktidara geldiği günden beri bu parti ve yöneticileri hakkında söylemediğim fazla bir şey kalmadığını gayet iyi bilirler. Ama bu işlerde yerine oturmayan bir şeyler var gibi görünüyor. Mesela bir devlet bankasından bu evrakların nasıl dışarıya çıkarıldığı üzerinde düşünülmesi gereken bir konu.

Ben FETÖ'cülerin bize yaptıklarını düşünerek bu işlerle FETÖ'cülerin bir ilgisi olduğu iddialarını ciddiye almak gerektiğine inanıyorum. Bu durum, iddia edilen suçların işlenmediği anlamına gelmiyor. İşlenmiştir veya işlenmemiştir. Bu ayrı bir konu. Burada benim vurgulamak istediğim FETÖ'cülerin bu olayları kendi çıkarları için kullanıyor olabileceği ihtimali.



Benim kanaatime göre devletin içinde hala çok sayıda FETÖ'cü var ve bunlar alttan alta çalışmaya devam ediyorlar. Çünkü devlet kademelerinin FETÖ'cülerden temizlendiği hakkında da yerine oturmayan hususlar var. Sanki yapılan temizlik tüm FETÖ'cüleri kapsamıyor gibi. Üstelik son günlerde darbe ile ilgili davalarda yargılanan bazı kişilerin sessiz sedasız serbest bırakıldığını duyuyorum. Üstelik bu kişilerin bazılarının FETÖ'cü olduklarını daha 1990'lı yıllarda birçok kişiden duymuştum.

Cumhurbaşkanının son günlerdeki bazı sözleri ve davranışları da oldukça ilginç. Mesela geçenlerde gazetecilere, ''Benim adıma ama benim haberim olmadan iş çevirenler var. Bundan sonra, ben arayıp söylemediğim müddetçe benim bilgim olduğunu söyleyerek bir şey isteyenlerin istediklerini yapmayın. Bu kişiler benim babamın oğlu bile olsalar yapmayın. '' diye devlet görevlilerine genel bir çağrıda bulundu. Acaba kimi kastediyor ve ne demek istiyor?



Bu bahsettiğim hususların hepsi hakkında çok farklı kaynaklardan çoğu birbiriyle örtüşen bazı şeyler duydum Ama duyduklarımın hepsini burada yazsam okunamayacak kadar uzun bir yazı ortaya çıkar. Bu sebeple bu konularla ilgili olarak duyduğum şeyleri birkaç ayrı yazı halinde yazmaya çalışacağım. Burada ilk olarak FETÖ ile mücadele konusundaki çelişkili durum ile ilgili bir olaydan bahsedeceğim. Çünkü bütün bu yukarıda bahsettiğim konuların da bir şekilde bu ve benzeri olaylarla bağlantısı olduğunu düşünüyorum.

Geçenlerde Ankara'da bir yerde oturup kahve içiyordum. Tanıdık bazı kişilerle karşılaşıp sohbet ettikten sonra daha önce hiç görmediğim bir şahısla tanıştım. Bu şahısla önce havadan sudan konuştuk. Sonra birbirimizi daha iyi tanımak maksadıyla bazı kontrollü sorular sorduk. Bundan sonra ikimizin de aynı sıkıntıları yaşadığımız ortaya çıkınca derin bir sohbete daldık. Bu kişinin anlattığı bir olay benim aklımı çok karıştırdı. Şimdi size bu olaydan bahsedeceğim.



Bu şahıs hukuk fakültesinden mezun olduktan sonra bir süre avukatlık yapmış. Fakat avukatlık mesleği mizacına pek uygun gelmediği için devlet memuru olmaya karar vermiş. Hukuk mezunu biri devlet memuru olmak isterse en uygun yol hakim veya savcı olmak olduğundan bu kişi de hakimlik-savcılık sınavlarına girmeye karar vermiş. Bu olayların olduğu dönem ise FETÖ'cülerin bazı bakanlar tarafından ''Allah verdikçe veriyor.'' diye tüm hukuk sistemine yerleştirildiği dönemmiş.

Bu adam, daha sınava girdiği ilk yıl oldukça yüksek bir not almış fakat her nasıl olduysa mülakatta elenmiş. Ertesi yıl tekrar sınava girmiş ve yine çok yüksek bir not almış ama sebebini anlayamadığı bir şekilde mülakatta yine elenmiş. Adam yılmamış üçüncü sene tekrar sınava girmiş ve yine yüksek bir not almış.

Bu adamın durumunu bilen bir yakını bir gün kendisini bir kenara çekmiş.
''Arkadaş...'' demiş, ''Sen elli sene de sınava girsen ve bu sınavlarda tam puan da alsan yine hakim veya savcı olamazsın.''



Bizim adam ''Neden?'' diye sorunca şu cevabı almış.
''Çünkü bütün hukuk sistemi Fettullahçıların elinde ve onlar istemediği müddetçe kimse o mülakatı aşıp ta hakim veya savcı olamaz.''
Bizim adam şaşırmış.
''Yahu kardeşim, bu memlekette hükümet yok mu? Onlar buna nasıl izin veriyor?'' diye sormuş.
Bu sefer de; ''Zaten onları oraya hükümet yerleştirdi.'' cevabını almış.

Bunu duyan adam; ''Peki ama bunun bir yolu yok mu? Ben mutlaka hakim veya savcı olmak istiyorum.'' deyince yakını ''Var tabi.'' diye cevap vermiş ve bunun için bir FETO imamı ile görüşüp ondan referans alması gerektiğini söylemiş.
Bizim adam; ''Ama ben hiçbir FETO imamını tanımam etmem. Üstelik ben pek dindar biri de değilim. Hele de tarikatlarla veya cemaatlerle hiç işim olmaz. Arada bir de içerim.'' deyince yakını araya girmiş.

''Kardeşim, sen bunları dert etme. Bunların önemi yok. Ben bir FETO imamını tanıyorum. Sen yarın ona git, benim selamımı söyle ve derdini anlat.'' demiş.



Bizim adam, yakınının tavsiyesine uyarak bahse konu FETÖ imamının adresini ve ismini almış ve ertesi gün sabah erkenden bulunduğu ilin Emniyet Müdürlüğü'ne gitmiş. Çünkü imam denilen bu kişi orada komiser olarak çalışıyormuş. Adam bu İmamı bulmuş ve durumunu anlatmış. Bunun üzerine komiser masasının üstünden bir post-it alıp üzerine bir not yazmış ve bunu ismini söylediği bir kişiye iletmesini söylemiş.

Bizim adam bu kağıdı alınca kendi kendine ''Herif beni başından savıyor herhalde. Bu işler bu kadar basit olamaz. Ne bir kimseyi aradı, ne de bana doğru dürüst bir tavsiye mektubu filan yazdı. Kartını bile vermedi.'' diye düşünmüş. Ama mülakat günü yaklaşınca komiserin verdiği post-iti götürüp söylediği kişiye vermiş. Bundan birkaç gün sonra da mülakata gitmiş.

İsmi okunup içeri girdiğinde mülakat yapanlar bunu daha önce olduğundan çok farklı karşılamışlar. Mülakat filan da yapmamışlar. ''Senin referansın sağlam. Sana mülakat yapsak ayıp olur.'' deyip  havadan sudan muhabbet etmişler. Normalde mülakat yaptıkları süre kadar içeride beklettikten sonra da ''Hayırlı olsun.'' diyerek göndermişler.

Adam çok şaşırmış ama hala mülakatı geçeceğine inanamıyormuş. Fakat ertesi gün, kendisini FETO imamı olan komisere gönderen tanıdığı aramış ve ''Komiserle konuştum. Şenin işin tamam. Hayırlı olsun.'' diye müjdeyi vermiş. Gerçekten de bir süre sonra mülakatı geçtiği haberi gelmiş.



Kısa süre sonra staj/eğitim süreci başlamış. Bu sürecin sonunda da ataması yapılmış. Fakat bir süre sonra Feto'cular bundan her ay maaşının bir bölümünü himmet olarak kendilerine vermesini ve bazı davalarda da onlara yardımcı olmasını istemişler. Adam bu istekleri yerine getirmemiş. Adamın üzerine gitmeye başlamışlar. Buna rağmen adam boyun eğmeyince  bir kumpas kurup adamı mahkemeye vermişler ve görevinden açığa aldırmışlar.

Adam FETÖ darbesine kadar bu sorunlarla uğraşmış. Hem kumpaslar sebebiyle bazı kişilere ve hem de mesleğe geri dönmek için devlete dava açmış. Darbe sonrasında FETÖ'cü hakim ve savcılar görevden alınınca da davaları kazanmış. Tekrar mesleğe dönmek için işlemleri başlattığı bir gün bir yorgunluk kahvesi içmek için o sırada oturup kahve içtiğimiz yere gelmiş. Garson sipariş ettiği kahveyi getirince tam fincanı eline alıp kahveyi yudumlamaya başladığı sırada 5-6 metre ötedeki bir masada kimi görse beğenirsiniz? Kendisine torpil yapan FETÖ imamını görmüş tabii ki.



Adamın FETÖ imamı olduğunu bildiğinden, darbeden sonra tutuklanıp bir süre içerde yattığını ve bir yolunu bulup dışarı çıktığını düşünmüş. Ama adam hiç te hapisten yeni çıkmış gibi görünmüyormuş. Masada oturan 2-3 kişi ile gayet neşeli bir şekilde sohbet ediyormuş. Adamın durumunun ne olduğunu tam olarak kestiremediği için gidip geçmiş olsun deyip dememek konusunda tereddüt etmiş. Ama yine de, Fetö'cü de olsa kendisine bir iyilik yaptığı için, gidip geçmiş olsun demeye karar vermiş.

Kahvesini hızla yudumladıktan sonra kalkıp FETÖ imamının masasına gitmiş. Selam vermiş ve kendini tanıtmış. Komiser onu hemen tanımış. Biraz hal hatır sorma muhabbetinden sonra bizimki komiserin hapis yattığını ve mahkemelerle uğraştığını düşünerek ''Siz de bu günlerde sıkıntılı günler yaşamışsınızdır. Ama inşallah bu günler de geçer.'' demiş.

Komiser hemen yerinden doğrulmuş ve heyecanlı bir şekilde; ''Hem de ne sıkıntılı günler yaşadık kardeşim. Eskiden yeminle anlatsalar inanmazdım ama bu FETÖ meğer her yere sızmış. Neredeyse devleti ele geçiriyorlarmış.'' demiş. Bizim adam duydukları karşısında ne söyleyeceğini şaşırmış.



FETÖ imamı olarak bildiği ve basit bir post-ite yazdığı bir notla, iki senedir geçemediği mülakatı geçmesini sağlayan komiser şimdi FETÖ'cülerden şikayet edince adam doğal olarak şok olmuş. Ama ilk şoku atlatınca herhalde ben yanlış anladım diye düşünmüş. Durumu netleştirmek için ''Şimdi ne iş yapıyorsunuz?'' diye sormuş. Komiser hemen cevap vermiş. ''Şu anda ...de, ..... müdürüyüm. Bu FETÖ olaylarını da biz araştırıyoruz. O yüzden burnumu kaşımaya vaktim olmuyor. Çok yoğunuz.'' demiş.

Bizim adam duyduklarına inanamamış. İyi akşamlar deyip hemen masadan ayrılmış. Hesabı ödeyip dışarı çıkmış. Yaşadığı şoku atlatmak için uzun süre yürümüş. Yorulunca da taksiye binip evine gitmiş. O günden beri de; FETÖ'cülerin kendisi ile uğraştığı, onu meslekten attırdıkları ve mahkemelerde süründürdükleri zamanlardan bile daha tedirgin ve şüpheci bir ruh halinde yaşıyormuş.

Bana söylediğine göre bu darbeden de, FETÖ'cülerin devletten temizlendiğinden de, bu konularla ilgili söylenen diğer her şeyden de şüphe duyuyormuş. Adam bir saat kadar bana; ''Ortada bir kripto FETÖ'cü lafı dönüp duruyor, ama bu adam kripto filan değil, bir şehrin imamı. Bu adam bırakın hapse girmeyi terfi etmiş. Bu nasıl FETÖ temizliği?'' diye üzerine basa basa bu işlerin altında bir çapanoğlu olduğuna inandığını anlattı.



Ben daha önceki bir yazımda Silahlı Kuvvetlerde darbe gecesi bazı FETÖ'cülerin ve FETÖ işbirlikçilerinin gece yarısına kadar hiçbir şey yapmadıklarını, gece yarısına doğru darbenin başarısız olacağı anlaşılınca sanki darbeyi önlemeye çalışıyormuş gibi darbecilere hücum ettiğini, bunların darbe sonrasında bu gayretlerinden dolayı terfi ettirildiğini, fakat Bylock (Baylok) kayıtları incelenince bunların FETÖ'cü veya işbirlikçi olduğunun ortaya çıktığını, bunun üzerine Genelkurmay Başkanı'nın 13 generali tek tek arayarak istifalarını istediğini duyduğumu yazmıştım. Nitekim tam olarak kaç kişi olduğunu saymadım ama bu şekilde darbe sonrasında terfi etmiş çok sayıda generalin sessiz sedasız istifa ettiğini de öğrendim.

Tanıştığım şahsın bahsettiği komiser nasıl bir oyunla sistemde kalmayı başardı bilmiyorum. Ama anlaşılıyor ki diğer kurumlarda bu işler bu kadar dikkatle takip edilmiyor. Yukarıda anlattığım olay da bunu gösteriyor. Yani devletin içinde hala çok sayıda FETÖ'cü olma ihtimali yüksek.



Bütün bunları bu günlerde yaşanan diğer olaylarla ve duyduğum başka bazı şeylerle birleştirince bende FETÖ'cülerin yeni bir plan üzerinde çalıştıkları kanaati uyanıyor. Elbette duyduklarım tevatürden ibaret olabilir. Bu değerlendirmem de bir hüsnü kuruntu olarak değerlendirilebilir. Ancak son günlerde sessiz sedasız yapılan bazı tahliyeler ve tahliye olanların bazılarının anlattıkları ile ilgili duyduklarımı bir araya getirince ben yine de biraz dikkatli olmak lazım diye düşünüyorum.

Çünkü ortada Şubat ayı diye bir tarih dolaşıyor. En geç bahar ortasında her şey değişecek diye konuşanlar var. Bilemiyorum. İnsanlar artık iyice paranoyak olmuş durumda. Komplo teorileri her yere sirayet etmiş. Herkes bir iddia ortaya atıyor. Elbette her duyduğumuza inanmamamız lazım ama bir ata sözünü de unutmamak gerekir diye düşünüyorum. ''Şüphe insanı rahat komaz, ama birçok beladan da korur.''
Paranoyak olmamız da takip edilmediğimiz anlamına gelmez.

Saygılar sunarım.

Mehmet Çanlı



29 Kasım 2017 Çarşamba

Man Adası Nerededir? Neden Man Adası? Bu adanın bir özelliği mi var?





CHP İstanbul milletvekili Eren Erdem, bu gün Meclis'te CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu tarafından Man Adası’na gönderildiği iddia edilen paralarla ilgili bir paylaşımda bulunmuş. 

Buna göre 15.12.2011 tarihinde Cumhurbaşkanının bazı yakınları, Man Adası'nda 1 Sterlin sermaye ile kurulan şirkete aşağıda belirtilen miktarlarda para göndermişler.

Eniştesi Ziya ilgen 2.5 M.$

Kardeşi Mustafa Erdoğan 5 M.$

Oğlu Burak Erdoğan 1.45 M.$+ 2.3 M.$

Dünürü Osman Kefenci  2.2 M.$

Eski özel kalemi Mustafa Gündoğan 1.5 M.$

Şimdi herkes bu konuyu tartışıyor ve her kafadan bununla ilgili bir ses çıkıyor.


Bilindiği gibi zaman zaman bazı Türk şirketleri merkezlerini yurt dışına taşımaktadır. Bu şirketlerin bir kısmı daha az vergi vermek maksadıyla bu taşınma faaliyetlerini vergi cenneti olarak bilinen Malta gibi küçük devletlere yapmaktadır. Özellikle gemi taşımacılığı yapan şirketlerin, yüksek ücretlerden kurtulmak için gemilerine başka ülkelerin bandırasını alması en yaygın uygulamadır. Yakın zaman önce basına yansıyan haberlerden Türkiye Cumhuriyeti başbakanının oğlu ve bazı yakınlarının bile bu vergi cennetlerinden en tanınanı olan Malta'da bazı şirketler kurdukları ortaya çıkmıştır.

Fakat bundan farklı olarak faaliyet gösterdiği iş kolunun zorunlulukları sebebiyle de yurt dışına taşınan şirketler de var. Mesela bir hava yolu şirketinin 2009/2010 yıllarında, daha fazla destinasyona ve daha fazla yolcu kapasitesine sahip olduğu için şirket merkezini İstanbul'dan Londra’ya taşıdığını biliyorum. Peki ama vergiden kurtulmak isteyenler için Malta ve İngiltere'de şirket kurmak siteyenler için ticarete ve yatırıma uygun birçok büyük şehir varken Türkiye’de yaşayan bir insan neden gidip te Man Adası’nda şirket kurar ve bu şirkete para aktarır? Bunun bir mantığı var mıdır?




Bence bu sorulara cevap verebilmek için öncelikle pek dikkat edilmeyen bazı kavramları yerli yerine oturtmak faydalı olacaktır. Örneğin  Türkiye’de, İngiltere denilince Birleşik Krallık topraklarının tamamı anlaşılmaktadır. Ben de 2008 yılında İngiltere’ye gidene kadar bunu ben de böyle biliyordum. Ama Londra görevi çıkınca, gitmeden önce biraz araştırma yaptım. Açık söylemek gerekirse öğrendiklerim biraz kafamı karıştırdı. Orada kaldığım iki yıl boyunca da sistemi tam olarak kavrayamadım dersem yalan olmaz. Çünkü bizim bildiğimiz İngiltere bizim bildiğimiz gibi değilmiş.  Üstelik başka hiçbir ülkede olmadığı kadar karmaşık bir sistemleri varmış.

Sanırım İngiltere’de Cromwell’in kurduğu cumhuriyet hariç hiçbir köklü siyasi devrim olmadığından ve devlet çok uzun bir süredir var olduğundan sistem hiçbir zaman kökten bir değişime uğramamış. Eski sistemde sadece sorun yaşanan bölüm değiştirilmiş ve yola devam edilmiş. Bu sebeple (yaşlı bir İngiliz’in bana söylediğine göre) 1000 (bin) yıl önce konulan bazı kanunlar bile hala yürürlükteymiş. Bu sebeple İngiliz siyasi ve idari sistemi, bazıları yüzyıllar önce kurulmuş birçok sistemin bir arada yaşadığı kendine has bir yapı oluşturmaktadır. Bu yapı oldukça karmaşık olmasına rağmen gayet iyi bir şekilde yürümektedir.





Bu nasıl bir sistem diye merak ediyorsanız, kısaca anlatayım. Öncelikle Britanya, İngiltere veya İskoçya nereye deniliyor onunla başlayayım.  Haritada İngiltere’nin bulunduğu yere baktığınızda burada iki tane büyük ada bulunduğunu göreceksiniz. Bunlardan batıda ve diğerine göre daha küçük olanı İrlanda Adası’dır.  Bu adanın güneyinde İrlanda Cumhuriyeti bulunmaktadır. Adanın kuzeyi ise, İngiltere’ye bağlıdır ve Kuzey İrlanda olarak bilinmektedir. İrlanda adasının doğusundaki büyük ada Büyük Britanya’dır. Bu adanın üzerinde İngiltere, Galler ve İskoçya bulunmaktadır.

Yani İngiltere, bizim İngiltere olarak ifade ettiğimiz devletin sadece bir bölümüdür. İngiltere, Biritanya adasının orta ve güney kesimini kapsayan ve halkının kendisini İngiliz diye tanımladığı bölgeye denilmektedir. Başkent Londra, Büyük Britanya veya Birleşik Krallık denilen üst yapıların başkentidir. Kraliçe, hükümet, Lordlar Kamarası ve Avam Kamarası ile diğer siyasi ve idari birimlerin merkezleri burada bulunmaktadır.



Büyük Britanya ise; federal devletler olmamakla birlikte; kendi parlementosu, bayrağı, hükümeti, üzerinde kraliçenin resmi olan kendi parası, kendi futbol ligi ve sadece bağımsız devletlerde olabilecek başka bir sürü şeyi olan İskoçya ve Galler’in İngiltere ile birlikte oluşturduğu ortak yapının ismidir. Fakat bu terim daha çok Britanya adasının tamamını ifade eden coğrafi bir terim anlamında kullanılmaktadır. 

Newcastle’nin kuzeyinde, Roma İmparatoru Adrian’ın İskoçyalıların saldırılarını durdurmak için yaptırdığı Adrian Duvarı’nın biraz kuzeyinden itibaren Britanya adasının bütün kuzey toprakları İskoçya’ya aittir. Burada İskoçlar yaşıyor. İskoçlar şu anda yaygın olarak İngilizce dilini kullanıyorlar.

Galler ise (Onlar Whales diyorlar) Britanya’nın güneybatısında, Liverpool’dan Bristol’a çizilecek bir çizginin batısında kalan yarımadadaki topraklardan oluşmaktadır. Galler de özerk bir yapıya sahiptir. Başkenti Cardiff, deniz kenarında güzel bir şehirdir. Gezmeye gidecekler için bilgi olsun diye söylüyorum, sahilde denizin içine dikilmiş ayaklar üzerinde büyük bir Türk lokantası’da bulunmaktadır. 



Bu üç özerk yapıya Kuzey İrlanda’yı da ilave ederseniz bu defa isim tekrar değişmekte ve buna Birleşik Krallık (UK:United Kingdom) denilmektedir. Buna daha uzun bir isimlendirmeyle Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı (İngilizce: United Kingdom of Great Britain and Northern Ireland) da denilmektedir ve bu yapı coğrafi olarak Büyük Britanya Adasının tamamını ve İrlanda Adası'nın kuzey kısmını kapsamaktadır. Bu tabirin içine Britanya Adası’nın etrafındaki diğer  küçük adalar da girmektedir.

Birleşik krallığın bütün toprakları (İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda’da bazı devlet organları bulunmakla birlikte) Londra’dan ve hükümet tarafından idare edilmektedir. Ancak hükümete bağlı olmayıp ta Kraliçe’ye bağlı olan bağımsız devletler ve kendi parlamentoları ve bayrakları olan bazı adalar da bulunmaktadır. Örneğin Avusturalya ve Kanada gibi bağımsız devletler şekilsel olarak ta olsa hala Kraliçeye bağlıdır. Bunların devlet başkanları yoktur ve bu ülkelere kraliçe tarafından vali atanmaktadır. Hatta bu ülkelerin deniz kuvvetlerindeki gemilere bile aynı Birleşik Krallık ’ta olduğu gibi HMS (Her Majesty’s Ship, yani majestelerinin gemisi) denilmektedir.


Birleşik Krallık’ın hemen civarındaki adaların çoğunun da değişik statüleri vardır. Mesela Fransa’nın hemen yanındaki üç küçük ada, ben oradayken doğrudan Kraliçe’ye bağlı ve kendine has yönetimleri olan adalardı. 2010 yılında parlamentoda (Lordlar ve Avam Kamaraları) bu adaların kraliçeden alınıp hükümete bağlanması tartışılıyordu. Sonuç ne oldu bilmiyorum.

Bu gün Kılıçdaroğlu’nun açıklamaları ile gündeme gelen Isle of Man da çok kendine has bir yönetime sahiptir. Ada Birleşik Krallığa da Avrupa Birliği’ne de dahil değildir. Aynı Jersey ve Guernsey gibi, Kraliyete bağlı statüdedir fakat bağımsız bir yönetime sahiptir. Birleşik Krallık sadece adanın savunması ve dış temsili konularından sorumludur. Adadaki yönetime karışmamaktadır. Ada parlamentosu, ada kanunlarını kendisi yapmakta ve iç ve dış işlerini kendi yürütme organları vasıtasıyla yürütmektedir. Yani bir nevi Birleşik Krallık himayesindeki bağımsız bir devlet gibidir. 



Ayrıca ada bütün dünyada vergi cenneti olarak ün salmıştır. Adada vergiler çok düşük olduğundan bu durum çok büyük miktarda dış kaynaklı finans kaynağını adaya çekmektedir. Bu sebeple adanın gayri safi milli hasılası oldukça yüksektir. Fakat ada hükumeti bir süredir, adayı vergi cenneti olarak ünlenen sıfatından kurtarmak için ciddi bir çaba içine girmiş ve bir düzineye yakın devletle vergi bilgi değişimi anlaşması imzalamıştır. Bu strateji, uygulanmaya başlandığı ilk yıllardan itibaren sonuç vermiş ve OECD adayı uluslararası vergilendirme standartları açısından beyaz listeye almıştır.

Finans sektörü dışında hafif sanayi ve turizm de ülke ekonomisinde önemli yer tutmaktadır. Tarım ve balıkçılığın ekonomiye katkısı ise oldukça düşüktür ve gün geçtikçe daha da azalmaktadır. Turizm önemli bir gelir kaynağı olduğu için ada hükumeti 1995’ten beri film ve Tv dizileri çekimi için cazip bir yer haline getirmeye çalışmaktadır ve bunda başarılı da olmuştur.

Şimdi buraya kadar bahsettiğimiz hususlardan önemli olanların tekrar üzerinden geçirelim.



1. Ada, Avrupa Birliği’ne, başka bir birliğe ve hatta Birleşik Krallığa bile bağlı değildir.

2. Adanın dış güvenliği Birleşik Krallık tarafından sağlandığından, ada yönetimi Malta gibi dış baskılara karşı savunmasız değildir. Yani önüne gelen, adanın işine müdahale edememektedir.

3. Ada tüm dünyada vergi cenneti olarak tanınmaktadır. Bu durum uluslararası anlaşmalara uygun olmayan işlerin yapıldığı yönünde (yani kara para aklama veya yasal olmayan yoldan edinilen paraların aklanması gibi şeyler) bir şüphe uyandırmış olmalı ki bir dönem OECD tarafından kara listeye alınmış ve ada hükumeti bu durumu düzeltmek için büyük bir çaba sarf etmek zorunluluğunu hissetmiştir.

4. Zaten adanın Birleşik Kralllık ve Avrupa’nın en gelişmiş ülkelerine göre bile oldukça yüksek bir kişi başına düşen milli gelire sahip olması da bu şüpheleri doğrulamaktadır. Çünkü adada ne büyük bir mal ticareti, ne önemli bir sanayi ve ne de önemli bir tarım ve balıkçılık sektörü bulunmamaktadır. Görünen en önemli gelir kaynağı turizmdir ve en turistik ülkelerde bile kişi başına düşen milli gelir adadaki kadar yüksek değildir.

5. Bu da göstermektedir ki ada paradan para kazanmaktadır. Bu paranın nasıl bir para olduğu ise bilinmemektedir.


Bu bilgiler ışığında şimdi, tekrar şunu sormak gerekiyor.

Eğer yasal ve kimseden saklamaya gerek görmediğiniz bir ticari faaliyet içindeyseniz veya kimseden para kaçırmıyorsanız, siz olsanız Man Adası’na yatırım yapar mısınız?


 Ben ticaretten hiç anlamam.

Onun için buna cevap veremem.

Ama inşallah o belgeler doğru değildir.

Çünkü işaretler pek hoş görünmüyor.

Zarrap'tan sonra bir de Man Adası krizi bu ülkeye çok ağır gelir.

Saygılar sunarım.
Mehmet Çanlı
29.11.2017.


Isle of Man, namıdeğer Man Adası ve İngiltere'deki Türk Şehitlikleri..




   
2008-2010 yıllarında Londra’da görev yaptım. Bu gün CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yakın akrabalarının Isle of Man (Man Adası)'da 1 Sterlin’e bir şirket kurdukları ve bu şirkete milyonlarca dolar gönderdiklerine dair açıklamasını televizyondan izleyince hemen o günler aklıma geldi.

     Bu ada benim o zamanlar ilgilendiğim ve hakkında biraz araştırma yaptığım bir adaydı. Çünkü İngiltere’de bulunan üç Türk şehitliğinden biri de bu adada bulunuyordu. Birinci Dünya Savaşı sırasında çeşitli cephelerde savaşırken esir olmuş Osmanlı askerlerinden bir kısmı bu adaya getirilmiş ve bunlardan yedisi bu adada hayatını kaybetmiş.

   
Bu yedi Türk askeri burada vefat edince, esir kampının karşısındaki Patrick Kilisesi’nin bahçesine gömülmüşler. Bu şehitlikteki askerler karacı olduğu için buraya kara şehitliği diyorduk. Ben de Kara Askeri Ataşesi olduğum için bu şehitlikle yakından ilgileniyordum. Şimdiye kadar, adını her duyduğumda bana bu şehitleri hatırlatan adanın, bundan sonra bu yolsuzluk iddialarını da hatırlatacak olması çok üzücü.

     İkinci şehitlik Surrey eyaletinin Brookwood kentindeki çok büyük bir mezarlıktaydı. Bu şehitlikte 2. Dünya Savaşı sırasında İngiltere’ye pilotluk eğitimi için giden ve bazıları kaza sonucu uçağın düşmesiyle, bazıları ise Alman saldırıları sırasında silahsız uçaklarla eğitim uçuşu yaparken yakalanıp Almanlar tarafından uçaklarının düşürülmesiyle şehit olmuşlar. Bu pilotlarla beraber eğitim gören ve daha sonra Hava Kuvvetleri’nden ayrılarak dünyanın hemen her yerinde pilot olarak maceralı bir hayat yaşayan bir subayın anıları Londra Büyükelçiliği Kara Ataşesi kitaplığında vardı.


   
Bu kitabı okuduktan bir süre sonra bu kişi ile tanıştım. İlerlemiş yaşına rağmen hala çılgın bir adamdı.  Onun anlattığına göre önce pilot eğitimi için 1941 devresinden seçilen 20 teğmen İngiltere’ye gitmek için yola çıkmış fakat Almanlar bu gemiyi batırınca bütün pilotlar şehit olmuş. Bunun üzerine 1942’de seçilen yeni subaylar önce Kahire’ye, oradan Kuzey Afrika üzerinden Atlantik’e ve oradan da İngiltere’ye gitmişler. Bundan sonraki yıllarda da bu eğitimler devam etmiş ve toplamda 300 pilot eğitim almış. Bunların 11’i şehit olmuş. Tren ve bisiklet kazasında ölenlerle birlikte toplam zayiat 14 kişiymiş.

     Biz her yıl bu şehitlikte 18 Mart günü tören yapıyor ve değişik sebeplerle bölgeye gittiğimizde de şehitliği ziyaret ediyorduk.  Bu şehitlikte havacı subaylar çoğunlukta olduğundan buraya hava şehitliği diyorduk. Bu şehitlikte, hakkında bilgi bulamadığım ve sanırım Osmanlı zamanından kalma bir karacı yüzbaşının da mezarı vardı. Galiba bu şehitliğin bulunduğu mezarlıkta başka bir bölümdeymiş ama şehitlik yapılınca buraya taşınmış. Zaten bu mezar, diğer mezarlarla aynı hizada değil şehitliğin bir köşesindeydi. Bu şehitlikte ayrıca 1959’da Adnan Menderes'in de içinde olduğu ve iniş esnasında düşen THY uçağında şehit olan Türk havacıları için de bir kitabe vardı.


   
Diğer bir şehitlik ise Britanya Adası’nın güneyinde, deniz kenarında güzel bir şehir olan Portsmouth’taydı.  Buradaki şehitlerin tamamı denizci olduğu için biz bu şehitliğe deniz şehitliği diyorduk. Bu şehitle Osmanlı devrinde eğitim için İngiltere'ye giden Mir'at-ı Zafer ve Sirağ-ı Bahr-i Birik isimli iki gemimizin personeliymiş. Bu şehitlerin tamamı salgın bir hastalık sebebiyle ölmüş ve buraya defnedilmişler. Yıl 1850-1851.  Burada da 22 şehidin mezarı bulunmaktadır.

     Saygılar sunarım.

     Mehmet Çanlı

     28.11.2017.


23 Kasım 2017 Perşembe

Kara Harp Okulu'nda Neler Oluyor?



Cumhurbaşkanı'nın Kara Harp Okulu'ndaki mezuniyet töreninde yaptığı konuşmayı okuyunca gözlerim yaşardı. Çünkü kendisinden ve kendisi ile aynı siyasi çizgiden gelen kişilerden şimdiye kadar hiç duymadığım şeyler söylemiş. Konuşmanın yakın zaman önce incelediğim askeri okullardaki eğitimle ilgili söyledikleri ise özellikle dikkatimi çekti.

Benim okuduğum dönemde Kara Harp Okulu'nda farklı bilimsel dallardan oluşan bir eğitim veriliyordu. Öğrencilerin seçtiği sınıflara uygun olarak; işletme, makine, inşaat, elektrik-elektronik ve hukuk gibi bilimsel dallarda herkes farklı dersler görüyordu. Bunun dışında kalan askeri dersler ise herkes için standarttı. Şimdi bu sistemi değiştirmişler ve ağırlıklı olarak (%60'ın üzerindeki bir oranda) askeri konulardan oluşan bir müfredat oluşturmuşlar.

Benim kişisel düşünceme göre bu çok doğru bir adım olmuş. Çünkü Kara Harp Okulu'nun maksadı Türk Silahlı Kuvvetleri için subay yetiştirmektir. Eski sistemde ise hem subay, hem de mühendis yetiştirmeye yönelik bir eğitim uygulanıyordu. Örneğin ben Elektrik-Elektronik bölümünde okudum. Gördüğüm dersler sebebiyle YÖK'e başvursam bana Elektrik-Elektronik Mühendisliği diploması veriyorlar. Ama aldığım bu eğitim askerlik yaşamım boyunca hiçbir işime yaramadı.


Facebook'ta, bu konuşmayı ve özellikle askeri derslerin ağırlığının artırılmasını beğendiğime dair birkaç satır yazınca arkadaşlarımın bazıları buna karşı çıktılar. Cumhurbaşkanının takiyye yaptığını ve sözlerinin içtenliğine güvenilemiyeceğini söyleyenler olduğu gibi mühendislik eğitiminin subaylar için gerekli olduğunu ileri sürenler de oldu. Bu sözlerin içten olup olmadığı konusunda bir şey diyemem ama mühendislik eğitiminin subaylar için gerekli olduğuna katılmıyorum. Eğer bu doğruysa o zaman Harp Okulu'nda dört yıllık bir eğitime hiç gerek yok. Harp Okulu'na üniversitelerin ilgili mühendislik bölümlerinden mezun gençleri almak ve bir yıl süreyle Harp Okulu'nda eğitim vermek daha uygun olur. Nitekim bizde sözleşmeli subaylar bu şekilde alınıyor.

Öte yandan İngiltere'de bu sistem subayların tamamı için uygulanmaktadır. İngiltere'de Harp Okulu eğitim süresi piyade sınıfı için 44 haftadır. Harp Okulu'na öğrenciler, üniversite mezunu gençler arasından alınmaktadır. Hatta Kara Havacılık sınıfına helikopter pilotu bile bu şekilde temin edilmektedir. Sadece bu ve benzeri teknik sınıfların eğitim süresi, birliklerde görülen stajlarla birlikte, piyadelere göre biraz daha uzun sürüyor. Bu bir yıllık Harp Okulu eğitimi de sadece askeri konulardan oluşmuyor. Eğitim Harp Okulu'nun hemen yakınındaki bir üniversite ile işbirliği içinde yapılıyor. Bu bir yıllık eğitim sonunda öğrenciler hem Harp Okulu mezunu bir teğmen oluyorlar, hem de bu üniversitenin liderlik programını tamamlayarak liderlik konusunda yüksek lisans yapmış oluyorlar. İngiliz Harp Okulu'nun 44 haftalık ders programını 2008-2010 yıllarında incelemiş ve çok şaşırmıştım, çünkü bu eğitimde görülen derslerin büyük bir bölümü de liderlik konularıyla ilgiliydi.


Ben İngiliz ordusunun her bölümüne girdim. Her bölümünde, eğitim ve tatbikatlar dahil birçok faaliyete katıldım. Daha önce SAS denilen Özel Kuvvetlerden Komando eğitimi verilen güneydeki okula kadar birçok askeri kurumda inceleme yapma fırsatım oldu. Bu sebeple İngiliz subaylarla teşrik-i mesaim de oldu. Gördüğüm kadarıyla İngiliz subaylarının, hakkında bilgim olan diğer devletlerin subaylarından hiçbir eksiği yoktu. Hatta, topluluk karşısında konuşma yapmak,insanlarla iletişim ve ilişki kurmak, askerleri yönlendirmek, yönetmek ve sosyal ilişkiler açısından birçok devletin subaylarına göre çok daha iyi olduklarını söyleyebilirim.

Fakat bu durum İngiliz askeri kültürünün bir sonucudur ve onlarda başarılı oldu diye bize de uygun olduğunu söylemek mümkün değildir. Bizim askeri kültürümüz 1834'te, uzun süreli Harp Okulu ile tanışmış ve günümüze kadar da subay eğitimi bu şekilde yapılmıştır. Öte yandan ABD, Rusya, Çin, Fransa ve daha birçok devlette de bizde olduğu gibi dört yıllık eğitim uygulanmaktadır. Yani, İngilizlere özenip böyle yeni bir maceraya atılmaya gerek yok.


Ancak eğitim sisteminde, şimdi yapıldığı yönde bir reform gereklidir. Bizim bu günlerde yaşadığımız sorunlara benzer sorunlar 1880'lerde Osmanlı Harp Okulu'nda da yaşandı. Osmanlı'da iki tür harp okulu vardı. Mühendishane-i Berri Hümayun ismindeki, topçu sınıfı gibi teknik sınıflara subay yetiştiren okulda mühendislik konuları ağırlıklı bir eğitim veriliyordu. Bu durum 1882 yılına kadar piyade sınıfı için subay yetiştiren Mekteb-i Harbiye-i Şahane için de geçerliydi. Bu okulların kuruluşu aşamasında Fransız ordusundan etkilenildiği ve okullar kurulurken Fransız subaylarından yardım alındığı için bu sistem Fransızlardan alınmış bir sistemdi.

Fakat 2. Abdülhamit, 93 harbinde alınan yenilginin ardından orduda reform yapmaya niyet edince, o zamanlar dünyada en revaçta olan ve örnek alınan Alman ordusundan yararlanmaya karar verdi. Yapılan girişimler sonucunda 1882 yılında Albay Kehler, biri topçu, biri süvari, diğeri ise piyade sınıfından olan üç yüzbaşı ile birlikte İstanbul'a geldi. Kısa süre sonra ordunun ıslahı için bir rapor hazırlayan Kehler bunu padişaha sundu ve onay alınca da reform faaliyetlerine başladı.


Bu reformlar arasında en önemlisi Harp Okulu ve Harp Akademisi eğitim sisteminin yeniden düzenlenmesiydi. Ancak Kehler 1883 yılında İstanbul'da hastalanıp ölünce yerine  Binbaşı Von der Goltz getirildi. Goltz sıradan bir Alman subayı değildi. O sırada henüz binbaşı olmasına rağmen 1870-71 Fransız-Alman savaşını inceleyen kitapları ve siyasetçilere ordunun nasıl kullanılması gerektiğini anlatan Millet-i Müselleha (Silahlanmış Ulus) isimli kitabı yayımlanmış bilgili ve kültürlü kurmay subaydı.

Clausewitz'in savaş felsefesinin bir takipçisi olan Goltz, 10 seneden fazla Türkiye'de kaldı ve ordunun yenileştirilmesi üzerinde oldukça etkili oldu. Atatürk, İnönü ve Kazım Paşa'nın anılarında da kolayca görülebileceği gibi bu süre içinde, kendi düzenlediği sistemde yetişen Türk subaylarının tamamının sevgi ve saygısını kazandı. Örneğin Atatürk bazı konuşmalarında kendisinden;  ''büyük alim ve filozof'' diye bahseder. 1. Dünya Savaşı sırasında general olarak Bağdat'ta tifüsten ölecek olan bu binbaşı Osmanlı Harp Akademisi ve Harp Okulu sistemini Alman ekolüne göre yeni baştan düzenledi. Harp Okulu eğitiminde askeri konuların ağırlığı %70 seviyelerine çıkarıldı. Harp akademisinde ise dil dersleri hariç bütün dersler askeri konularla ilgili derslerdi.


Bu eğitim sistemi Osmanlı Ordusu'nda başarılı oldu. Daha önce Harp Okulu mezunları mühendis te olabildiğinden çoğu öğrenci okuldan sonra orduya katılmadığı için Osmanlı Ordusu'nda sürekli olarak subay eksikliği yaşanıyordu. Orduya katılan subaylar da bir süre sonra devlet dairelerinde çalışmaya başladığı için ordu bazıları doğru dürüst okuma yazma bile bilmeyen kıtalı subayların eline kalıyordu. Bunun sonucu da, her cephede uğranılan büyük yenilgiler ve toprak kayıpları olarak ortaya çıkıyordu.

Ama askeri konularda eğitime ağırlık veren Alman sisteminde yetişen subaylar hem iyi birer asker olarak yetiştiklerinden ve hem de sadece subay olduklarından orduda okullu subay sayısı arttı. Bu durum eğitime ve ordunun başarısına da etki etti. Nitekim Golt'un daha önce yaptığı bir planı yeniden düzenleyen Binbaşı Ahmet İzzet (Ahmet İzzet Paşa)'in planı 1897 Türk-Yunan Harbi'nde uygulandı ve Yunan ordusu darmadağın edildi.

Bu sistem gün geçtikçe gelişti ve kökleşti. Bunun sonucunda Enver Paşa, Halil Paşa, Mareşal Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir Paşa ve Mustafa Kemal Paşa gibi bilgili ve yetenekli subaylar yetişti.
Bu sebeple ben, şimdi tekrar askeri eğitimin ağırlıkta olduğu bir sisteme geçildiğini öğrenince gayet memnun ve mutlu oldum. İnşallah ordumuza, devletimize ve milletimize hayır ve mutluluk getirir.


Bu arada Cumhurbaşkanı'nın konuşmasını da aşağıda özet olarak veriyorum. Ben sadece eğitim kısmından bahsettim ama her madde ayrı ayrı çok önemli konulara vurgu yapmaktadır.

Saygılar Sunarım.

Mehmet Çanlı

23.11.2017.



Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Milli Savunma Üniversitesi Kara Harp Okulu Komutanlığında 855 muvazzaf subay adayının mezuniyet törenine katıldı.
Törende bir konuşma yapan Cumhurbaşkanı şunları söyledi:
1. Bugün 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında yeniden yapılandırılan Kara Harp Okulumuzun ilk mezunlarını veriyoruz. Kara Harp Okulumuz maalesef 15 Temmuz darbe girişiminin önemli merkezleri arasındaydı. Darbe girişimi engellendikten sonra bu şerefli kurumu kirleten darbecilerin tamamı tasfiye edildi.
2. Ülkemizi ele geçirmek isteyenlerin işe harp okullarından başladığını görüyoruz. Bu okullarda son 10 yılda görev yapmış tabur komutanı düzeyindeki yöneticilerin neredeyse tamamının darbecilerle birlikte olduğu ortaya çıktı. Bu sebeple biz önce eski sistemi tümüyle tasfiye ettik, ardından da tüm askeri eğitim kurumlarımızı 'Milli Savunma Üniversitesi' adıyla tek çatı altında birleştirdik.
3. Kara Harp Okulu’nu da, asli görevi olan subay yetiştirme odaklı olarak yeniden yapılandırdık ve sür'atle eğitim-öğretim faaliyetlerine başlattık. Hem eğitim kadroları hem öğrencileri yenilenen okulumuzun tek bir gayesi vardır, o da Türk Silahlı Kuvvetlerimize en iyi, en donanımlı, en kabiliyetli subayları yetiştirmektir.

3. Harp Okullarımıza bunun dışında bir misyon biçmeye kalkanlara kesinlikle izin vermeyeceğiz. Hiç bir marjinal zihniyetin okullarımızı ele geçirmesine izin vermeyecek bir anlayış var artık. Türkiye’nin kaybedecek ne zamanı ne de insanı vardır. Bunun için üniversite mezunları arasından alınan öğrencilerimize 4 yılda verilen askeri eğitimin daha fazlası 1 yıl içinde verilerek hepsi de vazifeye hazır hale getirilmiştir.
4. Müfredat içinde askeri derslerin oranı yüzde 18’den yüzde 60 üzerine çıkartılmış, diğer derslerin oranı yüzde 40 düzeyine çekilmiştir. Ayrıca eğitim öğretim seviyesi bir yıl artırılarak güçlü bir yabancı dil altyapısı oluşturulmuştur. Aslında yıllar önce yapılması gereken reformları da kısa sürede hayata geçirmiş olduk.  
6. Kara Harp Okulu’nda yeni dönemin ilk meyveleri olan 858 teğmenimizi mezun ederek görev yerlerine gönderiyoruz. Teğmenlerimizin her birini ayrı ayrı tebrik ediyor, alınlarından öpüyor, görev yerlerinde başarılar diliyorum.
7. Tarih kitaplarını incelediğimizde Türk milleti için ‘asker millet’ tanımı yapıldığını görürüz. Nasıl her milletin kabiliyetli olduğu bir alan varsa, bizim öne çıktığımız alan da askerliktir, savaştır, yürekle ve bilekle yapılan mücadeledir. Askerlikle ilgili mesleklerin milletimizin gönlünde ayrı bir yeri olmuştur. Çocukluğumdan hatırlıyorum, akranlarımızın çoğumuzun hayali subay olup, o üniformayı giymek, o kılıcı taşımaktı. 15 Temmuz’un tüm olumsuzluğa rağmen, bu yıl 250 bin gencimizin müracaat etmesinin gerisinde de işte bu duygu yatıyor.

8. İslam dünyasında hiçbir ülkenin askerine Mehmetçik denmez. Ama dikkat edin bizim ülkemizde Peygamberimizin ismiyle müsemma küçük Muhammed yani Mehmetçik denmiştir.
9. Tıpkı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün tüm milletimizin ortak değeri olması gibi ordumuz da hepimizdir. Bu ordu darbecilerin, cuntacıların, vesayetçilerin ordusu değildir. Bu ordu FETO’cuların ordusu hiç değildir. Bu ordu şu veya bu yabancı kurumun ordusu hiç değildir. Bu ordu sadece ve sadece Türkiye’nin ordusudur, Türk milletinin ordusudur. Bu ordunun şerefli subayları Türkiye’nin subaylarıdır, Türk milletinin subaylarıdır. Bu sancak tıpkı bayrağımız gibi, tıpkı ezanlarımız gibi gerektiğinde canımız pahasına korumamız gereken namusumuzdur.
10. Vatanımızın korunmasını emanet ettiğimiz ordusuna kimsenin musallat olmasına, tacize varan sataşmalarda bulunmasına izin vermeyiz. Bu ordunun başkomutanı olarak her bir subayımızın, her bir askerimizin şerefini onurunu haysiyetini korumak şahsımın en başta gelen görevidir. Darbeci ve cuntacı hainlerle mücadele etmek başkadır, ordumuzu zayıflatacak davranışlar içine girmek bambaşkadır. Hiç kimsenin bunu fırsat bilip ordumuzu, subaylarımızı ve askerimizi yıpratmasına müsaade etmeyeceğiz.
11. Çünkü biz sizlere en önemli kutsallarımızı, ezanımızı, bayrağımızı, sancağımızı, sınırlarımızı emanet ediyoruz. Milletimizin bayrağımızı ve sancağımızı emanet ettiğimiz kahraman ordumuzu matem yüzüyle görmeye de tahammülü yoktur. Bizim ordumuz, bizim askerimiz daima başı dik bir şekilde görevinin başında olacaktır.
12. Ülke ve millet olarak öyle bir dönemden geçiyoruz ki, ordumuzun kabiliyetlerine her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Türkiye kendi sınırlarının içinde tarihinin en büyük terörle mücadele operasyonlarını yürütüyor. Sınırlarımızın Irak tarafında terör örgütüne çok ciddi darbeler vuruyoruz. Bununla kalmıyor, Suriye’de çok önemli operasyonlar gerçekleştiriyoruz. Katar’dan Somali’ye, Afganistan’dan Bosna’ya kadar pek çok görevi başarıyla yerine getiren bir ordumuz var. Açık konuşmak gerekirse, bugün Türkiye operasyonel kabiliyet ve tecrübe bakımından herhalde dünyanın en güçlü birkaç ordusundan birine sahiptir.

13. Günün 24 saati, yılın 365 günü kesintisiz operasyon yürütebilecek böyle güçlü ordumuz olmasaydı, bizi bu coğrafyada bir gün yaşatmazlardı. DEAŞ’ı birkaç ay içinde çökerten de, çukur eylemlerinde masum ile haini ayırıp, bölücü terör örgütünü açtığı çukurlara gömen de bizim ordumuzdur. Başka ülkeler kendi güvenliklerini bir takım uluslararası kurumlara, başka devletlere havale edebilir. Bizim Türkiye olarak böyle bir şansımız kesinlikle yoktur. Biz her ne yapacaksak kendimiz yapacağız.
14. Suriye krizi sırasında bir kez daha gördük ki, başımız gerçekten belaya girdiğinde ülkemize elini uzatacak kendi kardeşlerimiz dışında bir toplum yoktur. Dost ve kardeş toplumların maalesef askeri olarak bize katkı sağlayacak güçlü bir durumları olmadığını da gayet iyi biliyoruz. Hani iyi gün dostu derler ya, üyesi bulunduğumuz uluslararası kurumların böyle olduğunu gördük, yaşıyoruz. Onun için kendi göbeğimizi kendimiz keseceğiz.
15. Bizi kapısında bekletenler, talep ettiğimiz silahları vermeyenler artık şunu görüyorlar. Türkiye evet o vermediğiniz silahları kendisi yapıyor. Daha güçlüsünü de yapmaya devam edeceğiz. Özellikle gençlerimizin moralini şevkini yükseltmenin, ülkemize, devletimize bağlılıklarını daha da güçlendirmenin yollarını aramalıyız.

16. Önce kendimize güvenmemiz, tarihimize, değerlerimize vakıf olmamız gerekiyor. Ana sınıfımızdan başlayarak, tüm eğitim müfredatımızı, gazetesinden televizyona internete kadar tüm medyamızı seferber etmeliyiz. Bizim çocuklarımız Dede Korkut kahramanları dururken, niye başka ülkenin kahramanlarıyla yatıp kalksınlar? Kendi medeniyet tarihimizin masalları dururken, niye başka bir kültürün örnekleriyle çocuklarımızı büyütelim, kendi Türkçemiz dururken, niye başka dillerin kalıplarıyla konuşalım? İnşallah önümüzdeki dönemde tüm bu hususlarda gayret gösterecek, eksiklerimizi tamamlayacak, hedeflerimize doğru kararlılıkla yürüyeceğiz.
17. Görev süreniz boyunca, terörle mücadele operasyonlarında sorumluluk üstleneceksiniz. Aranızdan belki şehitlik makamına ulaşacaklar çıkacak. Millet olarak coğrafyamızdaki bin yıllık varlığımızı o ruhumuzu yitirmeyişimize, her zaman mücadeleye hazır oluşumuza borçluyuz. Suriye’de Irak’ta diğer ülkelerde, dağlarımızda ve ihtiyaç duyulan her yerde istiklalimiz ve istikbalimiz için kahramanca görev yapan tüm askerlerimize, şahsım ve milletim adına şükranlarımı sunuyorum. Rabbim onları her türlü beladan, kazadan, ihanetten muhafaza buyursun.