.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}
Terörizm ve Terör Örgütleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Terörizm ve Terör Örgütleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Ağustos 2023 Salı

Cemil Çeto isyanı

 Türkiye'de Milli Mücadele sırasında başlayan ve 1938'e kadar devam eden süreçte irili ufaklı birçok isyan çıkmıştır.

Bu isyanlardan biri de Cemil Çeto isyanıdır.

Peki kimdir bu Cemil Çeto?

Bu soruya benim karşılaştığım çoğu insan doğulu bir aşiret reisi şeklinde cevap vermektedir.

Bu adamın Cumhuriyet döneminde isyan ettiği bilinmekle beraber daha önce ne yaptığı pek bilinmemektedir.

Aslında Cemil Çeto, Cumhuriyete isyan etmiş bir aşiret reisi filan değildir.

Osmanlı döneminde ve özellikle de 1. Dünya Savaşı sırasında kurduğu silahlı çete ile eşkıyalık yapan biridir.

Faaliyet bölgesi Bitlis ve Siirt kırsalıdır.

Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa, doğu cephesinde görev yaparken Kasım 1916'da Bitlis ve Siirt'e birlikleri teftiş için gittiğinde üç-dört defa Cemil Çeto ve beraber eşkıyalık yaptığı Derviş'e haber göndermiş. 

Eşkıyalığı bırakmalarını, bunu yaparlarsa kendilerini affederek istedikleri yerde yaşamalarına izin vereceğini bildirmiş.

Mustafa Kemal Paşa ve beraberindekilerin Siirt'ten dönüşlerinde, Kezer Suyu'nu geçip Garzan istikametine giderken ücra bir yerde Cemil Çeto ve adamları tam silahlı olarak karşılarına çıkmış.

Eşkıyaların sayısı Mustafa Kemal Paşa'nın yanındakilerden çok daha fazlaymış.

Paşanın yaverleri, eşkıyaların pusu kurduğunu zannetmişler.

Fakat Cemil Çeto, koşarak Mustafa Kemal Paşa'nın yanına gelmiş ve elini öpmüş.

Kendisinin ve adamlarının affedilmesini istemiş.

Mustafa Kemal Paşa da Cemil Çeto ve adamlarına nasihatlerde bulunmuş ve affedildiklerini, dağdan inebileceklerini, tutuklanmayacaklarını söylemiş.

Bunun üzerine Çeto ve yanındakiler tekrar Mustafa Kemal paşanın elini öpmüşler ve ayrılmışlar.

Fakat Çeto ve adamları eşkıyalığa devam etmiş.

Cumhuriyet döneminde de bu eşkıyalığa devam etmeye kalkışınca isyan ettikleri gerekçesiyle yapılan operasyon sonucunda etkisiz hale getirilmişler.

5 Kasım 2017 Pazar

Savaşta en önce çocuklar ölür.


        Bu akşam sinemaya gittim. Son günlerde basında hakkında bazı spekülasyonlar yapılan ''AYLA'' filmini izledim. Bana göre çok güzel ve çok duygusal bir filmdi. O yüzden film boyunca kendimi tutamayarak ağladım. Filmin konusu Kore savaşında (1950'lerde), komünistlerin bir Güney Kore köyüne saldırması sonucu tüm ailesi ölen 4 yaşındaki bir kızın Türk askerlerince bulunması, bundan sonra da Kore'den ayrılıncaya kadar bakılması ve ona kendi çocuğu gibi ilgi gösteren bir astsubayın başından geçen olaylarla ilgili. Bu film beni çok etkiledi çünkü kendi yaşamımda da çocuklarla ilgili benzer ve hatta daha kötü olaylara şahit oldum. Şimdi bunların bazılarını anlatacağım.
       Görev yaptığım bir yerde en yüksek devlet görevlisi bendim. Bu sebeple okullardaki törenler dahil devlet adına yapılan her resmi olayı ben veya benim bilgim dahilinde diğer devlet memurları yapıyordu. Bu görevde köylerdeki okullara sık sık gittiğimden, bir köyün okulunda öğretmenlerin çok sevdiği, zeka ve yeteneklerini anlata anlata bitiremediği bir küçük kızla tanıştım. Hakikaten hayran olunacak bir çocuktu. Ailesini sorduğumda bizim koruculardan birinin kızı olduğunu öğrendim. Kızın annesi ölmüş, babası da ölümcül bir hastalığa yakalanmıştı.
       Bir süre sonra kızın bu ortamda zebil olacağını, ama bir şehirde yaşasa muhtemelen çok başarılı olacağını düşünerek kendi kendime üzüntü duymaya başladım. Okula ve köye gittiğimde bu kızı gördükçe üzüntüm daha da arttı. Kızcağız, benim onunla ilgilendiğimi gördüğünden olsa gerek, köye veya okula gittiğimde bana her zaman, nereden topladığını bilmediğim, bir demet çiçek getirirdi.
      İki yıl sonra, bu görev yerimden ayrılma tarihi yaklaşırken ben, eğer bu kızı verirlerse evlat edinmeye karar verdim. Kızın babası çok hasta olduğundan onunla konuşmak yerine amcasının oğluyla konuştum. Ama kızı bana evlatlık veremeyeceklerini, çünkü
okul bittikten kısa süre sonra bir akrabasıyla evlendireceklerini, bunun sözünün çoktan verildiğini  söyledi. Bölgenin gelenekleri hala eski düzen yürüdüğünden bu konuda ısrar etmek bir fayda sağlamayacağı gibi olumsuz olaylara da sebep olabilirdi. Bu yüzden çok fazla ısrar edemedim. Ayla filmini izlerken o kız aklıma geldi.

       Bizim 1984 yılından beri yaşadığımız PKK terörü sebebiyle Ayla'dan da kötü bir son yaşayan çocuklar da gördüm. Mesela 1995/96 yıllarında PKK'lı teröristler Silopi'nin bir köyünü bastılar. Köyde asker ve koruculardan yaralılar vardı ve iki kişi de ölmüştü. Teröristlerce öldürülen bu iki kişinin biri 8-10 yaşlarında, diğeri ise daha yürümeyi yeni öğrenmiş bir çocuktu. Daha da acı olan bu çocukların uzaktan köye atılan terörist mermileriyle tesadüfen değil, bilakis yakın mesafeden ve seri atışla öldürülmüş olmasıydı. Çocukların vücutlarında çok sayıda mermi deliği vardı.
     Bu baskına katılan ve daha sonra teslim olan bir teröristten öğrenildiğine göre, köye sızan bir grup, bir evden çocuk ağlaması duyunca gruptaki teröristlerden biri silahını pencereden içeri sokarak içeriyi seri atışla taramış. Neden küçücük çocuklara ateş ettiği sorulduğunda ise verdiği cevap kan donduran cinsten. ''Yılanın yavrusu da yılandır.'' Meğer bu iki çocuğun babası korucuymuş. Korucu (onlar için) yılan olduğuna göre çocuğu da öldürülmeyi hak ediyormuş çünkü yılan yavrusu olduklarından büyüyünce onun gibi bir yılan olacakmış.

     Diğer örnek ise Şırnak ile Eruh arasındaki bir köyden. Köy 90'larda teröristlerce basılmış. Baskına katılan teröristlerden biri de o köylüymüş ve baskında köyün içine girenlerin içinde o da varmış. Akşam karanlığında birden bire karşısına bir adamla bir küçük çocuk çıkınca seri ateşle ikisini de öldürmüş. Ölenlerin yanına gittiğinde adamın dedesi olduğunu, çocuğun da bir akrabasının çocuğu olduğunu görmüş. Ama hiçbir şey olmamış gibi çatışmaya devam etmiş.

Daha sonra, henüz vicdanını tam olarak kaybetmemiş bazı teröristler dedesini ve akrabasının çocuğunu öldürdüğü için üzüntü duyup duymadığını sorunca bu terörist şu cevabı vermiş: ''Soreştir, olur böyle şeyler. Neden üzüleyim ki?'' Yani diyor ki, savaştayız ve savaşta böyle şeyler olur.

    Bir örnek daha vererek PKK ile ilgili örneklere son vermek istiyorum. Bilenler bilir, Eruh'tan Şırnak'a giderken Görendoruk Köyü yakınlarında sol tarafta Mercimek Tepe vardır. Bu tepenin arka tarafında avuç içi gibi bir sırt ve devamında da bir dere vardır. İşte bu avuç içi gibi yerde, 1990'lı yıllarda, bir göçer ailesi çadır kurmuş hayvanlarını otlatıyormuş. Bu ailenin reisi, göçer aşiretinin de reisiymiş. Bu adam kendisi PKK'ya yardım etmediği gibi aşiretinin etmesine de müsaade etmiyormuş. Bu sebeple aşiretten bazı kişiler teröristleri görünce askeri birliklere haber vermiş ve çıkan çatışmalarda bazı teröristler ölmüş.

     Bunun üzerine PKK, adamı takibe almış. Bahsettiğim bölgede çadır kurduğunu görünce, bir gece yarısı çadırı basmışlar. Adamın elini ayağını bağlamışlar. Gece ısınmak ve yemek yapmak için yaktığı ateşe çok miktarda odun atıp büyük bir köz yığını oluşturmuşlar.

Adamın iki küçük çocuğu varmış. 15-16 yaşında olanı adamın ve karısının gözü önünde kurşuna dizerek hemen öldürmüşler. Adam bunun acısıyla kıvranırken karısı bayılıp kendinden geçmiş. Ancak teröristler bununla da yetinmemiş. Daha emekleme çağındaki diğer çocuğu uzun bir sopanın ucuna bağlamışlar ve adamın gözü önünde canlı canlı  közde kızartmışlar. Ondan sonra da adamı öldürmeden çekip gitmişler.

Zavallı adam aklını yitirmiş ve bir müddet mecnun gibi dolaştıktan sonra kahırdan ölmüş.

    İki örnek te Ankara'dan vereyim. Evime yakın bir yerde arabamla kırmızı ışığa denk gelip durduğumda en küçüğü 3/4 yaşlarında ve en büyüğü 6/7 yaşlarında üç çocuk gelip para istiyordu. Çocuklar çok fazla Türkçe bilmediğinden nereli olduklarını sordum. Suriyeli olduklarını söylediler. Anneleri, yolun kenarında oturmuş çocuklarını dilendiriyordu. Son zamanlarda ortalarda görünmeyen bu çocukların ayaklarında çorap, üstlerinde ise doğru dürüst bir kıyafet yoktu.

      2/3 gün önce de bir büyük marketten birşeyler alıp çıkarken yolumu gençten bir kadın kesti. Ben para isteyecek diye düşünürken bozuk bir Türkçe ile ''Abi, bize de yiyecek bir şeyler alır mısın?'' dedi. Kucağında 2/3 yaşlarında ve yanında da 3/4 yaşlarında bir kız çocuğu vardı. Çocukların ayakları çıplak, üstleri başları kir içindeydi.

Kadına nereli olduğunu sordum. Önce Suriyeli olduğunu söyledi. Ardından, biraz da çekinerek, Suriyeli Kürt olduğunu söyledi. Ben kadına bu çocuklarla bu soğuk havada dilenmemesini, kaymakamlığa gidip yardım istemesini söyleyince bana kimlik ve pasaportu olmadığını, Türkiye'ye kaçak olarak girdiğini, bu sebeple kaymakamlığın yardım etmediğini söyledi. Kocasının nerede olduğunu sordum, askerde dedi. Suriye'de askermiş.

Kimin askeri olduğunu sormadım. 3,5 milyon Suriyeliyi ülkeye almakla övünen ama onların ve özellikle de küçücük çocukların ortada aç bihaç kalmasını umursamayanlar hakkında içimden burada söyleyemeyeceğim bazı sözler söyledim.

     Bu akşam AYLA filmini seyredince bir defa daha anladım ki her türlü silahlı çatışma, bu çatışmaya hiçbir katkısı  olmayan masum çocukları vuruyor en önce. Kore'de Aylalar öksüz ve kimsesiz kalıyor. Doğuda teröristler babasına kızınca çocuklarını öldürüyor. Suriye'de erkekler birbirini öldürürken çocuklar Ankara'da zebil oluyor.

   
    Saygılar sunarım.
    Mehmet Çanlı
    (3.11.2017.)

30 Ekim 2017 Pazartesi

Kurtulun Atrık Şu Atatürk Kompleksinden: Atatürk Sizin Komlekslerinizden Çok Daha Büyüktür.


     Hükumete yakın Star gazetesi yazarı Ardan Zentürk “Kurtulun artık şu Atatürk kompleksinden...” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Zentürk “Ergenekon-Balyoz kumpasları GLADIO-B’nin güçlendirilmesiydi, hepsi bu” dedi ve “GLADIO-B (FETÖ) gerçeğine bu ülkede ilk uyanan Erdoğan’dır. O, dershane ve okulların FETÖ’nün askerlik şubesi olduğunu, bu yolla fakir aile çocuklarının zombileştirilerek memlekete el konulmaya çalışıldığını gördü. 2012 yılında bunları kapatma kararı aldı, 17-25 Aralık da bu kararla birlikte yaşandı!..” dedi.
     Zentürk'ün yazdığı bu paragrafın içinde kocaman bir yanlış var.
     Fetö gerçeğine ilk uyananın erdoğan olduğunu yazıyor.
     Bu tamamen yanlıştır.
     2004 yılında zamanın genelkurmay başkanı fetişin ve fetişgillerin terörist olduğunu yazılı olarak beyan etmiştir.
     Bunu, zamanın başbakanlık müsteşarı ''Türkiye'de değişim yapmak neden bu kadar zor?'' adlı eserinde anlatır.
     O eserde ayrıca, toplantı sonunda başbakanla yaptığımız görüşmede mealen "kulağımızın üstüne yatmayı, kayda almamayı ve gerekli işlemleri yapmamayı, bunun olası siyasi sorumluluğunu başbakanın, idari ve hukuki sorumluluğunu ise kendisinin" üstleneceğini yazar...
     Ne ilginçtir ki bu şahıs, bugünlerde o zamanlar toz kondurmadığı, yaptığı her şeyi doğru bulduğu parti başkanını, şimdilerde her yazısında eleştiriyor.
     Gördüğünüz gibi herkes ama herkes bu topraklarda yaşayanların arşivsizliğine ve hafızasızlığına güveniyor.
     Saygılar sunarım.
     Güven Kaya
     30.10.2017.


     Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

29 Ekim 2017 Pazar

Fetöcüler herkesi fişlemişler: Siz hangi kategoriye giriyorsunuz?


    Fetö davalarında verilen ifadelerden artık bazı şeyler çok daha açık bir şekilde ortaya çıkmaya başladı. Mesela, Fetöcüler Milli Ordu'ya hükümetle birlikte kumpas kurdukları dönemde, silahlı kuvvetler insanları fişliyor diye bas bas bağırıyor ve hükümet, basın, liboşlar, büyük-orta-küçük dönekler, PKK'lılar ve daha ne menem tip varsa onların arkasında koro halinde bunu bir nakarat gibi tekrarlıyordu ya, meğerse Fetöcüler herkesi fişliyorlarmış.
    Fişledikleri insanlar öncelikle devlet bürokrasisinde (askeri ve sivil) çalışanlarmış. Özellikle Silahlı Kuvvetler, Polis, Jandarma ve Adalet Bakanlığı'nda herkesi fişlemişler. Fakat bununla da yetinmiyorlarmış. İş adamlarını, dernekleri, tarikatları, siyasi parti mensuplarını ve neredeyse bütün türkiye'yi kategorilere göre sınıflandırarak fişliyorlarmış.
   Bu fişlemede insanları dört kategoriye ayırıyorlarmış. Bunlar:
   1. Hizmet edenler, yani çekirdekten yetişme Fetöcüler.
   2. Hizmete hizmet edenler, yani çekirdekten Fetöcü olmayıp ta sonradan cemaate katılanlar yada cemaata katılmasalar bile gerek şahsi ikbal, gerekse başka sebeplerle Fetöcülerle doğrudan işbirliği yapanlar.
   3. Hizmete karşı olanlar.
   4. Hizmete sessiz ve tepkisiz kalanlar.

Bu sınıflandırmaya göre Fetöcüler, devlet kademelerinde eğer bir mevki için kendi personeli varsa  tayin ve terfilerde öncelikle onu terfi ettiriyorlarmış.
Eğer böyle bir kişi yoksa (Mesela Orgeneralliğe yükselecek Korgeneraller arasında Fetöcü hiç kimse yoksa) o zaman Hizmete Hizmet edenlerden birini terfi ettiriyorlarmış.
Eğer terfi edecekler arasında hizmet edenlerden de hiç kimse yoksa, o zaman hizmete sessiz kalanları terfi ettiriyorlarmış.
Hizmete Karşı olanları ise; kumpaslar, imzasız mektuplar ve internet üzerinden karalamalarla  saf dışı etmeye çalışıyorlarmış.

Bu süreçte devlet kademelerinin hükümet eliyle Fetöcülere teslim edildiğini ve gücün onlarda olduğunu gören Süleymancılar, Kurdoğlu Grubu, Menzilciler ve İstanbul'daki bazı dini gruplar gibi birçok tarikat ve cemaat Fetö'ye yaklaşarak onlarla işbirliği içine girmiş.
Özellikle Jandarma'da, Fetö kadroları terfi edeceklerin tamamını doldurmaya yetmediği için Fetöcüler boşta kalan kadroları daha çok diğer tarikatlara veriyorlarmış.
Mesela; 4 albay terfi edecekse ve Fetö'nün terfi sırasında iki albayı varsa geriye kalan 2 general kadrosuna hizmete hizmet edenlerden öncelikle diğer tarikatlara mensup olanlar terfi ettiriliyormuş.

Fakat hükümet ve Fetö arasında kavga başlayınca hizmete hizmet edenlerden ve FETÖ haricinde bir tarikata mensup olanlardan bazıları Fetö'den koparak hükümete yanaşmışlar.
Ancak bunların tamamı Fetö ile irtibatlarını kesmemişler.
15 Temmuz akşamı bu gruplar ve kişiler saat 20.00 ila 23.00 arasında olayları yakından takip ederek darbe girişiminin başarılı olup olamayacağını anlamaya çalışmışlar.
Eğer darbe başarılı olursa darbecilerin yanına katılacaklarmış.
En çok merak ettikleri ise, AKP'ye oy vermeyen kesimlerin sokağa çıkıp darbeyi destekleyip desteklemeyecekleriymiş.
Saat 23.00'da artık halkın tamamının darbeye karşı veya en azından tarafsız olduğuna ve darbenin başarısız olacağına karar vermişler.
Bunun üzerine darbecilere hücum etmeye ve sanki darbe karşıtıymışlar gibi herkesten fazla bağırmaya başlamışlar.
Bu hesapları da tutmuş.
Ertesi gün darbeye kim en çok karşı çıktı diye bakılınca bunlar ön plana çıkmış ve hükümet o yıl kimin terfi ettirileceğine bu kişilerin verdikleri listeye göre karar vermiş.
Bu sebeple terfi edenlerin önemli bir kısmı hizmete hizmet edenlerden olan tarikatların mensuplarından seçilmiş.
Bu özellikle jandarmada en üst seviyedeymiş.

Fakat Bylock olayı ve itirafçıların ifadeleri ortaya çıktıkça bu durum fark edilmeye başlanmış.
Bunun üzerine Genelkurmay Başkanı 13 generalle tek tek görüşerek, Fetö ile ilişkilerinin tespit edildiğini, bu sebeple sessiz sedasız istifa etmelerini, aksi takdirde mahkemeye verilerek tutuklanacaklarını söylemiş.
Bunun ardından darbeden sonra terfi eden 13 general istifa etmiş veya emekli edilmiş.

Bu konuyu öğrenince benim kafamdaki soru işaretlerinden biri de ortadan kalkmış oldu.
Çünkü daha önce çalıştığım bir yerde, Fetöcü olduğunu kesin olarak bildiğim bir kişi ile aşırı samimi olan ve rütbesi ondan yüksek olmasına rağmen sanki daha düşükmüş gibi davranan birisi darbe sonrasında terfi ettirilince çok şaşırmıştım.
O samimi olduğu Fetöcü ise darbecilikten içeri atılmıştı.
Sonradan öğrendim ki bu şahıs, hizmete hizmet eden kategorisinden biri ve tespit edilen 13 generalden biriymiş.

Bu konuda daha birçok şey öğrenme imkanım oldu ancak konuyu fazla dağıtmamak için başlıktaki sorunun cevabına geçelim.

Şimdi kimler devleti ele geçiriyor?

Fetöcülerin, yani hizmet edenlerin çoğunun (hepsinin olmadığını hayretle duyuyorum) hapse atıldığını veya açığa alındığını düşününce geriye diğer üç kategorideki kişiler kalmış.

Hizmete karşı olanların büyük bir kısmı kumpas süreçlerinde sistem dışına atıldığından bürokraside bu grup tamamen yok olmasa da oldukça zayıfmış.

Hizmete sessiz kalanlar ise çok fazla terfi edemeseler de bu kategorideki çok sayıda kişi hala görevine devam ediyormuş.

Hizmete hizmet edenlerden tarikat veya dini grup bağlantısı olmayanların çoğu daha önceden taraf değiştirmiş olsa da bazıları darbe süreci ve sonrasında sistem dışına çıkarılmış.

Bu sebeple şu anda bürokrasi, Fetöcüler hariç meydanın kendilerine kaldığını gören diğer tarikatların hakimiyetine geçmiş.

Duyduğum dedikodulara göre bu tarikatlar arasında bir ganimet kavgası bile başlamış.

Bu kavga özellikle iç işleri bakanlığında yoğunmuş.

Hatta bu kavgadan rahatsız olan ve kendisi de İstanbul'daki bir dini gruba bağlı olan iç işleri bakanı, yeni kadrolar açarak bu kavgayı bitirmeye çalışıyormuş. Böylece tarikatlar arasında bir anlaşmaya varılarak kadrolar paylaşılmış.

Fakat bu durumun farkında olan Cumhurbaşkanı bundan çok rahatsızmış.

Bu yıl orduda ve jandarmada yapılan terfilerde de bu konu sorun olmuş.

İç işleri bakanı bir kişiyi en etkili bir konuma getirebilmek için Cumhurbaşkanı ile defalarca görüşmüş ama o, terfi ettirilen kişinin fetö bağlantısı olduğunu bildiğinden her seferinde onu tersleyerek geri göndermiş.

Bu seneki terfilerde Genelkurmay Başkanı da çok titiz davranmış ve kumpas davalarında yargılandığı için Fetöcü olmadıkları kesin olanlar ile hakkında hiçbir olumsuz bilgi tespit edilmeyenler terfi ettirilmiş.

Saygılar sunarım.
Mehmet Çanlı
29-10-2017.

Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

Amerika'da yapılan Las Vegas katliamı üzerine düşünceler.


      Amerika'da gerçekleşen katliamı hepimiz okuduk ama üzerinde durmadık. çünkü o sırada kendi ülkemizin gündemi de oldukça yüklüydü. birileri gündem değiştirmeye çabalayıp duruyordu. bunun yanında mtv zammı ile de ölümü gösterip, sıtmaya razı etmenin ve haksız kazanç sağlamanın peşindeydiler.
       las vegas katliamını tek kişi, 32nci katta bulunan bir otel odasından (tahminen 100-120 yükseklik), elindeki silahların menzili içindeki açık alanda gerçekleşen konseri izleyen seyircilere ateş etmesi ile gerçekleştirdi. en yakın hedefe ateş mesafesinin otel yüksekliğini de dikkate alarak en az 180 m. gibi olabileceğini değerlendiriyorum.
      saldırgan/katliamcı/sapık/terörist en sonunda kendini nallamış (buna intihar etmek diyenler var). eylemi yanında bulunan 16 otomatik tüfek ile gerçekleştirmiş. ancak otomatik tüfeklerin cinsi, markası ve özellikleri belli değil. otomatik tüfek dendiğine göre işin içinde "makineli tüfek" yok diye anlamak mümkün. ancak eylemin sonucunda oluşan zayiata bakıldığında işin sadece aynı anda ateş eden tek tüfek ile olamayacağını değerlendiriyorum (ama gerçekten öyle de olabilir).
      otomatik tüfek dendiğinde, burası musa olduğuna göre, önce m-16'yı anlarız. şarjör kapasitesi 30 olmakla birlikte memeli domuz (tambura) takıldığında kapasite 100 fişeğe çıkar ancak arıza da hemen yanında bekler. tam bu noktada teknik bir açıklama yapmak zorundayım. otomatik tüfek dendiğinde sadece piyade tüfekleri anlaşılmasın. sehpaya takıldığında makineli tüfek olan ama elde kullanıldığında otomatik tüfek olarak adlandırılan silahlar vardır ve bunlar genellikle şeritle beslenir. örneğin, yine burası Amerika olduğuna göre, m-60, m-240 gibi silahlar devreye girer.
      bunları otomatik tüfek olarak kullanmak atış sıhhatini düşürür. şimdi olayı simule edelim. adam tek kişi ve yanında 16 adet 30luk şarjörle beslenen otomatik tüfek var. 30x16=480 fişek eder. ölü ve yaralılara bakalım: 59+527=586. attığı her mermi bir insana denk gelse 480 kişi eder. zayiat sayısı 106 fazla. demek ki devreye ikinci şarjörler girdi. 16 tüfeğin hepsi boşaldı ve yerlerine yeni şarjörler takıldı. her şarjör takılmasında kaybedilen zaman var ve bu zamanda, konser alanındaki kişilerin ufak ufak kirişi kırmakta olduğunu da değerlendirelim. bu arada ateş edilmeyen taraftaki kişilerinde ufak ufak kirişi kırdığını unutmayalım.
      neyse, devreye 480 fişek daha girdi ve toplam 960 etti. bu rakam zayiattan fazla ama bir çok insana birden çok mermi isabet ettiğini ve boşa giden bir sürü merminin olduğunu değerlendirirsek ikinci şarjörlerin de yeterli olmayacağını devreye üçüncü takımın belki de dördüncü gireceğini düşünmek gerekir. ya da otel odasına, bir şekilde, 16 adet otomatik tüfeği sokan birinin bir vaya birden çok makineli tüfek sehpasını da soktuğunu ve bunlardan en az bir tanesinin elektromanyetik/radyomanyetik sehpa olduğunu ve o sehpa üzerindeki tüfeğin optik güdümlü/yoğun sese duyarlı güdümlü/hareket güdümlü/veya benzeri güdüm sitemlerinden biri ile donatıldığını düşünüyorum.
      bunlar gazetelerden okuduğum kadarıyla elde ettiğim bilgiler ışığında yapabildiğim değerlendirmelerdir. gelelim emminin kişilik yapısına. tanımam, etmem, görmem, duymam, bilmem diyerek beş maymunu oynayayım. şaka bir yana; ama bazı hayat gerçekleri var ve çoğu insan bunları öğrenmek, bilmek, duymak, görmek bile istemez. ama o gerçekler orada duruyordur ve sen istediğin kadar ıskala o devreye girecektir. mesela;her doğan 100 kişinin 2-4 kişisi vicdan duygusu olmadan doğuyor.
      YANLIŞ ANLAMAYIN, kötü vicdanlı değil, VİCDAN DUYGUSU YOK sadece. diğer insanlarda vicdan duygusu var ve bir kısmı kötü vicdanlı kalan kısmı ise iyi vicdanlıdır. toplum, iyi vicdanlılar ile kötü vicdanlıları zaman içinde öğreniyor. iyi vicdanlılar içinde ilginç bir kesim var: VİCDANLARINI ASKIYA ALABİLENLER. bunlar da doğan her 100 kişinin 2-4 kişisine denk gelebiliyor. hayat deneyimlerim bana en tehlikeli kişilerin vicdanlarını askıya alabilenler olduğunu gösterdi. çünkü bunlar neyi, ne zaman, nasıl, ne kadar yapacağını planlar ve zamanı geldiğinde vicdanı askıya alır. işlemi bitirdikten sonra da tekrar yerine koyar.
      dikkat edin, psikopat veya bizde hayli çok olan sosyopatlardan bahsetmiyorum. vicdanını askıya alan kişilerden bahsediyorum, bunu iyi ayırt edin. örnek mi "ilk kan/first blood" filmi. bunu bu açıdan bir kez daha seyredin. bu emminin vicdanını askıya alan biri olduğunu söylemiyorum, bunları bilgi olsun diye verdim. çünkü insanlığın çok büyük bir kısmı bundan bihaberdir. bu emmi, kaçmayı denememiş (planlamış ama yapmamış), ölmeyi yeğlemiş. sevgilisine iyi bir para vermiş ve haydi git bize ev al demiş ama hatun bunu ayrılık mesajı olarak değerlendirmiş güdülerine dayanarak. halbuki kendisi emlak mültimilyoneri...
      çok da kibar ara sıra anasına çörek yollarmış. bence travma noktalarından biri çörek. annesi ile çörek arasında kendisini çok ilgilendiren bir ilişki var. adamın kadın arkadaşı mültimilyonerin arkadaşlık etmeyeceği fiziki görüntüde. demek ki dünya zevklerine de göreceli olarak uzak. yani kadın ona "paranın satın alamayacağı" duyguları yaşatıyordu. kimse bunun böyle bir şey yapacağını değerlendirmemiş. kardeşi bile. demek ki ketum ve soğukkanlı biri. yani sakin, planlı, kimseye bulaşmayan, işini iyi yapan, saygınlığı olan, düzenli biri... tipik bir oğlak burcu olabilir mi?
       sonuç?
       herkes bu gibi davranış içine girebilir. %100 değildir ama fiziki sağlığı yerinde olan herkesin böyle bir potansiyeli vardır. adama terörist denebilir. anlık bir kişisel terör uygulamasına girmiş gibi olmakla birlikte terörü terör yapan "süreklilik hali" yoktur çünkü kendini nalladı. yani terörist demek abuk bir yaklaşımdır. cinnet geçirmiş olabilir ama cinnet anlıktır. 16 adet tüfeği bir anda mı otel odasına çıkardı? bu da değil. 
      bu, bence, oldukça planlı, iyi düşünülmüş ve hazırlanılmış bir eylem. emmi büyük bir final yaparak gitti. ölü sayısı 527, yaralı sayısı 59 olabilirdi. ya da daha fazla ölü ve yaralı da olabilirdi. adamın maksadı renkli, gürültülü ve acı çektirdiğini görerek bu dünyadan gitmekle bezenmiş bir büyük sondu diye tahmin ediyorum... bundan sonrası psikyatrist, psikolog ve sosyologlarındır. bakalım efbiyay ne açıklayacak?

   Güven Kaya
  28.10.2017.
   Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

27 Ekim 2017 Cuma

Türkiye'de Terör ve İstihbarat.



Türkiye’de terör sorununun istihbarat yapılanması boyutu. 


2008-2010 yılları arasında Londra büyükelçiliğinde çalıştım. Bu süre içinde, görevim gereği İngiliz savunma ve istihbarat kurumlarının çoğuna gittim. Benim, bunlardan en çok ilgimi çeken JTAC (Joint Terrorism Analysis Centre: Müşterek Terörizm Analiz Merkezi) oldu. Bu merkez, iç işleri bakanına bağlı MI5 (İç İstihbarat Servisi)’in teşkilatı içinde özerk bir yapıda oluşturulmuş ve bence çok işe yarayan bir yapı. O zamanlar bana anlatılanlara göre bu merkez; ABD ve Avrupa’nın bazı ülkelerinde art arda yapılmaya başlayan terörist saldırıların ardından, istihbarat ve güvenlik ile ilgili her türlü kurumdan personelin bulunduğu bir analiz merkezi olarak kurulmuş. Bu sebeple kuruluş amacı esas olarak bu tür terörist eylemleri yapılmadan önce öğrenmek ve yapılmasını engellemekmiş. Kuruluş yılı 2003. Bulunduğu yer Londra’nın merkezinde, parlamentonun hemen yakınındaki MI5’in merkez binasında. Gittiğimde beni sıkı bir güvenlik kontrolünden geçirdikten sonra içeri almışlardı. Şimdi kaçıncı kat olduğunu hatırlamıyorum ama üst katlardan birinde bana brifing verip kurum ve yaptığı işleri tanıtmışlardı. JTAC’ın görevi, ülke içindeki ve dünya çapındaki uluslar arası terörizm tehdidini istihbarat teşkilatlarından gelen raporlara ve açık kaynaklara göre değerlendirmek ve analiz etmek. Bu kurum, yaptığı değerlendirmeler sonucunda hükümet ve devlet kurumları için tehdit uyarı seviyeleri yayımlıyor. Hani bizde alarm seviyeleri var ya, aynen onun gibi. Beyaz, sarı, kırmızı gibi renklerle temsil edilen tehdit seviyeleri belirlemişler. Gelen haberler ve değerlendirmeler sonucunda mesela Londra’da bir terör eylemi yapılma ihtimali çok yüksek ise kırmızı alarm ilan ediyorlar. Eğer bu tehdit Londra’da değil de Kıbrıs’taki askeri üslere yönelikse o zaman da silahlı kuvvetler vasıtasıyla Kıbrıs için kırmızı alarm ilan ediliyor ve oradaki birlikler buna göre tedbir alıyorlar. JTAC ayrıca terör örgütlerinin eğilimlerini takip edip eylem kapasitelerini değerlendiriyor ve ilgili kurumlar için mevcut terör örgütleri hakkında rapor ve değerlendirmeler hazırlıyor. JITAC’ın içinde polislerden, tüm istihbarat kurumlarından, askerlerden ve diğer devlet kurumlarından, hatta akademisyenlerden oluşan geniş bir yelpazeden insanlar görev yapıyor. JTAC, MI5 başkanının altında olduğundan, aynı zamanda MI5’in uluslararası terörizm bürosu ile işbirliği halinde çalışıyor. MI5 binasında bulunmasına rağmen JTAC özerk bir yapıya sahip. 16 devlet kurumundan insanların beraber çalıştığı bir yer. Bu yapısıyla İngiltere’nin terörle mücadelesinde istihbarat konusunda ana teşkilatı durumunda. JTAC başkanı MI5’başkanına bağlı olarak çalışıyor ve raporları ona veriyor. MI5 başkanı da hükümetin Müşterek İstihbarat Komitesi’ne rapor veriyor. İngilizlerin söylediğine göre bir sürü istihbarat teşkilatından gelen ayrı ayrı raporlarla uğraşmak yerine terör konusundaki istihbaratı koordine ve takip eden böyle tek bir yapı oluşturulması çok etkili sonuçlar veriyormuş. Hem terör istihbaratı ile ilgili hükümet daha doğru ve anında bilgi alabiliyor, hem de hükümetin istihbarat konusundaki kontrolü artıyormuş. Şimdi Türkiye’ye bakıyorum da neden bizde böyle bir yapı kurulmamış diye sormaktan kendimi alamıyorum. MİT, Polis İstihbarat, Jandarma İstihbaratı, Genelkurmay İstihbaratı, Kuvvetlerin istihbaratı hep ayrı telden çalıyorlar. Aralarında bir koordinasyon filan yok. Yıllardır terör ile mücadele etmemize rağmen böyle bir sistemin kurulmamış olması sebebiyle terör örgütleri her zaman istedikleri yerde rahatça eylem yapabiliyorlar. Daha da ötesi bir terör örgütü (FETÖ), yüzlerce adamının katılımıyla gerici ve irticai bir darbe yapmaya kalkıyor ama hiçbir istihbarat teşkilatı bunu önceden öğrenemiyor. Türkiye’nin istihbarat konusunda, dağınıklık ve koordinasyonsuzluktan kaynaklanan sorunları olduğu çok açık. İstihbarat zafiyeti yaşıyoruz. Kurumların etkin çalışmamasından kaynaklanan zafiyetten bahsetmiyorum. İstihbarat ağacının bir kökten çıkan dallar gibi değil de yerden ayrı ayrı biten çalılar gibi olmasından kaynaklanan zafiyetten bahsediyorum. Bence hükümet ve ilgili kurumların acil olarak bu işe el atması gerekiyor. Hem genel istihbarat teşkilatında bir yapılanmaya hem de terör istihbaratı konusunda yeni bir oluşuma ihtiyaç var. İstihbarat teşkilatları hiyerarşik bir mimari içine alınarak kontrol ve koordinasyon sorunları ortadan kaldırılmalıdır. Ayrıca terör istihbaratı için mutlaka ve acil olarak müşterek bir yeni yapı oluşturulmalıdır. Hem de en kısa sürede. Ne kadar çabuk olursa o kadar iyi. Yoksa büyük şehirlerin sokaklarında dolaşırken acaba bir terörist eylem olur mu endişesiyle dolaşmaya devam ederiz. Öte yandan oğlunu askere gönderen her ana-babalar da acaba oğlum askerden sağ salim dönebilecek mi diye endişe etmeye devam edecektir.

Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

27 Eylül 2017 Çarşamba

FETÖ, PKK ve Barzani AKP Hükümetini Nasıl Kandırdı?


Bizim oralarda eskiden çok antılan bir fıkra vardı. 
Bu fıkra genellikle; birisinden kendisine kötülük yaptığı için her yerde şikayet eden ama bu kötülüğün aslında sadece şikayet ettiği kişiden değil, kendisinin de bu hareketi istemesinden kaynaklandığına inanılan kişiler için anlatılırdı. 
Fıkra şöyle:
''Kadının biri komşusunu, kendisine tecavüz ettiği iddiasıyla mahkemeye vermiş. Mahkeme günü kadın ve davalı adam ile avukatları hakim karşısına çıkmış. Hakim kadına olayın nasıl olduğunu anlatmasını söylemiş. Kadın da başlamış anlatmaya.... 'Hakim bey.... Ben hayvanlara saman vermek için dama (ahıra) girdim. Biraz sonra şurada duran komşumuz dama girdi ve kapıyı kapattı. Zorla başımı bastırdı ve yüzüm samanlara gelecek şekilde eğdi. Sonra da şalvarımı çıkarıp bana tecavüz etti.' Hakim kadını dinledikten sonra bir kadına bir de ona tecavüz ettiği iddia edilen adama bakmış. Adam en fazla 155 santimetre boyunda ve adeta cüce biriymiş. Kadın ise en az 180-185 santimetre boyunda ve adama göre çok iri biriymiş. Hakim şaşkın bir şekilde sormuş: 'Kızım... Senin anlattığından ben bir şey anlamadım. Bu adam senin boyunun yarısı kadar. Sana tecavüz etmek için onun boyu yetmez ki!' demiş. Kadım hafifçe gülümsemiş. 'Evet hakim bey, doğru söylüyorsunuz. Boyu yetmedi zaten...' demiş. Hakim daha da şaşırmış ve 'O zaman bu adam sana nasıl tecavüz etti?' diye tekrar sormuş. Kadın mahcup bir şekilde gülümsemiş. 'Eeee.... Hakim bey... Baktım boyu yetmiyor, azıcık ta ben çömeştim (Çömeldim veya ayaklarımı bükerek aşağıya doğru eğildim manasına gelir).' demiş.''
Şimdi bizim hükumetimizin konuşmalarına bakınca nedense benim aklıma bu fıkra geliyor. 
Neymiş efendim? 
FETÖ bunları kandırmış, PKK bunları kandırmış ve şimdi de diyorlar ki Barzani de bunları kandırmış. 
Bırakın bu ayakları da itiraf edin artık kardeşim. 
Fıkradaki adam ve kadına benzer şekilde, bu örgütlerin boyu da, çapı da devletle kıyaslanamayacak kadar küçük. 
Siz çömeşmeseydiniz sizi kandıramazlardı.
Azıcık ta siz çömeştiniz. 
Hatta olaylara bakınca diyebilirim ki azıcık ta değil, bayağı bir çömeştiniz. 
Hatta adamı kolundan çekip ahıra sokan da, kapıyı kapayan da sizdiniz.

Saygılar sunarım. 
27.09.2017.

9 Haziran 2017 Cuma

FETÖcülerin Mahkeme Stratejisi.


FETÖ'cülerin darbe ile ilgili davalarına gittim. İzlediğim ifadelerden ve gazetelerden okuduğum ifadelerden anladığım kadarıyla FETÖ'cüler hapishanede darbenin ardından yaşadıkları şoku ve başarısızlıklarının ezikliğini atlattıkları ve yeniden organize oldukları kanaatine vardım. İfadelerden, FETÖ'cü olanların hala FETÖ'ye sadık oldukları net bir şekilde görülüyor. Sanırım tutuklulardan bazıları FETÖCÜ değil. FETÖCÜ olmayan bu kişilerin bir kısmı onlarla işbirliği yapmış ve bu sayede terfi etmiş kişiler. Hatta bunlardan bazıları Hulusi Akar'ın da kendileri gibi işbirlikçi olduğunu, FETÖ kumpasları sayesinde hızla ilerleyerek Genkur. Bşk. olduğunu, kendilerinin de onun adamı olduklarını ve onun sayesinde terfi ettiklerini açıkça söylediler. Bunlar darbede de durum netleşene kadar darbecilerle işbirliği yapmış ama başarısız olma ihtimaline karşı FETÖCÜler kadar fevri davranmamış. Ertesi sabah darbenin başarısız olduğu netleşince de taraf değiştirmeye ve FETÖcüleri teslim olmaya ikna etmeye çalışmışlar. Bazı şahıslar ise sanırım fazla mesai belasına karargahta mahsur kalmışlar. Bunlar sadık FETÖ'cülerin aksine ifade verirlerken FETÖ kelimesini kullanmaktan çekinmeyen ve FETÖcüleri ismen zikredenler. Bunları bir yana koyarak FETÖcü olup ta hala aynı kafada olanlara bakacak olursak bunların hapishanede organize oldukları ve belli bir strateji belirledikleri anlaşılıyor. Stratejilerinin temeli FETÖcü olmadıklarını ve bilerek bir darbe girişimi içinde olmadıklarını iddia etmeye dayanıyor. Çünkü hepsinin ortak tavrı bu. Bunun yanında sanki darbeyi Erdoğan ve hükümet yaptırmış ve kendileri bu tuzağa istemeden düşmüş izlenimi yaratmaya çalışıyorlar. Biz darbe yapmadık. Bu bir kontrollü darbedir ve darbeyi yaptıran da Erdoğan'dır diyorlar. Sanırım bunlara Amerika'dan; ''Kendinizi kurtarmak için örgütü ele verirseniz örgütün koruma ve desteğini kaybedersiniz, ne yaparsanız yapın bundan sonra hapisten çıkamazsınız, örgütü satarsanız o zaman sizi koruyup kollayacak kimse kalmaz, ama örgütü korursanız elbet bir gün bir yolunu bulur sizi oradan çıkarırız. Örgüt siz içerdeyken sizin ve ailenizin ihtiyaçlarını da karşılar.'' demişler. Bunlar da buna göre hareket ediyorlar. Bir başka husus ta şu. Sanırım FETÖcüler, eğer Aksakallı Paşa çıkıp televizyonda açıklama yapmasa Ankara ele geçirildi ve bu iş emir komuta zinciri içinde yapılıyor sanacak olan halk sokağa çıkmaz, bizi desteklerdi diye düşünüyorlar. Bunda haksız da değiller. O gece Aksakallı Paşa açıklama yapana kadar Ankara'dan hiçbir ses seda çıkmamış ve örneğin Manisa'da televizyonları seyredenler durumun ne olduğunu tam kavrayamamışlardı. Aksakallı Paşa'ya çok kızmalarının bir sebebi de Semih Terzi'nin vurulması emrini vermesidir. Çünkü eğer Terzi vurulmasaydı ve Özel Kuvvetlere hakim olsaydı yurt dışı ve yurt içindeki bütün birlikleri Ankara'ya getirtip tüm siyasetçileri toplatabilir, askeri birlik ve karargahlara hakim olabilir, kritik yerlere nokta operasyonları yaptırabilir, dolayısıyla darbe başarılı olabilirdi diye düşünüyorlar. Buna çok inanıyor olmalılar ki Semih'i vuran rahmetli Ömer'i de Bylock'çu diye karalamaya ve hakkında şüphe yaratmaya çalışıyorlar. Şu anda FETÖcülerin en önemli hedefi bu sebeple Aksakallı Paşa. Onu karalamak ve hakkında şüphe yaratarak gözden düşürmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Bazı gazetecilerin eski tavırlarının aksine bu değirmen su taşır tarzda yazılar yazmaya başlamaları da bu açıdan oldukça dikkat çekici. Sanırım FETÖcüler el altından başka metodlarla da çaılışyorlar ve tarafsız veya FETÖ karşıtı görünen kişilerin ağzından yapılan propagandalarla kamuoyu oluşturmaya çalışıyorlar.
Özetlersek FETÖ'cülerin stratejisi basit olarak şudur: Darbeye karıştıklarını inkar+FETÖcü olduklarını inkar+Aksakallı Paşa ve rahmetli Ömer hakkında şaibeler yaymak+darbenin kontrollü darbe olduğunu öne sürmek+kontrol edenin de hükümet ve Erdoğan olduğunu iddia etmek+Buna kanıt olarak ta darbe yapılacağından MİT ve Genkur. Bşk.nın haberi olduğunu ama bilerek darbeyi önleyecek tedbirleri almadıklarını söylemek.
Saygılar sunarım. 6.6.2017.

Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

6 Ocak 2017 Cuma

İstanbul'da Reina'daki Yılbaşı Katliamını Kim Yaptı?

İstanbul'daki yılbaşı katliamında herkes IŞİD'e odaklanmış durumda. 
Peki ya olayın IŞİD'le hiçbir bağlantısı yoksa? 
Ya bu olay Çin ile Türkiye ilişkilerinden rahatsız olan taraflarca yapılmışsa? 
Veya Uygur katliamlarına ses çıkarmamamız için bizzat Çin tarafından organize edilmişse?
Bir başka ihtimal de o gece orada bulunan bazı şahısların ortadan kaldırılması için yapılmış olma olasılığı. 
Bence ilgililer kafasını olayın içine çok fazla sokmayı bırakıp biraz geri çekilmeli ve olan bitene biraz uzaktan bakmalı. 
Böylece büyük resmi görebilirler belki. 
Bence ilk önce öldürülen insanların kimler olduğu iyice araştırılmalı. 
Özellikle de yakın mesafeden ve hedef gözetilerek ateş edilip öldürülenler. 
Bunların kim oldukları, ne iş yaptıkları, bağlantıları filan iyice araştırılmalı.
İŞİD veya PKK saldırıları (Dün İzmir'de olduğu gibi) çabucak ortaya çıkıyor ve failler tespit edilebiliyor. 
Çünkü şehrin göbeğinde eylem yapmak çok büyük bir profesyonellik ve çok detaylı bir planlama gerektirir. 
Şimdiye kadar yapılan eylemlere bakıldığında PKK'da bu profesyonelliğin olmadığı anlaşılıyor.
IŞİD ise uluslararası terör bağlantıları sayesinde son yıllarda bu konuda daha profesyonel hale geldi ama bu olaydaki kadar değil. 
Şimdiye kadar olayın hala çözülememesinden bu işin istihbarat teşkilatları ile bağlantılı profesyonel kişilerce yapıldığı intibaı yaratıyor. 
Kastettiğim tetiği çekenlerin profesyonelliği değil.
O tetiği çeken kişi veya kişileri bulup ikna eden, onlara uygulayacakları bir eylem planı yapan, bu plana göre eyleme katılacakları örgütleyen ve görev taksimatı yapan, onları İstanbul'a getirip eylem gününe kadar gözlerden uzak bir şekilde muhafaza eden, olay öncesinde bu şahısları eylem yerine getiren, eylem sırasında etraftan kontrolsüz müdahaleler olmasın diye önlem alan, eylemden sonra da eylemcileri olay yerinden çıkarıp uzaklaştıran ve izini kaybettiren ekibin profesyonelliğinden bahsediyorum. 
Onun için bence bu olayın altında başka bir çapanoğlu olabileceği ihtimali gözardı edilmemeli.

Saygılar sunarım.

Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

23 Aralık 2016 Cuma

IŞİD nasıl yok edilebilir?


    IŞİD askerlerimizi yakarak şehit etmiş diye paylaşımlar görüyorum. Tekrar benzer şeyler olmaması için artık hükumetin işi askere yıkıp seyretmeyi bırakması gerekir. Asker savaşacak ama savaş sadece cephede yapılan bir şey değil. Bunun diplomatik, psikolojik, ekonomik vb. birçok boyutu var. Gayrinizami Harp veya klasik harp fark etmez. Artık harplerin ekonomik ve psikolojik boyutları eskiye göre çok daha önemli. IŞİD de psikolojik savaş boyutundan saldırıyor. 1000 tane IŞİD militanı ölmüştür belki bir günde, ama dünyaya sadece katlettikleri insanları gösteriyorlar. Korku yayarak insanların beyinlerine, korkuyu silah olarak kullanmaya çalışıyorlar. 
     Bu durumda onlara korkulmadığını göstermek yetmez. Onların da korkması sağlanmalı. Öldürülen IŞİD militanlarının resimleri çekilip havadan atılsın IŞİD kontorlündeki bölgelere. Özellikle de tank veya top mermisiyle parçalanarak ölenlerin resimleri. Amerikan iç savaşında Kuzey'in taktikleri de kullanılmalı bunun için. Ya da Tahmasb'ın Kanuni'ye uyguladığı strateji. Yani düşmanın savaşma azim ve iradesini kıracak ve onu yıpratacak yöntemler uygulanmalı. 
     Öyle şeyler yapılmalı ki, nasıl savaşın belki de en yetenekli generali olan güneyli general Lee'nin askerleri kaçmaya başlayınca ordusu yok olup gitti, aynısını IŞİD te yaşamalı. Bence salt askeri strateji yetmez, topyekun strateji uygulanmalı. IŞİD'in Türkiye'deki uzantılarını hemen yarın tutuklamakla işe başlanmalı mesela. Hatta teslim olmayanlar ve zorluk çıkaranlar temizlenmeli kameralar önünde. Boy boy resimleri çıkmalı gazetelerde. 
     Ekonomik kaynakları da kurutulmalı bu arada. IŞİD'e en küçük destek verenin malına mülküne el konulmalı, aynı FETÖ'ye yapıldığı gibi. Hatta IŞİD'e katılmış olanlar tespit edilip mallarına el konulamakla da kalınmamalı, onlara düşecek mirasa bile el konulmalı şimdiden. Kimse çocuğunu IŞİD'e göndermeye cesaret edememeli. IŞİD'e mali kaynak sağlayanlar tamamen yok edilmeli. 
     Başka ülkelerdeki IŞİD destekçilerine suikastlar yapmalı MİT. Bu dünya üzerinde nerede olurlarsa olsunlar rahat verilmemeli. IŞİD'in zayıf taraflarının tamamı istismar edilmeli. Hava saldırılarına ağırlık verilmeli daha çok. Hemen yarın IŞİD mevzilerine napalm atılıp mevzidekiler yakılmalı. Bakalım insan yakmak nasıl oluyormuş öğrensinler. 
     Mesela bu gün videosu yayımlanan tankların bulunduğu köy haritadan kaldırılmalı. Orada siviller kalmamıştır zaten. Göz yaşartıcı bombalar atılmalı yerleşim yerlerine sürekli olarak. Öldürmez ama öldürmekten daha çok korkutur insanı. Öte yandan bu herifler bir şeyler yiyordur herhalde. IŞİD kontrolündeki tarlalar ve çiftlik hayvanları dahil tüm yiyecek kaynakları yok edilmeli. Fırınlar, gıda depoları, marketler ve lokantalar vurulmalı. IŞİD bölgesinde hareket eden tüm araçlar anında vurulmalı ayrıca. Rahat hareket edemesinler. Arabaya binmenin ölüm olduğunu anlasınlar. IŞİD bölgesi çöle ve harabeye çevrilmeli. Adamlar bizimle mücadele edeceğine hayatta kalmak için açlıkla mücadele etmeli. IŞİD ile mücadele diğer mücadele edenlerle de koordine edilmeli. 
     Sadece ABD, Rusya vb de değil. Gerekirse Esat dahil herkesle ortak harekat yapılmalı. Kuşatma ve tecrit MÖ 7000'lerden beri başarıyla uygulanan bir strateji. Kaleler kuşatılıp tecrit edilerek içeridekiler aç kalınca ele geçirildi 7-8 bin yıl boyunca. 1. ve 2. Dünya Savaşında İngiliz ablukası çökertti Almanyayı. Tüm IŞİD bölgesi, IŞİD'le savaşan tüm tarafların ortak hareketiyle tecrit edilmeli. Bu bölgeye giren veya çıkan her şey ve herkes vurulmalı. Ne kadar dayanabilirler ki böyle yapılırsa? Bende merak ediyorum. Yapılsın da öğrenelim diyorum. 
     Söylediklerimi çok şiddetli bulanlar olacaktır. 
     Ama unutmamak lazım ki IŞİD mutlak savaş yapıyor Clausewitz'in bahsettiği gibi. 
     Eğer taraflardan biri mutlak savaş yapıyorsa doğru savaş yapmak mümkün değildir. 
     Eğer yenilmek istemiyorsanız tabii ki. Yöntemler acımasız gelebilir. 
     Ama savaşın kendisi acımasız bir şeydir zaten. 
     Nasılsa birileri ölecek sonuçta. 
     Neden biz ölelim ki?

IŞİD ile ilgili diğer bir yazıyı okumak için tıklayınız.

14 Ekim 2016 Cuma

Kripto Fetöcüler kimler? Yeni bir operasyon mu geliyor? FETÖ operasyonları Siyasetçilere mi uzanacak?




Kripto FETÖ'cüler kimlerdir?

Darbeden beri herkesin dilinde bir kripto fetöcü lafıdır gidiyor.
Peki ama kim bu kripto fetöcüler?
Kimse bilmiyor veya bilmiyormuş gibi davranıyor.
Bazı şerefsizler ise günahsız birçok kişiyi bu kripto lafına göre ihbar ediyor veya çamur atıyor.
Tabii ki bu durumda kripto dedikleri hiç ortaya çıkmıyor.
Önce şunu açıklığa kavuşturalım; kripto fetöcüler var mı?
Bence var ama herkes onları yanlış yerde arıyor.
Daha önce FETÖ'cülerin çok uzun süre önce aynı devlet kademelerine sızdığı gibi diğer tarikatlara da sızdıklarını yazmıştım. Fakat diğer tarikatlara üçer beşer giderlerken bu tarikatlardan menzilciler grubuna 17-25 ten sonra kitlesel bir fetöcü göçü yaşandığını da belirtmiştim.
Bu gün bahsedeceğim kripto grubu bunlardan çok farklı bir grup.
Bazı kaynaklardan duyduğuma göre aynen FETÖ gibi Nurcuların bir alt grubu olan xxxxx çok büyük numaralar çeviriyorlarmış.
Bu grup uzun süre önce FETÖ'ye yanaşmış. Onların içinde eriyip asimile olmamışlar ama yapışık kardeş gibi onlarla kaynaşmışlar.
Bu grup darbe öncesinde de FETÖ ile işbirliği içindeymiş.
Ancak darbe girişiminin başında FETÖ cülerle hemen harekete geçmemişler.
Kenarda durup FETÖ nün başarılı olma ihtimali olup olmadığını gözlemlemişler.
Başarılı olsalar hemen onlara katılacaklarmış.
FETÖ cülerin bu işi başaramayacaklarını anlayınca bu sefer hemen karşıt gruptaymışlar gibi harekete geçmişler.
Darbeyi bastıran demokrasi kahramanları oluvermişler.
İş böyle olunca dışarıdan da bunların dini bütün olduğunu düşünen hükümet bunları FETÖ cülerin boşalttığı bazı kritik yerlere yerleştirmiş.
Ancak hükümet BYLOCK programının domain'ini (bilgisayar sistemlerini çok iyi bilmiyorum, ne olduğunu sormayın) çok büyük para ödeyerek almış ve film ondan sonra kopmuş.
Bu sistem bir süredir inceleniyormuş.
Ama daha ilk ilk incelemeler bile büyük şok yaratmaya yetiyormuş.
Şu anda, darbe sonrasında hükümet eliyle en kritik yerlere getirilen birçok sivil, asker ve polis ile değişik partilerden çok sayıda siyasetçinin bu programla darbe öncesine kadar haberleşme yaptığı ortaya çıkmış.
Şu anda detaylı araştırma yapılıyormuş.
Kasım veya Aralık ayı gibi şok bir operasyon yapılacakmış.
İşte bylock kullananlardan henüz tutuklanmayanların büyük çoğunluğu xxxxx grubundanmış ama şu ana kadar tespit edilemeyen gerçek kriptolar da varmış.
Son zamanlarda duyduğum haberler (dedikodular da diyebilirsiniz) bunlar.
Konu hakkında yeni şeyler duydukça yazacağım.
Saygılar sunarım.


10 Eylül 2016 Cumartesi

At izi it izine mi karışıyor. FETÖ Operasyonlarında sapla saman nasıl birbirine karıştırılıyor?


Hatalı tutuklamalar....


Bir süredir basında çıkan ve Cumhurbaşkanı tarafından da dile getirilen FETÖ'cü darbe sonrasında yapılan tutuklamalarda sapla samanın birbirine karıştırıldığı iddialarını takip ediyorum. Olanlara bakınca bunun ne kadar doğru bir iddia olduğuna dair birçok olay da görüyorum. Bu sebeple bu konuda bir şeyler yazmayı kendime bir borç bilerek burada iki özel olay üzerinden bu iddiaların doğruluk payı olup olmadığını okuyucuların dikkatine sunmaya çalışacağım. Peki kimleri örnek vereceğim? Elbette ki daha önce beraber çalıştığım ve kendilerinin FETÖ'cü olmadığını düşündüğüm iki kişiyi. Ben kumpas sürecinde yaşadığım olaylar sonucu emekli olmaya karar verdiğimde çalıştığım birliğin komutanı Korgeneral Abdullah Barutçu (O zaman Tümgeneral idi) idi. Kendisini 1995-1996 yıllarından beri tanırım. O yıllarda ben Özel Kuvvetler'de tim komutanı iken kendisi bizim tabur komutanımızdı. Zekai Aksakallı ise Tabur S-3'ü idi. O dönemde, özellikle Çukurca Bölgesinden Irak Kuzeyine yönelik birçok operasyonlara çıkıyorduk. O zamanlar Abdullah Barutçu (Binbaşı rütbesinde idi) taburu sevk ve idaresi ile, cesaret ve dirayeti ile sadece bizim tabur personeli arasında değil diğer birliklerde de kısa süre içinde ideal bir tabur komutanı olarak kendini gösterdi. Irak Kuzeyi bölgesinde Kara bölgesine ve o bölgedeki PKK kamplarına yönelik olarak yaptığımız operasyonlarda başımızda bulunan ve birliğe sonradan geldiği için işi çok iyi bilmeyen alay komutanımızın yetersizliklerini bile kapatacak şekilde kritik durumlarda inisiyatif alarak fiili olarak çatışma bölgesindeki birliklere emir komuta etmesi hepimizi çok rahatlatan ve bize güven veren bir durumdu. Kendisi, o zamanlar hayal bile edilemeyecek kadar az personelle (30-40 kişi kadar) Irak Kuzeyi derinliklerine sızarak çok riskli keşif ve istihbarat görevlerini başarı ile yapan biri idi. Benim tim komutanlığımdan tayin olduğum 1996 yılının Temmuz ayında yaşadıklarımız bu gün bile sanki dün olmuş gibi gözümün önündedir. Tayin olmama ve meyil iznim başlamasına rağmen değişik sebeplerle birçok tim komutanının başka yerlerde olması sebebiyle taburun tim komutanı sıkıntısı yaşadığını görünce Ankara'ya dönmek yerine o sırada yapılacak olan bir operasyona katılmamın daha doğru olacağını düşündüm. Bunu Barutçu binbaşıya söylediğimde kendisinin de benden böyle bir talepte bulunmayı düşündüğünü ama benim kendiliğimden bunu teklif etmemden dolayı çok memnun olduğunu söyledi. Nitekim ben timimin başında o operasyona çıktım. Operasyon daha en başından sıkıntılı idi. Jandarmanın land rowerleri ile Işıklı Karakolu'na gittik. Yolda birçok mayın tespit edilip etkisiz hale getirildiği için sık sık durmak zorunda kaldık. Işıklı Karakolu teröristlerin yaptığı baskınlar sonucunda çok sayıda zayiat vermiş bir karakoldu. Bizim gelmemizle kendilerine güvenleri artmış ve gelişimize çok sevinmişlerdi. Bir gece orada kalarak karakolu takviye ettik. Fakat ertesi gün gelen emirle helikopterlere binerek Uzundere kırsalındaki bir piyade bölüğünün konuşlandığı tepeye indik. Tepede toprağı kazarak oluşturdukları çukurlarda yaşayan bölüğün durumu çok sıkıntılıydı. Ayrıca, teröristler sık sık mevzilere sızdıkları için asker çok tedirgindi. Biz askerleri takviye edecek ve onlara moral verecek şekilde diğer taburlarla birlikte askerlerin yanına, onların mevzilerine personelimizi dağıttık. Akşam hava karardıktan sonra çok yoğun bir şekilde yağmur yağmaya başladı. Gece boyunca büyük siyah çöp poşetlerine koyarak poşetin ağzını bağladığımız çantalarımızın üzerinde oturarak hiç uyumadan sabahı ettik. Nitekim sabaha karşı bizim bulunduğumuz mevzilerin karşısından teröristlerce yoğun bir taciz ateşine maruz kaldık. Diğer taraftan da sızma girişimleri oldu ama bunlar kolayca geri püskürtüldü. O zamanlar son 5 yıl içinde kara yolu ile Uzundere'deki birliğe ikmal yapılmamış. Şimdi ağır malzemeler taşınacağı için bize yolu mayınlardan temizleyerek emniyete almamız emredildi. Alay komutanı bununla ilgili emri verince ben bu planlamada çok önemli bir taktik hata olduğunu ileri sürdüm. İç güvenlik konularına çok vakıf olmayan Alay Komutanımız bizi zırhlı birlik gibi düşünerek bir plan yapmış. Barutçu binbaşı benim fikrime katıldığını söyleyerek beni de yanına alıp alay komutanının yanına gitti. Orada kavga dövüş planda bizim teklifimize uygun değişikliği yaptırdık. Buna göre biz yoldan aşağıya inerken ve karşı sırtlara çıkarken sağ kanadımızdaki hakim tepelerden ilerleyecek iki tim sağ yanımızı perdeleyecek ve emniyetimizi alacaktı. Nitekim buna uygun olarak harekete geçtik. Aşağıdaki boş köye varıncaya kadar birkaç mayınlı yeri işaretledik. Köyde gizli bir yere gömülmüş 13 kaleş bulup gerideki piyade bölüğüne gönderdik. Bundan sonra da yukarıya doğru intikale devam ettik. Sonradan öğrendiğimize göre tırmandığımız tepenin üzerindeki sırt sürekli olarak teröristlerce pusu kurulan bir yer olduğu için pusu sırtı diye biliniyormuş. Irak sınırındaki bu ıssız yerde tepeye tırmanmaya başlayınca Barutçu binbaşı bana en öndeki timin yanına gidip o tim komutanıyla birlikte en önde yürümemi söyledi. Ben de badimi yanıma alarak en öne geçtim. O sırada alay komutanı nedense bizi emniyete alan timleri de yola indirmiş. Biz bundan habersiz sağ tarafımız emniyette diye sırta doğru çıkmaya başladık. Tepenin zirvesindeki sırta 30-35 metre kala ben diğer tim komutanına ''artık hedefe vardığımızı ve tepeye çıkar çıkmaz emniyete almasını'' söyledim ve yere oturarak kendi timimi beklemeye karar verdim. Cebimden bir sigara çıkarıp yaktım ve bir nefes çektim. Daha ikinci nefesi çekmemiştim ki önümüzdeki sırttan cehennem gibi ateş gelmeye başladı. Ateş edilir edilmez hemen mevzi alıp karşılık vermeye başladım. Ateş eden teröristler bize o kadar yakındı ki silahlarının namlularından çıkan barut gazının basıncıyla savrulan taş ve topraklar kafamın üzerine yağıyordu. Bu sırada benim tim ne durumda diye sola doğru baktım. Alay komutanının ortaya çıkan bu ani durum karşısında atıl bir durumda kalmış olduğunu ve üç taburu Barutçu binbaşının sevk ve idare ettiğini gördüm. Tüm birlikleri yoğun baskı ateşiyle birlikte hücuma geçirmişti. Bu sırada ben de sıçramaya başlamıştım ki benim ismimi bağırdığını duydum. Hemen yerimden kalkarak ona doğru koşmaya başladım. Badim de arkamdan geliyordu. Teröristlere paralel olarak koşarken aynı kovboy filmlerinde seyrettiğimiz gibi yanımdan birçok mermi geçiyor ve bazıları da ayaklarımın dibine vuruyordu. Barutçu binbaşının yanına giderken yolda rastladığım ve ayakta şok durumunda olan Albayı ikaz ederek yolun kenarına yatmasını söyledim. Barutçu binbaşı bana, ''iki tim alarak sağ taraftaki tepeyi ele geçirmemi'' söyledi. Aynı yolu tekrar geriye doğru koşarak bizim taburdan iki timle beraber sağdaki hakim tepeye koşarak çıktık. Tepeye çıkarken üzerimize kanas ve biksi ile ateş eden teröristler yüzünden iki üç defa çalıların arasına suya balıklama atlar gibi atlayıp 5-10 metre süründükten sonra dışarı çıktığımızdan her yerimiz dikenlerle çizilmiş ve kan içinde kalmıştı. Nihayet çatışma bölgesine hakim ilk tepeye çıktık ve teröristleri yukarıdan ateş altına aldık. Kısa süre sonra da aşağıdaki timler sırtı almışlardı. Teröristler ise kendilerini tepeden aşağı atıp kaçmışlardı. İlk tespitlere ve terörist telsiz dinlemelerine göre 4 terörist ölmüş üçü de yaralanmıştı. Bizim personelimizin çoğunun elbiselerinde ve sırt çantalarında birçok mermi deliği olmasına rağmen şans eseri ve aynı zamanda Barutçu binbaşının liderliği sayesinde kimsenin burnu bile kanamamıştı. Bu operasyon ertesi gün de sürdü. Gerek çatışmalar esnasında gerekse diğer faaliyetlerde Barutçu binbaşı, gösterdiği cesaret ve dirayet yüzünden diğer taburların personeli tarafından da çok takdir edildi ve birlikteki saygınlığı daha da arttı. Bundan sonra Abdullah Barutçu ile karşılaştığımda o yeni tuğgeneral olmuştu. Siirt komando tugayı komutanı idi. Ben de aynı tugayın bir taburunun komutanı olduğumdan 2 yıl da orada beraber çalıştık. Ama bu sırada gördüm ki kendisi o atılgan ve cevval binbaşıdan daha ihtiyatlı ve özellikle idari konularda çok çekingen birine dönüşmüştü. İki yıl beraber çalıştıktan sonra o özel kuvvetlerin bir tugayına komutan ben de diğer tugayına kurmay başkanı oldum. Özellikle personel ve idari konularda tedirginliğinin burada da devam ettiğini gördüm. Bunu çok ta yadırgamadım çünkü AKP hükümeti ve şimdi Paralel veya FETÖ denilen çakal sürüsü, kendisini gazeteci veya aydın diye tanıtan bazı soytarı kemik yalayıcıları ile bereber TSK'ya saldırılarına ağırlık vermeye başlamışlardı. Ben dış göreve gidip döndüğümde ise durum çok daha vahim haldeydi. Ergenekon ve Balyoz olayları günün temel konusuydu. Balyoz'da ifade veren arkadaşlardan öğrendiğimize göre iddianamede benim de ismim varmış. Uzun süre beni de ifadeye çağıracaklar diye bekledim ama nedendir bilmem çağırılmadım. Bu sırada Özel Kuvvetler Komutanlığı'na Tümgeneral Yıldırım Güvenç atanmıştı. Görünüş ve tavırları itibarıyla muzip bir hiper aktif çocuğu andırıyordu. Kendisi ile çok kısa sürede iyi bir şekilde anlaşmaya başladık. Bu sırada yine aynı yerde kurmay başkanıydım. Gelecek yıl alay komutanlığına atanacaktım. Atama tarihi yaklaşırken Balyoz için ne zaman ifadeye çağrılıp kumpasa dahil edileceğimi merak ediyordum. Dahası biraz da tedirgindim. Şimdi yeniden düşününce o zaman benim başka bir kumpasa dahil edilmek üzere birlik karargahında görev yapan F.Y Alb.nin de içinde olduğu bir grubun hazırlık yaptıklarını anlıyorum. Bu şekilde göreve devam ederken bir gün Yıldırım Güvenç Paşa beni çağırdı. Odasına gittiğimde baş başa görüştük. Bana; bir süredir benim hakkımda Genelkurmay'a ve Özel Kuvvetlere bazı imzasız mektuplar gönderildiğini, bunları araştırttığında iddiaların aslının olmadığını tespit ettiğini söyledi. Bu mektuplardaki en vahim iddia benim bir okul müdürünü ölümle tehdit ettiğime dairmiş. Bir şekilde müdüre ulaşılmış ve müdür bırakın tehdidi benimle hiç karşılaşmadığını ve beni hiç tanımadığını söylemiş. Güvenç Paşa bana bu konuda şu uyarılarda bulundu. ''Mehmet, anlaşılan birileri seninle uğraşmaya başladı. Kendine dikkat et. Biz seni tanıyoruz ama bu şerefsizler her kimlerse aynı mektupları genelkurmaya da gönderiyorlar. Birlik içinden veya dışından sorun yaşadığın biri var mı?'' Ben: ''Ufak tefek sorunlar yaşamakla birlikte hiç kimseyle beni bu şekilde şikayet edecek kadar kötü bir ilişkim yok. Kimseden de şüphelenmiyorum. Bunun arkasında kişisel bir sebepten daha farklı bir şeyler olabilir.'' dedim. O da; ''Ben senin arkandayım. Sana güvenim tam. Ama bu konuyla ilgili herhangi bir şey duyarsan veya aklına bir şey gelirse hemen bana haber ver ki o kişiler hakkında gerekli işlemi yapalım dedi. O sırada çok yoğun olan Balyoz davası ile ilgili konular gündeme geldiğinde de davada yargılananlar lehine hararetle konuşuyor, bunun bir komplo olduğunu, birilerinin TSK'ya savaş açtığını söylüyordu. Ayrıca tutuklu personele yardım toplanması faaliyetini başlattı ve her ay yardım toplandı. Kendisi Aşayiş Kolordu Komutanı olunca, birkaç defa Silopi'ye geldi. Her gelişinde gün boyu dolaşırken beni de yanına aldı. Benim gözümde o vatansever bir general idi. Ondan sonra komutanlığa Abdullah Barutçu Paşa geldi. Bu göreve geldikten sonra kendisindeki endişenin paranoya denilebilecek kadar arttığını gördüm. Mesela özel konuları odasında pek konuşmazdı. Odasına böcek konularak dinleniyor olabileceğinden endişe ettiğinden özel bir konu konuşulacağı zaman binanın önündeki çimlere sandalye attırıp orada konuşurdu. Orada bile ancak karşısındakinin duyabileceği kadar alçak bir sesle ve kulağına doğru eğilerek konuşuyordu. Bana ve birlikteki birçok subaya İzmir Casusluk Kumpası kurulunca tedirginliği daha da arttı. Çok daha pasif bir şekilde davranmaya başladı. Ben emekli olmaya karar verdiğimde, birlikten ilişiğimi kesinceye kadar olan süreçte kendisinden, eskiden beri tanışıyor olmamız sebebiyle, beklediğim desteği göremediğimden ve sergilediği bazı tavırlardan dolayı o zaman çok kırılmış ancak bir şey söylememiştim. FETÖ'cü darbe gecesi de, kendi ifadesinden de anlaşılacağı gibi yine pasif bir tavır alarak kapıcı dairesine saklanmış. Binbaşı Barutçu gibi davranmak yerine Barutçu Paşa gibi davranmayı seçmiş. Bu iyi bir özellik olmayabilir ama onun FETÖ'cü olduğunu da göstermez. Ben kendisinin FETÖ'cü olduğuna kesinlikle inanmıyorum ve hatta en küçük bir ihtimal dahi vermiyorum. O dönemin kumpas furyaları içinde FETÖ'cü olduğunu bildiğimiz (Örneğin o gece öldürülen Semih Terzi gibi) ve bu gün darbe yaparken suçüstü yakalanıp hapse atılan kişilerde daha önce hiç olmayan bir öz güven ve pervasızlık vardı. Çok rahat konuşup, çok rahat hareket ediyorlardı. Eğer Barutçu Paşa FETÖ'cü olsaydı onlar gibi rahat olur, o kadar endişe etmez, dinlenebileceğini düşünerek o kadar tedbir almazdı. Bence Barutçu Paşa'yı tutuklamaları büyük bir hatadır. Belki pasif davranışları sebebiyle emekli edilebilir ama suçlanması bence tamamen haksızlıktır. Gelelim Yıldırım Güvenç Paşa'ya. Onu Barutçu Paşa kadar tanımıyorum ama genel olarak FETÖ'cü profiline uymayan biri. Ayrıca aldığım duyumlara göre FETÖ'cülerin darbe girişimini haber alır almaz hemen karşı tedbirleri almış ve hatta bulabildiği tanklarla darbecilere saldırıp imha etmeyi dahi teklif etmiş. O gece Ankara'da darbecilerin tutuklayamadığı az sayıda general ile birlikte bütün gece darbecilerle mücadele etmiş. Geçen gün kendisinin, sanırım kara kuvvetlerine gönderdiği bu yöndeki mektubunu okudum. O da mektubunda aynı şeyleri söylüyor. Kendisini çok iyi tanımamakla birlikte ben onun da FETÖ'cü olmadığına inanıyorum. Elde ettiğim bazı duyumlardan kendisinin gelecekte kuvvet komutanı olabilecek bir konumda olduğunu, bu sebeple kararlılıkla karşı durduğu bu darbe kullanılarak darbeci diye tasfiye edildiğini söyleyenler var. Herkes yanılabilir. Belki ben de yanılıyorumdur. Ama öyle bile olsa bunun bir an önce ortaya çıkarılması gerekir diye düşünüyorum. Gerçi gerçekler elbette bir gün ortaya çıkacak. Ama bu arada, aynı kumpas davalarında olduğu gibi insanların hayatları karartılacak. Giden geri gelmeyecek. İnsanlar boş yere hapislerde çile çekecek. Onun için yetkililerin bu sapla saman olayının üzerine ciddiyetle eğilmesi gerekir. Bunun için soruşturma hızlandırılarak suçsuz olanların bir an önce serbest bırakılması azıcık bir iman ve insafa sahip herkesin en temel beklentisi olmalıdır. Böylece suçsuzlar hak ettikleri adalete kavuşurlarken suçlu olanlar da hızlı bir şekilde yargılanarak hak ettikleri cezalara çarptırılabilirler. Son söz: FETÖ'cülere asla acıma gösterilmeden en ağır cezalar verilmelidir. Ancak masum insanların FETÖ'cü diye tutuklanarak bu davanın sulandırılmasına da engel olunmalıdır. Bu ülkede son on yıldır çok sayıda insan devlet eliyle haksızlığa uğratılarak mağdur edildi. Şu anda ülkede adeta bir mağdurlar ordusu oluştu. Artık ülkenin mağdur insan kapasitesi doldu. Onun için bu orduya tek bir er bile ilave edilmemelidir. Saygılar sunarım.

İlave: Ben kumpas davalarından birine dahil edildikten sonra emekli olmak için dilekçe vermiştim. Şimdi darbecilikten içeride ve birinci sicil amirim olan bir general dilekçeyi verdikten birkaç gün sonra beni çağırdı. Odasına gittiğimde ''Genkur. Personel Başkanı ile görüştüm. Senin şimdilik emekli olmamanı söyledi.'' dedi. Bu general için daha önce FETÖCÜ'dür dikkat et diye beni uyaranlar olmuştu. Ama ben kendisini üsteğmenliğinden beri tanıdığımdan ''Yok artık, daha neler.'' diyerek buna inanmamıştım. Adamla her sabah ve öğleden sonra beraber spor yapıyorduk. Gayet te iyi geçiniyorduk. Sanırım bana yardım etmek için kendi cemaatdaşlarına giderek ricada bulunmuş olmalı. Bana bunları söyleyince FETÖCÜ olduğunun doğru olduğunu anlayıp çok şaşırdım. Çünkü gidip konuştuğunu söylediği şahısın FETÖCÜ olduğunu çok kişiden duymuştum. Neden Özel Kuvvetler Komutanı olan A. Barutçu ile değil de Genkur. daki paşa ile görüştüğünü düşününce de bu sonuca vardım. Bunun üzerine ''Hayır. Ben emekli olmaya karar verdim. Sizden bu konuda hiçbir şey istemiyorum.'' deyip hemen odasından çıktım. Ben bu tepkiyi gösterdikten sonra bu adam bir daha benimle görüşmedi. Şimdi bunu düşününce daha da emin olarak diyebilirim ki; A.Barutçu FETÖCÜ filan değil. Eğer A.Barutçu FETÖ'cü olsaydı bizim komutan gider onunla konuşurdu. Çünkü Barutçu paşa benim ikinci amirim birliğin de komutanıydı.



6 Eylül 2016 Salı

Cübbeli Ahmet Hoca'nın genç bir kadınla yataktaki görüntülerini kim çekti. Cemaat ve tarikatlara sızan FETÖ'cüler. Şeytanın bile aklına gelmiyor olabilir ama acaba FETÖ'cüler devlet kadrolarına geri mi dönüyor? Hem de sessiz sedasız ve hükümet eliyle.....Cemaat ve tarikatlara sızan FETÖ'cüler.



Gizli kamerayı kim koydu?



Cemaat ve tarikatlara sızan FETÖ'cüler. Şeytanın bile aklına gelmiyor olabilir ama acaba FETÖ'cüler devlet kadrolarına geri mi dönüyor? Hem de sessiz sedasız ve hükümet eliyle.....Cemaat ve tarikatlara sızan FETÖ'cüler. FETÖ’nün Türkiye için ne büyük bir tehlike olduğu ve devletin hemen hemen tüm kurumları ile sivil yaşamdaki birçok alana nasıl sızdıkları uzun s süredir konuşuluyordu. Ancak başarısız darbe girişiminden sonra tutuklananların verdiği ifadelerden ve bu ifadelere göre devlet kurumlarından atılan memur sayılarından olayın vahametinin tahmin edilenden de büyük olduğu ortaya çıktı. Adamlar neredeyse tüm devlet kurumlarına sızmışlar. Hatta, eğer biraz daha sabretseler çok kısa süre sonra bu kurumlarda çoğunluğu oluşturabilecek duruma geleceklermiş. Sadece devlet kurumlarına da sızmamışlar. Siyasi partilere, üniversitelere, basın ve yayın dünyasına, iş dünyasına ve hatta birçok sivil dernek ve kuruluşa sızmışlar. Bunlar bilinen ve açıkça ortaya çıkan şeyler. Ancak benim bir süredir aklıma takılan ve aldığım duyumlarla bunun doğru olduğuna dair inancımı daha da güçlendiren bir yerlere sızdıklarından kimse bahsetmiyor nedense. Ya kimsenin haberi yok veya başka bir şey var ortada. Çünkü kimse bundan bahsetmiyor. Kastettiğim yerler Türkiye’de mevcut FETÖ haricindeki cemaat ve tarikatlar. Adamlar güç kazanmaları ve ülkeyi kontrol etmelerini sağlayacak her yere sızmışlarken tarikat ve cemaatlere neden sızmasınlar ki? İşte uzun süredir kafama takılan soru FETÖ'cülerin tarikat ve cemaatlere sızıp sızmadıkları, eğer sızmışlarsa ağırlıklı olarak hangilerine sızdıkları idi. Son günlerde ortaya çıkan olaylar ve aldığım duyumlar bende, FETÖ’cülerin uzun süreden beri kendileri dışındaki tüm cemaat ve tarikatlara sızdıkları düşüncesini güçlendirdi. Ama bazı tarikat ve cemaatlere daha yoğun bir şekilde sızdılar ve bu tarikat ve cemaatlerde lider konumundaki kişilerin yanına kadar yanaşabildiler. Bazı somut olaylar üzerinden düşününce, bu sızmanın ne kadar etkili olduğu daha kolay anlaşılıyor. Bir örnek vereyim isterseniz. Mit müsteşarı ve bir generalin konuşmaları yayımlanmıştı bir zamanlar. Şimdi o kaydın generalin emir subayları tarafından çantasına yerleştirilen bir böcekle yapıldığı ortaya çıktı. Zamanında bazı genelkurmay başkanlarının konuşmaları da internette yayımlanmıştı. Onları da o makamlara sızmış bazı fetöcü subayların (emir subayları vb.) koydukları böceklerle kaydedildiği tutuklanan darbecilerin ifadelerinden anlaşılıyor. Bu da gösteriyor ki bu tür kayıtlar, dinlenen kişilerin en yakınlarına kadar sızmış FETÖ’cüler tarafından yapılıyor. Peki Cüpbeli Ahmet Hoca’nın bir kadınla görüntüleri yayımlandı. Bu mantıkla bakarsak bu kayıtları sizce kim yapmış olabilir? Bence Cüpbeli’nin en yakınına kadar sızmayı başarmış FETÖ’cüler yapmıştır. Bu sadece bir örnek ve benim değerlendirmeme dayanıyor. Ama FETÖ’cülerin uzun süredir sızdıkları ve FETÖ ile AKP arasında kavganın başladığı tarihten itibaren bu sızmayı hızlandırdıkları bir cemaat var. Bu cemaat Menzilciler veya Adıyamancılar diye bilinen grup. FETÖ’cülerin bu cemaate uzun süredir sızdıklarını ancak FETÖ’nün 17-25 Aralık olaylarından sonra FETÖ'cülerin baskı altına alınmasından itibaren bu sızmanın hızlandığını ve FETÖ’cülerin çok bilinmeyen ve açığa çıkmamış elemanlarının gizlenmek için topluca bu cemaate geçtiklerini duyuyorum. Hem de birkaç kaynaktan aynı yönde duyumlar alıyorum. Bu duyumu güçlendirecek emareler de çok fazla. Mesela bu cemaatin son zamanlarda, özellikle de bir yıldan beri çok zenginleştiği çünkü FETÖ’cülerin paralarının bir kısmını bu cemaate aktardığı söyleniyor. Ayrıca, bir taraftan hükümet devlet kurumlarından FETÖ’cüleri atarken, güvenilir cemaat adamları diye bu cemaatin içine sızmış kripto FETÖ’cülerin açığa çıkan FETÖ’cüler yerine atandıklarını da duyuyorum. Bu durumun özellikle Sağlık Bakanlığı’nda hat safhada olduğu konuşuluyor. Ben iki cemaatten örnek verdim ama eminim ki bunlar tüm tarikat ve cemaatlere, hatta Adnan Hocanın kedicikleri arasına bile birilerini sızdırmışlardır. Son zamanlarda tüm tv kanallarında FETÖ yüzünden diğer cemaatlerin suçlanmaması gerektiği ve bu cemaat mensuplarının devlet kademelerinde görevlendirilmesinin hiçbir mahsuru olmadığı konuşuluyor. Acaba bu da sızdırdıkları adamların dikkat çekmemesi veya diğer tarikatlar de dağıtılırsa onlarla birlikte etkisiz hale gelmemeleri için yapılan bir FETÖ propagandası mı? Bilmem ama üzerinde düşünülmesi gereken bir husus diye düşünüyorum. Ben bu konularda henüz çok detaylı ve birincil kaynaklardan bir bilgi edinemedim ama aldığım duyumlar ve yaptığım değerlendirmeye göre FETÖ’cüler, mutasyon geçirerek ve şekil değiştirerek, kapıdan çıkarıldıkları devlet kurumlarına bacadan tekrar giriyorlar gibi. FETÖ’cüler; kendi örgütleri yok edilirken ortada var olan başka benzeri örgütleri ele geçirerek yeniden perde arkasından eski konumlarına kavuşmayı amaçlıyorlar sanırım. Ben yetkili bir kişi değilim. Bu durum karşısında bir şeyler yapabilecek imkanım yok. Ama bu durum hakkında ilgililerin dikkatini çekmek gerekiyor diye düşündüğümden bunları yazdım. Yetkili mevkileri işgal edenler yarın ‘’Bunlar da bizi aldatmışlar.’’ veya ‘’FETÖ’cüler yine bizi aldattılar.’’ demek istemiyorlarsa bu konuları araştırıp gerekli tedbirleri alsınlar. Uyarmak benden… Saygılar sunarım.



3 Haziran 2016 Cuma

Himmet parası ödeyen subaylarla ilgili haber gerçek mi?


Özel Kuvvetler Komutanlığı'nda himmet parası ödeyen subaylar.... 


Son günlerde ordunun değişik kademelerindeki subayların Cemaat'e himmet adı altında para ödediği, bunların bazılarının eşlerinin sınav yolsuzluklarına bulaştığına dair haberler yayımlanıyor. Bu haberler kendisi de emekli subay olan bazı arkadaşlar tarafından hayretle karşılanıyor. Ben ise bunun hayretle karşılanmasını hayretle karşılıyorum. Bu sebeple bu konuda değerlendirmelerimi yazmak gereği duydum.
Çalıştığım bir birlikte seçimlerde AKP 1. Parti çıkmıştı (O birlik emekli olmadan önce en son çalıştığım birlik değildi.). O zamanlar şimdi paralel dedikleri ile AKP el ele kol kola idi. AKP daha dünkü parti. O zamanlar bu günkü kadar kadrolaşması da yoktu. Bu oyların büyük kısmının cemaat bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Zaten o dönem o birlikte tabur komutanlığı yapan biri ile bir başka üst subayın cemaatçi olduğunu herkes konuşuyordu. İkisi de terfi etti her nasıl olduysa. Yani bu haberdeki iddialarda abartı olabilir ama söylenenlerin tamamen uydurma olduğu söylenemez. Burada Özel Kuvvetler dahil önemli birliklerde çalışan personelden de himmet verenler olduğu söyleniyor. İzmir Casusluk davasında Özel Kuvvetlerden her kademede onlarca kişi birlik dışına tayin edildi. Bunların neden tayin edildiği ve neden kumpas kuranlara destek olacak şekilde yetişmiş kritik personel uzaklaştırılarak yerlerine Özel Kuvvetlerle alakası olmayan veya birlik içinde o görevlere getirilmesi normalde mümkün olmayan şahısların getirildiği iyi incelenmeli. 1992 yılında, terörün en yoğun olduğu ve şimdi mangalda kül bırakmayan bazı çevrelerden bazı insanların homoseksüel raporu alarak askerden kaçmaya çalışırken (Ki bunların büyük kısmının aslında öyle olmadığı, can korkusu yüzünden canlarını kurtarmak için g....ni feda ettikleri televizyon ekranlarındaki tartışmalara bile yansımıştı. Bu olaydan sonra, TSK'nın; homoseksüel olduğu için askerlik yapamaz şeklinde hastahanelerden verilen doktor raporunu yeterli görmeyip, bu tür kişilerin çürüğe ayrılmaları için iş üzerinde iken resim çektirerek heyete sunmaları zorunluluğunu getirdi diye konuşuluyordu o zamanlar. Bu arada konumuz insanların cinsel tercihleri değildir. Burada olayın vahametini vurgulamak için konudan bahsedilmiştir. Yoksa kimin ne yaptığı veya nasıl yaşadığı beni ilgilendirmez, kendisini ilgilendirir.) gönüllü olarak, dilekçe vererek ve seçim süreçlerinde birliğe girmek ve doğal olarak terörle mücadeleye katılmak için aşırı gayret göstererek birliğe katılmaya hak kazanmış, timlerde her türlü çatışmalara girmiş, her çeşit operasyonlara katılmış ve artık çoğu binbaşı ve daha üst rütbelere gelmiş subayların nasıl casusluk kumpası bahane edilerek birlik dışına gönderildiğini iyi incelemek gerekir. Hele kritik yerlere getirilen ve kız gibi (yüksek sesle isimleri söylendiğinde bile yanakları pembeleşen) bazı kişilerin, Özel Kuvvetlerde görev yapmak için gerekli en asgari vasıfları bile taşımadıkları halde kısa sürelerle birliğe girdi çıktı yaptırılarak sonra da hangi kademelere nasıl getirildikleri de incelenirse durum daha iyi anlaşılır. Daha açık konuşayım: 2013 yılında Özel Kuvvetlerdeki Tugaylara kimler nasıl komutan olmuş sonra da paralelciler gözden düşünce daha bir yılları henüz dolmadan nasıl birlik dışına gönderildiklerine iyi bakılırsa bu iddiaların oldukça isabetli olduğu da görülecektir. 
Diğer bir husus ta şu. Herkes; o kumpaslar döneminde ve günümüzde hala, TSK içinden bu kadar bilginin nasıl alındığını, terfi sırası gelen veya kritik yerlerde çalışan kişilerin kimler olduğunun nasıl tespit edilip kumpas kurulduğunu sorduklarında hep şaşırmışımdır. Bazıları hala bu kumpasları dışarıdan yaptılar filan diyor. İş içeriden yapılmasa, en azından içeriden işbirlikçiler olmasa böyle detaylı yapılamazdı. Personeli en iyi kim bilirse işbirlikçileri de orada aramak lazım. Onun için ben derim ki o dönemde Genelkurmay ve Kuvvet Komutanlıklarının personel başkanlıklarında ve özellikle de kurmay şubelerde kimlerin çalıştığına bakılırsa durum daha kolay anlaşılır. Bir personel başkanının TSK'da paralelcilerin başı olduğu ve bunu doğru çıkarır şekilde bu kişinin paralelcilerin terör örgütü diye isimlendirilmeye başlanmalarına paralel olarak pasif bir göreve atandığını da gözden kaçırmamak lazım. Hatta bu kişinin kellesinin tam olarak koparılmamasının sebebinin de çok yüksek mevkilerdeki bir politikacının bir yakınının damadı olmasından kaynaklandığını da Ankara mahfillerinde herkes konuşuyor. Hatta geçenlerde şunu duydum. Fethullah Gülen şu anda Türkiye'de en çok Silahlı Kuvvetlere güvendiğini söylüyormuş. Neden acaba. Her kurumda darbe yedikleri halde TSK'da hala oldukça etkin olduklarından olabilir mi? Her neyse, lafı daha fazla uzatmayayım. TSK o kadar da büyük bir kurum değil, onun için herkes herkesi az çok tanır ve ne olduğunu bilir. Kimin KHO'da cemaatçilikten tutuklandığını, kimlerin kapısında nöbet beklendiğini, bunların hangilerinin cemaate fazla bulaşmamış diye atılmadığını ve bunların nasıl terfi ederek nerelere atandıklarını da bilir. Onun için bu habere şaşan subay olmaması lazım bence. 

10 Mart 2016 Perşembe

Dikkat. Önemlidir. Bu yaz PKK nerelere ve nasıl saldıracak? PKK iddia ettiği gibi saldırırsa ne olur?




Her yerde bu yaz PKK terör örgütünün büyük miktarda teröristi Türkiye'ye sokarak var gücüyle saldıracağı ve Türkiye'yi zor duruma sokacağı yazılıp söyleniyor. 
Belki PKK yöneticileri açılım sürecindeki o kadar hazırlığa rağmen operasyonlar başlayınca bu hazırlıkların büyük bir fiyaskoya dönüşmesinin yarattığı travmayı azaltmak için propaganda yapıyor olabilir. 
Eğer böyle değil de gerçekten saldırırsa bence bu PKK'nın sonunu getirecek bir hamle olabilir. 
Neden mi?
Açıklamaya çalışayım.
PKK uzun yıllardır çok küçük gruplarla ve daha çok mayın vb. türü eylemler yapıyor. Bu kadar süre içinde hayatta kalmalarının sebebi de bu. Büyük gruplarla saldırı yaparlarsa çok büyük kayıplar verirler ve bu da lider kadroyu zor duruma sokar. Bunu şuna dayanarak söylüyorum. Açılım döneminde PKK şehirlere yerleşti ve hazırlandı. Dağların içini oyup beton sığınaklar yaptı. Bu sığınakların girişlerine de Doçkalar yerleştirdi. Ancak yaz başından beri yapılan operasyonlarda bunlar çok fazla işe yaramadı. Çünkü TSK normal birliklerle operasyon yapmadı. Daha çok JÖH ve Özel Kuvvet timlerini kullandı. Özel Kuvvet timleri küçük gruplar halinde araziye sızıp hedefleri işaretleyince uçaklar buralara nokta atışları yaparak sığınakları imha etti ve önemli zayiatlar verdirdi. PKK başarılı eylemler yaptığı 90'lı yıllarda kalmış anlaşılan. Artık teknoloji çok gelişti. Uçaklar arazideki tek bir insanı kafasından vurabilecek doğrulukta bomba atabiliyor. Normal askerler pek kullanılmadığından arazide kolay hedef bulmak ta zor. Gözetleme cihazları, topçu, gece görüş sistemleri vb. alanlarda da çok büyük gelişmeler oldu. TSK, hem kendi tecrubeleri, hem de ABD'nin Irak ve Afganistan tecrubelerinden yararlanarak teknolojisini yeniledi. Taktik ve stratejisini de geliştirdi. Artık alanda daha az ama daha profesyonel unsurlarla hareket ediyor. Böylece PKK avcı değil daima av oluyor. Haziran'dan beri eski kafayla yaptıkları girişimlerde çok zayiat verdiler. Şehir planları da fiyasko ile sonuçlandı. Halk PKK'ya destek vermiyor. Sanırım devletin kararlılığını görünce PKK baskısına rağmen işbirliği yapmıyor. Yerleşim yerlerinde PKK bunu Kobani vb. direnişlerine çeviremedi. Yani PKK şehir savaşında beceriksiz. Zaten kurulduğundan beri en başarılı olduğu ve daha yoğunlaştığı alan kırsalda mücadele idi. Tüm bunlara rağmen bu baharda kitlesel olarak ülkeye girip saldırılar yaparlarsa elbette önemli miktarda zayiat verdirebilirler. Ama kendileri bu saldırılardan önce ve sonra çok daha büyük zayiat verirler. Bu da örgütü yıpratabilir. Hatta bitirebilir. Çünkü TSK, PKK'nın yapacağı kitlesel ilk eylemden sonra uluslar arası ve ulusal alanda tüm sınırlandırmalardan kurtulacak. PKK'nın üzerine ve bu arada PYD'ye de en ağır şekilde cevap verecek. Buna da ne ABD, ne Rusya nede herhangi bir AB ülkesi bir şey diyemeyecek. Ben böyle düşünüyorum. Ve eğer PKK'yı ben yönetmiş olsam böyle bir harekette bulunmam. Basıl yapacağımı da burada söylemek istemiyorum. Teröristlere akıl verecek değilim.
Saygılar sunarım.



M.Ç. 10.3.2016.