.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}
Eğitim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Eğitim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Ağustos 2023 Cuma

Türkiye'deki üniversitelerde okuyan öğrencilerin barınma (yurt) sorunu.

 Devletimiz sağ olsun, her yere mantar gibi bir üniversite dikti.

Vakıf üniversiteleri ve özel üniversiteler de oldukça arttı.

Artık biraz çalışıp da bir üniversiteye giremeyecek öğrenci yok gibi.

Bu kadar üniversite açmak doğru mu değil mi buna girmeyeceğim.

Açılan bazı özel üniversitelerinin ve taşra üniversitelerinin niteliği düşük mü yüksek mi buna da girmeyeceğim.

Bunlar olmuş artık.

Ama benim gibi yüzbinlerce ebeveynin ve çocuklarının müzdarip olduğu bir sorundan, barınma sorundan bahsedeceğim.

Malum, enflasyon her gün yeni bir zirveyi zorluyor.

Başta hükümetin yaptığı vergi ve akaryakıt zamları gibi birçok ürün fiyat artışında kıyasıya bir yarış içinde.

Ancak insanların çoğunun geliri aynı hızla artmıyor.

Sabit gelirliler, özellikle de emekliler her geçen gün daha da fakirleşiyor.

Ben de bir emekliyim ve bir çocuğum üniversitede okuyor öbürü de bu yıl başlayacak.

Şimdiden çocukların eğitimini nasıl finanse edebileceğimi kara kara düşünmeye başladım.

Özellikle de barınma masraflarını nasıl karşılayacağımı düşündükçe uykularım kaçıyor.

Ben yine de bir şekilde bunun üstesinden gelirim.

Ama asgari ücretle çalışan veya çok düşük emekli aylığı alan  aileler ne yapacak bilemiyorum.

Halbuki bu sorunu çözmek o kadar da zor değil.

Her yere gerekli gereksiz binalar yapılıyor.

Tek bir cemaati olmayan yüzlerce cami yapılıyor.

Hükümetimiz öğrenciler için yurt yapabilecek güçte.

Her şehirde okuyan öğrenci sayısı belli.

Yurtların yetersiz olduğu da ortada.

Hükümet yapmıyorsa hiç olmazsa belediyeler bu işe bir el atsın. 

Her belediye kendi sınırları içindeki üniversitelerle işbirliği yapıp ihtiyacı belirlese ve yetrince yurt yapsa çok büyük bir hizmet olur.

Ancak, sadece yurt yapmak da yetmiyor.

Üniversitede derse girdim 4-5 yıldır.

Bazı öğrencilerin tost yemeye parası yok.

Sırtına mont alamadığı için titreye titreye Ankara kışında okula gelen öğrenciler gördüm.

Öğrencilerin bur imkanları da artırılmalı.

Hem her talep eden burs alabilmeli, hem de verilen burs öğrencinin asgari ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadar yüksek olmalı.

Bunları sağlamak o kadar zor değil.

Hem zor olsa ne olur ki?

Bu sorun mutlaka çözülmeli.

Eski cumhurbaşkanlarımızdan Süleyman Demirel'in de dediği gibi; siyaset sorun çözme sanatıdır.


6 Kasım 2017 Pazartesi

Bizim yamukla işimiz olmaz kardeşim.


Oğlum Ankara'da bir Anadolu Lisesinde okuyor.
Üniversite sınavı yaklaştığı için kendisini bir dershaneye yazdırdık.
Bu yüzden okuldan sonra dershaneye gidiyor ve haftanın bazı günleri eve geç geliyor.
Dün akşam geç vakit eve geldiğinde suratı biraz asıktı.
''Ne var, ne yok? Bir sıkıntı mı var?'' diye sordum.
Anlatmaya başladı.
''Baba, geçenlerde seviye tespit sınavı yapıldı. Bu gün dershaneye gidince, herkesin aldığı nota göre yeni sınıflara ayrıldığını gördüm.''
Ben hemen lafa karıştım.
''Ne oldu? Notun düşük mü çıktı? Eğer öyleyse hiç üzülmene gerek yok. Bir daha ki sefere daha iyi not alırsın.'' dedim.
Oğlum güldü.
''Yok baba yaaaa.... Çok iyi not almışım. En iyi not alanları iki sınıfta topladılar. Ben ikinci sınıfın baştan üçüncüsüyüm. Yani aldığım not oldukça iyi.''
Ben şaşırmış bir şekilde sordum:
''Peki o zaman, bu suratın hali ne?''

Oğlum ''Uuuuffff! Çok sabırsızsın. Anlatıyorum işte.'' dedikten sonra anlatmaya başladı.
''Okuldan çıkınca dolmuşa binip Kızılay'a indim. Oradan da yürüyerek dershaneye gittim. Biraz halsiz ve yorgundum. Kapı girişine asılan duyuruyu okuyup yeni sınıfıma gittim. İçerdeki hiç kimseyi tanımıyordum. Çoğu fen liselerinden gelmiş kişilerdi. Bir sıraya oturup defter ve kitabımı çıkardım. O sırada telefonuma mesaj geldi. Ben de telefonu çıkarıp mesajı okumaya başladım. Okulda benim katıldığım felsefe kulübünden bir arkadaş göndermiş. Kulüpteki faaliyetlerle ilgili bir şey soruyordu. Ben de ona cevap verdim. O tekrar başka bir şey sorunca ben tamamen bu konuya daldım. O sırada elinde bir kitap olan, dağınık, şişman ve aynı filmlerde gördüğümüz süper zeka tiplere benzer bir oğlan yanıma geldi ve heyecanla 'Yamukla aran nasıl?' diye sordu. Ben de kafamı telefondan kaldırıp 'Ben onu tanımıyorum. Sınıfa yeni geldim.' diye cevap verdim. Bunun üzerine o çocuk suratını asarak geri döndü ve sitem ederek tahtaya doğru yürümeye başladı. 'Ne var bu kadar kızacak kardeşim. Alt tarafı bir şey soracaktım. Bir de benimle kafa yapıyorsun. İstemiyorsan adam gibi söyleseydin.' ''
Ben tekrar araya girdim.

''Vay hıyar vaaay... Ne var ki söylediğinde. Sorunlu bir çocuk herhalde. Ha bu arada, o yamuk kimse bir müddet laubali olma. Bak bakalım gerçekten yamuk mu? Ona göre konuşup konuşmayacağına karar verirsin. Bizim yamuk adamlarla işimiz olmaz. ''
Oğlum yine araya girmeme kızdı ama son söylediğim cümleyi duyunca güldü ve anlatmaya devam etti.
''Baba, sen konuyu anlamadın herhalde? Oğlan matematikte yamuklarla ilgili bir soruyu çözememiş, sınıftaki diğer öğrencilere sormuş, onlar da çözemeyince bir de bana sormak istemiş. Ben ise sınıftaki birinden bahsediyor zannettim. Oğlan söylenmeye başlayınca bende jeton düştü. Ama sınıftaki herkes gülmeye başlayınca mal gibi ortada kaldım ve biraz mahcup duruma düştüm. Ona canım sıkıldı.''dedi.

Ben, hiç bozuntuya vemeden işi şakaya vurdum.
''Boş ver oğlum. Bizim yamuklarla işimiz olmaz. İster matematikte olsun ister gerçek hayatta.''


Saygılar sunarım.

Mehmet Çanlı
6.11.2017

21 Kasım 2013 Perşembe

Öğrencisi Olduğum Hacettepe Üniversitesi Hakkında Tanıtıcı Bilgiler.

Hacettepe Üniversitesi’nin Tanıtılması.

Hacettepe Üniversitesinin kuruluş süreci uzun bir zamana yayılmıştır. Hacettepe Tıp Fakültesinin başlangıcı sayılan Çocuk Sağlığı Kürsüsü, 2 Şubat 1954 tarihinde Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesine bağlı olarak Prof. Dr. İhsan Doğramacı tarafından kurulmuştur. Hacettepe Üniversitesi, Çocuk Sağlığı Enstitüsü ve Hastanesi olarak 1957 yılında Hacettepe'de çalışmaya başlamış ve 1958 yılında da eğitim, öğretim, araştırma çalışmalarına başlamıştır. 1961’de; Hemşirelik, Tıbbi Teknoloji, Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon, 1962’de; Beslenme ve Diyetetik eğitimi veren Sağlık Bilimleri Yüksekokulu kurulmuştur. 1963’de ise; Hacettepe Sağlık Bilimleri Yüksekokulu, Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesi hâline getirilerek Temel Bilimler, Hemşirelik, Fizyoterapi- Rehabilitasyon, Tıbbi Teknoloji ve Sağlık Teknolojisi Yüksekokulları bu fakülteye bağlı olarak yeniden örgütlenmiş ve ayrıca yine Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesine bağlı Diş Hekimliği Yüksekokulu kurulmuştur. 1965 yılında Hacettepe Üniversitesi eğitim kurumlarının koordinasyonunu sağlamak amacıyla Hacettepe Bilim Merkezi ve 1966'da Hacettepe Tıp Merkezi kurulmuş, aynı yıl Hacettepe Tıp Merkezi Hastanesi de hizmete girmiştir. Bu şekilde örgütlenen ve gelişen çekirdek kuruluşlar, 8 Temmuz 1967 tarih ve 892 sayılı Kanun'la Hacettepe Üniversitesi hâline getirilmiş ve Tıp, Sağlık Bilimleri, Fen ve Sosyal Bilimler Fakülteleri ile eğitime başlamıştır. 1968 yılında Ev Ekonomisi Yüksekokulu kurulmuş ve 1969 yılında yüksekokul olarak kurulan Eczacılık ve Diş Hekimliği 1971 yılında fakülte hâline getirilmiştir. Daha sonra, kurulan yeni bölümler ve fakültelerle büyüyen Hacettepe Üniversitesi, ikinci yerleşkesini merkez yerleşkesine 20 km uzaklıkta Beytepe mevkiinde 1500 hektarlık alanda kurmuştur.
Hacettepe Üniversitesi, 1982 yılında kabul edilen 2809 sayılı Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı Kanunu kapsamında, 14 Fakülte, 14 Enstitü, 2 Yüksekokul, 1 Konservatuvar, 6 Meslek Yüksekokulu, 45 Araştırma ve Uygulama Merkezi ile faaliyetlerini sürdürmektedir.[1]
Bir devlet üniversitesi olan Hacettepe Üniversitesi’nde;            Türkçe, İngilizce, Fransızca ve Almanca dillerinde eğitim yapılmaktadır.
Üniversite’nin; Fakülte, Enstitü ve Yüksekokulları Sıhhiye, Beytepe, Beşevler, Polatlı ve Sincan olmak üzere 5 yerleşkede bulunmaktadır. Ana yerleşkelerden Ankara şehir merkezinde olan Sıhhiye Yerleşkesi 210.238 m2’lik, Beytepe Yerleşkesi ise 5.877.628 m2’lik alan üzerinde kurulmuştur.
Üniversitenin Sıhhiye yerleşkesinde Atatürk Heykeli'nin hemen yanında bir kültür merkezi bulunmaktadır. Bu merkez; 3500 m2 alan üzerine kurulmuş, ulusal ve uluslararası etkinliklere uygun özelliklere sahip bir komplekstir.[2]
Öğrenci barınma alanları olarak; Sıhhiye Yurtları, Beytepe Yurtları, Konukevleri ve Öğrenci Evleri kullanılmaktadır.[3]
Sıhhiye Kampüsü,  Beytepe Kampüsü ve Ankara Devlet Konservatuvarı içinde birer Sağlık Merkezi bulunmaktadır.
Beytepe Kampüsü Kütüphanesi, Sağlık Bilimleri Kütüphanesi ve Konservatuvar Kütüphanesi olmak üzere üç adet kütüphane bulunmaktadır.[4]
Sıhhiye Yerleşkesi, Ankara'nın ilk yerleşim bölgesi olan Ulus semti ile Hamamönü semtleri arasındaki bölgede yer alır. Bu yerleşke; Sıhhiye, Kurtuluş, Opera ve Samanpazarı'ndan 10-15 dakikalık yürüme mesafesindedir. Ayrıca 230 numaralı "Hacettepe-Beytepe Kampüsü" otobüsü ile Ankaray veya banliyö trenlerinin Kurtuluş İstasyonu'ndan da bu yerleşkeye ulaşmak mümkündür. Özel aracı ile gelecek olan ziyaretçiler ise Sıhhiye veya Kurtuluş ana giriş kapısından giriş yapabilirler. Özel araçların park etmesi için beş numaralı ücretli otopark 24 saat hizmet vermektedir.
Beytepe Yerleşkesi, Ankara Eskişehir Karayolunun 14. km' sinde yer almaktadır. Sıhhiye Yerleşkesi’nden hareket eden "230 Hacettepe-Beytepe Kampüsü" otobüsleri ile bu yerleşkeye ulaşılabilmektedir. Beytepe Yerleşkemize gelen EGO otobüsleri, yerleşke içerisinde ring yaparak seferlerini tamamlarlar.
Beytepe Yerleşkesi'nde Eğitim-Öğretimin devam ettiği dönemlerde (Güz, Bahar ve Yaz Dönemleri) her 20 dakikada bir otobüs hareket etmektedir. Ayrıca bu zamanlarda hattaki yoğunluğa bağlı olarak sefer araları azaltılmaktadır. Saat 18.00'den sonra ve tatil dönemlerinde her otuz dakikada bir, otobüs hareket etmektedir.
Beytepe Yerleşkesi'ne ulaşım için kullanılabilecek alternatif bir toplu taşıma sistemi de dolmuş taşımacılığıdır. Sıhhiye Yerleşkesi'nden Beytepe Yerleşkesi'ne gitmekte ve geri dönmektedir.
Özel araç ile gelenler ise Ankara-Eskişehir yolunun 14. km'sinde bulunan Beytepe Köprüsü ile yerleşke A ana giriş kapısına ulaşırlar. Köprüden önce "Hacettepe" yönlendirme tabelaları mevcuttur. Ana giriş kapısından girildikten 3 km sonra yerleşke içi yönlendirme levhaları size yardımcı olacaktır.
Beşevler yerleşkesi, Beşevler semtinde bulunmaktadır. Ankaray Beşevler İstasyonu'na 1-2 dakikalık yürüme mesafesindedir.[5]
Toplam Öğrenci Sayısı; 36112 ve toplam akademik personel Sayısı; 3495’tir.
Beytepe Santral Telefonu; 0312 3055050, Sıhhiye Santral Telefonu;0312 3055000’ dır.
E-Posta adresi; tanitim@hacettepe.edu.tr’dir.
Şu anda, üniversite rektörlüğü görevi; Prof. Dr. A. Murat TUNCER tarafından yürütülmektedir.
Üniversite Yönetimi; rektör ve 6 Rektör Yardımcısı, Genel Sekreter, dört Genel Sekreter Yardımcısından oluşmaktadır.
Üniversite senatosunda ise; rektör, altı rektör yardımcısı, İletişim Fakültesi Dekanı, Sağlık Bilimleri Fakültesi Dekanı V., Eczacılık Fakültesi Dekanı, Edebiyat Fakültesi Dekanı, Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı, Kastamonu Tıp Fakültesi Dekanı, Eğitim Fakültesi Dekanı, Hemşirelik Fakültesi Dekanı, Hukuk Fakültesi Dekanı, Fen Fakültesi Dekanı, Diş Hekimliği Fakültesi Dekanı, Tıp Fakültesi Dekanı, Mühendislik Fakültesi Dekanı, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı, Sağlık Bilimleri Enstitüsü Müdürü, Güzel Sanatlar Enstitüsü Müdürü, Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü, Bilişim Enstitüsü Müdürü, Nörolojik Bilimler ve Psikiyatri Enstitüsü Müdürü, Fen Bilimleri Enstitüsü Müdürü, Kanser Enstitüsü Müdürü, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Müdürü, Halk Sağlığı Enstitüsü Müdürü, Eğitim Bilimleri Enstitüsü Müdürü, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Müdürü, Çocuk Sağlığı Enstitüsü Müdürü, Nüfus Etütleri Enstitüsü Müdürü, Nükleer Bilimler Enstitüsü Müdürü, Spor Bilimleri ve Teknolojisi Yüksekokulu Müdürü, Yabancı Diller Yüksekokulu Müdürü, Mesleki Teknoloji Yüksekokulu Müdürü, Ankara Devlet Konservatuvarı Müdürü, Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulu Müdürü, Hacettepe Ankara Sanayi Odası 1. OSB Meslek Yüksekokulu Müdürü, Bala Meslek / Polatlı Teknik Bilimler / Polatlı Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulları Müdürü, Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu Müdürü, Eğitim Fakültesi Temsilcisi, Hemşirelik Fakültesi Temsilcisi, Hukuk Fakültesi Temsilcisi, Eczacılık Fakültesi Temsilcisi, Edebiyat Fakültesi Temsilcisi, Fen Fakültesi Temsilcisi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Temsilcisi, Sağlık Bilimleri Fakültesi Temsilcisi, Tıp Fakültesi Temsilcisi, Güzel Sanatlar Fakültesi Temsilcisi, Diş Hekimliği Fakültesi Temsilcisi, Mühendislik Fakültesi Temsilcisi, iki Araştırma Görevlisi Temsilcisi, Öğrenci Temsilciler Konseyi Başkanı ve Uluslararası Öğrenci Temsilcisi görev yapmaktadır.
Yönetim kurulu ise rektör dâhil toplam 28 kişiden oluşmaktadır.[6]
Hacettepe Üniversitesi; Farabi Programı, Mevlana Değişim Programı ve Erasmus programına üyedir.
Farabi Değişim Programı; Yükseköğretim Kurumları Arasında Öğrenci ve Öğretim Üyesi Değişim Programı, üniversite ve yüksek teknoloji enstitüleri bünyesinde ön lisans, lisans, yüksek lisans ve doktora düzeyinde eğitim-öğretim yapan yükseköğretim kurumları arasında öğrenci ve öğretim üyesi değişim programıdır.[7]
Mevlana Değişim Programı, yurtiçinde eğitim veren yükseköğretim kurumları ile yurtdışında eğitim veren yükseköğretim kurumları arasında öğrenci ve öğretim elemanı değişimini gerçekleştirmeyi amaçlayan bir programdır.[8]
Erasmus programı, Hayatboyu Öğrenme Programına dâhil ülkeler olan Avrupa Birliği üyesi 27 ülke, Avrupa Birliği’ne (AB) üye olmayıp Avrupa Ekonomik Alanı üyesi İzlanda, Lihtenştayn,
Norveç, İsviçre ve Avrupa Birliğine üye olmaya aday Türkiye ve Hırvatistan Yükseköğretim Kurumlarının istifadesine açık bir değişim programıdır.[9]
Türkiye’nin en köklü üniversitelerinden biri olan Hacettepe Üniversitesi eğitim ve öğretim hayatına, her geçen gün daha da gelişerek ve güçlenerek devam etmektedir.





[1] http://www.hun.edu.tr/hakkinda/tarihce, Son erişim tarihi: 16.11.2013.
[2] http://www.kulturmerkezi.hacettepe.edu.tr/, Son erişim tarihi: 16.11.2013.
[3] http://www.hun.edu.tr/yerleskede-yasam/barinma, Son erişim tarihi: 16.11.2013.
[4] http://library.hacettepe.edu.tr/,Son erişim tarihi: 16.11.2013.
[5] http://www.hun.edu.tr/hakkinda/ulasim, Son erişim tarihi: 16.11.2013.
[6] http://www.hun.edu.tr/hakkinda/universiteyonetimi, Son erişim tarihi: 16.11.2013.
[7] http://www.farabi.hacettepe.edu.tr/nedir.shtml, Son erişim tarihi: 16.11.2013.
[8] http://www.mevlana.hacettepe.edu.tr/, Son erişim tarihi: 16.11.2013.

22 Ekim 2013 Salı

Cani mi, yoksa deli mi?


Bir öğretmen 2 aylık gayrı meşru çocuğunu evde yalnız bırakarak 9 günlük bayram tatiline gitmiş. 

Dönüşte çocuğu doktora götürünce çocuğun açlıktan öldüğü ortaya çıkmış. 

Öğretmen bayan akli dengesinin yerinde olup olmadığının tespiti için ilgili mercilere sevk edilmiş.

Haberin özeti bu.

Detaya gerek duymadan bile oldukça ürpertici.

Çocuğu okula giden anne ve babalar için ise aynı zamanda da korkutucu.

Sağlık muayene sonucu nasıl çıkarsa çıksın fark etmez.

Anne öğretmen, psikolojik olarak rahatsız ise nasıl öğretmenlik yapıyor?

Yok akli dengesi yerindeyse bu sefer kadın acımasız katil.

Bu durum ise birinci durumdan bile daha tehlikeli.

Milli eğitim bakanlığı ne iş yapar?

Ana okulundan itibaren çocuklarımızı teslim ettiğimiz öğretmenlerin sağlık durumları kontrol ediliyor mu?

Sadece akli dengesi değil.

Salgın hastalığı tespit edilen öğretmenler iyileşene kadar görevden uzaklaştırılıyor mu?

Biz çocuklarımızı okula eğitim ve öğretim alsınlar diye gönderiyoruz.

Psikolojileri ve sağlıkları bozulsun diye değil.

Öğretmenler çok önemli.

Milli eğitim bakanlığı silahlı kuvvetlerde subay-astsubaylara uygulandığı gibi öğretmenlere; hem mesleğe girişte, hem de her dönem başlangıcında yılda iki defa tam teşekküllü hastahanelerden periyodik muayene raporu aldırmalıdır.

Bu raporu alamayan öğretmen öğretmenlik yapmamalıdır.

Tabii aranan sağlık koşulları mesleğin özelliğine göre belirlenmelidir.

Yoksa bu durum büyük çoğunluğu cefakar ve saygıdeğer öğretmenlere eziyet etmek için bir araç haline getirilmemeli.

Bu rapor öğretmenler için de faydalı olur.

Sağlık durumlarını sürekli takip etmiş ve muhtemel hastalıklara erken tedbir almış olurlar.

Alınacak tedbirler bununla da kalmamalı.

Eğitim sistemimizin sınav maratonuna dayalı yapısı hem öğrencilerin hem de öğretmenlerin psikolojik baskı altında kalmasına sebep olmaktadır.

Öğrenciler de öğretmenler gibi zaman zaman psikolojik desteğe ihtiyaç duyabilirler.

Okullarda, gerek öğrencilere gerekse öğretmenlere yardımcı olmak üzere psikolojik danışman istihdam edilmelidir.


Devlet milletin kendisine teslim ettiği evlatlarını korumak zorundadır.

Çocuklar ve gençler bir ülkenin geleceğidir.

Ülkenin geleceği akli dengesi bozuk tek bir kimsenin bile eline teslim edilemez.

Saygılar sunarım.

8 Ekim 2013 Salı

Türkiye’de resim sanatı neden gelişmiyor? Resim öğretmenlerinin genel sorunları nelerdir?


 Daha önce bu sayfalarımızda sanat ile ilgili konulara da yer vereceğimizi söylemiş ve resim nedir konulu bir yazı yayımlamıştık. Şimdi bu yazıların ikincisini yayımlıyoruz. Bu yazı, temel bir konuda, resim sanatının kitlelerce sahiplenilmemesi ve bunun bir sonucu olarak ülkemizden uluslararası üne kavuşmuş pek çok fazla ressamın çıkmamasının da sebepleri ile ilgili.
Bu arada sesini bir türlü duyuramayan resim öğretmenlerinin sorunlarını da yansıtıyor.
Yazıyı aşağıya sunuyorum.
Faydalı olması dileğiyle.

Okullarda verilen resim eğitiminin, dolayısıyla da ülkemizde bulunan resim öğretmenlerinin pek te önemsenmeyen birçok sorunu bulunmaktadır. Bu sorunlar aynı zamanda Türk resim sanatının da sorunlarının kaynağı durumundadır.
Peki, nedir bu sorunlar?
Müsaadenizle aşağıda kısaca anlatmaya çalışacağım.
İlk ve en önemli sorun resim dersinin haftada bir ders olması.
Tam olarak, resim dersinin haftada 40 dakikaya sığdırılmasıyla başlıyor bütün problemler…..
Burada zaten işe 1-0 mağlup başlıyoruz.
Arkası da bununla geliyor doğal olarak. Çünkü sorun buradan başlıyor. Resim haftada bir saat olunca önemsenmiyor haliyle. Ne öğrenciler, ne aileler hatta ne de diğer eğitimciler tarafından.
Bu durum velilerle yapılan görüşmelerde de kendini gösteriyor haliyle. Çocuğunun durumunu görüşmek için gelen velilerin büyük bir çoğunluğu; ‘’Ben resim öğretmeniyim.’’ Deyince çocuğun durumunu sormaya dahi lüzum görmüyor, arkasını dönüp diğer ders öğretmenlerine doğru gidiyor.
Öğrencilerde de; hiç bir şey yapmasam bile yılsonunda nasılsa karneme 5 gelecek duygusunun rahatlığı var. Burada okul idarelerinin ve eğitim sisteminin de hatası var tabii ki. Hem 40 dakikaya sığdırıyorlar resim dersini, hem de yılsonunda sergi yap, kimseye düşük not verme baskısı var her yerde. Resimden de kalınır mıymış anlayışı da cabası. Tamam! Herkeste resim yeteneği olmayabilir. Resim yeteneği yok diye çocukların düşük not alması doğru değil. Ama kimde yetenek var anlaşılamıyor çoğu zaman. Çünkü ilgi yok, çaba yok, malzeme getirip derste bir şeyleri uygulayarak öğreneyim diye bir düşünce yok.
Şimdi böyle söyleyince herkesi suçluyor gibi bir duruma da düşmek istemem. Bazı aileler her şeye rağmen ilgili, bazı çocuklar da öyle. Zaten bunların morali ile bir şeyler yapmaya çalışıyor resim öğretmenleri. Hatta bazı yerlerde ilgili aile ve öğrenci daha fazla olabiliyor diğer yerleşim yerlerine göre. Bunları da bir yere kadar normal karşılamak mümkün. Çünkü sistem eğer bir şeyler dayatıyorsa ailelerin de yapacağı pek bir şey yok. Bu sınavlı okula giriş sisteminde herkes çocuğunun ağırlık puanı daha yüksek olan derslere yönlenmesini istiyor.
Resmin tek sorunu eğitim sistemindeki bu durum da değil. Muhtemelen dini veya kültürel sebeplerle, belki insanların geçim derdine düşmüşken diğer üst seviye ihtiyaçları düşünememesiyle de bağlantılı olarak insanlar resim almıyor, evlerine ve işyerlerine resim asmıyor. Pazarı olmayınca da resim yapılmıyor çok fazla. Bu sebeple resim insanı geçindirecek bir iş olarak değil aman ancak bazı ilgili ve gelir durumu iyi insanların hobisi olarak görülüyor. Ama eğer resim alımı arsa bu işe ilgili binlerce insan çıkacak ve bunların arasından da birkaç tane dahi çıkıp Türk resminin dünya çapında tanınmasına ve etkili olmasına vesile olacak.
Bu temel sorunlar yanında koskoca bir ulusun resim gibi önemli bir görsel sanat dalında geleceğini hazırlayan resim öğretmenlerinin de önemli sorunları var. Bu sorunlarda aslında yukarıda saydığım hususlarla bağlantılı.
Ders saatleri az olunca bir okulda 15 ders saatini dolduramıyorlar çoğu yerde ve bu sebeple okul okul geziyorlar bunu doldurmak için. Norm fazlası olup ta aynı şeyi yaşamaları da sıradan bir durum neredeyse.
Dersine önem verilmemesi ve kimse tarafından öğretmen olarak ta önemsenmemek bir yana, üzerine bir de bugelince resim öğretmeni olmak oldukça zor bir şey genel kanının aksine.
Ama biz de kendimizi avutacak bir şeyler buluyoruz, bulmazsak hiç olmayacak çünkü.
Mesela; her öğretmen ve öğrenci bir gün olur okuldan ayrılır ve okul kayıtlarındaki isminden başka bir iz bırakamaz geride. Matematik problemini çözüp çerçeveletmek çok olacak şey değil doğrusu. Ama her resim öğretmeni okul duvarlarını süsleyen resimler bırakır arkasında. Bu resimleri yapan öğrenciler de öyle.
Herkes gelip geçicidir bu dünyada. Herkes bir yerlere gider. Herkes ölür.
Ama arkasından kalıcı bir şeyler bırakanlar yaşar yıllarca.
Resim öğretmenlerinin de yaptığı ve öğrencilerine de yaptırmaya çalıştığı,  tam olarak budur aslında.
Bu kadar söz söylememe bakıp sakın yanlış anlamayın.
Biz resim öğretmenleri çok şey istemiyoruz.
Bizim istediğimiz bir avuç mutluluk.
Yoğun bir maratona benzeyen eğitim yaşamında bunalan öğrenciye ve zor hayatın şartlarında yıpranan insanımıza bir tutam keyif sunmaktır  tek endişemiz.
Hoşça kalın.
Sanatla kalın. 

Saygılar sunarım.

30 Eylül 2013 Pazartesi

Alfabede yapılması düşünülen değişiklik ve harf inkılabı.


     Alfabeye üç harf (q, x,w) ekleneceği ile ilgili haberler çıkalı beri konu kamuoyunda tartışılmaya devam ediyor. Karşı olanlar haklı olarak bu değişikliğin yapılma sebebindeki bölücü mantık yapısından dolayı değişikliğe karşı çıkarken değişikliği destekleyenlerin ise bir kısmı biat mantığının gereği olarak, diğer önemli bir kısmı ise kalemleri zaten hükümet tarafından doğrudan veya dolaylı olarak satın alındığından ''hükümet ne yapıyorsa doğrudur'' havası içinde tam destek vermektedir. Yaptıkları sadece bunu haklı göstermek için uygun bahaneler bulup toplumu bunun ne kadar iyi bir değişiklik olduğunu inandırma çabası gibi görünmektedir.
      İşin ilginç yanı da, harf ilavesinin temel itiraz kaynağı bunu yapma sebebi iken, başta Emekli görevlisi olan ve şu anda Amerika'da yaşayan Fethullah Gülen'in etrafında oluşmuş olan ticari grupların basın organlarında yazan yazarlar olmak üzere bazılarının bunu hemen harf inkılabına getirerek, bu inkılaba ve dolayısıyla Atatürk'e dolaylı yoldan saldırma vesilesi yapmaya çalışmalarıdır. Bu şahıslardan birinin yazısı özellikle dikkatimi çekti. Bu şahıs amacı Cumhuriyete ve Atatürk'e saldırmak olduğundan olsa gerek konu ile ilgili ''Çankaya'' gibi kitapları da okumuş, buradan amacına hizmet ettiğini düşündüğü bazı paragrafları, İsmet İnönü'nün bazı konuşmalarını ortaya attığı iddialarına örnek göstermiş. Aklınca çok mantıklı bir kurgu ile anlatmak istediğini satırlara dökmüş.
      Peki ne diyor bu kişi? Kısaca özetleyeyim. Harf inkilabını yapanlar milleti kandırmışlar. Asıl niyetleri başka iken bunu başka türlü anlatmışlar millete.  “(Arap harfleri) Bizi teokrasinin (yani şeriatın) külliyatına ve fikir yeraltlarına doğru sürüklüyordu./Yabancıların dilimizi öğrenmelerini ve bizi tanımalarını adeta imkânsız kılıyordu. Yeni harflerin kolay öğrenilip modern basım tekniğinin yollarını açtığı belirtildikten sonra bunun tersine olarak; ''Bizi teokratik külliyatından (dinî eserler) ve fikir yeraltlarından bir darbede ayırmıştır. GERİYE DOĞRU UZANAN KÖPRÜYÜ DİNAMİTLEYİP ATMIŞTIR. / Yabancıların dilimizi kolayca öğrenmelerini ve ekalliyetlerin millet bünyemize girmelerini kolaylaştırmıştır.”, “Kargacık burgacık Arap harflerini bir türlü sökemeyen halk, şimdi güldür güldür okumaya başladı!” diyorlarmış.
     Bunlar; bir dönemin geçmişe küfrederek kendini temize çıkaracağına dair cinnetin tezahürü imiş. Birisi de çıkıp ‘O kargacık burgacık dediğin harflerle Çanakkale’yi ve İstiklal Savaşı’nı kazandık, yeni ‘Türk’ harfleriyle hangi başarınız var?’ sorusunu aşketse suratınıza, ne cevap vereceklermiş. Ayrıca İnönü’nün yıllar sonra hatıralarında da itiraf ettiği gibi bunlar birer bahaneymiş. Doğru cevap, “bizi geçmişe bağlayan köprülerin dinamitlenmesi”ymiş. İnönü de o kaypak diliyle şöyle itiraf etmiş bunu: “Harf inkılabı bir okuma yazma kolaylığına bağlanamaz. Harf inkılabının bizde tesiri ve büyük faydası, kültür değişmesini kolaylaştırmasıdır.” 
    Önce İnkilabı yapanların amaçlarını gizlemek için farklı şeyler söyleyerek milleti kandırdığını iddia eden bu kişi daha sonra ise fikir değiştirmektedir. ''Eğip bükmeden söylemişler: Mesele okuma yazma kolaylığı değil, hâlâ anlamadınız mı?'' diyerek okuyucularını ''Siz safsınız, anlamıyorsunuz, ama bakın ben çok akıllıyım, bunu çözüverdim. Gerçekler ortada artık siz de anlayın.'' demeye getirmektedir.
     Bu kadar ispat yetmemiş tabii. Bir de Cumhuriyet'ten genel olarak övgüyle bahseden bir tarihçiden örnek vererek; ''Bakın! Mango bile bunu benim söylediğim gibi anlatıyor.'' diyerek sanırım kendisi de pek inandırıcı bulmadığı iddialarını kuvvetlendirmeye çalışmış. Yazıya şöyle devam etmiş: ''Mango “kral çıplak” diyor. O cümleye siz de takıldınız mı bilmiyorum. Hani şu azınlıklar Arap harflerini okuyamadıkları için bizimle bütünleşemiyorlardı, şimdi biz onların bildikleri Latin harflerine geçince artık milli bünyemize girecekler, iddiası…Bence bu itiraf çok mühim. Zira Medeni Kanun’da olduğu gibi azınlığı çoğunluğa uyduramayınca çoğunluğu azınlığa tabi kılma ilkesi işlemiş burada da. Medeni Kanun, şeriata tabi olmak istemeyen azınlık ve Levantenlerin hukuklarına Müslüman çoğunluğu tabi kılma uygulamasıydı ve Lozan’da dayatılmıştı. Harf inkılabında da özellikle ekalliyetlerin milli bünyeyle bütünleşmesi üzerinde durulması ilginç. Bu noktaya Andrew Mango da dikkat çekmiş. Diyor ki: “Dil ile alfabe birbirinden ayrılmazdı: Türkçe konuşan Karamanlı Rumlar Yunan harfleriyle yazarlar, Ermeni ve Museviler de kendi alfabelerini kullanırlardı. Latin harflerinin kabulüyle birlikte Türkler, Hıristiyan Batılılarla aynı safa (kampa) konulmuş oldu.” Mango’ya göre “böylece gavurların alfabesi vatansever, milliyetçi Türklerin alfabesi haline geldi”.
Bu arada hızını alamayan yazarımıza göre, aslında harf inkilabında ''q'' harfinin de alfabeye alınacağını, ama Atatürk'ün, Latin harflerinin büyük harfle yazılışını bilmediği, Büyük harf yerine küçük harflerin boyunu daha büyük yazarak kullandığını, Kemal ismini  ''k'' harfiyle yazınca ''k'' nin yazılışını ''q'' nun yazılışından daha güzel bulduğu için ''q'' harfini alfabeden çıkardığını, bazı kişilerin hatıratlarına atıf yaparak iddia etmiş.Eğer Atatürk q harfinin büyük hali olan Q’yü bilseymiş yarın Başbakan Erdoğan bu ilaveyi yapmak ihtiyacını durmazmış. 
     Bu arkadaş konuyu bir şekilde yine Sultan 2'nci Abdülhamit'e getirmiş. Abdülhamit bu arkadaşlara göre kutsal bir kişilik herhalde ondan örnek vermeden duramamış.  Yazısına şöyle devam etmiş: Geçenlerde bir yarışma programında “Harf Devrimi’ni yapmayı düşünen padişah hangisidir?” benzeri bir soru yöneltilmiş. Meğer doğru cevap, “II. Abdülhamid” imiş. İddia, Sultan Abdülhamid’e ait olduğu iddia edilen “Siyasî Hatıratım” adlı kitaba dayanıyor. Güya demiş ki: “Yazımızı öğrenmek pek kolay değildir. Bu işi halkımıza kolaylaştırmak için belki de Latin alfabesini kabul etmek yerinde olur.”  Ali Vehbi Bey adlı kim olduğu bilinmeyen biri tarafından Fransızcaya çevrildiği söylenen bu kitabın Osmanlıca aslı bulunamadığı gibi metnin kendisinde de şüpheleri davet eden pek çok nokta mevcut. İçerisinde ona ait olduğunu söyleyebileceğimiz bazı parçalar mevcutsa da, bunlar “Abdülhamid’in hatıratı” olduğunu göstermez. (Bütün Abdülhamid hatıratlarının uydurma veya en azından şüpheli olduğunu gösteren Ali Birinci’nin Divan dergisindeki makalesi mutlaka okunmalı.). Ayrıca bir sözün “siyak ve sibakını” da göz önünde tutmak gerekmez mi? Uzun süren saltanatı sırasında Latin harfleri için kılını kıpırdatmamış birinin tahttan indirildikten uzun zaman sonra bunları söylemesinin manası nedir? Kusura bakmayın ama devlete bağlamak için o kadar çaba sarf ettiği Arapları harf inkılabı yapsaydı kaç gün yönetiminde tutabileceğini bilemeyecek kadar saf biri değildi Sultan Hamid. 
     Yazıyı okuyunca ne diyeyim, bu yazıdaki hangi saçmalıkları, nasıl anlatayım diye uzun süre düşündüm. Yaız hem esas günden konusu haricine çıkarak, başka meselelere daldığından, hem yalan yalnış bir değerlendirmeyle amaçlı seçilmiş cümlelerle bir propaganda mantığıyla yazıldığından, yazının mürekkebinin kandan olduğu ve artık gizleyemediği bir nefreti ortaya koyduğundan, yazarın fikirlerinde ve anlatımında kendi kendisiyle de çelişkiye düştüğünden, ben çok okudum araştırdım edasıyla kitap isimleri vererek çok bilgili imajı verirken aslında tarihten haberi olmadığı çok belli olduğundan ve daha da sayabileceğim birçok sebepten dolayı nasıl bir cevap yazacağımı tam olarak bilemedim. Ama bir yerden de başlamak lazım.
     Önce yazarın üslubunu kınadığımı belirtmek isterim. Şu anda kendisi gibi insanların temsil ettiği düşünceleri temsil eden bazı insanlar Kurtuluş Savaşı esnasında; din elden gidiyor diyerek, yunan ordusu hilafet ordusudur diyerek isyanlar çıkarıp, Yunanlıların ve Ermenilerin daha çok toprağımızı işgal etmesine, İngiliz, Fransız ve İtalyanların daha uzun süre ülkemizi işgal etmesine, bunların milletimizin namusuna, canına ve malına daha uzun süre tecavüz etmesine sebep olurken, işgal orduları ve İstanbulda'ki Damat Ferit gibi şerefsizlerin dizinin dibinden ayrılmayıp kendi çıkarlarını korumak peşine düşerken o kaypak dilli dediğiniz İnönü hayatını ortaya atarak Kurtuluş Savaşına katılmış ve Batı Cephesinde savaşıyordu. Siyasi olarak kendisini beğenmeyebilirsiniz, devlet adamlığını eleştirebilirsiniz ama ona hakaret etme cüretini gösteremezsiniz. Çünkü o sizin takip ettğiniz kişi gibi götü sıkışınca Amerikaya veya başka bir ülkeye kaçmadı, cepheye koştu. Sizin niyetinizi biliyorum Atatürk'ü; ondan ne kadar nefret etseniz de açık açık eleştiremiyorsunuz. Çünkü güneşin balçıkla sıvanamayacağını siz de biliyorsunuz. Ama onunla beraber mücadele etmiş olan İnönü sizin bu çaresizliğinizi telafi edeceğiniz bir simge gibi görünüyor size. Ama bu yanlış bir yoldur. Yeri geldiğinde; ''Bu ülkenin seçilmiş başbakanını astılar diye konuşmasını biliyorsunuz. Ama aynı şeyi, hem de daha kötüsünü siz yapıyorsunuz. İsmet İnönü tartışmasız bir savaş kahramanıdır. Bu ülkeyi başbakan ve cumhurbaşkanı olarak yıllarca yönetmiştir. Bu makamlar ona babasından miras kalmamış, bu makamlara o da seçimle gelmiştir.
      Ama ben yine de sizi anlıyorum. Bir defasında Şırnak bölgesinde bir operasyondan dönüyorduk. Ben timimle birlikte dönen birliklerin emniyetini sağlamak için geride kalmıştım. Birliklerin büyük kısmı emniyetli bölgeye gelince bana da çekilmem emredildi. Tam hakim araziden aşağıya, düzlüğe inmiştik ki teröristler tarafından çok yoğun bir ateşe maruz kaldık. Bulunduğumuz yer ne bir ağaç, ne bir engel, ne bir çukurun bulunmadığı dümdüz bir yerdi. Bir yanımız açık olsa sorun yok, her yerimiz açıktı. Bir yandan teröristlere ateşle karşılık verirken bir yandan da tim personeline, sıçramalarla emniyetli bölgeye çekilebilmemiz için emir komuta etmeye çalışıyordum. Bir ara burada kesin vurulacağız diye düşündüm. Emniyetli bölgeye giden birlikler ateşle bizi desteklemeye başlamışlardı ancak biz aşağıda, açık ve düz bir arazide, teröristler de tepemizde kayaların arasındaydı. Bu hengame içinde, önüme siper edebileceğim, hiç olmazsa vurulursam da başımdan vurulmamı önleyecek bir taş varsa önüme koyayım diye etrafıma bakındım. Ölürsem cenazeme bakabilsinler, yüzüm parçalanmasın diye düşünüyordum. Ama etrafımda en büyük taş ancak yumruk büyüklüğündeydi. Her yerimiz açık ve savunmasız idik. İnsan inanın o durumda kendini çok çaresiz hissediyor. Ancak gerek iyi bir eğitim almamız, gerek daha önce de bir çok çatışmalara girdiğimizden tecrübeli olmamız ve gerekse benim sorumluluğum altında olan personelimi sağ salim bu hengameden çıkarmam gerektiği düşüncesi sebebiyle (bu arada imdadımıza yetişen havan, top ve Kobra ateşinin desteği altında çatışarak, hiçbir zayiat vermeden, hafif sıyrıklarla hepimiz emniyetli bölgeye çekildik) metanetimi korudum.
     Şimdi bu yazar gibi şahısların durumunu benim o günkü durumuna benzetiyorum. Bu insanlar çaresizler. Çünkü sadece bir yerleri açıkta değil, her yerleri açıkta ve düşman diye belledikleri insanlar da onlardan çok yüksek bir konumdalar. Hem benim durumumda olduğu gibi sadece rakımsal bir yükseklik değil. Milletin sevgisi ve minneti açısından, gösterdikleri vatanseverlik ve cesaret açısından, ortaya çıkardıkları eser ve başarıları açısından yani her açıdan bu adamlardan daha üstünler. İşte bu yüzden doğrudan mücadele edemiyorlar, yan yollara sapıyorlar, dini alet etmeye çalışıyorlar, vs, vs.
     Gelelim diğer konulara....Yazar diyor ki harf inkılabının amacı gizlendi, amaç batı medeniyetine geçmek ve bunun için geçmişle bağları koparmaktı. Demek ki bu şahıs hiç kitap okumamış. Okulu da herhalde tarih derslerini kopya çekerek bitirdi. Bu konu hiçbir zaman gizlenmedi ki. Atatürk'ün bütün konuşmalarına bakın, hep batıyı hedef göstermiştir. Bütün inkılaplar ülkeyi batılılaştırmak amacıyla yapılmıştır. Onun deyimiyle muasır medeniyetler seviyesine çıkarmaktır amaç.Kimdir bu muasır medeniyetler? O Abdülhamit'in çok değer verdiğini söylediği Araplar değil herhalde. Bunu anlayamadıysa bu elbette ki kendi kusurudur.
     Yazar, bir yandan amaç gizlendi diye konuşurken öte yandan; ''Aslında amaçlarını açık açık söylemişler, ben bunu anladım, çünkü çok akıllıyım, hem çok ta kitap okuyorum, ama siz bir türlü anlamıyorsunuz. Size de ben anlatıyorum, anlayın artık!''  diyerek kendisiyle de çelişkiye düşmüştür.
     Her nasılsa yazarımız dil konusundan birden bire medeni hukuk konusuna gelmiş, ama bunu bilinçsizce değil, maksatlı şekilde, konuları çarpıtmak için yapmıştır. Sözde hukuk alanında olduğu gibi ecnebi azınlıklar için şeriat kanunlarını bırakıp medeni hukuku nasıl almışsak alfabede de Müslüman Arap kardeşlerimizin alfabesini bırakıp ecnebilerin Latin Alfabesini de öyle almışız. Yani aynı teraneye gelip duruyor. Alfabe değişiyor, Din elden gidiyor! Bu insanların bu mantık garabetine bir türlü alışamadım. Arap alfabesi Müslümanların alfabesi değildir, Arapların alfabesidir. İslamiyetten önce de yüzyıllarca  kullanılmıştır. İllaki dini bir anlam katmaya çalışırsak; Araplar bu alfabeyi kullanmaya başladıklarında putperest idiler. Bu anlamda baktığımızda Latin alfabesi de ancak Arap alfabesi gibi herhangi bir dine mal edilemeyecek bir alfabedir. Dolayısıyla biz; Mango da dese, başkası da dese gavurların alfabesini almadık. Latinlerin alfabesini aldık. Alfabe din ile değil dil ile ilgili bir şeydir. 
     Burada diğer bir çelişkiyi vurgulamak istiyorum. Alfabe alınırken çoğunluğun (Müslüman-Türk) azınlığa tabi olma ilkesi izlendiği savunuluyor. Ben bunu anlayamadım. Hangi azınlık Latin alfabesi kullanıyormuş ki? Rum azınlığın, Yahudilerin, Ermenilerin, Asuri vb. küçük grupların bile Latin alfabesinden farklı kendi alfabelerini kullandığını herkes biliyor, yazının devamında Mango'dan bu durumu anlatan bir alıntı yaptığına göre, yazarın da biliyor olacağını düşünüyorum. Peki çoğunluğun feda edildiği ve Latin alfabesi kullanan bu azınlıklar kimdir? Ben bilmiyorum. Yazar da bilmiyorsa o zaman okuru salak yerine koyup sallıyor diye aklıma geliyor. Hani biz okuduğumuzu değerlendirmez, eleştirmez, direkt inanırız, ne de olsa onun kadar akıllı ve bilgili değiliz ya!
     Hem var olmayan gayri Müslim ve gayri Türk bir azınlığa uymak için Latin alfabesini aldığımızı söyleyen ve bunu eleştiren bir yazar nasıl olur da biraz sonra Türk olmayan başka bir unsuru hoş tutmak düşüncesi ile Abdülhamit'in Arap alfabesini değiştirmek istemeyeceğini söyler ve bunu haklı bir davranış olarak görür, anlamak zor. 
     Üzülerek söyleyeyim ki yazar da benim o anlattığım olayda yapmaya çalıştığım gibi bir şeylerin arkasına sığınma ihtiyacı içinde yazmıştır. Ben nasıl fazla bir örtü bulamadıysam o da bulamamış (olmadığından mı, uğraşmaya değer görmediğinden mi, yoksa sadece tembellikten mi bilemem) ve iki üç kitap bulup bunların arkasına geçerek ateş etmiş hedefine. Ama bu da bir yazar için üzücü bir durumdur. Halbuki birkaç kitap daha okusa, yada lisede ve üniversitede tarih derslerini biraz daha dikkatli dinlese burada yaptığı hataları yapmazdı. Dil inkılabı Cumhuriyette ortaya atılan bir konu değildir. Arap alfabesinin Türkçeyi ifade etmekte yetersiz kaldığı çok eskiden beri söylenmektedir. Bu eksikliği gidermek için çare arayışları Osmanlı zamanında da bazı girişimlere yol açmış, Arap harfleri değiştirilerek, ç gibi bazı harfler uydurularak, hatta yazım kurallarında sadeleştirme yapılarak çareler üretilmeye çalışılmıştır. 
     Yazarımızın Türk düşünce tarihi ve yenilik hareketlerinden de haberi yok gibi görünmektedir. Daha 4'ncü Murat zamanında başlayan, sorunlara köklü çözüm bulunması yönündeki çabalar 3'ncü Selim'den sonra büyük bir ivme kazanmıştır. Buna paralel çeşitli siyasi/düşünce akımları ortaya çıkmıştır. Batıcılık diye tarif edilen ve Atatürk tarafından nihai olarak gerçekleştirildiğini söyledikleri düşünce o peygamber gibi gördükleri Osmanlı Padişah tarafından benimsenerek uygulanan bir düşünce sistemidir. Son dönem Osmanlı padişahlarının çoğu batılılaşma taraftarı ve yenilikçidir. Bu konuların din ile, inançla doğrudan bir alakası yoktur. Yıkılan bir imparatorluğun yıkılmasını, yok olmaya sürüklenen bir milletin yok olmasını engellemeye yönelik olarak düşünülen hal çarelerinin bir tezahürüdür. Bu konularda yazı yazan, hem de oldukça fazla sayıda basılan bir gazetede yazan bir yazarın bir laf söylemeden önce, eğer konuyu bilmiyorsa biraz araştırma yapması gerekirdi. En azından; Osmanlıcılığın, Batıcılığın, İslamcılığın ve Türkçülüğün ortaya çıktığı ve etkin olduğu dönemlere bir göz atması gerekirdi. O zaman bunların tarihi zorunluluklardan ve o zamanın şartlarına göre ortaya çıktığını görürdü. Atatürk'ün yaptıklarının da temelleri o zaman atılan düşüncelerin yeni şartlara göre yorumlanarak hayata geçirilmesi olduğunu görürdü. Harf inkilabının daha o zamanlar konuşulduğunu, tartışıldığını, Latin harflerine geçilmesini savunan, bu konuda yazılar yazan ilsanlar olduğunu görürdü. Bu düşüncenin sadece Osmanlı İmparatorluğu'nda değil, Rusya egemenliğinde yaşayan bütün bir Türk dünyasında tartışıldığı ve taraftar bulduğunu, bunun da bir sonucu olarak Latin alfabesinin Azarbaycan Cumhuriyeti'nde bizden önce uygulamaya konulduğunu da belki öğrenirdi.
     Bu yazar ve onu düşüncesinde olanların sorunu sanırım Atatürk ve Cumhuriyetle. Çünkü benzer davranışlar içinde bulunan padişahlar konusunda hiçbir söz söylemezlerken konu Atatürk ve Cumhuriyete gelince birden saldırgan bir tutum alıyorlar. Örnek verecek olursak; 2'nci Mahmut ve ondan sonra gelen Abdülmecit Atatürk'ten daha az yenilikçi ve batıcı değildi. Hatta Abdülhamit bile bu iki padişahı örnek alan, otoriter ama yenilikçi bir kişiydi. Ancak onlar kendi dönemlerinin  ve kendi kapasitelerinin imkan verdiği şeyleri yapabildiler. Hem, bunların yaşam tarzlarına ve aile fertlerine bir bakın. Abdülhamit; opera ve operet dinleyen, batılı yazarların romanlarını okuyan, kardeşleri, çocukları ve torunları gerek giyim kuşam, gerekse yaşam tarzı ile şimdiki şeriatçılardan çok laik ve modern insanlara daha çok benziyordu. Piyano çalan, resim yapan şehzade ve sultanların resimleri biraz ilgilenen birinin çok kolay ulaşabileceği delillerdir.
    Bir de; ''Birisi de çıkıp ‘O kargacık burgacık dediğin harflerle Çanakkale’yi ve İstiklal Savaşı’nı kazandık, yeni ‘Türk’ harfleriyle hangi başarınız var?’ sorusunu aşketse suratınıza, ne cevap vereceklermiş. '' komedisi var ya ondan hiç bahsetmeyeceğim. Düşman askerlerine ucu sivri olduğu için elif attık herhalde!?... Bıçaklarımız vav şeklinde yapılmıştı, boğazlarını kestik!?... Biz bu savaşlarda aşıklar atışmasıyla değil, o beğenmedikleri Atatürk'ün komutanlığını, liderliğini yaptığı silahlı çatışmalarla galip geldik. Bu şahıs bir de; biz derken kendi gibi düşünenleri ayrı bir yere koyuyor ve siz diyerek te  Atatürk ve arkadaşlarını ayrı bir yere koyuyor ve sonra da diyor ki biz savaş kazandık siz hiçbir başarı elde edemediniz. Şimdi bu adam eğer espri filan yapmıyorsa kesin kafası karışmış, sürmenaj filan olmuştur. Kardeşim o savaşları siz değil Atatürk kazandı, hiç bir şey başaramamış olan, başardıkları da insana ancak utanç verecek olan siz ve sizin gibilerdir. Tarafları karıştırmayın hiç olmazsa!
     Aslında ben bu konuyla (alfabe de değişiklik konusuyla) ilgili geçen yazımda düşüncelerimi söylemiştim. Bununla ilgili başka bir yazı  yazmaya da niyetim yoktu. Başkalarının yazılarını eleştirme veya destekleme şeklinde yazılar da pek yazmadığımı takip edenler bilir. Ama bu garabeti, bu kara mizah gibi yazıları görünce dayanamadım. Bir şeyler söylemek zorunda hissettim.
     Son söz olarak şunu söyleyeyim: Ne Atatürk'ün benim gibi insanların kendisini savunmaya ihtiyacı var, ne de bu tür şahısların benim tarafımdan eleştirilmeye ihtiyacı var. Her şey ayan beyan ortada. Atatürk başarılarıyla güneş gibi parlarken bunların ışığı gece ininden çıkan bir çakalın gözlerinden yansıyan parlaklık kadar bile yok.
     Saygılar sunarım.

Not: Bir arkadaşım Atatürk'ün latin alfabesinin büyük harflerinden haberi olmadığı iddiasına bir şey söylemediğimi belirtti. Söylemedim çünkü gerek duymadım. Fransızca eğitimi almış, yabancı birçok kitabı okumuş, Almanya ve Avusturya'ya gitmiş, Bulgaristan'da askeri ateşelik yapmış birinin Latin alfabesini bilmemesi, hatta küçük harfleri bilip büyük harfleri bilmemesi iddiasını ciddiye bile alınmayacak kadar saçma buldum da ondan.
    



28 Eylül 2013 Cumartesi

Türk Alfabesinde Değişiklik Yapılmalı mıdır?


     ''Başbakan Tayyip Erdoğan'ın 30 Eylül'de açıklayacağı demokratikleşme paketinden x,w,q devremi çıktı. 1928 yılında kabul edilen Türk Harfleri Yasası'nın değiştirilmesi ve 29 harfin yanında Kürtçede geçerli olan x,w,q harflerinin kullanılmasına izin verilmesi gündemde.''
     Yukarıdaki haber birçok gazete ve diğer basın yayın organında çıktı ve derhal bu konuda herkes siyasi görüşüne göre bu konu hakkında destek veya eleştiri belirten açıklamalar yapmaya, yazılar yazmaya başladı.
     Elbette ben de, bu hükümet döneminde gerek PKK, gerek devletin üniter yapısı ve gerekse devletin kuruluş ilkeleri ile ilgili çıkardığı kanunlar, kamuoyu önünde yaptıkları açıklamalar ve yürürlüğe koyduğu uygulamalar ile çok tehlikeli ve devletin bütünlüğüne zarar veren birçok politikasına olduğu gibi bu planlarına da şiddetle karşıyım. Bu girişim de, ülkemizi, daha sonra geriye çekilemeyeceğimiz bir noktaya götüren bir adım olacak. Hükumet devletin yapısını ve kuruluş ideolojisini beğenmediğinden kendi ideolojisine göre hareket ederek kendi kafalarındaki yeni Türkiyeyi kurmak istiyor sanırım. Ama bu yol yol değil. Evdeki hesaplarının çarşıya uymayacağını görmüyorlar. Bölgesel güç yapacağız dedikleri Türkiye'yi bölünmeye götürecek her türlü adımı atıyorlar. 
     İşin ilginç yanı bunları AB normları ve demokrasi değerlerinin gereği yapılıyor gibi lanse ediyorlar. Bu alfabe değişikliği de Demokratik paket adıyla pazarlanıyor. Peki bu hareket ne kadar demokratik, ne kadar Avrupa normlarına uygun? Ben 2 yıl Londra'da yaşadım. Çoğunluğu Avrupa ülkesi olan, 22 ülkeye gittim ve bunların bazılarında yeterince uzun süre kaldım. Madem alfabe değişikliği demokrasi gereğidir, AB normları gereğidir; bu tür uygulamalar (İspanya'nın Endülüs  ve Bask Bölgeleri hariç. Güneydeki eski Endülüs Devleti bölgesinde tabelalarda Arap alfabesi, Bask bölgesinde de farklı bir alfabe kullanılmaktadır. Ama İspanyollar kendi alfabelerini onlara uygun olacak şekilde tadil etmemiştir. Onların bazen bize de örnek gösterilen yapıları çok ta anlatıldığı gibi mükemmel değildir. Katalan'lar ayrılmak için her türlü adımı atmaya başladılar, Basklar da arkalarından geliyor. Endülüs bölgesi de kendini tam olarak İspanyol saymıyor. Uzmanlar tarafından geleceğe ilişkin yapılan tüm değerlendirmelerde;  bu uygulamaların sonucu olarak, Avrupa'da bölünme olasılığı en yüksek ülkelerin başında İspanya'nın gösterildiğini de söyleyelim.) neden hiçbir AB ülkesinde böyle bir uygulama yok. Mesela  ilkokuldan beri bize, demokrasinin beşiği olarak ezberletilen İngiltere'de; Galli, İskoç, İrlandalı gibi unsurlar yaşamaktadır. Ayrıca bunlardan başka sömürgecilik döneminin armağanı/sonucu olarak ülkeye gelip yerleşmiş, birçoğu da İngiliz vatandaşı olmuş milyonlarca Hintli, Arap, Siyahi, Türk (Çoğu Kıbrıs'tan gitme, büyük çoğunluğu İngiliz vatandaşı), Rum vb. insan yaşamaktadır. Buna rağmen ben İngiltere'de bunlara uygun bir alfabe yapalım saçmalığını hiç kimseden duymadım. Yunan alfabesi, Hint ve Arap alfabesini bir yana bırakalım, Latin alfabesini kullanan Türkler'in bile isimleri İngilizce'de her zaman doğru yazılamıyor, yazılsa da okunamıyor. Bunu kendi soy isminde yaşadım. İki yıl Boyunca bana Mr. Kanli dediler. Yazarken de Canli diye yazdılar. Ama bu İngilizlerin pek te umurundaymış gibi gözükmüyordu. 
     Hükümetimiz ne yapmaya çalışıyor doğrusu tam olarak anlamış değilim. Ülkenin temeline dinamit döşüyorlar. Sadece bu konuda değil, bir çok başka konuda da. 
     Hükümetin bu kararına karşı çıkmakla birlikte, öte yandan, bu politik tercihten bağımsız olarak düşünürsek, eğer biri bana sorsa ben de Türk alfabesinin (bu gün konuştuğumuz Türkçeyi yazmakta yetersiz kaldığı için) tadil edilmesi gerektiğini söylerim. Nereden biliyorsun veya sen dil uzmanı mısın gibi bana karşı çıkacaklar olacağını duyar gibiyim. Evet ben dil uzmanı değilim ama ben uzun süre bu dili bu alfabeyi kullanarak kağıda, hem de resmi evrak olarak dökmek zorunda kaldım. Kurmay subay olarak karargahlarda çalışırken en büyük sorunlarımızdan bir yazdığımız yazıyı anlam, gramer kuralları vb. açıdan doğru yazmak zorunda olduğumuz gibi imla kuralları açısından da doğru yazmaktı. Çünkü komutanlar bir imla hatası yüzünden kendilerine arz ettiğimiz evrakları imzalamıyorlardı. Benim masamda her zaman bir Türkçe sözlük ve bir imla kılavuzu bulunuyordu. Nasıl yazıldığı hakkında şüphe ettiğimiz kelimeleri daima imla kılavuzuna bakarak yazıyorduk.
     Benim; hem bu evrakları yazarken, hemde imzalayacak kişi pozisyonundayken dikkatimi çeken husus yanlış yazılan kelimelerin tamamına yakınının Türkçe'ye başka dillerden geçmiş kelimeler olduğuydu. Bunlar; tam olarak nasıl telaffuz edildiği herkes tarafından bilinmediğinden okunduğundan farklı yazılıyor veya okunuşu da hatalı bilindiği için hatalı olarak yazılıyordu. Yabancı kelimelerin Türkçe'den çıkarılması, bu kelimelerin miktarı daha az iken Cumhuriyetin ilk yıllarında denendi, daha sonra Türk Dil Kurumu vasıtasıyla yeni kelimeler türetilerek bunların yerine kullanılması yoluna gidildi ancak herkesin bildiği gibi pek başarılı olmadı. Bunu benim bu yazımdaki yabancı kelimelerin çokluğundan da anlayabilirsiniz. Yani biz dilimizde eskiden beri var olan Arapça, Farsça gibi doğu dillerinden ve sonradan geçmiş olan İngilizce, Fransızca, Almanca gibi Batı dillerinden kelimeleri bundan sonra da kullanacağız. O zaman bu kelimeleri daha kolay ve hatasız yazabileceğimiz yeni harflere ihtiyacımız vardır diye düşünüyorum. 
    Şimdi benim harf önermem ukalalık olacak ama ben en azından hangi seslerin bulunduğu kelimelerin ifadesinde sıkıntı çektiğimizi ifade etmek istiyorum. Bir defa bir sesli harfin uzatılması gereken kelimeler doğru olarak yazılamamaktadır. Üzerine inceltme kullanarak yazılan harfler bulunan kelimeler de sıkıntı çıkarmaktadır. Bence bu sıkıntıyı çözmek için inceltme ile uğraşmaktansa sıkıntılı olan sesler için yeni harfler kullanılabilir. Bunlar sesli harflerle ilgili sorunlar. Bunun gibi sessiz harflerle ilgili sorunlar da yaşanmaktadır. İngilizce'den geçmiş ve asıl kelimesi x harfi ile yazılan kelimeler (box=boks gibi) yazılırken son harfin unutulması gibi anlamı değiştirmesi yüzünden komik durumlar yaşadığımı hatırlıyorum mesela. Türkçe'de bir çok kelime Q harfi olmadığından yanlış yazılıp okunmaktadır. Ben sadece genel olarak sıkıntıyı söylüyorum. Bunu herkes mutlaka bir şekilde hissetmiştir. Örneğin ilkokula giden oğlumun bana ne anlama geldiğini sorduğu sorular bu inceltme ve uzatmaları olan kelimeler oluyor her zaman. İlginç olan bunları daima yanlış telaffuz ettiğinden sorduğunda bazen benim de anlamadığım, o ne kelimesi diye sorduğum durumlar olmaktadır. Doğru olan ve yapılması gereken; dil uzmanlarının, üniversitelerin ilgili bölümlerinin ve Türk Dil Kurumu'nun bu konuyu detaylı bir şekilde inceleyerek uygun harfler ve sorunlara uygun çözümleri bulması olacaktır. 
     Bu konuya karar verirken bir başka konuya da dikkat çekmek istiyorum. Bildiğimiz gibi bazı Orta Asya Türk Cumhuriyetleri Kiril alfabesini terk ederek Latin Alfabesine geçtiler. Diğer ülkeleri tam bilmiyorum ama Azerbaycan da bulunduğumdan onların alfabesini biliyorum. Mesela onlarda Q ve X harfleri var. Dilimizin; geniş Türkçe ailesinin diğer çocukları ile de ilişki içinde olması, bir bütünleşmeye gitmesi açısından bu ülkelerin alfabeleri de dikkate alınarak onlarda olup ta bizde olmayan harflerin alfabemize alınması da değerlendirilmelidir. Onların, uygulamadan doğan tecrübeleri de (biz onlardan çok önceden bu alfabeye geçtik vb. demeden) mutlaka incelenmelidir. 
    Yine de tüm söylediklerimde bir ihtiyat payı bırakmak istiyorum. Ben bir dil uzmanı değilim. Bu konuda bir eğitim falan da almadım. Ama uygulamadan doğan aksaklıkları yaşayan biri olarak yeni harflere ihtiyaç duyduğumuzu söylüyorum. Elbette ki ihtiyaç var mı, varsa nasıl bir tedbir getirilmeli, buna konunun uzmanları karar vermelidir.

     Saygılar sunarım.