.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}
Eğitim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Eğitim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Ocak 2025 Salı

En iyi üniversitelerden mezun olsanız bile artık iş bulmanız çok zor. (21 Ocak 2025)

 Avrupa ve Amerika'da MIT ve Harvard gibi prestijli üniversitelerden mezun olanların bile en az yüzde 25'inin mezun olduktan sonra iş bulamadığını, bu okullardan mezun olan ve bir işte çalışanların da önemli bir kısmının işten çıkarıldığını anlatan bir haber okudum.

Anlaşılan, bunun en büyük sebebi ekonomik daralma filan değil.

Yapay zeka.

İşten çıkarılan şirketlerin yöneticilerin yaptığı açıklamalara göre birçok bilgisayar ve yazılım mühendisinin haftalarca çalışıp yapabildiği işleri, yapay zeka birkaç dakikada yapabiliyormuş.

Bu sebeple, yazılımcı ve bilgisayar mühendislerine artık eskisi kadar ihtiyaç duyulmuyormuş.

Öte yandan, yapay zeka büyük mali tasarruf da sağlıyormuş.

Nitekim bu işten çıkarmaların arttığı ve yeni işe almaların azaldığı şirketlerin çoğu teknoloji şirketleri veya yoğun teknoloji kullanan şirketlermiş.

Amazon, mobil telefon şirketleri, sosyal medya şirketleri filan işe alımlarda büyük azaltmalara gitmişler.

Henüz bu furya Türkiye'ye ulaşmadı.

Ama er veya geç ulaşacak.

Bunun için hükümetin acilen tedbir alması şart.

Zaten işsizlik oranlarında dünya rekorları kıran bir ülkeyiz.

Bu furya gelince rekor üstüne rekor kırmamız kaçınılmaz.

Şimdiden çareler düşünmek gerek.

Londra'da yaşadığım dönemde İngiliz hükümeti sürekli olarak istihdamı arttırmak için yeni işler üretmek üzerinde çalışıyordu.

Bizde de bu yönde çalışmalar yapılması şart.

Hem yeni iş kolları bulunmaya çalışılmalı hem de işsizliğe sebep olan yapay zeka kullanılarak yeni iş imkanları yaratmak için çaba gösterilmeli.

Sadece sanayi ve ticaret alanında değil, eğitim, hizmetler ve tarım/hayvancılık alanları da dikkate alınmalı.

Devlet bunun için bir çalışma grubu teşkil etmeli.

Sivil sektörlerle de işbirliğine gidilmeli.

Yoksa yoğun işsizlik kapıda.

İşsizlik olunca da fakirlik ve sosyal hareketler kaçınılmaz.

Benden söylemesi.

Bilgisayardan (yansıdan) yapılan takdimlerde dikkat edilmesi gereken hususlar. (21 Ocak 2025)

Meslek gereği yıllardır bilgisayardan (yansıdan) takdim yapar veya ders anlatırım.

Bu konuda önemli gördüğüm hususları not alıyordum.

Bunların bir kısmına defterimde rastladım.

Burada yayınlıyorum.

"Takdimi uzatma.

Rakamlara boğma.

Bilimsel esasları tekrarlayıp durma.

Çok fazla slayt kullanma.

Slaytlar yazılardan oluşmasın.

Toplulukla temas ve irtibat kur.

İlgi azaldığında ara ver, ilgi uyandıracak bir sohbet aç veya konuşmanı bitir.

Diğer konuşmacıların zamanını çalma.

Ses tonunu iyi kullan.

Kürsünün arkasına saklanma.

Kâğıttan veya yansıdan okuma."

7 Ocak 2025 Salı

Etkili (Çok Okunan) Bir Blog Yazmanın 13 Yolu [7. Ocak 2025]

 Bu blogu uzun bir süre önce açtım. 

Önceleri detaylı inceleme yazıları yazarken zaman zaman özel sebeplerle yazılarıma uzun süreli aralar verdim.

Çoğu zaman da yazılarımı blog adına da uygun şekilde yazdım.

Yani aklıma gelen veya aklımdan geçen şeylerden bahsettim.

Geçen gün internette gezinirken, blog sayısının çok fazla olduğunu ve bunların çok az bir kısmının çok başarılı olduğunu anlatan yazılara rastladım.

Başarılı derken kastettiğim, çok okunmalarıdır.

Bunun üzerine iyi bir blog nasıl olmalıdır sorusu üzerine odaklanarak araştırma yaptım.

Elde ettiğim bilgileri maddeler halinde bir araya getirdim.

Amacım, blogumu buna göre düzenlemek ve yazılarımı daha iyi yazmaktı.

Ama bencillik yapmanın alemi olmadığını düşündüm.

Çıkardığım notları yayınlayarak ihtiyaç duyabilecek kişilerle paylaşmaya karar verdim.

Çıkardığım notları aşağıda sunuyorum.

İyi okumalar.

İnşallah işinize yarar.

Etkili (Çok Okunan) Bir Blog Yazmanın 13 Yolu

1. Blog Konuları Hakkında Beyin Fırtınası Yapın

   Blog yazısı yazarken, sizin olduğu kadar okuyucularınızın da ilgi alanına giren ve onlara değer katabilecek konuları ele alın. Yeni konu fikirleri için ilham almak üzere diğer bloglara göz atın. Hangi konu başlıklarının trend olduğunu öğrenmek için Google Trends’i kullanın.

2. Anahtar Kelime Araştırmasıyla Okuyucuları Seçtiğiniz Konuya Odaklandırın

   Başarılı olmak için konunuzla en alakalı sorguları bulabileceğiniz anahtar kelime aramaları yürütün. Öte yandan, daha genel anahtar kelimeler de daha yüksek arama hacmine sahip olma eğilimindedir. İnsanların öğrenmek için para harcadıkları alanlar muhtemelen diğer insanların da öğrenmek isteyeceği konuları içermektedir.

   Araştırmanıza, diğer blog yazarlarının alan adı ile analizi başlatın. Bu blogları rakipleriniz olarak görün. Rakiplerinizin sıralandığı URL ve anahtar kelimeleri bir listede toplayın. URL’leri ana konu başlıklarına göre kategorilere ayırın.

   İçerik açıklarını belirlemek için az trafik alan sayfaları analiz edin. Eş zamanlı olarak güçlü oldukları sayfaları da inceleyip fikirler edinin. Konu başlıklarınızı belirlemek adına bu açıklar ve bilgilerden faydalanın.

3. Kitlenizi Belirleyin

   Alanınızdaki diğer bloglara göz atarak ve kitlenizin aklındaki temel soruları öğrenmek için online forumları kullanarak blogu kimin için yazacağınızı belirleyin. Blog yazılarınızı okuyabilecek insanların gözünden bakın. Hedef kitleyi göz önünde bulundurmak, onların ihtiyaçları üzerine düşünmek size fayda sağlayacaktır.

4. Düzenli bir taslak oluşturun

   Blog yazma işinin anahtarı, yazıyı oluşturmadan önce kapsamlı araştırma ve planlama yapmaktır. Konuya karar verdikten sonra, içeriğiniz için kalıp oluşturmanız gerekecek. Alt başlıklar oluşturarak işe başlayın. Böylece, yazınızı daha kolay yazabilirsiniz ve yazınızın okuması daha kolay olur.

   Açıklamanıza ve alt başlıklarınızın her birinin altına madde madde notlar ekleyin. Böylece temel noktaları açık ve kesin bir şekilde ifade etmeniz kolaylaşır.   

5. Dikkat Çekici bir Başlık Bulun

   Blog yazımında, güçlü bir içeriğe ihtiyaç duyduğunuz kadar güçlü bir başlık da gereklidir. Tek yapmanız gereken, şu noktaları aklınızda bulundurmaktır: Net olma, spesifik olma ve bir yanıt veya çözüm sunma.

   İyi bir başlık yazmak ayrıca, kendinizi okuyucu kitlenizin yerine koyma konusunda ne kadar başarılı olduğunuza da bağlıdır. Blog yazınızın, okuyucularınıza bir şekilde fayda sağlayacak değerli bilgiler sunacağı vaadinde bulunmak için başlığı kullanın.

   Başlıklarınızda en çok etkileşim alan ifadelere yer verin. Yapılan bir araştırmada, bazı ifadeler içeren başlıkların daha çok ortalama paylaşım elde ettikleri belirlenmiştir. Ortalama etkileşim sayısına göre ilk beş ifade şöyle sıralanmıştır:

Yılın“: 26.702

X yıl içinde“: 24.515

İlk olarak“: 17.226

İlk kez“: 17.069

X’lerden biri“: 10.077

   Aynı çalışmada, manşetlerin başında veya sonunda yer alan en iyi ifadeler incelendiğinde “yapmanın X yolu” ifadesi başı çekmiştir. Bununla birlikte, analizi en iyi 60 ifadeyi kapsayacak şekilde genişletip sonuçları kategorize ettiklerinde, “nasıl yapılır” ifadesini içeren başlıklar açık ara en çok etkileşim alan manşetler olmuştur.

   Başlıklarınıza parantez veya köşeli parantez ekleyin. Başlıklara parantez ekleme yöntemi, ilgi çekici başlıklar oluşturmak için tercih edilen tekniklerden biridir. Çünkü, yapılan bir araştırmanın da ortaya koyduğu gibi, başlıklara parantez eklemek, tıklama oranını (TO) %40’a kadar arttırabilmektedir.

   Başlıklarınızı duygusal pazarlama için optimize edin. Her metin yazarı, duygusal başlıkların önemli sayıda tıklama alma kapasitesine sahip olduğunun bilincindedir. Blogunuzun içeriği ne kadar iyi olursa olsun, sıkıcı bir başlıkla okuyucu bulmakta zorlanırsınız. Başlık, gönderinin ne hakkında olduğunu tanımlamalı ve insanların okumayı istemesini sağlamalıdır.

   İdeal başlık uzunluğu, 11 kelime ile 65 karakter arasındadır. Başlıklarınızda sayılara yer veriyorsanız, tek haneli sayılar içeren başlıkları tercih etmelisiniz. İçinde bulunulan yılı içeren başlıkla daha fazla kişi etkileşime geçmektedir. Başlığın sonuna sadece yıl eklemek bile blog trafiğinizi artırır.

   Okurların yeniliği çağrıştıran başlıkları paylaşma olasılığı daha yüksektir. Bu nedenle, ‘ilk kez’ gibi ifadeler eklemeyi deneyebilirsiniz. “Bilmeniz gerekir”, “yapmanız gerekir” veya “en iyisi” gibi ifadeler kullanın. Bir “nasıl yapılır” yazısı yazıyorsanız, blogunuzun çözdüğü sorunu düşünün. Birisi bu sorunla karşılaştığında arama motoruna ne yazabilir?

6. İlgi Çekici İçerikler Yazın

   Blog yazılarının üç ana ögeden oluştuğunu unutmayın: Giriş, gelişme (gövde metni) ve sonuç. Giriş, çok önemlidir. Makalenizin ilk birkaç cümlesinde, okuyucuların dikkatini çekmiş olmanız gerekir.

   Ziyaretçilere yazının ne hakkında olduğunu anlatan net bir giriş yapın. Ziyaretçinin okumaya devam etmek istemesini de sağlamanız gerekir. Blogunuzun anahtar kelimesini girişe dahil etmeye çalışmak iyi bir püf noktasıdır.

   Girişte ilginç veya şaşırtıcı istatistikler paylaşarak iyi sonuçlar alabilirsiniz. Bir başka seçenek de bir sorundan bahsetmek ve bir çözüm vaat etmektir. Bloglar ayrıca, mizahi bir kişisel hikâye paylaşarak da okuyucuyu içine çekebilmektedir.

   Birçok tanıtımda, kaçırma korkusu da kullanılır. Zaman baskısı ekleyerek, insanların gönderinin bahsettiği şeyi kaçırma riskini almak yerine gönderiyi hemen okumak istemelerini sağlayabilirsiniz. Özet olarak, etkileyici bir giriş yapın.

   Girişte en fazla 4-8 cümle kullanın. Giriş, 3 paragrafı geçmesin. Hiç kimse uzun giriş cümlelerinden hoşlanmaz. DUO=G Formülünü Uygulayın: Deneyim + Uzmanlık + Otorite = Güven.

   Güven: Blog yazılarınızı insanları ve dolayısıyla arama motorlarını yanıltmak amacıyla üretmeyin. Deneyim: Mümkün oldukça ilk elden deneyimlere yer verin. Uzmanlık: Yazılarınız, konunun uzmanı tarafından yazılsın. Otorite: Ana konunuz dahilinde ve blogunuzun yetkin olduğu alanlarda yazılar yazın. Girişin sonunda, gelişme kısmında bahsedeceğiniz konuların kısa bir özetini paylaşarak yazının stilini belirleyin.

   Bunun ardından, gelişme yani gövde metnini yazmaya başlayın. Blog yazınız, net ve ilgi çekici olmalıdır. Abartı ve tekrarlardan kaçının. Bilginizi, araştırmalarınızı ve analizlerinizi paylaşarak okuyuculara bir değer sunun. Yazıyı tamamlayınca bir sonuç yazın ve imzanızı sonuç bölümüyle atın.

   Sonucu, geçiş ile başlatın. Bu geçiş, bazen kısa bir özet bazen tek bir cümle olabilir. Geçişten sonra bir soru sorun. Okuyucunuza son derece kesin bir soru yönelttiğiniz adım burasıdır. Temel olarak, “Ne düşündüğünüzü bana bildirin” gibi genel veya kapalı uçlu sorgulardan kaçının. Yazınızı, ilgi çekici bir şekilde bitirin.

   Yazının tamamında kullanıcı dostu içerikler oluşturun. Hem ilgi çekici hem de faydalı içerikler yazın. Çok zeki olmaya çalışırsanız insanları kaybedersiniz. Mümkün olduğunca az kelime kullanarak cümle başına tek bir noktaya değinmeyi hedefleyin.

   Tüm yazı boyunca, paragrafları kısa tutun. En fazla 3-4 cümleden oluşan paragrafları tercih edin. Font Büyüklükleri ise 15-17 px olsun. Ayrıca, çok resmi bir izlenim vermeyin. Konuştuğunuz gibi yazın.

7. Blogunuza Stil Katın

   Aynı renkler, hem blogunuzun logosunda hem de sosyal medya platformlarında kullanılmalıdır. Yazınızın güçlü bir görsel cazibeye sahip olması, okuyucularınızı bloğunuza çekmeniz açısından önemlidir.

8. Alakalı görseller seçin

   Mümkünse, blog yazılarınızı birkaç resimle veya video ile zenginleştirmelisiniz.

9. CTA (eylem çağrısı) kullanın

   Bir blog, okuyucuları belirli bir eylemde bulunmaları için motive eden önemli bir araç olarak da kullanılabilir. Bu maksatla bloglarda genellikle CTA arasında "Abone ol", "E-kitabı indir" veya "Üye ol" gibi CTA ifadeleri kullanılır.

10. SEO Çalışmaları Yapın

   Blogger’lar için güçlü bir SEO (arama motoru optimizasyonu) planı, içeriklerinizi blog yazısını yazmadan önce ve yazdıktan sonra optimize etmeyi gerektirir. Bu, hem taslak aşamasından önce anahtar kelime araştırması yapmayı hem de ortaya çıkan yazıyı bu anahtar kelimeleri kullanarak rötuşlamayı içerir.

     Diyelim ki "işletme stratejileri" anahtar ifadesini seçtiniz. Mümkünse bu kalıbı başlığınızda, gövde metninde ve 1-2 alt başlıkta kullanın. Daha sonra, bu anahtar kelimeleri meta verilerinize ekleyin.

   Meta veriler, her makale için Google'da göreceğiniz ön izleme metnidir. Başlık (meta başlık) ile kısa bir açıklamadan (meta açıklama) oluşur. Ayrıca, anahtar kelimeleri makalenizin URL'sine ve blog yazınızdaki resimlerin alternatif metinlerine de eklemeniz gerekir.

     SEO uyumlu blog yazısı yazın. Yazının hedef kitle açısından doğru ve doyurucu bilgiler sunması gerekir. Yazıda doğru anahtar kelimelere doğru yoğunlukta yer verilmelidir.

     Kısa URL’ler oluşturun. Kısa ve öz linkler her zaman önde gelir. Her şeyden önce URL’niz, Google’ın sayfanızın konusunu anlaması noktasında çok önemli bir rol oynar. İkinci olarak, kullanıcılar hangi arama sonucunu tıklayacaklarını belirlemek için URL’lere güvenirler.

      Meta açıklamalarınız daha faydalı olsun. Meta açıklamanız, sayfanızın tıklama oranını artırmak için mükemmel bir fırsat sunar. Başlık ve manşetlerde anahtar kelimeye yer verin. Odak anahtar kelimenizi meta başlık etiketinize ve manşet başlıklara eklemeniz yeterli olacaktır.

   Anahtar kelimeler trafik alan kelimelerdir. Çok fazla anahtar kelime kullanımı, filtre durumunu beraberinde getirmektedir. Bu yüzden blog yazılarında hacmi yüksek olan anahtar kelimeler kullanılmalıdır.

   Son olarak; yazılarınızda, iç linkler kullanın.

11. Blog yazınızı düzenleyin ve yayınlayın

   Yaygın olarak yapılan blog hatalarına düşmemek için yazınızda herhangi bir gramer hatası, tekrar veya profesyonelliğe uymayan içerik olup olmadığını titizlikle kontrol etmeniz gerekir.

      Ayrıca, her bir bölümde fikirlerinizin uyumlu bir şekilde aktığından ve okuyuculara net ve amaca uygun bir mesaj iletildiğinden emin olun. Blog yazınızı yayınlamadan önce, bir arkadaşınıza inceletebilirsiniz. Bundan sonra yazınızı yayınlayın.

12. Yazının Tanıtımını Yapın

   Blog tanıtımının ve okuyucu kazanmanın en etkili yolları, e-posta ve sosyal medya pazarlama faaliyetleri yürütmektir. E-posta, kitlenizle aranızda doğrudan iletişim sağlayan bir kanal olduğu için pazarlama çalışmaları için en güvenilir platformlardan biridir.

   Yazımızı sosyal medyada paylaşmak da büyük etki yaratabilir. Ayrıca, farklı platformlara reklam verebilirsiniz. Hangi kanalı seçerseniz seçin, okuyucularınızla her gün aktif bir şekilde etkileşimde kalmaya özen göstermelisiniz.

13. İçeriğinizi Güncel Tutun

   Düzenli aralıklarla sürekli olarak yazılar yazın. Yazdığınız bir konu ile ilgili yeni gelişmeler oldukça ya yazınızı düzelterek bu değişiklikleri ekleyin veya bunlarla ilgili yeni bir yazı yazın.


12 Kasım 2024 Salı

Alfabe değişikliği yüzünden, dedelerimizin mezar taşlarını okuyamıyoruz.

"Alfabe değişikliği yüzünden, dedelerimizin mezar taşlarını okuyamıyoruz." sözünü duymayan yoktur.

Bu söz, Arap alfabesi yerine Latin Alfabesi kökenli yeni Türk alfabesinin kabul edilmesine karşı olanlar tarafından söyleniyor.

Bu konu çok tartışıldığından, konu hakkında herhangi bir şey söylemeyeceğim.

Aslında söylenen söz doğru.

Ama Arap alfabesini bıraktığımız için değil kullandığımız için doğru.

Keşke hiç kullanmasaydık.

Değiştirmek zorunda da kalmazdık.

Biz tarih boyunca bir sürü alfabe değiştirmişiz.

Göktürk alfabesi diye bilinen kendi alfabemizi bırakıp Arap, Kiril, Latin alfabelerini almışız.

Bu hatayı ilk yapan atalarımız bizi bu yola sürüklemiş.

Gül gibi kendi alfabemiz varken, Müslümanlığı dil ve alfabe ile bir zannedip Arap alfabesini alan atalarımız, tarihimizden kopmamıza sebep olmuş.

Yani Alfabe konusundaki ilk hata burada yapılmış.

Kiril alfabesi Rusların dayatması ama Latin alfabesi bu hatanın doğrudan veya dolaylı bir sonucu.

Bunun sonucunda atalarımızın mezar taşlarını okuyamaz hale gelmişiz.

Yalnız, yanlış anlamayın.

Okuyamadıklarımız Müslüman olduktan sonraki atalarımızın mezar taşlarını değil.

O dönemde yazılan mezar taşlarını, bu gün okuyabilen binlerce insan var.

Hatta Latin alfabesine geçmeden önce, Arap alfabesini kullandığımız dönemde mezar taşlarını okuyabilen insan sayısından çok daha fazla insan var bu gün.

Okuyamadığımız mezar taşları, kendi alfabemizle yazılan mezar taşları.

Örneğin 2. Göktürk İmparatorluğu'nun baş veziri Bilge Tonyukuk, ölmeden önce kendisi için bir anıt mezar ve mezar taşı yaptırmış.

O öldükten sonra bu taş anıt mezarına dikilmiş.

Onun damadı ve 2. Göktürk İmparatorluğu'nun en büyük hakanlarından olan Bilge Kağan, kayın pederinin örneğini takip ederek kardeşi Kültigin ölünce ona bir anıt mezar yaptırmış ve bu anıt mezara bir taş diktirerek kardeşinin hayat hikayesini yazdırmış.

Bilge Kağan öldüğünde de oğlu onun için benzer bir anıt mezar yaptırıp mezar taşı diktirmiş.

Bu taşlardan 1300'lü yıllarda Moğollara ait eserlerde bahsedilmiş ama taşlar dünya çapında ilk defa 1721 yılında fark edilmiş.

Bu taşların üzerinde yazılan alfabe bilinmediğinden okunması 1800'lerin sonunda gerçekleşmiş.

Ama atalarımızın mezar taşlarını okuyan Türkler değildir.

Maalesef değildir.

Bu konu hakkında Rus, Fin ve Danimarkalı bilim adamları çalışmıştır.

Yazıları ilk defa çözen ve okuyan, Danimarkalı dil bilimci Vilhelm Thomsen olmuştur.

Biz kendi alfabemizi bırakıp Arap alfabesini alınca kendi dedelerimizin mezar taşlarını okuyamamış, bu taşlarda ne yazdığını bir yabancıdan öğrenmişiz.

Türklerin yaptığı en büyük hata, kendi alfabelerini bırakıp Arap alfabesini kullanmaya başlamaları olmuştur.

Üstelik Arap alfabesi, Türkçe'ye hiç de uygun olmayan bir alfabedir.

Bu sebeple, değiştirilmesi ve yerine Latin alfabesinin kullanılması konusu daha Osmanlı döneminde tartışılmaya başlanmıştır.

Muhtemelen "neden Latin alfabesi yerine Göktürk alfabesi almayı akıl etmemişler" diye düşünüyorsunuzdur.

Çünkü bu alfabe kullanılmadığından unutulmuş ve terk ettiğimiz haliyle taşlarda kalmıştır.

Eğer Arap alfabesini almamış olsaydık, o alfabe tarihi süreç içinde daha da gelişecek ve tüm Türk topluluklarının ortak alfabesi olacaktı.

Herkes de bu yazıyı, dolayısıyla, atalarımızın mezar taşlarını okuyabilecekti.

Arap alfabesini almak, Türk dili ve kültürü açısından çok büyük bir hata olmuştur.

31 Ekim 2024 Perşembe

Şansa inanır mısın?

 Bu gün öğrencilerimden biri sanırım söylediğim bir söz üzerine bir soru sordu:

"O zaman siz şansa inanmıyorsunuz hocam. İnsan her şeyi kendi eylemleri ile mi belirler?"

Böyle bir soru beklemiyordum.

Şöyle cevap verdim:
"İnsan her şeyi kendi eylemleri ile belirler ifadesi biraz abartılı olur. 

Ama evet, şansa inanmıyorum. 

Biz sebebini bilemediğimiz şeylerle karşılaştığımızda, bunu şansa veya şanssızlığa yorarız. 

Halbuki her gün evrende ve yakın çevremizde milyonlarca şey olur.

Bunların bir çoğu istatistiki olarak az da olsa belli bir oranda bizi de etkiler.

Bizim bunları bilme, tahmin etme ve kontrol etme imkanımız yoktur.

Bunlardan bazıları bizim avantajımıza bazıları da dezavantajımıza olabilir.

Eğer bir şey istiyorsak bunu istemeliyiz.

İstemek de yetmez, bunun için hazırlıklı olmalı ve uygun şartlar oluştuğunda harekete geçmeliyiz.

Bu anlamda, diğer bütün etkenler sabit olarak düşünüldüğünde sonucu belirleyen bizim seçimlerimiz ve eylemlerimizdir.

Herkesin önüne bazen hiç tahmin etmediği fırsatlar çıkar.

Eğer bizim bir isteğimiz, planımız, hazırlığımız ve harekete geçme irademiz yoksa bu fırsatlardan yararlanamayız.

Hatta fırsatın farkına bile varamayız.

Bu sebeple, kontrol edemediğimiz şeylere odaklanmak yerine kontrol edebildiğimiz şeylere odaklanmamız lazım.

Çünkü bizi sonuca bunlar götürür.

Yani kendimize odaklanmalı, kendi davranışlarımızı düzeltmeliyiz.

Yoksa hiçbir zaman şansımız olmaz.

Bu şans filan da değildir.

Kendimizden kaynaklanan bir durumdur.

Örneğin, bir sabah güneş doğarken gökten çeyrek altın yağsa ve bu yağmur öğlene kadar sürse, eğer sabah gün doğmadan uyanıp dışarı çıktıysanız bu altından payınızı toplarsınız.

Eğer öğlene kadar uyursanız, siz uyandığınızda dışarıda toplanmamış tek bir altın kalmaz.

Bunun sebebi şas veya şanssızlık değildir.

Sizin seçimleriniz, sizin eylemlerinizdir.

Daha doğrusu, sizin tembelliğinizdir.

Bu sebeple ben şansa inanmam.

Çalışmaya inanırım.

Sizde öyle yapın.

En azından sınavda öyle yapın.

Derse çalışmazsanız, şans eseri yüksek not alamazsınız."

11 Ağustos 2023 Cuma

Türkiye'deki üniversitelerde okuyan öğrencilerin barınma (yurt) sorunu.

 Devletimiz sağ olsun, her yere mantar gibi bir üniversite dikti.

Vakıf üniversiteleri ve özel üniversiteler de oldukça arttı.

Artık biraz çalışıp da bir üniversiteye giremeyecek öğrenci yok gibi.

Bu kadar üniversite açmak doğru mu değil mi buna girmeyeceğim.

Açılan bazı özel üniversitelerinin ve taşra üniversitelerinin niteliği düşük mü yüksek mi buna da girmeyeceğim.

Bunlar olmuş artık.

Ama benim gibi yüzbinlerce ebeveynin ve çocuklarının müzdarip olduğu bir sorundan, barınma sorundan bahsedeceğim.

Malum, enflasyon her gün yeni bir zirveyi zorluyor.

Başta hükümetin yaptığı vergi ve akaryakıt zamları gibi birçok ürün fiyat artışında kıyasıya bir yarış içinde.

Ancak insanların çoğunun geliri aynı hızla artmıyor.

Sabit gelirliler, özellikle de emekliler her geçen gün daha da fakirleşiyor.

Ben de bir emekliyim ve bir çocuğum üniversitede okuyor öbürü de bu yıl başlayacak.

Şimdiden çocukların eğitimini nasıl finanse edebileceğimi kara kara düşünmeye başladım.

Özellikle de barınma masraflarını nasıl karşılayacağımı düşündükçe uykularım kaçıyor.

Ben yine de bir şekilde bunun üstesinden gelirim.

Ama asgari ücretle çalışan veya çok düşük emekli aylığı alan  aileler ne yapacak bilemiyorum.

Halbuki bu sorunu çözmek o kadar da zor değil.

Her yere gerekli gereksiz binalar yapılıyor.

Tek bir cemaati olmayan yüzlerce cami yapılıyor.

Hükümetimiz öğrenciler için yurt yapabilecek güçte.

Her şehirde okuyan öğrenci sayısı belli.

Yurtların yetersiz olduğu da ortada.

Hükümet yapmıyorsa hiç olmazsa belediyeler bu işe bir el atsın. 

Her belediye kendi sınırları içindeki üniversitelerle işbirliği yapıp ihtiyacı belirlese ve yetrince yurt yapsa çok büyük bir hizmet olur.

Ancak, sadece yurt yapmak da yetmiyor.

Üniversitede derse girdim 4-5 yıldır.

Bazı öğrencilerin tost yemeye parası yok.

Sırtına mont alamadığı için titreye titreye Ankara kışında okula gelen öğrenciler gördüm.

Öğrencilerin bur imkanları da artırılmalı.

Hem her talep eden burs alabilmeli, hem de verilen burs öğrencinin asgari ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadar yüksek olmalı.

Bunları sağlamak o kadar zor değil.

Hem zor olsa ne olur ki?

Bu sorun mutlaka çözülmeli.

Eski cumhurbaşkanlarımızdan Süleyman Demirel'in de dediği gibi; siyaset sorun çözme sanatıdır.


6 Kasım 2017 Pazartesi

Bizim yamukla işimiz olmaz kardeşim.


Oğlum Ankara'da bir Anadolu Lisesinde okuyor.
Üniversite sınavı yaklaştığı için kendisini bir dershaneye yazdırdık.
Bu yüzden okuldan sonra dershaneye gidiyor ve haftanın bazı günleri eve geç geliyor.
Dün akşam geç vakit eve geldiğinde suratı biraz asıktı.
''Ne var, ne yok? Bir sıkıntı mı var?'' diye sordum.
Anlatmaya başladı.
''Baba, geçenlerde seviye tespit sınavı yapıldı. Bu gün dershaneye gidince, herkesin aldığı nota göre yeni sınıflara ayrıldığını gördüm.''
Ben hemen lafa karıştım.
''Ne oldu? Notun düşük mü çıktı? Eğer öyleyse hiç üzülmene gerek yok. Bir daha ki sefere daha iyi not alırsın.'' dedim.
Oğlum güldü.
''Yok baba yaaaa.... Çok iyi not almışım. En iyi not alanları iki sınıfta topladılar. Ben ikinci sınıfın baştan üçüncüsüyüm. Yani aldığım not oldukça iyi.''
Ben şaşırmış bir şekilde sordum:
''Peki o zaman, bu suratın hali ne?''

Oğlum ''Uuuuffff! Çok sabırsızsın. Anlatıyorum işte.'' dedikten sonra anlatmaya başladı.
''Okuldan çıkınca dolmuşa binip Kızılay'a indim. Oradan da yürüyerek dershaneye gittim. Biraz halsiz ve yorgundum. Kapı girişine asılan duyuruyu okuyup yeni sınıfıma gittim. İçerdeki hiç kimseyi tanımıyordum. Çoğu fen liselerinden gelmiş kişilerdi. Bir sıraya oturup defter ve kitabımı çıkardım. O sırada telefonuma mesaj geldi. Ben de telefonu çıkarıp mesajı okumaya başladım. Okulda benim katıldığım felsefe kulübünden bir arkadaş göndermiş. Kulüpteki faaliyetlerle ilgili bir şey soruyordu. Ben de ona cevap verdim. O tekrar başka bir şey sorunca ben tamamen bu konuya daldım. O sırada elinde bir kitap olan, dağınık, şişman ve aynı filmlerde gördüğümüz süper zeka tiplere benzer bir oğlan yanıma geldi ve heyecanla 'Yamukla aran nasıl?' diye sordu. Ben de kafamı telefondan kaldırıp 'Ben onu tanımıyorum. Sınıfa yeni geldim.' diye cevap verdim. Bunun üzerine o çocuk suratını asarak geri döndü ve sitem ederek tahtaya doğru yürümeye başladı. 'Ne var bu kadar kızacak kardeşim. Alt tarafı bir şey soracaktım. Bir de benimle kafa yapıyorsun. İstemiyorsan adam gibi söyleseydin.' ''
Ben tekrar araya girdim.

''Vay hıyar vaaay... Ne var ki söylediğinde. Sorunlu bir çocuk herhalde. Ha bu arada, o yamuk kimse bir müddet laubali olma. Bak bakalım gerçekten yamuk mu? Ona göre konuşup konuşmayacağına karar verirsin. Bizim yamuk adamlarla işimiz olmaz. ''
Oğlum yine araya girmeme kızdı ama son söylediğim cümleyi duyunca güldü ve anlatmaya devam etti.
''Baba, sen konuyu anlamadın herhalde? Oğlan matematikte yamuklarla ilgili bir soruyu çözememiş, sınıftaki diğer öğrencilere sormuş, onlar da çözemeyince bir de bana sormak istemiş. Ben ise sınıftaki birinden bahsediyor zannettim. Oğlan söylenmeye başlayınca bende jeton düştü. Ama sınıftaki herkes gülmeye başlayınca mal gibi ortada kaldım ve biraz mahcup duruma düştüm. Ona canım sıkıldı.''dedi.

Ben, hiç bozuntuya vemeden işi şakaya vurdum.
''Boş ver oğlum. Bizim yamuklarla işimiz olmaz. İster matematikte olsun ister gerçek hayatta.''


Saygılar sunarım.

Mehmet Çanlı
6.11.2017

21 Kasım 2013 Perşembe

Öğrencisi Olduğum Hacettepe Üniversitesi Hakkında Tanıtıcı Bilgiler.

Hacettepe Üniversitesi’nin Tanıtılması.

Hacettepe Üniversitesinin kuruluş süreci uzun bir zamana yayılmıştır. Hacettepe Tıp Fakültesinin başlangıcı sayılan Çocuk Sağlığı Kürsüsü, 2 Şubat 1954 tarihinde Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesine bağlı olarak Prof. Dr. İhsan Doğramacı tarafından kurulmuştur. Hacettepe Üniversitesi, Çocuk Sağlığı Enstitüsü ve Hastanesi olarak 1957 yılında Hacettepe'de çalışmaya başlamış ve 1958 yılında da eğitim, öğretim, araştırma çalışmalarına başlamıştır. 1961’de; Hemşirelik, Tıbbi Teknoloji, Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon, 1962’de; Beslenme ve Diyetetik eğitimi veren Sağlık Bilimleri Yüksekokulu kurulmuştur. 1963’de ise; Hacettepe Sağlık Bilimleri Yüksekokulu, Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesi hâline getirilerek Temel Bilimler, Hemşirelik, Fizyoterapi- Rehabilitasyon, Tıbbi Teknoloji ve Sağlık Teknolojisi Yüksekokulları bu fakülteye bağlı olarak yeniden örgütlenmiş ve ayrıca yine Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesine bağlı Diş Hekimliği Yüksekokulu kurulmuştur. 1965 yılında Hacettepe Üniversitesi eğitim kurumlarının koordinasyonunu sağlamak amacıyla Hacettepe Bilim Merkezi ve 1966'da Hacettepe Tıp Merkezi kurulmuş, aynı yıl Hacettepe Tıp Merkezi Hastanesi de hizmete girmiştir. Bu şekilde örgütlenen ve gelişen çekirdek kuruluşlar, 8 Temmuz 1967 tarih ve 892 sayılı Kanun'la Hacettepe Üniversitesi hâline getirilmiş ve Tıp, Sağlık Bilimleri, Fen ve Sosyal Bilimler Fakülteleri ile eğitime başlamıştır. 1968 yılında Ev Ekonomisi Yüksekokulu kurulmuş ve 1969 yılında yüksekokul olarak kurulan Eczacılık ve Diş Hekimliği 1971 yılında fakülte hâline getirilmiştir. Daha sonra, kurulan yeni bölümler ve fakültelerle büyüyen Hacettepe Üniversitesi, ikinci yerleşkesini merkez yerleşkesine 20 km uzaklıkta Beytepe mevkiinde 1500 hektarlık alanda kurmuştur.
Hacettepe Üniversitesi, 1982 yılında kabul edilen 2809 sayılı Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı Kanunu kapsamında, 14 Fakülte, 14 Enstitü, 2 Yüksekokul, 1 Konservatuvar, 6 Meslek Yüksekokulu, 45 Araştırma ve Uygulama Merkezi ile faaliyetlerini sürdürmektedir.[1]
Bir devlet üniversitesi olan Hacettepe Üniversitesi’nde;            Türkçe, İngilizce, Fransızca ve Almanca dillerinde eğitim yapılmaktadır.
Üniversite’nin; Fakülte, Enstitü ve Yüksekokulları Sıhhiye, Beytepe, Beşevler, Polatlı ve Sincan olmak üzere 5 yerleşkede bulunmaktadır. Ana yerleşkelerden Ankara şehir merkezinde olan Sıhhiye Yerleşkesi 210.238 m2’lik, Beytepe Yerleşkesi ise 5.877.628 m2’lik alan üzerinde kurulmuştur.
Üniversitenin Sıhhiye yerleşkesinde Atatürk Heykeli'nin hemen yanında bir kültür merkezi bulunmaktadır. Bu merkez; 3500 m2 alan üzerine kurulmuş, ulusal ve uluslararası etkinliklere uygun özelliklere sahip bir komplekstir.[2]
Öğrenci barınma alanları olarak; Sıhhiye Yurtları, Beytepe Yurtları, Konukevleri ve Öğrenci Evleri kullanılmaktadır.[3]
Sıhhiye Kampüsü,  Beytepe Kampüsü ve Ankara Devlet Konservatuvarı içinde birer Sağlık Merkezi bulunmaktadır.
Beytepe Kampüsü Kütüphanesi, Sağlık Bilimleri Kütüphanesi ve Konservatuvar Kütüphanesi olmak üzere üç adet kütüphane bulunmaktadır.[4]
Sıhhiye Yerleşkesi, Ankara'nın ilk yerleşim bölgesi olan Ulus semti ile Hamamönü semtleri arasındaki bölgede yer alır. Bu yerleşke; Sıhhiye, Kurtuluş, Opera ve Samanpazarı'ndan 10-15 dakikalık yürüme mesafesindedir. Ayrıca 230 numaralı "Hacettepe-Beytepe Kampüsü" otobüsü ile Ankaray veya banliyö trenlerinin Kurtuluş İstasyonu'ndan da bu yerleşkeye ulaşmak mümkündür. Özel aracı ile gelecek olan ziyaretçiler ise Sıhhiye veya Kurtuluş ana giriş kapısından giriş yapabilirler. Özel araçların park etmesi için beş numaralı ücretli otopark 24 saat hizmet vermektedir.
Beytepe Yerleşkesi, Ankara Eskişehir Karayolunun 14. km' sinde yer almaktadır. Sıhhiye Yerleşkesi’nden hareket eden "230 Hacettepe-Beytepe Kampüsü" otobüsleri ile bu yerleşkeye ulaşılabilmektedir. Beytepe Yerleşkemize gelen EGO otobüsleri, yerleşke içerisinde ring yaparak seferlerini tamamlarlar.
Beytepe Yerleşkesi'nde Eğitim-Öğretimin devam ettiği dönemlerde (Güz, Bahar ve Yaz Dönemleri) her 20 dakikada bir otobüs hareket etmektedir. Ayrıca bu zamanlarda hattaki yoğunluğa bağlı olarak sefer araları azaltılmaktadır. Saat 18.00'den sonra ve tatil dönemlerinde her otuz dakikada bir, otobüs hareket etmektedir.
Beytepe Yerleşkesi'ne ulaşım için kullanılabilecek alternatif bir toplu taşıma sistemi de dolmuş taşımacılığıdır. Sıhhiye Yerleşkesi'nden Beytepe Yerleşkesi'ne gitmekte ve geri dönmektedir.
Özel araç ile gelenler ise Ankara-Eskişehir yolunun 14. km'sinde bulunan Beytepe Köprüsü ile yerleşke A ana giriş kapısına ulaşırlar. Köprüden önce "Hacettepe" yönlendirme tabelaları mevcuttur. Ana giriş kapısından girildikten 3 km sonra yerleşke içi yönlendirme levhaları size yardımcı olacaktır.
Beşevler yerleşkesi, Beşevler semtinde bulunmaktadır. Ankaray Beşevler İstasyonu'na 1-2 dakikalık yürüme mesafesindedir.[5]
Toplam Öğrenci Sayısı; 36112 ve toplam akademik personel Sayısı; 3495’tir.
Beytepe Santral Telefonu; 0312 3055050, Sıhhiye Santral Telefonu;0312 3055000’ dır.
E-Posta adresi; tanitim@hacettepe.edu.tr’dir.
Şu anda, üniversite rektörlüğü görevi; Prof. Dr. A. Murat TUNCER tarafından yürütülmektedir.
Üniversite Yönetimi; rektör ve 6 Rektör Yardımcısı, Genel Sekreter, dört Genel Sekreter Yardımcısından oluşmaktadır.
Üniversite senatosunda ise; rektör, altı rektör yardımcısı, İletişim Fakültesi Dekanı, Sağlık Bilimleri Fakültesi Dekanı V., Eczacılık Fakültesi Dekanı, Edebiyat Fakültesi Dekanı, Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı, Kastamonu Tıp Fakültesi Dekanı, Eğitim Fakültesi Dekanı, Hemşirelik Fakültesi Dekanı, Hukuk Fakültesi Dekanı, Fen Fakültesi Dekanı, Diş Hekimliği Fakültesi Dekanı, Tıp Fakültesi Dekanı, Mühendislik Fakültesi Dekanı, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı, Sağlık Bilimleri Enstitüsü Müdürü, Güzel Sanatlar Enstitüsü Müdürü, Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü, Bilişim Enstitüsü Müdürü, Nörolojik Bilimler ve Psikiyatri Enstitüsü Müdürü, Fen Bilimleri Enstitüsü Müdürü, Kanser Enstitüsü Müdürü, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Müdürü, Halk Sağlığı Enstitüsü Müdürü, Eğitim Bilimleri Enstitüsü Müdürü, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Müdürü, Çocuk Sağlığı Enstitüsü Müdürü, Nüfus Etütleri Enstitüsü Müdürü, Nükleer Bilimler Enstitüsü Müdürü, Spor Bilimleri ve Teknolojisi Yüksekokulu Müdürü, Yabancı Diller Yüksekokulu Müdürü, Mesleki Teknoloji Yüksekokulu Müdürü, Ankara Devlet Konservatuvarı Müdürü, Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulu Müdürü, Hacettepe Ankara Sanayi Odası 1. OSB Meslek Yüksekokulu Müdürü, Bala Meslek / Polatlı Teknik Bilimler / Polatlı Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulları Müdürü, Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu Müdürü, Eğitim Fakültesi Temsilcisi, Hemşirelik Fakültesi Temsilcisi, Hukuk Fakültesi Temsilcisi, Eczacılık Fakültesi Temsilcisi, Edebiyat Fakültesi Temsilcisi, Fen Fakültesi Temsilcisi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Temsilcisi, Sağlık Bilimleri Fakültesi Temsilcisi, Tıp Fakültesi Temsilcisi, Güzel Sanatlar Fakültesi Temsilcisi, Diş Hekimliği Fakültesi Temsilcisi, Mühendislik Fakültesi Temsilcisi, iki Araştırma Görevlisi Temsilcisi, Öğrenci Temsilciler Konseyi Başkanı ve Uluslararası Öğrenci Temsilcisi görev yapmaktadır.
Yönetim kurulu ise rektör dâhil toplam 28 kişiden oluşmaktadır.[6]
Hacettepe Üniversitesi; Farabi Programı, Mevlana Değişim Programı ve Erasmus programına üyedir.
Farabi Değişim Programı; Yükseköğretim Kurumları Arasında Öğrenci ve Öğretim Üyesi Değişim Programı, üniversite ve yüksek teknoloji enstitüleri bünyesinde ön lisans, lisans, yüksek lisans ve doktora düzeyinde eğitim-öğretim yapan yükseköğretim kurumları arasında öğrenci ve öğretim üyesi değişim programıdır.[7]
Mevlana Değişim Programı, yurtiçinde eğitim veren yükseköğretim kurumları ile yurtdışında eğitim veren yükseköğretim kurumları arasında öğrenci ve öğretim elemanı değişimini gerçekleştirmeyi amaçlayan bir programdır.[8]
Erasmus programı, Hayatboyu Öğrenme Programına dâhil ülkeler olan Avrupa Birliği üyesi 27 ülke, Avrupa Birliği’ne (AB) üye olmayıp Avrupa Ekonomik Alanı üyesi İzlanda, Lihtenştayn,
Norveç, İsviçre ve Avrupa Birliğine üye olmaya aday Türkiye ve Hırvatistan Yükseköğretim Kurumlarının istifadesine açık bir değişim programıdır.[9]
Türkiye’nin en köklü üniversitelerinden biri olan Hacettepe Üniversitesi eğitim ve öğretim hayatına, her geçen gün daha da gelişerek ve güçlenerek devam etmektedir.





[1] http://www.hun.edu.tr/hakkinda/tarihce, Son erişim tarihi: 16.11.2013.
[2] http://www.kulturmerkezi.hacettepe.edu.tr/, Son erişim tarihi: 16.11.2013.
[3] http://www.hun.edu.tr/yerleskede-yasam/barinma, Son erişim tarihi: 16.11.2013.
[4] http://library.hacettepe.edu.tr/,Son erişim tarihi: 16.11.2013.
[5] http://www.hun.edu.tr/hakkinda/ulasim, Son erişim tarihi: 16.11.2013.
[6] http://www.hun.edu.tr/hakkinda/universiteyonetimi, Son erişim tarihi: 16.11.2013.
[7] http://www.farabi.hacettepe.edu.tr/nedir.shtml, Son erişim tarihi: 16.11.2013.
[8] http://www.mevlana.hacettepe.edu.tr/, Son erişim tarihi: 16.11.2013.

22 Ekim 2013 Salı

Cani mi, yoksa deli mi?


Bir öğretmen 2 aylık gayrı meşru çocuğunu evde yalnız bırakarak 9 günlük bayram tatiline gitmiş. 

Dönüşte çocuğu doktora götürünce çocuğun açlıktan öldüğü ortaya çıkmış. 

Öğretmen bayan akli dengesinin yerinde olup olmadığının tespiti için ilgili mercilere sevk edilmiş.

Haberin özeti bu.

Detaya gerek duymadan bile oldukça ürpertici.

Çocuğu okula giden anne ve babalar için ise aynı zamanda da korkutucu.

Sağlık muayene sonucu nasıl çıkarsa çıksın fark etmez.

Anne öğretmen, psikolojik olarak rahatsız ise nasıl öğretmenlik yapıyor?

Yok akli dengesi yerindeyse bu sefer kadın acımasız katil.

Bu durum ise birinci durumdan bile daha tehlikeli.

Milli eğitim bakanlığı ne iş yapar?

Ana okulundan itibaren çocuklarımızı teslim ettiğimiz öğretmenlerin sağlık durumları kontrol ediliyor mu?

Sadece akli dengesi değil.

Salgın hastalığı tespit edilen öğretmenler iyileşene kadar görevden uzaklaştırılıyor mu?

Biz çocuklarımızı okula eğitim ve öğretim alsınlar diye gönderiyoruz.

Psikolojileri ve sağlıkları bozulsun diye değil.

Öğretmenler çok önemli.

Milli eğitim bakanlığı silahlı kuvvetlerde subay-astsubaylara uygulandığı gibi öğretmenlere; hem mesleğe girişte, hem de her dönem başlangıcında yılda iki defa tam teşekküllü hastahanelerden periyodik muayene raporu aldırmalıdır.

Bu raporu alamayan öğretmen öğretmenlik yapmamalıdır.

Tabii aranan sağlık koşulları mesleğin özelliğine göre belirlenmelidir.

Yoksa bu durum büyük çoğunluğu cefakar ve saygıdeğer öğretmenlere eziyet etmek için bir araç haline getirilmemeli.

Bu rapor öğretmenler için de faydalı olur.

Sağlık durumlarını sürekli takip etmiş ve muhtemel hastalıklara erken tedbir almış olurlar.

Alınacak tedbirler bununla da kalmamalı.

Eğitim sistemimizin sınav maratonuna dayalı yapısı hem öğrencilerin hem de öğretmenlerin psikolojik baskı altında kalmasına sebep olmaktadır.

Öğrenciler de öğretmenler gibi zaman zaman psikolojik desteğe ihtiyaç duyabilirler.

Okullarda, gerek öğrencilere gerekse öğretmenlere yardımcı olmak üzere psikolojik danışman istihdam edilmelidir.


Devlet milletin kendisine teslim ettiği evlatlarını korumak zorundadır.

Çocuklar ve gençler bir ülkenin geleceğidir.

Ülkenin geleceği akli dengesi bozuk tek bir kimsenin bile eline teslim edilemez.

Saygılar sunarım.

8 Ekim 2013 Salı

Türkiye’de resim sanatı neden gelişmiyor? Resim öğretmenlerinin genel sorunları nelerdir?


 Daha önce bu sayfalarımızda sanat ile ilgili konulara da yer vereceğimizi söylemiş ve resim nedir konulu bir yazı yayımlamıştık. Şimdi bu yazıların ikincisini yayımlıyoruz. Bu yazı, temel bir konuda, resim sanatının kitlelerce sahiplenilmemesi ve bunun bir sonucu olarak ülkemizden uluslararası üne kavuşmuş pek çok fazla ressamın çıkmamasının da sebepleri ile ilgili.
Bu arada sesini bir türlü duyuramayan resim öğretmenlerinin sorunlarını da yansıtıyor.
Yazıyı aşağıya sunuyorum.
Faydalı olması dileğiyle.

Okullarda verilen resim eğitiminin, dolayısıyla da ülkemizde bulunan resim öğretmenlerinin pek te önemsenmeyen birçok sorunu bulunmaktadır. Bu sorunlar aynı zamanda Türk resim sanatının da sorunlarının kaynağı durumundadır.
Peki, nedir bu sorunlar?
Müsaadenizle aşağıda kısaca anlatmaya çalışacağım.
İlk ve en önemli sorun resim dersinin haftada bir ders olması.
Tam olarak, resim dersinin haftada 40 dakikaya sığdırılmasıyla başlıyor bütün problemler…..
Burada zaten işe 1-0 mağlup başlıyoruz.
Arkası da bununla geliyor doğal olarak. Çünkü sorun buradan başlıyor. Resim haftada bir saat olunca önemsenmiyor haliyle. Ne öğrenciler, ne aileler hatta ne de diğer eğitimciler tarafından.
Bu durum velilerle yapılan görüşmelerde de kendini gösteriyor haliyle. Çocuğunun durumunu görüşmek için gelen velilerin büyük bir çoğunluğu; ‘’Ben resim öğretmeniyim.’’ Deyince çocuğun durumunu sormaya dahi lüzum görmüyor, arkasını dönüp diğer ders öğretmenlerine doğru gidiyor.
Öğrencilerde de; hiç bir şey yapmasam bile yılsonunda nasılsa karneme 5 gelecek duygusunun rahatlığı var. Burada okul idarelerinin ve eğitim sisteminin de hatası var tabii ki. Hem 40 dakikaya sığdırıyorlar resim dersini, hem de yılsonunda sergi yap, kimseye düşük not verme baskısı var her yerde. Resimden de kalınır mıymış anlayışı da cabası. Tamam! Herkeste resim yeteneği olmayabilir. Resim yeteneği yok diye çocukların düşük not alması doğru değil. Ama kimde yetenek var anlaşılamıyor çoğu zaman. Çünkü ilgi yok, çaba yok, malzeme getirip derste bir şeyleri uygulayarak öğreneyim diye bir düşünce yok.
Şimdi böyle söyleyince herkesi suçluyor gibi bir duruma da düşmek istemem. Bazı aileler her şeye rağmen ilgili, bazı çocuklar da öyle. Zaten bunların morali ile bir şeyler yapmaya çalışıyor resim öğretmenleri. Hatta bazı yerlerde ilgili aile ve öğrenci daha fazla olabiliyor diğer yerleşim yerlerine göre. Bunları da bir yere kadar normal karşılamak mümkün. Çünkü sistem eğer bir şeyler dayatıyorsa ailelerin de yapacağı pek bir şey yok. Bu sınavlı okula giriş sisteminde herkes çocuğunun ağırlık puanı daha yüksek olan derslere yönlenmesini istiyor.
Resmin tek sorunu eğitim sistemindeki bu durum da değil. Muhtemelen dini veya kültürel sebeplerle, belki insanların geçim derdine düşmüşken diğer üst seviye ihtiyaçları düşünememesiyle de bağlantılı olarak insanlar resim almıyor, evlerine ve işyerlerine resim asmıyor. Pazarı olmayınca da resim yapılmıyor çok fazla. Bu sebeple resim insanı geçindirecek bir iş olarak değil aman ancak bazı ilgili ve gelir durumu iyi insanların hobisi olarak görülüyor. Ama eğer resim alımı arsa bu işe ilgili binlerce insan çıkacak ve bunların arasından da birkaç tane dahi çıkıp Türk resminin dünya çapında tanınmasına ve etkili olmasına vesile olacak.
Bu temel sorunlar yanında koskoca bir ulusun resim gibi önemli bir görsel sanat dalında geleceğini hazırlayan resim öğretmenlerinin de önemli sorunları var. Bu sorunlarda aslında yukarıda saydığım hususlarla bağlantılı.
Ders saatleri az olunca bir okulda 15 ders saatini dolduramıyorlar çoğu yerde ve bu sebeple okul okul geziyorlar bunu doldurmak için. Norm fazlası olup ta aynı şeyi yaşamaları da sıradan bir durum neredeyse.
Dersine önem verilmemesi ve kimse tarafından öğretmen olarak ta önemsenmemek bir yana, üzerine bir de bugelince resim öğretmeni olmak oldukça zor bir şey genel kanının aksine.
Ama biz de kendimizi avutacak bir şeyler buluyoruz, bulmazsak hiç olmayacak çünkü.
Mesela; her öğretmen ve öğrenci bir gün olur okuldan ayrılır ve okul kayıtlarındaki isminden başka bir iz bırakamaz geride. Matematik problemini çözüp çerçeveletmek çok olacak şey değil doğrusu. Ama her resim öğretmeni okul duvarlarını süsleyen resimler bırakır arkasında. Bu resimleri yapan öğrenciler de öyle.
Herkes gelip geçicidir bu dünyada. Herkes bir yerlere gider. Herkes ölür.
Ama arkasından kalıcı bir şeyler bırakanlar yaşar yıllarca.
Resim öğretmenlerinin de yaptığı ve öğrencilerine de yaptırmaya çalıştığı,  tam olarak budur aslında.
Bu kadar söz söylememe bakıp sakın yanlış anlamayın.
Biz resim öğretmenleri çok şey istemiyoruz.
Bizim istediğimiz bir avuç mutluluk.
Yoğun bir maratona benzeyen eğitim yaşamında bunalan öğrenciye ve zor hayatın şartlarında yıpranan insanımıza bir tutam keyif sunmaktır  tek endişemiz.
Hoşça kalın.
Sanatla kalın. 

Saygılar sunarım.

30 Eylül 2013 Pazartesi

Alfabede yapılması düşünülen değişiklik ve harf inkılabı.


     Alfabeye üç harf (q, x,w) ekleneceği ile ilgili haberler çıkalı beri konu kamuoyunda tartışılmaya devam ediyor. Karşı olanlar haklı olarak bu değişikliğin yapılma sebebindeki bölücü mantık yapısından dolayı değişikliğe karşı çıkarken değişikliği destekleyenlerin ise bir kısmı biat mantığının gereği olarak, diğer önemli bir kısmı ise kalemleri zaten hükümet tarafından doğrudan veya dolaylı olarak satın alındığından ''hükümet ne yapıyorsa doğrudur'' havası içinde tam destek vermektedir. Yaptıkları sadece bunu haklı göstermek için uygun bahaneler bulup toplumu bunun ne kadar iyi bir değişiklik olduğunu inandırma çabası gibi görünmektedir.
      İşin ilginç yanı da, harf ilavesinin temel itiraz kaynağı bunu yapma sebebi iken, başta Emekli görevlisi olan ve şu anda Amerika'da yaşayan Fethullah Gülen'in etrafında oluşmuş olan ticari grupların basın organlarında yazan yazarlar olmak üzere bazılarının bunu hemen harf inkılabına getirerek, bu inkılaba ve dolayısıyla Atatürk'e dolaylı yoldan saldırma vesilesi yapmaya çalışmalarıdır. Bu şahıslardan birinin yazısı özellikle dikkatimi çekti. Bu şahıs amacı Cumhuriyete ve Atatürk'e saldırmak olduğundan olsa gerek konu ile ilgili ''Çankaya'' gibi kitapları da okumuş, buradan amacına hizmet ettiğini düşündüğü bazı paragrafları, İsmet İnönü'nün bazı konuşmalarını ortaya attığı iddialarına örnek göstermiş. Aklınca çok mantıklı bir kurgu ile anlatmak istediğini satırlara dökmüş.
      Peki ne diyor bu kişi? Kısaca özetleyeyim. Harf inkilabını yapanlar milleti kandırmışlar. Asıl niyetleri başka iken bunu başka türlü anlatmışlar millete.  “(Arap harfleri) Bizi teokrasinin (yani şeriatın) külliyatına ve fikir yeraltlarına doğru sürüklüyordu./Yabancıların dilimizi öğrenmelerini ve bizi tanımalarını adeta imkânsız kılıyordu. Yeni harflerin kolay öğrenilip modern basım tekniğinin yollarını açtığı belirtildikten sonra bunun tersine olarak; ''Bizi teokratik külliyatından (dinî eserler) ve fikir yeraltlarından bir darbede ayırmıştır. GERİYE DOĞRU UZANAN KÖPRÜYÜ DİNAMİTLEYİP ATMIŞTIR. / Yabancıların dilimizi kolayca öğrenmelerini ve ekalliyetlerin millet bünyemize girmelerini kolaylaştırmıştır.”, “Kargacık burgacık Arap harflerini bir türlü sökemeyen halk, şimdi güldür güldür okumaya başladı!” diyorlarmış.
     Bunlar; bir dönemin geçmişe küfrederek kendini temize çıkaracağına dair cinnetin tezahürü imiş. Birisi de çıkıp ‘O kargacık burgacık dediğin harflerle Çanakkale’yi ve İstiklal Savaşı’nı kazandık, yeni ‘Türk’ harfleriyle hangi başarınız var?’ sorusunu aşketse suratınıza, ne cevap vereceklermiş. Ayrıca İnönü’nün yıllar sonra hatıralarında da itiraf ettiği gibi bunlar birer bahaneymiş. Doğru cevap, “bizi geçmişe bağlayan köprülerin dinamitlenmesi”ymiş. İnönü de o kaypak diliyle şöyle itiraf etmiş bunu: “Harf inkılabı bir okuma yazma kolaylığına bağlanamaz. Harf inkılabının bizde tesiri ve büyük faydası, kültür değişmesini kolaylaştırmasıdır.” 
    Önce İnkilabı yapanların amaçlarını gizlemek için farklı şeyler söyleyerek milleti kandırdığını iddia eden bu kişi daha sonra ise fikir değiştirmektedir. ''Eğip bükmeden söylemişler: Mesele okuma yazma kolaylığı değil, hâlâ anlamadınız mı?'' diyerek okuyucularını ''Siz safsınız, anlamıyorsunuz, ama bakın ben çok akıllıyım, bunu çözüverdim. Gerçekler ortada artık siz de anlayın.'' demeye getirmektedir.
     Bu kadar ispat yetmemiş tabii. Bir de Cumhuriyet'ten genel olarak övgüyle bahseden bir tarihçiden örnek vererek; ''Bakın! Mango bile bunu benim söylediğim gibi anlatıyor.'' diyerek sanırım kendisi de pek inandırıcı bulmadığı iddialarını kuvvetlendirmeye çalışmış. Yazıya şöyle devam etmiş: ''Mango “kral çıplak” diyor. O cümleye siz de takıldınız mı bilmiyorum. Hani şu azınlıklar Arap harflerini okuyamadıkları için bizimle bütünleşemiyorlardı, şimdi biz onların bildikleri Latin harflerine geçince artık milli bünyemize girecekler, iddiası…Bence bu itiraf çok mühim. Zira Medeni Kanun’da olduğu gibi azınlığı çoğunluğa uyduramayınca çoğunluğu azınlığa tabi kılma ilkesi işlemiş burada da. Medeni Kanun, şeriata tabi olmak istemeyen azınlık ve Levantenlerin hukuklarına Müslüman çoğunluğu tabi kılma uygulamasıydı ve Lozan’da dayatılmıştı. Harf inkılabında da özellikle ekalliyetlerin milli bünyeyle bütünleşmesi üzerinde durulması ilginç. Bu noktaya Andrew Mango da dikkat çekmiş. Diyor ki: “Dil ile alfabe birbirinden ayrılmazdı: Türkçe konuşan Karamanlı Rumlar Yunan harfleriyle yazarlar, Ermeni ve Museviler de kendi alfabelerini kullanırlardı. Latin harflerinin kabulüyle birlikte Türkler, Hıristiyan Batılılarla aynı safa (kampa) konulmuş oldu.” Mango’ya göre “böylece gavurların alfabesi vatansever, milliyetçi Türklerin alfabesi haline geldi”.
Bu arada hızını alamayan yazarımıza göre, aslında harf inkilabında ''q'' harfinin de alfabeye alınacağını, ama Atatürk'ün, Latin harflerinin büyük harfle yazılışını bilmediği, Büyük harf yerine küçük harflerin boyunu daha büyük yazarak kullandığını, Kemal ismini  ''k'' harfiyle yazınca ''k'' nin yazılışını ''q'' nun yazılışından daha güzel bulduğu için ''q'' harfini alfabeden çıkardığını, bazı kişilerin hatıratlarına atıf yaparak iddia etmiş.Eğer Atatürk q harfinin büyük hali olan Q’yü bilseymiş yarın Başbakan Erdoğan bu ilaveyi yapmak ihtiyacını durmazmış. 
     Bu arkadaş konuyu bir şekilde yine Sultan 2'nci Abdülhamit'e getirmiş. Abdülhamit bu arkadaşlara göre kutsal bir kişilik herhalde ondan örnek vermeden duramamış.  Yazısına şöyle devam etmiş: Geçenlerde bir yarışma programında “Harf Devrimi’ni yapmayı düşünen padişah hangisidir?” benzeri bir soru yöneltilmiş. Meğer doğru cevap, “II. Abdülhamid” imiş. İddia, Sultan Abdülhamid’e ait olduğu iddia edilen “Siyasî Hatıratım” adlı kitaba dayanıyor. Güya demiş ki: “Yazımızı öğrenmek pek kolay değildir. Bu işi halkımıza kolaylaştırmak için belki de Latin alfabesini kabul etmek yerinde olur.”  Ali Vehbi Bey adlı kim olduğu bilinmeyen biri tarafından Fransızcaya çevrildiği söylenen bu kitabın Osmanlıca aslı bulunamadığı gibi metnin kendisinde de şüpheleri davet eden pek çok nokta mevcut. İçerisinde ona ait olduğunu söyleyebileceğimiz bazı parçalar mevcutsa da, bunlar “Abdülhamid’in hatıratı” olduğunu göstermez. (Bütün Abdülhamid hatıratlarının uydurma veya en azından şüpheli olduğunu gösteren Ali Birinci’nin Divan dergisindeki makalesi mutlaka okunmalı.). Ayrıca bir sözün “siyak ve sibakını” da göz önünde tutmak gerekmez mi? Uzun süren saltanatı sırasında Latin harfleri için kılını kıpırdatmamış birinin tahttan indirildikten uzun zaman sonra bunları söylemesinin manası nedir? Kusura bakmayın ama devlete bağlamak için o kadar çaba sarf ettiği Arapları harf inkılabı yapsaydı kaç gün yönetiminde tutabileceğini bilemeyecek kadar saf biri değildi Sultan Hamid. 
     Yazıyı okuyunca ne diyeyim, bu yazıdaki hangi saçmalıkları, nasıl anlatayım diye uzun süre düşündüm. Yaız hem esas günden konusu haricine çıkarak, başka meselelere daldığından, hem yalan yalnış bir değerlendirmeyle amaçlı seçilmiş cümlelerle bir propaganda mantığıyla yazıldığından, yazının mürekkebinin kandan olduğu ve artık gizleyemediği bir nefreti ortaya koyduğundan, yazarın fikirlerinde ve anlatımında kendi kendisiyle de çelişkiye düştüğünden, ben çok okudum araştırdım edasıyla kitap isimleri vererek çok bilgili imajı verirken aslında tarihten haberi olmadığı çok belli olduğundan ve daha da sayabileceğim birçok sebepten dolayı nasıl bir cevap yazacağımı tam olarak bilemedim. Ama bir yerden de başlamak lazım.
     Önce yazarın üslubunu kınadığımı belirtmek isterim. Şu anda kendisi gibi insanların temsil ettiği düşünceleri temsil eden bazı insanlar Kurtuluş Savaşı esnasında; din elden gidiyor diyerek, yunan ordusu hilafet ordusudur diyerek isyanlar çıkarıp, Yunanlıların ve Ermenilerin daha çok toprağımızı işgal etmesine, İngiliz, Fransız ve İtalyanların daha uzun süre ülkemizi işgal etmesine, bunların milletimizin namusuna, canına ve malına daha uzun süre tecavüz etmesine sebep olurken, işgal orduları ve İstanbulda'ki Damat Ferit gibi şerefsizlerin dizinin dibinden ayrılmayıp kendi çıkarlarını korumak peşine düşerken o kaypak dilli dediğiniz İnönü hayatını ortaya atarak Kurtuluş Savaşına katılmış ve Batı Cephesinde savaşıyordu. Siyasi olarak kendisini beğenmeyebilirsiniz, devlet adamlığını eleştirebilirsiniz ama ona hakaret etme cüretini gösteremezsiniz. Çünkü o sizin takip ettğiniz kişi gibi götü sıkışınca Amerikaya veya başka bir ülkeye kaçmadı, cepheye koştu. Sizin niyetinizi biliyorum Atatürk'ü; ondan ne kadar nefret etseniz de açık açık eleştiremiyorsunuz. Çünkü güneşin balçıkla sıvanamayacağını siz de biliyorsunuz. Ama onunla beraber mücadele etmiş olan İnönü sizin bu çaresizliğinizi telafi edeceğiniz bir simge gibi görünüyor size. Ama bu yanlış bir yoldur. Yeri geldiğinde; ''Bu ülkenin seçilmiş başbakanını astılar diye konuşmasını biliyorsunuz. Ama aynı şeyi, hem de daha kötüsünü siz yapıyorsunuz. İsmet İnönü tartışmasız bir savaş kahramanıdır. Bu ülkeyi başbakan ve cumhurbaşkanı olarak yıllarca yönetmiştir. Bu makamlar ona babasından miras kalmamış, bu makamlara o da seçimle gelmiştir.
      Ama ben yine de sizi anlıyorum. Bir defasında Şırnak bölgesinde bir operasyondan dönüyorduk. Ben timimle birlikte dönen birliklerin emniyetini sağlamak için geride kalmıştım. Birliklerin büyük kısmı emniyetli bölgeye gelince bana da çekilmem emredildi. Tam hakim araziden aşağıya, düzlüğe inmiştik ki teröristler tarafından çok yoğun bir ateşe maruz kaldık. Bulunduğumuz yer ne bir ağaç, ne bir engel, ne bir çukurun bulunmadığı dümdüz bir yerdi. Bir yanımız açık olsa sorun yok, her yerimiz açıktı. Bir yandan teröristlere ateşle karşılık verirken bir yandan da tim personeline, sıçramalarla emniyetli bölgeye çekilebilmemiz için emir komuta etmeye çalışıyordum. Bir ara burada kesin vurulacağız diye düşündüm. Emniyetli bölgeye giden birlikler ateşle bizi desteklemeye başlamışlardı ancak biz aşağıda, açık ve düz bir arazide, teröristler de tepemizde kayaların arasındaydı. Bu hengame içinde, önüme siper edebileceğim, hiç olmazsa vurulursam da başımdan vurulmamı önleyecek bir taş varsa önüme koyayım diye etrafıma bakındım. Ölürsem cenazeme bakabilsinler, yüzüm parçalanmasın diye düşünüyordum. Ama etrafımda en büyük taş ancak yumruk büyüklüğündeydi. Her yerimiz açık ve savunmasız idik. İnsan inanın o durumda kendini çok çaresiz hissediyor. Ancak gerek iyi bir eğitim almamız, gerek daha önce de bir çok çatışmalara girdiğimizden tecrübeli olmamız ve gerekse benim sorumluluğum altında olan personelimi sağ salim bu hengameden çıkarmam gerektiği düşüncesi sebebiyle (bu arada imdadımıza yetişen havan, top ve Kobra ateşinin desteği altında çatışarak, hiçbir zayiat vermeden, hafif sıyrıklarla hepimiz emniyetli bölgeye çekildik) metanetimi korudum.
     Şimdi bu yazar gibi şahısların durumunu benim o günkü durumuna benzetiyorum. Bu insanlar çaresizler. Çünkü sadece bir yerleri açıkta değil, her yerleri açıkta ve düşman diye belledikleri insanlar da onlardan çok yüksek bir konumdalar. Hem benim durumumda olduğu gibi sadece rakımsal bir yükseklik değil. Milletin sevgisi ve minneti açısından, gösterdikleri vatanseverlik ve cesaret açısından, ortaya çıkardıkları eser ve başarıları açısından yani her açıdan bu adamlardan daha üstünler. İşte bu yüzden doğrudan mücadele edemiyorlar, yan yollara sapıyorlar, dini alet etmeye çalışıyorlar, vs, vs.
     Gelelim diğer konulara....Yazar diyor ki harf inkılabının amacı gizlendi, amaç batı medeniyetine geçmek ve bunun için geçmişle bağları koparmaktı. Demek ki bu şahıs hiç kitap okumamış. Okulu da herhalde tarih derslerini kopya çekerek bitirdi. Bu konu hiçbir zaman gizlenmedi ki. Atatürk'ün bütün konuşmalarına bakın, hep batıyı hedef göstermiştir. Bütün inkılaplar ülkeyi batılılaştırmak amacıyla yapılmıştır. Onun deyimiyle muasır medeniyetler seviyesine çıkarmaktır amaç.Kimdir bu muasır medeniyetler? O Abdülhamit'in çok değer verdiğini söylediği Araplar değil herhalde. Bunu anlayamadıysa bu elbette ki kendi kusurudur.
     Yazar, bir yandan amaç gizlendi diye konuşurken öte yandan; ''Aslında amaçlarını açık açık söylemişler, ben bunu anladım, çünkü çok akıllıyım, hem çok ta kitap okuyorum, ama siz bir türlü anlamıyorsunuz. Size de ben anlatıyorum, anlayın artık!''  diyerek kendisiyle de çelişkiye düşmüştür.
     Her nasılsa yazarımız dil konusundan birden bire medeni hukuk konusuna gelmiş, ama bunu bilinçsizce değil, maksatlı şekilde, konuları çarpıtmak için yapmıştır. Sözde hukuk alanında olduğu gibi ecnebi azınlıklar için şeriat kanunlarını bırakıp medeni hukuku nasıl almışsak alfabede de Müslüman Arap kardeşlerimizin alfabesini bırakıp ecnebilerin Latin Alfabesini de öyle almışız. Yani aynı teraneye gelip duruyor. Alfabe değişiyor, Din elden gidiyor! Bu insanların bu mantık garabetine bir türlü alışamadım. Arap alfabesi Müslümanların alfabesi değildir, Arapların alfabesidir. İslamiyetten önce de yüzyıllarca  kullanılmıştır. İllaki dini bir anlam katmaya çalışırsak; Araplar bu alfabeyi kullanmaya başladıklarında putperest idiler. Bu anlamda baktığımızda Latin alfabesi de ancak Arap alfabesi gibi herhangi bir dine mal edilemeyecek bir alfabedir. Dolayısıyla biz; Mango da dese, başkası da dese gavurların alfabesini almadık. Latinlerin alfabesini aldık. Alfabe din ile değil dil ile ilgili bir şeydir. 
     Burada diğer bir çelişkiyi vurgulamak istiyorum. Alfabe alınırken çoğunluğun (Müslüman-Türk) azınlığa tabi olma ilkesi izlendiği savunuluyor. Ben bunu anlayamadım. Hangi azınlık Latin alfabesi kullanıyormuş ki? Rum azınlığın, Yahudilerin, Ermenilerin, Asuri vb. küçük grupların bile Latin alfabesinden farklı kendi alfabelerini kullandığını herkes biliyor, yazının devamında Mango'dan bu durumu anlatan bir alıntı yaptığına göre, yazarın da biliyor olacağını düşünüyorum. Peki çoğunluğun feda edildiği ve Latin alfabesi kullanan bu azınlıklar kimdir? Ben bilmiyorum. Yazar da bilmiyorsa o zaman okuru salak yerine koyup sallıyor diye aklıma geliyor. Hani biz okuduğumuzu değerlendirmez, eleştirmez, direkt inanırız, ne de olsa onun kadar akıllı ve bilgili değiliz ya!
     Hem var olmayan gayri Müslim ve gayri Türk bir azınlığa uymak için Latin alfabesini aldığımızı söyleyen ve bunu eleştiren bir yazar nasıl olur da biraz sonra Türk olmayan başka bir unsuru hoş tutmak düşüncesi ile Abdülhamit'in Arap alfabesini değiştirmek istemeyeceğini söyler ve bunu haklı bir davranış olarak görür, anlamak zor. 
     Üzülerek söyleyeyim ki yazar da benim o anlattığım olayda yapmaya çalıştığım gibi bir şeylerin arkasına sığınma ihtiyacı içinde yazmıştır. Ben nasıl fazla bir örtü bulamadıysam o da bulamamış (olmadığından mı, uğraşmaya değer görmediğinden mi, yoksa sadece tembellikten mi bilemem) ve iki üç kitap bulup bunların arkasına geçerek ateş etmiş hedefine. Ama bu da bir yazar için üzücü bir durumdur. Halbuki birkaç kitap daha okusa, yada lisede ve üniversitede tarih derslerini biraz daha dikkatli dinlese burada yaptığı hataları yapmazdı. Dil inkılabı Cumhuriyette ortaya atılan bir konu değildir. Arap alfabesinin Türkçeyi ifade etmekte yetersiz kaldığı çok eskiden beri söylenmektedir. Bu eksikliği gidermek için çare arayışları Osmanlı zamanında da bazı girişimlere yol açmış, Arap harfleri değiştirilerek, ç gibi bazı harfler uydurularak, hatta yazım kurallarında sadeleştirme yapılarak çareler üretilmeye çalışılmıştır. 
     Yazarımızın Türk düşünce tarihi ve yenilik hareketlerinden de haberi yok gibi görünmektedir. Daha 4'ncü Murat zamanında başlayan, sorunlara köklü çözüm bulunması yönündeki çabalar 3'ncü Selim'den sonra büyük bir ivme kazanmıştır. Buna paralel çeşitli siyasi/düşünce akımları ortaya çıkmıştır. Batıcılık diye tarif edilen ve Atatürk tarafından nihai olarak gerçekleştirildiğini söyledikleri düşünce o peygamber gibi gördükleri Osmanlı Padişah tarafından benimsenerek uygulanan bir düşünce sistemidir. Son dönem Osmanlı padişahlarının çoğu batılılaşma taraftarı ve yenilikçidir. Bu konuların din ile, inançla doğrudan bir alakası yoktur. Yıkılan bir imparatorluğun yıkılmasını, yok olmaya sürüklenen bir milletin yok olmasını engellemeye yönelik olarak düşünülen hal çarelerinin bir tezahürüdür. Bu konularda yazı yazan, hem de oldukça fazla sayıda basılan bir gazetede yazan bir yazarın bir laf söylemeden önce, eğer konuyu bilmiyorsa biraz araştırma yapması gerekirdi. En azından; Osmanlıcılığın, Batıcılığın, İslamcılığın ve Türkçülüğün ortaya çıktığı ve etkin olduğu dönemlere bir göz atması gerekirdi. O zaman bunların tarihi zorunluluklardan ve o zamanın şartlarına göre ortaya çıktığını görürdü. Atatürk'ün yaptıklarının da temelleri o zaman atılan düşüncelerin yeni şartlara göre yorumlanarak hayata geçirilmesi olduğunu görürdü. Harf inkilabının daha o zamanlar konuşulduğunu, tartışıldığını, Latin harflerine geçilmesini savunan, bu konuda yazılar yazan ilsanlar olduğunu görürdü. Bu düşüncenin sadece Osmanlı İmparatorluğu'nda değil, Rusya egemenliğinde yaşayan bütün bir Türk dünyasında tartışıldığı ve taraftar bulduğunu, bunun da bir sonucu olarak Latin alfabesinin Azarbaycan Cumhuriyeti'nde bizden önce uygulamaya konulduğunu da belki öğrenirdi.
     Bu yazar ve onu düşüncesinde olanların sorunu sanırım Atatürk ve Cumhuriyetle. Çünkü benzer davranışlar içinde bulunan padişahlar konusunda hiçbir söz söylemezlerken konu Atatürk ve Cumhuriyete gelince birden saldırgan bir tutum alıyorlar. Örnek verecek olursak; 2'nci Mahmut ve ondan sonra gelen Abdülmecit Atatürk'ten daha az yenilikçi ve batıcı değildi. Hatta Abdülhamit bile bu iki padişahı örnek alan, otoriter ama yenilikçi bir kişiydi. Ancak onlar kendi dönemlerinin  ve kendi kapasitelerinin imkan verdiği şeyleri yapabildiler. Hem, bunların yaşam tarzlarına ve aile fertlerine bir bakın. Abdülhamit; opera ve operet dinleyen, batılı yazarların romanlarını okuyan, kardeşleri, çocukları ve torunları gerek giyim kuşam, gerekse yaşam tarzı ile şimdiki şeriatçılardan çok laik ve modern insanlara daha çok benziyordu. Piyano çalan, resim yapan şehzade ve sultanların resimleri biraz ilgilenen birinin çok kolay ulaşabileceği delillerdir.
    Bir de; ''Birisi de çıkıp ‘O kargacık burgacık dediğin harflerle Çanakkale’yi ve İstiklal Savaşı’nı kazandık, yeni ‘Türk’ harfleriyle hangi başarınız var?’ sorusunu aşketse suratınıza, ne cevap vereceklermiş. '' komedisi var ya ondan hiç bahsetmeyeceğim. Düşman askerlerine ucu sivri olduğu için elif attık herhalde!?... Bıçaklarımız vav şeklinde yapılmıştı, boğazlarını kestik!?... Biz bu savaşlarda aşıklar atışmasıyla değil, o beğenmedikleri Atatürk'ün komutanlığını, liderliğini yaptığı silahlı çatışmalarla galip geldik. Bu şahıs bir de; biz derken kendi gibi düşünenleri ayrı bir yere koyuyor ve siz diyerek te  Atatürk ve arkadaşlarını ayrı bir yere koyuyor ve sonra da diyor ki biz savaş kazandık siz hiçbir başarı elde edemediniz. Şimdi bu adam eğer espri filan yapmıyorsa kesin kafası karışmış, sürmenaj filan olmuştur. Kardeşim o savaşları siz değil Atatürk kazandı, hiç bir şey başaramamış olan, başardıkları da insana ancak utanç verecek olan siz ve sizin gibilerdir. Tarafları karıştırmayın hiç olmazsa!
     Aslında ben bu konuyla (alfabe de değişiklik konusuyla) ilgili geçen yazımda düşüncelerimi söylemiştim. Bununla ilgili başka bir yazı  yazmaya da niyetim yoktu. Başkalarının yazılarını eleştirme veya destekleme şeklinde yazılar da pek yazmadığımı takip edenler bilir. Ama bu garabeti, bu kara mizah gibi yazıları görünce dayanamadım. Bir şeyler söylemek zorunda hissettim.
     Son söz olarak şunu söyleyeyim: Ne Atatürk'ün benim gibi insanların kendisini savunmaya ihtiyacı var, ne de bu tür şahısların benim tarafımdan eleştirilmeye ihtiyacı var. Her şey ayan beyan ortada. Atatürk başarılarıyla güneş gibi parlarken bunların ışığı gece ininden çıkan bir çakalın gözlerinden yansıyan parlaklık kadar bile yok.
     Saygılar sunarım.

Not: Bir arkadaşım Atatürk'ün latin alfabesinin büyük harflerinden haberi olmadığı iddiasına bir şey söylemediğimi belirtti. Söylemedim çünkü gerek duymadım. Fransızca eğitimi almış, yabancı birçok kitabı okumuş, Almanya ve Avusturya'ya gitmiş, Bulgaristan'da askeri ateşelik yapmış birinin Latin alfabesini bilmemesi, hatta küçük harfleri bilip büyük harfleri bilmemesi iddiasını ciddiye bile alınmayacak kadar saçma buldum da ondan.