.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}
Turizm-Seyehat ve Doğal Güzellikler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Turizm-Seyehat ve Doğal Güzellikler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Ağustos 2023 Cuma

Turistlere dokunmayın.

 Bazı videolarda Arap ülkelerinden veya başka ülkelerden ülkemize gelmiş turistlere, yabancıları bu ülkede istemiyoruz diyenler var.

Herhalde her yabancıyı, hele de Arapça konuşuyorsa Suriyeli sanıyorlar.

Evet Türkiye'nin bu günkü en büyük sorunu yasadışı göçmenler ve sığınmacılar.

17 milyon kadar oldukları resmi kurumların bildirilerinden anlaşılıyor.

Belki de daha fazlalar.

Bu kadar çok göçmen her ülke için yıkıcıdır.

Ülkede neredeyse her 5 vatandaşa karşı bir sığınmacı var.

Bu ülkenin güvenliği için büyük bir tehdit.

İstikrarı için büyük bir tehdit.

Demografik homojenlik için büyük bir tehdit.

Ekonomi içinse çok daha büyük bir tehdit.

17 milyon insan bu ülkede yaşıyor.

Bunlar yasadışı olarak, sigortasız çalışıyor.

Sosyal güvenlik sistemi çöküyor.

Hastanelerden bedava yararlanmaları ise sosyal güvenlik sistemini daha da kötü yapıyor.

Bir ülkede kayıtsız ekonomi o ülkenin ekonomisini mahveder.

Göçmen ve sığınmacıların hiçbiri kayıt altında değil.

Ruhsatsız işyeri açtıkları söyleniyor.

Doğal olarak vergi vermiyorlar.

Kazandıkları paraları da dövize çevirip ülkelerine gönderiyor.

Ülkeye hizmetler sadece yasal çalışan vatandaşlar tarafından verildiğinden ülkenin yükünü onlar taşıyor.

Ama nimetlerinden bu ülkede hiçbir hakkı olmayan yabancılar da faydalanıyor.

Böyle olunca normal vergiler yeterli olmuyor.

Hükümet de zengin veya fakir herkesin eşit olarak ödemek mecburiyetinde kaldığı dolaylı vergileri artırıyor.

Bu da enflasyonu artırıyor.

Yani bir kısır döngü ortaya çıkmış, önlenemiyor.

Ama bunlardan turistler sorumlu değil.

Aksine yaptıkları harcamalarla ülke ekonomisine katkı sağlıyorlar.

Hele de Arap turistler.

Bunlar Avrupalılara göre çok daha fazla harcıyorlar.

Bu sebeple, her gördüğünüz yabancıya tafra yapmayın bence.

Yasadışı göçmen veya sığınmacı diye turistlere kötü davranmayın.

15 Kasım 2017 Çarşamba

Ankara'nın Dikmen'i 2: İlker ve Oran Bölgesindeki Söylentiler.




Bu gün Keklik Pınarı bölgesinden üzerinde antenler bulunan tepeye tırmanırken gördüklerimi ''Ankara'nın Dikmen'i 1; Çal Dağı'nda Gördüklerim.'' başlıklı yazımda anlatmıştım. O yazıda bahsettiğim sefalet ve kötü görüntülerin aksine tepenin Oran'a bakan kesimine geçtiğimde büyüleyici bir manzarayla karşılaştım. Mogan Gölü tüm güzelliğiyle karşımda belirince durup manzaranın resmini çektim.


 Sonra biraz sola bakınca artık Oran semtine hakim olan gökdelenleri gördüm. 200 metre arkamdaki manzara ile tamamen farklı bu görüntü karşısında memleketin ne kadar çelişkilerle ve çarpıklıklarla dolu olduğunu bir defa daha anladım. Karşımdaki gökdelenlerde 7-8 milyon liraya kadar yükselebilen fiyatlara satılan lüks dairelerin yanında hemen arkamdaki 7 yüz/ 8 yüz lira etmeyecek gecekonduların olduğunu bilmek insanı karmaşık duygular içine sokuyor.

Ama ülkenin durumu bu. Benzer bir durum, 2001-2003 yıllarında Akademide okurken, İstanbul'da 4. Levent'te de vardı. Yolun bir tarafında milyonlarla ifade edilen fiyatlara satılan daireler, öbür tarafında ise yıkık dökük binalar bulunuyordu.




 
  Bu manzarayı seyrederek ilerlerken karşıma bir güvercin sürüsü çıktı. Ankara'da boş arazi kalmadığından, henüz üzerine bir bina dikilmemiş bu tepeye yuvalanmışlar anlaşılan.

 Yürümeye devam edince Oran ve İlker otobüslerinin son durağı olan bu meydana geldim. Meydanda durup etrafıma bakınca gördüğüm bu nefes kesici manzaranın resmini çekmekten kendimi alamadım. Burada otobüs beklemek çok keyifli olmalı.



 Otobüs durağından sonra 9. Cadde'ye döndüm. Karşıma bu köpekler çıktı. Kangal'a benzeyen boz köpek pek dostça bakmadığı için biraz çekindim ama yürümeye devam edince hayvan sanki beni kaale almıyormuş gibi başka yöne doğru bakmaya başladı. Siyah olan ise gözlerini gözlerime dikip sürekli olarak beni takip etti. Aklıma OMEN filmindeki siyah köpek geldi ve irkildim. Yine de yürümeye devam ettim.




 Karşılaştığım yaşlı bir amcaya selam verip biraz sohbet ettim. Bana Bülent Arınç'ın İ. Melih Gökçek'e neden ''Ankara'yı parsel parsel sattınız.'' dediğini anlattı. Hem de göstererek. Çünkü Koza veya İpek ismiyle açılacak olan bir üniversitenin arazisini İ.Melih'in onayı ile Ankara Belediyesi FETÖ'nün ünlü zenginine hibe etmiş. Hibe edilen ve darbe sonrası inşaatı yarım kalan üniversite binası aşağıdaki resimde açık mavi binaların önündeki beyaz binalarmış. Etrafındaki gökdelenler ve daire fiyatları göz önüne alındığında bu arsanın değeri milyonlarca lira edermiş.

Diğer yüksek bina ise yeni yapılan ama inşaatı duran lüks bir yapıymış. Yaşlı amcadan duyduğum dedikoduya göre İ.Melih bu binaya da ortakmış. Ancak bina inşaatında sorunlar çıkınca ortaklıktan ayrılmış. Bunları anlatırken birden bire susan ve bana biraz şüpheyle bakmaya başlayan amcayı cesaretlendirmek için ''Başka dedikodular da var mı?'' diye sorunca amca bana kızdı. ''Ne dedikodusu kardeşim? Biz bir şey biliyoruz ki, konuşuyoruz.'' diyerek beni tersledi.


  Zaten oldukça yaşlı olduğu için zar zor konuşan amcayı daha fazla kızdırmamak için gönlünü alıcı birkaç cümle kurmak zorunda kaldım. Ondan sonra amca tekrar anlatmaya başladı. ''Biliyor musun? Ankara'nın içinde bir köy var ve hala köy haliyle yaşamaya devam ediyor.'' dedi. Sonra da aşağıdaki resimde, gökdelen inşaatı ve apartmanların ön tarafındaki tek katlı eski binaları gösterdi. Bu köyün adı Dikmen Köyü'ymüş.

Hemen yanındaki gökdelenlere rağmen bu köy neden yıkılıp yerine apartmanlar yapılmamış diye sordum. ''İ.Melih avanta alamadığı için bu köyü orada bıraktı. Zaten köy arazisi değer kazanmasın diye yıllardır Dikmen Vadisi projesini de yapmıyor.'' dedi.

Amca daha birçok şey söyledi ama doğruluğundan emin olmadığım ve başımı belaya sokabileceğini düşündüğüm için bunları yazmıyorum.


 Amcayla bir süre konuştuktan sonra geri döndüm ve Panora'ya doğru yürüdüm. Panora bölgesi, yeni yapılan bir gökdelen ve altındaki alışveriş merkezi ile birlikte tamamen ayrı bir dünya gibiydi. Buradaki insan profili de oldukça farklı görünüyordu. İnsanların arabaları, kıyafetleri, saçları, başları yani tüm görünümleri ile farklı bir yerdi.

One Tower'e kadar yürüdüm ve ünlü bir kafe zincirine girip bir kahve aldım. Oldukça uzun yürümüş ve yorulmuştum. Bir süre oturup bu gün yaşadığım şeyleri ve gördüğüm yerleri düşündüm.

Meğer şu daracık alanda bile birbirinden farklı kaç tane dünya varmış!

Saygılar sunarım.

Mehmet Çanlı

14.11.2017.








14 Kasım 2017 Salı

Ankara'nın Dikmen'i 1.; Çal Dağı'nda gördüklerim.



Pazar günü dişimin dolgusu düştü. Daha önce gittiğim hastahaneden randevu almak için telefonla randevu servisine ulaşmaya çalıştım ama nedendir bilmem ulaşamadım. Bunun üzerine 182'yi aradım ve Keklik Pınarı bölgesindeki diş polikliniğinden randevu aldım.

Bu gün öğlen üzeri randevu saatinde polikliniğe gittim. Film çektirip muayene olduktan sonra diş hekimi dolgu yapmak için yarın gelmemi söyledi ve bir randevu oluşturdu.

Poliklinikten çıkınca kapının önünde sigara içerken etrafı inceledim. Poliklinik Ankara'da yaşayan hemen herkesin gördüğü, üzerinde çok sayıda anten olan tepenin Dikmen Caddesi tarafındaki sırtlardaydı. Bu sırtlar ve yukarıda üzerinde çok sayıda anten bulunan tepe haritada Çal Dağı olarak geçiyor.

Daha önce hiç bu antenler bölgesini gezmemiştim. Polikliniğin önünden geçen yolun bu tepeye doğru gittiğini görünce, biraz dik te olsa, yürüyerek tepeye çıkmaya karar verdim.
Polikliniğin önünden sağa dönüp yürümeye başladım. Ankara Belediyesi yol kenarına kaldırım döşüyordu. Araçların arasından geçip yukarıya doğru tırmanmaya devam ettim.

Şaşırtıcı bir şekilde, tepeye doğru giden yolun iki tarafında 5 katlı apartmanlar vardı ve yenileri de yapılıyordu. Yolun dikliğine bakıp burada oturanların kışın arabayla aşağıya inmelerinin çok zor olduğunu düşündüm. Çünkü bu bölge Ankara'da kışın en fazla kar yağan bölge ve zemin hemen hemen her zaman buz tutuyor. Geçen kış bir defa arabamla bu bölgeye yakın bir yerden inmeye kalkmıştım. Yokuştan inene kadar bildiğim bütün duaları okumak zorunda kaldım çünkü araba aşağıya kayarak indi.

Aslında bu bölge park ve eğlence alanı yapılsa, ev yapılmaya izin verilmese, Ankara'lılar için güzel bir eğlence yeri olurdu diye düşünürken tepeye yaklaşmışım. Gördüğüm manzara oldukça üzücüydü.
İçinde oturulması mümkün olmayan ve adeta harabeye dönmüş gecekonduların bacalarından siyah dumanlar çıkıyordu. Muhtemelen lastik ve naylon yakıldığından duman sokağı kaplamış ve nefes alınmıyordu.




İnsanlar sadece böyle kötü evlerde yaşamıyor, ayrıca çok sağlıksız bir çevrede de yaşıyorlardı. Sağlıksız derken hemen yanlarındaki antenlerin yaydığı radyasyondan bahsetmiyorum. Evlerin etrafı çöp ve pislik içindeydi. Sanırım temizlik olsun diye, burada yaşayanlar tarafından çöplerin bir kısmı yakılmış ama bu daha da kötü bir görüntüye sebep olmuş.

Her şey kötüydü ama ne yalan söyleyeyim yol asfalttı ve ilginç bir şekilde bu daracık yoldaki trafik te oldukça yoğundu. Geçen arabaların bir kısmı kokoreççi minibüsü ve hurda toplamak için kullanılan eski ve bakımsız arabalardı. Fakat çok sayıda lüks araba da yolu kullanıyordu. Muhtemelen İlker tarafında veya Oran'da yapılan inşaatların müteahhitleridir diye düşündüm ama emin değilim. Belki de Dikmen'e kestirme bir geçiş olduğu için bazı insanlar bu yolu kullanmayı tercih ediyorlardır.
Neyse....

Yukarıda, sağ alttaki resimde görünen yoldan yürümeye devam ettim.

Biraz sonra hurda kağıtlarla dolu çuvalların yol kenarına dizili olduğunu gördüm. 100-150 metre ileride de her tarafları kir içinde, kapkara olmuş küçük çocuklar hurda kağıtları istifliyorlardı. Çocuklara doğru yaklaşınca, fotoğraf çektiğimi gören 7-8 yaşlarında iki çocuk bana doğru yaklaştı ve korku dolu gözlerle: ''Amca, evlerimizi yıkmaya mı geldin? Evlerimizi ne zaman yıkacaksınız?'' diye sorular sormaya başladı. Herhalde evde anne-babaları evlerin yıkılacağından bahsetmiş olacak ki çocuklar beni evlerini yıkmak için tespit çalışması yapan bir memur zannettiler. Ben ''Hayır. Sadece buradan geçiyorum. Bu yol nereye çıkıyor?'' diye sorunca rahatladılar ve otobüs durağına çıktığını söylediler.





Yürümeye devam edince şaşkınlıktan kendimi alamadım. Çünkü 1984 yılında ilk defa geldiğim ve hala yaşadığım Ankara'da şimdiye kadar böyle güzel manzarası olan bir yer görmemiştim. Ama aynı zamanda bu kadar pis ve sefalet kokan bir yer de görmedim.

Her yer çöp ve pislik içindeydi. Sanırım gecekondularda yaşayanlar çöplerden hurda mukavva ve metal toplayarak geçindiklerinden ortalık çöp artıklarıyla doluydu. Herhalde para eden şeyleri satıp para etmeyenleri yol kenarına atmışlar.

Ama kısa süre sonra yol kenarındaki çöplerin sadece gecekonducuların marifeti olmadığını anladım. Çünkü yol kenarında birçok hafriyat malzemesi vardı. Evinizde yaptırdığınız tadilatlardan artan malzemenin nereye gittiğini merak ediyorsanız buraya gelip bakmanız yeterli olacaktır.

Elbette bu sizin veya benim suçum değil. Bu işlere belediye bakıyor Ama Ankara'da uzun süredir bir belediye başkanı olmadığından durum bu hale gelmiş. İ.Melih, şehri gezip sorunları ile ilgileneceğine televizyon kurup her gece ekrana çıkmak veya twitterden millete laf yetiştirmekle meşgul olduğundan buraları görmemiş herhalde.






 
 


 

 



 

 

 

Umarım yeni belediye başkanı bu tepeye gelir, durumu görür, tepenin ne kadar güzel bir manzarası olduğunu fark eder ve buraya biraz çeki düzen verir.

Saygılar sunarım.

Yazının devamını Ankara'nın Dikmen'i 2: İlker ve Oran Bölgesindeki Söylentiler başlıklı yazımızdan okuyabilirsiniz.
Mehmet Çanlı
14.11.2017.


6 Kasım 2016 Pazar

Bir günlük bir gezinin notları: Kızılcahaman'ın yemekleri ve Soğuk Su Doğal Parkı

       Bu gün sabahleyin Oran'daki Panora Alışveriş Merkezi'nin önünde arabama binerek yola çıktım.
Konya Yolu'ndan Ankara'ya doğru inmeye başladım ve Taurus Alışveriş Merkezi yakınlarında sola dönerek Malazgirt Bulvarı'na girdim. Bulvar boyunca dümdüz devam ederek Eskişehir Yolu köprüsü altından GİMAT'a kadar gittim. Burada sağa dönerek köprünün üzerine çıktım ve İstanbul Yolu üzerinde Bolu istikametine doğru arabayı sürmeye devam ettim.
       Kara Havacılık Okulu (solda)'nu geçtikten bir süre sonra, eskiden Şaşmaz isminde bir şampuan veya deterjan fabrikasının (solda) bulunduğu yere vardım. Burada, o eski fabrikası binasının yerinde olmadığını gördüm. Biraz üzüldüm çünkü 2-3 yıl bu binanın 200-300 metre ilerisinde sağda bulunan kışlada çalışmıştım ve işe gider gelirken hep bu binanın önünden geçerdim. Sol tarafta askeri hava alanı hala yerinde duruyordu. Bu hava alanından yıllarca doğuya göreve gitmek için uçağa bindiğimden ve görev dönüşü de buraya indiğimden hala yerinde olmasına sevindim. Şimdi ne maksatla kullanıldığı hakkında hiçbir bilgim yok, çünkü 15 Temmuz irticai darbe girişiminden sonra birçok askeri kışlanın kapatılacağı söyleniyordu. Burasını ne yaptılar bilmiyorum.
      Sağ tarafa bakınca, çalıştığım birliğin nizamiyesinde cezaevi tabelası olduğunu gördüm. Bir süre Özel Kuvvet alaylarına kışlalık yapan ve daha önce de içinde bir muhabere birliği bulunan bu kışla şimdi cezaevi yapılmış. Buna pek şaşırmadım çünkü bunda şaşılacak bir durum yoktu. Memleket büyük bir ceza evine döndüğü için burasının da cezaevi olmasını normal karşıladım.
      2000'lerin ilk yıllarından beri, açılım maskaralığıyla, Allah verdikçe veriyor soytarılığıyla suç örgütleri devlet eliyle beslenip büyütüldükten sonra kendilerini yeterince güçlü görüp hükumetin yetkilerinin bir kısmını ele geçirmek istediler. Devlete karşı suç işlemelerine ses çıkarılmayan ve hatta desteklenen bu suç örgütleri hükumete karşı gelince birden bire terörist oluverdiler. Bu sebeple bir süredir memlekette tutuklananların çokluğundan hapishaneler yetersiz gelmeye başladı.
      Neyse...
      Yola devam ettim.
      Kazan'a yaklaşınca çok trajikomik bir durumla karşılaştım. Kazan levhasında ilçenin ismi Kahramankazan olarak yazılmıştı. Malum şimdiye kadar Türkiye'de kahraman unvanı bir tek Maraş'a verildi. O da, kurtuluş savaşı sırasında, o zamanlar dünyanın en önemli süper güçlerinden biri olan Fransızlara karşı tüm bir ilin (şehir merkezi, köyler ve ilçelerin tamamı) ellerindeki iptidai silahlarla direnerek aylarca savaşması ve Fransızları şehirden çekilmek zorunda bırakması sebebiyle ve TBMM kararıyla verilmişti.
       Kazan'a böyle bir ünvan verilmesine ağlayayım mı güleyim mi bilemedim. Esas şoku akşam Kazan belediyesinin internet sitesine girince yaşadım. Kahraman unvanını aldıktan sonra Kazanlılar ilçelerinin yeni ismi yazılı olan kimlik kartlarını alabilmek için nüfus müdürlüğüne üşüşmüşler. İnşallah herkesin kimliğini değiştirebilmişlerdir. İnsanlar bu kadar istediğine göre vatandaşa hizmette kusur etmemek lazım.
       Şu sıralar önüne gelen herkes, yüzlerce veya onlarca yıldır kullanılan yer isimlerini bir gecede değiştiriyor. Kimse de bir tepki göstermiyor maalesef. Buna alıştık artık ama Kazan'ın kahramanlığını yine de pek anlayamadım. Benden habersiz ülkeyi yabancı bir devlet işgal etti de Kazan kendi kendine mi kurtuldu? Eğer 15 Temmuz gerici ve irticai darbe teşebbüsü karşısında direnç gösterdiği için ilçeye bu ünvan verildiyse Ankara ve İstanbul da direndi. O zaman Ankara ve İstanbul neden kahraman değil de sadece Kazan kahraman? Ama ne diyeyim. Artık olan olmuş ve ilçe isim levhaları da yol kenarlarına konmuş bir kere. Bu uygulama hem Kazanlılara hem de ülkemize hayırlı uğurlu olur inşallah.
       Kazan'da ve daha doğrusu o civardaki tüm yol boyunca dikkatimi çeken bir şey daha oldu. Bir sürü yerde, yol kenarındaki büyük reklam panolarına cumhurbaşkanının resimleri yapıştırılmış. ABD dahil 21-22 ülkeye gittim. Bunların içinde böyle sağda solda her yere cumhurbaşkanının resminin yapıştırıldığı sadece iki ülke gördüm. Biri Irak, diğeri ise Suriye. Onların da o zamanlar cumhur(devlet)başkanları diktatör Saddam Hüseyin ve diktatör Esatlar (Hem Hafız hem de Beşar döneminde Suriye'ye gittim. Hafız'ın zamanında sadece onun, oğlunun zamanında ise Beşar ve Hafız'ın resimleri her yerde vardı.) idi.
      Bu resimleri görünce resmen ürperdim. Türkiye, sizi AB'ye sokacağım diye iktidara gelenlerin eliyle resmen Ortadoğu devleti ve Ortadoğu tarzı bir diktatörlük rejimine mi götürülüyor? İki resimle nasıl böyle bir düşünceye varıyorsun diyenler olabilir. Ama bana küçükken ebeveynlerim derdi ki ''Peyganberimiz Müslümanlara; Hristiyanlar ve Yahudiler gibi davranmayın, çünkü sizin kim olduğunuzu anlamak isteyen ne düşündüğünüzü sormadan önce nasıl davrandığınıza bakar.'' Ayrıca okuduğum bazı sosyoloji ve psikoloji ile ilgili kitaplarda da davranış tarzının insanların düşüncelerini de yönlendirdiğinden bahsediliyordu.
      Buna da neyse deyip devam edeyim.
      Ana yoldan devam edip Kazan'ı geçer geçmez çevrenin, yani arazi yapısı, bitki örtüsü ve hava durumunun değiştiğini fark ettim. Kurt Boğazı'na çıkarken şimdiye kadar oldukça düz olan arazi sona erdi ve engebeli bir arazi başladı. Ayrıca daha önce yerleşim yerleri çevresi hariç oldukça çorak olan arazi yavaş yavaş meşe ağaçlarıyla kaplı bir hale gelmeye başladı. Burada su kaynakları da arttı.               Gerçi Kazan'ın içinden bir akarsu geçiyor ama Kurt Boğazı'nı geçer geçmez sağ tarafta büyük bir baraj gölü vardı. 1992 yılında bu göle piknik yapmaya gitmiştim. Yine girmeyi düşündüm ama asıl maksadım Kızılcahamam'ı gezmek olduğundan vazgeçtim.
      İlerledikçe bitki örtüsü daha da yoğunlaştı ve çeşitlendi. Şimdi etrafta meşe gibi yaprakları sararmış ağaçların yanında çam gibi yemyeşil iğne yapraklı ağaçlar da görünüyordu. Bir virajı alır almaz karşıma çıkan ağaçlarla kaplı bir tepede Kızılcahamam yazısını görünce gideceğim yere varmak üzere olduğumu anladım.
      Biraz sonra yoldan aşağıya doğru inerken aşağıdaki derin bir vadide binalar göründü. Kızılcahamam'a gelmiştim. İlçeye varınca önce sağa oradan da köprü ile ana yolun üzerinden şehir merkezine girdim.Kızılcahamam oldukça küçük bir ilçeydi. Her yerde belediye başkanının İ.Melih Gökçek ile beraber çekilmiş resimleri vardı. Resimlerde genellikle ''Teşekkürler Melih Başkan.'' ve ''Kızılcahamam'ın 102 yıllık çöp sorununu çözdük. Artık çöp diye bir sorun yok.'' gibi yazılar yazıyordu.
      Tek büyük ve geniş (o da o kadar geniş değil çünkü tek yönlü) ana cadde olan mecburiyet caddesinden yukarıya doğru çıktım. İlçenin en yukarısında, kahvehane-kafe karışımı ahşap ve güzel bir binanın önünde durdum. İçeriye girip bir yorgunluk kahvesi içtikten sonra tekrar yola koyuldum.
      200-300 metre sonra artık dağ yamacına gelmiştim. Burada Soğuk Su Doğal Parkı başlıyordu. Parkın içinde yol kenarlarına dizilmiş bir şekilde bir kaç hotel ve birkaç lokanta vardı. Ayrıca her yere şömineler yapılmış ve insanlar et pişirip piknik yapıyorlardı.
     Ben hiçbir yerde durmadan yolu takip ettim. Oldukça dolambaçlı ve virajlı yoldan yukarıya, dağın en yüksek yerine çıktım. Yol ileride tekrar alçalmaya başlayınca bir yerden döndüm. Dönerken yolun üzerinde ''Ankara Belediyesi'' yazısını gördüm.
      Arabayı sağa çekip dışarıya çıktım. Manzara mükemmeldi. Bazı gençler dağ bisikletleriyle yolda bisiklet sürüyorlardı. Yolu iyice inceledim. Acayip güzel ve sağlam bir yoldu. Sanırım asfalt yakın bir zamanda atılmış ve anlaşılan bu işi Ankara Belediyesi, yani İ.Melih yapmış. Yolun kenarından elimle ölçtüm. Sert tabanın üzerine en az bir karış (23 santim) yüksekliğinde asfalt atılmış, asfaltın yol çizgileri gayet muntazam boyanmıştı. Gayri ihtiyari olarak şu tekerleme dudaklarımdan döküldü: ''Adamlar çalıyorlar ama yol yapıyorlar hakikaten.''
      Sonra bir an durdum ve düşündüm. Bu işte bir terslik vardı. Kızılcahamam Belediyesi'nin yollarını Ankara belediyesi yapmıştı. Ben yol vergisi, su parası vb. verirken Ankara Belediyesi bizim mahalleye hiç doğru dürüst asfalt atmıyordu ama benim ödediğim paralarla buraya gayet güzel asfalt atmıştı.
      Bizim mahalleden İ.Melih ve AKP'ye pek fazla oy çıkmadığından olsa gerek (mahallede insanlar arasındaki dedikodu böyle, ben söylemiyorum) yollar köy yollarından kötü. Bazen o kadar büyük çukurlar açılıyor ki içine düşen bir adan geçen yıl hastaneye kaldırılmış (Ben görmedim. Yine mahalle dedikodularından öğrendim.). Bu bozuk yollar yüzünden mahallede arabası olanların şoförlüğü gelişti. Rallici gibi çok dar alanda çok ani manevraları yapabiliyorlar.
      Şimdi anladım ki bazı yerlerde İ. Melih ile beraber ilçe belediye başkanının boy boy resimlerinin bulunmasının sebebi buymuş. İş resimle oluyorsa İ. Melih Gökçek'e buradan sesleniyorum. Bizim mahalleye de Kızılcahamam'a yaptığın yolun aynısını yap, söz seninle resim çektirip mahallenin her yerine asacağım. Ayrıca yol vergisi, atık su bedeli gibi ücretleri öderken de artık küfretmeyeceğim.
      Lafı fazla uzatmadan yeniden devam edeyim.
      Biraz etrafı seyredip resim çektikten sonra geri dönmeye başladım. Aşağıya inince ilk lokantada durdum. Ağaçlar arasında oldukça güzel bir lokantaydı. Izgara et, yuvarlama çorbası dedikleri bir çorba, içli köfte ve saç kavurma söyledim.
      Garson yemekleri getirince görüntüden yemeğin iyi olduğu anlaşılıyordu. Yemeye başlayınca yanılmadığımı anladım. İçli köfte daha önce değişik yerlerde yediğim içli köftelerden biraz farklıydı. Ama acayip lezzetliydi. Çorba pek sevmem, zaten kızıma söylemiştim ama o da çok lezzetliydi.
Asıl sürpriz et yemeklerinde idi. Izgara et (iki büyük parça sucuk, kaburga, pirzola, külbastı vb den oluşuyordu.) tarif edemeyeceğim kadar güzeldi. Tadına doyamadım. Saç kavurma da şimdiye kadar yediğim saç kavurmalar arasında ilk üçe-dörde girer.
      Yemeğin arkasından sipariş ettiğim fırın sütlaç ta hiç fena değildi. Sonra çay ısmarladım ve çay gelince dışarı çıkıp bir sigara yaktım. Etraf meşe ve çam ağaçları ile doluydu. Hava hafif serin ama soğuk değildi. Bir sürü insan dışarıdaki masalara oturmuş yemek yiyordu. Etrafta en çok genç çiftler vardı. Sanırım sevgilisini alan delikanlılar gözlerden uzak ve baş başa bir pazar geçirmek için buraya gelmişler. Buraya gelmekte de iyi yapmışlar çünkü ortam acayip güzeldi.
      Neyse...
      Burada biraz daha kalıp ilçeye indim. İlçede hiçbir numara yoktu. Özel bir hediyelik eşya veya çok ilginç bir gıda filan var mı diye baktım ama bulamadım. Bunun üzerine ilçede fazla kalmadan  Ankara'ya geri döndüm.
      Ankara'da yaşayan, et yemeyi seven, dağ bisikleti veya yürüyüşü yapmayı seven ve (ben gitmedim ama) termal havuzlarda sağlık arayan herkese Kızılcahamam'a gitmesini tavsiye ederim. İlçeyi görünce moraller bozulmasın. İlçeye girdiğiniz yoldan hiçbir yere dönmeden dümdüz dağa doğru çıkın. Park alanına gelince de günün keyfini yaşayın.

      Saygılar sunarım.
      M.Ç.

Kızılcahamam Yazısı.
İlçenin uzaktan görünüşü.

                                                                             







İlçenin içinden geçip evlerin bittiği yer.     
Yolun en yüksek noktasından manzara
                               

Bir başka manzara.
                                                               
İ.Melih Gökçek'in yolları.

                                                           
Lokantanın bahçesinden çevrenin görünümü.
                                           
Lokanta bahçesinden çekilen bir başka resim.
                                           
Türkiye Ağacı
       Bu ağaç dikkatimi çekti. Oturduğu zemin sağlam ve üzeri de taşla kaplanmış. Sonra yukarıya doğru bir zamanlar dallı budaklı hayat dolu bir ağaç olduğu görünüyor. Kim yapmış bilmem ama bir süre sonra ve uzun bir süre boyunca kötü niyetli birileri dalını budağını kırmışlar ve çırılçıplak bırakmışlar ama ağaç buna rağmen uzamış. En üstte de hala zor durumda olduğu ama hayata tutunmaya çalıştığı görülüyor. Bana Türkiye'yi anımsattı.

12 Eylül 2014 Cuma

Derebeylik geri mi geliyor? Sahiller talan ediliyor. Vatandaş uğruna hayatını ortaya koyduğu vatanının deniz kenarlarını kullanamıyor.


Bu yaz sahil kenarında küçük bir köye gittim. Eskiden de hemen heryıl gittiğim bu köy hem tarihi hem de doğal sit alanı olduğu için hala yazlıkçı terörü tarafından harap edilmemiş bir köy. Fakat bu zeytinlikle ilgili yasa sanırım bu doğal sit alanı olma vasfını kaldıracak. Yani köyün ve sahillerin talan edilmesi ve bu arada içine edilmesi süreci başlayacak. Ama ben burada esas olarak bundan bahsetmeyeceğim.
Turizm gelişmese de köyde bazı değişiklikler olmuş. Eskiden rahatça gidip denize girdiğimiz koylara artık o kadar rahat gidilemiyor. Bazı koylar ''Beach'' saçmalığı ile kapatılmış. Ücret ödemeden giremiyorsunuz. Bazılarına ise girmek daha kolay ancak arabanızla giderseniz park ücreti ödemek zorundasınız. Yolun üstüne park etseniz bile.
Bu ne biçim iştir demiyorum çünkü ülke en tepeden en alta kadar talancıların, soyguncuların kontrolüne girmiş. Her vatandaşın ortak malı ve serbestçe kullanabileceği bir alan olan denizlerimiz ve sahillerimiz, hoteller ve yazlıklardan sonra şimdi de beach saçmalığı ve sahile yakın tarlası olan uyanıklar tarafından halkın kullanımına kapatılmış durumda. Denize ulaşmak ve girmek için mutlaka birilerine haraç ödemek zorundasınız.
Ben; Fransa, İspanya, Suriye, Portekiz, Hollanda, Fas ve İngiltere'de sahillere gittim. Bazılarında denize de girdim. Hiç birinde ne hotellerin ne de başka talancıların sahilleri kapattığını görmedim. Bu nasıl bir iştir anlayamıyorum.
Ne doğuda, ne güneyde ve ne de batıda böyle bir şey yokken bizde nasıl oluyor. Dahası, gariban halkımız böyle bir soygunculuğa nasıl tepki göstermiyor. Böyle uysal koyun modunda daha ne kadar her şeye tahammül göstereceğiz? Bu uysallık bizi korkarım ki kendi ülkemizde bir esir veya köleye dönüştürecek.
Saygılar sunarım.

10 Şubat 2014 Pazartesi

Ege Bölgesinde kuraklık. (Kaplıcalar, Ilıcalar, Yerel Seçimler, Barajlar, Susuzluk, Balıkesir, Sındırgı, Manisa, Ege Bölgesi)


Daha önce Manisa ve Balıkesir bölgesindeki izlenimlerimle ilgili bir yazı yazmıştım. Bu gün bu illerde gördüklerimle ilgili düşüncelerimi yazmaya devam edeceğim.

Öncelikle politikayla ilgili olmayan ama tüm Türkiye'yi etkileyecek olan bir durumdan bahsedeyim.
Balıkesir'in Sındırgı ilçesine gittim.
Ilıcaları meşhurmuş.
Bir hotele gidip biraz Ankara'nın soğuk havasını üzerimden atayım dedim.
Hotelin lobisinde; hotelin tanıtım broşürlerinde resimlere baktım.,
Hotelin resmine bakınca arka planda bulunan büyük bir gölet resmi görünce şaşırdım.
Çünkü gelirken gölet filan görmemiştim.
Hotelde sigara satılmadığından akşam üzeri arabayla yakın bir benzinliğe gidip sigara aldım.
Yolda göleti yine görememiştim.
Benzinciye sordum.
''Hemen hotelin arka tarafında bir baraj olduğunu, fakat bu yıl yağış olmadığından barajda hiç su olmadığını söyledi.''
Merak edip dönerken kontrol ettim.
Daha bir gece önce çok şiddetli yağmur yağmasına rağmen barajın en derin yerinde ancak birkaç havuzu dolduracak kadar su olduğunu gördüm.
Toprak bir gece önce yağan yağmuru yutmuştu sanki.

Sındırgı'dan sonra Balıkesir'e gittim.
Balıkesir'de pek seçim atmosferi yoktu.
Konuştuğum kişilerden anladığım kadarıyla AKP'nin hiç şansı yokmuş.
CHP'nin de öyle.
MHP kesin alır diyorlar.

Balıkesir'den Manisa'ya dönerken yolda bir baraj daha dikkatimi çekti.
Bu barajda da hiç su yoktu.
Bu durum hiç iyiye işaret değil.
Bu yıl kuraklık olabilir.
Bahar yağmurları da yağmaz sa çiftçiyi zor bir yıl bekliyor.
Sulu tarım yapılan tüm Ege Bölgesi için aynı tehlike mevcut.
Böyle giderse önümüzdeki yıl sulama masrafları dahil giderler artarken tarımsal üretim düşebilir.
Çiftçi sefalet çekebilir.
Zaten ekonomide genel bir durgunluk başladı.
Tarımsal üretim de azalırsa durum daha da kötüleşebilir.
Avrupa ülkelerinde tarımın ekonomideki payı %1-2.
Tarımdan geçimini sağlayanlar da o kadar.
Ama ülkemizde tarımın ekonomideki payı hala oldukça yüksek.
Tarımdan geçimini sağlayan insan sayısı ise daha da yüksek.
Kuraklık tarımı, dolayısıyla ekonomiyi vurabilir.
Şehir ve ilçelerin içme suyu sorunu yaşamaları da kuvvetle muhtemel.
Yetkililerin şimdiden tedbir alması şart.
Yoksa iş işten geçtikten sonra kimseye faydası olmaz.
Belediye başkan adayları da bu konuya dikkat etmeli.
Yarın seçilirlerse sorunu kucaklarında bulacaklar.

Saygılar sunarım.


23 Ekim 2013 Çarşamba

Prenses Diana'nın yolundan yürümek.



Lady Diana'yı bilmeyen pek yoktur.
İngiltere kraliyet ailesine gelin gidip Galler Prensi Charles (Prens Charles) ile evlenen, prens saray çalışanlarından birinin karısıyla ilişki kurunca o da önce sarayda bir yüzbaşı ile (küçük oğlunun bu yüzbaşıdan olduğu söyleniyor. Yüzbaşının ve adı geçen oğlunun resimlerini yanyana koyup baktım. Eğer ikiz kardeş değillerse baba oğul olmaları en mantıklı ikinci ihtimal. O kadar benziyorlar yani.), daha sonra da meşhur Mısır'lı zengin Fayed ailesinden Dodi el Fayed ile ilişki yaşamaya başladı.

Bir zamanlar lüks yatıyla Türkiye'ye gelmesi günlerce en önemli olay olan silah taciri Adnan Kaşıkçı'nın kayınçosu, beyaz eşya satışı yapan küçük bir mağazası varken eniştesinin de desteğiyle Londra'nın ünlü mağazası Harrods'u satın almış ve bundan sonra çok zengin olmuş. 3-4 yıl önce İngiliz yetkililerin kendisine baskı yaptığını, bu sebeple mağazayı satmak zorunda kaldığını açıkladı. Körfez emirliklerinden bir şeyhe sanırım 2,5 milyar sterline sattı.

İlişki açığa çıktıktan sonra saray çevresinden ayrıldı. Daha sonra Paris'te şüpheli bir kazada hayatını kaybetti. Prens Charles ise kocası ölen sevgilisiyle, kraliçenin tüm itirazlarına rağmen, evlendi.

Şimdi bu dedikodu mahiyetindeki bilgileri neden aktardığımı merak ediyorsunuzdur.

Londra'da kraliyet ailesinin yaşadığı bölge Buchingham Sarayı ve etrafıdır. 

Charles ve Diana'da evli iken bu bölgede yaşadılar. 

İşte bu sıralarda İngiltere'de hiç görülmeyen bir şey meydana gelmiş. Kuzeyde bir kasabadan, sıradan bir aileye mensup olan Diana, kraliyet ailesine katıldıktan kısa bir süre sonra bu tecrit edilmiş yaşamdan bıkarak dışarıda, Green Park ve Saint James Park'ta yürüyüşler yapmaya başlamış. 

Bu hareketi ise, ilk defa saray çevresinden birinin sıradan halk arasına katılması daha önce hiç görülmediğinden, büyük bir sempati toplamış ve kendisine halkın prensesi denilerek geniş kitlelerin hayranlığını kazanmış.

Bu sempati sebebiyle olsa gerek; prens'i terk edip başkalarıyla beraber olmasına, zengin bir arap ile sevgili olup beraber yaşamasına rağmen öldüğünde saray önünde insanlar günlerce toplanıp onun anısına çiçekler getirmiş. Kraliçe bile bu tepkiden çekinerek saraydan çıkarak onun anısına bir konuşma yapmış.

Londra Belediyesi de, o öldükten sonra, Diana'nın yürüdüğü yere, Saint James Park'ta yere bir plaket takmış.

Şaşırtıcı değil mi?

Kadının çok çalkantılı bir hayatı olmuş.....

Prensi terk etmiş....

Nikahsız, yabancı biriyle yaşamış...

Ama buna rağmen onun anısı yaşatılıyor....

Şimdi bize bakıyorum da; saray kadınları, bu son dizilerle biraz farklı bir resim oluşsa da, devleti yıkmaktan sorumlu, kötü ve lanet tipler olarak sergileniyor hep.

Mesela Hürrem Sultan deyince şeytan gibi bir şey düşünürdük okulda. 

Her padişah; iyi veya kötü anılır.

Bazılarının isimleri boğazdaki köprülere bile verilir.

Ama aynı şekilde dirayetli kadın sultanların isimleri verilmez hiç bir yere.

İmparatorluğu bunlar yıktı denilir bir de utanmadan....

Neyse...

Uzatmayalım...

Londra'ya giderseniz eğer...

Sarayın karşısındaki parkta sincaplar ve çeşitli kuşlar arasında da yürürseniz.

Ve  yürüyüş yolunda karşınıza, yere monte edilmiş bu plaket çıkarsa. 

Şaşırmayın.

Hikayesi budur.

Saygılar sunarım.

3 Ekim 2013 Perşembe

Yurt dışında ve ucuz tatil mi yapmak istiyorsunuz? Anlattığım denenmiş yöntemleri okuyun.


Yurt dışına geziye/tatile gitmek çoğu insanın aklından geçmiştir. Ancak bunu çok az kişi gerçekleştirmiştir. Bunun sebebi ise muhtemelen çok para gerekeceği inancıdır. Aslında durum hiç te öyle değildir. Uygun şekilde davranılırsa yurt dışı tatil yurt içinde tatil yapmaktan daha ucuza gelebilir. Nasıl mı? Muhtemelen birçok yöntem vardır, ancak burada benim uyguladığım üç yöntemden bahsedeceğim.
1'nci yöntem:
Gelecek yıl İtalya'ya 10 günlük bir seyahat yapmaya karar vermiştim. Önce gideceğim tarihi çalıştığım kurumla koordine ederek belirledim. Pasaportum zaten mevcuttu. O sırada Londra'da çalıştığımdan vize almam da gerekmiyordu. Mevcut vize ile gidebiliyordum.
Tati tarihini belirleyince internetten İtalya hakkında bilgi toplamaya başladım ve sonuçta 10 gün içerisinde; Venedik, Pissa Kulesi, Floransa ve Roma'yı görmeye karar verdim. Yine buraların büyüklüğü, gezilip görülecek yerlerin çokluğu, eğlence hayatı gibi faktörlere göre nerede ne kadar kalacağıma, buralarda hangi tarihlerde konaklayacağıma karar verdim.
Ardından internet üzerinden uçak bileti satışı yapan sitelerden gidiş ve dönüş tarihleri için bilet fiyatlarını inceledim. Değişik hava yolları fiyatları arasında oldukça büyük fark vardı. En ucuz olandan kredi kartı ile biletimi aldım. Bilet hem en ucuz firma hem de çoook erken rezervasyon olduğu için oldukça ucuza geldi. İtalya'da birbirinden oldukça uzak şehirlere gideceğim için bir araba kiralamayı da düşündüğümden bunun fiyatını da araştırmıştım. Gördüm ki uçak bileti aldığım site ve uçak şirketi bağlantısı ile araç kiralayınca çok ucuza geliyor. Uçak biletini alırken araç ta kiraladım. Burada az yakıt yakan Fiat marka küçük bir araba kiraladım. Küçük olması park yeri bulma açısından da isabetli bir seçim oldu. Bunun bir avantajı da kiraladığım araç şirketinin hava alanında şubesi olduğundan uçaktan inip doğruca arabaya binip istediğim yere gidebilmemdi. Haa bu arada Avrupa haritası yüklü Tomtom'um da vardı. Yoksa yabancı bir ülkede hele araçla dolaşmak oldukça zor olurdu.
Daha sonra da gideceğim şehirlerde kalacağım günlerde otel bulmak için internette arama yaptım. En uygun otelleri bulup kredi kartımla yer ayırttım.

Hem detaylı araştırma, hem de erken rezervasyon sayesinde oldukça ucuza İtalya'yı gezmiş oldum. Haa bu arada şansıma ben gittiğimde İtalya'da turizm haftasıymış. Her müzeye ve panteon, tarihi Roma harabeleri gibi tarihi yerlere beleş girdim. Ama Vatikan'ın turizm haftasından haberi yoktu herhalde 23 Euro giriş parası ödedim.
2'nci yöntem;
Yine yaz bir yaz tatilinde Fransa, İspanya ve Portekizi arabamla gezmeye karar vermiştim. Arabanın bakımını bir gün önceden yaptırıp yola çıktım. Londra'dan Dover'e gelip feribotla Fransa'nın Kaleis şehrine geldim. Buradan Lion'a geldim ve tanıdıklarda kaldım. Daha önceden kalmayı planladığım tek yer burasıydı. Başka hiçbir yerden hotel ayarlamadım. Lion'dan doğruca İspanya'ya gitmeye, Fransa'yı dönüşte gezmeye karar verdiğimden sabah erkenden kalkıp internet üzerinden (Late Hotels ve Lastminute.com adreslerinden) Barselona'da hotellerde yer baktım. Son dakikada iki günlük yer satın aldığımdan oda fiyatları çok komik sayılabilecek kadar düşüktü. Bunu gezim boyunca yaptım. Gezi planımı esnek tutmuştum çünkü altımda arabam vardı. Bir şehirde yer bulamazsam alternatif olarak seçtiğim diğer şehirden bulurum diye düşünmüştüm ama yer bulmak sorun olmadı ve planladığım yerlerde kaldı. Her yerde en az 4 yıldızlı (onların da havuzları filan vardı ve bayağı iyiydiler) ama genellikle 5 yıldızlı hotellerde kaldık. Fiyatın düşüklüğünü değerlendirebilesiniz diye söylüyorum, mesela İspanya'da Kordoba gibi turistik bir şehirde tam şehir merkezinde çok güzel bir hotelde 2 çocuk iki yetişkin günlük 35 Euro'ya kaldık. Portekizin Faro isimli turistik beldesinde denize sıfır süper bir hotelde günlük 40 Euroya kaldık. Fiyatlara sadece kahvaltı dahil idi. Uzun lafın kısası bir şehitde kaldığımız son günün sabahı gideceğim şehirde hotel ayarlayıp yola çıktım. Son dakikada oda satın aldığım için erken rezarvasyona göre bile oldukça ucuza çok lüks hotellerde kalmış oldum. En fazla para ödediğim otelde standart oda fiyatının üçte biri fiyatına kaldı. Yiyecek konusunu ise yemek yerlere bakıp beğendiğim ve uygun bulduğum yerlerde hallettim. Avrupa da her restoran'ın kapısında fiyat listesi yazdığından kazıklanma riskiniz oldukça az. Bu şekilde İspanya'da;Barselona, Madrit, Kordoba, Granada (Gırnata), Sevilla ve Bilboa'da, Portekiz'de Faro ve Lizbon'da, Fransa'da Boreux'ta kaldım. Parise daha önce de gittiğimde orada gecelemedik.
3'üncü yöntem:
Diğer bir yaz tatilinde ise son ana kadar nereye gideceğime karar verememiştim. Ben Finlandiye, Norveç, İsveç yani kuzey bölgelerini arabayla gezelim diye düşünüyordum, çocuklar da deniz kenarında bir yere gitmek istiyordu. Bir İngiliz arakadaşım daha önce Fas'a gittiğinden ve Marakkeş gibi ilginç şehirleri gezip aynı zamanda deniz kenarında Agadir diye turistik bir şehirde kaldığından bahsetti. Bir daha gitmek fırsatı olmaz diye Fas'a gitmeye karar verdim. Deniz kenarını duyunca çocuklar da razı oldu.
Turizm şirketlerini aradım oldukça yüksek fiyatlar verdiler. İnternetten hotel fiyatlarına ve uçak fiyatlarına baktım. Uygun fiyata güzel hoteller vardı ancak uçak fiyatı 4 kişi çok fazla tutuyordu. O arada internetten bir de paket program yapan Tomas Cook gibi şirketlere bakmak aklıma gedi. Ben yola çıkmayı pilanladığım tarihe 4 gün kalmış olmasına rağmen hala ne uçak ne hotel ayarlayabilmiştim.
Bu şirketlerin birinin sitesine girip 4 kişi 10 gün herşey dahil deniz kenarında bir hotel istediğimi işaretleyip arama butonuna bastım. Karşıma çıkan rakamı görünce gözlerime inanamadım. Gidiş-geliş ve herşey dahil hotel parası daha önce araştırdığı en ucuz uçak firmasının bilet fiyatından 4 kişi için toplamda 250 Sterli daha fazlaydı. Yani 4 kişi için Türk parası ile normal gidiş geliş uçak fiyatının 750 lira fazlasına hem uçuş hemde herşey dahil 10 günlük hotelde kalabiliyoırduk. Ben herhalde kötü bir hotel ve denize çok uzaktır diye düşündüm. Haritadan konumuna baktım. Resimlerini inceledim. Okyanus kenarında, müstakil evlerden oluşan bir tatil köyü idi. Faslı bir arkadaşa sordum. Telefon edip memleketteki arkadaşlarına sormuş, süper bir tatil köyü demişler. Fiyatı duyunca ise bizede yer alın biz de buradan gidelim çok ucuz demişler. Neyse gittik. Tatil köyü resimlerde göründüğü gibi okyanus kenarında ve çok güzeldi.
Turiz şirketlerinden tanıdıklarıma sordum. Son anda aldığım için, elindeki tüm odaları satamayan şirketlerin ne alırsam kardır düşüncesi ile, kendilerinin hotellere zaten parasını ödeyip rezerve ettikleri odaları böyle çok ucuza verdiklerini söylediler.
Eğer siz de yurt dışına tatile gideyim, ama hem iyi yerlerde kalayım hem de fazla para harcamayayım diyorsanız, bu yöntemlerden size uygun olanını kullanabilirsiniz. Belki de daha uygun başka bir yöntemi kendiniz bulabilirsiniz.
Şimdiden iyi tatiller.