
Bu blogta sanat, siyaset, savaş, strateji, istihbarat gibi konularda inceleme ve değerlendirme yazıları yayımlanmaktadır. Bu bloğun yazarı ayrıca http://mgmstrateji.com/index.html, https://strasam.org/ ve http://foundationoffunystories.blogspot.com adreslerinden ulaşabileceğiniz sitelerde de yazılar yazmaktadır.
5 Şubat 2025 Çarşamba
21 Ocak 2025 Salı
DEM Parti, demokratik bir parti değil. Hatta parti bile değil.
DEM Parti demokratik bir parti değil.
Hatta bir parti bile değil.
Eli kanlı bir terör örgütün sözcüsünden ibarettir.
Neden mi böyle söylüyorum?
Demokratik bir parti, antidemokratik her davranışın karşısında yer alır.
Bu gün Zafer Partisi genel başkanı tutuklanmıştır.
Kendi eş başkanları, tutuklanıp hapse atıldığından beri demokrasi havarisi kesilen DEM, Ümit Özdağ'ın tutuklanmasına hiçbir yorumda bulunmamıştır.
Demokrasi böyle bir şey değil.
Bunlar kendilerine demokrat.
Başkaları için demokrasi filan istemiyorlar.
Mecliste bulunmaları bu ülke için, demokrasi için, barış ve huzur için bir kayıp.
Maalesef Türkiye tel tel dökülüyor. (21 Ocak 2025)
Bir gün yok ki sabah uyandığımızda bir felaket haberi duymayalım.
Ya siyasi bir felaket yaşanıyor veya fiili bir felaket.
Bu felaketlerden bazıları onarılmaz yaralar açıyor.
Ama sorumlular, fıtrat deyip geçiyor.
Daha doğrusu, sorumluluklarını gizlemek için olayı geçiştirmeye çalışıyor.
Mesela deprem.
Deprem fıtrat veya kader değildir.
Öyle olsaydı Japonya'da çok daha şiddetli depremlerde bizdeki depremlerden daha fazla insan ölür veya yaralanırdı.
Ama tam tersi oluyor.
Bizde her yeri yıkan ve binlerce insanın ölümüne sebep olan depremler yaşanırken Japonya'da çok daha şiddetli depremlerde neredeyse hiç kimse ölmüyor.
Bunun sebebi inşaat.
Bunun sebebi, siyaset.
Bunun sebebi hükümet.
Bunun sebebi belediyeler.
Bir şehirde yıllar önce depremde alınacak önlemlerle ilgili il çapındaki bir toplantıya katılmıştım.
Şehirdeki üniversiteden bir jeoloji mühendisi (sanırım doçent idi) şehirden iki fay hattı geçtiğini, bu fay hatlarının 7 ve üzerinde depremler ürettiğini anlattı.
Fay hattı geçmişte yıkıma sebep olduğundan bu bölgelerde daha sonra ev yapılmamış.
Ama o zamanki hükümetin partisinden olan belediye başkanı, buraları tekrar iskana açtırmış.
Büyük büyük apartmanlar dikiliyormuş.
Vali bunu duyunca heyecanlandı.
Hemen Ankara'ya yazalım, ilgilileri uyaralım filan dedi ve emirler verdi.
Sonuç ne mi oldu?
O binalar yapıldı.
Daha sonra fay hattındaki binalar daha da arttı.
Son depremde resimlere baktım.
O semtlerde tek bir bina ayakta kalmamış.
Şimdi bu kader mi?
Fıtrat mı?
Kesinlikle değil.
Bu doğal afet.
Ama doğal olmayan afetler de yaşanıyor bu ülkede.
Mesela kaçak içkiden her zaman insanlar ölüyor.
Birileri "Kuruya, suluya boyuna vergi koyuyoruz. Zam yapıyoruz. Ama gene de içiyorlar." diye aklınca eğleniyordu.
Halbuki o fiyatlara ancak hükümetten nemalanan bol parası olanlar içiyor.
Garibanlar içkisini ya kendi yapıyor veya kaçak yapanlardan ucuza alıyor.
Bir ara marketlerde güvenilir alkol satılıyordu.
Millet bu alkolü alıp içki yapıyordu.
Hükümet hemen önlem aldı.
Önce bu alkole ağır vergiler getirdiler.
Sanırım sonradan da satışı yasaklandı veya kısıtlandı.
Marketlerde uzun süredir görmüyorum.
Böylece insanlar, kontrolsüz imal edilen kaçak içkilere yöneldi.
Sonuç, sürekli alkol zehirlenmesinden insan ölümleri.
Kader mi?
Değil.
Fıtrat mı?
Değil.
"E içmesinler onlar da" diyenler olabilkir.
İnsanlar ne yapıp ne yapmayacağını size mi soracak.
Bahane bulacağınıza çözüm bulun.
En azından sorumlular bulsun.
Neyse...
Bu gün de bir başka felaket haberi verildi haberlerde.
Bolu'da bir hotelde yangın çıkmış.
60'tan fazla ölü ve bir o kadar da yaralı var.
Bildiğim kadarıyla her otelin açılabilmesi onlarca izin ve ruhsat alınıyor.
Bunlardan biri de yangına karşı dayanıklılık ve yangın halinde uygulanacak tedbirlerle ilgili.
Muhtemelen bu hotel de almıştır o ruhsatları.
Ama bir işe yaramadığı ortada.
Şimdi belediye kendi sorumlulukları olmadığını söylüyor, turizm bakanlığı da suçu belediyeye yüklemeye çalışıyor.
Bina cayır cayır yanarken hiçbir ciddi söndürme ve kurtarma faaliyeti yapılmadığı anlaşılıyor.
Görüntüleri izleyince, insanların göre göre öldüğü ortada.
Demek ki, birçok kişinin sorumluluğu var.
Hotel sahibinin.
Çalışanların.
Ruhsat verenlerin.
Daha sonra denetlemeyenlerin.
Söndürme ve kurtarma çalışmalarını düzgün yürütemeyenlerin.
İmkanı varsa yardım etmeyenlerin.
Bu kadar insan ölürken kimse sorumluluktan kaçamaz.
Normal bir ülkede bu böyledir.
Bizde ise, olay ya birine yıkılır (ki bu en az sorumluluğu olan veya hiç sorumluluğu olmayan biri olur genellikle) veya fıtrat denir kapatılır.
Ölenlerin yakınlarına üç beş kuruş para verilir.
Sesleri kesilir.
Buna rağmen ses çıkarmaya devam edenler de başka yöntemlerle susturulur.
Maalesef durum bundan ibaret.
20 Ocak 2025 Pazartesi
HAMAS mı İsrail mi, Zaferi Kim Kazandı? (20.01.2025)
Gazze savaşını başlatan saldırıyı düzenleyen Kassam Tugayları lideri Ebu Ubeyde bu gün bir konuşma yapmış.
Biraz dinledim konuşmasını.
Ateşkese bağlıyız diyor.
Dostlarımızla asla savaşmayacağız diyor.
Rehineler karşılığında çok sayıda Filistinli tutsağı kurtardıklarını söylüyor.
Siyonist saldırılara karşı savaşmaya her zaman hazır olmalıyız diyor.
Lafı dolandırıp duruyor.
Ama zafer kazandıklarını ima etmeyi ihmal etmiyor.
Hangi zaferi kazandıklarını anlayamadım.
Tek başarıları, hayatta kalmak.
Ne yalan söyleyeyim, İsrail'in gücü ile karşılaştırılınca azımsanacak bir başarı değil bu.
Ama mutlak bir zafer filan da kazanamadılar.
1000 küsur kişiyi kurtardılar ama 40-50 bin kişi öldü çatışmalarda.
Bunların tamamına yakını da sivildi.
Önemli bir miktarı da çocuk ve bebekti.
1000 mahkumu kurtarmak için 40-50 bin ölü verdiler.
Yaralıları saymıyorum bile.
Bence yine de ateşkes yapmak bir başarı sayılır.
Daha doğrusu ateşkes için İsrail'i masaya oturmak zorunda bırakmak başarı.
İsrail'in o kadar güçlü olmadığı da dünyaya gösterildi.
Tüm gücü ile saldıran İsrail, başlangıçtaki hedeflerinin hiçbirine ulaşamadı.
HAMAS'ı yok edeceğiz dediler, edemediler.
GAZZE'yi Yahudi yerleşimine açacağız dediler, anlaşılan bu da olmayacak.
Tünelleri yok edeceğiz dediler, aksine tüneller daha da arttı.
Üstelik milyarlarca dolar masraf ettiler.
Yetmedi, çok sayıda tank, zırhlı araç, diğer araçlar, silah ve malzeme kaybettiler.
Muhtemelen çok sayıda asker de kaybettiler.
Yani İsrail de bir zafer kazanamadı.
Peki bu kadar insan boşuna mı öldü?
Elbette hayır.
Bu katliam tüm dünyada yankı uyandırdı.
Hitler tarafından soykırıma uğramış mazlum yahudi imajı yıkıldı dünya kamuoyunda.
Onun yerine zalim ve soykırımcı İsrail imajı yerleşti.
Bununla da kalmadı.
Uluslararası mahkemelerde yargılandı İsrail.
Soykırım uygulamakla suçlandı.
Hatta mahkum oldu.
İsrail hükümet görevlilerinin bir kısmı için de tutuklama kararı çıkarıldı.
Bu az bir şey değil.
Ama yine de, toplam kar ve zarar hesabı yapılınca, kim ne kazandı emin değilim.
15 Ocak 2025 Çarşamba
HAMAS ve İsrail ateşkes imzalamış. Peki kim kazandı? (15.01.2025)
HAMAS'ın başlattığı ve İsrail'in savunma zafiyetlerini ortaya çıkaran saldırıdan sonra İsrail Gazze Şeridi'ne büyük bir saldırı başlatmıştı.
Amaç HAMAS'ı cezalandırmak değil yok etmek olarak açıklanmıştı.
İsrail halkının çoğunun böyle bir amacı yoktu.
Onlar sadece kaçırılan yakınlarının kurtarılmasını istiyorlardı.
Gerekirse İsrail hapishanelerindeki HAMAS'lıların salıverilmesini istiyorlardı.
Ama aşırı sağcı partilerin kurduğu ırkçı hükümet halkın isteklerine kulak tıkadı.
Büyük bir askeri operasyon başlattı.
Bunda başbakanın yaptığı yolsuzluklar sebebiyle yargılanmak üzere olduğu ve bunu geciktirmek veya unutturmak istediği söylendi.
Fakat başbakan daha büyük sorunlarla karşılaştı.
Çatışmalar Gazze ile sınırlı kalmadı.
Bombardımanlar sebebiyle on binlerce sivil ölünce uluslar arası tepkiler ortaya çıktı.
Hitleri'in katlettiği masum Yahudi imajı neredeyse her yerde yok oldu.
Irkçılığı ve soy kırımı Hitler'den öğrenmiş ve onu bile geçmiş zalim, katliamcı siyonist rejim imajı yerleşti.
Üstelik çatışmalar Gazze ile ssınırlı kalmayarak yeni sorunlar da yaşandı.
Yemen birçok füze atarak İsrail'in gizemli demir kubbesinin yumuşak demir olduğu ve delinebileceğini gösterdi.
Hizbullah ile de çatışmaya girildi.
Çok sayıda Hizbullah lideri başarılı bir operasyonla etkisiz hale getirildi.
Lübnan'ın Hizbullah bölgesi bombalanarak yüzlerce sivil öldürüldü.
İsrail bu sefer Fransa ve İtalya gibi batılı devletin tepkisini çekti.
Öldürülen binlerce bebek ve çocuk sebebiyle bebek katili damgası yedi.
Uluslar arası mahkemelerde İsrail yargılandı.
Soykırımı yapmakla suçlandı ve hatta bu yönde kararlar çıktı.
Netenyahu ve bazı İsrailli yöneticiler için tutuklama kararları çıktı.
Bu arada İran ile de savaş yaşandı.
İsrail'in savunma sistemi yine açık verdi.
Birçok kayıp da yaşandı.
Öte yandan çatışmalarda çok sayıda İsrail askeri öldü veya yaralandı.
Tank ve zırhlı araçları vuruldu.
İsrail bunu açıklamadığından sayıları bilmiyoruz ama az olmadığı kesin.
Sonuçta İsrail, Gazze'yı yakıp yıkmasına rağmen HAMAS'ı yok edemedi.
Bırakın yok etmeyi, zayıflatamadı bile.
Rehineleri de kurtaramadı.
Tek başarısı, bir rehine kurtarma operasyonunda kendi vatandaşı olan rehinelerin ölmesi oldu.
Neyse ki cesetlerini kurtardılar.
Olayın diğer tarafına bakarsak HAMAS da pek bir başarı sağlayamadı.
Aksine, İsrail'in saldırısına fırsat yaratarak 40 binden fazla Filistinlinin ölümüne sebep oldu.
Ama başarılı olduğu alanlar da var.
İsrail'in yarattığı uydurma mazlum Yahudi imajının çökmesine sebep oldu.
Yok olmayıp, hayatta kalmayı başardı.
Bununla da kalmadı.
Tüm zayıflıklarına rağmen bu güne kadar savaşmaya devam edebildi.
İsrail'in büyütüldüğü kadar güçlü bir devlet olmadığını gösterdi.
Bunu daha çok kazdığı tüneller sayesinde başardı.
Tünellerin sadece savunma için değil taarruz için de ne kadar önemli olduğunu gösterdi.
Sonuç olarak bir ateşkesi de kabul ettirdi İsrail'e.
1000 taraftarının hapishaneden salınmasını da garanti altına aldı.
Karşılık olarak 30 ila 300 arasında rakamlarla ifade edilen Yahudi rehineyi serbest bıraktı.
Böylece, HAMAS-İsrail savaşındaki rutin tekrarlanmış oldu.
1948'den beri devam eden çatışmalardan yine kesin bir sonuç çıkmadı.
Bu çatışma bundan sonra da devam edecektir.
İnşallah bir bölgesel savaşa sebep olmaz.
23 Aralık 2024 Pazartesi
Bu Amerika'ya tuhaf bir şeyler oluyor.
Son günlerde Amerikalılara bir şeyler oluyor.
Hem de çok tuhaf şeyler.
Dünyanın en güçlü ülkesi Amerika.
Ordusu da dünyanın en güçlü ordusu.
Teknolojisi ve özellikle de askeri teknolojisi diğer ülkelerden açık ara önde.
Ama buna rağmen askeri alanda olmayacak rezaletler yaşıyor.
Önce Suriye'nin kuseyinde bir SİHA'sının kendisinin verdiği silahlarla yanlışlıkla PKK/PYD tarafından düşürüldüğünü öğrendik.
Şaşırdık elbette.
"Böyle bir şey nasıl olur? Bunda bir bit yeniği olmalı." diye düşündük.
Ama bu gün çok daha saçma sapan bir şey yaşandığını öğrendik.
ABD, Yemen bölgesinde yanlışlıkla kendi savaş uçağını düşürmüş.
Yok daha neler.
Durum bu kadar vahimse ABD askerlerini terhis etsin.
Yakında kendi füzeleriyle kendi ülkelerini de vurur bunlar.
Allah korusun, nükleer başlıklı bir füze ateşlenirse, büyük felaket yaşanır.
ABD ordusunda bir eğitim veya disiplin zafiyeti varsa haber versin.
Biz müttefikiz nasıl olsa.
Yardım ederiz.
Somali dahil birçok ülkenin ordularının eğitimine yardımcı oluyoruz.
Müttefikimize mi yardımcı olmayacağız.
Yeter ki istesinler.
Onlara da bir askeri heyet göndeririz.
22 Aralık 2024 Pazar
İsrail'in Suriye'deki işgal bölgesinin önemi.
Bu konu ile ilgili düşüncelerimi bir önceki yazımda anlatmıştım. Ama bölgenin işgalinin bazı başka önemli husustan kaynaklandığı da birçok kişi tarafından iddia ediliyor. Bu iddialardan biri, Esad'ın kimyasal mühimmat depolarının bu bölgede olduğu ve rejim düşünce kaçan rejim subaylarından bazılarının İsrail'e sığınıp bu depoların yerini söylediği yönünde. Sözüm ona bu depolar İsrail'in işgal ettiği bölgedeymiş.
Bu kimyasal silah hikayeleri beni hep kıllandırıyor. ABD de Irak'ı kimyasal silahları yok edeceğim bahanesi ile işgal etmişti ama tek bir silah veya mühimmat bulunamadı. Suriye'de böyle silah ve mühimmat bulunsa bile bunları en büyük düşman olan İsrail'in burnunun dibine, hemen ulaşacağı bir yere depolamak pek mantıklı değil. Bu sebeple bu seçeneği eliyorum.
Diğer bir iddia, Golan Tepeleri'nin su kaynaklarına hakim olmak. Bu tek sebep olmasa da doğru bir iddia olabilir. Çünkü İsrail su fakiri bir ülke ve yoğun tarım yapılıyor. Bunun için deniz suyunu arıtıyorlar ama bu su çok maliyetli. Bedava su kaynaklarına sahip olmayı elbette ister. Üstelik İsrail'in Hebron Dağı istikametine doğru ilerlediği söyleniyor. Bu doğru ise su teorisi çok mantıklı. Hebron bölgedeki en yüksek dağ ve Ortadoğu'da yılın büyük bölümünde tepesi karla kaplı nadir dağlardan biri. Kar demek, baharda ve yazın su demek.
Üçüncü bir iddia da Suriye'deki yeni rejime baskı kurmak için işgalin gerçekleştiği iddiası. Bu da mantıklı bir iddia ama tuhaf bir durumun olması bu iddiayı biraz düşünmeyi gerektiriyor. Eğer İsrail en kısa istikametten Şam'a doğru ilerlese bu iddia daha doğru olur. Ama herifler kuzeybatı istikametinde Lübnan sınırına paralel ilerliyor. Bu durum, yeni hükümete baskı kurmaktan daha derin bir amaç olduğunu gösteriyor.
Bir diğer iddia ise Esat rejimi tarafından yakalanıp idam edilen ünlü bir İsrail casusunun mezarına ulaşmak. İsrail kendilerinden olan insanların ölülerine bile sahip çıkar ama yine de bu biraz zorlama bir iddia. Herifin o bölgeye gömüldüğünü kim söylüyor. Öte yandan İsrail, isterse gizli bir operasyonla adamın mezarına ulaşır, kemikleri çıkarıp ülkesine taşır. Hem de kimsenin ruhu bile duymadan. Üstelik bu günlerde kimsenin yıllar önce idam edilen bir yahudinin mezarı başında nöbet tutacağını sanmıyorum.
Diğer bir iddia da askeri açıdan hakim bir araziyi ele geçirmek. Bu mantıklı bir iddia ama yalnız başına her şeyi açıklamaz. Çünkü zaten Golan Tepelerinin, yani askeri açıdan avantajlı yüksekliklerin bir kısmı İsrail tarafından çok önceleri işgal edilmişti.
Bence tüm bu iddiaları da dikkate almakla beraber esas bakmamız gereken işgal bölgesinin hangi istikamette uzandığı. Buna bakınca İsrail'in Suriye ile Lübnan'ın Hizbullah bölgesi arasına girdiği ve Lübnan Dürzileri ile temasa geçtiği görülüyor. Bence işgalin en önemli sebebi bu iki husus.
Bence İsrail, ha
İsrail, Suriye topraklarına neden girdi? Yeni bir Dürzi Devleti mi kurmaya çalışıyor?
Suriye iç savaşı son safhasına girip rejim düşünce İsrail Suriye güneyinde Golan Tepelerine askeri birliklerini soktu. Golan Tepelerinin bir kısmı daha önceki Arap-İsrail muharebelerinde zaten işgal edilmiş ve tampon bölge adı altında işgal bu güne kadar devam ettirilmişti. Şimdi bu tampon bölge daha da genişletildi.
İsrail dünya kamuoyuna bu yeni işgali, Suriye'deki savaşın ve istikrarsızlığın İsrail'e karşı tehdit oluşturmaması için geçici olarak yaptığını söylüyor. ABD de bu işgalin geçici olduğuna dair açıklamalar yapıyor.
Bununla birlikte başta Türkiye olmak üzere bu işgalin kalıcı olabileceği şüphesiyle karşı çıkılıyor. Cumhurbaşkanlığı seviyesinde İsrail kamuoyu önünde işgali durdurması ve geri çekilmesi yönünde uyarılıyor.
Öte yandan televizyon ekranlarında kimi asker, kimi uluslararası ilişkiler konusunda çalışan akademisyen, kimi gazeteci ve hatta anketörler tarafından da değişik gerekçelerle eleştiriliyor ve yorumlanıyor. Bu yorumlarda dha çok İsrail'in işgalciliğine, saldırganlığına, fırsatçılığına filan vurgu yapılıyor.
Bu yeni işgalleri de Ortadoğu'da en büyük sorun olan su kıtlığına karşı İsrail'in bölgedeki bazı akarsuların kaynağı olan Golan Tepelerinin ele geçirerek üstünlük sağlama girişimi; genellikle düz olan bölgede nadir yükseltilerden biri olan bu bölgenin ele geçirerek stratejik olarak üstünlük sağlamak gibi sebeplere dayandırıyorlar.
Fakat işgal edilen bölgeye bakılınca bu bahsedilen konularla açıklanamayacak bir durum olduğu anlaşılıyor. Çünkü işgal edilen bölge Suriye derinliklerine ilerlemekten ziyade Suriye-Lübnan sınırına paralel olarak dar bir şerit şeklinde.
Yeni işgal edilen bölgeye bakıldığında, bu bölgenin Suriye ile Lübnan arasına bir bıçak gibi girdiği görülüyor. Yorumculardan çoğu işgali İsrail ordusu Şam'a yaklaşıyor diye yorumluyor ama bu şekil hedefim Şam'dan başka bir yer veya şey olduğunu gösteriyor.
Lübnan etnik haritasına bakıldığında bu işgal daha anlamlı hale geliyor.
21 Aralık 2024 Cumartesi
Rusya neden Esat'ın düşmemesi için müdahale etmedi?
Bu konuda bir sürü komplo teorisi uyduruluyor.
Ama hepsi hikaye.
Aslında sebep gayet basit.
Rusya müdahale etmedi çünkü müdahale edebilecek gücü yoktur.
Rusya Ukrayna ile çok daha önemli bir savaşa tutuşmuş durumdadır.
Bu savaş Rusya'yı adeta tüketmiştir.
Rusya Suriye'deki uçaklarının ve askerlerinin çoğunu çekerek Ukrayna'da kullanmıştır.
Buna rağmen Rus askeri yetersiz kalmış olacak ki Kuzey Kore'den bile asker getirterek Ukrayna savaş alanına sürmüştür.
Rusya Suriye'de o kadar zayıftır ki sadece 7 uçağı kalmıştır.
Öte yandan Esat rejimi ordusu ve İraklı milisler de hiç direnememişlerdir.
Dağılan bir orduya yardım etmek Ruslara pek mantıklı gelmemiş olmalıdır.
Bu yüzden, o 7 uçağı bile kullanmamışlardır.
Bunun yerine Türkiye ile işbirliğine giderek muhaliflerle temas kurmuş ve üsler konusunda bazı vaatler almış olmaları kuvvetle muhtemeldir.
Putin'e göre Esat'ın ordusu neden yenildi?
Putin, yıllık basın açıklaması kapsamında Suriye iç savaşına da değindi.
Kendi değerlendirmesine göre Rusya'nın hedeflerine ulaştığını söyledi.
Esat rejiminin düşmesinden en kazançlı olan ülkenin İsrail olduğunu da söyledi.
Ama benim değinmek istediğim, Esat ordusunun neden bu kadar kolay yenildiği ile ilgili söyledikleri.
Putin'in dediğine göre Şam'a sadece 350 muhalif savaşçısı girmesine rağmen 30 bin kişilik Esat askeri şehri savunmak yerine kaçmayı tercih etmişti.
Bu durum, askerin moral motivasyonunun savaşlarda ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.
Biz Harp Okulu ve Harp Akademisi'nde okurken, taktik ve operatif sevitede meseleler çözerdik.
Bu meselelerde düşmanın ve kendi birliklerimizin olası hareket tarzlarını belirlerken iki tarafın gücünü mukayese ederdik.
Buna nisbi muharebe gücü hesabı denilirdi.
Düşmanın ve kendimizin nisbi muharebe gücünü hesap ederken ve bunları birbiri ile mukayese ederken iki faktör dikkate alınırdı.
Bunlardan birincisi, objektif faktörlerdi.
Yani, iki tarafın asker, silah, araç vb. somut unsurlarının sayısını dikkate alarak yapılan hesaplamaydı.
Aslında adı objektif olmakla birlikte bu hesapta bile sadece sayılar dikkate alınmazdı.
Her silahın, aracın ve gereç için bir etkinlik faktörleri çizelgesi vardı.
Düşman ve dost birliklerinin gücü tank, top, zırhlı araç vb. sayılarının bu etkinlik faktörleri ile çarpılıp sonuçların toplanması ile belirleniyordu.
Çünkü her silah aynı etkinlikte değildir.
Mesela 2. Dünya Savaşı'nda bir Alman Tiger tankı, muharebede Ruslar tarafından imha edilene kadar 30'dan fazla Rus T-34 tankını imha etmişti.
Bu sebeple bir Rus tankının etkinlik değeri bir kabul edilip toplam Rus tankı ile çarpılarak Rus ordusunun tank kuvvetini hesaplamak gerekir.
Ama alman tank sayısı 30 ile çarpılarak çıkan sonuç gerçek tank gücü olarak kabul edilir.
Çıkan sonuçlar birbiri ile mukayese edilir ve tarafların taarruz mu etmesi gerektiğine, savunma mı yapması gerektiğine ya da geri harekat mı icra etmesi gerektiğine karar verilir.
Fakat bu kararı verecek olan komutan, subjektif faktörleri de dikkate alarak bu kararı vermelidir.
Subjektif faktörler, somut olarak ölçülemeyen ama savaşın sonucu üzerinde belirleyici etkiler yaratan faktörlerdir.
Bunlar savaşan tarafların kültürü, savaşma azim ve iradesi, eğitim seviyesi, disiplini, moral ve motivasyonu gibi hususlardır.
Bunlar genellikle dikkate alınmazlar veya yeterince iyi değerlendirilmezler.
Bu yüzden Kurtuluş Savaşı'nda olduğu gibi zayıf Türk ordusunu sadece sayı ve silahlarına göre değerlendiren İngiliz, Fransız ve Yunanlılar acı bir şekilde yenilerek yaptıkları hatayı yaşayarak anlarlar.
Türk ordusu savaşarak ülkesini kurtarırken Hindistan'ın pasif direnişi seçmesi, toplumların kültürlerinin savaşma şekilleri üzerinde ne kadar etkili olduğunu göstermektedir.
Savaş, insanların yaptığı bir şeydir, silahların değil.
Silahlar kendi kendilerine savaşamazlar.
Dolayısıyla savaşları kazanan silahlar değil ordular, yani insanlardır.
Bunun dünyada birçok örneği yaşanmıştır.
Örneğin, Viyetnam'da hafif silahlı Vietkong'lar, önce her türlü top, araç, silah, uçak ve helikoptere sahip Fransa ordusunu, daha sonra da Amerikan ordusunu yenmişlerdir.
Aynı durum, yakın zaman içinde Afganistan'da da gerçekleşmiştir.
Piyade tüfekleri, makineli tüfekler ve en basit tanksavar silahları olan, lojistik imkanları çok sınırlı olan baldırı çıplak Taliban militanları, dünyanın en üst seviyedeki teknolojiyi kullanan Amerikan ordusunu yenmiş ve ülkeyi terk etmek zorunda bırakmıştır.
Suriye'de Esat'ın ordusunun yaşadığı da bundan ibarettir.
Sayısal olarak ve silah gücü olarak çok üstün olmasına rağmen ordu dağılmıştır.
Çünkü ordu savaşmamıştır.
Bunun sebebi de sübjektif faktörler açısından çok zayıf olmasıdır.
Esat ordusunun rejimin ilelebet devam edeceğine inancı kalmamıştır.
Moral ve motivasyonu tükenmiştir.
Uzun süredir devam eden iç savaşta rejimin dayandığı toplum kesimlerinde hemen hemen her evden bir asker ölmüş ve bunun devam edeceği korkusu yaşanmıştır.
Dolayısıyla önce ordunun içinde çıkan toplumun inancı kırılmış, rejime desteği azalmış ve bu durum orduya da yansımıştır.
Bunda ekonomik koşulların ağırlığı, uzun süre cephede kalmanın yarattığı bıkkınlık vb. hususlar da etkili olmuştur.
Böylece ordu savaş gücünü kaybetmiş ve savaşmadan dağılmıştır.
Bu durum, orduların zafer kazanmak için silah gücü kadar kültürel güç ve iman gücüne (bunu sadece dini iman açısından söylemiyorum, davaya inanmak vb. hususları da kastediyorum) de ihtiyaç duyduğunu göstermektedir.
17 Aralık 2024 Salı
Münbiç'te yerin altında savaş.
Bir süredir yerin altında savaş konusunda değişik platformlarda yazılar yazıyorum.
İHA, SİHA ve dronların savaş meydanlarında yaygın kullanılması sebebiyle açıktaki birlikler hedef haline geliyordu.
Bu sebeple savaşların yaşandığı hemen her yerde tüneller ve yer altı sığınakları kazılmaya başlandı.
Bu sorunu PYD/PKK silahlı güçler sorumlusu da itiraf etti.
Anlaşılan onlar da Mariopol'da, Irak Kuzeyinde ve Gazze'de olduğu gibi tüneller ve sığınaklar kazmışlar.
Ama tünel kendi kendine savaşamaz.
Kendi başına hiçbir işe yaramaz.
Uygun kullanılması ve savunulması gerekir.
Böyle olunca Gazze'de olduğu gibi tüneller zayıf tarafın hayatta kalmasını sağlar.
Veya en azından Mariopol'da olduğu gibi sıkışan kuvvetlere uzun süreli barınak sağlar.
Ama Mümbiç'te tüneller, PYD/PKK'ya çok fayda sağlamadı.
Çünkü uygun savunulamadı.
16 Aralık 2024 Pazartesi
Bir garip ülke: Afganistan.
Afganistan uzun süredir dünya ve Türkiye gündeminde yer alan bir ülkedir.
Ülke, tarihin en eski dönemlerinden beri Hindistan yarımadası ile Asya arasında geçiş yeri özelliğinden dolayı birçok kez işgal edilmiştir.
Bu işgaller çoğu zaman başarılı olamamış, işgalde başarılı olan ordular da uzun süre burada tutunamamıştır.
Bunun tek istisnası Türk fetihleridir.
Türkler Afganistan'ı ele geçirmekle kalmamış, Afganistan merkezli devletler de kurmuşlardır.
Hatta bu devletler İran ve Hindistan'a da yayılarak büyük imparatorluklara dönüşmüştür.
Türkler hariç bu başarıyı gösteren yoktur.
Nitekin, Afganistan'da bu gün hala çok sayıda Türk'ün yaşaması da bunun bir göstergesidir.
Afganistan'da yakın zaman önce boyunun ölçüsünü alan ilk emperyalist devlet Sovyetler Birliği olmuştur.
Üzerinde güneş batmayan ülke olarak tanımlanan İngiliz imparatorluğunun bile Afganistan'da tutunamadığını dikkate almayan Sovyetler Birliği ülkeyi işgal etmiş ancak uzun süreli direniş sonucunda çok fazla kayıp vererek ülkeden ayrılmak zorunda kalmıştır.
Bu durumun, Sovyetler Birliği'nin yıklımasına sebep olan temel unsurlardan biri olduğu öne sürülmektedir.
Sovyet tecrubesine rağmen şansını denemeye kalkan başka emperyalist devletler de olmuş ve gelecekte de olacaktır.
Bunların en sonuncusu ABD ve onun yakın müttefiki İngiltere olmuştur.
Bu ülkeler Taliban'ı iktidardan atmak, El Kaide'yi yok etmek ve Afganistan'ı demokratik bir ülke haline getirmek gibi iddialarla Afganistan'ı şgal etmişlerdir.
Taliban'ı da iktidardan uzaklaştırmışlardır.
Ancak, işin o kadar kolay olmadığını fark ettiklerinden, NATO şemsiyesi altında bir güç teşkil ederek Afganistan'a çok sayıda ülkeden asker gönderilmesini sağlamışlardır.
Buna rağmen sonuç değişmemiştir.
Zor bir coğrafya ve bu coğrafyayı iyi kullanan savaşçı bir toplumu sindirmek mümkün olmamıştır.
Sonuçta ABD, kaçar gibi ülkeyi boşaltmış ve daha son askerlerini çekemeden kurdukları rejim ve sistem çökmüştür.
Taliban kısa süre içinde ülkeye tekrar hakim olmuştur.
Ancak bu süreçte Taliban da Afganistan da değişim geçirmiştir.
Bu akşam GZT kanalında Afganistan ile ilgili bir belgesel seyrettim.
Bu belgeseldeki görüntülerde Afganistan'da Taliban rejiminin ilk iktidar dönemine göre daha yumuşamış olduğu anlaşılmaktadır.
İyi kötü bir sistem kurulmuş, okullar açılmış, yerel yönetimler çalışmaktadır.
Yalnız, hala ülke savaş psikolojisinden kurtulamamıştır.
Çünkü El Kaide'ye muhalif başka İslamcı örgütler ülkede hala etkindir.
Bu yüzden hala her yerde silahlı Taliban askerleri dolaşmaktadır.
Bu askerleri görünce şaşırtıcı bir şey fark ettim.
Çok azı Rus yapımı AK-47 veya AK-74 taşıyordu.
Çoğunda Amerikan yapımı M1 A1; M1 A2 veya M4 silahı vardı.
Hele Taliban özel kuvvet timi diye tanıtılan askerler tamamen ABD'li veya en azından Batılı bir görünümdeydi.
Öncelikle hepsi M-4 piyade tüfeği taşıyordu.
Elbiseleri bizim eski kamuflaj elbisenin aynısıydı.
Başlarında kompozit başlı, üzerinde de gözlük tipi Amerikan gece görüşler vardı.
Askerlerin tüfek tutuşları bile bizim özel kuvvet timlerine benziyordu.
Yüzlerini tanınmayacak şekilde kapatan başlıklarda bizimkilerin aynısıydı.
Bu ilginç bir durum.
Kimse Afganistan'ı uzun süreli işgal edemiyor ama bir değişim de yaratıyor demek ki.
En azından askeri açıdan bu böyle.
Sovyet işgali geriye Rus silah ve teçhizatı (tank, tüfek, helikopter, araç vb.) ile donatılmış bir ordu, Amerikan işgali ve NATO görevi de ABD ve diğer NATO ülkeleri silah ve teçhizatı ile donanmış, onlar gibi giyinen, onlar gibi davranan bir ordu bırakmıştır.
12 Aralık 2024 Perşembe
PYD/PKK, ne zaman biter?
Amerika'nın kanatları altında olan PYD, gücüyle orantılı olmayan büyük bir alanı ele geçirmişti.
Suriye'de Kürtler aslında oldukça küçük bir etnik grup.
Tüm Kürtler PYD'yi desteklemiş olsa bile bu kadar büyük bir bölgeyi ele geçirememesi gerekirdi.
Üstelik PYD/PKK, Suriye'ye dışardan gelen ve silah gücüyle otoritesini dayatan küçük bir terör örgütü.
Suriye'de Kürtlerin kendi siyasi partileri vardı.
Bazı aşiretler ise siyasetle hiç ilgili değildi.
PYD/PKK, silah zoru ve ABD desteğiyle iç savaş sürecinde hızla birçok bölgeyi ele geçirdi.
Yerel Kürt partilerini kapatıp tehditler ülkeden çıkardı veya sindirdi.
Aynı şeyi kontrol altında tuttuğu bölgedeki Türkmen ve Araplara da yaptı.
Bunun sonucunda çok sayıda Arap, Türkmen ve Kürt PYD/PKK'dan kaçarak Türkiye'ye sığındı.
Yıllardır bu insanlar Türkiye'de yaşıyordu.
PYD/PKK da etnik saflaştırma yaptığı bölgeye hüküm sürüyordu.
Buna rağmen kontrolündeki bölgede hala azınlıktı.
Son gelişmelerle Esat rejimi aniden düşünce işler değişti.
SMO da bunu değerlendirip ilerlemeye başladı.
ABD ve Esat rejiminden mahrum kalan PYD/PKK hızla gerilemeye başladı.
Münbiç gibi stratejik bir bölgeyi kaybetti.
Bunun ardında Deyrizor'da Kürt ve Arap aşiretleri PYD/PKK'ya isyan etti.
Teröristler, silahsız protestocuların üzerine ateş açarak katliam yaptı.
Halk SMO'ya yardım çağrısında bulundu.
SMO yaklaşınca PYD/PKK, Deyrizor'dan da çekildi.
Şimdi başka bölgelerde de SMO ilerliyor.
ABD doğrudan müdahale etmezse tutunmaları zor.
Rakka ve Haseke düşerse geriye Kamışlı bölgesi kalacak.
Kamışlı da Türkiye sınırının dibi.
Kuzeyde Türkiye, güneyde SMO olursa, PYD/PKK'nın bölgede tutunması mümkün olmaz.
İş ABD'nin tavrına kalıyor.
Trump seçildi ama hala yönetimi ele almadı.
Onun tavrı, Suriye bizi ilgilendirmez şeklinde.
Bu durumda PYD/PKK'nın ömrü, Biden'in başkanlık süresi ile sınırlı kalacak gibi görünüyor.
Haydi hayırlısı.
10 Aralık 2024 Salı
Şiddetin yaygınlaşması ve yarattığı tehditler.
Bir süredir art arda Arap Baharı, Karabağ Savaşı, Ukrayna Savaşı, Gazze Savaşı, İsrail-Hizbullah Savaşı ve Suriye iç savaşı gibi savaşlar yaşanmaktadır.
Bu savaşlarda gözden kaçırılan şeylerden en önemlisi, savaşın sivillere karşı uygulanan şiddeti artırmış olmasıdır.
Bu savaşlar genellikle düşük veya orta şiddetli çatışmalar şeklinde meydana gelmesine rağmen ölümler, yaralamalar, infazlar ve benzeri şiddet eylemleri çok yaygınlaşmış durumdadır.
Bu şiddete maruz kalanlar ise savaşanlar, yani askerlerden çok sivillerdir.
Örneğin Gazze Savaşı'nda 1300 İsrail askeri ölmüştür.
HAMAS'ın kayıpları tam olarak bilinmemektedir.
Ancak bu örgütün silahlı üyelerinin kayıpları da çok fazla değildir.
Sivil kayıplarına bakıldığında ise bu gün itibarıyla 44.758.
Bunların çok önemli bir kısmı ise kadınlar ve çocuklar.
Aynı şey Suriye iç savaşı için de geçerli.
Gerek IŞİD ve PYD gibi terör örgütleri, gerek Baas rejimi tarafından bir milyona yakın insanın öldürüldüğü söylenmektedir.
Bu rakamlara, kötü ve yetersiz beslenme, savaşın yarattığı mahrumiyetler, göç vb. sebeplerle ölenler dahil değildir.
Öte yandan, rejim veya terör örgütleri tarafından infaz edilen ve istatistiklere girmeyen çok sayıda insan kaybı da bulunmaktadır.
Bu durum, Avrupa'da büyük katliamlara sebep olan din ve mezhep çatışması temelli 30 yıl Savaşlarını andırmaktadır.
30 Yıl Savaşlarında o kadar büyük katliamlar yaşanmıştır ki Orta Avrupa'da çoğu yerleşim yerinin nüfusu yarıya inmiştir.
Nitekim bu vahşet, bazı insanları harekete geçirmiş ve bu savaştan sonra sivil zayiatın azaltılması için bazı uluslararası girişimler ortaya çıkmıştır.
Savaş hukukunun gelişimi de bundan etkilenerek hızlanmıştır.
Ancak uzun yüzyılların ardından insanoğlu yine aynı noktaya gelmiş gibi görünmektedir.
Dini veya ideolojik fanatizm, İsrail ordusunun çoluk çocuk demeden on binlerce insanın katledilmesine ve katliamları soykırım boyutuna ulaşmasına sebep olmuştur.
Aynı şey, Suriye'de de gerçekleşmiştir.
30 Yıl Savaşları sonrasında olduğu gibi şimdi de uluslararası kamuoyu harekete geçmek zorundadır.
Şiddetin sınırlandırılması ve bu sınırları aşanlar kim olursa olsun cezalandırılması gerekmektedir.
Bunu mevcut devletlerin yapması uygun olurdu ama mevcut dünya siyasi durumuna bakınca pek mümkün olmadığı görülmektedir.
Uluslararası örgütler de yeterli tepkiyi gösterememektedir.
Bu sebeple her yerde yaşayan ve bu şiddetten rahatsız olan herkesin harekete geçmesi gerekmektedir.
Ne kadar etkim olur diye hiç kimse karamsar olmamalı, yapabileceği her şeyi yapmalıdır.
Bu bireysel ve toplu protestolardan sosyal medyada gruplar kurarak kamuoyu oluşturmaya kadar her platformda yapılmalıdır.
Katliamlar başka ülkelerde meydana geliyor diye bunları görmezden gelmek doğru değildir.
Şiddet bulaşıcıdır.
Bu gün başkasının başına gelen şeylerin yarın herkesin başına gelmesi mümkündür.
Bu sebeple, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın herkesin bu konuda duyarlı olması gerekmektedir.
9 Aralık 2024 Pazartesi
Esat rejimini düşüren son harekatın arkasında kim var?
Herkes bir şeyler söylüyor.
Bu harekatın arkasında Amerika'nın, İngiltere'nin ve hatta İsrail'in olduğunu iddia edenler var.
Ama bu iddialarına somut bir delil göstermiyorlar.
Kimisi komplo teorisyenleri gibi şeyler söylüyor, kimi de kendi aklınca yorumlar yapıyor.
Bence olan bitene bakıp daha sağlıklı bir yorum yapmak mümkün.
Öncelikle harekat öncesine bakmak lazım.
Türkiye Esat'a uzun bir süre zeytin dalı uzattı.
Alt seviyede temas arandı.
Rusya üzerinden temas arandı.
Ama Esat naz yaptı.
Görüşmek için şartlar ortaya attı.
Esat'ın son Rusya ziyaretinde de bu tavır değişmedi.
Rusya'nın çabaları da sonuç vermedi.
Bu çabalardan sonuç çıkmayınca, HTŞ taarruzu başladı.
Belki birçok ülkenin yapılacaklardan haberi vardır.
Belki bazı ülkelerin onayı ve hatta desteği bile alınmıştır.
Ama olayın bizim çabalarımızın ardından meydana gelmesi, arkasında bizimkilerin olması ihtimalini güçlendiriyor.
Beşar Esat, rejimin çöküşünü önleyebilir miydi?
Kısa ve net olarak söylüyorum: Hayır!
Çünkü salak herif, HTŞ Halep'e saldırdığında askerleri savaşmayıp geri çekilince askerlerin maaşına zam yapacağını söyledi.
Başka hiçbir şey yapmadı.
Halbuki 1 TL, 70 Suriye lirası olmuş.
Suriye parası ile hiçbir şey alınmıyor.
Zam yapsan ne olacak?
Üstelik tek sorun da bu bu değildi.
Ama idrak edecek beyin yok lavukta.
Petrol kuyularını SDG'ye, tarım alanlarını diğer muhaliflere kaptırmış, zaten zayıf olan sanayi çökmüş, ticaret ve küçük sanayi merkezi Halep harap olmuş, üretici genç nüfus yurt dışına kaçmış, sürekli büyük bir orduyu beslemek zorunda kalmış, yani tamamen çokmuş ama kuyruğu dik tutma derdinde olan rejim ve Esat, kendi mezar taşını kendi dikmiştir.
Dış güçler vb. bahaneler, işin teferruatı, edebiyatı.
En sert rüzgârların bile yıkamadığı ağaçlar, içten çürüyüp zayıflayınca kendi ağırlığıyla yıkılır.
Rejim ve Esat hanedanının durumu böyleydi.
Ne yapılırsa yapılsın kurtulamazdı.
Esat rejimi neden birden bire çöktü?
Esat rejiminin birden bire çökmesi çoğu insanı şaşırttı ama kim ne derse desin, bu son kaçınılmazdı.
Şartlar günümüzde cok çabuk değişiyor.
Rusya 2015-16'daki Rusya değil.
Ukrayna batağına saplandı kaldı.
Suriye'den asker, uçak vb. çekecek hale geldi.
Ukrayna ikinci bir Afganistan olma yolunda.
İran'ın ambargolar yüzünden enerjisi bitmek üzere.
Üstüne üstlük Israil ile çatışma yaşadı.
Hizbullah Israil ile savaşta lider kadrosunu kaybetti.
Bölgesi bombardımanlarla harap oldu.
Militanlarını Suriye'den çekti.
Esat yalnız kaldı.
Dünya basınına servis edilen eğlenen mutlu Suriyeliler fotoğraf ve videolarının propaganda çalışması olduğu ortadaydı.
Yalıtılmış, İran, Hizbullah ve Rusya değnekleri sayesinde ayakta durabilen Esat rejimi zamana mağlup oldu.
Halk, yalıtılmış bir ülkede mahrumiyet içinde kaldı.
Esat halktan aldığı zoraki desteği kaybetti.
Bizim zayıf liramız bile Suriye lirasına göre cok güçlü hale geldi.
1 Suriye lirası 0,0144 Türk lirasına eşit.
Yani alim gücü cok düşük.
Askerler ve memurlar geçinemiyordu.
Halk cok fakirleşti.
Bir de göçmen sorunu var.
Suriye'nin nüfusunun yarısı veya belki de daha fazlası yurt dışında sığınmacı.
Çoğu Türkiye'de, diğerleri ise Avrupa'da.
Lübnan ve Ürdün'de de bir miktar var.
Bu göçmen nüfus ağır bir yük oluşturdu.
Arkası da kesilmiyor.
Esat iktidarda kaldıkça da bunların geri gönderilmesi mümkün değildi.
Dolayısıyla, Esat'ın gitmesi neredeyse herkesin avantajınaydı.
Salak Beşar, bunu göremedi.
Rusya ve İran'a güvenip dayılık yapmaya yeltendi.
Türkiye'nin görüşme taleplerine şart koştu.
Rusya'yı dinlemedi.
İran'ı bile dinlemedi.
Kendi ipini kendi çekti.
Strateji bilmeyen, kendini beğenmiş diktatörler, egolarını bastıramaz.
Gerçeklik algılarını kaybederler.
Böylece, önce ülkelerini mahvederler, sonra da rejimlerini, iktidarlarını, ailelerini ve kendilerini mahvederler.
Olan biten bundan ibarettir.
Gerisi laf kalabalığı.
Kara Kuvvetlerinin Önemi
Her savaş, savaş sanatı için bir laboratuvardır.
Yada bir başka deyişle, geçmiş savaşlar, subay için bir kadavra işlevi görür.
Bu sebeple kısa süre önce başlayan Suriye'deki muhalif harekatı ve rejimin düşmesi ile sonuçlanan Suriye iç savaşına da böyle bakmakta fayda var.
Suriye iç savaşını rejim kaybetti ve yarım asırdan fazla bir süredir devam eden Baas rejimi (diğer bir deyişle Esat ailesinin sultası) sona erdi.
Savaşın başından itibaren silah, araç ve gereç açısından rejim daha güçlüydü.
Rejimin tankları, topları ve zırhlı araçları vardı.
Muhalefette ise bunların hiç biri yoktu.
Nitekim son saldırıda da görüldüğü gibi muhalifler sivil pikaplarla hareket ediyordu.
Daha da önemlisi, muhalefetin bir hava kuvveti ve bir deniz kuvveti yokken rejimin Rus uçakları tarafından da desteklenen bu kuvvetleri vardı.
Buna rağmen rejim yenilirken muhalifler zafer kazandı.
Bu durum son zamanlarda yaygınlaşan bir yanılsamayı da ortaya çıkardı.
Nedir bu yanılsama?
İHA, SİHA ve dronların da yaygınlaşması ile muharebelerde hava unsurlarının güçlenmesi ve kara kuvvetlerinin daha geri plana düşme eğilimiydi.
Bunun sonucunda çoğu ülkede ve elbette bizde de kara kuvvetleri küçüldü.
Ordular profesyonelleşme yönünde önemli adımlar attı.
Ama Suriye'de ve daha önce Ukrayna'da da görüldüğü gibi profesyonelleşme ve böylece kara kuvvetlerinin küçülmesi günümüz savaşları açısından çok olumsuz sonuçlar yaratıyordu.
Ukrayna ordusunu ele alalım.
Eğer sürekli halktan asker alınmasaydı, küçük ve profesyonel bir Ukrayna ordusunun bu güne kadar ayakta kalması mümkün olmazdı.
Havada ve ateş gücünde (füzeler, topçu vb.) ezici bir üstünlüğe sahip olan Rusya, bu güne kadar tüm Ukrayna'yı ele geçirebilirdi.
Ama geçiremedi.
Çünkü Ukrayna, cephede göğüs göğse çarpışacak yeterli bir kara gücünü muhafaza edebild.
Suriye'ye baktığımızda da görülen şey aynı.
Hiçbir hava gücü olmayan muhalefet, karada mücadele edecek yeterince silahlı asker temin etmeyi başarınca, bunu yapamayan rejimi ortadan kaldırdı.
Bundan bizim yetkili makamlarımız bir ders çıkarır mı bilmiyorum.
Çıkarsalar ülke için hayırlı olur.
Çünkü Türk Silahlı Kuvvetleri, bir süredir profesyonelleşmeye gitti.
Askerlik kısaldı.
Asker sayısı dramatik bir şekilde azaltıldı.
O kadar azaltıldı k neredeyse Jandarma asker sayısı Kara Kuvvetleri asker sayısını yakalamak üzere.
Kara Kuvvetlerinin personel ve birlik sayısı çok az.
Üstelik, Askerlik çok kısaldığından mecburi askerlik görevini yapanlar çatışma bölgelerinde kullanılmıyorlar.
Bu durum, personel sayısı açısından zafiyet yaratıyor.
Günümüz savaşlarının daha çok meskun mahal muharebesi, yerin altında ve tünellerde muharebe ve hibrit harekatlar şeklinde gerçekleşmesi, bu zafiyeti daha da artırıyor.
Çünkü bu tür muharebeler, klasik harbe göre daha fazla asker, özellikle de piyade askeri (komando, özel kuvvet vb. birlikler de bu sınıf içinde değerlendirilmeli) gerektiriyor.
Ama biz, asker sayısını artırmak yerine azaltıyoruz.
Görünüşe göre SİHA'lara ve diğer teknolojik araç ve silahlara güveniyoruz.
Ama unutulmamalıdır ki silahlar kendi kendine savaşamaz.
Silahlar bir bölgeyi ele geçiremez.
Bir bölgeyi kontrol edemez ve savunamaz.
Bunun için kara kuvvetleri birlikleri, özellikle de piyade birlikleri gereklidir.
Çünkü, zafer hala süngünün ucundadır.
5 Aralık 2024 Perşembe
Esat'ın ordusu neden dağıldı?
Kısa süre önce HTŞ liderliğindeki muhalif güçler uzun süredir devam eden sessizliğin ardından Halep'e saldırdı.
Tüm dünyanın şaşkın bakışları altında Halep'i ele geçirdiler.
Esat güçleri neredeyse hiç direniş gösteremedi.
Ardından muhalif güçler Hama'ya yöneldi.
Esat güçlerinin büyük bir yığınak yaptığı bu şehir de kısa sürede düştü.
Esat güçleri, uçaklarını, helikopterlerini, tanklarını, hava savunma füzelerini, tanksavar silahlarını, zırhlı araçlarını ve binlerce mühimmatla dolu cephaneliklerini de geride bırakıp kaçmışlardı.
Şimdi taarruzların Humus'a yönelip yönelmeyeceği, yönelecekse buranın ne zaman düşeceği tartışılıyor.
Esat pek belli etmese de panik halinde.
Anlaşıldığı kadarıyla askerleri savaşmıyor.
Bu yüzden askerlerinin maaşına zam yaptığını açıklamış.
Ama bir işe yarayacağını sanmıyorum.
Çünkü Suriye ordusu eskiden beri savaşabilecek bir ordu değil.
Ben baba Esat'ın zamanında ve o öldükten sonra bir süre daha Suriye sınırında İstihbarat Subayı olarak görev yapmıştım.
Suriye ordusunu tüm belgelerden incelemiştim.
Devrim muhafızları isimli iki tugay hariç savaş kabiliyeti yüksek olan hiçbir birlik yoktu.
Tam bir kağıttan kaplan gibiydi Suriye ordusu.
Terörist başı Abdullah Öcalan'ın Suriye'den çıkartılması sürecinde biz sınırda misli ile mukabele planlarını uygulamaya koymuştuk.
Bunun üzerine Suriye, bizim sınıra doğru birlik kaydırmaya karar vermişti.
Bu kapsamda, Lazkiye'deki bir tank taburu da bizim sorumluluk sahamıza gelmek üzere yola çıkmıştı.
Adım adım izlediğimiz bu taburun sadece bir tankı sınırımıza yakın bir yere kadar gelebildi.
Diğerlerinin hepsi yolda bozuldu.
Tam bir döküntüydü Suriye ordusu.
Silah, teçhizat ve ekipmanları eski ve bakımsızdı.
Askerleri ve subayları eğitimsizdi.
Savaşmaktan da bir haberlerdi.
İç savaş başlayınca, bizim hükümet çevreleri bu yüzden Esat rejiminin kısa sürede düşeceğini zannetti.
Ama başka faktörlerin de etkili olduğu ortaya çıktı.
IŞİD, rejime olan tepkileri desteğe çevirdi.
PYD, Türkiye'yi endişelendirdi.
Rusya, Akdeniz'deki tek limanını kaybetme korkusu yaşadı.
İran, Ortadoğu'daki etkinliğinin azalacağını gördü.
Bunun sonucunda Rusya, Esat'a tam destek vermeye başladı.
Sadece siyasi ve ekonomik destek değil, askeri destek de verdi.
Rus uçakları olmasaydı, rejim muhalefeti baskı altına alamazdı.
İran, Lübnan'daki şiileri harekete geçirdi.
Hizbullah militanları da Esat'a destek için Suriye'ye gitti.
Elbette İran'dan da devrim muhafızları gönderildi.
Böylece, muhalefet durduruldu ve Esat iktidarını korudu.
Ülkenin büyük bir kısmı da elinde kaldı.
Ama bir süredir bu durum değişti.
Değişimin sebebi, Suriye'nin kendisinden çok başka bölgelerdeki gelişmelerdi.
Ukrayna Savaşı'nda çamura saplanan Rusya, Suriye'den bazı uçaklarını ve birliklerinin çoğunu çekti.
Esat'ın en güçlü desteği, böylece azaldı.
İsrail, HAMAS ile Gazze'de çatışınca İran ile de çatışmaların fitili ateşlendi.
Böylece İran, kendi sorunlarına odaklandı.
Doğal olarak, Suriye'ye desteği azaldı.
İsrail, Lübnan'a saldırınca Hizbullah da militanlarını kendi topraklarına çekti ve İsrail ile çatışmaya başladı.
Muhtemelen İran da Suriye'deki personelinin bir kısmını Lübnan'a kaydırdı.
Sonuç olarak, Esat'ı iktidarda tutan güç, başka sorunlarla uğraştığı için azaldı.
HTŞ, bu durumu iyi değerlendirdi ve taarruza geçti.
Bahsettiğim güçler kısa sürede geri dönemediği için de başarılı oldu.
Halbuki Esat'ın elinde bu durumu engellemek için bir fırsat vardı.
Türkiye, Esat ile yakınlaşmak için uzun süredir çaba sarf ediyordu.
Salak Esat ve adamları, durumu yanlış değerlendirdi.
Türkiye'nin sıkıştığını, Suriyeli göçmenleri bir an önce göndermek istediğini, PYD'den endişelendiğini düşünerek görüşmeler için uzun süre naz yaptı.
Rusya araya girdi ama hala akılları başlarına gelmediğinden ellerini yükseltmekten çekinmediler.
Türkiye ile görüşmek için bir sürü imkansız şart ileri sürdüler.
Muhtemelen bu yüzden, Rusya da Esat'a artık eskisi kadar destek vermemeye karar verdi.
Zaten Ukrayna yüzünden kendi derdi ile uğraşan Rusya, belki de destek verecek durumda değildi.
Sonuçta Esat büyük bir güç kaybetti.
İktidarda kalıp kalamayacağı bile tartışılmaya başlandı.
İran, kendi doğrudan adam gönderemediğinden olsa gerek, Irak'taki Haşti Şabi'yi göndermeye başladı Suriye'ye.
Ama bu örgüt tek başına ne kadar etkili olur, tartışmalı.
Esat'ın elindeki kartlar çok azaldı.
Eğer ordusu bu hızla çekilirse, günleri sayılı.
Ama Rusya'nın dediğini yapar ve Türkiye'ye yaklaşırsa ne olur bilemem.
Bekleyip göreceğiz.
Bu arada, HTŞ'yi kim harekete geçirdi konusu da tartışılıyor.
Rusya, Ukrayna'da ilerlemeye başladı ve Karadeniz'e çıkış sağlayan Azak Denizi'ne geniş bir hinterland sağladı.
Tam işler iyi giderken şimdi de Doğu Akdeniz'deki tek deniz üssünü kaybetme riski ile karşı karşıya kaldı.
Düşmana zayıf noktasından vurmak bir strateji dir.
Dolaylı tutum derler buna.
Bu darbe kimin işine yarar, düşünmek gerek.
Bizde kerameti kendinden menkul uzman ve stratejistler televizyonlarda neredeyse zil takıp oynayacak hale geldiler.
Şam'da Selahattin Eyyübi Camii'nde namaz kılma hülyaları yeniden canlanmaya başlandı.
Ama büyük bir sürprizle karşılaşmak da olası.
Eğer bu olayın arkasında Türkiye yoksa, bu olayın bize de bir maliyeti olabilir.
Dikkatli olmak lazım.