.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

7 Ekim 2013 Pazartesi

Çin Halk Cumhuriyeti'nin Kültürel Temelleri.



Çin; tarihin en eski kültürlerinden birisini temsil etmektedir. Çinliler; çok eski dönemlerde yerleşik hayata geçmişler, yazılı zengin bir kültür, bir medeniyet oluşturmuşlardır.
Çin; tarihinin başlangıcından beri iki klasik düşmanla mücadele etmek zorunda kalmıştır. Kore ve Japonya gibi doğu ve güneyden gelen tehdit ve kuzeyde step halklarından (Türk ve Moğollardan) gelen tehdit. Nitekim Çin tarih boyunca bu güçlerle mücadele etmiş ve bazen de yenilerek topraklarını bu güçlere terk etmek zorunda kalmıştır.
Daha sonra Avrupalı ve Amerikalılar ile tanışan, onlar arasında etki alanlarına ayrılan ve bir Pazar haline getirilen Çin; uzun isyanlar, iç karıklıklar ve savaşlardan sonra 1912 yılında başındaki imparatoru tahtından indirermiştir. Bundan sonra Cumhuriyetçiler ve Komünistler arasında uzun bir iç savaş yaşanmış ve sonunda Mao’nun önderliğini yaptığı Çin’e has komünüzm devletin hakim ideolojisi olmuştur.
Mao öldükten sonra Çin, yeni gelen yöneticilerce, Mao’nun mirası tasfiye edilerek adı komünist parti idaresinde bir nevi devlet kapitalizmi diyebileceğimiz siyasette çok baskıcı ama ekonomide  batı ülkelerinden bile fazla liberal ve kapitalist bir sisteme geçmiştir.
Mao’nun ölümünün ardından yaşanan iktidar mücadelesi ve tasfiyeden sonra uzun süreli bir planlama yapılmış, bu planlamaya sadık kalınarak Çin ekonomik olarak hızla ilerlemeye başlamıştır. Bu ilerleme sonucunda geçen yıl Japonya’yı geçerek ABD’nin ardından en büyük ekonomi haline gelmiştir.
Tarih boyunca seyrettiği inişli çıkışlı gelişmesine rağmen Çin;  uzun ve neredeyse kesintisiz devlet kurma özelliği, zengin kültürü ve her zaman sahip olduğu potansiyel gücü ile sadece bölgesinde değil tüm dünya çapında önemli bir güç veya önemli bir mücadele alanı olarak en zayıf anında bile etkinliğini sürdürmüştür.
Çin bu tarihi süreç içerisinden bu güne gelirken, onun ruhunu ve yapısını; korucusunun adıyla anılan ve geleneksel Çin Şinizm’ini kurallara bağlanmış bir hali diye tarif edilen Konfüçyüsçülük oluşturmuştur. Konfüçyüs (M.Ö. 551-479) aslında din adamı değil bir filozoftur. Onun felsefesi zamanla din haline getirilmiştir.
Konfüçyüsçülük;  Vu-Ti (M.Ö. 140-87) zamanından 1912 yılına kadar devletin resmî dini kabul edilmiştir. Bu sebeple, Çin de; kültür ve insan davranışları başta olmak üzere tüm devlet ve yönetim anlayışı da bu dinin kaideleri altında gelişmiştir. Mao döneminde dinin yasaklanmasına rağmen, bu günün yönetimi ve hatta Mao’nun yönetimi ve politikaları bile hep bu dinin ilkelerinden etkilenerek oluşmuştur. Yani Konfüçyüsçülük Çin halkının büyük bir kısmı ile Çin devletinin ruhuna işlemiştir.
Konfüçyüs aslında; imparatorluğun felsefi altyapısını ve toplumun buna uygun olarak nasıl şekillenmesi gerektiğini anlatan bir ahlakçı ve bir filozoftur. Bunu onun İlkeler Kitabı’nda belirttiği ilkelere bakarak ta anlayabiliriz.
  1- Oğuldan istenen babaya, memurdan istenen hükümdara, kardeşten istenen ağabeye, arkadaştan istenen de kendisine verilmelidir.
  2- Temkinli olanlar pot kırmaz.
  3- Kendimize yapılmasını istemediğimizi başkasına yapmamalıyız.
  4- İnsanlar prensiplerine hâkim olabilir. Prensipler insanlara hâkim olamaz.
  5- Düşünmeden öğrenmek, boşuna zaman harcamaktır.
  6- Bilgi desteğinden yoksun bir fikir, tehlikelidir.
  7- Sizden üst durumda olan birinin beğenmediğiniz halleriyle sizden alt durumda olan birine davranmayın.
      Konfüçyüs, topluma daimî olarak hata işlemekten uzak kalmalarını hatırlatmış, işlenen bir suçun cezasının mutlaka bu dünyada görüleceğine onları inandırmaya çalışmıştır. Konfüçyüs barışı sağlama yolunun bizzat insanın kendi benliğinde tecelli etmesi gerektiğine dikkat çekerek ancak kendisi ile barışık olan insanın ev halkını, çevresini ve nihayet milletini yönlendirebileceğini belirtmiştir. O'na göre beş fazilet vardır:
1-      İyilik yapmak,
2-      Güvenilir bir şahsiyet olmak,
3-      Dürüst davranmak,
4-      Terbiyeli olmak,
5-      Tedbirli hareket etmek.
Konfüçyüs'e göre ahlâkî telkinlerin meyve verebilmesi için şu ana temeller üzerine oturması şarttır.
1-      Kültür,
2-      Ahde vefa,
3-      İş idaresi,
4-      Üste karşı dürüst davranma.
  Ahlâkî olgunluğun temel öğelerini teşkil eden insanî ilişkileri Konfüçyüs beş maddede toplamıştır:
1-      Amir-memur ilişkisi,
2-      Arkadaş-dost ilişkisi,
3-      Karı-koca ilişkisi,
4-      Ana-babanın çocuklarıyla ilişkisi,
5-      Kardeşler arası ilişkiler.
Konfüçyüs'e; toplumda bazı görevler sırf ahlaki oldukları için yapılmak zorundadır.
Peki, bunları neden anlatıyoruz?
Çünkü artık Çin hakkında da yazılar yazmaya başlayacağız. Çin’i daha iyi anlamak için, Çin’i Çin yapan bu değerleri anlamanın faydalı olacağını düşünüyoruz. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Çin halkının ve yönetim felsefesinin ruhuna bu ilkeler derinlemesine işlemiştir. Bu günkü Çin yönetiminin davranışlarını bile iyi incelersek hep bu ilkelerin etkisini görebiliriz. Unutmayalım ki Konfüçyüsçülük çok uzun bir süreden beri bir devlet dinidir ve devleti anlamak için bu dini de anlamak gerekir.
İsterseniz bu dinin öğütlerine bakarak Çin kültürü ve devlet anlayışına bir göz atalım.
·         Çin dini, bir İmparatorluk dinidir. Bu sebeple; bir güç, bir imparatorluk ve buna uygun bir toplum düzeni oluşturma ve bunu koruma peşindedir.
·         Kültür, ahde vefa, karı koca ilişkisi vb. konuları düzenlediğinden aynı zamanda her dönemde oluşan hukuk metinlerinin de kaynağı veya bu kanunların yapılmasına etki eden temel felsefe olmuştur.
·         Kanunlara ve devlet otoritesine kesin bir itaati öngörür. Toplumsal hiyerarşiyi onayladığından ve itaati öğütlediğinden; demokratik değil, daha çok otoriter ve baba figürlü yöneticilerin hâkim olduğu bir yönetim biçimini ön görür.
·         İhtiyatlıdır. Hesapsız saldırganlıktan kaçınır. Mevcut düzeni korumaya çalışır ve bunu tehlikeye atabilecek maceracı davranışları salık vermez.
·         Davranışlarda karşılıklı denge ve karşılıklı çıkarı ön görür.
·         Başkasını eleştirmeyi değil, mevcut duruma uygun olarak başkasına saygıyı ve onlara oldukları gibi davranmayı öngörür. Kendine karşı da aynı saygıyı bekler. Eleştiriyi, dahası devlet yetkililerini ve devletin kendisini eleştirmeyi; onların haklarına bir saldırı olarak gördüğünden hoş karşılamaz. Dahası bunu art niyet ve düşmanlık olarak algılar. Bunu ülke içindeki kişi ve gruplardan daha çok yabancı devletlerin kendi devletine karşı davranışlarında da aynı şekilde yorumlar.
·         Toplumu; aileden imparatorluğa kadar giden, bir araya gelmiş bir sistemler bütünü olarak görür ve bunlardan en küçüğü ve tüm sistemin temeli olan aileye çok önem verir.
·         Temkinli olduğu kadar içine de kapanıktır. Tüm planlarını kendi merkezinden bakarak yapar ve bunu kimseye ilan etmeden uygulamaya koyar.
·         Sistemlidir. Hiçbir şeyi tesadüflere bırakmaz.
·         Bilgiye ve kültüre büyük önem verir.
·         Toplum düzenini ve devleti bir amaç, bireyi ise bu amaca en iyi şekilde hizmet etmesi gereken bir araç olarak görür. Bireysel değil toplumcudur.
·          Toplum yapısını ve sınıflaşmayı, üstten alta doğru kademelenmeyi; aile den başlayarak en üst yöneticiye kadar olan rütbe ve makamları doğal bir durum ve hatta doğal bir hak olarak görür ve bunun sorgulanmasını kabul etmez.
·         Sabırlıdır. Acele karar vermez. Ama yaptığı planları sabırla uygular.
·         Çalışkandır. Bunu bir vazife edasıyla yapar.

Şimdi başkaları da başka sonuçlar çıkarıp buraya ilave edebilir veya bunlardan bazılarını değiştirebilir.
 Ancak biz yukarıdaki metinleri okuyup Çin’in tarih boyunca uyguladığı davranışlarına ve şu andaki uygulamalarına bakınca bu çıkarımları yaparak buraya koymayı uygun gördük.
Çünkü Çin’in bu günkü davranışlarının dahi bu temel ilkeler çerçevesinde olduğunu düşünüyoruz.
Şimdilik bu temel bilgileri vermekle yetineceğiz.
Daha sonraki yazılarımızda Çin’in son günlerdeki durumu ve politikaları, özellikle askeri faaliyetleri hakkında bilgiler vereceğiz.
Bu bilgileri de kullanarak bazı değerlendirmelerde bulunacağız.
Saygılar sunarım.


Dikkat Uzaylılar geliyor. Dünya'yı bir uzaylı istilası mı bekliyor? Rus askeri yetkilileri uzaydan bir tehdit beklediklerini açıkladılar?


Bu günlerde; bizim kamuoyumuz iç çekişmelere, Suriye sorununa, açılıma vb. ülkeyi oyalayacak ama hiçbir fayda sağlamayacak gelişmelere odaklanmışken, aydın geçinen yazar çizer takımımız ise hükümet çevrelerine sempatik görünme adına ‘’kardeşim herkesle düşman yapmışlar bizi, bize kim saldırabilir ki’’ gibi goygoyculuklar yaparken uluslar arası askeri ve siyasi çevrelerde çok değişik konular konuşulmakta ve tartışılmakta.
Bunlardan benim en çok dikkatimi çekeni; uzay konuları ile ilgili bir Rus askeri yetkilinin yaptığı açıklama oldu.
Bu yetkili, Rusya’nın bir uzaylı istilasına karşı hazırlıksız olduğunu söylemiş. Askeri yetkili, Çarşamba günü yaptığı açıklamada; ‘’Rusya’nın, dünyayı hedef alacak,  gezegenler arası bir saldırıda harekete geçemeyecek kadar güçsüz olduğunu kabul ettiklerini’’ belirtmiş.
Gelen haberlere göre bu ani ve sıra dışı çıkışa bazı Rus yetkililer de değişik tepkiler göstermişler. Mesela Rusya’nın Titov Uzay Kontrol Merkezi başkan yardımcılarından biri, bu konuyu soran gazetecilere; ‘’Rusya hava sahası/hava ve uzay sahası otoritelerinin bir uzaylı istilası durumuna karşı hazırlanmak gibi bir görevi olmadığını, zaten dünya üzerinde ve yakın uzayda yeterince sorun bulunduğunu’’ söylemiş.
Ben, ilk açıklamayı okuyunca; votkayı fazla kaçırmış bir subay sarhoşken açıklama yapmış olabilir diye düşünürken ikinci açıklamayı okuyunca düşüncelerim değişti. Acaba neden bir Rus yetkili, şimdiye kadar ancak (bizde bile değişik örnekleri çekilen) bazı filmlerde görülebilen, uzaylı saldırısından söz etmiş olabilir?
Acaba Ruslar uzayı silahlandırmak ve antlaşmalar hilafına hareket etmek için bir proje mi başlattılar? Veya bu antlaşmayı ihlal ettiklerini düşündükleri bazı ülkelere bir gözdağı veya uyarı mı göndermek istiyorlar?
Çünkü 1976 yılında yapılan; ‘’Dış Uzay Antlaşmasına’’ göre de devletlerin, Dünya hava hudutları dışında (atmosferde ve atmosfer dışında) askeri kapasite geliştirmesi yasaklanmış durumda. Bu antlaşmaya göre; devletler yörüngeye klasik silahlar veya kitle imha silahlarının hiçbirini yerleştiremiyorlar. Rusya da bu antlaşmaya imza koyan ülkelerden biri.
Bir diğer önemli husus ta; bu konuşmaların konu ile ilgisiz kişilerin yaptığı anlamsız açıklamalar olmaması. Bu şahıslar, Rusya’nın Titov Uzay Kontrol Merkezi’nin sorumluları. Titov Uzay Kontrol Merkezi, Rusya Uzay/Hava Sahası Savunma Kuvvetlerince yönetiliyor. Bu merkez Rusya’nın askeri ve ticari uydu kontrol faaliyetlerinin tamamına yakınından sorumlu. Rusyanın yörüngede faaliyet gösteren tüm araçlarının %80’i bu merkez tarafından yönetiliyor. Yani her iki kişi de dünyaya, önemli bazı mesajlar veriyor olabilir.
Gördüğüm kadarıyla bizde bu konu henüz basına düşmüş değil. Siyasi ve askeri çevrelerden de bir ses çıkmadı. Belki de iç çekişmelere çok daldıklarından bu açıklamalardan haberleri bile yoktur. Bilemiyorum….
 Ama eminim ki bizim ‘’Orion ve Sirius’’ gibi derneklerde örgütlenen OFO’cularımız bunu kaçırmamışlardır. Merakla sağa sola saldırıyor, kulaklarını ve gözlerini açmış bu uzaylılar hakkında Rus yetkililerden ne haber alabiliriz diye bekliyorlardır. Ama bence maalesef boşuna bekliyorlar. Çünkü bu konunun sanıldığı gibi uzaylılarla uzaktan yakından bir ilgisi yok.
İkinci şahsın demecine de bakarsanız bu konu aslında bilinmeyen bir gezegenden geleceği beklenen uzaylılar ile ilgili değil. Artık dünyaya sığmayan ve uzayı da kontrol altına almak isteyen, bu sebeple de geleceğin uzaylıları olmaları kuvvetle muhtemel dünyalılarla ilgili.
İsterseniz konuya biraz daha yakından bakalım. Belki de olayın detaylarını görünce daha doğru bir çıkarımda bulunabiliriz.
Uzayla doğrudan ilgili olan, ABD’nin yıldız savaşları projesi Rusya’da ilk çıktığı 70’li yıllardan beri rahatsızlık yaratmıştır. SSCB döneminde karşılıklı pazarlıklarla ABD’nin bu projesi durdurulmuş ancak SSCB yıkılınca Rusya artık buna engel olamamış ve ABD bu projeyi uygulamaya koymuştur. ABD askeri maksatlı uzay çalışmalarına ve bu arada askeri uydular vasıtasıyla uzayı fiilen askeri maksatlarla (istihbarat maksadıyla) kullanmaya da başlamış, buna halen de devam etmektedir. Henüz kimse ABD’nin 1976 antlaşmasına aykırı olarak bu uzay platformlarına silah yerleştirip yerleştirmediğini bilmemektedir. Ancak bazı başka ülkelerin denemeleri bu açıdan şüphe ve tedirginlik yaratmaktadır.
ABD’nin bu faaliyetlerini yutan Rusya uzaya dair başka ülkelerin çabalarını hazmedememektedir anlaşılan. Üstelik bu çabalar çok ta barışçı amaçlar taşımıyor gibi görünürken. Yeniden üstelikte diyeceğim; üstelik te bu ülkeler komşuları iken.
Son zamanlarda; Hindistan, İran ve Pakistan uzay araştırmalarına yönelik (füze yapımı, uydu gönderme, uzaya canlı gönderme çalışmaları gibi)faaliyetler içine girmiştir. Ancak bunlar; hem Rusya’nın ciddi birer rakibi olmadıklarından, hem daha çok geride ve emekleme döneminde olduklarından ve hem de bu çalışmalarını uzun süre askeri maksatlarla kullanabilecek şekilde geliştirmeleri zor göründüğünden Rusya’yı o kadar da rahatsız etmiş olamaz.
Rusya’nın rahatsızlığı bence Çin’den kaynaklanmaktadır.
Çin uzay çalışmalarına büyük kaynaklar ayırmakta ve oldukça hızlı sonuçlar almaktadır. Çin, yakın uzaya ve dış uzaya birçok uydu göndermektedir. Uzaya başarılı bir şekilde canlı (hayvan) gönderme denemelerine dair haberler alınmaktadır.  Bundan daha da önemlisi; eskiyen ve arıza yapan bir uydusunu dünyadan gönderdiği bir füze ile başarılı bir şekilde vurarak imha etmiştir.
Çin uzayı askeri maksatlarla kullanmak istemektedir.
Çin’in uzayı askeri maksatla kullanmayı planladığının tek işareti de bu değildir.
Geçmiş yıllarda, bir ABD uydusunun, Çin topraklarından kullanılan bir yönlendirilmiş lazer huzmesi ile, körletilerek kullanılmaz hale getirildiği, ABD bu olayı açıkça belirtmese de, değişik ülkelerin basın organlarında yer almıştır. Bu olay; Çin’in değişik vasıtaları uzayda silah olarak kullanma denemeleri yaptığı, ABD uydularının kendi üzerinde dolaşmasından rahatsız olduğu, bu saldırıyı yaparak hem yeni bir silah denediği, hem de ABD’ye bir mesaj verdiği şeklinde yorumlanmaktadır.
Çin’in şüphe çeken davranışları bunlarla da kalmamaktadır. Çin ayrıca, anlaşılmaz şekilde çok sayıda küçük ve ucuz uyduyu (ağırlıklı olarak yakın uzaya) göndermektedir. Bu sebeple, uluslararası askeri çevrelerde,  bu uyduların askeri maksatla, hem de saldırı maksadıyla kullanılabileceği yorumları yapılmaktadır.
İddialar şu şekildedir: Çin bu uydulara, bir miktar patlayıcı ve uzayda istediği yere, istediği zamanda, uzaktan kumandalı olarak yönlendirilebilecek kadar yakıt ta koymaktadır. Gelecekte Çin, muhtemel bir çatışmada, bu uyduları yönlendirerek düşmanı olan ülkenin uydu ve uzay araçlarına saldıracaktır. Yerden kendi uydusunu vurma denemesi de, bunu sadece bu küçük uydularla değil yerden göndereceği füzelerle de yapmayı planladığını göstermektedir.
Şimdi bu gelişmeleri, bizim kamuoyu ve en önemlisi devletin ilgili kurumları ne kadar biliyor bilmem ama konu ile ilgili bütün büyük devletler (yoksa bizimkiler gibi lafla büyük devlet olunacağını sananlar değil) uzun süredir Çin’in bu faaliyetlerini yakından takip etmektedirler. ABD ve AB’de, (paraları ve teknik yetenekleri yeterli olduğundan) bu tehdide uygun önleyici tedbirler sessiz sedasız alınmakta, ancak hem parasal hem de teknik yetersizlik sebebiyle bu tedbirleri alamayan Rusya’da ise bu konu, anlaşılan, sadece bazı yetkilileri çileden çıkarmaktadır.
Bu çıkışın neden şimdi yapıldığını da merak edenler olabilir.
O da tesadüfi değildir.
Çin daha yeni bir uzay denemesini başarıyla gerçekleştirmiştir.
Uzayda bulunan bir uydusundaki mekanik kollarla başka bir Çin uydusu yakalanarak etkisiz hale getirilmiştir. Bu deneme, Rusya’da olduğu gibi ABD’de de büyük endişe uyandırmıştır.
Bu deneme ile ilgili olarak Çinliler hangi bahaneyi ortaya sürerse sürsünler azıcık askeri bilgisi olan birisi endişe etmeden bakamaz.
Adı üzerinde Çin bir uydusunu kullanarak başka bir uyduyu etkisiz hale getirmiştir. Bugün bunu kendi uydusuna yapmış ancak muhtemelen yarın düşmanı olan devletlerin uydularına yapmayı planlamaktadır.
Onun için; Ruslar kadar ABD’de bu olayı yakından takip etmektedir. Çin’in bu denemelerine de bir isim verilmiştir. Çin; askeri maksatlarla kullanacağı bir Anti Satallite (Uydusavar) sistemi kurmaktadır.
İşte Rus yetkilileri böyle acayip demeçler vermeye iten ana sebep budur.
Çinliler de çekik gözleriyle herhalde bira ET’ye benzetildiğinden bir Uzaylı istilasından bahsedilmiştir.
Aslında istila lafı da rast gele seçilmemiş olsa gerek.
Çin; şimdiden, eski Sovyet toprağı olan Orta Asya ülkelerini ve şu anda Rusya’nın elinde olan doğu Asya’nın nüfusu az topraklarını siyasi ve ekonomik antlaşmalarla, şirketleri ile, kaçak göçmenleri ile ekonomik, siyasi ve demografik olarak istila etmeye başlamıştır.
Rusya ne bu istilaya, nede askeri ve teknolojik yarışa uygun karşılık verememektedir.
İşte bu durum da Rus yetkililerde gerginliğe sebep olmaktadır.
Bunun diğer önemli bir tarafı da ABD ve AB’nin içine girdikleri ve bir türlü çıkamadıkları ekonomik kriz girdabı yüzünden uzay çalışmalarına Çin kadar kaynağı gelecekte ayıramayabilecek olmasıdır. Eğer bu şartlar değişmez ve Çin de bu şekilde giderse geleceğin yeni süper gücü olmaya adaydır. Zaten şimdiden en büyük ikinci ekonomik güç oluş durumdadır. Sadece büyüyen ekonomisine paralel olarak askeri gücünü de geliştirmesi yeterli olacaktır.
Anlaşıldığı kadar da Çin’in tüm planları ve çalışmaları da bu yöndedir. Bu durumda ise Rusya için Çin; ABD gibi uzakta olan bir rakibe göre (Çin yanı başında olduğundan ve saldırılarını demografi dâhil her şeyi kullanarak yaptığından) daha tehlikeli bir devlet durumuna gelmektedir.
Bu noktada isterseniz tekrar başa dönelim.
Rus yetkili bu açıklamayı neden yapmıştır?
Şimdi yukarıdaki incelemeden sonra şunu söyleyebilirim. Bunun muhtemel iki sebebi olabilir. Ya kendi yöneticilerini ve iç kamuoyunu uyarmak veya dünyaya gelişmelerden duyduğu endişeyi ilan etmek istemektedir.
Peki, uyarının ne tür sonuçları olabilir?
Eğer ciddiye alınırsa ki alınmış görünüyor, bence birçok değişik sonucu olabilir. Ama en önemli sonuçlar şunlar olacaktır: Rusya 1976 antlaşmasından çekilebilir veya bu antlaşmadan çekilmeden gizli bir şekilde uzayı askeri maksatlarla kullanma yarışına ağırlık verebilir. Her iki hareket tarzı da dünyayı yeni bir gerginliğe sokabileceğinden önemlidir.
Tamam da bunun bizi ilgilendiren kısmı nedir?
Her şeyden önce Rusya bizim komşumuzdur. Komşuda yangın varsa bu bize de sıçrayacak demektir. Dolayısıyla tedbir almak gerekir. Diğer bir husus ta Türkiye’nin gelecekteki beklentisine göre bir planlama yapması gereğidir.
Bizim yetkililerimiz boş boş Türkiye dünya devleti oldu diyerek milleti uyutmayı bir kenara bırakmalıdır ilk önce. Çünkü yapılanlar Türkiye’nin geleceğini tehlikeye atmaktadır. Dünyada büyük güç olmak sadece nüfus sayısı ile, para ile veya lafla olmamaktadır. Eğer bunlar mümkün olsaydı; nüfusları ve toprak büyüklüğü toplamları bizim yarımız kadar olmayan Portekiz ve Hollanda bir zamanlar süper güç konumuna yükselemezlerdi. Bunlar o zamanın uzayı olan denizciliğe ve deniz keşiflerine yöneldiler. Kendi güçleri ile kıyaslandığında sınırsız sayılabilecek büyüklükte toprakları ve kaynakları kontrollerine aldılar. Bu durum da onları birer süper güç konumuna getirdi. Unutmayalım, Osmanlı’nın en güçlü olduğu Kanuni döneminde bu Portekizliler Kızıl Deniz ve Hint Okyanusunda birçok deniz savaşında mağlup ettiler.  
Bu gün bütün denizler ve bütün karalar keşfedilmiş ve bölüşülmüştür. Yani artık deniz bitmiştir. O dönemin denizi ve uzak toprakları bugün artık uzaydır. Bu yeni kaynak o zamanki sınırlı dünya toprakları ve denizleriyle bir kıyaslama yaparsak sınırsız büyüklüktedir.
Uzay sınırsız imkânları barındırmaktadır ve uzaya kim daha önce el atarsa geleceğin süper gücü de muhtemelen o olacaktır.
Uzun lafın kısası, Atatürk’ün de dediği gibi ‘’İstikbal göklerdedir.’’
Türkiye derhal ve yoğun bir şekilde uzay çalışmalarına başlamalıdır.
Eğer; büyük devlet olmak istiyorsa bu zorunludur.
Yoksa ben büyüğüm demekle kimse büyük olmaz.
Şu andaki davranışlarımıza bakarsa fırsat kaçmaktadır.
Bir uzay araştırmaları merkezi kurulmalı, üniversitelerimiz de uzay araştırmalarına yönlendirilmelidir.
Özel sektör de bu konunun içine dahil edilmelidir.
Bu iş için hemen kaynak ayrılması gerekmektedir.
Başlangıçta öyle çok bir paraya da gerek yoktur.
Basın organlarında; Suriye’li sığınmacılara ve göstericilere atılan gazlara ödendiği söylenen paranın yarısı bile ayrılsa bence yeterli olacaktır.

Saygılar sunarım.

5 Ekim 2013 Cumartesi

Yalan söyleyen tarih utansın (mı acaba).


Eskiden de duyduğum bir iddia bugünlerde internet çevrelerinde sık sık görülmeye başladı. Şimdi bu sözü Merhum Cumhurbaşkanı Turgut ÖZAL’ın ağzından ve onun resmiyle birlikte veriyorlar. Görmemezlikten geleyim dedim ama bir de bu konuda yapılan yorumları okuyunca dayanamadım.

Peki, nedir bu iddia?

Muhtemelen siz de duymuşsunuzdur.

2’nci Abdülhamit zamanında Osmanlı İmparatorluğu tek bir karış toprak kaybetmemiş ama onu deviren İttihat ve Terakki memleketi yıkıma götürmüş.

Bana sorarsanız, ben elbette bu iddianın ikinci bölümüne katılıyorum. Ama bir yalan yanında bir doğruyla birlikte verildi diye birinci bölüme de inanmak zorunda değilim. Çünkü birinci iddianın yalan olduğu o kadar açık ve şüphesiz ki bunu bilmemek imkansız gibi bir şey. Hele de Turgut ÖZAL gibi Cumhurbaşkanlığı da yapmış biri tarafından.

Peki, gerçekten Abdülhamit zamanında tek bir metre toprak kaybedilmemiş mi?
Tesadüf tür bu gün bu yayınları okuyup ta bu iddiaya inanan biri ile tartışıyoruz. İsterseniz aramızda geçenleri anlatayım, durumun ne kadar acayip olduğunu göreceksiniz.

Ben anlatıyorum:’’1877-1878 yılında (93 harbi olarak ta bilinir) Osmanlı İmparatorluğu tarihinin en büyük yenilgisini aldı, Ruslar Yeşilköy (İstanbul)'a kadar geldi. Doğuda ve Balkanlarda çok büyük toprak kaybına uğradık. Balkan harbi gibi tarihimizin en acı olaylarından biri olarak tarihte yerini alan bu olay esnasında padişah kimdi acaba? Elbette 1876 yılından, İttihat ve Terakki tarafından tahttan indirildiği, 1909 yılına kadar padişahlık yapan Sultan 2’nci Abdülhamit.
Peki, kimdir bu Abdülhamit? Abdülhamit 31 Ağustos 1876'da padişah ilan edildi ve 7 Eylül günü Eyüp'te kılıç kuşandı. İlk icraatlarından biri kendisini tahta geçiren ekibin başında bulunan Mithat Paşa’yı sürgüne göndermek ve orada boğdurmak oldu. 33 yıl padişahlık yaptıktan sonra 27 Nisan 1909'da tahttan indirildi. 3 yıl Selanik'teki Aletini Köşkü'nde ev hapsinde tutulduktan sonra 1912'de İstanbul'daki Beylerbeyi Sarayı'na getirildi. 10 Şubat 1918'de İstanbul'da vefat etti.
Ben bunu söyleyince karşımdaki kişi sanki duymamış gibi dedi ki: ‘’Bizim tarihimizi bizden gizlemişler. Resmi tarih hep bizi aldatmış. Sen de her yazılana inanıyorsun.’’

Haydaaaa?!….

Yahu el insaf kardeşim!

‘’ Be hey mübarek!’’ dedim ve devam ettim: ‘’Ben hiç olmazsa yabancı yazarlarca da doğruluğu teyit edilen ve yazılı belgeleri de olan şeylere inanıyorum, sen ise onun bunun söylediği, gerçekle alakası olmayan söylentilere inanıyorsun yahu.’’

‘’Yani şimdi sen ne diyorsun? Tarih kitapları 93 harbi hakkında yalan mı söylüyor?  Ruslar İstanbul'a kadar gelmedi aslında, aksine biz Moskova’ya kadar mı gittik? Doğuda; Erzurum’a, hatta Bayburt’a kadar ilerlemediler mi? Savaş sonunda yapılan antlaşmalarla Batum-Kars ve Ardahan dâhil tüm Kafkasya Rusya’ya verilmedi mi yani?’’

‘’O zaman benim Kars’ta,bu işgalden sonra,  Rusların Baltık mimarisine göre yaptığı binaları görmem de bir hayal.’’

‘’Ama bunda bir terslik var be kardeşim. Bu binaları bütün Karslılar ve Kars’a giden herkes görüyor.’’

‘’Ayastefenos (Yeşilköy) Antlaşmasından ve sonrasında Avrupa devletlerinin araya girmesiyle şartların hafifletildiği Berlin Antlaşmasından Rus ve Avrupa tarihçileri de bahsediyor.’’
‘’Tüm bunlar yalan ama senin gibi tek bir kitap okumadan ahkâm kesen kişilerin söyledikleri mi doğru?’’

‘’Peki, bu kadarla kaldı mı? Sen belki bundan başka toprak kaybedilmedi sanabilirsin söyleyeyim; 93 harbi sırasında ve sonrasında daha birçok toprak kaybedildi. Mesela; Kıbrıs, özel sözleşmeyle İngiltere'ye bırakıldı(4 Haziran 1878), Yunanistan’a da Teselya bölgesi verildi.’’

Abdülhamit devrinde, 93 harbinden sonra da çok büyük topraklar kaybettik. 1881'de Tunus Fransızların eline geçit.  1882'de İngilizler İskenderiye'ye çıkıp Mısır’ı fiilen işgal ettiler.

Ben bunları aanlatıp bir onay beklerken, bu arkadaş söylediklerimden hoşlanmamış olacak ki, konumuz olmadığı halde Lozan Antlaşmasını eleştirmeye, bunu bir zafer değil bir hezimet olduğunu söylemeye başladı. Kocaman Osmanlı İmparatorluğu’nu bırakıp küçücük bir devlete razı olmuşuz. Atatürk Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkan adam mış!

İçimden; ‘’Ne diyor bu adam yahu?! Sırf beni sinir etmek için mi böyle konuşuyor?’’ diye geçirdim, ama baktım adam ciddiydi.

Belki dinler ve doğruları anlar diye ben devam ettim: ‘’Yani Lozan'ı eleştirmek mümkün tabii ama Lozan olmasa bugün elimizde olanı da kaybedecektik. Osmanlı dağılma sürecine girmiş, 200 yıldan fazla bir süre ulaştığı son noktadan geriye doğru çekilmiştir. 1689’dan beri sürekli toprak kaybettik, sürekli geri çekildik. Bunu çok ta eleştirmiyorum. Bu normal bir tarihi süreç. Her devlet bir gün gelip zayıflamış ve topraklarını kaybetmiş ve hatta yıkılmıştır. Avusturya Macaristan İmparatorluğu gibi Osmanlı da bu süreci yaşadı ve tamamladı. İngiliz ve Rus İmparatorluğu gibi bu süreci halen yaşayanlar var. Şimdi bütün bu tarihin sorumluluğunu Atatürk'e yüklemek sadece hatalı değil aynı zamanda haksızlıktır ve ayıptır. Muhtemelen biliyorsundur; hak yemek, haksızlık etmek en büyük günahlardan biridir. Kuldan utanmıyorsan bari Allahtan kork! ‘’

’Osmanlı 1'nci Dünya Savaşı sonunda son dayanak noktamız olan Anadolu'nun da büyük bir bölümünü kaybetmiş ve Kurtuluş Savaşı ile bu son direnç noktamız tekrar ele geçirilmiş ve yeni bir devlet kurulmuştur. ‘’

‘’1'nci Dünya Savaşı sonucunda çözülen ve milli sınırlarına çekilen bir tek biz değiliz. Avusturya ve Prusya (Alman)  ulusları da aynı kaderi yaşamış, hatta onlarda kurtuluş savaşı verecek bir Mustafa Kemal çıkmadığından anavatanları bölünmüş ve başka devletlere verilmiştir. Alman ve Avusturya İmparatorlukları yıkılmış ve yerine ulus devletler kurulmuştur. Bu tek bizim başımıza gelen bir şey değil.’’

‘’O uluslarda da şimdi sizin yaptığınız gibi kurulan bu ulus devleti reddeden ve eski imparatorluklarına özenen Hitler gibi, Mussolini gibi kimseler çıkmıştır. Yeni Almanya’yı (3’ncü Reight’i) ve yani Roma İmparatorluğu’nu kurmaya kalkışmışlardır. Ama onların da insanlara yaşattıkları acılar ortada.’’

‘’Yani diyorum ki;  tarihi değiştiremeyiz. Ölüleri diriltemeyiz. Giden geri gelmiyor. Bu yeni Osmanlıcı yaklaşımları da çığırından çıkacak gibi duruyor. Bakın sıfır sorun diye kucakladığımız devletlerin çoğuyla şimdiden kanlı bıçaklı olduk.’’

‘’Ama, tek yanlış düşünen sen değilsin. Bazıları senin gibi Cumhuriyete ama bazıları da Osmanlı’ya sövmeyi bir maharet biliyor. Bunların her ikisi de bizim devletimiz. Hiç birine çamur atmaya kimsenin hakkı yok fakat elbette bu devletlerde bazı hususlar eleştirilebilir. Ama açık tarihi gerçekleri insanlara başka türlü ve yanlış bir biçimde satmaya da kimsenin hakkı yok.’’

‘’Ben bu tartışmaya; Özal'ın söylediği sözün doğru olmadığını söylemek için girdim. Özal'da bizim önemli bir devlet adamımızdır. Ama eğer bu sözü söylediyse yanlış yapmıştır, hata yapmıştır. Söylediğinin yanlış olduğu açık seçik ortadadır ve savunulacak bir durumu da yoktur.’’

‘’Şimdi biri çıkıp ta birisi (kim olursa olsun);  Abdülhamit Han zamanında hiç toprak kaybetmedik diyorsa ya tarihten haberi yoktur veyahut yalan söylüyordur.’’

‘’Benim bu söylenenin doğru olmadığını söylememe kızıyorsun ama tüm gerçekler, bu kadar açık bir şekilde ortadayken birileri milleti salak yerine koyarcasına böyle yalanlar söylüyorsa ben ne diyeyim? Doğrudur deyip alkış mı tutayım?’’

‘’Ben böyle bir yalanı/yanlışı onaylayamam.’’

‘’Sanırım aklı başında hiç kimse de onaylamaz.’’

‘’Lütfen böyle iddiaları duyunca; biraz objektif, biraz açık fikirli ol. Doru ile yanlış sana da çok açık görünecek.’’

Sanırım artık yaşlandığım dan olacak böyle bir uzun nutuktan sonra kendimi daha fazla konuşmamak için zor tutup adamın cevap vermesine fırsat verdim.

Beni ilgiyle dinliyormuş ve aklı başına gelmiş gibi duruşundan bir onay veya eski bildiği yanlışlara bir dair bir şüphe beklerken adam ne derse beğenirsiniz?

‘’Abi senin kafanı yıkamışlar. Yalan yanlış şeyleri okumuşsun. Sen çok sabit fikirli olmuşsun! Artık tartışmayalım. Çünkü görüyorum ki bir faydası olmayacak!’’ demesin mi?
Şaştııım kaldım!

’Pes yani!’’ dedim.

’Cahilliğe övgü’’ bir kitap ismidir diye biliyordum ama şimdi gerçek olmuş karşımda duruyordu.
‘’Eyvallah kardeşiiim! Ne diyeyim? Bence sen de haklısın.’’ deyip muhabbeti derhâl terk ettim.
İnternette yayın yapan kendince güvenilir kaynaklardan öyle öğrenmiş ya! Ben ne dersem diyeyim, onun ezberine sokulmuş bu saçmalıklar doğru gelecekti ona!

Eee, tabii sorgulama yok.

Biat var!

 Sorgulamadan inanmak var!

Bunlar tarihi de bir din sanıyorlar galiba.

Sanırım; tarihçi geçinen sahtekârları da fetva makamı! 

Bu sahtekârlar; ne saçmalarsa saçmalasın, bunlara sorgulamadan inanıyorlar.

Ne demişler, ‘’Dünyayı değiştirebilirsin ama bir sabit fikri asla!’’


Saygılar sunarım. 

4 Ekim 2013 Cuma

Askeri darbeler ve bunun benimle olan bağlantısı nedir?


 Son günlerde muhalefet te iktidar partisine uyarak bir darbe edebiyatına başladı. Yok 80 darbesi bir partiye göre kötüymüş, yok diğer parti sadece 60 darbesinden bahsediyormuş, herkes darbe diyor da başka bir şey demiyor. Darbe gerçek niteliğini kaybedip artık bir politik mücadele argümanı, bir söylem olmaya başladı.

Bunu sadece politikacılar değil, bazı gazete köşelerinde yazı yazan şahıslar, internet sitelerinde yazanlar, sosyal paylaşım ağlarına katılan insanlar ve sokaktaki diğer sıradan insanlar da diline dolamış durumda. Biriyle tanışıyorum, asker olduğumu öğrendikten en fazla 1-2 dakika sonra konuyu darbelere getiriyor.

Bazen hiç alakasız bir konuyu bile darbeye bağlayabiliyorlar. Mesela diyorum ki ''Bu kanunsuz dinlemeler hukuka da, demokrasiye de, insanlığa da uygun değildir. Hükümet bu konu ona askerleri kontrol altına almaya yardım ediyor diye göz yumuyor. Bazıları bunun hükümetin kontrolünde yapıldığını iddia etse de ben bir hükumetin kendi ordusunu yıpratmak için hukuksuz bir yol izleyeceğine inanmıyorum. Bir göz yumma olabilir, yapanları bilip dokunmama da olabilir. Fakat bu konu döner dolaşır bir gün göz yumduğu kişiler tarafından kendine karşı da kullanılabilir.'' Karşımdaki hemen cevap veriyor; ''Ama askerlerde 60 ve 80'de darbe yapmışlardı amaaaaa....''

''Haydaaa!...'' diyorum ve sözü kısa kesip o şahıstan uzaklaşıyorum. Adamın belli ki bir takıntısı var. Bazen de: Bana ne kardeşim 60 ve 80 darbesinden. Ben mi yaptım darbeyi? Eğer toplumu bir de sivil ve asker olarak bölmeye çalışıyorsanız ben 60'ta yoktum, 80'de de sivildim. Yani sen mağdursan eğer ben de mağdurum, diyerek bazen de terslediğim oluyor.
Madem herkes darbeleri diline dolamış, peki, nedir bu darbeler? Yeni bir şey mi? Yenilir içilir mi? Neden yapılır ve kim yapar? Bu soruları sorduğum insanlar ''Eee askerler yapıyor ya işte. Devleti ele geçirmek istiyorlar.'' gibi derinliği olmayan cevaplar veriyorlar. Bu akşam biriyle benzer bir giriş yapınca bu konuyu tartıştım. Ona verdiğim cevabı aynen buraya da yazıyorum.

Darbeler çoğu insanın sandığı gibi sadece Cumhuriyet dönemine ait bir şey değildir .Hiç bir siyasi ve toplumsal mesele bir günde oluşmaz. Onun tarihin derinliklerine giden kökleri vardır. İhtilal veya darbe veya devrim, ne dersen de askeri müdahaleler Cumhuriyet devrinde başlamış bir şey değildir. Bazıları bunu İttihat ve Terakki başlattı der ama bu sadece siyasi (siyasi maksatlarla yapılan) bir iddiadır. 36 Osmanlı padişahından 12'si askeri darbe ile tahttan ayrılmış. İkisi de bu darbeler sonucu öldürülmüş. Yani yeni bir şey değil.

Daha 1600'lü yıllarda bu konuda padişahlara tavsiyeler veren kitaplar yazılmaya başlanmış. Darbeye, ilginçtir, o zaman daha bilimsel bir gözle bakıp incelemiş bazı kişiler. Olayın siyasi, sosyal, ekonomik boyutlarını, toplusal alışkanlıkları ele almış.

Mesela bir tanesinde diyor ki; millet, çok uzun süre tahtta kalan padişahtan bıkar. Askeri de arkasına aldığı zaman da darbe yapar. Eğer padişah vezirini de uzun süre hep aynı adam yaparsa bu darbe kaçınılmaz olur. Onun için padişah 5-6 yılda bir vezirlerini değiştirmelidir. Paranın değer kaybetmesi, enflasyon, rüşvet, bazı kişilerin devlet imkanları ile aşırı güçlenmesi gibi sebepleri de sayıyor.
Şimdi, yüzyıllar sonra bu meseleleri politikacıların da bilerek yönlendirmesi sonucu basit kavga söylemleriyle açıklamak bence yanlış. Bu işler hastalık ve ölüm gibidir. Kimse kanserden ölen biri için sigarayı veya kanserli hücreyi suçlamaz. Neden sigara içti diye ölen de sorgulanır.

Evet darbeler kötüdür ama birileri istedi diye darbe olmaz. Bunlar yüzyıllardır mevcut olan ve durumdaki tıkanıklığı aşamayan devlet idaresinin ve milletin bulduğu mecburi çözümler olmuş. Tabii ki darbeler çok insanın canını yakmış, öte yandan bu darbelerden nasiplenenler de olmuştur. Ama bunu işte dış güçlerin oyunu, askerlerin iktidar hevesi gibi laflarla açıklamak doğru değil her zaman. Eğer doğru olsaydı 1980 anayasası Türk tarihinin en yüksek oyunu alarak kabul edilmezdi.

Unutmamak lazım ki, ülkede etkin güçlerin ve halkın önemli bir kesiminin desteğini almadan hiç kimse darbe yapamaz. Tarihte de görüldüğü gibi yapmaya kalkanlar da heba olur.

Kim ne derse desin hiçbir askeri darbe, eğer başarıya ulaşmışsa, aslında salt askerlerin yaptığı bir darbe değildir.

Bazıları sadece yediği yumruğu gördüğünden vuranı yumruk sanır.
Aslında bütün bir vücut vurmuştur darbeyi.

Sonuç olarak bir sözüm daha olacak. Benimle tanışıp ta darbe muhabbeti yapacaklara söylüyorum. Ben hiç darbe yapmadım. Darbelere de karşıyım. Hatta son darbenin de maduruyum en az sizin kadar.

Saygılar sunarım.  




3 Ekim 2013 Perşembe

Irak (Körfez) Savaşı ve Yarattığı Yıkımın Sonuçları.


Irak üniter bir devletti. Başında Baas milliyetçisi diktatör Saddam vardı. Ülkeyi demir yumrukla ve çok kötü yönetiyordu. İran'a savaş açıp yıllarca ülkenin kaynaklarını batıdan aldığı silahlara aktarı. Bu harcamayı karşılamamk ve bölgenin ve tüm Arapların lideri olma hayaliyle zengin petrol yataklarına ve denize açılan önemli bir mevkiye sahip olan Kuveyt'e saldırdı ve burayı işgal etti.Bu arada Halepçe'de zavallı insanları çoluk çocuk demeden zehirli gaz atarak öldürdü. Yönetimi süresince siyasi muhaliflerin hepsini acımadan idam ettirdi. Bu adamın hayatı boyunca Irak'ta 50.000 kişinin ölümüne sebep olduğu söyleniyor.
Bu adamı diktatör ilan edip Irak'a demokrasi getiren ABD ise sadece savaş esnasında, uçaklardan attığı bombalar, gemilerden attığı füzeler ve diğer silahlarla sadece askerler değil, çoğu kadın ve çocuklardan oluşan milyonlarca insanı öldürdü. Saddam yakalanıp kameralar önünde asıldı. Ülke dini (şii-sünni) ve etnik temelde (Kürt-Arap) fiilen bölündü. Herkes kendi dilinde okuyup kendi ayrı camiine gidiyor. Ülkede seçimler yapılıp bazı yöneticiler seçiliyor. Yani bizde demokrasiden anlaşıldığı şekilde oldukça demokratikleştiler. Petrol üretimi arttı. Ticaret ve inşaatlar arttı.
Şimdi bunlara bakarak durum ne kadar iyi diye düşünenler olabilir.Ama işin bir de öbür tarafına bakalım.
Irak'ta her gün insanlar birbirini öldürüyor. Bombalı eylemlerin ardı arkası kesilmiyor. İnsanlar din ve etnik kökenlerine göre birbirlerinden nefret etmeye ve bu nefret artık onulmaz birhale gelmeye başladı. Amerikelılar gitmeden önce hergün binlerce insan ölüyordu, şimdi de yüzlerce insan ölmeye devam ediyor.
Sddam döneminde tüm iktidarı döneminde ölen insan neredeyse her yıl ölüyor.
Şu sıralarda güvenlik en iyi durumunda ama sakın herşey günlük gülistanlık sanmayın. Sadece bu Eylül ayı süresince 1000 kişi saldırı sonucu ölmüş.Yani kaba hesapla yılda 12.000 kişi eder. Yaralananlardan hiç söz etmiyorum. Yani güvenliğin ne kadar iyileşmiş olduğunu siz düşünün. Ve tüm bu çatışmalar, dini, mezhepsel ve etnik motivasyonlarla yapılıyor.
Şimdi Türkiye'ye bakalım. Saddamdan az olmayan cinayetten sorumlu Apo devletimizle müzakereler yürütüyor. Bunu da insanları salak yerine koyarcasına ''Hükümeti görüşmüyor. Devlet görüşüyor.'' diye insanlara ne demek olduğu belli olmayan saçmalıkla açıklıyorlar. Devlet dediği MİT müsteşarını devlet diye gösteriyorlar ama bu adamı kim atadı, kim oraya git diyor, anlaştığı koşulları kim uyguluyor? Vatandaş Mehmet değil herhalde! Elbette ki hükümet.
Neyse bu saçmalığı bir tarafa bırakalım ve Irak'ta olanların Türkiye ile ne ilgisi var ona bakalım.
Şimdi Irak'ta demokratikleşme yapan ABD ve Batı'nın yol göstermesi ile bizim hükümetimiz de kendi aklınca ülkemizi demokratikleştiriyor. Aynı Irak'ta olduğu gibi insanları; Alevi-Sünni-Şii diye mezhep olarak, Hrisyiyan-Müslüman-Yahudi diye dinsel olarak, Türk-Kürt-Çerkez-Arnavut diye etnik olarak ayrıştırıyor.Yıllar boyunca kaynaşmış, heryerde iç içe girmiş, aslında bireysel bazda aralarında hiçbir sorun da olmayan insanlarımızı her türlü hareketiyle ayrıştırıyor. Kesişme ve bağlanma noktalarını kırarak fay hatları oluşturuyor. İleride provakötörler veya bazı güçler tarafından Irak'ta olduğu gibi birbirleri ile çarpıştırabileceği uygun yapıyı hazırlıyor.

Ve en kötüsü bunu; kardeşlik projesi, barış projesi diye satıyor millete.

En kötü zehir bile en güzel ambalaj içinde satılır.

Yurt dışında ve ucuz tatil mi yapmak istiyorsunuz? Anlattığım denenmiş yöntemleri okuyun.


Yurt dışına geziye/tatile gitmek çoğu insanın aklından geçmiştir. Ancak bunu çok az kişi gerçekleştirmiştir. Bunun sebebi ise muhtemelen çok para gerekeceği inancıdır. Aslında durum hiç te öyle değildir. Uygun şekilde davranılırsa yurt dışı tatil yurt içinde tatil yapmaktan daha ucuza gelebilir. Nasıl mı? Muhtemelen birçok yöntem vardır, ancak burada benim uyguladığım üç yöntemden bahsedeceğim.
1'nci yöntem:
Gelecek yıl İtalya'ya 10 günlük bir seyahat yapmaya karar vermiştim. Önce gideceğim tarihi çalıştığım kurumla koordine ederek belirledim. Pasaportum zaten mevcuttu. O sırada Londra'da çalıştığımdan vize almam da gerekmiyordu. Mevcut vize ile gidebiliyordum.
Tati tarihini belirleyince internetten İtalya hakkında bilgi toplamaya başladım ve sonuçta 10 gün içerisinde; Venedik, Pissa Kulesi, Floransa ve Roma'yı görmeye karar verdim. Yine buraların büyüklüğü, gezilip görülecek yerlerin çokluğu, eğlence hayatı gibi faktörlere göre nerede ne kadar kalacağıma, buralarda hangi tarihlerde konaklayacağıma karar verdim.
Ardından internet üzerinden uçak bileti satışı yapan sitelerden gidiş ve dönüş tarihleri için bilet fiyatlarını inceledim. Değişik hava yolları fiyatları arasında oldukça büyük fark vardı. En ucuz olandan kredi kartı ile biletimi aldım. Bilet hem en ucuz firma hem de çoook erken rezervasyon olduğu için oldukça ucuza geldi. İtalya'da birbirinden oldukça uzak şehirlere gideceğim için bir araba kiralamayı da düşündüğümden bunun fiyatını da araştırmıştım. Gördüm ki uçak bileti aldığım site ve uçak şirketi bağlantısı ile araç kiralayınca çok ucuza geliyor. Uçak biletini alırken araç ta kiraladım. Burada az yakıt yakan Fiat marka küçük bir araba kiraladım. Küçük olması park yeri bulma açısından da isabetli bir seçim oldu. Bunun bir avantajı da kiraladığım araç şirketinin hava alanında şubesi olduğundan uçaktan inip doğruca arabaya binip istediğim yere gidebilmemdi. Haa bu arada Avrupa haritası yüklü Tomtom'um da vardı. Yoksa yabancı bir ülkede hele araçla dolaşmak oldukça zor olurdu.
Daha sonra da gideceğim şehirlerde kalacağım günlerde otel bulmak için internette arama yaptım. En uygun otelleri bulup kredi kartımla yer ayırttım.

Hem detaylı araştırma, hem de erken rezervasyon sayesinde oldukça ucuza İtalya'yı gezmiş oldum. Haa bu arada şansıma ben gittiğimde İtalya'da turizm haftasıymış. Her müzeye ve panteon, tarihi Roma harabeleri gibi tarihi yerlere beleş girdim. Ama Vatikan'ın turizm haftasından haberi yoktu herhalde 23 Euro giriş parası ödedim.
2'nci yöntem;
Yine yaz bir yaz tatilinde Fransa, İspanya ve Portekizi arabamla gezmeye karar vermiştim. Arabanın bakımını bir gün önceden yaptırıp yola çıktım. Londra'dan Dover'e gelip feribotla Fransa'nın Kaleis şehrine geldim. Buradan Lion'a geldim ve tanıdıklarda kaldım. Daha önceden kalmayı planladığım tek yer burasıydı. Başka hiçbir yerden hotel ayarlamadım. Lion'dan doğruca İspanya'ya gitmeye, Fransa'yı dönüşte gezmeye karar verdiğimden sabah erkenden kalkıp internet üzerinden (Late Hotels ve Lastminute.com adreslerinden) Barselona'da hotellerde yer baktım. Son dakikada iki günlük yer satın aldığımdan oda fiyatları çok komik sayılabilecek kadar düşüktü. Bunu gezim boyunca yaptım. Gezi planımı esnek tutmuştum çünkü altımda arabam vardı. Bir şehirde yer bulamazsam alternatif olarak seçtiğim diğer şehirden bulurum diye düşünmüştüm ama yer bulmak sorun olmadı ve planladığım yerlerde kaldı. Her yerde en az 4 yıldızlı (onların da havuzları filan vardı ve bayağı iyiydiler) ama genellikle 5 yıldızlı hotellerde kaldık. Fiyatın düşüklüğünü değerlendirebilesiniz diye söylüyorum, mesela İspanya'da Kordoba gibi turistik bir şehirde tam şehir merkezinde çok güzel bir hotelde 2 çocuk iki yetişkin günlük 35 Euro'ya kaldık. Portekizin Faro isimli turistik beldesinde denize sıfır süper bir hotelde günlük 40 Euroya kaldık. Fiyatlara sadece kahvaltı dahil idi. Uzun lafın kısası bir şehitde kaldığımız son günün sabahı gideceğim şehirde hotel ayarlayıp yola çıktım. Son dakikada oda satın aldığım için erken rezarvasyona göre bile oldukça ucuza çok lüks hotellerde kalmış oldum. En fazla para ödediğim otelde standart oda fiyatının üçte biri fiyatına kaldı. Yiyecek konusunu ise yemek yerlere bakıp beğendiğim ve uygun bulduğum yerlerde hallettim. Avrupa da her restoran'ın kapısında fiyat listesi yazdığından kazıklanma riskiniz oldukça az. Bu şekilde İspanya'da;Barselona, Madrit, Kordoba, Granada (Gırnata), Sevilla ve Bilboa'da, Portekiz'de Faro ve Lizbon'da, Fransa'da Boreux'ta kaldım. Parise daha önce de gittiğimde orada gecelemedik.
3'üncü yöntem:
Diğer bir yaz tatilinde ise son ana kadar nereye gideceğime karar verememiştim. Ben Finlandiye, Norveç, İsveç yani kuzey bölgelerini arabayla gezelim diye düşünüyordum, çocuklar da deniz kenarında bir yere gitmek istiyordu. Bir İngiliz arakadaşım daha önce Fas'a gittiğinden ve Marakkeş gibi ilginç şehirleri gezip aynı zamanda deniz kenarında Agadir diye turistik bir şehirde kaldığından bahsetti. Bir daha gitmek fırsatı olmaz diye Fas'a gitmeye karar verdim. Deniz kenarını duyunca çocuklar da razı oldu.
Turizm şirketlerini aradım oldukça yüksek fiyatlar verdiler. İnternetten hotel fiyatlarına ve uçak fiyatlarına baktım. Uygun fiyata güzel hoteller vardı ancak uçak fiyatı 4 kişi çok fazla tutuyordu. O arada internetten bir de paket program yapan Tomas Cook gibi şirketlere bakmak aklıma gedi. Ben yola çıkmayı pilanladığım tarihe 4 gün kalmış olmasına rağmen hala ne uçak ne hotel ayarlayabilmiştim.
Bu şirketlerin birinin sitesine girip 4 kişi 10 gün herşey dahil deniz kenarında bir hotel istediğimi işaretleyip arama butonuna bastım. Karşıma çıkan rakamı görünce gözlerime inanamadım. Gidiş-geliş ve herşey dahil hotel parası daha önce araştırdığı en ucuz uçak firmasının bilet fiyatından 4 kişi için toplamda 250 Sterli daha fazlaydı. Yani 4 kişi için Türk parası ile normal gidiş geliş uçak fiyatının 750 lira fazlasına hem uçuş hemde herşey dahil 10 günlük hotelde kalabiliyoırduk. Ben herhalde kötü bir hotel ve denize çok uzaktır diye düşündüm. Haritadan konumuna baktım. Resimlerini inceledim. Okyanus kenarında, müstakil evlerden oluşan bir tatil köyü idi. Faslı bir arkadaşa sordum. Telefon edip memleketteki arkadaşlarına sormuş, süper bir tatil köyü demişler. Fiyatı duyunca ise bizede yer alın biz de buradan gidelim çok ucuz demişler. Neyse gittik. Tatil köyü resimlerde göründüğü gibi okyanus kenarında ve çok güzeldi.
Turiz şirketlerinden tanıdıklarıma sordum. Son anda aldığım için, elindeki tüm odaları satamayan şirketlerin ne alırsam kardır düşüncesi ile, kendilerinin hotellere zaten parasını ödeyip rezerve ettikleri odaları böyle çok ucuza verdiklerini söylediler.
Eğer siz de yurt dışına tatile gideyim, ama hem iyi yerlerde kalayım hem de fazla para harcamayayım diyorsanız, bu yöntemlerden size uygun olanını kullanabilirsiniz. Belki de daha uygun başka bir yöntemi kendiniz bulabilirsiniz.
Şimdiden iyi tatiller.

Kılıçdaroğlu'nun paket açıklaması:Evet ama yetmez.


Başbakan şu meşhur paketi açıkladıktan sonra değişik kesimlerde bu arada siyasi partilere mensup miller vekillerinden de hemen art arda yorumlar, açıklamalar, destek veya eleştiriler gelmeye başladı. Doğal olarak gözler ana muhalefet partisi genel başkanından yapılacak açıklamaya döndü. Sayın Kılıçdaroğlu da bunu fark etmiş olacak ki konunun önemine binaen hemen açıklama yapmadı. Bir gece bekledikten sonra o beklenen açıklamaları yaptı.
Ben açıklamayı naklen kendi ağzından dinlemedim, ama daha sonra internetten okudum. Daha ilk cümleleri okumaya başladığımda ters bir şeyler olduğunu fark etmeye başladım. Genel beklenti daha önce CHP’li bazı milletvekillerinin yaptığına benzer şekilde paketin eleştirileceği, açıklanan konuların demokrasi ile uzaktan yakından ilişkisi olmadığı; bunun PKK ile müzakere ve rejimden öç alma, devletin kurucu ilkelerinin yerle bir edildiği gibi bir şeyler söyleneceği yönündeydi. En azından ben ve etrafımda bu konuyu konuştuğum kişilerin beklentisi bu yöndeydi.
Ancak Kılıçdaroğlu da başbakanın yaptığı gibi başka konulardan bahsederek konuşmasına başlayınca; aslında eleştiri alacağını düşündüğü şeyler söyleyeceğini kendisi de bildiğinden konuya itiraz noktalarını yumuşatmak için böyle bir giriş yapıyor gibi geldi bana.
Peki neler söyledi Kılıçdaroğlu? Kısaca özetlersek şunları dedi.
1. CHP'li vekillerin aksine ne laiklik endişesi ne de Andımız kararından bahsetti. Aksine bu önerileri biz zaten getirmiştik dedi ve eksik olduklarını belirterek bu eksikliklere açıklık getirdi.  
2. Sonra Cumhuriyet tarihine vurgu yaparak İnönü ve Ecevit’ten bahsetti. İnönü’nün ülkeyi çok partili sisteme geçirdiğini, iktidara yapışıp diktatörlük peşinde koşmadığını söyledi ve ‘’Bu devrimin altında imzası olan İsmet İnönü'yü rahmet anıyorum.’’ dedi.
3. Sonra da Ecevit’i; ‘1970'lerde üçüncü büyük devrim gerçekleştirdiği, sendikal hakları getirdiği için rahmetle andı.
4. Türkiye’de demokratikleşme tarihinin dün başlamadığını (bunu okuyunca demokratik paket diye sunulan paketi gerçekten demokratik bir ilerleme olarak gördüğünü anladım) 90 yıldır devam eden bir süreç olduğunu söyledi . Bu süreçte demokrasi için bedeller ödendiğini söylerken bazı sol görüşlü yazar ve sanatçıların adını vererek aslında demokrasinin bu duruma gelmesinde CHP ve sol düşüncenin de çok büyük payı olduğunu ima etti.
5. Sonra da dünyada; insani gelişmişlik sıralamasında, demokraside, basın özgürlüğünde, haksız yargılamada bu hükümet zamanında gerilediğimizi istatistiki rakamlarla açıklayarak hükümete genel bir eleştiri getirdi.
6. Bu hükümet zamanında cezaevlerinin arttığını, haksız yere bazı öğrencilerin, gösterilere katılan çocukların hapse girdiğini, faili meçhul bazı cinayetlerin ise çözümlenemediğini, Hrant Dink’ in gerçek katilleri bulunamadığını, sorumluluğu olan kamu görevlilerinin tamamı terfi ettirildiğini, son günlerdeki gösterilerde öldürülen gençlerin isimlerini anarak bunları rahmetle andığını söyledi.
7. 5600'den fazla işkence vakası yaşandığını, küçücük çocukların ırzına geçildiğini, yargı bağımsızlığının tümüyle yitirildiğini, Deniz Feneri davasında sanıkların korunduğunu ve kollandığını söyledi.
8. 11 yılda Türkiye demokrasisi büyük bir erozyon yaşadığını, demokrasi kültürümüz darbe dönemleri kadar ağır tahribata uğradığını, bütün bunların topluma ileri demokrasi diye yutturmaya çalışıldığını söyledi.
Bu kadar konuşup paketten bahsetmeyince ben herhalde paket konusunda başka bir zaman açıklama yapacak diye okumaktan tam vazgeçmek üzereydim ki konuya giriş yaptı.
9. ‘’Herkese soruyorum açıklanan bu sözde demokrasi paketinde bu yaraya bu paket derman olur mu? Bu paket bu açığı kapatır mı? Bu paket bu açığı kapatmaz. Bu paket bu yaraya derman olmaz. Çünkü demokrasi konusunda samimi değiller.’’ Dedikten sonra paketin açıklanış tarzı ve başbakanın tavırları hakkında eleştirilerde bulundu ve bu tavırların Kenan Evren’in tavırlarına benzediğini söyledi.
10. Paketin kapalı kapılar ardından toplumun bütün unsurları hatta kabine üyelerinin bile dışarda bırakılarak hazırlandığını söyledi.
 11. ‘’Paketi açıklarken ta 27 Mayısa kadar gidiyorsunuz. Ama 12 Eylülden bahsetmiyorsunuz. Darbe hukukuna sahip mi çıkıyorsunuz.’’ dedikten sonra nihayet asıl konuya geldi ve şimdi paketi eleştirecek derken; ‘’ Bu paketteki birçok noktayı biz daha önce söylemiştik. Seçim barajı düşsün dedik, milli iradenin önündeki engel kalksın dedik. TBMM'ye teklif verdik. Reddeden kimdi AKP... Dil yasaklarını kaldıralım dedik. Kanun teklifi verdik. Onu da AKP kabul etmedi. Partilere aldıkları oy oranlarına göre hazineden yardım için teklif verdik. Bu da reddedildi. Nefret suçları para cezasına dönüşmesin zaman aşımı olmasın diye teklif verdik. O da reddedildi. Yasaksız bir toplantı ve gösteri yasası teklif ettik. AKP bunu da reddetti. Şimdi kişisel verilerin korunması diyorlar. Yasadışı dinlemeleri engellemek istedik buna da geçit vermediler.’’ diyerek aslında bu paketteki hususların kendi önerileri olduğunu, ama AKP’nin bunu daha önce engellediğini söyleyiverdi.
12. Daha sonra da şunları belirtti: Bugün karşımıza getirdiklerinin önemli bir kısmı bizim önerdiklerimizin kötü bir kopyası. Biz sadece bunları önermedik... Biz rengârenk bir demokrasi için önemli adımlar attık. Darbe anayasası istemiyoruz dedik. Yepyeni bir anayasa istiyoruz dedik. Siyasi partiler yasası... Daha demokratik olsun lider sultası bitsin dedik. Milletvekilleri özgür olsun dedik. Din ve vicdan özgürlüğü en temel hak... Bir insanın diniyle vicdanıyla devlet kavga eder mi? Neyin ibadet olup olmadığına devlet karar verebilir mi? Cem evleri de ibadethane olsun dedik. Basın özgürlüğü dedik. Basın özgürlüğünü genişletmek için yasa teklifi verdik. Furkanlar, Ferhatlar, Cihanlar hapiste değil okulda olsun dedik. Onların yeri hapishane dediler. Uludere katliamının aydınlatılması için çaba harcadık. Milli irade tutuklanmasın dedik. Hapiste vekil olmasın dedik. DGM postu giymiş Özel yetkili mahkemeler kaldırılmalı dedik. YÖK'ü kaldıralım dedik. Üniversiteler özgür olsun dedik. Mayınlı arazileri kaldıralım dedik, Diyarbakır cezaevini müze yapalım dedik. Bunların hepsi iktidar partisi tarafından reddedildi. Şimdi bütün Türkiye'ye soruyorum... Bizim önerililerimiz mi AKP'nin önerileri mi Türkiye'ye demokrasi getirir? Muhalefet mi görevini yapmıyor yoksa iktidar mı? Karşımızda bütün dünyanın diktatör olarak tescillediği bir başbakanın hazırladığı bir demokrasi paketi var. Başbakan hala Türkiye'nin beklentilerini anlamamıştır. Temel sorun alanlarından kaçmış toplumsal baskıları savuşturmak için de bu paketi önümüze getirmiştir. Temel sorunlara hiç bir cevap yok.
Toplumun çoktan aştığı WXQ harfleri gibi düzenlemeleri demokrasi açılımları ile halkı kandıramazsınız. Klavyeye değil klavyeyi kullanana özgürlük getireceksiniz. Bir üniversitenin adını değiştirerek yapısal sorunları mı çözeceksiniz? Bir üniversitenin 2 saatte açabileceği bir enstitünün hükümet tarafından devrim gibi lanse edilmesi utanılacak bir şeydir. Hangi ülkede hükümetler üniversitelere hangi konuda kürsü açacaklarını söyleyebilir?  Gelen paket çoğunlukçu otoriter rejimi pekiştirmekten başka bir işe yaramamaktadır.
Bu ülkeye gelecek demokrasi için atılacak her adım için topluma söz veriyoruz. Özgürlük ve demokrasiyi getirin sonuna kadar destek veririz. Üçüncü sınıf demokrasi ve özgürlük istemiyoruz. Birilerinin arzu ettiği kadar demokrasi ve özgürlük istemiyoruz. CHP olarak çok partili yaşamı bu ülkeye getiren parti olarak demokrasi konusunda atılacak her adıma destek vereceğiz. Bu bizim halka sözümüzdür. Biz kapalı kapılar ardından pazarlık yapan bir parti değiliz. Çünkü demokrasi ve özgürlük kapalı kapılar ardında belirlenmez.
Son cümleyi okuduktan sonra acaba yanlış mı anladım diye yazıya bir defa daha göz gezdirdim ama hayır doğru anlamışım. Kılıdaroğlu pakete karşı çıkmadığı gibi bunları ve daha fazlasını kendilerinin mecliste öneri olarak sunduğunu, AKP’nin bunları önlediğini, ancak şimdi bu önerilerin çok azını paket diye açıkladığını söylüyordu. Dikkat edin bu paketi desteklediğini söylemiyor tam aksine aslında bunların daha önce mecliste kendilerinin önerdiği maddeler olduğunu söylüyordu.
Şaştım kaldım!....
Durun bir daha özetliyeyim. Başbakan hükümetin hazırladığı bir paketi, ağır eleştiriler alacağı, bunun da en fazla ana muhalefet partisi tarafından yapılacağı beklentisiyle, uzun uzun konuştuktan sonra çekinerek konuya girerek açıklıyor ama beklenenin tersine ana muhalefet partisi lideri bu paketteki maddeleri desteklemekle kalmıyor, kendilerinin bu paketin maddelerini ve çok daha fazlasını önerdiklerini, bu paketin o önerilerin çok az bir kısmını ihtiva ettiği için yetersiz olduğunu söylüyor. Yani kısaca çoğu gazetede de söylendiği gibi anayasa referandumunda söyleneni ters çevirerek; ‘’Evet, ama yetmez!’’ diyor.
Pes doğrusu!
Bu ülkede bunu da gördük ya daha neler görürüz artık bilmiyorum.
Konunun içeriğine girmiyorum. Doğrudur veya yanlıştır. Herkes kendi açısından değerlendirir. Ama ana muhalefet partisinin tavrının ilginçliği açısından çok şaşırtıcı değil mi? Kılıçdaroğlu’nun konuşmasında sık sık vurguladığı ileri demokrasinin son noktası bu olsa gerek. Hükümetin fikrine karşı çıkarak eleştirmesi beklenenler, destek verip daha da ileri gitmediği için eleştiriyor.
Ne diyelim? Vatana, millete ve ileri demokrasimize hayırlı olsun.
Demek ki başbakan söyleyince bazıları boşuna kızıyormuş! Memlekette gerçekten bir muhalefet sorunu varmış. Daha doğrusu muhalefette lider sorunu. Çünkü ben bu açıklamaların CHP’nin genel ilkeleri ve politikalarına göre değil de son gece yapılan durum değerlendirmesinde alınan karara göre yapıldığını düşünüyorum.

Gerçi sayın Kılıçdaroğlu’nun daha önce de böyle sürprizlerle dolu açıklamalar yapıp, ertesi gün bu açıklamaların tam tersini söylediğine şahit olduk. Bakalım, birkaç gün bekleyelim. Hala fikir değiştirmemişse o zaman bu açıklamayı kalıcı bir açıklama olarak kabul ederiz.

Amerika'nın İslam Dünyası Üzerindeki Oyunları: ABD İslam Dünyasını bölmeye mi çalışıyor?



İnternette gezinirken birçok gazetenin yayımladığı bir haber dikkatimi çekti. Haber; Newyork Times gazetesinin, Ortadoğu'da yaşanan karışıklıklarla ilgili haritalı bir analizine dayanıyordu. Bu analizinde New York Times gazetesi Ortadoğu haritasının yeniden çizilebileceğini ve 5 devletten 14 yeni devlet çıkabileceğini iddia ediyormuş.
Gazetenin dış politika analisti ve gazeteci Robin Wright’ın haritalı analizine göre, gelecekte en büyük parçalanmayı ise Suudi Arabistan yaşayacakmış. Parçalanma potansiyeli taşıyan devletler Irak, Suriye, Suudi Arabistan, Yemen ve Libya olarak belirtilmiş. Şimdi bu şahsın Ortadoğu’yu nasıl bölmeye çalıştığına bir göz atalım.
İlk sırada Suriye ele alınmış. Yazara göre Suriye dörde bölünecekmiş: ‘’Alevistan’’, ‘’Kürdistan’’, ‘’Sünnistan’’, ‘’Şiistan’’. İsterseniz bundan sonra yazarımızın bu bölgeyi nasıl bölmeyi düşündüğünü onun ağzından dinleyelim.
Suriye ve Irak: Akdeniz sahili boyunca Lazkiye merkezli bir Arap Alevi devleti oluşurken, Kuzey Irak’taki Kürdistan Özerk Bölgesi ile Suriye’nin kuzeyindeki Kürt bölgelerinin birleşiminden, Türkiye’nin Hatay dışında bütün güney sınırı boyunca uzanan Erbil merkezli yeni bir Kürdistan doğacak. Irak’ın güneyinde Basra merkezli yeni bir Şii devleti doğarken, Suriye ve Irak’ın Bağdat ve Şam’ı da içeren Sünni vilayetlerinde yeni bir Sünni Arap devleti doğacak. Ancak özellikle Irak’taki parçalanma ihtimali gerçekleşirse kolay gerçekleşebilecek bir parçalanma olmayacağı öngörülüyor. Musul ve Kerkük’te; Kürt – Arap, Bağdat ve çevresi konusunda Şii – Sünni savaşı yaşanabilir.
Suudi Arabistan: Wright’ın analizine göre Suudi Arabistan’da krallık gelecek prenslere geçtikçe, Suudi öncesi dönemden kalan derin kabile ayrımlarının derinleşerek bölünmeyi başlatma olasılığı gündemde. Bu senaryoya göre ülke, Hürmüz Körfezi bölgesindeki Doğu Arabistan, Hicaz’da Batı Arabistan, Yemen’e yakın bölgede bir güney Arabistan ve kuzeyde bir Kuzey Arabistan kurulacak. Ülkenin orta kesiminde ise Riyad merkezli bir Vehhabi Arabistan oluşacak.
Yemen: Yakın zaman önce birleşen Yemen, Güney Yemen’deki referandum sonrası yeniden Kuzey ve Güney Yemen diye iki ayrı ülkeye bölünebilir. Bölünme sonrası Güney Yemen tamamıyla Suudi Arabistan’a da katılabilir. Bu durumda, Hint Okyanusu’nun Arap Körfezi’ne doğrudan irtibat kazanacak Suudi Arabistan’ın İran’ın Hürmüz Körfezi’ni kapatma korkusu da yok olacak.
Libya: Libya’da; kabileler arasındaki büyük rekabet ülkeyi parçalanmaya götürebilir. Bu durumda, ülkenin doğuda Bingazi merkezli Sirenakya ve batıda Trablusgarp adlı iki devlete bölünmesi ihtimali var. Hatta güney batıdaki Fizan da ayrılarak üçüncü bir devlet daha oluşturabilir.
Bunu okuyunca biraz irkildim. Çünkü bu gazete seçimlerde Obama’yı ve Demokrat partisini destekleyen bir gazete. Gazetenin sahibi ise Yahudi bir baba ve Britanya (İngiliz İskoç karışımı) bir anneden olma Arthur Ochs Sulzberger, Jr.  Biliyorsunuz ABD dünyayı veya bir bölgeyi şekillendirmeye karar verince böyle analizler ve bazı stratejistlere yazdırılan kitaplarla kamuoyunu hazırlar. Gazetenin Demokrat Parti ilişkisi ise acaba Obama yönetimi (daha önce de Bush yönetiminde Neocon yazarlar ve akademisyenlerle yaptığı gibi) geleceğe ait politikalarını dolaylı olarak kamuoyuna sunup tepkileri ölçmeye mi çalışıyor sorusunu akla getiriyor. Sahibinin Yahudi kökenlerinden dolayı da; acaba İsrail’in etrafında kendisinden büyük başka bir devlet bırakmamak ve birbirine rakip olması muhtemel küçük devletler oluşturarak artık İsrail’in bir tehdit beklentisi olmadan daha rahat yaşamasının sağlanması mı amaçlanıyor diye de düşünmedim değil.
Bölünen ülkelere bakınca, geçmişte İsrail’e veya hem İsrail hem de ABD ve Batıya en büyük muhalefeti yapmış devletler olması ayrıca dikkat çekici. Mesela Mısır’da, büyük bir Hristiyan Kıpti nüfus olmasına rağmen acaba neden Mısır bölünmüyor?  Bu bölünme İslam dünyasını kendi içinde bölme projesi olduğu için mi, yoksa Mısır İsrail ile ilk anlaşan devlet ve hala da iyi ilişkiler içinde olan neredeyse tek Arap devleti olduğu için mi?
Diğer bir soru Ürdün neden bu parçalanmada oluşacak Sünni devlete dâhil değil? Ürdün İngiliz kökenli kızlarla evlenen ve aynı zamanda İngiliz uşağı Şerif Hüseyin’in torunu olan kişiler tarafından yönetildiğinden mi yıkılmıyor? Yoksa Ürdün de katılırsa kurulacağı düşünülen bu Sünni devletin kontrol edilemeyecek kadar büyük olmasından korkulduğundan mı?
Peki, İsrail’den neden hiç bahsedilmiyor? İsrail; giderek artan Arap nüfusu ve ayrıca işgal ve tecrit altında bulunan Filistin bölgeleri ile bölünmeye en az bu devletler kadar uygun değil mi? İsrail neden bölünmüyor?
Diğer bir başka ilginç husus ta Türkiye ve İran’dan hiç bahsedilmemesi. Acaba bu devletlerin tepkisini çekmemek için mi? Yoksa bu sadece Arapları bölmeye dair bir proje mi? Türkiye ve İran’daki Kürtler ne olacak? Irak kuzeyi merkezli bir devlet kurulursa bu bölgeler nasıl aynı kalacak? Bölünme virüsü yeni bir dalga yaratıp Türkiye, İran, Pakistan ve Kafkasya ya sıçramayacak mı? Aslında sıçrayacağı düşünülüyor ama bu durumun daha bağımsız ve daha güçlü (İran, Rusya, Türkiye, Pakistan, belki de Çin bile) devletleri ürkütmemesi için mi bunların ismi telaffuz edilmiyor acaba?
Bu bölünmede en dikkat çeken hususlardan biri de bu bölünmenin daha çok mezhep temelinde ayrışmış yeni devletler ortaya çıkarıyor olması. Acaba ABD Şii İslam’ı artık o kadar büyük tehdit görmüyor da Sünni İslam’ı mı daha büyük tehdit olarak mı görüyor. Bakın Irak’ta bir, Suriye’de bir tane olmak üzere iki Şii/Nusayri devlet ismen zikrediliyor. Aslında bu bölünme olursa bir veya iki tane daha Şii devlet ortaya çıkacağı aşikar olduğu halde yazıda bu durum gizleniyor. Suudi Arabistan önemli bir Şii (%25 civarında ve bunların Basra körfezi bölgesinde yaşayan bir bölümü Irk olarak ta Arap değil, İranlı) nüfus barındırıyor ve bölününce bunlardan en az biri Şii devleti olacak. Körfez emirliklerinden hiç bahsedilmiyor ama Yemen ikiye bölünecek deniyor. Neye göre ikiye bölünecek? Bilindiği gibi Yemen’de Şiiliğin Zeydi koluna mensup önemli miktarda (%45) bir nüfus yaşamaktadır. Her ne kadar dışarıdan tam olarak görülmese de Yemen de iç çatışmaların her zaman bir mezhepsel boyutu olmuştur. Acaba Yemen de yine tarihte olduğu gibi Cumhuriyetçiler(Şafi mezhebinden olanlar)  ve Zeydi İmamlar yönetimi olarak mı ikiye bölünecektir? Körfez emirlikleri de zaten Şii nüfus olarak oldukça zengin. Acaba buralarda bölünme olmadan yönetim değişiklikleri mi olacak?
Diğer önemli bir nokta da şu; yıllarca dinsel ve mezhepsel temele dayalı bir iç savaş yaşamış, Arap dünyası ve Batı’nın desteği, Suriye’nin ise uzun süreli fiili işgali sonucu bölünmekten dönmüş olan Lübnan neden bölünmüyor? Bu ilkede yoğun ve etkin bir Şii nüfus var. Şu anda yönetim pamuk ipliğine bağlı ilişkilerle yürüyor. Acaba burası için başka bir planları mı var? Etrafında bu kadar ülke bölünürken Lübnan nasıl bütün kalacak? Mesela Suriye’deki komşu bölgelerde yaşayan dindaş/ırkdaşlarıyla birleşebilecek olan Canbolat ailesi liderliğindeki Dürziler neden ayrı bir devlet kurmasın? Nusayri Arap nüfus Suriye’de kurulacak Nusayri devletle birleşmek istemeyecek mi? Sünni Araplar Filistinlilerle veya Ürdün ile bir birlik istemeyecekler mi? Ya Hristiyan nüfus ne yapacak?
Libya’da eskiden beri etkin bir kabile yapısı hüküm sürmüştür. 1912’de İtalyanlara karşı direniş Bingazi bölgesinde etkin olan Sunusiler ve bu bölgedeki aşiretler merkezinde yürütülmüş, bunun sonucu o bölgeden bir kral iktidara gelmiştir. Kaddafi bir darbe ile yönetimi ele geçirince etkinlik Trablusgarp bölgesine ve buradaki aşiretlere geçmiştir. Fizan bölgesinde çöllerde yaşayan aşiretler ise Osmanlı dönemi dâhil hep yarı bağımsız olarak yasamışlardır. Muhakkak bu tarihi gelişmelerin oluşturduğu fay hatları vardır. Osmanlı burayı işgal ettiğinde Ege Bölgesinden bazı Türk aşiretlerinin Bingazi bölgesine yerleştirildiği ve bu insanların oradaki yerlilerle kaynaşarak yerelleştiğini biliyorum. Bu durum da belki de bir kültürel farklılaşma yaratmış olabilir. Ancak tüm bunlar bir ülkenin bölünmesine yetmez. Dışarıdan bir müdahale ve mühendislik yapılmadığı müddetçe tabii. Bence yapılmak istenen de budur; dış müdahalelerle Libya’yı bölmek.
Peki, ABD’nin ve onunla işbirliği yapan Batı ülkelerinin ne zoru var da bu Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesini bölüp parçalamak istiyorlar. Benim değerlendirmeme göre bunun bir den fazla sebebi olabilir. Ama hepsi de petrol kaynaklarının kontrolü ve İsrail’in güvenliğinin sağlanması ile bağlantılıdır. Bu muhtemel sebepleri şöyle sıralaya biliriz.
1.ABD ve batı; İslam Dünyasını Şii ve Sünni olarak mezhep bazında ikiye bölmek istemektedir. Bu bölünmeye rağmen Sünni grup çok büyük bir bölge ve nüfusu sahip olduğundan bu grup aynı zamanda dünya petrol rezervlerinin de büyük bir bölümünü kontrol ettiğinde İran’dan, hatta Pakistan’dan başlayıp Suudi Arabistan’ın güneyi, körfez emirlikleri, Lübnan ve Suriye üzerinde bulunan Şii nüfus ( ki buna Şii Hilali diyorlar.) kullanılarak fiziksel olarak birbirinden ayrılmak istenmektedir. Kurdurulacak yeni Şii devletlerin de bu hat üzerinde bulunması bu düşünceyi güçlendirmektedir.
2. ABD ve Batı; Ortadoğu’da, dünya petrol piyasasında doğrudan etkili olabilecek şekilde çok fazla petrol kaynağına sahip devletler istememektedir. Onun için petrol kaynaklarını daha kolay sömürebilecekleri yeni küçük devletler arasında bölmek istemektedir.
3. ABD ve Batı; İsrail’e oluşabilecek bir Arap ve Müslüman tehdidini ortadan kaldırmak ve İsrail-Filistin bölgesinde uzun süredir devam eden savaşı ve gerginliği artık sona erdirmek ve bunun için de İsrail’e tehdit olabilecek devletleri birbirleri ile sürekli bir çekişme içinde olacak şekilde mezhep ve etnik temelde bölmek istemektedir.
4. Artık mücadele alanını Kafkasya ve Orta Asya’ya taşımak, Rusya’yı güneyden kuşatarak Rusya ile Çin arasında tampon bölgeler oluşturmak ve bu maksatla çatışma yaratacak bölgeyi ve sorunu biraz daha kuzeye, Kafkasya-İran ve Türkiye sınırına taşımaya çalışmaktadırlar. Bu sebeple neredeyse Akdeniz’e çıkacak şekilde Suriye içinde batıya uzatılan bir Kürt devleti kurulmak istenmektedir. Bu devlet Lazkiye merkezli Nusayri devletiyle komşu olacak, bu ülke ile dünyaya açılarak Türkiye-İran-Irak üçgeninde hapsolup yok olmasına karşı korunmuş olacaktır. Bu devlet daha sonra Türkiye ve İran’ı karıştırmak için kullanılacaktır.
5. Diğer bir tahmin/değerlendirme yapacak olursak; Newyork Times gazetesinde bu değerlendirmeyi yapan yazarın canı sıkılmış ve önüne haritayı alarak şu Ortadoğu’ya yeni bir şekil vereyim, yeni devletler kurayım, mevcut devletlerin bazılarını da yıkayım demiş olabilir. Bu ihtimale güleceğinizi ve espri yaptığımı düşüneceğinizi biliyorum. Çünkü çok saçma bir düşünce gibi duruyor. Haklısınız ama adamın yaptığı şey de o kadar saçma değil mi. Önüne haritayı almış ve sadece genel bilgilerle bütün bir bölge hakkında fikir yürütmektedir. Ben inşallah bu söylediğim doğrudur ve diğer değerlendirmelerim yanlıştır diyorum. Çünkü Allah korusun dedikleri olur veya Batı tarafından gerçekleştirilmeye çalışılırsa Ortadoğu bir uçtan öbür başa yansa daha iyi olur. Çünkü daha az insan ölür.
Ortadoğu’da çok eski tarihlerden beri iki temel kültür bulunmaktadır. Araplar ve Farslar. Burada Ermeniler, Asuriler gibi küçük grupları saymayacağım. Çünkü bunlar etkili ve sürekli bir devlet kuramamışlardır. Buraya 1000 yıldan fazla bir zaman önce Türkler gelmiş ve bütün dengeleri alt üst etmiş, mevcut devletleri ve dengeleri yıkmış, yeni devletler ve yeni bir dengeler oluşturmuştur. Burada nüfus olarak hangi kültürün ne kadar olduğuna bakmayın. Ben devlet kuran, egemenlik oluşturan kültürlerden bahsediyorum ve bunlar illa ki dışardan gelmek zorunda değil bölge içinden de sivrilmiş olabilir. Onun için İran, Türk ve Arap kültürel ağırlığından bahsediyorum.
Dikkat edin, buraya Haçlı seferleriyle dışardan gelen yabancı bir unsur yüzyıllar süren çatışma, kargaşa ve düzensizliğe sebep olmuştur. Çünkü üçlü denge bozulmuştur. Daha sonra İsrail’de bir Yahudi devleti kurulmuş, üçlü dengeye bir yeni unsurun, batılıların desteğiyle zorla sokulması tüm Ortadoğu’yu halen devam eden çatışma ve kargaşaya sürüklemiştir. Şimdi buraya en az bir etnik unsur daha eklenmek istenmektedir.
Bununla da yetinilmeyip dini açıdan da ortam karıştırılmaya çalışılmaktadır. Adı geçen ülkeler çok uzun yıllardır İslam dini egemenliği altında yaşamaktadır. İran’ın bu bölgelere çok fazla etkili olamadığını da düşünürsek aslında bölge uzun süre Sünni İslam egemenliği altında yaşamıştır. Daha sonra Yahudiler belli bir bölgede hâkim olmuşlardır. Buna rağmen her üç dinin kutsal mekânlarının bulunduğu bölgeler, halen devam eden dini temelli anlaşmazlıklar ve çatışmalar da yaşamıştır. Şimdi yeni bir etnik devlet (Kürt devleti) ile birlikte yeni dini ve mezhepsel devletler ortaya çıkarılmak istenmektedir. Bu aynen evi ateşe veren birinin bir de hortumla ateşe benzin sıkmasına benzemektedir.
 Asıl korkunç olan şey bu düzenin kurulmasından çok kurulmaya çalışılırken yaşanacaklardır. Bölgede birçok etnik ve dini grup iç içe yaşamaktadır. Mesela Antakya hizasına kadar kurulacak Kürt devletine dâhil olacak Suriyeli Kürtler birbirinden uzak ve kopuk bölgelerde yaşamaktadır. Aralarındaki yerleşimler de Arap yerleşimidir. Türkmenler yine dağınık vaziyettedir. Sınırdaki Yayladağı İlçemizin hemen yanındaki Suriye Kasabası halkı Ermeni’dir ve yakınlarında başka Ermeni yerleşimi yoktur. Irak’ın kuzeyinde Kürtler çoğunlukta olmakla birlikte burada da Asuri, Keldani, Yezidi, Türkmen ve Şebek (Bunlar Türkçe Zaza’ca bir dil konuşmakta ve Anadolu Türkmen Alevileri ile benzer inançlara sahiptirler. İran’dan buraya gelmiş bir Türk boyu olduğu söylenmektedir. Barzani yönetimi bunları Kürtleştirmeye çalışmakta, hiç kimseye Kürt ön adı konmazken bunlara özellikle Kürt Şebekler demektedirler.) ve diğer gruplar bulunmaktadır. Özellikle Musul-Kerkük ve Şam bölgeleri Arap-Kürt-Türkmen ve Şii-Sünni kesişme bölgeleri olduğundan birçok unsur iç içe yaşamaktadır. Diğer ülkelerde de benzer durumlar mevcuttur ancak burada bunlardan da bahsedip konuyu uzatmak istemiyorum.
Şimdi arkamıza yaslanıp ortaya koyduğumuz manzarayı alırsak ve bunu sadece Suriye iç savaşı ve Arap-İsrail savaşında yaşananlarla karşılaştırırsak böyle bir bölünme sürecinde yaşanacak insanlık dramını daha iyi anlayabiliriz.
ABD böyle istiyor diye hiç kimse yapılacak bu plana boyun eğmeyecek, herkes kendi planını uygulamaya çalışacak, kendine daha büyük bir bölge koparmaya çalışacak ve doğal olarak buna engel gördüğü gruplara saldıracaktır. Bunun sonucunda da büyük göçler ve katliamlar, belki de soykırımlar kaçınılmaz olarak ortaya çıkacaktır. Bu değerlendirme daha da detaylandırılabilir ancak mevcut değerlendirmemiz bile böyle bir planın abzürtlüğünü, aynı zamanda korkunçluğunu ortaya koymaktadır. Onun için inşallah 5’inci madde doğrudur diyorum.

Saygılar sunarım.

2 Ekim 2013 Çarşamba

Türkiye, Suriye'de duvara mı tosladı?


Sayın dış işleri bakanımızın göreve geldiği sırada ben diplomasinin çok yoğun olduğu, dünyada diplomatik misyonların en çok bulunduğu başkentlerden bir olan Londra’da Türk diplomatik misyonunda (Londra Büyükelçiliğinde) görev yapıyordum. Kendisinden önceki bakanın tutuk ve silik görüntüsü ve karar verme konusundaki tutukluğu sebebiyle dışişleri faaliyetlerinde büyük aksaklıklar olduğu söyleniyordu. O kadar ki bakanın kararsızlığı yerde personel atamaları bile yapılamıyor, birçok misyonda personel atamalarındaki aksama yüzünden faaliyetler uygun yapılamıyormuş.  Kendisinin göreve gelişiyle birlikte dış işlerinde canlanma olmuş, büyükelçilik personelinde bir memnuniyet oluşmuş ve bir hareketlenme meydana gelmişti. Bu durum yabancı ülke temsilcilerinin de ilgi ve takdirini celp etmişti. Sayın Davutoğlu’nun sakin kişiliği ve hocalık kimliğinin verdiği ağırlık duygusu ile Yeni Osmanlıcılık diye tarif edilen kendi stratejik teorileri de bu ilgi ve alakayı artırmış görünüyordu. Daha sonra komşularla sıfır sorun söylemi büyük ilgi uyandırdı.
Ben oradayken başbakanımızın Davos’taki one munite (van minit) tavrı bu havanın üstüne bomba gibi düştüyse de başta Arap ülkeleri olmak üzere birçok ülkede memnuniyet, bazı batılı ülkelerde de ilgi uyandırdı. Ancak dış işleri konusunda başbakanın tutumu ve kabadayı vari tavırları daha ben oradayken endişe ve soğukluk oluşturmaya başlamıştı. Başbakanımızın fütursuz ve pekte diplomatik kurallara uymayan tavrı artık yavaş yavaş eleştirilmeye başlamıştı.
Benim diplomasi dünyasındaki kısa tecrübemden edindiğim kanaat şudur: diplomaside birine küfür bile edecekseniz bunu olabilecek en kibar kelimeleri seçerek ve gösterebileceğiniz en nazik ve sakin tavrı takınarak yapmalısınız. Kabadayılık, bizim gibi doğu ülkelerinde daha çok olmakla birlikte her yerde belli bir yere kadar saygı ve ilgi uyandırabilmekte, ancak hiç kimse bir kabadayının tavırlarına maruz kalmak  ve bir kabadayı ile uzun süre yaşamak istememektedir. Kruşçev'in BM'görüşmelerinde ayakkabısını çıkarıp masaya vurması diplomaside sert tavra örnek olarak elbette ki akılda kalıcı olmuştur ama ABD'nin ve Batı'nın tavrını değiştirmesi yönünde hiçbir etkisi olmamıştır. Bizim gücümüzü Sovyetler Birliği ile kıyaslarsak bizim başbakanımızın veya bakanlarımızın sert demeçleri ve kabadayı tavırlarının ne kadar etkisiz olduğunu tahmin etmek sanırım hiç te zor değildir. Bu tavır ve sert söylemler; sadece iç kamuoyunu kandırmaya, vatandaşlarımıza yalancı bir mutluluk duygusu tattırmaya yarar yoksa ilişkilerin başarısına hiç bir faydası olmaz, olmamaktadır da.
Başbakanımız sanırım van minit olayından sonra Arap ülkelerinde bir kahraman gibi karşılanmasının da gazına gelerek bu tavrını bir alışkanlık haline getirmiştir. Bu andan itibaren dış işleri bakanı da artık arka planda kalmaya başlamıştır. Bir de hükumetin olayları hatalı değerlendirmesi ve Türkiye’nin gücü ve etkinliğini olduğundan fazla hesaplaması yüzünden birçok hatalı kararlar verilmeye başlanmış, Davutoğlu’nun ilk başlarda savunduğu başta komşularla sıfır sorun politikası olmak üzere birçok politika artık sadece lafta kalmaya başlamıştır.
 Bunun en kötü sonuçları Suriye politikalarından sonra ortaya çıkmıştır. Esat, gerek içeride sağladığı destek, gerekse İran, Rusya, Çin gibi devletler ve Hizbullah gibi ordulaşmış silahlı örgütlerin de desteğiyle hesaplanandan çok daha uzun süre dayanmış, halen de dayanmaktadır. Hükümetimizin beklediği uluslar arası müdahale kararı da gelmeyince işler iyice sarpa sarmıştır.
Türkiye,  gerek direnişçilere verdiği destek, gerek ülkesine aldığı ve bir türlü kontrol altında belli bölgelerde tutamadığı sığınmacılar, gerekse destek verdiği silahlı şeriatçı radikal örgütler ve yaptığı eylemler ile bunların Suriye’de savaş hukuku ve genel insani değerlerle pek te uyuşmayan canice davranışlar yüzünden hem ekonomik, hem güvenlik hem de uluslar arası ilişkiler açısından oldukça büyük sıkıntılara maruz kalmaya başladı. Durum kötüye gittikçe başbakanımız iyice sert demeçler vererek gerek batı ülkelerine gerekse Rusya’ya suçlayıcı bir dille ve yine kabadayı tavrıyla yaptığı eleştirilerin dozunu oldukça artırdı. Ama tabii ki, başta basın yayın organları ve kendisini destekleyenler tarafından ve ‘’bakın başbakan batılılara nasıl kafa tutuyor, helal olsun’’ söyleminden halkımızın bir kesimi büyük bir gurur (!)duymuş olsa da yabancı devletler bundan pek etkilenmiş, dahası bunu pek umursuyor görünmüyor. Aksine Türkiye kendini çok haklı gördüğü ve bununla övünmeye çalıştığı, övgü ve taktir beklediği bu davada artık yavaş yavaş sorgulanmaya, eleştirilmeye ve sorgulanmaya başladı.
Bunun en yoğun olarak yaşandığı ve artık tepkilerin açıkça ortaya çıktığı yer ise Sayın Cumhurbaşkanımızın katıldığı BM zirvesi oldu. Zirveyi izleyen ve durum hakkında değerlendirmelerde bulunan bazı gazeteciler de bu durumu artık yazılarına taşımaya başladı. Peki New York’ta neler oldu, neler oluyor, tepkiler ve eleştiriler nelerdir? Bu konu önemli çünkü bu BM toplantısı neredeyse bütün dünyanın bir araya geldiği bir toplantı olduğundan genel durumu göstermesi açısından çok önemlidir.
New York - BM Genel Kurulu nedeniyle bir araya gelen dünya liderleri, ülkesinin ve insanlığın karşı karşıya olduğu en ciddi problemleri bir hafta boyunca konuşup görüş alışverişinde bulundular. Suriye, İran, insanî yardımlar, engelliler, bin yıl kalkınma hedefleri, enerji gibi pek çok konu ele alındı.
Türkiye’nin en çok başını ağrıtan konu olan Suriye krizi, dünyanın da en önemli problemi olarak ele alındı. Bu yüzden Cumhurbaşkanı Gül de BM konuşmasının üçte ikisini buna ayırmıştı. Krizin Türkiye, bölge ve dünya için taşıdığı riskleri ve çözüm önerilerini anlattı. Mülteci sayısı 500 bine çıkmış, harcamaları 2 milyar doları bulmuştu. Sadece mülteci sorunu değil, sınır güvenliği tehlikeye girmiş, savaş yer yer kendisine sıçramış, ticareti baltalandığı gibi sınır illerinde istikrar sıkıntılı hale gelmişti.
Gül, Güvenlik Konseyi’nin çözüm için bir şey yapmamasının utanç verici olduğunu, kimyasal silahların imha edilmesinin olumlu ama yetersiz olacağını söyledi. Sağlam bir siyasî stratejiye dayalı adım atılmazsa ölü sayısının, göçün, bölgesel gerilimin ve radikalleşmenin artacağı uyarısında bulundu.
Suriye’den hareketle nasıl bir BM olması gerektiğini de anlattı Gül. Ülke içinde meşruiyeti olmayan yönetimlerin dünya barışını da tehdit ettiğini, Mısır’ın adını vermeden halkın rızasına dayanmayan rejimlerle istikrar aramanın nafileliğini hatırlattı.
Krizin en büyük mağduru olarak kendini gören, bir şey yapmadığı için BM’yi suçlayan Türkiye’nin bu tavrı nasıl bir karşılık buldu dersini? Beklediğinin tam aksine destek yerine beklemediği ağır eleştirilerle karşılaştı.  Türkiye, Suriye’deki terör gruplarını desteklemekle, sınırdan geçişine izin vermekle suçlanıyordu.
Röportajlarında ve düşünce kuruluşlarındaki konuşmaların soru cevap bölümünde Gül’ü en çok sıkıştıran sorular bu konudan geldi. “Binlerce yabancı cihatçı sınırınızdan Suriye’ye geçiyor. Önlemek için ne yapıyorsunuz?” diye soruyordu gazeteciler. İnsan Hakları İzleme Örgütü yetkilisi de muhalefetin yaptığı bir katliamın raporunu yayınlayacaklarını söyledikten sonra, “Sınırdan rahatlıkla girip çıkan bu radikal gruplar için ne yapacaksınız?” diye sordu. Washington Post röportajında da gazeteci  Gül’ü bu konuda sıkıştırmıştı. CNN röportajı da farksızdı. Cevaplarda, Türkiye’nin bu tehlikeye karşı dünyayı uyardığı, zulümler yüzünden karıncayı incitmeyecek insanların teröriste dönüşebildiği, iç savaşta insanın bilincini kaybettiği, iş uzadıkça makul muhalefetin eridiği söylense de bu pek ikna edici bulunmuyordu.
Esat’ın uçak ve füzelerle insanları öldürdüğü, kimyasal silah kullandığı unutulmuş; El Kaide bağlantılı ve diğer aşırı gruplar ile Türkiye’nin bunlarla ilişkisi ana konu olmuştu. Savaşta Esat’ı destekleyen İran, yeni cumhurbaşkanı Ruhani sayesinde, sempatik bir aktör gibi görülürken, Türkiye’ye Sünni terör gruplarının sponsoru ve geçiş güzergâhı gibi bakılmaktaydı. Türkiye algısı, Afgan savaşındaki rolüyle Pakistan’a benzemeye başlamış görünüyordu.
Ruhani’nin Washington Post’taki makalesinde El Kaide gibi örgütlerle mücadelede işbirliği çağrısında bulundu. Din adına terör yapanların çoğu Sünni olduğu için dünya çapında bir Sünni fobisi oluşturulmaktadır. Şiiler daha makul diye lanse ediliyor.
Peki bunun sonuçları ne olabilir. Bu durum ileride de önümüze gelebilir ve bize karşı koz olarak ta kullanılabilir. Türkiye teröre destek veren ülke gibi de algılanabilir, itham edilebilir. Başta uyuşturucu olmak üzere kaçakçılık açısından, kaçak olarak batı illerine çalışmaya gidenlerin oluşturacağı ekonomik kayıplar ve güvenlik sorunları açısından, bazı radikal grupların ülkemizde kökleşerek Reyhanlı benzeri başka eylemler yapması açısından, şimdiye kadar milyarlar sarf ettiğimiz sığınmacıların yaratacağı ekonomik ve güvenlik sorunları açısından çok büyük problemlerle karşı karşıya gelebilir. Bu duruma derhal bir çare bulunmazsa yaratacağı iç sorunların yanında uluslar arası arenada oluşan tepkiler büyüyerek sıkıntı içinde kalabiliriz.
Peki bunu önlemek için ne yapabiliriz ve neler yapılmalıdır?
Kendi iç demografik yapısı, bölgedeki konumu ve uluslararası ilişkilerini dikkate alarak Türkiye derhal bu tuzaktan çıkmanın çarelerini aramalıdır. İlk olarak terör örgütü olarak kabul edilen örgütlerle ilişkiler tamamen kesilmelidir. Nusra gibi El Kaide bağlantılı gruplara kesin mesafe koyup, rejimin katliamlarına karşı çıkıldığı gibi radikal grupların vahşetine de aynı tepki gösterilmelidir.
Krizin hemen çözülmeyeceğini artık ortadadır. Sınırın mevcut durumu büyük sorunlar yarattığı gibi yeni ve daha büyük sorunlara da sebep olabilir. Sınırın kontrolüyle ilgili daha radikal tedbirler almak ve kontrolsüz her türlü geçiş önlenmeli, terör örgütlerine mensup ve insanlık suçu işleyen kişilerin takibi için dünyayla işbirliği yapılmalı, bunların Türkiye’ye giriş çıkışları ve ülkemizi bir lojistik üs olarak kullanmaları önlenmelidir.
Uluslararası arenada savaş çığırtkanlığı görüntüsü vermekten kaçınmaya özen gösterilmeli ama bu çatışmaların bir an önce son bulması için çok taraflı çabalara ağırlık verilmelidir.
Sığınmacılar belirlenen kaplarda barındırılmalı, kamp yerinin bulunduğu yerleşim yerinden veya sınırdan kaçak olarak girerek kontrolsüz olarak ülkemizde dolaşan Suriyelilerin batı illerine ve ülkemizin diğer bölgelerine gitmeleri engellenmelidir.
Hükümetimiz ve basınımız artık söylemlerini değiştirmeli ve meshep ayrımcılığı yaptıkları görüntüsü veren yazı ve konuşmalardan vazgeçmeli, konuya insani bir sorun olarak bakmalı ve her dini ve etnik gruba bu pencereden yaklaşmalıdır.
Daha bunun gibi yapılacak birçok şey sıralanabilir. Bunu konuya daha yakından vakıf olan hükümetimiz ve devlet yetkilileri  daha iyi değerlendirip diğer önlemleri de en kısa zamanda almalıdır. Yoksa bu gidişle Suriye’de iç savaşı kim kazanırsa kazansın savaşın malubu ve mağduru Türkiye olacaktır.
Saygılarımla.