Sayın dış işleri bakanımızın göreve geldiği sırada ben
diplomasinin çok yoğun olduğu, dünyada diplomatik misyonların en çok bulunduğu
başkentlerden bir olan Londra’da Türk diplomatik misyonunda (Londra
Büyükelçiliğinde) görev yapıyordum. Kendisinden önceki bakanın tutuk ve silik
görüntüsü ve karar verme konusundaki tutukluğu sebebiyle dışişleri
faaliyetlerinde büyük aksaklıklar olduğu söyleniyordu. O kadar ki bakanın
kararsızlığı yerde personel atamaları bile yapılamıyor, birçok misyonda
personel atamalarındaki aksama yüzünden faaliyetler uygun yapılamıyormuş. Kendisinin göreve gelişiyle birlikte dış
işlerinde canlanma olmuş, büyükelçilik personelinde bir memnuniyet oluşmuş ve
bir hareketlenme meydana gelmişti. Bu durum yabancı ülke temsilcilerinin de
ilgi ve takdirini celp etmişti. Sayın Davutoğlu’nun sakin kişiliği ve hocalık
kimliğinin verdiği ağırlık duygusu ile Yeni Osmanlıcılık diye tarif edilen
kendi stratejik teorileri de bu ilgi ve alakayı artırmış görünüyordu. Daha
sonra komşularla sıfır sorun söylemi büyük ilgi uyandırdı.
Ben oradayken başbakanımızın Davos’taki one munite (van
minit) tavrı bu havanın üstüne bomba gibi düştüyse de başta Arap ülkeleri olmak
üzere birçok ülkede memnuniyet, bazı batılı ülkelerde de ilgi uyandırdı. Ancak
dış işleri konusunda başbakanın tutumu ve kabadayı vari tavırları daha ben
oradayken endişe ve soğukluk oluşturmaya başlamıştı. Başbakanımızın fütursuz ve
pekte diplomatik kurallara uymayan tavrı artık yavaş yavaş eleştirilmeye
başlamıştı.
Benim diplomasi dünyasındaki kısa tecrübemden edindiğim
kanaat şudur: diplomaside birine küfür bile edecekseniz bunu olabilecek en
kibar kelimeleri seçerek ve gösterebileceğiniz en nazik ve sakin tavrı
takınarak yapmalısınız. Kabadayılık, bizim gibi doğu ülkelerinde daha çok
olmakla birlikte her yerde belli bir yere kadar saygı ve ilgi uyandırabilmekte,
ancak hiç kimse bir kabadayının tavırlarına maruz kalmak ve bir
kabadayı ile uzun süre yaşamak istememektedir. Kruşçev'in BM'görüşmelerinde ayakkabısını çıkarıp masaya vurması diplomaside sert tavra örnek olarak elbette ki akılda kalıcı olmuştur ama ABD'nin ve Batı'nın tavrını değiştirmesi yönünde hiçbir etkisi olmamıştır. Bizim gücümüzü Sovyetler Birliği ile kıyaslarsak bizim başbakanımızın veya bakanlarımızın sert demeçleri ve kabadayı tavırlarının ne kadar etkisiz olduğunu tahmin etmek sanırım hiç te zor değildir. Bu tavır ve sert söylemler; sadece iç kamuoyunu kandırmaya, vatandaşlarımıza yalancı bir mutluluk duygusu tattırmaya yarar yoksa ilişkilerin başarısına hiç bir faydası olmaz, olmamaktadır da.
Başbakanımız sanırım van minit olayından sonra Arap
ülkelerinde bir kahraman gibi karşılanmasının da gazına gelerek bu tavrını bir
alışkanlık haline getirmiştir. Bu andan itibaren dış işleri bakanı da artık arka
planda kalmaya başlamıştır. Bir de hükumetin olayları hatalı değerlendirmesi ve
Türkiye’nin gücü ve etkinliğini olduğundan fazla hesaplaması yüzünden birçok
hatalı kararlar verilmeye başlanmış, Davutoğlu’nun ilk başlarda savunduğu başta
komşularla sıfır sorun politikası olmak üzere birçok politika artık sadece lafta
kalmaya başlamıştır.
Bunun en kötü
sonuçları Suriye politikalarından sonra ortaya çıkmıştır. Esat, gerek içeride
sağladığı destek, gerekse İran, Rusya, Çin gibi devletler ve Hizbullah gibi
ordulaşmış silahlı örgütlerin de desteğiyle hesaplanandan çok daha uzun süre
dayanmış, halen de dayanmaktadır. Hükümetimizin beklediği uluslar arası
müdahale kararı da gelmeyince işler iyice sarpa sarmıştır.
Türkiye, gerek
direnişçilere verdiği destek, gerek ülkesine aldığı ve bir türlü kontrol
altında belli bölgelerde tutamadığı sığınmacılar, gerekse destek verdiği
silahlı şeriatçı radikal örgütler ve yaptığı eylemler ile bunların Suriye’de
savaş hukuku ve genel insani değerlerle pek te uyuşmayan canice davranışlar
yüzünden hem ekonomik, hem güvenlik hem de uluslar arası ilişkiler açısından
oldukça büyük sıkıntılara maruz kalmaya başladı. Durum kötüye gittikçe
başbakanımız iyice sert demeçler vererek gerek batı ülkelerine gerekse Rusya’ya
suçlayıcı bir dille ve yine kabadayı tavrıyla yaptığı eleştirilerin dozunu
oldukça artırdı. Ama tabii ki, başta basın yayın organları ve kendisini
destekleyenler tarafından ve ‘’bakın başbakan batılılara nasıl kafa tutuyor,
helal olsun’’ söyleminden halkımızın bir kesimi büyük bir gurur (!)duymuş olsa
da yabancı devletler bundan pek etkilenmiş, dahası bunu pek umursuyor
görünmüyor. Aksine Türkiye kendini çok haklı gördüğü ve bununla övünmeye
çalıştığı, övgü ve taktir beklediği bu davada artık yavaş yavaş sorgulanmaya,
eleştirilmeye ve sorgulanmaya başladı.
Bunun en yoğun olarak yaşandığı ve artık tepkilerin açıkça
ortaya çıktığı yer ise Sayın Cumhurbaşkanımızın katıldığı BM zirvesi oldu.
Zirveyi izleyen ve durum hakkında değerlendirmelerde bulunan bazı gazeteciler
de bu durumu artık yazılarına taşımaya başladı. Peki New York’ta neler oldu,
neler oluyor, tepkiler ve eleştiriler nelerdir? Bu konu önemli çünkü bu BM toplantısı
neredeyse bütün dünyanın bir araya geldiği bir toplantı olduğundan genel durumu
göstermesi açısından çok önemlidir.
New York - BM Genel Kurulu nedeniyle bir araya gelen dünya
liderleri, ülkesinin ve insanlığın karşı karşıya olduğu en ciddi problemleri
bir hafta boyunca konuşup görüş alışverişinde bulundular. Suriye, İran, insanî
yardımlar, engelliler, bin yıl kalkınma hedefleri, enerji gibi pek çok konu ele
alındı.
Türkiye’nin en çok başını ağrıtan konu olan Suriye krizi,
dünyanın da en önemli problemi olarak ele alındı. Bu yüzden Cumhurbaşkanı Gül
de BM konuşmasının üçte ikisini buna ayırmıştı. Krizin Türkiye, bölge ve dünya
için taşıdığı riskleri ve çözüm önerilerini anlattı. Mülteci sayısı 500 bine
çıkmış, harcamaları 2 milyar doları bulmuştu. Sadece mülteci sorunu değil,
sınır güvenliği tehlikeye girmiş, savaş yer yer kendisine sıçramış, ticareti
baltalandığı gibi sınır illerinde istikrar sıkıntılı hale gelmişti.
Gül, Güvenlik Konseyi’nin çözüm için bir şey yapmamasının
utanç verici olduğunu, kimyasal silahların imha edilmesinin olumlu ama yetersiz
olacağını söyledi. Sağlam bir siyasî stratejiye dayalı adım atılmazsa ölü
sayısının, göçün, bölgesel gerilimin ve radikalleşmenin artacağı uyarısında
bulundu.
Suriye’den hareketle nasıl bir BM olması gerektiğini de
anlattı Gül. Ülke içinde meşruiyeti olmayan yönetimlerin dünya barışını da
tehdit ettiğini, Mısır’ın adını vermeden halkın rızasına dayanmayan rejimlerle
istikrar aramanın nafileliğini hatırlattı.
Krizin en büyük mağduru olarak kendini gören, bir şey
yapmadığı için BM’yi suçlayan Türkiye’nin bu tavrı nasıl bir karşılık buldu
dersini? Beklediğinin tam aksine destek yerine beklemediği ağır eleştirilerle
karşılaştı. Türkiye, Suriye’deki terör
gruplarını desteklemekle, sınırdan geçişine izin vermekle suçlanıyordu.
Röportajlarında ve düşünce kuruluşlarındaki konuşmaların
soru cevap bölümünde Gül’ü en çok sıkıştıran sorular bu konudan geldi. “Binlerce
yabancı cihatçı sınırınızdan Suriye’ye geçiyor. Önlemek için ne yapıyorsunuz?” diye
soruyordu gazeteciler. İnsan Hakları İzleme Örgütü yetkilisi de muhalefetin
yaptığı bir katliamın raporunu yayınlayacaklarını söyledikten sonra, “Sınırdan
rahatlıkla girip çıkan bu radikal gruplar için ne yapacaksınız?” diye sordu.
Washington Post röportajında da gazeteci Gül’ü bu konuda sıkıştırmıştı. CNN röportajı
da farksızdı. Cevaplarda, Türkiye’nin bu tehlikeye karşı dünyayı uyardığı,
zulümler yüzünden karıncayı incitmeyecek insanların teröriste dönüşebildiği, iç
savaşta insanın bilincini kaybettiği, iş uzadıkça makul muhalefetin eridiği
söylense de bu pek ikna edici bulunmuyordu.
Esat’ın uçak ve füzelerle insanları öldürdüğü, kimyasal
silah kullandığı unutulmuş; El Kaide bağlantılı ve diğer aşırı gruplar ile
Türkiye’nin bunlarla ilişkisi ana konu olmuştu. Savaşta Esat’ı destekleyen
İran, yeni cumhurbaşkanı Ruhani sayesinde, sempatik bir aktör gibi görülürken,
Türkiye’ye Sünni terör gruplarının sponsoru ve geçiş güzergâhı gibi bakılmaktaydı.
Türkiye algısı, Afgan savaşındaki rolüyle Pakistan’a benzemeye başlamış
görünüyordu.
Ruhani’nin Washington Post’taki makalesinde El Kaide gibi
örgütlerle mücadelede işbirliği çağrısında bulundu. Din adına terör yapanların
çoğu Sünni olduğu için dünya çapında bir Sünni fobisi oluşturulmaktadır. Şiiler
daha makul diye lanse ediliyor.
Peki bunun sonuçları ne olabilir. Bu durum ileride de
önümüze gelebilir ve bize karşı koz olarak ta kullanılabilir. Türkiye teröre
destek veren ülke gibi de algılanabilir, itham edilebilir. Başta uyuşturucu
olmak üzere kaçakçılık açısından, kaçak olarak batı illerine çalışmaya
gidenlerin oluşturacağı ekonomik kayıplar ve güvenlik sorunları açısından, bazı
radikal grupların ülkemizde kökleşerek Reyhanlı benzeri başka eylemler yapması
açısından, şimdiye kadar milyarlar sarf ettiğimiz sığınmacıların yaratacağı ekonomik
ve güvenlik sorunları açısından çok büyük problemlerle karşı karşıya gelebilir.
Bu duruma derhal bir çare bulunmazsa yaratacağı iç sorunların yanında uluslar
arası arenada oluşan tepkiler büyüyerek sıkıntı içinde kalabiliriz.
Peki bunu önlemek için ne yapabiliriz ve neler yapılmalıdır?
Kendi iç demografik yapısı, bölgedeki konumu ve uluslararası
ilişkilerini dikkate alarak Türkiye derhal bu tuzaktan çıkmanın çarelerini
aramalıdır. İlk olarak terör örgütü olarak kabul edilen örgütlerle ilişkiler
tamamen kesilmelidir. Nusra gibi El Kaide bağlantılı gruplara kesin mesafe
koyup, rejimin katliamlarına karşı çıkıldığı gibi radikal grupların vahşetine
de aynı tepki gösterilmelidir.
Krizin hemen çözülmeyeceğini artık ortadadır. Sınırın mevcut
durumu büyük sorunlar yarattığı gibi yeni ve daha büyük sorunlara da sebep olabilir.
Sınırın kontrolüyle ilgili daha radikal tedbirler almak ve kontrolsüz her türlü
geçiş önlenmeli, terör örgütlerine mensup ve insanlık suçu işleyen kişilerin
takibi için dünyayla işbirliği yapılmalı, bunların Türkiye’ye giriş çıkışları
ve ülkemizi bir lojistik üs olarak kullanmaları önlenmelidir.
Uluslararası arenada savaş çığırtkanlığı görüntüsü vermekten
kaçınmaya özen gösterilmeli ama bu çatışmaların bir an önce son bulması için
çok taraflı çabalara ağırlık verilmelidir.
Sığınmacılar belirlenen kaplarda barındırılmalı, kamp
yerinin bulunduğu yerleşim yerinden veya sınırdan kaçak olarak girerek
kontrolsüz olarak ülkemizde dolaşan Suriyelilerin batı illerine ve ülkemizin
diğer bölgelerine gitmeleri engellenmelidir.
Hükümetimiz ve basınımız artık söylemlerini değiştirmeli ve
meshep ayrımcılığı yaptıkları görüntüsü veren yazı ve konuşmalardan vazgeçmeli,
konuya insani bir sorun olarak bakmalı ve her dini ve etnik gruba bu pencereden
yaklaşmalıdır.
Daha bunun gibi yapılacak birçok şey sıralanabilir. Bunu
konuya daha yakından vakıf olan hükümetimiz ve devlet yetkilileri daha iyi değerlendirip diğer önlemleri de en
kısa zamanda almalıdır. Yoksa bu gidişle Suriye’de iç savaşı kim kazanırsa
kazansın savaşın malubu ve mağduru Türkiye olacaktır.
Saygılarımla.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder