.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

2 Ekim 2013 Çarşamba

Türkiye, Suriye'de duvara mı tosladı?


Sayın dış işleri bakanımızın göreve geldiği sırada ben diplomasinin çok yoğun olduğu, dünyada diplomatik misyonların en çok bulunduğu başkentlerden bir olan Londra’da Türk diplomatik misyonunda (Londra Büyükelçiliğinde) görev yapıyordum. Kendisinden önceki bakanın tutuk ve silik görüntüsü ve karar verme konusundaki tutukluğu sebebiyle dışişleri faaliyetlerinde büyük aksaklıklar olduğu söyleniyordu. O kadar ki bakanın kararsızlığı yerde personel atamaları bile yapılamıyor, birçok misyonda personel atamalarındaki aksama yüzünden faaliyetler uygun yapılamıyormuş.  Kendisinin göreve gelişiyle birlikte dış işlerinde canlanma olmuş, büyükelçilik personelinde bir memnuniyet oluşmuş ve bir hareketlenme meydana gelmişti. Bu durum yabancı ülke temsilcilerinin de ilgi ve takdirini celp etmişti. Sayın Davutoğlu’nun sakin kişiliği ve hocalık kimliğinin verdiği ağırlık duygusu ile Yeni Osmanlıcılık diye tarif edilen kendi stratejik teorileri de bu ilgi ve alakayı artırmış görünüyordu. Daha sonra komşularla sıfır sorun söylemi büyük ilgi uyandırdı.
Ben oradayken başbakanımızın Davos’taki one munite (van minit) tavrı bu havanın üstüne bomba gibi düştüyse de başta Arap ülkeleri olmak üzere birçok ülkede memnuniyet, bazı batılı ülkelerde de ilgi uyandırdı. Ancak dış işleri konusunda başbakanın tutumu ve kabadayı vari tavırları daha ben oradayken endişe ve soğukluk oluşturmaya başlamıştı. Başbakanımızın fütursuz ve pekte diplomatik kurallara uymayan tavrı artık yavaş yavaş eleştirilmeye başlamıştı.
Benim diplomasi dünyasındaki kısa tecrübemden edindiğim kanaat şudur: diplomaside birine küfür bile edecekseniz bunu olabilecek en kibar kelimeleri seçerek ve gösterebileceğiniz en nazik ve sakin tavrı takınarak yapmalısınız. Kabadayılık, bizim gibi doğu ülkelerinde daha çok olmakla birlikte her yerde belli bir yere kadar saygı ve ilgi uyandırabilmekte, ancak hiç kimse bir kabadayının tavırlarına maruz kalmak  ve bir kabadayı ile uzun süre yaşamak istememektedir. Kruşçev'in BM'görüşmelerinde ayakkabısını çıkarıp masaya vurması diplomaside sert tavra örnek olarak elbette ki akılda kalıcı olmuştur ama ABD'nin ve Batı'nın tavrını değiştirmesi yönünde hiçbir etkisi olmamıştır. Bizim gücümüzü Sovyetler Birliği ile kıyaslarsak bizim başbakanımızın veya bakanlarımızın sert demeçleri ve kabadayı tavırlarının ne kadar etkisiz olduğunu tahmin etmek sanırım hiç te zor değildir. Bu tavır ve sert söylemler; sadece iç kamuoyunu kandırmaya, vatandaşlarımıza yalancı bir mutluluk duygusu tattırmaya yarar yoksa ilişkilerin başarısına hiç bir faydası olmaz, olmamaktadır da.
Başbakanımız sanırım van minit olayından sonra Arap ülkelerinde bir kahraman gibi karşılanmasının da gazına gelerek bu tavrını bir alışkanlık haline getirmiştir. Bu andan itibaren dış işleri bakanı da artık arka planda kalmaya başlamıştır. Bir de hükumetin olayları hatalı değerlendirmesi ve Türkiye’nin gücü ve etkinliğini olduğundan fazla hesaplaması yüzünden birçok hatalı kararlar verilmeye başlanmış, Davutoğlu’nun ilk başlarda savunduğu başta komşularla sıfır sorun politikası olmak üzere birçok politika artık sadece lafta kalmaya başlamıştır.
 Bunun en kötü sonuçları Suriye politikalarından sonra ortaya çıkmıştır. Esat, gerek içeride sağladığı destek, gerekse İran, Rusya, Çin gibi devletler ve Hizbullah gibi ordulaşmış silahlı örgütlerin de desteğiyle hesaplanandan çok daha uzun süre dayanmış, halen de dayanmaktadır. Hükümetimizin beklediği uluslar arası müdahale kararı da gelmeyince işler iyice sarpa sarmıştır.
Türkiye,  gerek direnişçilere verdiği destek, gerek ülkesine aldığı ve bir türlü kontrol altında belli bölgelerde tutamadığı sığınmacılar, gerekse destek verdiği silahlı şeriatçı radikal örgütler ve yaptığı eylemler ile bunların Suriye’de savaş hukuku ve genel insani değerlerle pek te uyuşmayan canice davranışlar yüzünden hem ekonomik, hem güvenlik hem de uluslar arası ilişkiler açısından oldukça büyük sıkıntılara maruz kalmaya başladı. Durum kötüye gittikçe başbakanımız iyice sert demeçler vererek gerek batı ülkelerine gerekse Rusya’ya suçlayıcı bir dille ve yine kabadayı tavrıyla yaptığı eleştirilerin dozunu oldukça artırdı. Ama tabii ki, başta basın yayın organları ve kendisini destekleyenler tarafından ve ‘’bakın başbakan batılılara nasıl kafa tutuyor, helal olsun’’ söyleminden halkımızın bir kesimi büyük bir gurur (!)duymuş olsa da yabancı devletler bundan pek etkilenmiş, dahası bunu pek umursuyor görünmüyor. Aksine Türkiye kendini çok haklı gördüğü ve bununla övünmeye çalıştığı, övgü ve taktir beklediği bu davada artık yavaş yavaş sorgulanmaya, eleştirilmeye ve sorgulanmaya başladı.
Bunun en yoğun olarak yaşandığı ve artık tepkilerin açıkça ortaya çıktığı yer ise Sayın Cumhurbaşkanımızın katıldığı BM zirvesi oldu. Zirveyi izleyen ve durum hakkında değerlendirmelerde bulunan bazı gazeteciler de bu durumu artık yazılarına taşımaya başladı. Peki New York’ta neler oldu, neler oluyor, tepkiler ve eleştiriler nelerdir? Bu konu önemli çünkü bu BM toplantısı neredeyse bütün dünyanın bir araya geldiği bir toplantı olduğundan genel durumu göstermesi açısından çok önemlidir.
New York - BM Genel Kurulu nedeniyle bir araya gelen dünya liderleri, ülkesinin ve insanlığın karşı karşıya olduğu en ciddi problemleri bir hafta boyunca konuşup görüş alışverişinde bulundular. Suriye, İran, insanî yardımlar, engelliler, bin yıl kalkınma hedefleri, enerji gibi pek çok konu ele alındı.
Türkiye’nin en çok başını ağrıtan konu olan Suriye krizi, dünyanın da en önemli problemi olarak ele alındı. Bu yüzden Cumhurbaşkanı Gül de BM konuşmasının üçte ikisini buna ayırmıştı. Krizin Türkiye, bölge ve dünya için taşıdığı riskleri ve çözüm önerilerini anlattı. Mülteci sayısı 500 bine çıkmış, harcamaları 2 milyar doları bulmuştu. Sadece mülteci sorunu değil, sınır güvenliği tehlikeye girmiş, savaş yer yer kendisine sıçramış, ticareti baltalandığı gibi sınır illerinde istikrar sıkıntılı hale gelmişti.
Gül, Güvenlik Konseyi’nin çözüm için bir şey yapmamasının utanç verici olduğunu, kimyasal silahların imha edilmesinin olumlu ama yetersiz olacağını söyledi. Sağlam bir siyasî stratejiye dayalı adım atılmazsa ölü sayısının, göçün, bölgesel gerilimin ve radikalleşmenin artacağı uyarısında bulundu.
Suriye’den hareketle nasıl bir BM olması gerektiğini de anlattı Gül. Ülke içinde meşruiyeti olmayan yönetimlerin dünya barışını da tehdit ettiğini, Mısır’ın adını vermeden halkın rızasına dayanmayan rejimlerle istikrar aramanın nafileliğini hatırlattı.
Krizin en büyük mağduru olarak kendini gören, bir şey yapmadığı için BM’yi suçlayan Türkiye’nin bu tavrı nasıl bir karşılık buldu dersini? Beklediğinin tam aksine destek yerine beklemediği ağır eleştirilerle karşılaştı.  Türkiye, Suriye’deki terör gruplarını desteklemekle, sınırdan geçişine izin vermekle suçlanıyordu.
Röportajlarında ve düşünce kuruluşlarındaki konuşmaların soru cevap bölümünde Gül’ü en çok sıkıştıran sorular bu konudan geldi. “Binlerce yabancı cihatçı sınırınızdan Suriye’ye geçiyor. Önlemek için ne yapıyorsunuz?” diye soruyordu gazeteciler. İnsan Hakları İzleme Örgütü yetkilisi de muhalefetin yaptığı bir katliamın raporunu yayınlayacaklarını söyledikten sonra, “Sınırdan rahatlıkla girip çıkan bu radikal gruplar için ne yapacaksınız?” diye sordu. Washington Post röportajında da gazeteci  Gül’ü bu konuda sıkıştırmıştı. CNN röportajı da farksızdı. Cevaplarda, Türkiye’nin bu tehlikeye karşı dünyayı uyardığı, zulümler yüzünden karıncayı incitmeyecek insanların teröriste dönüşebildiği, iç savaşta insanın bilincini kaybettiği, iş uzadıkça makul muhalefetin eridiği söylense de bu pek ikna edici bulunmuyordu.
Esat’ın uçak ve füzelerle insanları öldürdüğü, kimyasal silah kullandığı unutulmuş; El Kaide bağlantılı ve diğer aşırı gruplar ile Türkiye’nin bunlarla ilişkisi ana konu olmuştu. Savaşta Esat’ı destekleyen İran, yeni cumhurbaşkanı Ruhani sayesinde, sempatik bir aktör gibi görülürken, Türkiye’ye Sünni terör gruplarının sponsoru ve geçiş güzergâhı gibi bakılmaktaydı. Türkiye algısı, Afgan savaşındaki rolüyle Pakistan’a benzemeye başlamış görünüyordu.
Ruhani’nin Washington Post’taki makalesinde El Kaide gibi örgütlerle mücadelede işbirliği çağrısında bulundu. Din adına terör yapanların çoğu Sünni olduğu için dünya çapında bir Sünni fobisi oluşturulmaktadır. Şiiler daha makul diye lanse ediliyor.
Peki bunun sonuçları ne olabilir. Bu durum ileride de önümüze gelebilir ve bize karşı koz olarak ta kullanılabilir. Türkiye teröre destek veren ülke gibi de algılanabilir, itham edilebilir. Başta uyuşturucu olmak üzere kaçakçılık açısından, kaçak olarak batı illerine çalışmaya gidenlerin oluşturacağı ekonomik kayıplar ve güvenlik sorunları açısından, bazı radikal grupların ülkemizde kökleşerek Reyhanlı benzeri başka eylemler yapması açısından, şimdiye kadar milyarlar sarf ettiğimiz sığınmacıların yaratacağı ekonomik ve güvenlik sorunları açısından çok büyük problemlerle karşı karşıya gelebilir. Bu duruma derhal bir çare bulunmazsa yaratacağı iç sorunların yanında uluslar arası arenada oluşan tepkiler büyüyerek sıkıntı içinde kalabiliriz.
Peki bunu önlemek için ne yapabiliriz ve neler yapılmalıdır?
Kendi iç demografik yapısı, bölgedeki konumu ve uluslararası ilişkilerini dikkate alarak Türkiye derhal bu tuzaktan çıkmanın çarelerini aramalıdır. İlk olarak terör örgütü olarak kabul edilen örgütlerle ilişkiler tamamen kesilmelidir. Nusra gibi El Kaide bağlantılı gruplara kesin mesafe koyup, rejimin katliamlarına karşı çıkıldığı gibi radikal grupların vahşetine de aynı tepki gösterilmelidir.
Krizin hemen çözülmeyeceğini artık ortadadır. Sınırın mevcut durumu büyük sorunlar yarattığı gibi yeni ve daha büyük sorunlara da sebep olabilir. Sınırın kontrolüyle ilgili daha radikal tedbirler almak ve kontrolsüz her türlü geçiş önlenmeli, terör örgütlerine mensup ve insanlık suçu işleyen kişilerin takibi için dünyayla işbirliği yapılmalı, bunların Türkiye’ye giriş çıkışları ve ülkemizi bir lojistik üs olarak kullanmaları önlenmelidir.
Uluslararası arenada savaş çığırtkanlığı görüntüsü vermekten kaçınmaya özen gösterilmeli ama bu çatışmaların bir an önce son bulması için çok taraflı çabalara ağırlık verilmelidir.
Sığınmacılar belirlenen kaplarda barındırılmalı, kamp yerinin bulunduğu yerleşim yerinden veya sınırdan kaçak olarak girerek kontrolsüz olarak ülkemizde dolaşan Suriyelilerin batı illerine ve ülkemizin diğer bölgelerine gitmeleri engellenmelidir.
Hükümetimiz ve basınımız artık söylemlerini değiştirmeli ve meshep ayrımcılığı yaptıkları görüntüsü veren yazı ve konuşmalardan vazgeçmeli, konuya insani bir sorun olarak bakmalı ve her dini ve etnik gruba bu pencereden yaklaşmalıdır.
Daha bunun gibi yapılacak birçok şey sıralanabilir. Bunu konuya daha yakından vakıf olan hükümetimiz ve devlet yetkilileri  daha iyi değerlendirip diğer önlemleri de en kısa zamanda almalıdır. Yoksa bu gidişle Suriye’de iç savaşı kim kazanırsa kazansın savaşın malubu ve mağduru Türkiye olacaktır.
Saygılarımla.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder