.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

3 Kasım 2017 Cuma

Türk Yunan İlişkilerinin Tarihsel Gelişimi (1821'den 1912'ye Kadar )




Türkler 1071 Malazgirt Zaferi ile Anadolu’ya adım attıktan kısa bir süre sonra Yunanlılar ile temasa geçtiler. Alparslan’ın komutanları kısa süre içinde Anadolu’yu baştanbaşa aşarak İstanbul önlerine kadar geldiler. (Sevim Ali: Ünlü Selçuklu Komutanları, s.26)
Anadolu’da kurulan Selçuklu Devleti’nin başkenti Yunanlıların yoğun olarak yaşadığı bölgelerden biri olan İznik oldu. Bu dönemde bir Yunan devleti yoktu. Başta Yunanlılar olmak üzere batılı tarihçiler tarafından 17’nci Yüzyıldan itibaren Bizans İmparatorluğu olarak isimlendirilen ve başkenti İstanbul (Konstantinopolis, Byzantium) olan devletin (bizzat kendi yöneticileri tarafından da kaydedilen) ismi Doğu Roma İmparatorluğu’dur. Bunlar kendilerini her zaman Romalı olarak adlandırmışlar, imparatorlarını Roma Hükümdarları, eski Roma Caesar’larının mirasçıları saymışlardır. (Ostrogorsky Georg: Bizans Devleti Tarihi, s.25) Bizans İmparatorluğu diye bir devlet asla var olmamıştır. (Mango Cyril: Bizans, Yeni Roma İmparatorluğu, s.9) Bu imparatorluk 1453 yılında yıkılana kadar gerek diğer devletlerce ve gerekse kendi resmi yazışmalarında bu isimle anılmıştır.
 Bu devlet tarafından, bizim bugün Yunanlı olarak ifade ettiğimiz insanlar, kendi tebaaları içinde ayrı bir etnik grup olarak tanımlanmakta ve Grek diye adlandırılmakta idi. Bununla birlikte, resmi bir devlet olarak var olmasalar bile Yunan Halkı ile Türk Halkı’nın, Selçuklu Devleti, beylikler ve Osmanlı İmparatorluğu dönemlerinde sürekli bir teması olmuştur. Bu sebeple denilebilir ki Türklerin Anadolu’ya geldikten sonra en uzun süre beraber yaşadığı uluslardan biri Yunan Ulusu olmuştur. Hatta bunlar bu günkü Yunan Ulusu kimliğini de Türkler, özellikle de Osmanlılar sayesinde oluşturmuş, korumuş ve geliştirmişlerdir. Çünkü Anadolu ve Balkanlarda yaşayan Ortodoks Hıristiyanlar o zamanlar din ve mezhep birlikteliği hariç kültürel ve dilsel olarak bütünlük oluşturmuyorlardı. (Mango Cyril: Bizans, Yeni Roma İmparatorluğu, s.253) Bu Ortodoks Hıristiyanlardan Osmanlılar döneminde bir devletleri olan Sırp ve Bulgarlar gibi uluslar kendi milli kimliklerini korurlarken tarihi süreç içinde Türkçe, Arapça vb diller konuşan birçok unsur Yunanlılaşmışlardır.
Bunda en büyük etken Osmanlı Millet Sistemi ve Fener Ortodoks Kilisesi olmuştur. 19. yüzyılın sonlarına kadar Yunan Ulusu, Türklerin egemenliği altında Osmanlı Devleti’nin sosyo-ekonomik yaşantısında olduğu kadar, askeri ve siyasi yaşamında da etkin roller üstlenerek aynı kadere ortak olmuşlardır. Osmanlı Devleti’nin azınlıkları dinsel ayrıma tabi tutarak sınıflandırması ve azınlıkları mensup oldukları kiliseler aracılığı ile denetlemesi, kilise yönetimlerinin alacağı kararların Osmanlı yönetiminin garantisi altında uygulanmasına yol açmıştır. Bu yolla azınlıklar üzerinde etkin bir rol üstlenen kiliselerin gücü, Osmanlı Devleti’nin Balkanlar ve Avrupa’da sınırlarını genişletmesine bağlı olarak artmıştır. Özellikle Fener Ortodoks Kilisesi’nin yetki ve haklarının genişletilmesi ve bunların yönetimin etkin garantisi altında bulunması, bir yandan kilisenin dinsel/etnik azınlıklar üzerindeki denetimini artırırken, diğer yandan da ekonomik ve siyasi çıkarlar sağlamak çabasındaki azınlıkların kilise ile işbirliği ilişkilerini sağlamlaştırmıştır. Fener Kilisesi tüm Ortodoks unsurları, başta Yunan dili ile ibadet zorunluluğu olmak üzere asimile etmeye çalışmıştır. Sırp ve Bulgar Kiliseleri zaman içinde bağımsızlığını kazanarak ulusal kilise haline gelmiş ancak diğer unsurlar, özellikle de Anadolu’da yaşayan değişik diller konuşan Ortodokslar Fener’e bağımlı kalmışlar ve zaman içinde asimile olarak Yunanlılaşmışlardır.
Osmanlı Devleti’nin azınlıklara yönelik yaklaşımı içerisinde Rum/Yunanlıların ayrıcalıklı konumları, Osmanlı Devleti’nin gerileme sürecine girmesiyle değişim geçirmeye başlamıştır. 1789 Fransız Devrimi’nin yaymaya başladığı vatandaşlık hakları ve ulusçuluk anlayışı, farklı etnik ve dinsel toplulukları bünyesinde barındıran ve üstelik sosyo-ekonomik açıdan gerilemeye başlayan Osmanlı Devleti’nde de etkisini göstermiştir. Bu bağlamda, Avrupa ile yakın ilişkileri bulunan Balkan halkları arasında ulusçu yaklaşımlar yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin Avrupa’da baş gösteren ulusçuluk akımından etkilenmesi, ekonomik ve toplumsal yapısında değişiklik yapamaması, askeri başarısızlıklarla desteklenince çöküş sürecini hızlandırmış ve sonuçta, Osmanlı Devleti, Avrupa ve Balkanlarda topraklarını kaybetmeye başlamıştır.
Hıristiyan kökenli halklar içerisinde ulus bilincinin yerleşmeye başlamasıyla birlikte, Osmanlı Devleti’ne karşı yoğun bir bağımsızlık mücadelesi başlamıştır. Bu başkaldırı hareketi kilise tarafından da desteklenen çeşitli cemiyetler tarafından yürütülmüştür.
1814 yılında Odessa’da kurulan Filiki Eterya cemiyeti, birkaç yıl içinde Balkanlar’ın her tarafında hücreler kurdu. Örgütün başında,1820’den itibaren, Fenerli seçkin bir Rum aileye mensup ve Rus ordusunda bir general olan Aleksandros İpsilanti bulunuyordu. 1821’de İpsilanti ve ekibi, topyekûn bir isyan için zamanın geldiğine hükmetmiş ve bu isyanın Boğdan ve Eflâk’ın istilasıyla başlamasını tasarlamışlardı. Onların amacı sırf bir Yunan ulusal devleti değil, yeni bir Bizans İmparatorluğu yaratmak için Balkanlarda genel bir isyanın meydana getirilmesiydi.
Fakat bunların başlattığı isyan destek görmedi ve başarısız oldu. Ancak bu örgütün programından etkilenen Rumlar, Mora ve Ege adalarında bir isyan başlattılar. Osmanlı Ordusu 1821-1824 yıllarında onları yenmeyi başaramadı. 1824 yılında Mora’nın neredeyse tümü ve birçok ada isyancıların kontrolüne geçmişti.
İsyanın başarısına bir ölçüde, Osmanlı yönetiminin 1820-1822 yıllarında, Balkan ayanlarının en güçlüsü olan Yanyalı Ali Paşa (Tepedelenli veya Tepelenli Ali Paşa)’yı askeri yolla bastırmaya çalışmasının neden olduğu öne sürülür. Osmanlılar Ali Paşa’yı bertaraf etmekle, bölgeyi etkin şekilde denetleyebilen tek gücü de ortadan kaldırmış oldular.
Mısır askerleri Padişah’ın isteği üzerine, 1825 yılında Mora’ya çıktılar. Yeniçerilerin aksine, son derece başarılı oldular ve iki yıl içinde Mora’nın çoğunu zapt ettiler. Askeri felakete rağmen, Yunan isyanını Avrupa’nın müdahalesi kurtardı. Avrupa’da, bilhassa İngiltere ve Rusya, Rum isyancılarına sevgi ve yakınlık duyuyordu. İngiltere’de bu Helen severliğin kaynakları, Klasik Yunan Uygarlığı’na olan hayranlık idi. Rusya’da Yunanlılara olan sevgi ve yakınlığın ardındaki temel itici güç ise, Ortodoks Kilisesi içindeki dinsel dayanışmaydı. Fakat bu sevgi ve yakınlığı siyasi desteğe dönüştüren güç Rusya oldu. Rusya diğer devletleri isyana müdahaleye razı etmeye çalıştı ancak diğer büyük devletler kurulacak özerk Yunanistan’ın Rusya’nın kukla devleti olacağını düşündüğünden buna pek hevesli değillerdi. Rusya 1825 yılında, diğer güçlerle bir anlaşmaya varılamadığı takdirde Yunan İsyanı’na yalnız başına müdahale edeceğini duyurdu. Bunun üzerine İngiltere, Fransa ve Rusya Haziran 1827’de, tarafları ateşkese zorlamak maksadıyla müdahale etmeye karar verdiler. Padişah arabuluculuk teklifini geri çevirdiğinde bu üç devletin donanmaları Navarin’de bulunan Osmanlı ve Mısır donanmalarına saldırarak bunları imha ettiler. Osmanlı İmparatorluğu’nun bu duruma rağmen direnmesi sonucunda Osmanlı-Rus savaşı çıktı. 1829 yılında Ruslar, Edirne’yi işgal ettiler. Eylül 1829’da yapılan Edirne Anlaşması ile Osmanlılar, Yunanistan’ın bağımsızlığını kabul etmek zorunda kaldı. Fakat İngiltere, Fransa ve Avusturya’nın uysal bir Osmanlı İmparatorluğu’nu Rusya’nın nüfuzu altındaki güçlü bir Yunanistan’a tercih etmelerinden dolayı bağımsız Yunanistan, isyancıların hedeflerine göre oldukça küçük bir devlet olarak kuruldu. (Zücher Eric Jan: Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s.56-62)
Yunanistan’ın siyasal sınırları belirlenmiş bir devlet olarak ortaya çıkması 3 Şubat 1830 tarihinde Londra’da Fransa, İngiltere ve Rusya arasında akdedilen Yunanistan’ın bağımsızlığına ilişkin protokol ile gerçekleşmiştir. Bu protokolün ikinci maddesinin son paragrafına göre; Şeytan (Kuzey Sporat) Adaları ve Skyro Adası ile Eğriboz (Negropont) Adası’nın tamamı, Amargo Adası da dâhil 36º-39º Kuzey Enlemi ile 26º Doğu Boylamı arasında yer alan antik adıyla Kiklat Adaları Yunanistan’a ait olacaktı. İngiltere, Rusya ve Fransa aldıkları bu kararlarını bir nota ile 8 Nisan 1830’da Osmanlı Devleti’ne bildirmişler, Osmanlı Devleti de, 24 Nisan 1830 tarihli bir nota ile Yunanistan’ın bağımsızlığını resmen tanımak zorunda kalmıştır.
Bu gelişmeler sonucunda Yunan milliyetçileri arasında; Eski Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans İmparatorluğu)’nun yeniden kurulması esasına dayanan Megali İdea (Büyük Ülkü) nihai amaç olarak belirlenmiş ve bu topraklara sahip olan Osmanlı İmparatorluğu aleyhine yayılmacı ve saldırgan bir politika takip edilmiştir. Böylece, bir yandan Osmanlı Devleti toprak kaybetme sürecini yaşarken, diğer yandan da, Yunanistan’ın genişleme süreci içerisinde olmasıyla ortaya çıkan ve etkileri bakımından günümüzde de yoğun olarak ilişkilerde gözlemlenen bir uyuşmazlığın ilk izleri ortaya çıkmaya başlamıştı.
Bu savaşın diğer bir sonucu da Osmanlı Ordusu’nda reform hareketleri için uygun bir ortam oluşturmasıdır. Yeniçerilerin Yunan isyanındaki başarısızlıklarına kızan Sultan 2’nci Mahmut’un Mayıs 1826’da verdiği emir, her ne kadar yeni ordunun adına Muallem Asakir-i Mansure-i Muhammediye deniyorsa da, aslında Nizamı Cedit ordusunun yeniden canlandırılmasıydı. Beklendiği gibi Yeniçeriler konumlarının zayıflatılmasına isyan ettiler, ancak Padişah hazırlıklıydı. Yeniçeriler saraya doğru yürümek için toplandıklarında, Sultanın topçuları tarafından katledildiler ve kışlaları ateşe verildi. (Zücher Eric Jan: Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s.68)Ertesi gün yeniçeri ocağı resmen lağıv edildi. Ve daha çok Mısır örneği takip edilerek silahlı kuvvetler yeniden teşkilatlanmaya başlandı.
Mora Yarımadası üzerinde bağımsız bir devlet haline gelen Yunanistan ilk hedef olarak Ege Adaları ve Balkanlarda kuzeye doğru, Ege Denizinde doğuya doğru yayılma çabaları içine girmiştir. Bu maksatla; Adalardaki ve Balkanlar’daki Yunan Ortodoks kökenli insanları ayaklandırarak Avrupa devletlerinin de yardım ve baskısıyla topraklarını genişletmeye çalışmıştır. Bunun için ilk büyük girişim Girit adasında olmuştur. 1866 yılında, Osmanlı’nın adadaki kötü yönetimine karşı yapıldığı iddia edilen protestolar kısa sürede Yunanistan’la birleşmeyi talep eden bir isyana dönüştü. Bu durum adadaki isyana katılmak isteyen Yunan kamuoyunu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Müslüman kamuoyunu ayağa kaldırmış ve 1867’de iki ülke savaşın eşiğine gelmiştir. Rusya, Avrupa’nın isyancılar lehine müdahale etmesinde ve Girit’in Yunanistan’a verilmesinde ısrar etmiş ancak duydukları tereddüt diğer devletleri doğrudan eyleme geçmekten alıkoymuştu. Avrupalı güçlerin müşterek baskısı, Babıâli’yi isyancılar için genel bir af ve Girit Eyaleti idaresinde Hıristiyanlara daha fazla nüfuz sağlayan reformlar yapmaya zorlamıştı. Ama yabancı müdahalesi daha ileriye gitmemiş ve 1868 yılı sonunda isyan sona ermişti. (Zücher Eric Jan: Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s.91)
1869’da açılan Süveyş Kanalı İngiltere ve Fransa’nın tüm ilgisinin Mısır’a yönelmesine sebep oldu. Fakat 1871 yılında Fransa ve Avusturya-Macaristan imparatorluğunu yenerek Alman birliğini kuran Prusya (Almanya)’nın yeni bir güç olarak ortaya çıkması Avrupa ve Balkanlar’daki uluslar arası güç dengesini kökünden değiştirmiştir. Bu gelişme sonucu Fransa’nın Avrupa’daki gücü zayıflamış ve daha çok iç işlerine odaklanmasına sebep olmuştur. Avusturya-Macaristan ise batıya doğru genişleme imkânları ortadan kalkınca dikkatini Balkanlara yöneltmiş, Ege ve Akdeniz’e doğru yayılmaya yönelik politikalar geliştirmiştir. Bu durum ise Balkanlarda ve İstanbul’da gözü olan Rusya ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun güç mücadelesi içine girmesi ile sonuçlanmıştır. Avrupa’da güçler dengesini temel politikası olarak belirleyen İngiltere daha önce Akdeniz’e çıkmasının Mısır ve Süveyş Kanalı’na tehdit teşkil etmesine sebep olacağını düşündüğünden Rusya’nın yayılmacı politikalarına karşı Osmanlı İmparatorluğu’nu desteklerken bu politikasından vazgeçmiş ve Almanya’yı dengelemek için Rusya ile yakınlaşmıştır. İngiltere ayrıca Balkanların büyük devletlerin eline geçmesini çıkarlarına aykırı gördüğünden küçük balkan devletlerinin genişlemesi ve güçlenmesini desteklemeye başlamıştır.
Mevcut konjonktürden faydalanan Rusya, Avusturya-Macaristan ile; Osmanlı’nın Balkan topraklarını paylaşma konusunda anlaşmış, Osmanlı’daki rejim değişikliğinden de yararlanarak, 24 Nisan 1877 tarihinde, saldırıya geçmiştir. Ruslar kısa sürede; Kafkaslar’dan Doğu Anadolu içlerine, Balkanlar’dan ise İstanbul’a sadece 12 kilometre mesafedeki Yeşilköy’e kadar ilerlemişlerdir. (Zücher Eric Jan: Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s.117-118)
İstanbul ve boğazların Rus egemenliğine girmesinden korkan başta İngiltere ve Avusturya olmak üzere diğer büyük devletler güç kullanma tehdidiyle müdahale ederek düzenledikleri Berlin Konferansı ile Rus ilerlemesini sınırlandırmışlardır. Bu anlaşma neticesinde Avusturya; Bosna-Hersek’i İngiltere ise; Yunanistan’ın Megali İdea sınırları içinde olan Kıbrıs’ı fiilen işgal etmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu'na ait olan Tesalya ve İyon Denizi kıyısındaki Arta Limanı, 1878 Berlin Antlaşması uyarınca 1881 yılında Yunanistan'a verilmiştir. Bu genişlemeden sonra Yunanistan’ın yeni hedefi Epir (Yanya Vilayeti) ve Girit adasıydı. Bu bölgelerdeki nüfusun yaklaşık üçte ikisini oluşturan Osmanlı Rumları Yunanistan tarafından Osmanlı İmparatorluğu'na karşı devamlı kışkırtılıyordu. Fakat bundan sonra Avrupa devletleri daha çok kendi aralarındaki dengeler ve mücadeleler sebebiyle Osmanlı üzerindeki baskılarını azaltmışlar, ilgilerini Balkanlardan çekmişlerdir. Bu dönemde Abdülhamit; büyük devletler arasındaki bu mücadeleden yararlanarak güçler dengesi politikası uygulamış ve İngiltere, Fransa ve Rusya’ya karşı bir denge oluşturmak maksadıyla Almanya ve Avusturya’ya dayanma yoluna gitmiş, Balkan devletlerini dengelemek için ise kiliseler arası mücadeleyi körükleyerek bunların birlik oluşturmasını engellemiştir.
Bu durumu doğru bir şekilde değerlendiremeyen ve toprak kazanmaya çalışan Yunanistan’ın Girit’teki isyanı desteklemesi sebebiyle Osmanlı İmparatorluğu ile ilişkileri gerilmiş ve 1897 yılında yapılan savaşta yalnız başına kalarak ağır bir yenilgiye uğramış, ancak büyük devletlerin desteği ile toprak kaybından kurtulduğu gibi Girit için özerklik elde etmiştir.
Batıda ilerleme imkânları azalan Rusya doğu sınırlarına dönmüş ancak 1905’te Japonya’ya mağlup olunca dış politikasında ağırlığını tekrar Balkanlar’a vermiş, burada da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun çıkarları ile karşılaşmıştır.Bu tarihten sonra Balkanlar artık büyük devletlerin mücadele alanı haline gelmiştir.
1908 yılında 2’nci Meşrutiyet’in ilanı ile ortaya çıkan istikrarsızlıktan yararlanan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, fiilen işgali altında bulunan Bosna-Hersek bölgesini resmen ilhak etmiş, Bulgaristan Doğu Rumeli ile birleşerek bağımsızlığını ilan etmiş, Girit ise Yunanistan ile birleşmişti. Bunların her ikisi de Berlin Antlaşması esaslarına aykırı idi. Bosna-Hersek’in ilhakı aslında hiçbir şeyi değiştirmedi, çünkü Bosna-Hersek zaten Avusturya’nın elindeydi. (Troçki Lev (Çev:Tansel Güney): Balkan Savaşları, s.7) Ancak Osmanlı yönetimi bunu protesto ederek tazminat istedi ve Avusturya mallarına karşı bir protesto başlattı.
İlginç bir şekilde Bosna-Hersek işgali; başta Rus milliyetçileri olmak üzere Sırbistan ve diğer Slav unsurlarının Osmanlılardan daha fazla tepkisini çekti, çünkü Bosna-Hersek halkının etnik olarak Slav olduğu, bu sebeple Avusturya’nın bir Osmanlı toprağını değil, Slav halkı ve toprağını ele geçirdiği öne sürülüyordu. Bu durum Balkanlarda Germen-Slav bloklaşmasını daha da artırmıştır.
1909 yılında Avrupa devlet adamları ve siyesi yazarlarca Balkanlar’ın Rusya’sı diye gösterilen Bulgaristan’ın, Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlarda elinde kalan son toprak parçasının büyük bir bölümünü teşkil eden Makedonya’da ağır basması ve 1908 yılında Jön Türk akımının Türkiye’ye bir hareketlilik kazandırması, Yunan halkının tedirgin olmasına ve bu nedenle yönetime tepki göstermesine sebep olmuştur. Sivil otoritenin çaresiz kalması sonucunda Yunanistan’da 1909 yılında bir askeri darbe yaşanmıştır. Cunta liderleri hükümeti kendileri kurmaya teşebbüs etmeyerek Girit’te devlet adamlığı yönünden sivrilmiş Elefterios Venizelos’u hükümetin başına geçirmişlerdir. Venizelos, Ege’yi; bir Yunan denizine, Yunanistan’ı; iki kıtaya uzanan, beş denize açılan bir ülke yapmayı hayal etmekteydi. Venizelos için artık, inandığı Megali İdea düşünün hızla gerçeğe dönüştürülmesi için uygun fırsatları kollamak kalıyordu. Bu fırsatların ilki 1912 Balkan Savaşında ortaya çıktı.(Özgören, Aydın. Tar.Uzm., Atatürk Dönemi Türk Yunan İlişkilerine Bir Bakış.)
1911’de İtalyanlar Trablusgarp ve daha sonra 12 Ada’ya asker çıkardılar. 17 Ekim 1912 tarihli Uşi Antlaşması’yla; Trablusgarp ve 12 ada İtalyanlara bırakıldı. 1815 Viyana antlaşması ve 1856 Paris Antlaşmalarına göre Osmanlı İmparatorluğunun toprak bütünlüğü garanti edilmiş olmasına rağmen Avusturya’nın Bosna Hersek’i işgali, Bulgaristan’ın bağımsızlığı ve İtalya’nın Trablusgarp ve 12 adayı işgaline hiçbir Avrupa devleti ses çıkarmadı. Bu durum Osmanlı’nın Balkanlar’daki topraklarında gözü olan devletleri bu bölgeleri ele geçirmek konusunda cesaretlendirdi. Fakat 1897 Yunanistan yenilgisinden sonra tek başına Osmanlı ile mücadele edemeyeceklerini anlayan Balkan Devletleri, Rusya’nın da teşvikiyle gizli antlaşmalar yaparak bu bölgeleri aralarında paylaşma ve ittifak antlaşmaları imzalama yoluna gittiler.
Osmanlı imparatorluğu; Avusturya ile ilişkilerini geliştirip, Arnavutlar’a bağımsızlık veya yarı bağımsızlık vererek desteklerini sağlamak ve Yunanistan ile yakınlaşarak kendisine karşı kurulabilecek ittifakları parçalamak yerine tam tersi tedbirler alarak, Balkanlarda kendi sonunu getirecek şu takım adımlar atmıştır.
1909 yılında, meclise getirilen; ilk ve ortaokullarda Türkçe eğitim görülmesi, bundan başka her bölgede orada yaşayanların ana dillerinin de kullanılması, özel okulların ise devletin denetimine sokulması hakkında kanun tüm azınlıklar arasında tepki ile karşılandı. Bu kanun; Fener Kilisesi ve onun uzantıları tarafından da büyük bir direniş ve düşmanlıkla karşılanmıştı. Bu durum silahlı direniş ve Yunanistan’a katılma yönünde Rum azınlık arasında yoğun bir propaganda faaliyetiyle sonuçlandı. (Karal,Enver Ziya: Osmanlı Tarihi 9’uncu Cilt, s.129)
Osmanlı Hükümeti, 3 Temmuz 1910 yılında uzun yıllar tartışılacak önemli bir adım daha atarak kiliseler kanununu çıkardı. Bulgarlar, 1871 yılında Fener Kilisesinden ayrılarak Ekserhane adıyla kendi kiliselerini kurmuşlardı. Yeni kilise kuruluşunu engelleyemeyen Fener mevcut kilise binaları ve mallarının dağıtım ve yetkileri konusunda direnerek Ekserhane’nin yerleşmesi ve kurumsallaşmasını engellemeye çalışıyordu. Bu çekişme Yunanlılar ve Bulgarlar arasında gerilim ve çatışmalara sebep oluyordu. Abdülhamit’in kasıtlı olarak kullandığı bu ikiliği, yeni yönetim, devlet kasasından harcamalar yaparak düzeltmeye çalışmakla, hem Yunanistan ve Bulgaristan arasında, hem de Osmanlı vatandaşı Yunanlı ve Bulgarlar arasında çatışmaları önleyerek Osmanlı İmparatorluğu aleyhine işbirliğine gidebilmelerini mümkün hale getirdi. (Karal, Enver Ziya: Osmanlı Tarihi 9’uncu Cilt, s.132)
İttihat ve Terakki Cemiyeti, Meşrutiyetin duyurulması için Makedonya çeteleri ile işbirliği yapmak zorunda kalmıştı.(Karal, Enver Ziya: Osmanlı Tarihi 9’uncu Cilt, s.135) Meşrutiyetin ilanı ile Balkanlardaki Müslüman ve Hıristiyan azınlıklar siyasal kulüpler kurmuşlar ve çeteler bu siyasal kulüplerle bağlantıya geçerek daha da güçlenmişlerdi. Çetelerin de desteği ile bu kulüpler, kendi etnik gruplarının milliyetçiliği propagandasını yapan siyasal partiler durumuna geldiler. Bu ayrıştırıcı unsurlarla mücadele etmek maksadıyla 16 Ağustos 1908 tarihinde, etnik grup adıyla kulüp kurulmasını yasaklayan bir kanun çıkarıldı ve mevcutları da kapatıldı. Başta Bulgarlar olmak üzere bu kulüplerin üyeleri çetelere katıldılar. Bunun üzerine 27 Eylül 1908 tarihinde çeteciliği yasaklayan bir kanun tasarısı hazırlanarak derhal yürütülmeye başlandı. Bu da çatışma demekti.
Bu sırada çıkan Arnavutluk isyanı çok sert bir şekilde bastırılarak, Arnavutların elindeki silahlar toplandı. 1909, 1910 ve 1912 yılında toplam dört Arnavutluk isyanı oldu. Bu isyanlar da sert bir şekilde bastırıldı. Bu şekilde Balkanlarda Hıristiyan Rum ve Slav unsurlara karşı bir denge unsuru ve müttefik olan Müslüman Arnavutlar zayıflatılmış oldu.


Saygılar Sunarım.
Mehmet Çanlı
3.11.2017.

1 Kasım 2017 Çarşamba

Sağlıklığa faydalı yiyecekler: Ağrı kesici etkisi olan meyve ve sebzeler.


     Ülkemizde hastalıklara iyi geliyor diye birçok kişi aktarlardan bazı gıda maddeleri ve bitkiler alıp kullanmaktadır. Bu maddeleri neye göre kullandıklarını sorduğum kişiler bana genellikle bunların doğal malzemeler olduğunu, bu sebeple faydalı olduklarını, faydası olmasa bile zararı olmayacağını, bu sebeple rahatlıkla kullandıklarını söylemektedir. ence herkes bu konuyu bir daha düşünse uygun olur. Çünkü doğal olan her şey faydalı değildir. Ama doğal olan şeylerin bazıları sağlığa zararlı olabilmektedir. Doğal bitkilerden elde edilen birçok zehir olduğu gibi, örneğin doğada bulunan yabani bademlerin meyvelerinden yerseniz aşırı arsenik içerdiği için ölümle karşılaşmanız kuvvetle muhtemeldir.
     Bitkisel ilaç diye satılan şeylere de dikkat etmenizi öneririm. Bunların ilaç olduğunu söyleyerek size doktora gidip normal ilaç kullanmak yerine bunları kullanmanızı önerenlere inanmamanızı salık veririm. Evet muhtemelen bu kapsüllerde doğal bitki ekstreleri vardır ve bazı bitkilerin de iyileştirici özellikleri vardır. Ancak bunları doktor kontrolünde ve ilaç olarak değil ama normal ilaçları destekleyici yönde kullanmakta fayda vardır.
     Şimdi ben de size bazı gıda maddelerinin ağrı kesici özellikleriyle ilgili bilgi vermek istiyorum. Bu arada belirteyim ki ben doktor değilim. Bunları bir doktor arkadaşımdan ve yaptığım araştırmalardan öğrendim.Son yıllarda gelişmiş ülkelerde besinlerin ağrı kesici etkileri konusunda çok sayıda araştırma yapılmaktadır. Bu araştırmalar sonucunda ağrı kesici olarak kullanılabileceği tespit edilen bazı besinler şunlardır:

     ZENCEFİL: Ağrı kesici ve antienflamatuar, yani iltihabı önleyici özellikleri olan bir besindir. Yapılan bazı araştırmalarda, spordan kaynaklanan kas ağrılarını azalttığı tespit edilmiştir. Yetişkin bir insanın günde 2-3 tatlı kaşığı tüketmesinin faydalı olacağı öne sürülmektedir.

     ZERDEÇAL: Bu besin maddesinin içinde bulunan ve ona rengini veren Curcumin adlı pigmentin ağrı kesici ve antienflamatuar özelliklere sahip olduğu iddia edilmektedir. Özellikle kireçlenmesi olan hastalarda günde 200 miligram Curcumin alınmasının ağrıyı azaltıp hareketleri artırdığı tespit edilmiştir.

     ACAİ ÇİLEĞİ: Antioksidan ve omega-3 açısından zengin bir gıdadır. Acai Çiçeğinin kireçlenme ve ağrı üzerinde etkili olduğu değerlendirilmektedir. Bu konuda araştırmalar devam etmektedir.

     KETEN TOHUMU: Omega-3 içeren keten tohumunun da ağrı kesici ve antienflamatuar özelliği olduğu iddia edilmektedir.

     KAHVE: Kahvenin ağrı eşiğini yükselttiği belirtilmektedir. Özellikle ağır spor yapmadan önce bir fincan kahve içilmesinin faydalı olduğu söylenmektedir. Ancak kahvenin aşırı tüketildiği zaman uyku kaçıran ve damarların ani daralmasına sebep olarak taşikardi gibi rahatsızlıklara da sebep olduğu tartışılmaktadır.

     ÜZÜM: Yapılan bilimsel araştırmalarda siyah üzümde bulunan antosiyonin ve kuersetin ile hem siyah hem beyaz üzümde bulunan resveratrol adlı maddelerin ağrı kesici özelliği olduğu konusunda çok sayıda araştırma yapılmaktadır. Bu çalışmalarda bu maddelerin eklem kıkırdağını ve omurlar arasındaki diskleri de koruduğu tespit edilmiştir. Ayrıca üzüm çekirdeğinin birçok hastalıkta yararlı olduğu için son zamanlarda üzüm çekirdeği tabletleri yapılmaya başlanmıştır. Yine de eğer şeker hastalığınız varsa üzümde de şeker bulunduğunu unutmamanızı öneririm.

     SOYA FASULYESİ: İçeriğinde bulunan izoflavon maddesinin ağrı kesici özelliği olduğu iddia edilmektedir. Yapılan bazı çalışmalarda her gün alınan 40 gram soya proteininin diz kireçlenmesi olanlarda ağrı ve hareket kısıtlılığı olanlarda faydalı olduğu tespit edilmiştir. Fakat bu etkiler, nedendir bilmiyorum, erkeklerde daha belirginmiş.

     KİRAZ VE VİŞNE: Bu iki meyvenin içeriğinde bulunan Antosiyanin ve biyoflavonoid maddelerinin ağrı kesici, antienflamatuar ve kireçlenme karşıtı etkiler yarattığı iddia edilmektedir. Bu meyveler gut tedavisinde de faydalı olmaktadır. Mevsiminde ve günde bir avuç yenilmesi tavsiye edilmektedir.

     BALIK: Özellikle yağlı balıkların (somon gibi) bol miktarda içerdikleri Omega-3 sayesinde ağrıları azalttığı belirtilmektedir. Haftada 2 veya üç defa balık yenebileceği söylenmektedir.

     KOYU YEŞİL YAPRAKLI SEBZELER: Bu sebzeler, yüksek miktarda antioksidan içerirler ve bazik yapıdadırlar. Bu özellikleriyle ağrıların azalmasına yardımcı olurlar. Ayrıca içerdikleri yüksek orandaki K vitamini kemikleri güçlendirir.

     CEVİZ: Ceviz yüksek oranda Omega-3 içerir. Pişirilmeden (yemek ve tatlıların içinde pişen cevizden bahsediyorum) ve haşlanmadan, çiğ olarak yenildiğinde ağrı ve inflamasyonu azalttığı tespit edilmiştir.

     KEREVİZ: Kereviz 3 n-butilftalin içermektedir. Artrit, gut ve fibromiyalji ağrısı üzerine etkili olduğu düşünülerek bu konuda çalışmalar yapılmaktadır. Ayrıca karaciğer yağlanması gibi birçok konuda faydalı olduğu söylenmektedir. Ancak tansiyonu yükselttiği konusundaki iddialar sebebiyle yüksek tansiyonu olanlar çok fazla tüketmemeye dikkat etse uygun olur.

     Bu besinlerin ve içlerindeki maddelerin ağrı kesici etkilerini destekleyen çalışmalar olduğu kadar etkisiz bulan çalışmalar da mevcuttur.

     Hangisi doğru olursa olsun bunların sadece besin olduğu unutulmamalıdır. Ancak yine de her besini alırken olduğu gibi bu besinleri alırken de bazı temel konulara dikkat etmek ve alınan miktarı ve yeme sıklığını abartmamakta fayda vardır.

     Bunlar yemenin ne zararı olur, diye de düşünmeyin. Üzümü açıklarken içindeki şekerin şeker hastalarının dikkat etmesi gereken bir husus olduğunu yazmıştım. Balık ve soya fasulyesi için de benzer şeyler geçerlidir. Eğer gut hastasıysanız ve kan tahlillerinizde protein yüksek çıkıyorsa bu iki gıdayı çok fazla tüketmemeye dikkat etmek lazım. Diğer gıdalardan da bazıları bir takım rahatsızlığı olanlara zararlı olabilir.

     Bu sebeple bunları ilaç yerine kullanmak değil, doktorunuza da danışarak günlük diyetinizin içine makul miktarlarda ekleyerek tüketmek daha uygun olacaktır.

     Saygılar sunarım.

      Mehmet Çanlı
      (1.11.2017.)

     Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. 
     Teşekkürler.

Bitkisel İlaçlar İlaç mıdır ve Nasıl Kullanılmalıdır?


     8-10 yıl kadar önce iki yıl süreyle Londra’da yaşadım. Londra’ya gitmeden bir ay önce telefonla yaptığım görüşmelerden ve bana email ile gönderilen resimleri inceledikten sonra Kingston upon Thames semtinde, Thames Nehri kenarında ve site içinde güzel bir eşyalı  ev kiraladım.
     Uçakla Londra’ya gidince Heatrow Havaalanı'ndan doğruca bu eve gittim. Ev sahibi, Mariana isminde, benden en az 8-10 yaş büyük, oldukça hareketli ve kıpır kıpır bir kadındı. Eve gittiğimde kendisi ile sohbet ederken mesleğinin ne olduğunu sorunca doktor olduğunu söyledi. Pratisyen hekim mi yoksa bir ihtisas yapmış mı diye ne doktoru olduğunu sorduğumda bitki doktro ve geleneksel Çin tıbbı doktoru diploması olduğunu ama artık emekliye ayrıldığını söyledi.
     Daha önce hiç bitki doktoru görmediğim ve böyle bir doktorluk olduğunu da duymamıştım. Bu sebeple onun ilginç aksanlı (Kadın İngiliz değildi.) İngilizcesini yanlış anladığımı düşündüm ama yine de bir pot kırmamak için soramadım. Onun yerine bu eğitimleri nerede aldığını sordum. Üniversitede okuduğunu söyleyince çok şaşırdım. Çünkü Türkiye’de böyle geleneksel tıp alanlarında eğitim verildiğini hiç duymamıştım. Herkesin bildiği gibi bu tür tedavi uygulamaları (Tedavi ettiği iddiaları demek daha uygun olur çünkü bu kişilerin önemli bir kısmı ne yaptığını dahi bilmemektedir.) ülkemizde; geleneksel tıp veya koca karı ilaçları, hatta dolandırıcılık-sahtekarlık ve üfürükçülük gibi aşağılayıcı isimlerle adlandırılır ve genellikle hiçbir tıp eğitimi almamış ancak babadan-dededen bu konuları öğrenmiş kişiler tarafından yapılır.
     Kadın, bir de bitki eczanesinden alınması gereken ilaçları bitki doktorlarının yazdığını söyleyince daha da şaşırdım. Bizde bu tür şeyleri aktarlar satar. Ama İngiltere’de bu tür bitkilerin satıldığı (sadece bu tür bitkiler satılıyor, diğer ilaçlar değil) eczaneler varmış. Bu eczanelerde normal doktorlarla birlikte çalışan bitki doktorlarının yazdığı reçeteye göre bitki satılıyormuş. Bunları öğrenince çok şaşırdığımdan dışarı çıkınca ilk işim böyle bir eczane bulmak oldu. Gerçekten de şifalı bitkiler satılan bu eczaneler vardı ve dükkanlara giren çıkan müşterilerden oldukça rağbet gördüğü anlaşılıyordu.

     Türkiye’ye geldiğimde bazı doktor arkadaşlara, bu tür tedaviler hakkında ne düşündüklerini  sordum. Çoğu bu tür tedaviye olumsuz bakıyordu. Fakat bir kısmı, bitkilerin tedavi edici özelliklere sahip olduğunu ve tedavide kullanılabileceğini düşünmekle birlikte ülkemizde bu tür tedavileri kullanan hastaların, şikayet ettiği hastalıktan çok daha kötü hastalıklara kapıldığını,  bu işin İngiltere’deki gibi doktor kontrolünde yapılırsa faydalı olabileceğini söyledi.
     Bir doktor arkadaşımın verdiği örnek ise bunun ne kadar önemli olduğunu açıkça ortaya koyuyordu. Bir şahıs, Okaliptus (söğüt’e benzer yaprakları olan bir ağaç) kabuğu ve yapraklarının kaynatılarak suyunun içilmesinin bir rahatsızlığa (Burada hangi hastalık olduğunu yazmıyorum çünkü birinin merak edip kullanmasından korkuyorum.) iyi geldiğini duymuş. Ne kadar ve nasıl kullanılacağı hakkında net bir bilgisi olmayan bu şahıs, bir süre için kendi kafasına ve etraftan duyduklarına göre  bu bitkinin yaprak ve gövde kabuklarını kaynatarak suyunu içmiş. Gerçekten de  rahatsızlığı kısa süre içinde sona ermiş fakat bu sefer de böbrek rahatsızlığı başlamış. Bunun üzerine, sağlık ocağından sevk edildiği bir üniversite hastanesinin nefroloji bölümünde detaylı tetkikleri yapılınca böbreklerinin diyalize girmesi gerekecek kadar iflas ettiği ortaya çıkmış.
     Adamın bir ay önce hiçbir böbrek rahatsızlığı olmadığını öğrenen doktorlar, bu kadar kısa sürede böyle bir gelişme normal olmadığı için sebebini araştırmaya başlamışlar. Hasta, Okaliptus’tan söz edince bu bitki hakkında araştırma yapmışlar ve aşırı sıvı kaybına sebep olduğu, böbrekleri aşırı çalıştırdığı vb. birçok etkisinin olduğunu öğrenmişler.
     Bunun üzerine böbrekle ilgili bölümlerde görev yapan doktorlar bir konsültasyon yapmışlar. Bu konsültasyon sonucunda, hasta şahsın böbrek yetmezliğine bilinçsiz bir şekilde kullandığı bu bitkisel tedavinin sebep olduğuna karar vermişler.
    Bu örnekten de anlaşılacağı gibi muhtemelen ülkemizde her yıl binlerce insan, buna benzer şekilde doğal olduğu için hiçbir zararı olmayacağını düşündüğü bitkileri kullanarak ağır sağlık sorunları ile karşı karşıya kalmaktadır.
     Maalesef ülkemizde, kendileri de doktor olan ve insanlara bitkisel tedavinin mucizelerinden bahsederek kurdukları şirketlerde ambalajlı bitkisel ilaç satan ama bazılarının genç yaşta ölmesinden bu bitkisel ilaçların kendilerine bile fayda sağlamadığı ortaya çıkan kişiler bulunmaktadır.
     Bu sebeple herkes bu tür yalan-dolan ağız kalabalığı yapan kişilere, ister sıradan bir vatandaş olsun, ister doktor olsun inanmamalıdır. Bu kişilerin insanları kandırmak için en sık söylediği yalan şudur: ''Ne olacak canım, biz kimyasal bir şey vermiyoruz ki, verdiklerimizin hepsi bitkilerden elde edilen doğal şeyler. O yüzden zararı ve yan etkileri yoktur.''
     Bu tamamen yalandır. Çünkü doğal olan her şey faydalı değildir. Doğal bitkilerden elde edilen birçok zehir vardır. Dolayısıyla bazı bitkiler zehirli olduğu için doğrudan zararlı ve hatta ölümcüldür. Örneğin doğada bulunan yabani bademlerin meyvelerinden çok fazla yerseniz, bu badem yüksek oranda arsenik içerdiği için, ölümle karşılaşmanız kuvvetle muhtemeldir.
     Fakat böyle doğrudan zehir içermeyen bitkiler de, kişiden kişiye farklılık gösterebilmekle birlikte, bilinçsiz bir şekilde kullanıldığında hastalıklara iyi gelmek yerine yukarıda bahsettiğim okaliptus ağacında olduğu gibi yeni hastalıklara sebep olabilmektedir.
     Bu sebeple, bazı bitkilerin ilaç olduğunu söyleyerek size, doktora gidip normal ilaç kullanmak yerine bunları kullanmanızı önerenlere inanmamanızı salık veririm. Evet, bazı bitkilerin iyileştirici özellikleri vardır. Ancak bunları doktor kontrolünde kullanmak mümkün değilse hiç kullanmamak daha itidir.
     
     Saygılar sunarım.
      Mehmet Çanlı
      (1.11.2017.)

     Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. 
     Teşekkürler.

30 Ekim 2017 Pazartesi

Kurtulun Atrık Şu Atatürk Kompleksinden: Atatürk Sizin Komlekslerinizden Çok Daha Büyüktür.


     Hükumete yakın Star gazetesi yazarı Ardan Zentürk “Kurtulun artık şu Atatürk kompleksinden...” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Zentürk “Ergenekon-Balyoz kumpasları GLADIO-B’nin güçlendirilmesiydi, hepsi bu” dedi ve “GLADIO-B (FETÖ) gerçeğine bu ülkede ilk uyanan Erdoğan’dır. O, dershane ve okulların FETÖ’nün askerlik şubesi olduğunu, bu yolla fakir aile çocuklarının zombileştirilerek memlekete el konulmaya çalışıldığını gördü. 2012 yılında bunları kapatma kararı aldı, 17-25 Aralık da bu kararla birlikte yaşandı!..” dedi.
     Zentürk'ün yazdığı bu paragrafın içinde kocaman bir yanlış var.
     Fetö gerçeğine ilk uyananın erdoğan olduğunu yazıyor.
     Bu tamamen yanlıştır.
     2004 yılında zamanın genelkurmay başkanı fetişin ve fetişgillerin terörist olduğunu yazılı olarak beyan etmiştir.
     Bunu, zamanın başbakanlık müsteşarı ''Türkiye'de değişim yapmak neden bu kadar zor?'' adlı eserinde anlatır.
     O eserde ayrıca, toplantı sonunda başbakanla yaptığımız görüşmede mealen "kulağımızın üstüne yatmayı, kayda almamayı ve gerekli işlemleri yapmamayı, bunun olası siyasi sorumluluğunu başbakanın, idari ve hukuki sorumluluğunu ise kendisinin" üstleneceğini yazar...
     Ne ilginçtir ki bu şahıs, bugünlerde o zamanlar toz kondurmadığı, yaptığı her şeyi doğru bulduğu parti başkanını, şimdilerde her yazısında eleştiriyor.
     Gördüğünüz gibi herkes ama herkes bu topraklarda yaşayanların arşivsizliğine ve hafızasızlığına güveniyor.
     Saygılar sunarım.
     Güven Kaya
     30.10.2017.


     Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

Sağlıklı kilo vermenin sırları.


     Meslek yaşamım boyunca sürekli fiziki olarak çalışmak ve formda kalmak için spor yapmak zorunda kaldığımdan çok fazla yemek yiyordum. Uzun süre böyle çok yemek yediğimden bu bende bir alışkanlık haline gelmişti. Hem çok yemek yiyor, hem de tatlı, hamurişi ve fındık-fıstık gibi çerezleri de çok tüketiyordum. Sürekli spor yaptığım için de kilo almıyordum.
     Fakat yaş ilerleyip te bazen bir süreliğine masa başı ve düzenli spor yapamayacağım işlere gönderildiğimde kilo almaya ve geri dönünce bu kiloları vermekte zorlanmaya başlamıştım. Doğal olarak herkezin yaptığı gibi ben de karbonhidrat rejimi, protein rejimi gibi bir sürü türü olan rejimleri takip ederek kilo vermeye çalışıyordum.
     Fakat emekli olmadan bir süre önce iki yıl boyunca hem çok yemek yediğim, hem de spor yapamadığım bir göreve atandım. Bu görev sırasında ömrüm boyunca ulaştığım en ağır kiloya geldim. İki yılın sonunda geri döndüğümde artık kilolarım yaptığım işte bana engel olmaya başlamıştı.
     Benim bu durumunu görenler muhtemelen fazla kilosu olan herkeze yaptıkları gibi bir sürü rejim ve kilo verme yöntemi önerdiler. O zaman Canan Karatay diyeti moda olduğundan en fazla bu diyet öneriliyordu. Fakat ben bunların hiç birine kulak asmadım. Çünkü diyetle verdiğim kiloları kısa sürede tekrar alıyor ve fazla kilo sorunu bende kronik bir rahatsızlık haline geliyordu. Üstelik bu rejim veya diyetlerin çoğu, bazı gıda maddelerini tüketmemeyi salık verdiğinden sağlıklı da değildi.
     Bu durumu bir doktor arkadaşımla konuştuktan sonra kendi diyet programımı kendim yaptım. Amacım sadece kilo vermek değil, aynı zamanda sağlıklı bir şekilde kilo vermek ve düştüğüm kiloyu sürekli muhafaza etmekti. Bunun üzerine oturup neden kilo aldığımı düşündüm. Gördüm ki ben normal insanların neredeyse iki katından fazla gıda tüketiyordum. Üstüne üstlük arada bir alkollü içki içiyordum. Bu da yetmezmiş gibi tatlıyı, çikolatayı, hamur işi yiyecekleri ve fındık fıstık gibi çerezleri çok fazla tüketiyordum.
     Hemen bir hesap yaptım. Yiyecek ve içecek tüketimimin sadece sağlığımı değil ekonomik durumumu da çökerttiğini anladım. Çünkü aylık harcamalarımın çoğu bunlara gidiyordu. Üstelik aşırı kilolarım yüzünden, işimin gereği olarak yapmak zorunda olduğum sportif faaliyetleri yaparken çok zorlanıyordum.
     Bu sebeple hemen kendime bir plan yaptım. Bu planı yaparken şunlara dikkat ettim. Öncelikle uygulayacağım zayıflama programı beni zorlamamalı ve üç beş gün sonra vazgeçecek kadar sıkı bir program olmamalıydı. Sonra, bu program benim sağlığımı bozmamalıydı. Ayrıca, hızlı kilo vererek cilt bozulmaları dahil vücutta sarkma gibi sorunlara sebep olmamalıydı. En önemlisi de yediğim hiçbir şeyden vazgeçmek zorunda kalmamalıydım.
     Buna göre yaptığım plan gereğince şu şekilde hareket etmeye karar verdim. Öncelikle her sabah yapmaya çalıştığım 5 kilometrelik sabah koşusunu bıraktım. Bunun yerine 1500 metrelik bir parkur tespit edip bu parkuru hafif bir şekilde koşarak veya hızlı yürüyerek her sabah tamamlamaya başladım. Koşu öncesinde tüm kaslarımı uzun bir süre gererek ısıtıyor, koşu sonrasında ise yine uzun bir süre esnetme hareketleri yapıyordum. Bunun ardından da spor salonuna girip küçük ağırlıklardan oluşan (10 kilo kadar) aletler seçerek her sabah bu aletlerdeki ağırlıklarla 10'a tekrar yaptım.
     Günlük mesai ve akşam saatlerinde de daha fazla hareket edecek şekilde bir plan yaptım. İş yerinde (eğer acelem yoksa) her yere yürüyerek gittim. Evde de evin bulunduğu yerden 500 metre mesafedeki her yere yürüyerek gittim. Eskisi gibi markete bir şey almaya arabayla gitmeyi (haftalık alışveriş hariç, çünkü malzeme ağır oluyor) bıraktım mesela.
     Öte yandan yemek durumunu da şöyle ayarladım. Ben her yemekte normal yemekten sonra ilave yemek alıyordum. Mesela bir kase çorba içtikten sonra genellikle bir veya yarım kase daha içiyor, büyük bir tabak doluşu yemek yedikten sonra da genellikle ilave yemek alıyordum. Her yemekten sonra da mutlaka tatlı yiyordum. Tabii ki o da normalden fazlaydı. Yemekte tatlı yoksa mutlaka çikolata alıp yiyordum. Akşam eve gidince yemekten sonra mutlaka pasta, kek, börek yiyor, ayrıca haftada en az yarım kilo fıstık ve yarım kilo fındık tüketiyordum.
     Bu rejimi yapmaya başlayınca uyguladığım ilk şey, tükettiğim ilave yiyecekleri yememeye başlamak oldu. Yani bir kase çorba içince ikincisini istemedim. Akşam; pasta, börek miktarını ve çerez miktarını yarıya indirdim ve en önemlisi de alkol almayı bıraktım. Bu uygulamaya 15 gün kadar devam ettim. Ne yalan söyleyeyim çok fazla kilo vermedim ama bu kadar yemek yemeye alıştım.
     15 gün sonra sabah sporunda yürüdüğüm/koştuğum mesafeyi 500 metre artırdım. Yemeklerde de her öğünde her çeşit yemekten son bir kaşığı yemeyip tabakta bıraktım. Mesela çorbayı tam bitirmeyip bir kaşık kadarını kasede bıraktım. Ekmeği bir dilim eksik yedim.
     İş yerinde her yere yürüyerek gitmeye devam ettim. Evin etrafında yürüyerek gidilecek yerlerin mesafesini de 250 metre artırdım. Sabah sporunda seçtiğim ağırlıkları değiştirmedim ama tekrar sayısını 10'dan 15'e çıkardım. Ayrıca yarım mekik ve tam mekik çekmeye başladım.
     Bu programa bir hafta devam edince görüm ki çok olmasa da biraz daha kilo vermiştim. Üstelik daha az yemeye alışmış ve rejim yaparken zorlanmamıştım. Sonraki hafta tabakta bıraktığım yemek miktarı 2 kaşığa çıkarken, tükettiğim tatlı, çerez ve hamur işi tekrar yarı yarıya azaldı. Koşu mesafesi 2500 metre, evden yürüyüş menzili ise 1000 metreye çıktı. Ağırlık ve şinav ve mekik tekrarlarını da 5 adet artırdım.
     Bundan sonraki hafta yemek tabaklarını değiştirdim. Evde üç boy ve ebatta tabak ve kase vardı. En büyük boy (benim kullandığım) tabak ve kaseleri kaldırdım ve yemekte orta boy olanları kullanmaya başladım. Bu, gözümün doyması açısından faydalı oldu. Çünkü aynı miktardaki yemek, küçük tağa konulduğunda sanki daha fazlaymış gibi görünüyordu. Öte yandan ben tabakta yemek bırakmak zorunda kalmadığımdan israf ta olmuyordu.
     Bir sonraki hafta tabakta tekrar bir kaşık bırakmaya başladım ve iki hafta sonra en küçük tabaklarla yemek yemeye başladım. Bu şekilde devam ettikçe yavaş fakat sıkıntısız ve istikrarlı bir şekilde kilo vermeye devam ettim.
     İdeal kiloma geldiğimi düşündüğümde de spordaki mesafe ve tekrar sayılarını sabitledim. Yemek miktarını da en son yediğim miktarda sabit tuttum. Bu sayede ne fiziksel bir görüntü bozukluğu, ne sağlık problemi ve ne de psikolojik bir baskı yaşamadan çok rahat bir şekilde kilo verdim.
     En önemlisi de yediğim yemek miktarını değiştirmedikçe bir daha kilo da almadım.
     Bu yöntemi size de tavsiye ederim.
     Bırakın birilerinin herkeste geçerli olduğunu iddia ettiği fabrikasyon rejim programlarını.
     Kendi programınızı kendiniz yapın.
     Ve kendinize uygun olarak yapın.

     Saygılar sunarım.
     Mehmet Çanlı
     30.10.2017.


Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

Tek Adam Yönetiminin Tehlikeleri.



Örgütlenmiş bireylerin gücü ve güçlü tek adamın zavallı güçsüzlüğü.

En kötü demokrasi bile en iyi diktatörlükten, otoriter veya totaliter rejimden daha iyidir. Kim olursa olsun, herhangi bir tek adam yönetiminin iyi olması mümkün değildir. Özellikle de günümüzdeTelefon tuşlarının anlamını bile çoğu insanın tek başına anlayamadığı bir çağda her b...u bileceğini ve ülkeyi tek başına çok iyi yöneteceğini iddia eden biri, eğer deli değilse, mutlaka başka planları olan sahtekârın tekidir. Tek adam özentisi olanlar varsa ve bu dediklerime inanmıyorsa bugünkü Irak, Libya ve Suriye'ye baksınlar. Tek adam yönetimlerinin ülkeleri götürebilecekleri daha iyi bir yer olamaz. Bu durumun suçunu emperyalizme, İsrail'e veya Batı'ya atmakla da tek adam yönetimlerini masum göstermek mümkün değildir. Bu tür insanlar sürekli olarak tek çare benim derler. Gerçekten de kurtuluş için tek bir çare vardır ama bu tek çare onlar değildir. Tek bir çaremiz vardır, o da tek çare benim diyenlere inanmayıp başka çareler aramaktır. Çare hiçbir zaman tek değildir. Çareler, yollar ve yöntemler çoktur. Önemli olan aramak ve en uygununu seçmektir.
Bazıları kendi niteliklerini daha iyi bir dünya yaratmak için yetersiz görebilir. Evet, nitelik çok önemli bir şeydir ancak her şey demek değildir. Hangi konumda olursanız olun, hangi nitelikte olursanız olun yine de çok önemli bir şeyler yapmak mümkündür. Yeter ki iyi niyet ve iyi yönde bir çaba olsun. Ve daha da önemlisi bu tür insanların bir araya gelip örgütlenmesi ve bir kitle halinde davranması gerekir. En nitelikli tek adam bile ona biat etmiş veya ondan beslenen kitleler sayesinde varlığını sürdürebilir. Kitleler etrafından ayrılınca, hiçbir değeri olmadığı anlaşılır. İyi insanların yapabileceği en iyi şey diğer iyi insanlarla niyette ve faaliyette birlik olmaktır. Ben ne yapabilirim veya benden bir milyon kişi olsa ne olur demeyin. Bir Rus atasözü der ki “niceliğin kendisi de bir niteliktir.”
Tek yol benim diyenleri çok gördük bugüne kadar. Bir zamanlar ''Tek yol devrim!'' diye bağırıp işçi haklarını savunanların bazılarının, parayı bulunca, çalışanlarına nasıl daha az ücret öderim hesabını yaptıklarını gördük.  Kul hakkı yemek en büyük günahtır diyenlerin kul hakkını nasıl afiyetle yediklerini de gördük. Bazı eski ateistlerin devletten ihale almak için cumaları kaçırmadığını duyuyoruz, görüyoruz. Dün seni başkan yaptırmayız diyenlerin bu gün devlet başkanına oyun oynamak bize yakışmaz dediğini duyuyoruz. ''Benim için en önemli şey dürüstlüktür.'' derken hiç de dürüst olmayanların ise haddi hesabı yok. Hangi seviyede olursa olsun tek adama bağlanmamak lazım bu yüzden. Hiç kimseye, sadece bize söylediklerine göre değer biçmemek gerek. İnsanlar her türlü yalanı çekinmeden söyleyebiliyorlar hırslarına yenik düştüklerinde.  Tek adam olmayı kafasına koyanın hırsı çok büyük olur. Bu yüzden yalanı da çok olur genellikle. En büyük yalan da o kişinin olağanüstü nitelikleri olduğu hakkındaki yalanlardır. Çok akıllı olduğunu söyleyen veya ima eden ve her şeyi bildiğinden bahsedilen insanlardan hayatım boyunca hep uzak durmaya çalışmışımdır. Çünkü hiç kimse her şeyi bilemez. Bildiğini söyleyen varsa tehlikeli bir durum vardır. Onun için her konuda son sözü söyleyen tek bir kişi olmamalı ve bir ülke tek bir adamın zekâsına veya iyi niyetine teslim edilmemeli.
İnsanların ne söylediğinden çok ne yaptığına bakmalı. Gerçekler sözlerle gizlenebilir ama davranışlarla hep açığa çıkar. Gerçekler, konu eylemlere geldiğinde her zaman, gizlenemeyecek kadar açıkta dolaşırlar. Eğer aranırsa bulunmaları ve görülmeleri çok zor değildir. Yeter ki bazı laf ebelerinin dediğine bakmayı bırakıp gözlerimizi açalım.
Art niyetli insanlar genellikle bizi kandırmak için en kutsal ve en etkileyici konulardan bahsederler. Eğer kutsallara inanmıyorlarsa da kendi kutsallarını üretirler gözlerimizi boyamak için. Art niyetli kişi dinci biriyse cennet vaat eder öbür dünyada. Dinle alakası yoksa da, cennet gibi bir yaşam vaat eder bu dünyada. İkisi de hayatımıza bir anlam yükledikleri hissini uyandırırlar. Şu veya bu ideal için ölün derler, bu idealler her ne kadar sizin idealiniz olmasa da. Hayatın anlamı dava için hayatını ortaya koymaktır onlara bakarsan.
Gençlik yıllarında herkes bu tür sorular sormuştur kendine. ‘’Hayatın anlamı nedir? Biz niye var olduk? Tanrı bizi niye yarattı?'' diye düşünmeyen yoktur sanırım. Bu yüzden daha çok gençlere kanca atar insanları sömürmek isteyenler. Hâlbuki ne hayatın bir anlamı vardır kendisinden başka, ne de kimsenin uğruna harcanacak kadar uzun yaşanır bu dünyada. Hayatın anlamını arayacaksak eğer başka yere değil yine hayata bakmak gerek. Ne filanca dervişin arkasından gidelim diye ne de filanca siyasi kişiliği takip edelim diye yarattı tanrı bizi. Hele hele birilerinin çok önemli dediği şeyler uğruna ölmek için yaratmış olması hiç mümkün değil. Her yerden hayat fışkırıyor biz öldürmedikçe, tanrı bizi sadece yaşayalım diye yaratmış olmalı bence.
Mademki sadece yaşayalım diye yaratıldık ve sadece bir defa yaşayacağız, o zaman neden bu kadar değerli bir şey (hayatımız) hakkında karar alma yetkisini tek bir kişiye bırakalım? Bu sebeple bırakın tüm gücün tek adamda toplanmasını, şu anda gücün toplandığı kişileri ve organları da biraz zayıflatıp kontrol ve denetim altına almalı. Belki tek meclisle yetinmeyip onu kontrol edecek yeni bir meclis kurulmalı, belki Cumhurbaşkanının törenlerde boy göstermekten başka bir yetkisi bırakılmamalı. Hükümetler de her istediklerini yapacak kadar güçlü olmamalı. Yargı bağımsız olmalı ama derebeyliğini kuracak kadar da sorumsuz olmamalı. Onu da kontrol ve denetim altında tutan bir mekanizma olmalı. Bu diğer kurumlar için de böyle olmalı.
Özet olarak, bu ülkede sade bir vatandaş olarak beni istediği anda ezebilecek kadar güçlü hiç kimse ve hiçbir kurum olmamalı.  Aksine, mademki bu ülkeyi benim gibi sıradan insanlar hayatlarını ortaya koyarak kurdular, mademki hala ülke için birileri ölmesi gerektiğinde benim gibi sade vatandaşlar ölüyor, mademki bu ülkede yapılan her şey benim gibi sade vatandaşların vergileriyle yapılıyor ve mademki bu ülkeyi kimin yöneteceği bile benim oyumla belirleniyor, o zaman eğer biri güçlendirilecekse; sade vatandaş, yani birey güçlendirilmeli. Devletin her kurumu, bu kurumların; bazı kişilerin, siyasi kliklerin veya tarikat ve cemaatlerin kontrolüne girip bireye baskı aracı haline gelmemesi için yeterince zayıflatılmalı ve birbirlerini kontrol edecek şekilde yeniden düzenlenmeli. Devlet, kimsenin malı olmadığı gibi hiçbir kişi veya grubu da korumamalı. Tam aksine sade vatandaşı güçlü liderlerden, siyasi kliklerden, kendini kanun zanneden hâkimlerden, kendini devlet zanneden asker ve polislerden, ben iş üretiyorum ve en çok vergiyi ben veriyorum diye böbürlenen zenginlerden, devletin kendi hakkı olduğunu sanan bazı dini gruplardan, cemaatlerden, tarikatlardan ve sahte mehdilerden korumaktan başka bir şey yapmamalı.

Eğer illa ki tek bir adamı güçlendirecekseniz, o zaman beni güçlendirin. Yani sıradan vatandaş olan bireyi. Çünkü bu ülkenin gücü benim sayemde oluşuyor ve güçlü olmaya en çok hakkı olan da benim. Bu, bugün yaşanan tahakküm ve baskının sebep olduğu sorunların da en makul çözüm yoludur. Çünkü güçlü bireylerin olduğu toplumlarda kimse kimseye tahakküm edemez.

Mehmet Çanlı


Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

Para ve İktidar İlişkisi.



Ekonomi ve iktidar ilişkisi.
Bahsetmek istediğim konu ekonomik durumun iktidarlara etkisidir. Konuya bazı genel bilgiler vererek başlamak istiyorum.
1. Osmanlı İmparatorluğu ilk defa 1854’te Kırım Savaşı sırasında dış borç almış ve 1854-1875 yılları arasında, yani 21 yılda 220 milyon sterlin (İngiliz Lirası) borçlanmıştır. 1860'da toplam devlet harcamalarının yüzde 10'u dış borç ödemelerine gitmektedir. Bu oran, 1874’de yüzde 57'ye çıkmıştır. 1874-76 arasında Anadolu'da kuraklık yaşanınca ekonomi daha sıkıntılı bir hale gelmiştir. Aynı yıllar arasında kolera salgını ile çok sayıda insan ölmüştür. Fakirlik yüzünden Müslüman fahişe sayısında büyük artış olmuştur. Ekonomik durumun iyice kötüye gitmesi ve bunun yarattığı sosyal sorunlar artık dikkat çekici bir duruma geldiği için 1875 yılında Osmanlı İmparatorluğu dış borçlarını ödeyemeyeceğini ilan etmiştir.
Sonuç: 30 Mayıs 1876 tarihinde Abdülaziz darbeyle padişahlıktan indirildi.
2. 1939 - 1944 yılları arasında savaşın etkisiyle milli gelirde yaklaşık %20’lik küçülme yaşanmıştır. Buna bağlı olarak yüksek enflasyon yaşanmaya başlamış ve aynı dönemde fiyatlar dört kat artmıştır. Bunun üzerine 7 Eylül 1946'da Recep Peker'in başbakanlığı sırasında IMF'nin isteği ile cumhuriyet tarihinde ilk defa yüksek oranda devalüasyon gerçekleştirilmiş ve yüzde 117'lik devalüasyon yapılmıştır. Bu devalüasyon ile Dolar 2.8 liraya yükselmiştir.  1946 yılında devalüasyon dış borcu da TL cinsinden artırmış ve dış borç 707 milyon Türk lirasına ulaşmıştır. İsmet İnönü ABD'den 500 milyon dolar borç istemiş ve 12 Temmuz 1947'de 200 milyon dolar borç alabilmiştir.
Sonuç: 1950 seçimlerinde CHP iktidarı kaybetmiştir.
3. 1950-1960 yılları arasında Türkiye'nin dış borcu 227 milyon dolardan 1138 milyon dolara ulaşmış ve böylece toplam dış borç miktarında dört kattan fazla bir yükseliş ortaya çıkmıştır. 1950’lerin son yıllarında yaşanan kuraklık sebebiyle tarım üretiminde büyük bir düşüş yaşanmış, bunun üzerine ekonomi daha da bozulmuştur. Bunun sonucunda da dış borç bulmada ve mevcut dış borcu ödemede sorunlar yaşanmaya başlanmıştır. Bu sebeple başbakan Adnan Menderes 4 Ağustos 1958'de yüzde 60 oranında devalüasyon yapmış, böylece 1958 yılında dolar 9 TL’ye çıkmıştır.
Sonuç: Menderes askeri darbe ile iktidarını kaybetmekle kalmamış hayatını da kaybetmiştir.
4. 1969-70’e gelindiğinde ekonomi yine benzer sorunlarla karşı karşıya kalmış ve yine benzer bir şekilde soruna çözüm bulmak için başbakan Süleyman Demirel 10 Ağustos 1970'de yüzde 66 oranında devalüasyon yapmıştır. 1 Dolar, 15 Lira olmuştur.
Sonuç: 1971 askeri muhtırası ile Demirel iktidardan düşmüştür. 1973 yılındaki seçimde en fazla oyu alan CHP, MSP ile hükümet kurmuştur.
5. 1974’te petrol fiyatlarının patlayarak 4 katına çıkması Türkiye ekonomisini olumsuz etkilemiş, aynı yıl Kıbrıs Barış Harekâtı ile birlikte Batılı ülkelerin üstü örtülü ekonomik ambargosu başlayınca ekonomi daha da kötüye gitmiştir. Dış ticaret açığı 769 milyon dolardan 2,3 milyar dolara fırlamış ve bütçe 303 milyon dolar açık vermiştir. Böylece Türkiye Ekonomik Krize girmiştir.
Sonuç: 1975 ara seçimlerinde iktidardaki CHP 6 milletvekilliğinden sadece birini kazanmış, diğer milletvekilleri AP’ye gitmiştir. Ecevit erken seçim yapılması için istifa etmiş ama erken seçim yapılmamış ve Demirel başkanlığında Milliyetçi Cephe hükümeti kurulmuştur.
6. 1970 yılında 1,8 milyar dolar olan borcumuz, 1977 yılında 10 milyar dolara çıkmış, aynı yıl ekonomi yüzde 4,  1978 yılında ise yüzde 3 küçülmüştür. 1978 yılında kısa vadeli borçların toplam borç içindeki payı yüzde 52’ye ulaşmış ve 1978’de ekonomik kriz patlak vermiştir. 1978 yılından başlayarak Türkiye ekonomisi ciddi düzeyde bir döviz kriziyle karşılaşmıştır. Siyasi istikrarsızlık ve yüksek enflasyonun ekonomik büyümeyi engellediği bir sürece girilmiştir. Bu krizler ve darboğazlar sonraki yıl da devam etmiş ve sonunda 1980 yılında 24 Ocak 1980 kararları alınmıştır. 1980 yılında enflasyon yüzde 107.2 olmuş, Türkiye’nin dış borç stoku 14 Milyar Dolar civarına iç borç stoku 93 Milyar TL. civarına çıkmıştır. 24 Ocak 1980 kararları ve Türk parasının değeri yüzde 35 düşürülmüştür.
Sonuç: 1980 askeri darbesi ile hükümet düşürülmüş ve demokrasiye bir süre ara verilmiştir.
7. 1994 yılında ekonomi yüzde 6 oranında daralmıştır. TL, Dolar karşısında 1994 yılının ilk üç ayında yüzde 50 den fazla değer kaybetmiştir. Başbakan Tansu Çiller, ekonomik tedbirler kapsamında 5 Nisan kararlarını açıklamıştır.  MB döviz rezervlerinin yarısına yakınını döviz piyasasına müdahale ederek tüketmiş, faiz oranları çok yüksek düzeylere çıkmış ve 12 aylık toptan eşya fiyat endeksi 1994 yılı sonunda yüzde 150 olmuştur.
Sonuç: 1995 seçimlerinde iktidar partileri DYP ve SHP büyük oy kaybına uğrarlarken RP birinci parti olmuş ve diğer muhalefet partileri de oylarını artırmışlardır.
8. 1999 yılında Marmara depreminin de etkisiyle ekonomi yüzde 6,1 daralmış, enflasyon yüzde 70’e çıkmış ve faizler yüzde 106’ya kadar çıkmıştır. 2000 yılında uygulanan yeni ekonomik programa rağmen faiz oranlarında büyük bir artış yaşanmıştır. 19 Şubat 2001 günü Başbakan Bülent Ecevit ve Cumhurbaşkanı arasında yaşanan MGK krizi ekonomik krizi tetiklemiştir. Bunun sonucunda yüzde 50 oranında devalüasyon yapılmıştır. Ekonomide ise yüzde 9,5 daralma yaşanmıştır.
Sonuç: Hükümet partileri 2002 seçimlerinde sadece iktidarı kaybetmemiş, meclise girmeyi bile başaramamışlardır. İktidar partilerinden ANAP ve DSP bu seçimden sonra adeta tarihten silinmiştir. 12-14 yıl süre siyasi parçalanmışlık, zayıf koalisyon hükümetleri, siyasi ve ekonomik istikrarsızlık toplumda bir güçlü adam ve güçlü iktidar ihtiyacını ortaya çıkardığından olsa gerek AKP seçimlerden tek başına iktidar olacak kadar milletvekili kazanarak çıkmıştır.
Görüldüğü gibi Osmanlı İmparatorluğu’ndan beri ekonomik krizler aynı zamanda iktidarları da krize sokmuştur. Ekonomik krizler genel olarak aşırı borçlanma sebebiyle devletin dış borcunu ödemede zorluk yaşamaya başlaması, dünyada çıkan krizler, tarımda kuraklık sebebiyle üretimin düşmesi, doğal afet veya salgın hastalıkların artması gibi sebeplerden ortaya çıkmaktadır. Bunun ekonomik olarak ortaya çıkardığı sonuç; yüksek enflasyon ve devalüasyondur. Sosyal alandaki etkisi ise; fuhuş başta olmak üzere toplumsal çöküntü, ahlaki düşüklük ve suç oranlarında artış şeklinde ortaya çıkmaktadır. Yaşanan ekonomik krizlerin en önemli sonucu ise, seçim yapılabiliyorsa seçimle, yapılamıyorsa darbeyle iktidarların koltuklarını, bazen de hayatlarını kaybetmesi olmuştur.
Türkiye, 2008 yılındaki Küresel Finans Krizi’nde bir miktar ekonomik daralma kaydederek o günden beri ekonomide inişli çıkışlı bir görünüm arz etmektedir. Ancak son 10 yılda ülkede yaşanan tüm diğer büyük sorunlara rağmen bu durum henüz büyük bir krize sebep olmamış ve her ne kadar muhalefet partilerinin beceriksizliği ve millete bir alternatif sunamamaları da etkili olmuşsa da, hükümet beceriklilikle durumu idare etmeyi bilmiş ve koltuğunu korumayı başarabilmiştir.
Ancak son günlerdeki gelişmeler bu şekilde devam ederse, aynı başarıyı daha fazla devam ettirebileceği şüphelidir. Çünkü Türkiye’nin borçları Osmanlı İmparatorluğu’nun iflasını ilan ettiği durumdan çok daha kötü haldedir. Türk bankacılık sisteminin yüzde 51'i, sigorta sektörünün yüzde 70'i yabancıların eline geçmiştir. Dünya Bankası raporlarına göre Türk milletinin yüzde 26'sı fakirlik sınırının altındadır. 12 milyon insanımızın günlük geliri sadece "1" dolardır. Hırsızlık, yolsuzluk, adi suçlar had safhaya varmıştır. Fuhuş ve uyuşturucu bağımlılığı almış başını gitmiştir. Milletin ahlaki değerlerinde büyük bir çöküntü yaşanmaktadır. Hem bu çöküntü, eskiden olduğunda daha kötü bir çöküntüdür. Çünkü insanlar daha dindar görünmeye başlamalarına rağmen, her türlü ahlaksızlık dini kılıf altında normalleştirilmekte, sübyancılık (pedofili), nekrofili ve her türlü melanet eylem, dini kurallara uygun olduğu söylenerek ahlaka ve hukuka da uygunmuş gibi gösterilmeye çalışılmaktadır.
 Tüm bu olumsuzlukların yanında son zamanlardaki TL’nin dolara karşı hızlı değer kaybı ekonomiye çok daha büyük bir darbe vurmaktadır.  Hükümet her ne kadar, enflasyon oranlarını belirlerken enflasyonu olduğundan çok daha düşük gösterecek şekilde hesaplamaya kıstas olan ürünleri her yıl değiştirse de insanlar günlük alışverişlerini yaparken aynı şeyleri almalarına rağmen her gün önceki günlere göre daha fazla para ödediklerinin farkındadır. Zaten var olan enflasyon bu dolar çılgınlığı ile beraber yürürse buna şimdiye kadar hiçbir hükümet dayanamadığı gibi şimdiki de dayanamaz. 
Son Sonuç: Hayırlısı neyse o olsun…
Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.



Son Çar Putin ve Rus İmparatorluk Stratejisi



Son Çar Putin’in Uyguladığı Emperyal Strateji 

     Soğuk Savaş sona ererken Sovyetler Birliği; sahip olduğu ekonomik, siyasi, kültürel, demografik ve teknolojik gücü Batı ile silah yarışına devam edemediğinden, Glasnost ve Prestorika gibi yeni açılımlarla bu çıkmazdan kurtulmaya çalışmıştır. Ancak açılımı yapan Sovyet yetkililer, uzun süredir katı bir baskı altında yönetilen; çok dilli, çok dinli ve çok kültürlü bir imparatorluğun bu baskı kalkıp halklar dünya ile temasa geçtiğinde varlığını koruyamayacağını tahmin edememiş, ekonomik liberalizm ile beraber siyasi liberalizm de uygulamaya kalkınca dünyanın iki süper gücünden birinin dağılmasına sebep olmuşlardır.
     Hâlbuki yıllar boyunca savaştıkları ve Batı’ya yanaştıkça dağılma sürecine giren Osmanlı İmparatorluğu’nun Tanzimat Fermanı ve Islahat Fermanı gibi açılımlarla başına gelenleri biraz inceleselerdi bu duruma belki bir tedbir alabilirlerdi. Sovyetler Birliği’nin aksine Çin bu tehlikeyi görmüş, ekonomik liberalizmi en uç noktalara kadar uygularken devletin merkezi ve baskıcı yapısını gevşetmemiştir. Bunun sonucunda, uyguladıkları devlet kapitalizmi ile bütünlüklerini koruyarak yavaş yavaş ABD’ye rakip tek güç haline gelebilmişlerdir.
     Sovyetler Birliğinin bu politikalarla dağılacağını gören fakat artık geç kalmış olan KGB’nin 1992 yılında tezgâhladığı darbe başarısız olunca Yeltsin, Rusya Federasyonu’nun bağımsızlığını ilan etmiş, devlet başkanı olmuş ve bu süreçte Sovyetler Birliği lağvedilmiştir. Bundan sonra Rusya, kapitalist sisteme çok ta planlı bir şekilde geçemediğinden birçok hayati sorunla karşı karşıya kalmıştır.
     Bu sorunların en önemlisi; bağımsızlıklarını ilan eden Sovyet Cumhuriyetlerinin ardından Rusya Federasyonu içindeki Özerk Cumhuriyet ve bölgelerde ayrılıkçı hareketlerin gelişmesi olmuştur. Yeltsin, gittikçe bozulan ekonominin de verdiği zorlukla bu konu ile mücadele etmekte zorlanmış, zaman zaman tavizler vermek ve geri adım atmak durumunda kalmıştır.


     Fakat komünist imparatorluğu dağılmış olan Rusya’nın eski Çarlık dönemi emperyalist hatıraları kısa süre içinde yeniden canlanmış; Çeçenistan Savaşı ve başta Tataristan olmak üzere özerk cumhuriyetlerin daha fazla yetki talepleri gibi sorunlara rağmen kısa sürede Kafkasya ve Orta Asya’da kurulan yeni devletleri kendi kontrolü altında tutmaya yönelik politikalar geliştirmeye başlamıştır. Bunlardan en önemli girişim Bağımsız Devletler Topluluğu’dur. Fakat Rusya, bu girişiminin o kadar kolay olmayacağını anlaması uzun sürmemiştir. Çünkü artık sadece ABD ve AB ile değil, Türkiye, İran ve Çin gibi bölgesel aktörlerle de rekabet etmek zorunda kalmıştır.
     Rusya bu dış sorunlarla uğraşırken bir yandan da yeniden yapılanmanın sorunlarını yaşamaya başlamıştır. Rusya’da çok derin ekonomik krizler ortaya çıkmış, üretim durmuş, silahlı kuvvetlerde maaşlar ödenemediğinden askerler silahları çalarak satmaya başlamış, mafyalaşma artmış böylece devlet dışı aktörler kontrolsüz bir biçimde ve devletin aleyhine olarak büyümüştür. Kısa süre içinde, benzerleri batıda bile bulunamayacak kadar zengin bir kesim oluşmuştur. Devlet mallarını kendi üzerlerine geçirerek ve yasadışı ticaret yaparak zenginleşen bu kesimler kısa sürede ülkeyi kontrol eder hale gelmişler, bu durum ise Yeltsin hükümetinin elini kolunu bağlayan hususlardan biri olmuştur. 2000 yılında, devlet başkanlığına gelen Vladimir Putin’in önünde işte böyle bir tablo vardır.
     Putin iktidara gelir gelmez önce, başta istihbarat teşkilatı olmak üzere devlet organlarına kendi kontrolündeki kişileri getirerek iktidarını güçlendirmiştir. Bundan sonra da hükümetin önünde en büyük engel olarak gördüğü oligarkları sert tedbirlerle ortadan kaldırmıştır. Bunu da polisi, istihbarat teşkilatını ve olaya yasal süsü vermek için hukuku kullanarak yapmıştır. Ardından da çıkardığı kanunlar ile özerk cumhuriyet ve bölgelerin yetkilerini kısıtlamış, merkezin gücünü tekrar artırmıştır. 
     Putin içeride istikrarı sağlamak ve iktidarını güçlendirmek için sert tedbirler uygularken öte yandan Rusya’nın dış politikasına da yeni bir yaklaşım getirmeye çalışmıştır. Bunun için iktidara gelmesinden kısa bir süre sonra yeni bir ‘’Güvenlik Doktrini’’ ilan etmiştir. Bu doktrin BDT ülkelerinde Rus hâkimiyetini amaçlamaktadır. Bu stratejiyi derhal yürürlüğe koyan Putin ilk adımı Güney Kafkasya’da atmış ve Rus etkisini güçlendirmek için 9-10 Ocak 2001’de Bakü’yü ziyaret etmiştir. İlk olarak Bakü’ye gitmesinin özel bir sebebi vardır. Çünkü Azerbaycan bağımsızlığını ilan ettiği günden beri Rusya için kara kedi durumunda olmuştur. Bu yüzden, Karabağ Savaşın'da Rusya, sadece Ermenileri desteklemekle kalmamış, Rus birlikleri de sivil Türk halka yapılan acımasız saldırı ve katliamlara Ermenilerle birlikte iştirak etmiştir. Bağımsızlığını ilan ettiği günden itibaren Rusya’ya bağımlı olmayı benimsemiş olan Ermenistan, bu saldırılardan sonra Rusya’nın bölgede tutunması için temel dayanak noktası olmuştur. Putin Azerbaycan’dan sonra Gürcistan’a yaklaşmış, istediğini tam olarak alamayınca da, gerek Abhazları, gerekse Oset ve diğer azınlıkları kullanarak bu ülkeye yoğun bir şekilde baskı yapmaya başlamıştır.

     Fakat evdeki hesap çarşıya uymamıştır. Rusya ile nispeten olumlu bir ilişki kurmaya dikkat eden Şvardnadze, ABD’den bazı odaklar tarafından pompalanan renkli devrimlerin biriyle iktidardan ayrılınca iktidara gelen Sahakashvili, tamamen batı taraftarı politikalar izlemeye başlamıştır. Bunu, Rusya açısından daha vahim hale getiren, askeri eğitim ve yardım için Türkiye’den gönderilen askeri personel tarafından Gürcistan’da bazı askeri merkezlerin kurulması olmuştur. Gürcistan, ABD askeri birimlerini de ülkeye kabul edince artık ağır bir cezaya çarptırılmayı hak etmişti.
     Bunun için uygun fırsat 2008 yılında ortaya çıktı. Ordusunu yeterince güçlendirdiğini ve Abhazya ile Osetya’da isyancıları bastırabileceğini düşünen Shakashvili, bu bölgelere askeri birliklerini sokunca hiç beklemediği bir şeyle karşılaştı. Bu karşılaştığı şey tüm dünya için de sürpriz olmuş ve heyecan yaratmıştı. Yoğun hava desteği ile desteklenen Rus zırhlı ve motorlu birlikleri, bir gece ansızın güneye doğru yola çıkmış ve Gürcistan Ordusu’na saldırmıştı. Yenilip dağılan Gürcü kuvvetleri güneye doğru kaçarken, Rus birlikleri de nefes almadan arkalarından ilerliyordu. Bir ara, acaba Rusya Bakü Tiflis Ceyhan boru hattına kadar inecek mi diye herkes gözünü bu Rus taarruzuna çevirdi. Ancak Putin hedefine ulaştığından bu hatta gelmeden birliklerini durdurdu. Putin böylece; Oset ve Abhazları katliamdan kurtarma bahanesiyle Gürcistan topraklarını işgal etmiş öte yandan Türkiye, AB  ve ABD’ye de, eğer Rus çıkarlarına saldırılırsa, buna karşılık vermek için boru hatlarına istediği zaman ulaşabileceği mesajını vermişti.
     Rusya bundan sonra bu iki özerk bölgede düzenlediği orta oyunu ile bunlara bağımsızlık ilan ettirip ardından da resmen tanıdı. Dünya kamuoyuna da; Abhaz ve Osetlerin kendi kaderini tayin hakkı olduğunu deklare etti. Fakat bu; sadece uydurma olduğu için değil, bağımsızlık kararı alanların Abhaz ve Osetler olmadığı için de yalandı. Çünkü Osetya ve Abhazya’da en büyük nüfus Ruslardan oluşuyordu. Abhazya’da Abhazlar belki de Ermenilerden bile azdı. Baştan beri bilinmesine rağmen bu hareket tüm dünyaya şunu göstermiştir: Putin, Rusya’yı yeniden bir süper güç ve bir dünya devleti haline getirmek için güç kullanmayı bir politika olarak kullanmaya ve çatışmayı göze almaya hazırdır.
     Bilindiği gibi, Putin’in bu yolda yaptıklarında ona akıl hocalığı yapan çok sayıda kişi vardır. Akıl hocalarından en önemlisi de 1. Dünya savaşı öncesinde ortaya çıkıp savaş sonrasında da bir süre  Bolşevik Devrim’den kaçan entelektüeller arasında devam eden Avrasyacılık Jeopolitik teorisini yeniden ve yeni bir versiyonla ortaya atan Aleksander Dugin’dir. Dugin’in iddiasına göre Rusya Avrupalı değildir. Ama Asyalı da değildir. İkisinin ortasında, hem Avrupalı ve hem de Asyalı olan kendine has bir varlıktır. Rusya bu merkezi konumuyla güçlü bir şekilde var olabilmek için imparatorluk stratejileri uygulamalıdır. Bu stratejiler de yayılmacı olmak zorundadır. Fakat günümüz dünyasında eski usul savaşlar vasıtasıyla yayılmacılık mümkün değildir. Onun için Rusya, ittifaklar ve işbirliği yaparak etkisini daha geniş bir bölgeye yaymaya çalışmalıdır. Bunun için gerekli askeri güç Rusya’da vardır ancak Rusya Sovyet döneminde de görüldüğü gibi teknolojik ve ekonomik güç açısından tek başına yetersiz kalmaktadır. İşte bu sebeple Rusya, kendisinde olmayan teknolojik ve ekonomik zekâya sahip olan Almanya ve Japonya ile işbirliğine girmelidir.

     Ayrıca Rusya, süper güç olmak için sıcak denizlerde daimi bir donanma bulundurmalıdır. Ama bu sıcak deniz yolu artık eskisi gibi Akdeniz’e uzanan yol değildir. Rusya sıcak bir okyanusa çıkmak zorundadır. Bunu başarırsa zaten Akdeniz’e ulaşması kolaydır. Bu sebeple Rusya için güneyde işbirliği yapılacak en uygun ülke, Batı ile sorunları olan İran’dır. Türkiye ise Dugin’in deniz medeniyeti dediği (Ona göre Rusya kara medeniyetidir ve tarih boyunca mücadeleler Kara ve Deniz medeniyetleri arasında olmuştur.) ABD ve İngiltere gibi ülkelerin bulunduğu NATO’ya üye olduğu için ezilmesi gereken düşman veya en azından rakip bir ülkedir. Bunun diğer bir sebebi de; Türkiye’nin aynı dil ve ırktan insanların yaşadığı Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ve Rusya’daki Türk ve Müslüman özerk cumhuriyetlerle birleşmeyi öngören Turancı bir politika izlemesinin Rusya’nın tüm hayallerini suya düşürecek bir durum olacağını düşünmesidir. Rusya’nın Kafkasya’ya bu kadar önem vermesini bu kapsamda değerlendirirsek bu bölgenin, Rusya’nın Karadeniz’de hâkim bir pozisyonda olması kadar İran yoluyla gelecekte Hint Okyanusu’na çıkması açısından önemli olmasından da kaynaklanıyor denilebilir. Ayrıca bu bölge kontrol altına alınırsa, Türkiye’nin Orta Asya’ya etki etmesinin de önü alınabilir.
     Neyse, Dönelim Putin’e….
  Putin Kafkasya’daki bu sorunu kendi bildiğince halledince yönünü hemen Batı’ya dönmüştür. Burada en önemli konu Ukrayna’dır. Ukrayna Slav kökenli olmasına rağmen tarih boyunca; Türk unsurlarla karışması, Baltık ülkeleri tarafından bir müddet yönetilmesi, Katolik mezhebinin yaygın olması vb. sebeplerle Ruslardan çok ayrı bir kültür ve kimlik geliştirmiştir. Bu sebeple, her zaman Rus işgallerini direnişle karşılamış, çok defa baskı ve katliamlara maruz kalmış, bu sebeple de Rusya’ya karşı daima olumsuz duygular beslemiştir. 1. ve 2. Dünya Savaşlarında bağımsızlığa kavuşma noktasına gelmişse de Rusya yine bu ülkeyi ordularıyla ezmiştir.
     Bu işgal dönemlerinin etkisiyle Ukrayna’ya çok sayıda Rus Ortodoks nüfus yerleştiğinden Soğuk Savaş sonrasında bu durum ülkede yönetime kimin geleceği konusunda büyük sorunlar yaşanmasına sebep olmuştur. Bazen Rusya yanlıları, bazen de Batı ve bağımsızlık yanlıları iktidara gelmiş ancak bu durum ülkeyi parçalanmanın eşiğine getirmiştir. Bunun temel sebebi; Batı, Ukraynalıları kendine doğru çekerken Rusya’nın da Rus Ortodoks ve Rusya yanlılarını inatla kendine doğru çekmesi olmuştur. Böylece iki taraftan inatla çekilen Ukrayna sonuçta ikiye bölünmüştür.
     Rusya’nın Ukrayna tutkusu milliyetçilik, halkların kendi kaderlerini tayin hakkı gibi Rusya’nın uydurmalarından kaynaklanmamaktadır. Konu yine Emperyalist Rusya’nın jeopolitik zorunluluklardan kaynaklanan çıkarlarıdır. Öncelikle Ukrayna; Rusya'nın yüzyıllardır devam ettirdiği sıcak denizlere inme politikasının kilit noktası olan Kırım'a sahiptir. Bu bölge Karadeniz’deki Rus deniz kuvvetleri için en hayati üs durumundadır. Bu bölge aynı zamanda antik dönemlerden beri Çin ve Avrupa arasındaki önemli ticaret yollarından biri olan step yolunun batıdaki ucudur.
     Bundan başka Ukrayna önemli bir tarım potansiyeli ile daha çok doğu ve güneydoğusunda yoğunlaşmış önemli sanayi bölgelerine sahiptir. Daha da önemlisi Rus doğalgazını Avrupa'ya taşıyan önemli boru hatlarını üzerinde bulundurmaktadır. Yani Ukrayna; Avrupa'nın ihtiyaç duyduğu, Rusya'nın da ekonomisini krizlere girmeden yürütebilmesini (Rus ekonomisi önemli bir şekilde karbon yakıtlarının yurt dışına yapılacak ihracatına bağımlıdır.) sağlayacak doğalgaz ve petrolün geçtiği bölgede adeta bu hattın boğazını tutmuş bir pozisyondadır.
     Bu sebeple Ukrayna; Avrupa ve Rusya için büyük bir anlam taşımaktadır. Bu durum, bu ülkelerin krize yaklaşımlarına da etki etmektedir. Rusya ve Avrupa krize daha temkinli yaklaşırken ABD daha agressif hareket etmiş ve Avrupa'dan bağımsız politikalar takip etmiştir. Bunun üzerine Putin, Kafkasya’da da yaptığı gibi, etnik Rusları kullanarak yayılmacı bir strateji uygulamış, bunun için Kırım halk oylaması yapılarak Rusya’ya bağlanmıştır. Fakat Putin, bu durum Rusya için de risk taşıdığından, uluslararası arenada ihtiyatlı davranmaya özen göstermektedir. Çünkü Rusya’da da şu anda sesini çıkaramayan birçok özerk bölge ve cumhuriyette birçok ayrılıkçı akım ortaya çıkabilir. Çeçenistan sorunu bu kadar zor bastırılmışken Rusya yeni bir benzeri hareketi kaldıramayabilir. Mesela aynı şeyi, yani bağımsızlık ilanı için bir referandumu Tataristan yaparsa ne olacak?
     Putin’in Kafkasya ve Doğu Avrupa’da bu emperyalist politikaları ve uyguladığı stratejiler şimdilik başarılı olmuş gibi görünmektedir. Belki de bunlardan da cesaret alan Putin, artık yeniden Ortadoğu politikasına girmenin zamanının geldiğini düşünerek, 30 Eylül 2015’ten beri Suriye rejimine askeri birlikleriyle fiilen destek vermeye başlamıştır. Burada Putin’in söylemi, bölgeye yerleşmek isteyen diğer devletler gibi, IŞİD terör örgütüne karşı mücadele üzerinden yürütülen bir propagandayı kendine dayanak almaktadır. Fakat biraz dikkatli bakılırsa bunun yalandan başka bir şey olmadığını kolaylıkla görebilir.

     Rusya, Suriye rejiminin kara operasyonlarına destek vermeye başladığı ilk günden itibaren daha çok ÖSO, Nusra ve Türkmen bölgelerini bombalamıştır. Bunun da sebebi gayet açıktır. Çünkü diğer müdahil devletler gibi Rusya’nın da terörle mücadele gibi bir hedefi filan yoktur. Esas amaç kendi çıkarlarını korumaktır. Peki diyebilirsiniz ki nedir Rusya’nın Suriye’deki çıkarları? Anlatmaya çalışayım.
     Rusya’nın Akdeniz’deki tek deniz üssü Tartus’tadır. Bu üsler olmazsa Rus donanması uzun süre Akdeniz’de kalamaz. Dolayısıyla Süveyş Kanalı vasıtasıyla iki okyanusu birleştiren ve dünya petrol rezervlerinin çok büyük bir bölümünün bulunduğu Ortadoğu’yu kontrol eden Akdeniz’de bir varlık gösteremez. Bunu yapamazsa süper güç olma iddiası da sadece bir iddia olmaktan öteye geçemez.
     Bu bölge şu anda Esat rejiminin kontrolündedir. O zaman niye başka yerle uğraşıyor bu Rusya diye aklınıza gelebilir. Daha önce ‘’Suriye İç Savaşı’nın Yapısal Sebepleri ve Ortaya Çıkan Gelişmeler.’’ başlıklı yazımda bunun sebebini açıklamıştım. O yazıya bakılırsa görülecektir ki Şam merkezli bir Suriye devletinin yaşayabilmesi için iki husus şarttır. Bunlardan biri; Hama, Humus ve Halep gibi ekonomi, ticaret ve ulaştırma merkezlerinin mutlaka bu devletin elinde olması gereğidir. Diğeri de denize açılabilmesidir. Şam merkezli bir devletin dünyaya açılabileceği iki yol vardır. Bunlardan biri Lübnan limanları diğeri de Lazkiye ve Tartus limanıdır. Güneydeki Tartus limanı nispeten daha küçük ve zaten bir kısmı da Rusya ve Suriye ordusu tarafından üs olarak kullanılmaktadır. Ama Lazkiye limanı oldukça büyük ve bir ülkenin dış bağlantısı için de gayet müsaittir. Zaten iç savaş öncesinde de Suriye tüm dış ticaretini bu limandan yapmaktaydı. Ben 2000’li yıllarda Lazkiye’ye 4-5 defa gitmiş ve bu limanı görmüştüm. O zaman bile her yer konteyner dolu, limanda gemiler gelip gidiyor ve oldukça işlek bir liman olarak görünüyordu.
     İşte konu budur. Halep ve Lazkiye bölgelerinin Suriye’de Eset rejiminin kontrolünde kalması, rejimin de bu rejimin kontrol edeceği bir devletin de olmazsa olmazıdır. Ama şu anda Suriye’de savaşan gruplara bakıldığında bunun önünde duran önemli bir sorun olduğu görünmektedir. Lazkiye’nin kuzey bölgelerinin çoğu ÖSO, Nusra ve Türkmen askeri güçlerinin elindedir. (Tekrar belirteyim burada IŞİD filan yoktur.) Bu bölgeler başka bir gücün elinde olduğu müddetçe Lazkiye’yi elinde tutan bir güç hiçbir zaman burayı sonsuza dek elinde tutacağından emin olamaz. Çünkü Suriye’nin, bizim Hatay ilimize sınır bölgesi olan, kuzeyi yüksek dağlar ve ormanlık arazilerden oluşmaktadır. Burada konuşlanan askeri güçler her zaman Lazkiye’yi tehdit edebilir. Diğer bir konu da Lazkiye’den bizim Yayladağı ilçemize kadar uzanan ve bölgede ulaşıma uygun tek yaklaşma istikameti de Türkmenlerin çoğunlukta bulunduğu Bayır-Bucak kasabaları ve bunlara bağlı Türkmen köylerinin ortasından geçmesidir. Bu durumuyla bu bölge Türkiye’nin de barışta ve savaşta en kısa yoldan etki edebileceği bir bölgedir. Dolayısıyla çok önemlidir. Onun için bu bölgedeki Türkmen varlığı Rusya’nın çıkarları için uygun değildir. Buradan sürülmeleri, gitmezlerse de yok edilmeleri lazımdır.
     Bu bölgenin önemi sadece bundan ibaret değildir. Mesela bu bölge, Lazkiye’den Halep’e giden ana karayolunu da kontrol eden bir konumdadır. Bu yol bizim en güney uçtaki köyümüz olan Beysun (yeni adıyla Topraktutan) köyündeki karakolumuzdan da çıplak gözle görülmektedir. Bu yol oldukça geniş ve otoban diyebileceğimiz bir yoldur. Bu da yetmedi derseniz Türkmen bölgesinin önemini anlatmaya devam edeyim. Lazkiye’de şehir merkezinin 2 km doğusunda tren garı vardır. Buradan yola çıkan trenler, Halep’e giderken yine bu Türkmen bölgesinden geçmek zorundadır. Ayrıca Lazkiye’nin Şam yönetimi için önemini vurgulamak için buradan Hama ve Humus’a da tren yolu olduğunu ve ayrıca Lazkiye şehrinin 25 km güneyinde, Ceble şehrine yakın bir bölgede bir Uluslararası Havaalanı bulunduğunu söylemek yeterli olur sanırım. Bu perspektiften bakınca Suriye’de Türkiye-Rusya çekişmesi sanırım daha sağlıklı bir şekilde anlaşılabilir.
     Müsaade ederseniz konuyu biraz daha açmaya çalışayım. Yakın zamanda Suriye’de çözüm sağlanması için sanırım Avusturya’da bazı uluslararası görüşmeler yapılmıştı. Bu görüşmelerde ise hemen bazı olumlu gelişmeler ortaya çıkmıştı. Bunun en önemli sebebi Avrupa ve ABD’nin artık bu sorunun çözülmesini istemesidir. Çünkü IŞİD terör örgütü, ABD ve Batıyı da tehdit etmeye başlamıştır. Daha da önemlisi Türkiye’ye sığınmış 2,5 milyondan fazla Suriyeli göçmenden yüz binlercesi bir yolunu bulup Avrupa kapılarına dayanmıştır. Avrupa yeni bir göç dalgasını korku ile karşılamıştır. Suriyelileri sınırlarında gören başta Almanya olmak üzere birçok AB ülkesi bu durum karşısında büyük bir panik yaşamaya başlamıştır. Bu sebeple AB ülkeleri artık Suriye sorununun bir an önce çözülmesini istemektedir. İşte bu durumu gören, yani Suriye sorununun yakın bir zamanda mutlaka çözüleceğini gören bazı emperyalist ülkeler bu görüşmelerden sonra doğrudan müdahale etmek için Suriye sorununun içine girmişlerdir. Bundan maksatları çözüm öncesi kendileri için en uygun mevzileri kazanmak ve kendi destekledikleri unsurların mümkün olduğu kadar geniş ve stratejik alanları kontrol altına almasını sağlamaktır.
      Yine ‘’Suriye İç Savaşı’nın Yapısal Sebepleri ve Ortaya Çıkan Gelişmeler.’’ başlıklı yazıma bakarsanız Suriye’nin Şu anda Işid kontrolünde olan bölgesi aslında o kadar da önemli bir bölge değildir. Nüfus yoğunluğu fazla ve stratejik önemi olan bölgeler Şam-Hama-Humus-Halep şehirleri ile bu hattın batısındaki bölgeler ve Türkiye sınırında bulunan, nüfus yoğunluğu nispeten fazla ve Kamışlı gibi az da olsa petrol çıkan bölgelerdir. Zaten azıcık dikkat ederseniz mücadelenin de bu bölgelerde yoğunlaştığını görürsünüz.

     Yani Rusya Suriye’de, günlerdir propagandasını yaptığı sebeplerle değil, yeniden emperyal politikalara dönen Putin’in Rusya’yı bir dünya gücü olarak ayağa kaldırma stratejisinin bir uzantısı olarak bulunmaktadır. Ancak uçağı düşürülen Putin, Kafkasya ve Doğu Avrupa’da karşılaşmadığı bir tavırla karşılaştığı için çok sinirlenmiş ve hatta paniğe kapılmıştır. Ne ABD, ne de AB’nin güçlü ülkeleri Rusya’nın saldırgan tutumu karşısında böyle bir karşılık vermemişken, Türkiye gibi kendisinin gözünde oldukça küçük olan bir ülkenin bunu yapmış olmasını hazmedememektedir. Çünkü bunun, başkalarına da örnek olacağını düşünmektedir. Eğer buna çok önemli bir ceza kesemezse başka ülkelerin de, Rusya’nın bir blöften ibaret olduğunu düşünerek hareket edeceğinden korkmaktadır. Fakat aslında elinde yapabileceği fazla bir şey de yoktur.
     Zaten bu sebeple uçak düşeli beri sürekli olarak demeçler vermekte, internet ve televizyonlar üzerinden Türkiye ve dünya kamuoyuna karşı psikolojik harekât icra etmeye çalışmaktadır. Aslında Türkiye’de insanların psikolojik harekâta yatkınlığı olduğunu  Putin de çok iyi bilmektedir. Çünkü bu ülkede gazete köşelerinde, sanal âlemde, televizyonlarda üç beş tane şerefsizin yaptığı psikolojik harekât sonucu bu ülkenin halkının önemli bir kısmı bunlara inanmış, ülkenin yasal hükümetinin de desteğiyle Türk Ordusu neredeyse tamamen çökertilme noktasına getirilmiştir. Bu sebeple Putin şimdilik buna ağırlık vermekte ve aslında birbiriyle çelişen tutarsız iddialarla kendini tatmin etmektedir. Mesela Putin; Suriye’deki Türkmen silahlı güçlerini, ÖSO güçlerini vb. resmi devlet otoritesine karşı mücadele ettikleri için terörist olarak tanımlamaktadır. Hâlbuki kendisi önce Karabağ’da, sonra Abhazya ve Osetya’da şimdi terörist dediği kişilerle aynı işleri yapanları ordularını göndererek savunmuş ve Azerbaycan ve Gürcistan’dan koparmıştır. Daha sonra aynı şeyi Kırım’da yapmıştır. Yani Rusya’ya göre kendi taraftarı ayrılıkçı gruplar kendi kaderini tayin hakkını kullanırken Rusya çıkarına aykırı olanlar terörist olmaktadır. Öte yandan IŞİD petrolünün Türkiye üzerinden satıldığı iddialarını, ülkesinin çıkarları için Türkmenleri katletmesine ve uçağın düşürülmesine bahane olarak sunmaya çalışmaktadır. Nitekim Rusya kaçak petrol satış güzergahlarını yayımlamıştır. Fakat nedense bunların hiç biri Türkmenlerin bölgesinden geçmemektedir. Bu yayımlanan bilgilere göre en büyük kaçakçılık PYD bölgesinden yapılmasına rağmen Rusya PYD hedeflerine tek bir bomba dahi atmamıştır.
     Bence Putin’in deli dana gibi her yere saldırmasının tek bir sebebi vardır. Şu ana kadar çıkar çatışmasına girdiği hiçbir devlet Rusya’ya karşı çıkmamıştır. Hiçbir Rus uçağı düşürülmemiş, hiçbir Rus tankı vurulmamıştır. Bu da Putin’de; ‘’ben büyüğüm, ne yaparsam yapayım kimse karşı çıkmaya cesaret edemez’’ inancı oluşturmuş olmalıdır. Zaten o yüzden daha önce de aynı yerde Rus uçaklarının yaptığı sınır ihlalleri dile getirilip ikaz edildiğinde bunu kale bile almamıştır. Şimdi hiç beklemediği bir ülke olan Türkiye, Rus uçağını vurunca  Putin çok büyük bir travma geçirmiştir. Zaten; ‘’Hiç beklemediğimiz yerden darbe yedik. Sırtımızdan bıçaklandık.’’ demesi de, belki bu sebeptendir.
     Burada ilave edeyim ki ben Öcalan krizi sırasında sınırda görev yapmıştım. O dönemde de angajman planları ve misli ile mukabele planları yayımlanmış ve yazılı olarak bize gelmişti. Bu planlar geldikten sonra biz planda yazan şartlar oluştukça ayrıca yukarıya sormaya gerek duymadan bunların gereğini yapmıştık. Bu Rus uçağının da benzer şekilde düşürüldüğünü düşünüyorum. Yani ihlal ortaya çıkınca o bölgede devriye uçuşu yapan uçak plana göre gereğini yapmıştır. Saniyeler içinde gelişen bir olayda kimseden izin veya onay aldığını filan sanmıyorum.
     Yani bu olay, hükümetin veya Genelkurmay’ın kontrolünde yapılan kasıtlı bir olaydan çok daha önce açıklanan angajman kurallarını aşırı megaloman ve narsist Rus yönetiminin ka’le almaması ve uçak pilotu olan bir üsteğmen veya yüzbaşının plan gereği üzerine düşeni yapması sonucu ortaya çıkmıştır.

    Saygılar sunarım.
    M.Ç.
    3.12.2015.

29 Ekim 2017 Pazar

Fetöcüler herkesi fişlemişler: Siz hangi kategoriye giriyorsunuz?


    Fetö davalarında verilen ifadelerden artık bazı şeyler çok daha açık bir şekilde ortaya çıkmaya başladı. Mesela, Fetöcüler Milli Ordu'ya hükümetle birlikte kumpas kurdukları dönemde, silahlı kuvvetler insanları fişliyor diye bas bas bağırıyor ve hükümet, basın, liboşlar, büyük-orta-küçük dönekler, PKK'lılar ve daha ne menem tip varsa onların arkasında koro halinde bunu bir nakarat gibi tekrarlıyordu ya, meğerse Fetöcüler herkesi fişliyorlarmış.
    Fişledikleri insanlar öncelikle devlet bürokrasisinde (askeri ve sivil) çalışanlarmış. Özellikle Silahlı Kuvvetler, Polis, Jandarma ve Adalet Bakanlığı'nda herkesi fişlemişler. Fakat bununla da yetinmiyorlarmış. İş adamlarını, dernekleri, tarikatları, siyasi parti mensuplarını ve neredeyse bütün türkiye'yi kategorilere göre sınıflandırarak fişliyorlarmış.
   Bu fişlemede insanları dört kategoriye ayırıyorlarmış. Bunlar:
   1. Hizmet edenler, yani çekirdekten yetişme Fetöcüler.
   2. Hizmete hizmet edenler, yani çekirdekten Fetöcü olmayıp ta sonradan cemaate katılanlar yada cemaata katılmasalar bile gerek şahsi ikbal, gerekse başka sebeplerle Fetöcülerle doğrudan işbirliği yapanlar.
   3. Hizmete karşı olanlar.
   4. Hizmete sessiz ve tepkisiz kalanlar.

Bu sınıflandırmaya göre Fetöcüler, devlet kademelerinde eğer bir mevki için kendi personeli varsa  tayin ve terfilerde öncelikle onu terfi ettiriyorlarmış.
Eğer böyle bir kişi yoksa (Mesela Orgeneralliğe yükselecek Korgeneraller arasında Fetöcü hiç kimse yoksa) o zaman Hizmete Hizmet edenlerden birini terfi ettiriyorlarmış.
Eğer terfi edecekler arasında hizmet edenlerden de hiç kimse yoksa, o zaman hizmete sessiz kalanları terfi ettiriyorlarmış.
Hizmete Karşı olanları ise; kumpaslar, imzasız mektuplar ve internet üzerinden karalamalarla  saf dışı etmeye çalışıyorlarmış.

Bu süreçte devlet kademelerinin hükümet eliyle Fetöcülere teslim edildiğini ve gücün onlarda olduğunu gören Süleymancılar, Kurdoğlu Grubu, Menzilciler ve İstanbul'daki bazı dini gruplar gibi birçok tarikat ve cemaat Fetö'ye yaklaşarak onlarla işbirliği içine girmiş.
Özellikle Jandarma'da, Fetö kadroları terfi edeceklerin tamamını doldurmaya yetmediği için Fetöcüler boşta kalan kadroları daha çok diğer tarikatlara veriyorlarmış.
Mesela; 4 albay terfi edecekse ve Fetö'nün terfi sırasında iki albayı varsa geriye kalan 2 general kadrosuna hizmete hizmet edenlerden öncelikle diğer tarikatlara mensup olanlar terfi ettiriliyormuş.

Fakat hükümet ve Fetö arasında kavga başlayınca hizmete hizmet edenlerden ve FETÖ haricinde bir tarikata mensup olanlardan bazıları Fetö'den koparak hükümete yanaşmışlar.
Ancak bunların tamamı Fetö ile irtibatlarını kesmemişler.
15 Temmuz akşamı bu gruplar ve kişiler saat 20.00 ila 23.00 arasında olayları yakından takip ederek darbe girişiminin başarılı olup olamayacağını anlamaya çalışmışlar.
Eğer darbe başarılı olursa darbecilerin yanına katılacaklarmış.
En çok merak ettikleri ise, AKP'ye oy vermeyen kesimlerin sokağa çıkıp darbeyi destekleyip desteklemeyecekleriymiş.
Saat 23.00'da artık halkın tamamının darbeye karşı veya en azından tarafsız olduğuna ve darbenin başarısız olacağına karar vermişler.
Bunun üzerine darbecilere hücum etmeye ve sanki darbe karşıtıymışlar gibi herkesten fazla bağırmaya başlamışlar.
Bu hesapları da tutmuş.
Ertesi gün darbeye kim en çok karşı çıktı diye bakılınca bunlar ön plana çıkmış ve hükümet o yıl kimin terfi ettirileceğine bu kişilerin verdikleri listeye göre karar vermiş.
Bu sebeple terfi edenlerin önemli bir kısmı hizmete hizmet edenlerden olan tarikatların mensuplarından seçilmiş.
Bu özellikle jandarmada en üst seviyedeymiş.

Fakat Bylock olayı ve itirafçıların ifadeleri ortaya çıktıkça bu durum fark edilmeye başlanmış.
Bunun üzerine Genelkurmay Başkanı 13 generalle tek tek görüşerek, Fetö ile ilişkilerinin tespit edildiğini, bu sebeple sessiz sedasız istifa etmelerini, aksi takdirde mahkemeye verilerek tutuklanacaklarını söylemiş.
Bunun ardından darbeden sonra terfi eden 13 general istifa etmiş veya emekli edilmiş.

Bu konuyu öğrenince benim kafamdaki soru işaretlerinden biri de ortadan kalkmış oldu.
Çünkü daha önce çalıştığım bir yerde, Fetöcü olduğunu kesin olarak bildiğim bir kişi ile aşırı samimi olan ve rütbesi ondan yüksek olmasına rağmen sanki daha düşükmüş gibi davranan birisi darbe sonrasında terfi ettirilince çok şaşırmıştım.
O samimi olduğu Fetöcü ise darbecilikten içeri atılmıştı.
Sonradan öğrendim ki bu şahıs, hizmete hizmet eden kategorisinden biri ve tespit edilen 13 generalden biriymiş.

Bu konuda daha birçok şey öğrenme imkanım oldu ancak konuyu fazla dağıtmamak için başlıktaki sorunun cevabına geçelim.

Şimdi kimler devleti ele geçiriyor?

Fetöcülerin, yani hizmet edenlerin çoğunun (hepsinin olmadığını hayretle duyuyorum) hapse atıldığını veya açığa alındığını düşününce geriye diğer üç kategorideki kişiler kalmış.

Hizmete karşı olanların büyük bir kısmı kumpas süreçlerinde sistem dışına atıldığından bürokraside bu grup tamamen yok olmasa da oldukça zayıfmış.

Hizmete sessiz kalanlar ise çok fazla terfi edemeseler de bu kategorideki çok sayıda kişi hala görevine devam ediyormuş.

Hizmete hizmet edenlerden tarikat veya dini grup bağlantısı olmayanların çoğu daha önceden taraf değiştirmiş olsa da bazıları darbe süreci ve sonrasında sistem dışına çıkarılmış.

Bu sebeple şu anda bürokrasi, Fetöcüler hariç meydanın kendilerine kaldığını gören diğer tarikatların hakimiyetine geçmiş.

Duyduğum dedikodulara göre bu tarikatlar arasında bir ganimet kavgası bile başlamış.

Bu kavga özellikle iç işleri bakanlığında yoğunmuş.

Hatta bu kavgadan rahatsız olan ve kendisi de İstanbul'daki bir dini gruba bağlı olan iç işleri bakanı, yeni kadrolar açarak bu kavgayı bitirmeye çalışıyormuş. Böylece tarikatlar arasında bir anlaşmaya varılarak kadrolar paylaşılmış.

Fakat bu durumun farkında olan Cumhurbaşkanı bundan çok rahatsızmış.

Bu yıl orduda ve jandarmada yapılan terfilerde de bu konu sorun olmuş.

İç işleri bakanı bir kişiyi en etkili bir konuma getirebilmek için Cumhurbaşkanı ile defalarca görüşmüş ama o, terfi ettirilen kişinin fetö bağlantısı olduğunu bildiğinden her seferinde onu tersleyerek geri göndermiş.

Bu seneki terfilerde Genelkurmay Başkanı da çok titiz davranmış ve kumpas davalarında yargılandığı için Fetöcü olmadıkları kesin olanlar ile hakkında hiçbir olumsuz bilgi tespit edilmeyenler terfi ettirilmiş.

Saygılar sunarım.
Mehmet Çanlı
29-10-2017.

Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.