.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

30 Ekim 2017 Pazartesi

Son Çar Putin ve Rus İmparatorluk Stratejisi



Son Çar Putin’in Uyguladığı Emperyal Strateji 

     Soğuk Savaş sona ererken Sovyetler Birliği; sahip olduğu ekonomik, siyasi, kültürel, demografik ve teknolojik gücü Batı ile silah yarışına devam edemediğinden, Glasnost ve Prestorika gibi yeni açılımlarla bu çıkmazdan kurtulmaya çalışmıştır. Ancak açılımı yapan Sovyet yetkililer, uzun süredir katı bir baskı altında yönetilen; çok dilli, çok dinli ve çok kültürlü bir imparatorluğun bu baskı kalkıp halklar dünya ile temasa geçtiğinde varlığını koruyamayacağını tahmin edememiş, ekonomik liberalizm ile beraber siyasi liberalizm de uygulamaya kalkınca dünyanın iki süper gücünden birinin dağılmasına sebep olmuşlardır.
     Hâlbuki yıllar boyunca savaştıkları ve Batı’ya yanaştıkça dağılma sürecine giren Osmanlı İmparatorluğu’nun Tanzimat Fermanı ve Islahat Fermanı gibi açılımlarla başına gelenleri biraz inceleselerdi bu duruma belki bir tedbir alabilirlerdi. Sovyetler Birliği’nin aksine Çin bu tehlikeyi görmüş, ekonomik liberalizmi en uç noktalara kadar uygularken devletin merkezi ve baskıcı yapısını gevşetmemiştir. Bunun sonucunda, uyguladıkları devlet kapitalizmi ile bütünlüklerini koruyarak yavaş yavaş ABD’ye rakip tek güç haline gelebilmişlerdir.
     Sovyetler Birliğinin bu politikalarla dağılacağını gören fakat artık geç kalmış olan KGB’nin 1992 yılında tezgâhladığı darbe başarısız olunca Yeltsin, Rusya Federasyonu’nun bağımsızlığını ilan etmiş, devlet başkanı olmuş ve bu süreçte Sovyetler Birliği lağvedilmiştir. Bundan sonra Rusya, kapitalist sisteme çok ta planlı bir şekilde geçemediğinden birçok hayati sorunla karşı karşıya kalmıştır.
     Bu sorunların en önemlisi; bağımsızlıklarını ilan eden Sovyet Cumhuriyetlerinin ardından Rusya Federasyonu içindeki Özerk Cumhuriyet ve bölgelerde ayrılıkçı hareketlerin gelişmesi olmuştur. Yeltsin, gittikçe bozulan ekonominin de verdiği zorlukla bu konu ile mücadele etmekte zorlanmış, zaman zaman tavizler vermek ve geri adım atmak durumunda kalmıştır.


     Fakat komünist imparatorluğu dağılmış olan Rusya’nın eski Çarlık dönemi emperyalist hatıraları kısa süre içinde yeniden canlanmış; Çeçenistan Savaşı ve başta Tataristan olmak üzere özerk cumhuriyetlerin daha fazla yetki talepleri gibi sorunlara rağmen kısa sürede Kafkasya ve Orta Asya’da kurulan yeni devletleri kendi kontrolü altında tutmaya yönelik politikalar geliştirmeye başlamıştır. Bunlardan en önemli girişim Bağımsız Devletler Topluluğu’dur. Fakat Rusya, bu girişiminin o kadar kolay olmayacağını anlaması uzun sürmemiştir. Çünkü artık sadece ABD ve AB ile değil, Türkiye, İran ve Çin gibi bölgesel aktörlerle de rekabet etmek zorunda kalmıştır.
     Rusya bu dış sorunlarla uğraşırken bir yandan da yeniden yapılanmanın sorunlarını yaşamaya başlamıştır. Rusya’da çok derin ekonomik krizler ortaya çıkmış, üretim durmuş, silahlı kuvvetlerde maaşlar ödenemediğinden askerler silahları çalarak satmaya başlamış, mafyalaşma artmış böylece devlet dışı aktörler kontrolsüz bir biçimde ve devletin aleyhine olarak büyümüştür. Kısa süre içinde, benzerleri batıda bile bulunamayacak kadar zengin bir kesim oluşmuştur. Devlet mallarını kendi üzerlerine geçirerek ve yasadışı ticaret yaparak zenginleşen bu kesimler kısa sürede ülkeyi kontrol eder hale gelmişler, bu durum ise Yeltsin hükümetinin elini kolunu bağlayan hususlardan biri olmuştur. 2000 yılında, devlet başkanlığına gelen Vladimir Putin’in önünde işte böyle bir tablo vardır.
     Putin iktidara gelir gelmez önce, başta istihbarat teşkilatı olmak üzere devlet organlarına kendi kontrolündeki kişileri getirerek iktidarını güçlendirmiştir. Bundan sonra da hükümetin önünde en büyük engel olarak gördüğü oligarkları sert tedbirlerle ortadan kaldırmıştır. Bunu da polisi, istihbarat teşkilatını ve olaya yasal süsü vermek için hukuku kullanarak yapmıştır. Ardından da çıkardığı kanunlar ile özerk cumhuriyet ve bölgelerin yetkilerini kısıtlamış, merkezin gücünü tekrar artırmıştır. 
     Putin içeride istikrarı sağlamak ve iktidarını güçlendirmek için sert tedbirler uygularken öte yandan Rusya’nın dış politikasına da yeni bir yaklaşım getirmeye çalışmıştır. Bunun için iktidara gelmesinden kısa bir süre sonra yeni bir ‘’Güvenlik Doktrini’’ ilan etmiştir. Bu doktrin BDT ülkelerinde Rus hâkimiyetini amaçlamaktadır. Bu stratejiyi derhal yürürlüğe koyan Putin ilk adımı Güney Kafkasya’da atmış ve Rus etkisini güçlendirmek için 9-10 Ocak 2001’de Bakü’yü ziyaret etmiştir. İlk olarak Bakü’ye gitmesinin özel bir sebebi vardır. Çünkü Azerbaycan bağımsızlığını ilan ettiği günden beri Rusya için kara kedi durumunda olmuştur. Bu yüzden, Karabağ Savaşın'da Rusya, sadece Ermenileri desteklemekle kalmamış, Rus birlikleri de sivil Türk halka yapılan acımasız saldırı ve katliamlara Ermenilerle birlikte iştirak etmiştir. Bağımsızlığını ilan ettiği günden itibaren Rusya’ya bağımlı olmayı benimsemiş olan Ermenistan, bu saldırılardan sonra Rusya’nın bölgede tutunması için temel dayanak noktası olmuştur. Putin Azerbaycan’dan sonra Gürcistan’a yaklaşmış, istediğini tam olarak alamayınca da, gerek Abhazları, gerekse Oset ve diğer azınlıkları kullanarak bu ülkeye yoğun bir şekilde baskı yapmaya başlamıştır.

     Fakat evdeki hesap çarşıya uymamıştır. Rusya ile nispeten olumlu bir ilişki kurmaya dikkat eden Şvardnadze, ABD’den bazı odaklar tarafından pompalanan renkli devrimlerin biriyle iktidardan ayrılınca iktidara gelen Sahakashvili, tamamen batı taraftarı politikalar izlemeye başlamıştır. Bunu, Rusya açısından daha vahim hale getiren, askeri eğitim ve yardım için Türkiye’den gönderilen askeri personel tarafından Gürcistan’da bazı askeri merkezlerin kurulması olmuştur. Gürcistan, ABD askeri birimlerini de ülkeye kabul edince artık ağır bir cezaya çarptırılmayı hak etmişti.
     Bunun için uygun fırsat 2008 yılında ortaya çıktı. Ordusunu yeterince güçlendirdiğini ve Abhazya ile Osetya’da isyancıları bastırabileceğini düşünen Shakashvili, bu bölgelere askeri birliklerini sokunca hiç beklemediği bir şeyle karşılaştı. Bu karşılaştığı şey tüm dünya için de sürpriz olmuş ve heyecan yaratmıştı. Yoğun hava desteği ile desteklenen Rus zırhlı ve motorlu birlikleri, bir gece ansızın güneye doğru yola çıkmış ve Gürcistan Ordusu’na saldırmıştı. Yenilip dağılan Gürcü kuvvetleri güneye doğru kaçarken, Rus birlikleri de nefes almadan arkalarından ilerliyordu. Bir ara, acaba Rusya Bakü Tiflis Ceyhan boru hattına kadar inecek mi diye herkes gözünü bu Rus taarruzuna çevirdi. Ancak Putin hedefine ulaştığından bu hatta gelmeden birliklerini durdurdu. Putin böylece; Oset ve Abhazları katliamdan kurtarma bahanesiyle Gürcistan topraklarını işgal etmiş öte yandan Türkiye, AB  ve ABD’ye de, eğer Rus çıkarlarına saldırılırsa, buna karşılık vermek için boru hatlarına istediği zaman ulaşabileceği mesajını vermişti.
     Rusya bundan sonra bu iki özerk bölgede düzenlediği orta oyunu ile bunlara bağımsızlık ilan ettirip ardından da resmen tanıdı. Dünya kamuoyuna da; Abhaz ve Osetlerin kendi kaderini tayin hakkı olduğunu deklare etti. Fakat bu; sadece uydurma olduğu için değil, bağımsızlık kararı alanların Abhaz ve Osetler olmadığı için de yalandı. Çünkü Osetya ve Abhazya’da en büyük nüfus Ruslardan oluşuyordu. Abhazya’da Abhazlar belki de Ermenilerden bile azdı. Baştan beri bilinmesine rağmen bu hareket tüm dünyaya şunu göstermiştir: Putin, Rusya’yı yeniden bir süper güç ve bir dünya devleti haline getirmek için güç kullanmayı bir politika olarak kullanmaya ve çatışmayı göze almaya hazırdır.
     Bilindiği gibi, Putin’in bu yolda yaptıklarında ona akıl hocalığı yapan çok sayıda kişi vardır. Akıl hocalarından en önemlisi de 1. Dünya savaşı öncesinde ortaya çıkıp savaş sonrasında da bir süre  Bolşevik Devrim’den kaçan entelektüeller arasında devam eden Avrasyacılık Jeopolitik teorisini yeniden ve yeni bir versiyonla ortaya atan Aleksander Dugin’dir. Dugin’in iddiasına göre Rusya Avrupalı değildir. Ama Asyalı da değildir. İkisinin ortasında, hem Avrupalı ve hem de Asyalı olan kendine has bir varlıktır. Rusya bu merkezi konumuyla güçlü bir şekilde var olabilmek için imparatorluk stratejileri uygulamalıdır. Bu stratejiler de yayılmacı olmak zorundadır. Fakat günümüz dünyasında eski usul savaşlar vasıtasıyla yayılmacılık mümkün değildir. Onun için Rusya, ittifaklar ve işbirliği yaparak etkisini daha geniş bir bölgeye yaymaya çalışmalıdır. Bunun için gerekli askeri güç Rusya’da vardır ancak Rusya Sovyet döneminde de görüldüğü gibi teknolojik ve ekonomik güç açısından tek başına yetersiz kalmaktadır. İşte bu sebeple Rusya, kendisinde olmayan teknolojik ve ekonomik zekâya sahip olan Almanya ve Japonya ile işbirliğine girmelidir.

     Ayrıca Rusya, süper güç olmak için sıcak denizlerde daimi bir donanma bulundurmalıdır. Ama bu sıcak deniz yolu artık eskisi gibi Akdeniz’e uzanan yol değildir. Rusya sıcak bir okyanusa çıkmak zorundadır. Bunu başarırsa zaten Akdeniz’e ulaşması kolaydır. Bu sebeple Rusya için güneyde işbirliği yapılacak en uygun ülke, Batı ile sorunları olan İran’dır. Türkiye ise Dugin’in deniz medeniyeti dediği (Ona göre Rusya kara medeniyetidir ve tarih boyunca mücadeleler Kara ve Deniz medeniyetleri arasında olmuştur.) ABD ve İngiltere gibi ülkelerin bulunduğu NATO’ya üye olduğu için ezilmesi gereken düşman veya en azından rakip bir ülkedir. Bunun diğer bir sebebi de; Türkiye’nin aynı dil ve ırktan insanların yaşadığı Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ve Rusya’daki Türk ve Müslüman özerk cumhuriyetlerle birleşmeyi öngören Turancı bir politika izlemesinin Rusya’nın tüm hayallerini suya düşürecek bir durum olacağını düşünmesidir. Rusya’nın Kafkasya’ya bu kadar önem vermesini bu kapsamda değerlendirirsek bu bölgenin, Rusya’nın Karadeniz’de hâkim bir pozisyonda olması kadar İran yoluyla gelecekte Hint Okyanusu’na çıkması açısından önemli olmasından da kaynaklanıyor denilebilir. Ayrıca bu bölge kontrol altına alınırsa, Türkiye’nin Orta Asya’ya etki etmesinin de önü alınabilir.
     Neyse, Dönelim Putin’e….
  Putin Kafkasya’daki bu sorunu kendi bildiğince halledince yönünü hemen Batı’ya dönmüştür. Burada en önemli konu Ukrayna’dır. Ukrayna Slav kökenli olmasına rağmen tarih boyunca; Türk unsurlarla karışması, Baltık ülkeleri tarafından bir müddet yönetilmesi, Katolik mezhebinin yaygın olması vb. sebeplerle Ruslardan çok ayrı bir kültür ve kimlik geliştirmiştir. Bu sebeple, her zaman Rus işgallerini direnişle karşılamış, çok defa baskı ve katliamlara maruz kalmış, bu sebeple de Rusya’ya karşı daima olumsuz duygular beslemiştir. 1. ve 2. Dünya Savaşlarında bağımsızlığa kavuşma noktasına gelmişse de Rusya yine bu ülkeyi ordularıyla ezmiştir.
     Bu işgal dönemlerinin etkisiyle Ukrayna’ya çok sayıda Rus Ortodoks nüfus yerleştiğinden Soğuk Savaş sonrasında bu durum ülkede yönetime kimin geleceği konusunda büyük sorunlar yaşanmasına sebep olmuştur. Bazen Rusya yanlıları, bazen de Batı ve bağımsızlık yanlıları iktidara gelmiş ancak bu durum ülkeyi parçalanmanın eşiğine getirmiştir. Bunun temel sebebi; Batı, Ukraynalıları kendine doğru çekerken Rusya’nın da Rus Ortodoks ve Rusya yanlılarını inatla kendine doğru çekmesi olmuştur. Böylece iki taraftan inatla çekilen Ukrayna sonuçta ikiye bölünmüştür.
     Rusya’nın Ukrayna tutkusu milliyetçilik, halkların kendi kaderlerini tayin hakkı gibi Rusya’nın uydurmalarından kaynaklanmamaktadır. Konu yine Emperyalist Rusya’nın jeopolitik zorunluluklardan kaynaklanan çıkarlarıdır. Öncelikle Ukrayna; Rusya'nın yüzyıllardır devam ettirdiği sıcak denizlere inme politikasının kilit noktası olan Kırım'a sahiptir. Bu bölge Karadeniz’deki Rus deniz kuvvetleri için en hayati üs durumundadır. Bu bölge aynı zamanda antik dönemlerden beri Çin ve Avrupa arasındaki önemli ticaret yollarından biri olan step yolunun batıdaki ucudur.
     Bundan başka Ukrayna önemli bir tarım potansiyeli ile daha çok doğu ve güneydoğusunda yoğunlaşmış önemli sanayi bölgelerine sahiptir. Daha da önemlisi Rus doğalgazını Avrupa'ya taşıyan önemli boru hatlarını üzerinde bulundurmaktadır. Yani Ukrayna; Avrupa'nın ihtiyaç duyduğu, Rusya'nın da ekonomisini krizlere girmeden yürütebilmesini (Rus ekonomisi önemli bir şekilde karbon yakıtlarının yurt dışına yapılacak ihracatına bağımlıdır.) sağlayacak doğalgaz ve petrolün geçtiği bölgede adeta bu hattın boğazını tutmuş bir pozisyondadır.
     Bu sebeple Ukrayna; Avrupa ve Rusya için büyük bir anlam taşımaktadır. Bu durum, bu ülkelerin krize yaklaşımlarına da etki etmektedir. Rusya ve Avrupa krize daha temkinli yaklaşırken ABD daha agressif hareket etmiş ve Avrupa'dan bağımsız politikalar takip etmiştir. Bunun üzerine Putin, Kafkasya’da da yaptığı gibi, etnik Rusları kullanarak yayılmacı bir strateji uygulamış, bunun için Kırım halk oylaması yapılarak Rusya’ya bağlanmıştır. Fakat Putin, bu durum Rusya için de risk taşıdığından, uluslararası arenada ihtiyatlı davranmaya özen göstermektedir. Çünkü Rusya’da da şu anda sesini çıkaramayan birçok özerk bölge ve cumhuriyette birçok ayrılıkçı akım ortaya çıkabilir. Çeçenistan sorunu bu kadar zor bastırılmışken Rusya yeni bir benzeri hareketi kaldıramayabilir. Mesela aynı şeyi, yani bağımsızlık ilanı için bir referandumu Tataristan yaparsa ne olacak?
     Putin’in Kafkasya ve Doğu Avrupa’da bu emperyalist politikaları ve uyguladığı stratejiler şimdilik başarılı olmuş gibi görünmektedir. Belki de bunlardan da cesaret alan Putin, artık yeniden Ortadoğu politikasına girmenin zamanının geldiğini düşünerek, 30 Eylül 2015’ten beri Suriye rejimine askeri birlikleriyle fiilen destek vermeye başlamıştır. Burada Putin’in söylemi, bölgeye yerleşmek isteyen diğer devletler gibi, IŞİD terör örgütüne karşı mücadele üzerinden yürütülen bir propagandayı kendine dayanak almaktadır. Fakat biraz dikkatli bakılırsa bunun yalandan başka bir şey olmadığını kolaylıkla görebilir.

     Rusya, Suriye rejiminin kara operasyonlarına destek vermeye başladığı ilk günden itibaren daha çok ÖSO, Nusra ve Türkmen bölgelerini bombalamıştır. Bunun da sebebi gayet açıktır. Çünkü diğer müdahil devletler gibi Rusya’nın da terörle mücadele gibi bir hedefi filan yoktur. Esas amaç kendi çıkarlarını korumaktır. Peki diyebilirsiniz ki nedir Rusya’nın Suriye’deki çıkarları? Anlatmaya çalışayım.
     Rusya’nın Akdeniz’deki tek deniz üssü Tartus’tadır. Bu üsler olmazsa Rus donanması uzun süre Akdeniz’de kalamaz. Dolayısıyla Süveyş Kanalı vasıtasıyla iki okyanusu birleştiren ve dünya petrol rezervlerinin çok büyük bir bölümünün bulunduğu Ortadoğu’yu kontrol eden Akdeniz’de bir varlık gösteremez. Bunu yapamazsa süper güç olma iddiası da sadece bir iddia olmaktan öteye geçemez.
     Bu bölge şu anda Esat rejiminin kontrolündedir. O zaman niye başka yerle uğraşıyor bu Rusya diye aklınıza gelebilir. Daha önce ‘’Suriye İç Savaşı’nın Yapısal Sebepleri ve Ortaya Çıkan Gelişmeler.’’ başlıklı yazımda bunun sebebini açıklamıştım. O yazıya bakılırsa görülecektir ki Şam merkezli bir Suriye devletinin yaşayabilmesi için iki husus şarttır. Bunlardan biri; Hama, Humus ve Halep gibi ekonomi, ticaret ve ulaştırma merkezlerinin mutlaka bu devletin elinde olması gereğidir. Diğeri de denize açılabilmesidir. Şam merkezli bir devletin dünyaya açılabileceği iki yol vardır. Bunlardan biri Lübnan limanları diğeri de Lazkiye ve Tartus limanıdır. Güneydeki Tartus limanı nispeten daha küçük ve zaten bir kısmı da Rusya ve Suriye ordusu tarafından üs olarak kullanılmaktadır. Ama Lazkiye limanı oldukça büyük ve bir ülkenin dış bağlantısı için de gayet müsaittir. Zaten iç savaş öncesinde de Suriye tüm dış ticaretini bu limandan yapmaktaydı. Ben 2000’li yıllarda Lazkiye’ye 4-5 defa gitmiş ve bu limanı görmüştüm. O zaman bile her yer konteyner dolu, limanda gemiler gelip gidiyor ve oldukça işlek bir liman olarak görünüyordu.
     İşte konu budur. Halep ve Lazkiye bölgelerinin Suriye’de Eset rejiminin kontrolünde kalması, rejimin de bu rejimin kontrol edeceği bir devletin de olmazsa olmazıdır. Ama şu anda Suriye’de savaşan gruplara bakıldığında bunun önünde duran önemli bir sorun olduğu görünmektedir. Lazkiye’nin kuzey bölgelerinin çoğu ÖSO, Nusra ve Türkmen askeri güçlerinin elindedir. (Tekrar belirteyim burada IŞİD filan yoktur.) Bu bölgeler başka bir gücün elinde olduğu müddetçe Lazkiye’yi elinde tutan bir güç hiçbir zaman burayı sonsuza dek elinde tutacağından emin olamaz. Çünkü Suriye’nin, bizim Hatay ilimize sınır bölgesi olan, kuzeyi yüksek dağlar ve ormanlık arazilerden oluşmaktadır. Burada konuşlanan askeri güçler her zaman Lazkiye’yi tehdit edebilir. Diğer bir konu da Lazkiye’den bizim Yayladağı ilçemize kadar uzanan ve bölgede ulaşıma uygun tek yaklaşma istikameti de Türkmenlerin çoğunlukta bulunduğu Bayır-Bucak kasabaları ve bunlara bağlı Türkmen köylerinin ortasından geçmesidir. Bu durumuyla bu bölge Türkiye’nin de barışta ve savaşta en kısa yoldan etki edebileceği bir bölgedir. Dolayısıyla çok önemlidir. Onun için bu bölgedeki Türkmen varlığı Rusya’nın çıkarları için uygun değildir. Buradan sürülmeleri, gitmezlerse de yok edilmeleri lazımdır.
     Bu bölgenin önemi sadece bundan ibaret değildir. Mesela bu bölge, Lazkiye’den Halep’e giden ana karayolunu da kontrol eden bir konumdadır. Bu yol bizim en güney uçtaki köyümüz olan Beysun (yeni adıyla Topraktutan) köyündeki karakolumuzdan da çıplak gözle görülmektedir. Bu yol oldukça geniş ve otoban diyebileceğimiz bir yoldur. Bu da yetmedi derseniz Türkmen bölgesinin önemini anlatmaya devam edeyim. Lazkiye’de şehir merkezinin 2 km doğusunda tren garı vardır. Buradan yola çıkan trenler, Halep’e giderken yine bu Türkmen bölgesinden geçmek zorundadır. Ayrıca Lazkiye’nin Şam yönetimi için önemini vurgulamak için buradan Hama ve Humus’a da tren yolu olduğunu ve ayrıca Lazkiye şehrinin 25 km güneyinde, Ceble şehrine yakın bir bölgede bir Uluslararası Havaalanı bulunduğunu söylemek yeterli olur sanırım. Bu perspektiften bakınca Suriye’de Türkiye-Rusya çekişmesi sanırım daha sağlıklı bir şekilde anlaşılabilir.
     Müsaade ederseniz konuyu biraz daha açmaya çalışayım. Yakın zamanda Suriye’de çözüm sağlanması için sanırım Avusturya’da bazı uluslararası görüşmeler yapılmıştı. Bu görüşmelerde ise hemen bazı olumlu gelişmeler ortaya çıkmıştı. Bunun en önemli sebebi Avrupa ve ABD’nin artık bu sorunun çözülmesini istemesidir. Çünkü IŞİD terör örgütü, ABD ve Batıyı da tehdit etmeye başlamıştır. Daha da önemlisi Türkiye’ye sığınmış 2,5 milyondan fazla Suriyeli göçmenden yüz binlercesi bir yolunu bulup Avrupa kapılarına dayanmıştır. Avrupa yeni bir göç dalgasını korku ile karşılamıştır. Suriyelileri sınırlarında gören başta Almanya olmak üzere birçok AB ülkesi bu durum karşısında büyük bir panik yaşamaya başlamıştır. Bu sebeple AB ülkeleri artık Suriye sorununun bir an önce çözülmesini istemektedir. İşte bu durumu gören, yani Suriye sorununun yakın bir zamanda mutlaka çözüleceğini gören bazı emperyalist ülkeler bu görüşmelerden sonra doğrudan müdahale etmek için Suriye sorununun içine girmişlerdir. Bundan maksatları çözüm öncesi kendileri için en uygun mevzileri kazanmak ve kendi destekledikleri unsurların mümkün olduğu kadar geniş ve stratejik alanları kontrol altına almasını sağlamaktır.
      Yine ‘’Suriye İç Savaşı’nın Yapısal Sebepleri ve Ortaya Çıkan Gelişmeler.’’ başlıklı yazıma bakarsanız Suriye’nin Şu anda Işid kontrolünde olan bölgesi aslında o kadar da önemli bir bölge değildir. Nüfus yoğunluğu fazla ve stratejik önemi olan bölgeler Şam-Hama-Humus-Halep şehirleri ile bu hattın batısındaki bölgeler ve Türkiye sınırında bulunan, nüfus yoğunluğu nispeten fazla ve Kamışlı gibi az da olsa petrol çıkan bölgelerdir. Zaten azıcık dikkat ederseniz mücadelenin de bu bölgelerde yoğunlaştığını görürsünüz.

     Yani Rusya Suriye’de, günlerdir propagandasını yaptığı sebeplerle değil, yeniden emperyal politikalara dönen Putin’in Rusya’yı bir dünya gücü olarak ayağa kaldırma stratejisinin bir uzantısı olarak bulunmaktadır. Ancak uçağı düşürülen Putin, Kafkasya ve Doğu Avrupa’da karşılaşmadığı bir tavırla karşılaştığı için çok sinirlenmiş ve hatta paniğe kapılmıştır. Ne ABD, ne de AB’nin güçlü ülkeleri Rusya’nın saldırgan tutumu karşısında böyle bir karşılık vermemişken, Türkiye gibi kendisinin gözünde oldukça küçük olan bir ülkenin bunu yapmış olmasını hazmedememektedir. Çünkü bunun, başkalarına da örnek olacağını düşünmektedir. Eğer buna çok önemli bir ceza kesemezse başka ülkelerin de, Rusya’nın bir blöften ibaret olduğunu düşünerek hareket edeceğinden korkmaktadır. Fakat aslında elinde yapabileceği fazla bir şey de yoktur.
     Zaten bu sebeple uçak düşeli beri sürekli olarak demeçler vermekte, internet ve televizyonlar üzerinden Türkiye ve dünya kamuoyuna karşı psikolojik harekât icra etmeye çalışmaktadır. Aslında Türkiye’de insanların psikolojik harekâta yatkınlığı olduğunu  Putin de çok iyi bilmektedir. Çünkü bu ülkede gazete köşelerinde, sanal âlemde, televizyonlarda üç beş tane şerefsizin yaptığı psikolojik harekât sonucu bu ülkenin halkının önemli bir kısmı bunlara inanmış, ülkenin yasal hükümetinin de desteğiyle Türk Ordusu neredeyse tamamen çökertilme noktasına getirilmiştir. Bu sebeple Putin şimdilik buna ağırlık vermekte ve aslında birbiriyle çelişen tutarsız iddialarla kendini tatmin etmektedir. Mesela Putin; Suriye’deki Türkmen silahlı güçlerini, ÖSO güçlerini vb. resmi devlet otoritesine karşı mücadele ettikleri için terörist olarak tanımlamaktadır. Hâlbuki kendisi önce Karabağ’da, sonra Abhazya ve Osetya’da şimdi terörist dediği kişilerle aynı işleri yapanları ordularını göndererek savunmuş ve Azerbaycan ve Gürcistan’dan koparmıştır. Daha sonra aynı şeyi Kırım’da yapmıştır. Yani Rusya’ya göre kendi taraftarı ayrılıkçı gruplar kendi kaderini tayin hakkını kullanırken Rusya çıkarına aykırı olanlar terörist olmaktadır. Öte yandan IŞİD petrolünün Türkiye üzerinden satıldığı iddialarını, ülkesinin çıkarları için Türkmenleri katletmesine ve uçağın düşürülmesine bahane olarak sunmaya çalışmaktadır. Nitekim Rusya kaçak petrol satış güzergahlarını yayımlamıştır. Fakat nedense bunların hiç biri Türkmenlerin bölgesinden geçmemektedir. Bu yayımlanan bilgilere göre en büyük kaçakçılık PYD bölgesinden yapılmasına rağmen Rusya PYD hedeflerine tek bir bomba dahi atmamıştır.
     Bence Putin’in deli dana gibi her yere saldırmasının tek bir sebebi vardır. Şu ana kadar çıkar çatışmasına girdiği hiçbir devlet Rusya’ya karşı çıkmamıştır. Hiçbir Rus uçağı düşürülmemiş, hiçbir Rus tankı vurulmamıştır. Bu da Putin’de; ‘’ben büyüğüm, ne yaparsam yapayım kimse karşı çıkmaya cesaret edemez’’ inancı oluşturmuş olmalıdır. Zaten o yüzden daha önce de aynı yerde Rus uçaklarının yaptığı sınır ihlalleri dile getirilip ikaz edildiğinde bunu kale bile almamıştır. Şimdi hiç beklemediği bir ülke olan Türkiye, Rus uçağını vurunca  Putin çok büyük bir travma geçirmiştir. Zaten; ‘’Hiç beklemediğimiz yerden darbe yedik. Sırtımızdan bıçaklandık.’’ demesi de, belki bu sebeptendir.
     Burada ilave edeyim ki ben Öcalan krizi sırasında sınırda görev yapmıştım. O dönemde de angajman planları ve misli ile mukabele planları yayımlanmış ve yazılı olarak bize gelmişti. Bu planlar geldikten sonra biz planda yazan şartlar oluştukça ayrıca yukarıya sormaya gerek duymadan bunların gereğini yapmıştık. Bu Rus uçağının da benzer şekilde düşürüldüğünü düşünüyorum. Yani ihlal ortaya çıkınca o bölgede devriye uçuşu yapan uçak plana göre gereğini yapmıştır. Saniyeler içinde gelişen bir olayda kimseden izin veya onay aldığını filan sanmıyorum.
     Yani bu olay, hükümetin veya Genelkurmay’ın kontrolünde yapılan kasıtlı bir olaydan çok daha önce açıklanan angajman kurallarını aşırı megaloman ve narsist Rus yönetiminin ka’le almaması ve uçak pilotu olan bir üsteğmen veya yüzbaşının plan gereği üzerine düşeni yapması sonucu ortaya çıkmıştır.

    Saygılar sunarım.
    M.Ç.
    3.12.2015.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder