.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

6 Aralık 2013 Cuma

Taraf Gazetesi ve Mehmet Baransu, Başbakanlık, MİT ve MGK Genel Sekreteri.


Eskiden tanıdığım bir adam vardı. Şimdi rahmetli oldu. Bu adama birisi saçma sapan bir şey söylediği zaman ağız dolusu küfrederdi. İnsanlar da bunu bildiğinden adamı kızdırıp eğlenmek için kasten saçma sapan şeyler söyler onu kızıştırırlardı. Bir gün bizim bir arkadaş ta sırf adamı denemek için saçma bir şeyler söyledi. Adam dedi ki; ''Şaka mı, yapıyorsun, küfür mü istiyorsun?'' 
Arkadaş; ''Niye ki?'' diye sorunca, adam; ''Şimdi sen okumuş yazmış adamsın. Az çok kafan çalışıyordur. Bu kadar saçma bir şeyi söylediğine göre muhtemelen şaka yapıyorsun diye düşünüyorum. Eğer bu bir şaka değilse o zaman canın küfür istediği için kasten saçmalıyorsun. Onu anlamak için sordum.'' '' dedi.
Arkadaş; ''Şaka yapıyorum abi! Kusura bakma.'' dedi de adamın yanından zılgıtı yemeden ayrıldık.

Bugün, gazetelerde bazı haberleri okuyunca nedense o adam aklıma geldi. Bunlar şaka mı yapıyorlar acaba diye kendi kendime sordum.


''Başbakanlık, MİT ve MGK; Taraf Gazetesi ve Mehmet Baransu hakkında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na ayrı ayrı suç duyurusunda bulunmuşlar.''

Peki neymiş Baransu'nun suçu?

Bu şahıs Taraf Gazetesi'nde, hükumetin MGK'da, Fethullah Gülen Cemaatini bitirme konusunda o zamanki MGK üyesi generallerle beraber yaptığı planı yayımlamış. Bu adam bir süredir hükumetin pek hoşuna gitmeyen başka (fişlemelerle ilgili vb.) yayınlar da yapıyormuş.

Başbakanlık; "Başbakanlık Müsteşarı Efkan Ala'ya hukuka aykırı fiil isnat etme suretiyle iftira suçunun işlendiğini" belirtmiş ve Baransu hakkında kamu davası açılması talebinde bulunmuş.

MGK Genel Sekreterliği ise; "MGK kararlarının gizli kalması kuralının ihlaline ve konuya ilişkin gerçeğe aykırı yayınlar yapıldığı" için gerekli soruşturma ve işlemlerin yapılmasını istemiş.

MİT Müsteşarlığı suç duyurusunda, 2 Aralık 2013 tarihli haberde imzası bulunan Baransu ve Taraf gazetesi hakkında cezai takibat yapılması talep etmiş.

Bu şahıs, daha önce de meşhur bir bavulla ortaya çıkıp gerçek olduğunu söylediği gizli ve çok gizli gizlilik derecesi olduğu iddia edilen evrakları gazetesinde yayımladı. Eğer bu evraklar gerçek ise, ki mahkemeler gerçek kabul edip bir sürü insanı hapse attı, bu gizli evrakları yayımlamak suç olmadı da şimdi nasıl benzer bir evrağı yayınladı diye suç işlemiş oluyor?

Bu adam televizyon konuşmalarında evrakları nasıl aldığını anlattı, daha sonra uzun saçlı bir eski askerden bahsedildi ve ben bile bu kadar bilgiden sonra kimi kastettiğine dair bir tahminde bulunabilecek duruma gelmişken güvenlik güçleri bu şahsı neden araştırıp bulmadılar?
Bu şahıs, çok büyük bir suçun ya ortağı veya esas müsebbibi değil midir? Çünkü; eğer mahkemelerin de kabul ettiği gibi bu evraklar gerçek ise, bu şahıs ya bu evrakları askeri bir birlik veya karargahtan çaldı veya ordu içinde işbirlikçi biri tarafından çalınarak kendisine verildi. Bu evraklarda da sözüm ana gizli veya çok gizli bilgiler varsa adam kanunlara göre suç işledi. Bu kadar evrakı bir gazeteciye ne karşılığı verdiği belli olmayan bu şahıs acaba başka evrakları da yabancı devlet temsilcilerine satmış olamaz mı? Bu konuyu neden kimse araştırmadı?
Türkiye'de stratejik seviyede İstihbarata Karşı Koyma görevinden MİT sorumludur. Acaba MİT bu uzun saçlının başka ülkelere gizli askeri bilgileri satıp satmadığını araştırdı mı?
Bu adamın ortaya çıkardığı evraklardan bazıları, basından takip ettiğime göre, sahte evrak olarak tespit edildiğinden mahkemelerce delil kabul edilmedi. Bu durumda, Baransu ve Uzun Saçlı, bazı devlet görevlileri hakkında sahte belgeler üreterek ve bunları yayınlayarak insanları töhmet altında bırakmış olmadılar mı? Peki, bunun için Baransu veya Uzun Saçlı hakkında hangi kanuni işlem yapıldı da, şimdi adamı, gerçek olduğu hükumet üyelerince de teyit edilen belgeler yüzünden, hukuka aykırı fiil isnat etme suretiyle iftira suçunun işlendiği ve MGK kararlarının gizli kalması kuralının ihlaline ve konuya ilişkin gerçeğe aykırı yayınlar yapıldığı iddiasıyla dava ediyorsunuz?
Mahkemeler bir sürü insanı casusluk iddiası ile yargılıyorlar. Nedir casusluk? Devlete ait gizli bilgileri para karşılığında, şahsi çıkar karşılığında veya başka bir maksatla gizlice ele geçirip yetkili olmayan kişilere veya yabancı devlet mensuplarına vermek değil midir? Uzun saçlı bu evrakları gizlice ele geçirip yetkisiz kişilere verdiğine göre, bu casusu hangi polis araştırmış, hangi mahkeme bu şahıs hakkında soruşturma açmıştır?
MİT'in açtığı dava özellikle çok daha tuhaftır.
Kardeşim! Sen kaç yıldır askeri evrakları gizlice çaldığını ve bunu dışarıya sızdırdığını söyleyen ve bunu bir övünme vesilesi haline getiren şahıslar hakkında ne yaptın? Bunlara bu evrakların nasıl sızdırıldığı ile ilgili hangi araştırmayı yaptın? İKK senin görevin değil mi? Casusluğa karşı mücadele senin görevin değil mi? Şimdi mi aklın başına geldi? Sızan evrak senden olunca mı evrak sızdırmak suç oluyor?
Garabet bu kadarla kalsa iyi. Bu gün Hüseyin Çelik, MİT Müsteşarını savunacağım derken, devletin bazı kurumlarının bazı kişileri fişlemeye devam ettiğini ve bu sızdırılan fişleme evraklarının gerçek olduğunu da teyit etmiş. ''MİT'in veri tabanında bir araya getirilen bilgiler birileri tarafından, içeridekiler tarafından bu adı geçen gazeteye servis edilmiştir. Özellikle AKP'yle belli konularda tartışmaları olan bazı kesimlere mensup veya yakın kişiler seçilmiş. Hepsine baksanız başka insanlarla ilgili bilgiler de vardır." demiş. Yani; başka fişlenen insanlar da var ama bizim son günlerde bunlarla sorunumuz olduğundan sadece bunları sızdırmışlar demeye çalışıyor.
Ee? 
Hani kardeşim, siz fişlemeye karşıydınız. 
Asker şunu fişlemiş, bunu fişlemiş diye avaz avaz aylardır bağırıyordunuz. 
Ne oldu? 
Siz niye fişleme yapıyorsunuz veya yapanlara neden engel olmuyorsunuz o zaman?

Diğer söylediği husus ise bundan da vahim....
MİT'te de bazıları gizli bilgileri kasten dışarı sızdırmaya başlamış. Hem de hükumetin kontrolünde olan bir devlet teşkilatının bazı mensupları hükumete komplo düzenliyormuş. 
Ordu hükumete darbe yapacak diye temizlendi. 
Cemaat, hükumete karşı çıkmaya başladı diye bitirilmeye çalışılıyor. 
Yoksa şimdi de sıra MİT'e mi geldi. 
Burada komplocu var, darbeciler var diye bir temizlikte MİT'te mi yapılacak.
Olayın diğer bir özelliğinden de bahsetmeden geçemeyeceğim. 
Şimdi, adını, televizyon ekranlarında çok uzun süre geçtiği, hakkında türlü türlü yorumlar yapıldığı için çoğu insanın hatırlayabileceği denizci bir albayın durumuna gelelim. 
Bu adam neyle suçlandı? 
Gülen'i bitirme planını yazmış ve altında da imzası var denmedi mi? 
Adam bu sebeple günlerce, yok ıslaktı, yok kuruydu diye kendini anlatmaya çalışmadı mı? Adam, darbeci, terör örgütü mensubu gibi iddialarla itham edilmedi mi?
Ah be kardeşim!...
Bu adam bu evrağı yazdı iddiasıyla hapse girdi ama şimdi ortaya çıktı ki, aslında bu evrakta yazılan plan MGK'da, eski davalar zamanında kasaptaki ete soğan doğramayan ve ben bu iddialar doğrudur da yanlıştır diyemem diye konuşan paşalar ile sayın başbakanımız ve onun bazı bakanlarınca, planlanmış ve altına imza atılmış.
Olay bununla da kalmamış, hükumet tarafından uygulamaya da konmuş. Buna dair evraklar da malum gazetede yayımlanmıştır.
Ee? Şimdi ne olacak?
Bir yazılı evrakın altında imzası var diye bir albay hapse girerken, bu evrakta yazılan planı yapan MGK mensupları hakkında ne işlem yapılacak?
Bunu uygulamaya koyan hükumet yetkilileri hakkında ne işlem yapılacak?
Eğer bazı dini örgütler veya cemaatler ile mücadele etmek bir suç ise savcılarımız bu kadar delilden ve hükumet üyelerince de bu delillerin doğruluğunun kabul edilmesinden sonra harekete geçmek için ne bekliyorlar?
Eğer bu işlem suç değil ise, o zaman bu albay niye hapse atıldı?

Hala niye hapiste?
Dikkat edin!
Hükumet cemaat karşısında geri adım attı.
Hem de,  fanatik taraftarlarının, şimdiye kadar hiç kimsenin karşısında geri adım atmamış olmasıyla övündüğü bir başbakanın başında olduğu hükümet pes etti ve geri adım attı.
Bu durumdan kimse şüphe duymuyor mu?
Sanırım sızdırılmasından korktukları çok önemli şeyler var.
Cemaatin eli uzun. Eskiden işbirliği yaparlarken ne kadar tehlikeli olduklarını anladılar.
Bu yüzden restleşmeye cesaret edemiyor olmalılar.
Bu gazete ve gazeteci ise kontrolü zor ama küçük unsurlar.
Ama ne olur ne olmaz diye bunların da üzerine doğrudan gidilmiyor, memurlara dava açtırılıyor.

Göründüğü kadarıyla sıkıntı, başbakanımızın hayt huytla çözemeyeceği kadar büyük.
Bundan sonra gelebilecek haberleri bildiklerinden bu kadar tedirgin olduklarına göre, ya tam bilmedikleri başka şeyler de ortaya çıkarsa?
Hem de yerel seçimler yaklaşırken?
Eeeee! Pandora'nın kutusunu bir defa açtınız mı, oradan ne çıkacağını artık kontrol edemezsiniz. Ya da Putin'in söylediği gibi ;''Cebinde akrep besleyen, elini cebine sokmasın. Akrep bir gün onu da sokacaktır.''
Saygılar sunarım.




3 Aralık 2013 Salı

Kılıçdaroğlu ABD'ye niye gitti? Tarikat, cemaat, siyaset, CHP ve ABD ilişkileri.


Son günlerde Cemaat-Hükümet savaşları son gaz devam ediyor. Son olarak hükumetin, cemaati bitirme planı ortaya çıktı. Ama aslında Cemaatin de hükumeti bitirme planı olduğunu kimse söylemiyor.

Bunların (cemaat ve AKP kurucularının), taa Milli Selamet Partisi zamanından beri ilişkilerine bir bakın. 
Ne zaman cemaat hükumetin siyasi olarak geldiği çizgideki partileri desteklemiş? 
Hiçbir zaman!
Yani bunların kökleri derinlerde olan anlaşmazlıkları var. 
Süleymancılar diye bir tarikattan daha önceki yazılarımda bahsetmiştim. Bu tarikat ta hükumet çizgisindeki eski partileri hiç desteklemedi geçmişte. Bu hükumet iktidara gelirken destek verdi ama sonra başka partiye kaydı.

İnsanlarda genel bir yanlış değerlendirme olduğunu düşünüyorum. Cemaatler veya tarikatlar denilince hepsini bir kategoriye sokma eğilimi var. Aslında tarikatlar ve cemaatlerin birbiri ile ortaklıkları ancak zorunlu hallerde oluyor. Diğer zamanlarda bir tarikat veya cemaatin en büyük rakibi diğer tarikat veya cemaattir. 

Ben çocukluğumda; Süleymancı bir müezzin ile Nurcu bir imamın Cuma namazı esnasında camide kavgalarını, caminin genelde gençlerin bulunduğu üst katından seyrettiğimde bunu ilk defa görmüş ve şaşırmıştım. Sonra kavga sebeplerini sordum. İkisi ayrı tarikattan ve birbirlerine düşmanlar diye anlatmışlardı bana. O zaman çok şaşırmıştım. Dini iki akım neden birbirine düşman olsun ki?

Daha sonraları, tarikatlar ve dini akımlar hakkında hem dışarıdan birileri tarafından yazılmış, hem de içeriden birileri tarafından yazılan bazı kitaplar okudum. Bundan sonra bende oluşan kanaat şu:

Tarikatlar sadece dini topluluklar değildir. Bunların esinlendiği din dışı unsurlar da vardır. Yani aslında her tarikatın ayrı bir felsefesi, ayrı bir din anlayışı, ayrı bir dünya görüşü vardır. Mesela çoğu insanın adını bile duymadığı ama Türkiye'de oldukça yaygın olan Melamilik'ten bahsedelim. Hala sırcı (Batıni) anlayışları devam ediyor. Unvan, sakal ve cübbe gibi şeylere itibar etmiyorlar, Kur'anı yorumlama biçimleri bile farklı. Görüntüleri bulundukları yere uyumlu, çok temiz, çalışkan ve düzenli insanlar. Herkesin çalışarak ekmeğini kazanmasını savunuyorlar. Aslında bunlara bakarsak içlerinde; batınİ unsurlar gibi Şeyh Bedrettin ve hocası Hüseyin Ahlati ekolünün de etkileri görülebilmektedir.

Öte yandan daha klasik dini anlayışa yakın duran Nakşibendi ve Nurcular biraz daha farklılar. Daha tutucu, daha içe kapanık bir yapıdalar. Aslında kurucusu, bu günkü Özbekistan'da yaşamış bir Türk olan Nakşibendilik te zamanının dini ve felsefi akımlarından çok etkilenmiş. Aynı bölgede yaşayan Hoca Ahmet Yesevi, içinde yaşadığı toplum ve onun kültürüyle bütünleşen daha yerel bir İslama kayarken bunlar daha enternasyonel bir anlayışla daha kuralcı bir yapı oluşturmuşlar. Daha sonra Ortadoğu ve İran coğrafyasına yayılan bu tarikat (Nakşibendilik) burada bu bölgedeki yerleşik katı dini yapılanmadan etkilenmiş ve bizde de daha çok doğuda hakimiyet kurmuş. Dikkat edin Yesevilik ve ondan çıkan kollar tamamen Türkler arasında yaygınken Nakşibendilik Türkiye'de ve Türkiye dışında yaşayan diğer etnik topluluklar arasında da yaygındır. 

Tabii ki hayatın gerçeklerinden kimse kaçamaz. Nakşibendilik temel skolastik yapısını kısmen de olsa korumaya devam ederken artık bu elbisenin her bedene uymadığını gören bazı takipçileri bu yolu dönüştürmüşler. İşte bu dönüşümü yapıp yaygınlaşabilen en bilinen yol ise Nurculuk olmuştur. Nurculuğun kurucusu klasik din adamı hüviyetinden saparak daha mistik bir kişi olarak etkinlik kazanmış. Rahmetli Cemal Kutay bile Said-i Nursi'yi bir şamana benzettiğini söylemiştir. Çünkü yaşadığı coğrafya, insanların daha fazla batıl inancı olan, animist yaklaşımların hala etkili olduğu, okuma yazma oranının ise neredeyse sıfıra yakın olduğu bir coğrafyadır. Bu sebeple onun öğretilerine bakarsanız Kur'anın yorumu da sanki gökten bir ilham alıyormuş edasıyla yapılarak yeni kutsal metinler olarak (Risale-i nur) ortaya çıkmıştır. Yani Nurcuların en çok okuduğu kitap kur'an değil onun Said-i Nursi tarafından yapılan yorumlarıdır. Saidi Nursi'nin ölümünden sonra da  yeni kırılmalar ortaya çıktı. Bunun kitapları ile yetişenler gittikleri yeni yerlerde, oraların şartlarına, oradaki topluma ve zamanın getirdiği değişikliklere göre yeni yorumlar yapmışlar. 

Bu arada şehir yapılanmaları daha zayıf kalmış ve kırsalda daha çok faaliyet göstermişler. Bunun da bence üç sebebi var. Laik devletin kontrolü şehirlerde daha fazla iken kırsalda bu kontrol daha az olduğundan daha rahat faaliyet gösterebilmişler. Diğer taraftan, şehirde modern bilgilerle yetişmiş, okumuş kesim varken köylerde eğitim o kadar çabuk yayılamamış ve bu insanlar etkilenmeye daha müsait bir potansiyel olarak görülmüş. Ve en son olarak ta; ülke nüfusunun çoğunluğu, daha yakın zamanlara kadar, köylerde yaşadığından zaten tarikatlarını pazarlayabilecekleri müşterilerin çoğu köylerde bulunuyordu.

Tabii ki; zaman, sosyal yapıdaki değişiklikler, ekonominin değişimi, ulaşım ve haberleşmedeki değişimler her geçen gün yeni bir dünya ortaya çıkarınca bu dini gruplar da, kimi daha hızlı kimi daha yavaş olmakla birlikte, bu değişimden etkilenmiş ve buna ayak uydurmaya, değişmeye ve dönüşmeye başlamışlardır.

Şimdi olayın diğer bir yönüne bakalım. Cumhuriyet dönemi boyunca tarikatlar (başlangıçta yaşadıklarının da etkisi ile) devlet organizmasından ve siyasetten uzak, kendi dünyalarında yaşamaya gayret etmişler. Çünkü kozalarından çıkarlarsa yok olabileceklerini görmüşler. Dolayısıyla kendilerine kurdukları kapalı sosyal, ekonomik ve dini grupların içinde kalmaya özen göstermişler. Bu durum Demokrat parti iktidarından sonra bir miktar değişime uğramış olsa da örgütlü bir siyasi İslan düşüncesi geniş kitleler tarafından çok ilgi görmemiş.

Bu tarikatlar; başlangıçta, devletin dini eğitim veren okullarının olmaması sebebiyle, cami imamlarını ve vaizleri yetiştiren okullar gibi faaliyet göstermişler. Bu dönemde her grup kendi adamını camilere yerleştirmek istediğinden aralarında bir mücadele ortamı oluşmuş. Fakat İmam Hatip Okulları kurulunca bu tarikatlarda yeni bir sıkıntı ortaya çıkmış. Dindar aileler çocuklarını bu okullara göndermeye başlayınca bunlar hem yeni eleman devşirme sıkıntısı yaşayacakları, hem de bir meslek kurumu olarak çalışmalarının ortadan kalkmasıyla cazibelerini yitirecekleri endişesine kapılmışlar. Bu dönemde bu cemaatler ve tarikatlar arasında mücadeleler savaş seviyesine varmış. Bunlar bu dönemde siyaset ile daha yakından ilgilenmeye başlamışlar. Ancak bu ilgilenme siyasi İslam gibi bir ideoloji şeklinde değil kendi, adamlarını milletvekili, imam, müftü yapma çabaları olarak ortaya çıkmış. Hepsi birbirinden farklı partileri desteklemiş. Bunların oy potansiyelini gören siyasetçiler de bunları birer oy deposu olarak dikkate almaya başlamışlar.

Ancak İmamhatipler giderek artmaya devam ediyormuş. Bu tarikat ve cemaatlerin tamamı en büyük İmamhatip düşmanları olmuşlar. Bunu başkasından duymuş gibi yazıyorum ama ben buna kendim de şahit oldum. Ben gençliğimde camiye bu gün olduğundan daha sık giderdim. Cami çevrelerinde, bazı tarikatlara mensup insanlarla da konuşurduk. Ben, bir potansiyel taraftar adayı olduğumdan değişik tarikatlara mensup insanlarla konuşma fırsatım olurdu. Bana hepsinin söylediği; ''İmam Hatipler dini bozan okullarıdır. İmam Hatip'ten mezun olan imamın arkasında namaz kılınmaz.'' şeklinde çok keskin ifadelerdi.

Ancak zaman hızla değişiyor ve Türkiye'de siyasetten toplum yapısına ve ekonomiye kadar her şey bundan etkileniyordu. Yavaş yavaş siyasal İslam fikirlerinin benim çevreme kadar yayıldığını hatırlıyorum. Bunlar klasik tarikatlardan farklı şeyler söylüyorlardı. Gazeteler, dergiler çıkarıyor, gençleri daha politik ama daha modern bir tarzda etkilemeye çalışıyorlardı. Bunlar İmamhatipleri kötülemiyor, tam aksine sayılarının artırılmasını istiyorlardı. Bu durum ise tarikatların çoğu ile aralarında sürtüşmelere sebep oluyordu. Bazı şehirli tarikat merkezleri bu yeni politik islamcıları desteklerken diğerleri ilginç bir şekilde bunlara hep uzak duruyordu. Mesela süleymancılar hiçbir zaman MSP'ye ve onun devamı olan partilere oy vermediler, Fethullahçılar da öyle.

Ancak dünya değişiyor ve dünya ile beraber Türkiye'de değişmeye ayak uyduruyordu. ABD merkezli yeşil kuşak teorileri Türkiye'de de sonuçlarını göstermeye, siyasete bulaşan İslamın yeni yeni sonuçları tüm İslam coğrafyasında olduğu gibi Türkiye'de de ortaya çıkmaya başlıyordu. Artık din ve dini gruplar daha etkili bir hale gelmişti. 12 Eylül darbesinin lideri bile televizyon ekranlarından halka dini bilgiler vermeye çalışarak hitap ediyordu.

80 darbesi çoğu şey gibi tarikatlar için de bir dönüm noktası oldu. Ekonomisi ve teknolojisi zayıf ta olsa belli bir seviyeye gelen, bazı sermaye odakları oluşturabilen, nüfusu oldukça artmış, şehirlerde de önemli bir nüfusu birikmiş olan Türkiye için, mevcut ekonomik ve siyasi düzen artık yetersiz geliyordu. Politik liderler ise bu durumu fark edememişler ve kendi aralarında kavga etmek ile meşguldüler. Ülkede önemli bir güvenlik sorunu da vardı. İdeolojik yapılanmalar her gün yeni çatışmalar yaratarak istikrarı bozuyordu. Öte yandan, ülkemizde palazlanmaya başlayan sanayi için iç pazar artık yeterli gelmiyor, sanayiciler dış pazarlara açılmak istiyorlardı. İthal ikameci üretim sisteminde belli bir gelişme olmuş, artık yavaş yavaş yerli model ve markalar ortaya çıkmaya başlamıştı. Dış ülkelerdeki kapitalist odaklar da Türk pazarına daha rahat girmek istiyorlardı. İşte bu tıkanıklık ve ortaya çıkan potansiyel yolu açmak için Türkiye'de çok alışık olduğumuz bir mekanizmayı harekete geçirdiler. Askerler darbe yaptılar.

Darbe sonrasında yönetimde önemli mevkilere gelen siviller ilginç bir biçimde liberal görüşlü ve dini gruplarla ilişkili kimselerdi. Ülkemiz, sermayenin önünü açacak şekilde dönüştürülmeye başladı. Askerler güvenliği sağlayıp uygun ortamı oluşturunca, görevinden istifa edip ABD'ye iktidar için hazırlanmaya giden Özal gerekli eğitim ve icazetleri alıp ülkeye dönerek parti kurdu ve iktidara geldi.

Özal'ın liberal ve dini eğilimli söylemleri tarikat ve cemaatlerin çoğuna çekici geldi. Artık ortaya çıkma, dünyaya varlıklarını daha yüksek sesle haykırma zamanlarının geldiğini düşündüler ve ANAP'ı desteklediler. Bunun farkına varamayan sol partiler hala eski söylemlerinde devam edince paramparça oldular ve hep hezimete uğradılar. Daha 70'li yıllarda bu dini grupların önemini kavrayan MHP ise söylemlerini dönüştürmüş ancak daha dindar kanadının kendisinden koparak yeni bir siyasi oluşum kurmasına engel olamamıştı.

Bu dönemde dini grupların tamamı ANAP'ı desteklediler. Liberalleri ve bazı sol gruplar ile milliyetçi grupları da yanına çeken ANAP büyük bir oy potansiyeline ulaşarak iktidar oldu. Bu ilk dönemde 1960'tan beri Demirel'in partisine oy veren Süleymancılar bile ANAP'a oy verdiler. Gerçi bunlar bu dönemlerde bir bölünme yaşayıp ikiye ayrılsalar da bir süre sonra ANAP içinde Nakşibendi ekolünün etkinliğini artırmasından rahatsız olup tekrar Demirel'in partisine dönmüşlerdir.

İşte Türkiye'deki bu köklü değişim, dini gruplarda da yeni yol ayrımlarına, yeni açılım ve dönüşümlere yol açtı.
Yeni sisteme uyum sağlamada yeterince hızlı davranamayan eski tarikat ve cemaat yapıları artık yeni oluşmaya başlayan bazı kitlelere hitap etmede yetersiz kalıyordu. Ticaret ve başka yollarla zenginleşen yeni bir zengin kesimi oluşmuş, köylü ve kapalı yapıları olan eski tarikatlar bunların ihtiyacını karşılayamaz duruma gelmişti. İşte bu şartlar yeni bir akım ve yeni bir lider ortaya çıkardı. İzmir gibi Türkiye'nin en batısında bulunan, kozmopolit ve modern bir toplumu barındıran bir şehir ise bu akımın filizlenmesi için oldukça uygun şartlar sunuyordu.

Daha 80 öncesinde vaazları ile insanları kendine bağlayan, hitabet sanatına hakim, sadece sözleri ile değil vücut diliyle de insanları etkileyen, kitlenin ruhunu yakalayan Fethullah Gülen yükselişe geçti. Akıllı bir insan olan Gülen, muhtemelen İzmir'de bazı Yahudi ve Hristiyan grupları da gözlemleme imkanı bulmuş ve esnek örgütlenme, paranın kullanımı, basının önemi gibi şeyleri çok iyi kavramıştı.  Yeni liberal ekonomik sistemden de faydalanan Gülen etrafındaki küçük topluluğu bu yeni şartlara göre yönlendirmeye başladı. Onları; ticaret yapmaya, gazete/dergi çıkarmaya, okullar açmaya teşvik etti. Napolyon gibi o da sürekli aynı şeyi tekrarlıyordu: Para, para, para!

''Hedefe giden her yol mubahtır.'' diye tabir edilebilen Makyevelist bir yaklaşımla Gülen, hiç bir güç odağı ile çatışmaya girmemeye çalıştı. Mevcut rejime doğrudan saldırmadan önce toplumu dönüştürmeye ve aynı zamanda kimseye çok hissettirmeden devleti ele geçirecek kendi elit grubunu yetiştirmeye çalıştı. Kendisine karşı olanlarla hiç çatışmaya girmedi. En sağdan en sola kadar her parti ile ilişki kurdu. Bir seçimde Ecevit'i bile destekledi. Askerler kendisine şüphe ile bakarken o askerlere methiyeler düzdü. Örgütünü yazılı bir hiyerarşiye sokmadan gevşek bağlarla yönetmeye ve büyütmeye çalıştı. Böylece takip ve imha edilme riski azaltılıyordu. 

Özellikle kendince kritik bazı mevkilere adamlarını yerleştirmeye başladı. Askeriye buna uyanıp adamlarının çoğunu ordudan atsa da bazı elemanları kalmayı başardı. Bunlar, daha sonra yeri geldiğinde, yine kendilerini açık etmeden kullanılacaktı. Sonra, polis teşkilatına sızmaya başladılar ve oldukça başarılı oldular. Bu dönemde cemaat okullarında eğitilen zeki çocuklar mühendislik bölümlerine değil de; hukuk, siyasal vb. gibi gelecekte devletin önemli kademelerine gelecek kişilerin yetiştiği okullara sokuldular. Yani ülkenin geleceğini ele geçirmek için hazırlanıyorlardı.

Ancak Gülen, yine de istediği gibi rahat hareket edemiyordu. Bir ara dinler arası diyalog ayaklarına papa ile görüşerek uluslar arası bir şahsiyet haline gelirken bir anda askerlerin müdahalesi ile hapse girme tehlikesi yaşıyordu. Fakat artık ABD gibi hegemon güçlerin dikkatini çekmiş, okullarını dünya çapında yayarak uluslar arası bir teşkilatın lideri haline gelmişti.

ABD'ye kaçmasına sebep olan mahkeme sürecinin ardından, artık yeni bir yol ayrımına geldiğini düşünmeye başladı. Türkiye'de orduya rağmen bir şey yapmak mümkün değildi. Bu sebeple orduyu bir şekilde alt etmeye karar verdi.
Bunun için dış odaklar da dahil Türkiye'deki tüm ordu karşıtı gruplarla ittifaklar kurmaya çalıştı. İlk olarak AKP hükumetinin arkasında tüm güçleri ile durmakla işe başladılar. Ardından; mutsuz liberaller, ideolojilerine inançlarını kaybetmiş ve şahsi çıkarları peşine düşmüş bazı eski solcular, para ve mevki düşkünü,renksiz kokusuz ama yetenekli bazı yeni yüzler de dahil her grupla ilişkiye geçtiler. Bunları; gazete ve dergilerinde köşe yazarlığı vermek, saçma sapan kitaplarının binlerce sayıda satın alınmasını sağlamak, üniversitelerinde hocalık vermek, bazı organizasyonlarda konuşmacı veya yönetici yapmak gibi bazı imkanlar vererek kendilerine bağladılar. Aslında fikir olarak hiç te uyum içinde olmadıkları AKP içine de kendi adamlarını teşkilat yöneticisi ve milletvekili olarak soktular.

Bu şekilde bir direnek noktası oluşturduktan sonra silahlı kuvvetlerin halledilmesine giriştiler. Ancak bazı sivil gruplar ''Atatürkçü Düşünce Dernekleri'' vb. isimlerle örgütler kurup hem hükumete hem de cemaate bir tehdit oluşturmaya başlamıştı. Bunlarla yaşanacak bir çatışma işleri daha kötü bir duruma getirebileceği gibi Fethullah Gülen'in politikalarına da uymuyordu. Stratejide ''Dolaylı Tutum'' denilen bir yöntemi uygulamaya koydular. Seçilen yöntem; insanların, kaynağı belirsiz merkezlerden servis edilen evrak ve belgelerle itibarsızlaştırılması, suçlanması sonra da Polis ve Yargı'da hükumet sayesinde çok önemli mevkilere gelen adamları vasıtasıyla etkisiz hale getirilmesi şeklinde uygulandı. Polisteki adamları vasıtasıyla yasa dışı dinlemeler yaptılar ve bunları istedikleri biçime sokarak, yine kim tarafından kurulduğu belli olmayan internet siteleri vasıtasıyla kamuoyuna sundular. Bunlar yapılırken değişik siyasi görüşlerden işbirliği içine giren kişilerce de bu olanların doğruluğunu topluma kabul ettirmek için yararlandılar. Her türlü basın ve yayın organından tek yönlü, sürekli ve koro halinde aynı şeyleri söyleyerek halkın beynini yıkadılar. Bir cemaatten beklenmeyecek şekilde ustalıkla psikolojik harp faaliyetleri icra ettiler. Muhtemelen iç ve dış işbirlikçi uzmanlardan da faydalandılar. Daha önce Silahlı Kuvvetler içine sızdırmayı başardıkları kişiler vasıtasıyla tahrif edilmiş veya yeniden oluşturulmuş bir sürü belgeyi ardı ardına basına ve savcılara ulaştırdılar. Zaten hukuk sisteminde çoğu önemli yerde bunların rahlei tedrisatından geçmiş kişiler bulunuyordu. Bu şekilde hem silahlı kuvvetlerin gücü kırılıyor, hem ordudan uzaklaştırılan kişilerin yerine kendi adamları veya kendilerine ses çıkarmayacak kişiler getiriliyor, hem de oluşan toplumsal muhalefet darbeci veya terörist denerek etkisizleştiriliyordu.

Bunda, o kadar başarılı oldular ki, başlangıçta buna kendileri bile şaşırdılar. Çünkü silahlı kuvvetler bu tür bir saldırıya hazırlıklı değildi. Fakat kısa süre sonra bu başarı başlarını döndürdü ve pervasızca hareket etmeye başladılar. Devlet içinde devlet haline gelip her istedikleri yeri kendilerininmiş gibi işgal etmeye giriştiler.

Bu durum doğal olarak hükumet çevrelerini rahatsız etti ve iki taraf ta bir birine karşı mevzi almaya başladılar. Daha sonra cemaatin uluslar arası politikaları ile hükumetin uluslararası politikaları birbirine uymamaya ve çatışmaya başladı. Cemaat liderinin emir verir tarzda konuşmaları, kendisi de bir liderlik histerisine kapılmış olan başbakanımızı giderek daha da rahatsız etmeye başladı. Hele memur sınavları dahil her şeyin hükumetin müdahale edemeyeceği şekilde cemaatin kontrolüne girmeye başlaması kabul edilebilecek gibi değildi. Halk başbakana oy vermiş ancak devleti perde gerisinden Fuethullah Gülen idare etmeye başlamıştı. 

Bunun üzerine hükumet savaş planlarını yapmaya başladı. Bunu, içerideki adamları vasıtası ile öğrenen cemaat te (/kaset kayıtları, belgeler vb.) karşı saldırı için hazırlıklarına başladı. Çatışma bir süre suyun altında devam etse de cemaatin MİT Müsteşarı'nu yemeye çalışması, Mavi Marmara Olayında karşı cephede yer alması ve Gezi eylemlerinin cemaat tarafından el altından desteklenmesi artık çatışmayı gizlenemeyecek bir hale getirdi.

Cemaatin; Koç Grubu ve Sarıgül ile ilişkisi de ortaya çıkınca hükumet saldırı planlarını açıkça uygulamaya koydu. Polis istihbaratındaki cemaatçileri temizlendi, bazı devlet kademelerinde atamalar yapıldı ve Cemaatin ağırlık merkezi olduğunu değerlendirdikleri dershanelere darbeyi vurup cemaati etkisiz hale getirmeye girişildi. Cemaat de karşı saldırıya geçti ve bunu son zamanlarda kamuoyuna belge sızdırma sürecine kadar götürdü. Hükumet buna cevap olarak; Cemaatin şirketlerine ve cemaatle ilişkili kişilerin şirketlerine vergi denetimleri ile cevap verdi.

Şu anda herkes mevzilerini almış, birbirini kollamaktadır. Bu savaşın sonucu üçüncü tarafların tavrına göre değişebilir. Ancak esas önemli olan, cemaat ve hükumetin tabanını oluşturan insanlardır. Bu sebeple iki taraf ta seçilmiş kelimeler kullanarak bu kitleyi kendi tarafına çekmeye çalışmaktadır.

Yalnız önemli bir olay hızla yaklaşmakta ve hükumet cephesinde bir hassasiyet oluşturmaktadır. Yakında Yerel seçimler yapılacaktır. Bu seçimler hükumet için çok önemlidir. Çünkü hükumete olan desteği ortaya çıkaracak ve gelecek seçimler için bir gösterge olacaktır. Bu sebeple hükumet geçici bir ateşkes isteyebilir veya mevzii bir geri çekilme yapabilir. Ancak cemaati ikna edebileceğini sanmıyorum. Cemaat bu yerel seçimlerde, her yerde, hangi partiden olduğuna bakmaksızın, hükumetin karşısındaki en güçlü adayı destekleyecektir. Bunun sonucu olarak AKP birçok kalesinde belediye başkanlığını kaybedebilir.

Eğer Sarıgül İstanbul Belediye Başkanlığına seçilebilirse cemaat muhtemelen gelecek milletvekili seçimlerinde CHP'yi destekleyecektir. Zaten Kılıçdaroğlu da, hem cemaat çevrelerine hem de ABD'ye kendini pazarlamak için Washington'a gitmiştir. Muhtemelen kulağına bir şeyler fısıldanmış, görüşme ve talimat vermek için de oraya çağrılmıştır.  Eğer Kılıçdaroğlu ABD ve Cemaati ikna edebilirse gelecek günlerde Türkiye siyasi ve toplumsal yapısı yeni operasyonlara maruz kalacaktır. Bu operasyon sadece politik arenada değil, özel hayata ait görüntüler, yolsuzluk belgeleri ve ses kayıtlarının kamuoyuna sızdırılmasına kadar giden çok kanlı bir operasyon olacaktır.

Bekleyip göreceğiz.

Veya beklemeyip harekete geçeceğiz.

Türkiye şeyhler, dervişler devleti olmamalıdır.

Türkiye her istendiğinde operasyon yapılabilecek bir devlet de olmamalıdır.

Biz ne yapabiliriz?

Çok şey!

Ben tek başıma ne yapabilirim ki!

Yağmur damlası da küçücüktür ama milyonlarcası bir araya gelince sağanak olur, sel olur, gölleri, dereleri, denizleri doldurur.

Demokrasilerde her şey mümkündür.

Demokrasi de zaten bunun için iyi bir yönetimdir.

Saygılar sunarım.




2 Aralık 2013 Pazartesi

Türk Milleti, dinleyin! İyi düşünün, bilin ve olanları anlayın.


BİLGE KAĞAN(716-734 Tarihleri arasında Göktürk İmparatorluğu kağanı)'DAN; TÜRK MİLLETİNE VE ONUN YÖNETİCİLERİNE, ONLARI ŞANLA, ŞEREFLE, DEVLETLE EBEDİ İL TUTTURARAK YAŞATACAK ÖĞÜTLER.
(Göktürk yazıtları Türk tarihinin en önemli belgelerindendir. Burada verilen öğütler (Atatürk'ün gençliğe hitabesi gibi) değerini hiç yitirmemiş ve yitirmeyecek temel esaslardır. Bu gün, Türkiye'nin durumuna bakıp, bu yazıtlardan alıp aşağıda yazdığım kısa bir bölümün şimdi de ne kadar geçerli olduğunu görebilirsiniz. Bilge Kağan'ın bu sözlerini ben yorumlamayacağım. Çünkü burada anlatılan şeyler, çok açık ve seçik bir şekilde söylenmiş. 

Bu metni okumadan önce bir an olsun günümüz Türkiye'sini düşünün. Son günlerde ülkemizde ne acı şeyler yaşanıyor.
Ülke, yöneticiler eliyle bölünüyor. 
Din adına hizmet ettiğini söyleyenlerle, demokrasi havarisi ayaklarına yatanlar çıkarları çatışınca her işi bırakıp birbirlerine girmiş durumdalar. 
Devleti kimin ele geçireceğine ve yöneteceğine karar vermek için savaşmakla meşguller. 
''Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir!'' sözünü ağzından düşürmeyenlerin milletin egemenliğini kimlere peşkeş çektikleri açık açık televizyon ekranlarından açıklanıyor.
Cemaate her istediğini verdiklerini, sanki bu iyi bir şeymiş gibi televizyon ekranlarından ilan ediyorlar. 
Milletin malını, mevkiini, memuriyetini, gücünü hiçbir hakkı olmayan gruplara iane olarak dağıttıklarını utanmadan sıkılmadan anlatıyorlar. 
Milletin gariban evlatlarının haklarını nasıl yediklerini anlatıp sonra da kul hakkından bahsediyorlar.
Ancak, millet şaşılacak bir şekilde sessiz ve tepkisiz. 
Sanki filim seyreder gibi bu odakları seyrediyor. 
Bilge Kağan'ın aşağıdaki sözlerini bu olanları düşünerek okumanın çok faydalı olacağını düşünüyorum.
Saygılar sunarım.


Türk, Oğuz beyleri, Milleti dinleyin!
Senin işte böyle zorluklarla kazanılmış,
Sağlam bir düzene oturtulmuş,
İyi bir ilin ve ülken, devletin, tören ve kurumların vardı.
Üstten gök yıkılmasa, alttan yer yarılmasa,
Senin devletini ve kurumlarını,
Hiç kimse bozamaz, yıkamazdı.
Ama sen tuttun, seni diriltip yeniden ayağa kaldıran,
Yüceltip yükselten, akıllı, bilgili öz kağanını saymadın, dinlemedin.
Güçlü, hür ve bağımsız, iyi ve güzel, gelişmiş ve zengin,
İlini, ülkeni ve devletini ihmal ettin, kötü duruma soktun.
İşlediğin suçlar, hatalar, fenalıklar yüzünden,
Söz dinlemezliklerinden, itaatsizliklerin yüzünden,
Başına ne işler açtığını, ne kötülükler getirdiğini kendin de gördün.

Ey Türk, silkin ve kendine gel!
Hatalarından vazgeç ve pişman ol!
Aklını başına topla!
Her şeyin farkına var!
Olup bitenleri gör, bak, düşün, ibret al, ders çıkar!
Sana karşı düşmanlar ve düşmanlıklar nasıl doğdu?
Sana çevrilmiş silahlar senin ülkene nasıl sokuldu?
Silahını, mızrağını kapan saldırgan düşmanların,
Nerelerden sökün edip üzerine geldiler?
Hangi gediklerden, deliklerden çıktılar?
Nasıl oldu da seni yendiler, bozup dağıttılar?
İlini, ülkeni nasıl zaptedip, elinden aldılar?
Öz yurdundan seni nasıl sürüp çıkardılar?
Hangi sebepler, hangi sonuçları doğurdu?
Ne, nasıl, niçin oldu?
Olan bitenleri,
Olayların önünü sonunu,
İyi düşün, bil ve anla!

28 Kasım 2013 Perşembe

Bir cemaatçinin (Fethullah Gülen Cemaati) göz yaşları: Bizim arkadaşlarımız dava için cennetlerini feda ettiler! (Cemaat Hükümet savaşında cemaat saldırılarına başlıyor.)


(Cemaat. Hükümet. Kaset. Komplo. Cennet. Arkadaş. Komplo teorisi. Askeri vesayet. Diktatörlük. Özgürlük.Demokrasi.) 

Son günlerde televizyonlarda bazı kişiler cemaatin artık hükümet hakkında bazı kasetleri piyasaya süreceğini daha sık telaffuz eder olmuştu. Bu gün okuduğumuz haberlerde ise bazı gazetecilere bu görüntülerin servis edilmeye başlandığını anlaşılmaktadır.
İddia o ki tanınmış bir kişinin yasak ilişki görüntüleri varmış bu kasette. Bazıları da bu kişinin tanınmış birinin kardeşi olduğunu söylüyor.
Şimdi ben de herkes gibi; ''Hükumet ettiğini buluyor. Daha önce askerler ve muhalefet partileri hakkında benzer karalama kampanyaları, Bizans oyunları yapılırken hesaplarına gelmediği için ses çıkarmamış, hatta buna çanak tutmuşlardı. Şimdi bulsunlar belalarını.'' diyebilirim.
Ama bu hem çok dürüst bir hareket olmaz hem de benim anlayışıma uymaz. Ben bu tipleri hiçbir zaman alkışlamam. Bunların verdiklerinin üzerine atlayan köstebek kılıklı tipleri de hiç sevmiyorum.
Neden böyle düşündüğümü söyleyeyim.
Eğer iddia edilen görüntüler bir kişinin bir başka kişiyle olan yasak ilişkisi ise bu hiç kimseyi ilgilendirmez. Özel hayata ait şeyler o kişilere ve onlarla ilgili olan yakınlarına ait özel alanlardır. Bu konu, devlet veya millet ile ilgili değilse, hiç kimse böyle bir görüntüyü kamuya yansıtma ve insanları itibarsızlaştırma hakkına sahip değildir. Hem artık teknolojideki gelişmeleri de göz önüne alırsak bu görüntülerin özel hazırlanmış komplolar olup olmadığını da hiçbir zaman bilemeyiz. Bu tür düzenbazlıklara prim vermek bence doğru değildir.
Eğer bu görüntüler devlet ve millet ile ilgiliyse de bu tür hareketleri hoş görmek mümkün değil. Eğer ortada bir suç varsa bunun başvuru makamı hukuk organları olmalıdır. Bir kişi böyle bir suçu bildiği halde uzun süre gizliyor ve uygun zamanda piyasaya veriyorsa bu kişi bu suçlu olduğu iddia edilen kişiden daha zararlı ve tehlikelidir. Kötü niyetli biridir. Şahsi veya grup çıkarları için insanları yasa dışı yollardan fişleyip elde ettiği bilgileri şantaj unsuru olarak kullanmaktadır. Suç işlemektedir.
Eğer bunu bir cemaat yapıyorsa bu durum daha da vahimdir.
Dini duygular, istismarı en kolay olan duygulardır. İnsanlar bir çok ülkede din adına, din ile hiç ilgisi olmayan bir sürü vahşilikleri, şerefsizlikleri ve günahkarlıkları büyük bir ibadet vecdi ile yapabilmektedirler.

Size birinden dinlediğim bir olayı anlatarak durumun vehameti hakkında biraz da olsa bilgi vereyim.
Bu kişi, cemaatin bir taraftarı (üyesi mi desem bilmiyorum çünkü bunlarda öyle resmi üyelik filan da yok) ile bir iş için görüşüyormuş. Görüşen bu kişi de dindar ve ibadetlerini eksiksiz yapmaya çalışan birisi. Biraz muhabbet ettiklerinde, bu cemaatçi, bunu da cemaatçi sanarak konuşmaya başlamış. Gözleri yaşararak orduya, emniyete ve devletin değişik kademelerine sızdırdıkları adamlardan bahsediyormuş. Diyormuş ki; ''Bizim arkadaşlarımız dava için cennetlerini feda ettiler!''
Benim konuştuğum kişi başta adamın ne demek istediğini anlamıyor ancak sonradan cemaatçinin yaptığı açıklamalardan uyanıyor. Cemaatçinin anlattığı konu çok korkutucu. Bu cemaat, devletin değişik kademelerine sızdırdıkları adamları yıllardır özel bir şekilde ve tam kompartmantasyon (genellikle gizli örgütlerde uygulanan, kimsenin, çok az kişi haricinde, kimseyi tanımadığı, küçük hücreler halinde örgütlenme biçimi) uygulayarak yetiştiriyormuş. Bu kişiler cemaat okullarına veya diğer cemaat kurumlarına, hatta cemaat çevrelerine bile sokulmuyormuş. Bunlar özel olarak belirli kişilerce hazırlanıyor, en iyi eğitimleri alması sağlanıyor ve istenen yerlere yerleştiriliyormuş. Yani istihbaratçıların diliyle adeta uyuyan ajan gibiymişler.
Bu kişiler, 90'lı yıllarda en laikçi çevrelere bile sızmış ve oldukça muteber kişiler olmuşlar. Çünkü hocaları (efendileri mi desem acaba) bunlara fetva vermiş ve demiş ki; ''Girdiğiniz ortamda insanlar bir bardak rakı içiyorsa siz iki bardak içeceksiniz, kadınlar dize kadar etek giyiyorsa sizin eşleriniz dizüstü etek giyecek. Bizimle irtibatlı olduğunuzdan kimse şüphelenmeyecek. Bizden kimse ile de doğrudan bir irtibat kurmayacaksınız. En önemli, en kritik yerlere gelinceye kadar kendinizi belli etmeyeceksiniz, gerekirse ilelebet ortaya çıkmayacak, kendinizi açık etmeyeceksiniz. Bizim içerideki gözümüz kulağımız olacaksınız.''
Meğer bu cemaatçi bu adamlar için ağlıyormuş.
Bu şekilde kurumlara sızan tipler içki içerek filan günah işleyecek ve cennete gidemeyecekler ya, ona üzülüyormuş.
Bizim için cennetlerini feda ettiler diyormuş.
Şimdi bu adamların ne kadar tehlikeli olduklarını bir düşünün. Bunlar Hasan Sabbah'ın Haşhaşilerinden bile tehlikeli insanlar. Bunlar ayrık otu gibi, kan yaşı gibi. Yolmakla, sürmekle, ilaçlamakla bitmezler.

Ben hükumetin bir çok politikasını beğenmiyorum. Kendilerine hiç oy vermedim ve bundan sonra da vermeyi düşünmüyorum. Ama bu adamlar hükumeti hırpalayacak diye de sevinemem. Oh ne güzel oldu da diyemem. Çünkü bu; fareden kurtulmak için evde yılan beslemeye benzer. Fare sizi uykusuz koymaz ama yılan serbestken asla uyuyamazsınız.
Hükumet seçimle geldi ve seçimle her zaman gidebilir. Ancak bunlar öyle değil. Bunlar her şeye, her yere, devletin ve toplumun en derin hücrelerine kadar sirayet ediyorlar.
Bunlar komplolar kuruyorlar. Bunlar insanlara baskı yapıyorlar. Bunlar derin bir korku yayarak insanları sindirmeye çalışıyorlar.
Maşallah, bu gün Başbakana kimse yüksek sesle bir şey söylemeye cesaret edemezken bunlar en ağır hakaretleri yapıyor, Nemrut, Firavun diyorlar.
Bu nasıl bir güven duygusudur?
Bu nasıl bir güçtür?

Ben toplumda hiç kimsenin bu kadar güçlü olmasını istemem. Çünkü aşırı güçlenen;bir insan da olsa, bir örgüt te olsa diğer insanlara zulmeder. Onlara tahakküm etmeye çalışır.
Hele bu güç, böyle ne oldukları, kiminle bağlantılı çalıştıkları, hangi gizli ilişkiler içinde oldukları bilinmeyen organizasyonların elindeyse sonuçları çok daha tehlikelidir.
Denetlenemeyen, toplum ve hukuk önünde hesap vermek zorunda olmayan hiç kimseye güvenemem.
Onun için ister dini olsun ister başka amaçla kurulmuş olsun hiç bir cemaate, hele de bunlara hiiiç güvenemem.
Kimse yanlış anlamasın. Ben dini cemaatlere karşı değilim. Bunlar hayatın gerçekleri. Belli bir ihtiyacı karşılıyorlar ki var olabiliyorlar. Ben dini cemaatlerin din dışına çıkmalarından rahatsız oluyorum.

Herkes uzun zamandır hep bir ağızdan bağırıyor. ''Demokrasilerde askeri vesayet olmaz!''
Bence de olmaz, doğru söylüyorlar. Askeri vesayet istemiyorum.
Bazıları da diyor ki; ''Diktatörler demokrasilerde olmaz.''
Haklılar, doğru söylüyorlar. Ben diktatörlerin bizi yönetmesini de istemiyorum.
Ama demokrasilerde cemaat zorbalığı hiç olmaz.
Ben; daha demokratik, daha özgür bir ülkede yaşamak istiyorum.
Demokrasiye ve özgürlüklere tehdit; ordudan da gelse, bir kişi veya partiden de gelse, bir cemaatten de gelse benim için fark etmez.
Yağmurdan kaçarken doluya tutulmayalım diyorum.
Saygılar sunarım.




26 Kasım 2013 Salı

Libya'ya ne oldu ve nereye gidiyor?


(Temel kavramlar: Libya'da iç savaş. Sunusi. Ensaru’ş Şeria. Selefilik. Müslüman Kardeşler. Radikal İslam. Siyasal İslam. Tarikatlar.)

Libya'ya müdahale ve Kaddafi'nin düşürülmesinden sonra artık Libya haberlerine pek rastlayamaz olduk. Doğal olarak insanlar Libya'nın diktatörden kurtulduktan sonra demokrasiye geçtiğini ve bir yaraları sarma evresine girdiğini düşünüyor. Ancak durum hiç te öyle değil.

Libya karmaşa içinde. Adeta bir iç savaş yaşıyor. Her gün çatışmalar oluyor ve insanlar ölüyor. Ama ne AB ne de ABD pek umursamıyor. 

Libya'da kabile yapısının güçlü olmasından dolayı bir iç mücadele derinden devam ediyor. Ancak ortaya yeni aktörler de çıkmış durumda. Bu güçler ise tabii ki İslami nitelikte yeni oluşumlar. 

Aslında İslami oluşumun yeni olduğunu söylemek te pek mümkün değil. Siyasileşmiş İslam Libya'nın pek yabancı olduğu bir konu değil çünkü. Hatta Libya'nın İtalyanlara karşı verdiği özgürlük mücadelesi bile dini bir karakterdeydi. Sunusi hareketi bir tarikat yapılanması idi. 

Libya'da tarikat yapılanması Osmanlı zamanından beri etkin. Abdülhamit bile bu tarikatlerle irtibat kurmuş hatta bunlarla yakın ilişkiler geliştirmiştir. Birçok dini törende de Sunusi liderlerinden faydalanmıştır.

Kral ve sonrasında sosyalist Kaddafi yönetiminde bu tarikatlar yok olmasa da pasifize olmuşlardır. Ancak son zamanlarda yükselen siyasal İslam hareketleri Libya'yı da etkilemiş ve dini hareketlenme yeniden hız kazanmıştır. Bunun böyle olması da aslında beklenmesi gereken doğal bir gelişmedir.

Komşularından biri olan Cezayir de siyasal İslam yıllar öncesinden beri çok güçlenmiş ve iktidar için silahlı çatışmalar vermiş, hatta iktidara gelmiş ama darbe ile iktidardan indirilmiştir.

Diğer komşusu Mısır ise tüm Ortadoğu İslami hareketlerinin esin kaynağı durumundaki bir ülkedir. Son yıllarda yükselişte olan Müslüman kardeşler ve Selefi hareketlerinin doğum yeri de Mısır'dır.

Bu kadar siyasi İslam hareketinin arasında, Libyalıların bundan etkilenmemesi mümkün değil idi. Nitekim Kaddafi rejimi ortadan kalkınca bu hareketler organize olmaya başladılar. Ancak bu yeni hareketler o eski Sunusi hareketinden çok farklı özellikler arz etmektedir. Gerek komşu ülkelerdeki hareketler ve gerekse Kaddafi'ye karşı isyan sürecinde yurt dışından gelen İslami motivasyonlu radikal örgütler Libya'daki yeni İslami hareketi etkilemiş ve hatta dönüştürmüş gözükmektedir.

Mevcut örgütler daha radikal, şeriatçı ve silahlı mücadele taraftarı yapılardır. Nitekim bunlar yeni kurulan yönetimin resmi ordusuna kafa tutmaya ve onunla çatışmaya başlamışlardır.

Bu örgütlerden en güçlü olanı ise Ensaru’ş Şeria güçleridir. Bu örgüt Kaddafi'nin düşmesinin ardından ortaya çıkan bir örgüttür. Kurucuları ve üyelerinin çoğu (özellikle askeri kanadı) eski isyancılardan oluşmaktadır. Bu örgüt 11 Eylül 2012 tarihinde ABD'nin Bingazi Konsolosluğu'na yapılan saldırıdan sorumlu tutulmuş ancak örgüt bu suçlamayı kabul etmemektedir.

Örgüt özellikle Bingazi bölgesinde güçlü durumdadır. Burada bazı bölgeleri kontrol etmekte ve birçok kontrol noktası ve savunma mevzisinde mevzilenmiştir.

Tüm dünya Kuzey Afrika'yı demokratikleştireceğiz, istikrarlı ve dünya ile bütünleşen bir yer haline getireceğiz diye nara atarken sonuç bunun tam tersi olmuştur. Libya istikrarsızlaşmış ve iç çatışmalara sürüklenmiş durumdadır.

Ancak bu duruma AB çok yakın zamanda mutlaka müdahale eder. Çünkü Kuzey Afrika tarih boyunca Avrupa'yı etkilemiş ve hala da etkilemekte olan bir bölgedir. Arada bir devlet veya tampon bir bölge yoktur. Akdeniz ise engelden ziyade uygun bir ulaşım sağlamaktadır.
Bu sebeple Kuzey Afrikada esen rüzgar çöl tozlarını nasıl kolayca Avrupa'ya getiriyorsa, sorunları da Avrupa'ya taşıyacaktır.

Libya bizim tarihi ve gönül bağlarımız olan bir ülkedir. Unutulmamalıdır ki kurtuluş savaşının en zor günlerinde Sunusi lideri Ankara'ya gelerek bize destek vermiştir. Onun için bu zor günlerinde yalnız bırakılmamalıdır. Hele hele Avrupalıları veya radikal örgütlerin kucağına hiç terk edilmemelidir.

Saygılar sunarım.


25 Kasım 2013 Pazartesi

Fethullah Gülen Cemaati neden rahatsız, Başbakan Erdoğan ve Hükümet neden rahatsız? (Derin savaş. Derin devlet, derin cemaat.)


Şimdi devletin önemli makamlarına yükselecek memuriyet kadroları için bir sınav açıldığını düşünün. Sınav sonunda 20 kişi işe alınacak. Sınav sonuçlarına göre en yüksek not alan 40 kişi ise mülakata çağrılıp bunlardan 20'si mülakatta elenecek.
Hükumet doğal olarak kendi kadrolarından en azından 3-5 kişiyi bu kadrolara almak istiyor diyelim. Sınav oluyor ve bir bakıyorlar ki bu 3-5 kişi ilk 40'a girememiş. Halbuki bu 3-5 kişinin hep iyi notlar alan kişiler olduğunu biliyorlar ve en az yarısının ilk 40'a gireceğini düşünüyorlar.
Notlara bakınca görüyorlar ki bu adaylar gerçekten de çok yüksek notlar almışlar. Ancak ilk 40 kişi o kadar yüksek notlar almışlar ki bu 3-5 kişi ilk 40'a girememiş.
Bir değil iki değil hep aynı şey tekrarlanınca hükümet çevreleri bu durumdan kıllanıyorlar. İlk 40 kişiyi incelemeye alıyorlar. Ulaştıkları sonuç kendilerini hayrete düşürüyor. Çünkü bu ilk 40 kişinin tamamı genellikle cemaatin adamları çıkıyor.
Durum böyle olunca daha da kıllanıyorlar ve araştırmaya başlıyorlar.
Ulaştıkları sonuçlar bunları korkutuyor. Bir şeyler yapmak gereğini hissediyorlar. Çünkü cemaatin tüm devlet kurumlarına sadece kendi adamlarını yerleştirmek için bir düzen kurmuş olduğunu görüyorlar. Eğer bu düzen engellenmezse tüm devlet cemaat kontrolüne geçecek, bu arada kendi adamlarını işe alamayan hükumetinde prestiji ortadan kalkacak.
Tespit ettikleri durum şu:
Eğer bir işe 20 kişi alınacaksa, cemaat en az 50 kişiyi dershaneler vasıtasıyla sıkı bir kursa alıyormuş. Bu 50 kişiden sadece 20 kişi bu işe girmek için gönüllü olan veya seçilen kişiler oluyormuş. Sıkı kursa alınan 50 kişi genellikle mülakata katılmak için gereken ilk 40 kişilik kotaya girecek şekilde en yüksek notları alıyormuş.
Sıra mülakata geldiğinde, sadece bu işe girecek olan 20 kişi mülakata hazırlanıyorlarmış. Diğer 20 kişi ya seçilmemek için bilerek mülakatta hata yapıyor veya mülakata hiç girmiyormuş.
Cemaat bu şekilde kendi adamları dışında hiçbir adayın mülakat kotasına girmesine izin vermiyor ve kendi adamlarının tamamını işe sokuyormuş.
Bu sistem çok iyi işliyor,  cemaat dışında zeki gençler çok nadiren tam not alarak bu kotalara girebiliyormuş.
Bu tezgahı öğrenen başbakan ve bakanlar uzun süredir bunu önlemek için tedbirler geliştirmeye çalışıyorlarmış. Mülakatta nota bakmadan sırf bu tezgahı bozmak için adayları elemek dahil birçok tedbir uygulamışlar. Ancak bu dershane düzeni kırılmadıkça bunun tamamen önlenmesinin mümkün olmadığını görmüşler.
Onun için de dershaneleri ortadan kaldırmaya karar vermişler. Bu konuyu o kadar önemsiyorlarmış ki artık bu karardan kesinlikle dönmeyeceklermiş. Çünkü, kendileri halk oyu ile seçilip iktidar oldukları halde bazı konularda muktedir olamamalarını bir türlü hazmedemiyorlarmış.
Başta hükümet var gözükürken devletin bütün kademelerine cemaatin hükmetmeye çalışmasını kabul etmek mümkün değilmiş.
Başbakan cemaate karşı meydan okumakta kararlıymış.
Kontrollü bir dil kullanması sadece taktik bir seçenekmiş. Yoksa bu hesaplaşmadan vaz geçmek gibi bir niyeti yokmuş.
Cemaat te bu kararlılığı öğrendiğinden giderek artan şekilde saldırıya geçmiş. Bu saldırı bu kadarla da kalmayacakmış. Hükumet ile cemaat arasındaki olay artık tam bir meydan savaşına dönüşmüş. Biri baş eğmedikçe bu savaş sona ermeyecekmiş.
Hükumetin baş eğeceği yokmuş. Bu sebeple artık cemaat sürekli ve sınırsız bir savaşa doğru mücadelesini geliştiriyormuş.
Yani bu iş daha bitmedi.
Önümüzdeki günler daha sıkı çatışmalara gebe.
İzleyip göreceğiz.
Peki ben ne mi düşünüyorum?
Ben bunun herkese hayırlı olmasını diliyorum.
Saygılar sunarım.




Devletler arası ilişkilerde, caydırıcılık ne demektir? Caydırıcılık nasıl sağlanır? Türkiye'nin caydırıcı gücü ne durumdadır?

 Caydırma ve Caydırıcılık ne demektir? 


Caydırma kelimesi, Türk Dil Kurumu Sözlüğünde; caydırmak işi, bir gözlem sürecinde bilgi vermekten kaçınanların engellerini aşarak istemli katılımlarını sağlama ve yüreklendirme şeklinde açıklanmaktadır. 

Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisinde ise; bir devletin, olası düşmanı kendisine karşı saldırıya geçmekten vazgeçirmek için giriştiği eylem olarak ifade edilirken bu eylem sonucunda düşmanın, elde edeceği şeyin, saldıracağı devletin kendisine vermek kararında olduğu zarara değmeyeceğine inanması gerektiği belirtilmektedir.

Askeri literatürde ise, caydırma terimi ile; hasım tarafı tecavüzden vazgeçirerek milli çıkarları sağlamak ve milli hedefleri elde etmek amacıyla, ona, savaşa girmesi durumunda zararlı çıkacağını gösterecek şekilde askeri gücün geliştirilmesi ve kullanılması işlemi anlaşılmaktadır. Caydırma kelimesini açıkladıktan sonra caydırıcılık kelimesi ile ne anlaşıldığına gelelim. 

Caydırıcılık; düşmanı, kendi milli çıkarlarını gerçekleştirmek için askeri güce başvurduğu takdirde, sonuçta kendisinin bu eylemden büyük bir zararla çıkacağına inandırma ve onu saldırmaktan vazgeçirmektir. Bu politika için ise askeri gücün üstün tutulması gerekmektedir.Bu tanımlardan da anlaşılacağı üzere, hasmın niyet ve maksadını uygulamaya koymaktan vazgeçirilmesi anlamını taşıyan caydırma; daha çok barış ve kriz dönemlerinde uygulanan bir politikadır. 

Düşmanı caydırmak için askeri gücün gösterilmesi işlemi ise; atış, tatbikat ve gösteri gibi faaliyetlerle icra edilir. 

Bu politika uygulanırken, sadece askeri gücün değil, aynı zamanda diğer milli güç unsurlarının da kullanılabileceği düşmana gösterilmelidir. 

Bu milli güç unsurları:Askeri güç, psikososyal güç, insan gücü, coğrafi güç, ekonomik güç, politik ve idari güç, teknolojik güç gibi güç unsurlarından oluşur.

1990 öncesi iki kutuplu dünya düzeninde caydırma daha çok sayısal askeri üstünlük ile sağlanmaya çalışılırken, günümüzde bu durum tamamen değişmiştir. Artık, siyasi ve ekonomik güç ile desteklenmeyen bir askeri gücün caydırıcılık vasfının olmadığı görülmektedir. 

Günümüzde caydırıcılığı artıran diğer bir etken ise; çok uluslu oluşumlar ve faaliyetlerin içinde fiilen var olmaktır. Bu tür faaliyetlere katılım; siyasi, ekonomik ve askeri güç göstergesi olarak kabul edilmektedir.

Caydırıcılığın etkili olabilmesi için genellikle şunlar yapılmaktadır:
*Teknolojiyi etkin kullanan, bilgi üstünlüğü sağlayan, etkili bir komutaya ve komuta kontrol sistemine sahip olan, yüksek teknolojili ve kuvvet çarpanı etkisi sağlayan silahlara sahip bir silahlı kuvvetlere sahip olmak.
*Uluslararası askeri ittifaklara katılmak ve bu ittifaklarda etkili olmak.
*Çok uluslu barışı destekleme ve barışı koruma harekatlarına katılmak.
*Modern gemiler ve uçaklarla yabancı ülke ziyaretleri yapmak, gösteri ve tatbikatlara iştirak etmek.
*Ülke içinde müstakilen veya başka ülkelerle birlikte, uygun zaman ve yerlerde büyük tatbikatlar icra etmek.
*Savunma sanayiini geliştirmek ve yüksek teknoloji ürünleri ile uluslararası sergi ve fuarlara katılmak.
*Muhtemel düşmana karşı bilgi harekatı ve psikolojik harekat uygulamak.
*Kriz anlarında tam kararlılık göstermek.
*Tehditlere karşı, tehdidin ortaya çıkmasından itibaren derhal tedbir almak vb.

Sonuç olarak caydırma; hasmın niyet ve maksadını uygulamaya koymasını vazgeçirmek esas alınarak yapılan faaliyetlerin tümüdür. Siyasi ve ekonomik güç ön plandadır. Askeri güç pasif fakat etkili ve kararlı olarak kullanılır. Diğer güç unsurları da gerektiği yerlerde kullanılır. Daha çok barış ve kriz durumlarında uygulanır.


Türkiye'nin caydırıcılığı ne durumdadır? 

Türkiye'nin caydırıcılığının değerlendirilmesini okuyuculara bırakıyorum. Herkes kendi yorumunu yapabilir. 

Bunu yaparken; iç savaşla iyice zayıflamış olan Suriye'yi bile ne kadar caydırabildiğimizi/ya da caydıramadığımızı da göz önüne almak uygun olur sanırım.

Saygılar sunarım.

23 Kasım 2013 Cumartesi

Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları (TCDD).


Henüz vakit varken.

Zaman zaman dünyanın değişik yerlerinde meydana gelen tren kazaları haberlerine çeşitli basın organlarında rastlamaktayız. Bu haberleri gören herkes bilir ki bu kazalar oldukça üzücü sonuçlar doğurmaktadır. Toplu taşıma araçları olan trenler, aynı anda yüzlerce, hatta binlerce kişiyi taşıdığından, büyük kazalar da genellikle çok büyük miktarlarda ölüm ve yaralanmalarla sonuçlanmaktadır.  
Ancak, bu olumsuz duruma rağmen tren yine de en emniyetli ulaşım araçlarından biridir. Kendine tahsis edilen hatlarda, demir raylar üzerinde hareket eden tren; bu yol kara yolları gibi birçok araç ve sürücü tarafından kullanılmadığı için, karşılıklı çarpışmadan meydana gelen kazalarla çok nadiren karşılaşır. Uçaklar gibi her türlü arıza kazalara sebep vermez. Ayrıca kaza durumunda uçaklardaki gibi yolcuların tümüne yakını hayatını kaybetmemekte ve orantısal olarak kurtulan insan sayısı her zaman çok yüksek olmaktadır.
Tren kazaları genellikle; sinyalizasyon sistemi, tiren rayları, tirenin fren sistemleri ve kullanıcı hataları gibi sebeplerle ortaya çıkmaktadır. Ancak trenler de, diğer ulaşım araçları gibi zaman zaman, yollardan kaynaklanan veya yola giren hayvanlardan kaynaklanan kazalarla da karşı karşıya gelebilmektedir.
Kendine ait bir yolda, kesin olarak belirlenmiş birçok kurala uygun olarak hareket eden trenler, bu özellikleri ile oldukça emniyetli vasıtalardırlar. Bu emniyet tedbirleri, gerek sinyalizasyon çalışmaları, gerek trenlerde meydana gelen teknolojik yenilikler ve gerekse diğer emniyet tedbirleri ile her geçen gün daha da desteklenmektedir.
Tren kazaları haberleri, verilen zayiatlar açısından ne kadar üzücü sonuçlara sebep veriyor görünse de, istatistikler incelendiğinde diğer ulaşım araçlarına göre tirenler aslında oldukça güvenlidirler. Çünkü trenler, yukarıda da saydığımız sebeplerle, çok nadir kaza yaparlar.
Elbette kazaları sıfıra indirmek mümkün değildir. Ancak, zaten çok emniyetli bir ulaşım aracı olan trenler yeni gelişmeler ve bunları uygulayarak alınacak tedbirlerle daha da geliştirilebilir ve kazalar en düşük seviyelere düşürülebilir.
Tren yollarında yaşanan tüm gelişmeler en kısa sürede ülkemizde de uygulanmaktadır. Ancak buna rağmen bazen ülkemizde de bazı tiren kazaları ortaya çıkabilmektedir. İşte bu kazalardan biri de geçenlerde Ankara-Eskişehir hattında meydana geldi. Ankara-Eskişehir seferini yapan Yüksek Hızlı Tiren (YHT) bir kuş sürüsüne çarptı. YHT (Yüksek Hızlı Tren)’nin ön kısmı telef olan kuşlar nedeniyle kana büründü. Ön kısmı zarar gören YHT, geldiği Eskişehir Garı’nda yolcularını indirdikten sonra bakıma alındı. Çok şükür ki herhangi bir ölüm veya yaralanma olayı meydana gelmemişti.
Yapılan açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla; bu tür kuş sürülerine çarpma olayları bu hatta sık sık yaşanmaktadır. Ancak yine anlaşıldığı kadarıyla, şimdiye kadar herhangi bir tedbir de alınmamıştır. Yetkililerin bu konuyu acilen ele alıp etkili tedbirler alması gerekmektedir.
Bu tür, kuş sürüleri ile, mücadele yeni bir konu değildir. Hava alanlarında bu mücadele yıllardır yapılmaktadır. Devlet Demir Yolları yetkilileri bir an önce Devlet Hava Meydanları İşletmeleri ile görüşüp onların bilgi ve tecrübelerinden faydalanmalı, gereken tedbirler de vakit geçirmeden alınmalıdır.
Aksi takdirde, bu kazalardan meydana gelen ekonomik zararlar gibi bir gün insan zayiatları da ortaya çıkabilir. O zaman yapılacak bir müdahalenin bir faydası olmayacaktır. Henüz vakit varken DDY yetkililerini harekete geçmeye çağırıyorum.
Saygılar sunarım.
23.11.2013


                                                                                                 

21 Kasım 2013 Perşembe

Öğrencisi Olduğum Hacettepe Üniversitesi Hakkında Tanıtıcı Bilgiler.

Hacettepe Üniversitesi’nin Tanıtılması.

Hacettepe Üniversitesinin kuruluş süreci uzun bir zamana yayılmıştır. Hacettepe Tıp Fakültesinin başlangıcı sayılan Çocuk Sağlığı Kürsüsü, 2 Şubat 1954 tarihinde Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesine bağlı olarak Prof. Dr. İhsan Doğramacı tarafından kurulmuştur. Hacettepe Üniversitesi, Çocuk Sağlığı Enstitüsü ve Hastanesi olarak 1957 yılında Hacettepe'de çalışmaya başlamış ve 1958 yılında da eğitim, öğretim, araştırma çalışmalarına başlamıştır. 1961’de; Hemşirelik, Tıbbi Teknoloji, Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon, 1962’de; Beslenme ve Diyetetik eğitimi veren Sağlık Bilimleri Yüksekokulu kurulmuştur. 1963’de ise; Hacettepe Sağlık Bilimleri Yüksekokulu, Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesi hâline getirilerek Temel Bilimler, Hemşirelik, Fizyoterapi- Rehabilitasyon, Tıbbi Teknoloji ve Sağlık Teknolojisi Yüksekokulları bu fakülteye bağlı olarak yeniden örgütlenmiş ve ayrıca yine Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesine bağlı Diş Hekimliği Yüksekokulu kurulmuştur. 1965 yılında Hacettepe Üniversitesi eğitim kurumlarının koordinasyonunu sağlamak amacıyla Hacettepe Bilim Merkezi ve 1966'da Hacettepe Tıp Merkezi kurulmuş, aynı yıl Hacettepe Tıp Merkezi Hastanesi de hizmete girmiştir. Bu şekilde örgütlenen ve gelişen çekirdek kuruluşlar, 8 Temmuz 1967 tarih ve 892 sayılı Kanun'la Hacettepe Üniversitesi hâline getirilmiş ve Tıp, Sağlık Bilimleri, Fen ve Sosyal Bilimler Fakülteleri ile eğitime başlamıştır. 1968 yılında Ev Ekonomisi Yüksekokulu kurulmuş ve 1969 yılında yüksekokul olarak kurulan Eczacılık ve Diş Hekimliği 1971 yılında fakülte hâline getirilmiştir. Daha sonra, kurulan yeni bölümler ve fakültelerle büyüyen Hacettepe Üniversitesi, ikinci yerleşkesini merkez yerleşkesine 20 km uzaklıkta Beytepe mevkiinde 1500 hektarlık alanda kurmuştur.
Hacettepe Üniversitesi, 1982 yılında kabul edilen 2809 sayılı Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı Kanunu kapsamında, 14 Fakülte, 14 Enstitü, 2 Yüksekokul, 1 Konservatuvar, 6 Meslek Yüksekokulu, 45 Araştırma ve Uygulama Merkezi ile faaliyetlerini sürdürmektedir.[1]
Bir devlet üniversitesi olan Hacettepe Üniversitesi’nde;            Türkçe, İngilizce, Fransızca ve Almanca dillerinde eğitim yapılmaktadır.
Üniversite’nin; Fakülte, Enstitü ve Yüksekokulları Sıhhiye, Beytepe, Beşevler, Polatlı ve Sincan olmak üzere 5 yerleşkede bulunmaktadır. Ana yerleşkelerden Ankara şehir merkezinde olan Sıhhiye Yerleşkesi 210.238 m2’lik, Beytepe Yerleşkesi ise 5.877.628 m2’lik alan üzerinde kurulmuştur.
Üniversitenin Sıhhiye yerleşkesinde Atatürk Heykeli'nin hemen yanında bir kültür merkezi bulunmaktadır. Bu merkez; 3500 m2 alan üzerine kurulmuş, ulusal ve uluslararası etkinliklere uygun özelliklere sahip bir komplekstir.[2]
Öğrenci barınma alanları olarak; Sıhhiye Yurtları, Beytepe Yurtları, Konukevleri ve Öğrenci Evleri kullanılmaktadır.[3]
Sıhhiye Kampüsü,  Beytepe Kampüsü ve Ankara Devlet Konservatuvarı içinde birer Sağlık Merkezi bulunmaktadır.
Beytepe Kampüsü Kütüphanesi, Sağlık Bilimleri Kütüphanesi ve Konservatuvar Kütüphanesi olmak üzere üç adet kütüphane bulunmaktadır.[4]
Sıhhiye Yerleşkesi, Ankara'nın ilk yerleşim bölgesi olan Ulus semti ile Hamamönü semtleri arasındaki bölgede yer alır. Bu yerleşke; Sıhhiye, Kurtuluş, Opera ve Samanpazarı'ndan 10-15 dakikalık yürüme mesafesindedir. Ayrıca 230 numaralı "Hacettepe-Beytepe Kampüsü" otobüsü ile Ankaray veya banliyö trenlerinin Kurtuluş İstasyonu'ndan da bu yerleşkeye ulaşmak mümkündür. Özel aracı ile gelecek olan ziyaretçiler ise Sıhhiye veya Kurtuluş ana giriş kapısından giriş yapabilirler. Özel araçların park etmesi için beş numaralı ücretli otopark 24 saat hizmet vermektedir.
Beytepe Yerleşkesi, Ankara Eskişehir Karayolunun 14. km' sinde yer almaktadır. Sıhhiye Yerleşkesi’nden hareket eden "230 Hacettepe-Beytepe Kampüsü" otobüsleri ile bu yerleşkeye ulaşılabilmektedir. Beytepe Yerleşkemize gelen EGO otobüsleri, yerleşke içerisinde ring yaparak seferlerini tamamlarlar.
Beytepe Yerleşkesi'nde Eğitim-Öğretimin devam ettiği dönemlerde (Güz, Bahar ve Yaz Dönemleri) her 20 dakikada bir otobüs hareket etmektedir. Ayrıca bu zamanlarda hattaki yoğunluğa bağlı olarak sefer araları azaltılmaktadır. Saat 18.00'den sonra ve tatil dönemlerinde her otuz dakikada bir, otobüs hareket etmektedir.
Beytepe Yerleşkesi'ne ulaşım için kullanılabilecek alternatif bir toplu taşıma sistemi de dolmuş taşımacılığıdır. Sıhhiye Yerleşkesi'nden Beytepe Yerleşkesi'ne gitmekte ve geri dönmektedir.
Özel araç ile gelenler ise Ankara-Eskişehir yolunun 14. km'sinde bulunan Beytepe Köprüsü ile yerleşke A ana giriş kapısına ulaşırlar. Köprüden önce "Hacettepe" yönlendirme tabelaları mevcuttur. Ana giriş kapısından girildikten 3 km sonra yerleşke içi yönlendirme levhaları size yardımcı olacaktır.
Beşevler yerleşkesi, Beşevler semtinde bulunmaktadır. Ankaray Beşevler İstasyonu'na 1-2 dakikalık yürüme mesafesindedir.[5]
Toplam Öğrenci Sayısı; 36112 ve toplam akademik personel Sayısı; 3495’tir.
Beytepe Santral Telefonu; 0312 3055050, Sıhhiye Santral Telefonu;0312 3055000’ dır.
E-Posta adresi; tanitim@hacettepe.edu.tr’dir.
Şu anda, üniversite rektörlüğü görevi; Prof. Dr. A. Murat TUNCER tarafından yürütülmektedir.
Üniversite Yönetimi; rektör ve 6 Rektör Yardımcısı, Genel Sekreter, dört Genel Sekreter Yardımcısından oluşmaktadır.
Üniversite senatosunda ise; rektör, altı rektör yardımcısı, İletişim Fakültesi Dekanı, Sağlık Bilimleri Fakültesi Dekanı V., Eczacılık Fakültesi Dekanı, Edebiyat Fakültesi Dekanı, Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı, Kastamonu Tıp Fakültesi Dekanı, Eğitim Fakültesi Dekanı, Hemşirelik Fakültesi Dekanı, Hukuk Fakültesi Dekanı, Fen Fakültesi Dekanı, Diş Hekimliği Fakültesi Dekanı, Tıp Fakültesi Dekanı, Mühendislik Fakültesi Dekanı, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı, Sağlık Bilimleri Enstitüsü Müdürü, Güzel Sanatlar Enstitüsü Müdürü, Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü, Bilişim Enstitüsü Müdürü, Nörolojik Bilimler ve Psikiyatri Enstitüsü Müdürü, Fen Bilimleri Enstitüsü Müdürü, Kanser Enstitüsü Müdürü, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Müdürü, Halk Sağlığı Enstitüsü Müdürü, Eğitim Bilimleri Enstitüsü Müdürü, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Müdürü, Çocuk Sağlığı Enstitüsü Müdürü, Nüfus Etütleri Enstitüsü Müdürü, Nükleer Bilimler Enstitüsü Müdürü, Spor Bilimleri ve Teknolojisi Yüksekokulu Müdürü, Yabancı Diller Yüksekokulu Müdürü, Mesleki Teknoloji Yüksekokulu Müdürü, Ankara Devlet Konservatuvarı Müdürü, Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulu Müdürü, Hacettepe Ankara Sanayi Odası 1. OSB Meslek Yüksekokulu Müdürü, Bala Meslek / Polatlı Teknik Bilimler / Polatlı Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulları Müdürü, Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu Müdürü, Eğitim Fakültesi Temsilcisi, Hemşirelik Fakültesi Temsilcisi, Hukuk Fakültesi Temsilcisi, Eczacılık Fakültesi Temsilcisi, Edebiyat Fakültesi Temsilcisi, Fen Fakültesi Temsilcisi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Temsilcisi, Sağlık Bilimleri Fakültesi Temsilcisi, Tıp Fakültesi Temsilcisi, Güzel Sanatlar Fakültesi Temsilcisi, Diş Hekimliği Fakültesi Temsilcisi, Mühendislik Fakültesi Temsilcisi, iki Araştırma Görevlisi Temsilcisi, Öğrenci Temsilciler Konseyi Başkanı ve Uluslararası Öğrenci Temsilcisi görev yapmaktadır.
Yönetim kurulu ise rektör dâhil toplam 28 kişiden oluşmaktadır.[6]
Hacettepe Üniversitesi; Farabi Programı, Mevlana Değişim Programı ve Erasmus programına üyedir.
Farabi Değişim Programı; Yükseköğretim Kurumları Arasında Öğrenci ve Öğretim Üyesi Değişim Programı, üniversite ve yüksek teknoloji enstitüleri bünyesinde ön lisans, lisans, yüksek lisans ve doktora düzeyinde eğitim-öğretim yapan yükseköğretim kurumları arasında öğrenci ve öğretim üyesi değişim programıdır.[7]
Mevlana Değişim Programı, yurtiçinde eğitim veren yükseköğretim kurumları ile yurtdışında eğitim veren yükseköğretim kurumları arasında öğrenci ve öğretim elemanı değişimini gerçekleştirmeyi amaçlayan bir programdır.[8]
Erasmus programı, Hayatboyu Öğrenme Programına dâhil ülkeler olan Avrupa Birliği üyesi 27 ülke, Avrupa Birliği’ne (AB) üye olmayıp Avrupa Ekonomik Alanı üyesi İzlanda, Lihtenştayn,
Norveç, İsviçre ve Avrupa Birliğine üye olmaya aday Türkiye ve Hırvatistan Yükseköğretim Kurumlarının istifadesine açık bir değişim programıdır.[9]
Türkiye’nin en köklü üniversitelerinden biri olan Hacettepe Üniversitesi eğitim ve öğretim hayatına, her geçen gün daha da gelişerek ve güçlenerek devam etmektedir.





[1] http://www.hun.edu.tr/hakkinda/tarihce, Son erişim tarihi: 16.11.2013.
[2] http://www.kulturmerkezi.hacettepe.edu.tr/, Son erişim tarihi: 16.11.2013.
[3] http://www.hun.edu.tr/yerleskede-yasam/barinma, Son erişim tarihi: 16.11.2013.
[4] http://library.hacettepe.edu.tr/,Son erişim tarihi: 16.11.2013.
[5] http://www.hun.edu.tr/hakkinda/ulasim, Son erişim tarihi: 16.11.2013.
[6] http://www.hun.edu.tr/hakkinda/universiteyonetimi, Son erişim tarihi: 16.11.2013.
[7] http://www.farabi.hacettepe.edu.tr/nedir.shtml, Son erişim tarihi: 16.11.2013.
[8] http://www.mevlana.hacettepe.edu.tr/, Son erişim tarihi: 16.11.2013.