.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

3 Aralık 2013 Salı

Kılıçdaroğlu ABD'ye niye gitti? Tarikat, cemaat, siyaset, CHP ve ABD ilişkileri.


Son günlerde Cemaat-Hükümet savaşları son gaz devam ediyor. Son olarak hükumetin, cemaati bitirme planı ortaya çıktı. Ama aslında Cemaatin de hükumeti bitirme planı olduğunu kimse söylemiyor.

Bunların (cemaat ve AKP kurucularının), taa Milli Selamet Partisi zamanından beri ilişkilerine bir bakın. 
Ne zaman cemaat hükumetin siyasi olarak geldiği çizgideki partileri desteklemiş? 
Hiçbir zaman!
Yani bunların kökleri derinlerde olan anlaşmazlıkları var. 
Süleymancılar diye bir tarikattan daha önceki yazılarımda bahsetmiştim. Bu tarikat ta hükumet çizgisindeki eski partileri hiç desteklemedi geçmişte. Bu hükumet iktidara gelirken destek verdi ama sonra başka partiye kaydı.

İnsanlarda genel bir yanlış değerlendirme olduğunu düşünüyorum. Cemaatler veya tarikatlar denilince hepsini bir kategoriye sokma eğilimi var. Aslında tarikatlar ve cemaatlerin birbiri ile ortaklıkları ancak zorunlu hallerde oluyor. Diğer zamanlarda bir tarikat veya cemaatin en büyük rakibi diğer tarikat veya cemaattir. 

Ben çocukluğumda; Süleymancı bir müezzin ile Nurcu bir imamın Cuma namazı esnasında camide kavgalarını, caminin genelde gençlerin bulunduğu üst katından seyrettiğimde bunu ilk defa görmüş ve şaşırmıştım. Sonra kavga sebeplerini sordum. İkisi ayrı tarikattan ve birbirlerine düşmanlar diye anlatmışlardı bana. O zaman çok şaşırmıştım. Dini iki akım neden birbirine düşman olsun ki?

Daha sonraları, tarikatlar ve dini akımlar hakkında hem dışarıdan birileri tarafından yazılmış, hem de içeriden birileri tarafından yazılan bazı kitaplar okudum. Bundan sonra bende oluşan kanaat şu:

Tarikatlar sadece dini topluluklar değildir. Bunların esinlendiği din dışı unsurlar da vardır. Yani aslında her tarikatın ayrı bir felsefesi, ayrı bir din anlayışı, ayrı bir dünya görüşü vardır. Mesela çoğu insanın adını bile duymadığı ama Türkiye'de oldukça yaygın olan Melamilik'ten bahsedelim. Hala sırcı (Batıni) anlayışları devam ediyor. Unvan, sakal ve cübbe gibi şeylere itibar etmiyorlar, Kur'anı yorumlama biçimleri bile farklı. Görüntüleri bulundukları yere uyumlu, çok temiz, çalışkan ve düzenli insanlar. Herkesin çalışarak ekmeğini kazanmasını savunuyorlar. Aslında bunlara bakarsak içlerinde; batınİ unsurlar gibi Şeyh Bedrettin ve hocası Hüseyin Ahlati ekolünün de etkileri görülebilmektedir.

Öte yandan daha klasik dini anlayışa yakın duran Nakşibendi ve Nurcular biraz daha farklılar. Daha tutucu, daha içe kapanık bir yapıdalar. Aslında kurucusu, bu günkü Özbekistan'da yaşamış bir Türk olan Nakşibendilik te zamanının dini ve felsefi akımlarından çok etkilenmiş. Aynı bölgede yaşayan Hoca Ahmet Yesevi, içinde yaşadığı toplum ve onun kültürüyle bütünleşen daha yerel bir İslama kayarken bunlar daha enternasyonel bir anlayışla daha kuralcı bir yapı oluşturmuşlar. Daha sonra Ortadoğu ve İran coğrafyasına yayılan bu tarikat (Nakşibendilik) burada bu bölgedeki yerleşik katı dini yapılanmadan etkilenmiş ve bizde de daha çok doğuda hakimiyet kurmuş. Dikkat edin Yesevilik ve ondan çıkan kollar tamamen Türkler arasında yaygınken Nakşibendilik Türkiye'de ve Türkiye dışında yaşayan diğer etnik topluluklar arasında da yaygındır. 

Tabii ki hayatın gerçeklerinden kimse kaçamaz. Nakşibendilik temel skolastik yapısını kısmen de olsa korumaya devam ederken artık bu elbisenin her bedene uymadığını gören bazı takipçileri bu yolu dönüştürmüşler. İşte bu dönüşümü yapıp yaygınlaşabilen en bilinen yol ise Nurculuk olmuştur. Nurculuğun kurucusu klasik din adamı hüviyetinden saparak daha mistik bir kişi olarak etkinlik kazanmış. Rahmetli Cemal Kutay bile Said-i Nursi'yi bir şamana benzettiğini söylemiştir. Çünkü yaşadığı coğrafya, insanların daha fazla batıl inancı olan, animist yaklaşımların hala etkili olduğu, okuma yazma oranının ise neredeyse sıfıra yakın olduğu bir coğrafyadır. Bu sebeple onun öğretilerine bakarsanız Kur'anın yorumu da sanki gökten bir ilham alıyormuş edasıyla yapılarak yeni kutsal metinler olarak (Risale-i nur) ortaya çıkmıştır. Yani Nurcuların en çok okuduğu kitap kur'an değil onun Said-i Nursi tarafından yapılan yorumlarıdır. Saidi Nursi'nin ölümünden sonra da  yeni kırılmalar ortaya çıktı. Bunun kitapları ile yetişenler gittikleri yeni yerlerde, oraların şartlarına, oradaki topluma ve zamanın getirdiği değişikliklere göre yeni yorumlar yapmışlar. 

Bu arada şehir yapılanmaları daha zayıf kalmış ve kırsalda daha çok faaliyet göstermişler. Bunun da bence üç sebebi var. Laik devletin kontrolü şehirlerde daha fazla iken kırsalda bu kontrol daha az olduğundan daha rahat faaliyet gösterebilmişler. Diğer taraftan, şehirde modern bilgilerle yetişmiş, okumuş kesim varken köylerde eğitim o kadar çabuk yayılamamış ve bu insanlar etkilenmeye daha müsait bir potansiyel olarak görülmüş. Ve en son olarak ta; ülke nüfusunun çoğunluğu, daha yakın zamanlara kadar, köylerde yaşadığından zaten tarikatlarını pazarlayabilecekleri müşterilerin çoğu köylerde bulunuyordu.

Tabii ki; zaman, sosyal yapıdaki değişiklikler, ekonominin değişimi, ulaşım ve haberleşmedeki değişimler her geçen gün yeni bir dünya ortaya çıkarınca bu dini gruplar da, kimi daha hızlı kimi daha yavaş olmakla birlikte, bu değişimden etkilenmiş ve buna ayak uydurmaya, değişmeye ve dönüşmeye başlamışlardır.

Şimdi olayın diğer bir yönüne bakalım. Cumhuriyet dönemi boyunca tarikatlar (başlangıçta yaşadıklarının da etkisi ile) devlet organizmasından ve siyasetten uzak, kendi dünyalarında yaşamaya gayret etmişler. Çünkü kozalarından çıkarlarsa yok olabileceklerini görmüşler. Dolayısıyla kendilerine kurdukları kapalı sosyal, ekonomik ve dini grupların içinde kalmaya özen göstermişler. Bu durum Demokrat parti iktidarından sonra bir miktar değişime uğramış olsa da örgütlü bir siyasi İslan düşüncesi geniş kitleler tarafından çok ilgi görmemiş.

Bu tarikatlar; başlangıçta, devletin dini eğitim veren okullarının olmaması sebebiyle, cami imamlarını ve vaizleri yetiştiren okullar gibi faaliyet göstermişler. Bu dönemde her grup kendi adamını camilere yerleştirmek istediğinden aralarında bir mücadele ortamı oluşmuş. Fakat İmam Hatip Okulları kurulunca bu tarikatlarda yeni bir sıkıntı ortaya çıkmış. Dindar aileler çocuklarını bu okullara göndermeye başlayınca bunlar hem yeni eleman devşirme sıkıntısı yaşayacakları, hem de bir meslek kurumu olarak çalışmalarının ortadan kalkmasıyla cazibelerini yitirecekleri endişesine kapılmışlar. Bu dönemde bu cemaatler ve tarikatlar arasında mücadeleler savaş seviyesine varmış. Bunlar bu dönemde siyaset ile daha yakından ilgilenmeye başlamışlar. Ancak bu ilgilenme siyasi İslam gibi bir ideoloji şeklinde değil kendi, adamlarını milletvekili, imam, müftü yapma çabaları olarak ortaya çıkmış. Hepsi birbirinden farklı partileri desteklemiş. Bunların oy potansiyelini gören siyasetçiler de bunları birer oy deposu olarak dikkate almaya başlamışlar.

Ancak İmamhatipler giderek artmaya devam ediyormuş. Bu tarikat ve cemaatlerin tamamı en büyük İmamhatip düşmanları olmuşlar. Bunu başkasından duymuş gibi yazıyorum ama ben buna kendim de şahit oldum. Ben gençliğimde camiye bu gün olduğundan daha sık giderdim. Cami çevrelerinde, bazı tarikatlara mensup insanlarla da konuşurduk. Ben, bir potansiyel taraftar adayı olduğumdan değişik tarikatlara mensup insanlarla konuşma fırsatım olurdu. Bana hepsinin söylediği; ''İmam Hatipler dini bozan okullarıdır. İmam Hatip'ten mezun olan imamın arkasında namaz kılınmaz.'' şeklinde çok keskin ifadelerdi.

Ancak zaman hızla değişiyor ve Türkiye'de siyasetten toplum yapısına ve ekonomiye kadar her şey bundan etkileniyordu. Yavaş yavaş siyasal İslam fikirlerinin benim çevreme kadar yayıldığını hatırlıyorum. Bunlar klasik tarikatlardan farklı şeyler söylüyorlardı. Gazeteler, dergiler çıkarıyor, gençleri daha politik ama daha modern bir tarzda etkilemeye çalışıyorlardı. Bunlar İmamhatipleri kötülemiyor, tam aksine sayılarının artırılmasını istiyorlardı. Bu durum ise tarikatların çoğu ile aralarında sürtüşmelere sebep oluyordu. Bazı şehirli tarikat merkezleri bu yeni politik islamcıları desteklerken diğerleri ilginç bir şekilde bunlara hep uzak duruyordu. Mesela süleymancılar hiçbir zaman MSP'ye ve onun devamı olan partilere oy vermediler, Fethullahçılar da öyle.

Ancak dünya değişiyor ve dünya ile beraber Türkiye'de değişmeye ayak uyduruyordu. ABD merkezli yeşil kuşak teorileri Türkiye'de de sonuçlarını göstermeye, siyasete bulaşan İslamın yeni yeni sonuçları tüm İslam coğrafyasında olduğu gibi Türkiye'de de ortaya çıkmaya başlıyordu. Artık din ve dini gruplar daha etkili bir hale gelmişti. 12 Eylül darbesinin lideri bile televizyon ekranlarından halka dini bilgiler vermeye çalışarak hitap ediyordu.

80 darbesi çoğu şey gibi tarikatlar için de bir dönüm noktası oldu. Ekonomisi ve teknolojisi zayıf ta olsa belli bir seviyeye gelen, bazı sermaye odakları oluşturabilen, nüfusu oldukça artmış, şehirlerde de önemli bir nüfusu birikmiş olan Türkiye için, mevcut ekonomik ve siyasi düzen artık yetersiz geliyordu. Politik liderler ise bu durumu fark edememişler ve kendi aralarında kavga etmek ile meşguldüler. Ülkede önemli bir güvenlik sorunu da vardı. İdeolojik yapılanmalar her gün yeni çatışmalar yaratarak istikrarı bozuyordu. Öte yandan, ülkemizde palazlanmaya başlayan sanayi için iç pazar artık yeterli gelmiyor, sanayiciler dış pazarlara açılmak istiyorlardı. İthal ikameci üretim sisteminde belli bir gelişme olmuş, artık yavaş yavaş yerli model ve markalar ortaya çıkmaya başlamıştı. Dış ülkelerdeki kapitalist odaklar da Türk pazarına daha rahat girmek istiyorlardı. İşte bu tıkanıklık ve ortaya çıkan potansiyel yolu açmak için Türkiye'de çok alışık olduğumuz bir mekanizmayı harekete geçirdiler. Askerler darbe yaptılar.

Darbe sonrasında yönetimde önemli mevkilere gelen siviller ilginç bir biçimde liberal görüşlü ve dini gruplarla ilişkili kimselerdi. Ülkemiz, sermayenin önünü açacak şekilde dönüştürülmeye başladı. Askerler güvenliği sağlayıp uygun ortamı oluşturunca, görevinden istifa edip ABD'ye iktidar için hazırlanmaya giden Özal gerekli eğitim ve icazetleri alıp ülkeye dönerek parti kurdu ve iktidara geldi.

Özal'ın liberal ve dini eğilimli söylemleri tarikat ve cemaatlerin çoğuna çekici geldi. Artık ortaya çıkma, dünyaya varlıklarını daha yüksek sesle haykırma zamanlarının geldiğini düşündüler ve ANAP'ı desteklediler. Bunun farkına varamayan sol partiler hala eski söylemlerinde devam edince paramparça oldular ve hep hezimete uğradılar. Daha 70'li yıllarda bu dini grupların önemini kavrayan MHP ise söylemlerini dönüştürmüş ancak daha dindar kanadının kendisinden koparak yeni bir siyasi oluşum kurmasına engel olamamıştı.

Bu dönemde dini grupların tamamı ANAP'ı desteklediler. Liberalleri ve bazı sol gruplar ile milliyetçi grupları da yanına çeken ANAP büyük bir oy potansiyeline ulaşarak iktidar oldu. Bu ilk dönemde 1960'tan beri Demirel'in partisine oy veren Süleymancılar bile ANAP'a oy verdiler. Gerçi bunlar bu dönemlerde bir bölünme yaşayıp ikiye ayrılsalar da bir süre sonra ANAP içinde Nakşibendi ekolünün etkinliğini artırmasından rahatsız olup tekrar Demirel'in partisine dönmüşlerdir.

İşte Türkiye'deki bu köklü değişim, dini gruplarda da yeni yol ayrımlarına, yeni açılım ve dönüşümlere yol açtı.
Yeni sisteme uyum sağlamada yeterince hızlı davranamayan eski tarikat ve cemaat yapıları artık yeni oluşmaya başlayan bazı kitlelere hitap etmede yetersiz kalıyordu. Ticaret ve başka yollarla zenginleşen yeni bir zengin kesimi oluşmuş, köylü ve kapalı yapıları olan eski tarikatlar bunların ihtiyacını karşılayamaz duruma gelmişti. İşte bu şartlar yeni bir akım ve yeni bir lider ortaya çıkardı. İzmir gibi Türkiye'nin en batısında bulunan, kozmopolit ve modern bir toplumu barındıran bir şehir ise bu akımın filizlenmesi için oldukça uygun şartlar sunuyordu.

Daha 80 öncesinde vaazları ile insanları kendine bağlayan, hitabet sanatına hakim, sadece sözleri ile değil vücut diliyle de insanları etkileyen, kitlenin ruhunu yakalayan Fethullah Gülen yükselişe geçti. Akıllı bir insan olan Gülen, muhtemelen İzmir'de bazı Yahudi ve Hristiyan grupları da gözlemleme imkanı bulmuş ve esnek örgütlenme, paranın kullanımı, basının önemi gibi şeyleri çok iyi kavramıştı.  Yeni liberal ekonomik sistemden de faydalanan Gülen etrafındaki küçük topluluğu bu yeni şartlara göre yönlendirmeye başladı. Onları; ticaret yapmaya, gazete/dergi çıkarmaya, okullar açmaya teşvik etti. Napolyon gibi o da sürekli aynı şeyi tekrarlıyordu: Para, para, para!

''Hedefe giden her yol mubahtır.'' diye tabir edilebilen Makyevelist bir yaklaşımla Gülen, hiç bir güç odağı ile çatışmaya girmemeye çalıştı. Mevcut rejime doğrudan saldırmadan önce toplumu dönüştürmeye ve aynı zamanda kimseye çok hissettirmeden devleti ele geçirecek kendi elit grubunu yetiştirmeye çalıştı. Kendisine karşı olanlarla hiç çatışmaya girmedi. En sağdan en sola kadar her parti ile ilişki kurdu. Bir seçimde Ecevit'i bile destekledi. Askerler kendisine şüphe ile bakarken o askerlere methiyeler düzdü. Örgütünü yazılı bir hiyerarşiye sokmadan gevşek bağlarla yönetmeye ve büyütmeye çalıştı. Böylece takip ve imha edilme riski azaltılıyordu. 

Özellikle kendince kritik bazı mevkilere adamlarını yerleştirmeye başladı. Askeriye buna uyanıp adamlarının çoğunu ordudan atsa da bazı elemanları kalmayı başardı. Bunlar, daha sonra yeri geldiğinde, yine kendilerini açık etmeden kullanılacaktı. Sonra, polis teşkilatına sızmaya başladılar ve oldukça başarılı oldular. Bu dönemde cemaat okullarında eğitilen zeki çocuklar mühendislik bölümlerine değil de; hukuk, siyasal vb. gibi gelecekte devletin önemli kademelerine gelecek kişilerin yetiştiği okullara sokuldular. Yani ülkenin geleceğini ele geçirmek için hazırlanıyorlardı.

Ancak Gülen, yine de istediği gibi rahat hareket edemiyordu. Bir ara dinler arası diyalog ayaklarına papa ile görüşerek uluslar arası bir şahsiyet haline gelirken bir anda askerlerin müdahalesi ile hapse girme tehlikesi yaşıyordu. Fakat artık ABD gibi hegemon güçlerin dikkatini çekmiş, okullarını dünya çapında yayarak uluslar arası bir teşkilatın lideri haline gelmişti.

ABD'ye kaçmasına sebep olan mahkeme sürecinin ardından, artık yeni bir yol ayrımına geldiğini düşünmeye başladı. Türkiye'de orduya rağmen bir şey yapmak mümkün değildi. Bu sebeple orduyu bir şekilde alt etmeye karar verdi.
Bunun için dış odaklar da dahil Türkiye'deki tüm ordu karşıtı gruplarla ittifaklar kurmaya çalıştı. İlk olarak AKP hükumetinin arkasında tüm güçleri ile durmakla işe başladılar. Ardından; mutsuz liberaller, ideolojilerine inançlarını kaybetmiş ve şahsi çıkarları peşine düşmüş bazı eski solcular, para ve mevki düşkünü,renksiz kokusuz ama yetenekli bazı yeni yüzler de dahil her grupla ilişkiye geçtiler. Bunları; gazete ve dergilerinde köşe yazarlığı vermek, saçma sapan kitaplarının binlerce sayıda satın alınmasını sağlamak, üniversitelerinde hocalık vermek, bazı organizasyonlarda konuşmacı veya yönetici yapmak gibi bazı imkanlar vererek kendilerine bağladılar. Aslında fikir olarak hiç te uyum içinde olmadıkları AKP içine de kendi adamlarını teşkilat yöneticisi ve milletvekili olarak soktular.

Bu şekilde bir direnek noktası oluşturduktan sonra silahlı kuvvetlerin halledilmesine giriştiler. Ancak bazı sivil gruplar ''Atatürkçü Düşünce Dernekleri'' vb. isimlerle örgütler kurup hem hükumete hem de cemaate bir tehdit oluşturmaya başlamıştı. Bunlarla yaşanacak bir çatışma işleri daha kötü bir duruma getirebileceği gibi Fethullah Gülen'in politikalarına da uymuyordu. Stratejide ''Dolaylı Tutum'' denilen bir yöntemi uygulamaya koydular. Seçilen yöntem; insanların, kaynağı belirsiz merkezlerden servis edilen evrak ve belgelerle itibarsızlaştırılması, suçlanması sonra da Polis ve Yargı'da hükumet sayesinde çok önemli mevkilere gelen adamları vasıtasıyla etkisiz hale getirilmesi şeklinde uygulandı. Polisteki adamları vasıtasıyla yasa dışı dinlemeler yaptılar ve bunları istedikleri biçime sokarak, yine kim tarafından kurulduğu belli olmayan internet siteleri vasıtasıyla kamuoyuna sundular. Bunlar yapılırken değişik siyasi görüşlerden işbirliği içine giren kişilerce de bu olanların doğruluğunu topluma kabul ettirmek için yararlandılar. Her türlü basın ve yayın organından tek yönlü, sürekli ve koro halinde aynı şeyleri söyleyerek halkın beynini yıkadılar. Bir cemaatten beklenmeyecek şekilde ustalıkla psikolojik harp faaliyetleri icra ettiler. Muhtemelen iç ve dış işbirlikçi uzmanlardan da faydalandılar. Daha önce Silahlı Kuvvetler içine sızdırmayı başardıkları kişiler vasıtasıyla tahrif edilmiş veya yeniden oluşturulmuş bir sürü belgeyi ardı ardına basına ve savcılara ulaştırdılar. Zaten hukuk sisteminde çoğu önemli yerde bunların rahlei tedrisatından geçmiş kişiler bulunuyordu. Bu şekilde hem silahlı kuvvetlerin gücü kırılıyor, hem ordudan uzaklaştırılan kişilerin yerine kendi adamları veya kendilerine ses çıkarmayacak kişiler getiriliyor, hem de oluşan toplumsal muhalefet darbeci veya terörist denerek etkisizleştiriliyordu.

Bunda, o kadar başarılı oldular ki, başlangıçta buna kendileri bile şaşırdılar. Çünkü silahlı kuvvetler bu tür bir saldırıya hazırlıklı değildi. Fakat kısa süre sonra bu başarı başlarını döndürdü ve pervasızca hareket etmeye başladılar. Devlet içinde devlet haline gelip her istedikleri yeri kendilerininmiş gibi işgal etmeye giriştiler.

Bu durum doğal olarak hükumet çevrelerini rahatsız etti ve iki taraf ta bir birine karşı mevzi almaya başladılar. Daha sonra cemaatin uluslar arası politikaları ile hükumetin uluslararası politikaları birbirine uymamaya ve çatışmaya başladı. Cemaat liderinin emir verir tarzda konuşmaları, kendisi de bir liderlik histerisine kapılmış olan başbakanımızı giderek daha da rahatsız etmeye başladı. Hele memur sınavları dahil her şeyin hükumetin müdahale edemeyeceği şekilde cemaatin kontrolüne girmeye başlaması kabul edilebilecek gibi değildi. Halk başbakana oy vermiş ancak devleti perde gerisinden Fuethullah Gülen idare etmeye başlamıştı. 

Bunun üzerine hükumet savaş planlarını yapmaya başladı. Bunu, içerideki adamları vasıtası ile öğrenen cemaat te (/kaset kayıtları, belgeler vb.) karşı saldırı için hazırlıklarına başladı. Çatışma bir süre suyun altında devam etse de cemaatin MİT Müsteşarı'nu yemeye çalışması, Mavi Marmara Olayında karşı cephede yer alması ve Gezi eylemlerinin cemaat tarafından el altından desteklenmesi artık çatışmayı gizlenemeyecek bir hale getirdi.

Cemaatin; Koç Grubu ve Sarıgül ile ilişkisi de ortaya çıkınca hükumet saldırı planlarını açıkça uygulamaya koydu. Polis istihbaratındaki cemaatçileri temizlendi, bazı devlet kademelerinde atamalar yapıldı ve Cemaatin ağırlık merkezi olduğunu değerlendirdikleri dershanelere darbeyi vurup cemaati etkisiz hale getirmeye girişildi. Cemaat de karşı saldırıya geçti ve bunu son zamanlarda kamuoyuna belge sızdırma sürecine kadar götürdü. Hükumet buna cevap olarak; Cemaatin şirketlerine ve cemaatle ilişkili kişilerin şirketlerine vergi denetimleri ile cevap verdi.

Şu anda herkes mevzilerini almış, birbirini kollamaktadır. Bu savaşın sonucu üçüncü tarafların tavrına göre değişebilir. Ancak esas önemli olan, cemaat ve hükumetin tabanını oluşturan insanlardır. Bu sebeple iki taraf ta seçilmiş kelimeler kullanarak bu kitleyi kendi tarafına çekmeye çalışmaktadır.

Yalnız önemli bir olay hızla yaklaşmakta ve hükumet cephesinde bir hassasiyet oluşturmaktadır. Yakında Yerel seçimler yapılacaktır. Bu seçimler hükumet için çok önemlidir. Çünkü hükumete olan desteği ortaya çıkaracak ve gelecek seçimler için bir gösterge olacaktır. Bu sebeple hükumet geçici bir ateşkes isteyebilir veya mevzii bir geri çekilme yapabilir. Ancak cemaati ikna edebileceğini sanmıyorum. Cemaat bu yerel seçimlerde, her yerde, hangi partiden olduğuna bakmaksızın, hükumetin karşısındaki en güçlü adayı destekleyecektir. Bunun sonucu olarak AKP birçok kalesinde belediye başkanlığını kaybedebilir.

Eğer Sarıgül İstanbul Belediye Başkanlığına seçilebilirse cemaat muhtemelen gelecek milletvekili seçimlerinde CHP'yi destekleyecektir. Zaten Kılıçdaroğlu da, hem cemaat çevrelerine hem de ABD'ye kendini pazarlamak için Washington'a gitmiştir. Muhtemelen kulağına bir şeyler fısıldanmış, görüşme ve talimat vermek için de oraya çağrılmıştır.  Eğer Kılıçdaroğlu ABD ve Cemaati ikna edebilirse gelecek günlerde Türkiye siyasi ve toplumsal yapısı yeni operasyonlara maruz kalacaktır. Bu operasyon sadece politik arenada değil, özel hayata ait görüntüler, yolsuzluk belgeleri ve ses kayıtlarının kamuoyuna sızdırılmasına kadar giden çok kanlı bir operasyon olacaktır.

Bekleyip göreceğiz.

Veya beklemeyip harekete geçeceğiz.

Türkiye şeyhler, dervişler devleti olmamalıdır.

Türkiye her istendiğinde operasyon yapılabilecek bir devlet de olmamalıdır.

Biz ne yapabiliriz?

Çok şey!

Ben tek başıma ne yapabilirim ki!

Yağmur damlası da küçücüktür ama milyonlarcası bir araya gelince sağanak olur, sel olur, gölleri, dereleri, denizleri doldurur.

Demokrasilerde her şey mümkündür.

Demokrasi de zaten bunun için iyi bir yönetimdir.

Saygılar sunarım.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder