.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

20 Ekim 2013 Pazar

Terör Örgütü Kurmanın Sonuçları.


     Irak'ta bir ABD üssüne inerken direnişçiler helikopterlerimizi ABD helikopterleri olarak düşündüğünden olsa gerek havan ve roket atışına tutmuştu. Arkadaki duman o bölgede patlatılan bir el yapımı patlayıcı, öndeki toz bulutu ise patlayan havan mermisinin çıkardığı toz. Şükür bir zayiatımız olmamıştı.
     Alttaki resimde ise iniş yerinde personel ve helikopterleri yatay mermi yollu silahlara karşı korumak için beton bloklar konulmuş.
     Bu resimleri yayımlamamdan maksat ise şunu göstermek: ABD gibi süper güç bir devlet bile, her ne kadar barınma alanlarının etrafına blok taşlar ve tel kılıflar içine doldurulan toprak duvarlar ile kısmen emniyete almış olsa da, bu tür saldırılara karşı %100 tedbir alamıyor.
     Üç tane cahil adamın eline birer RPG verin, ölümü umursamayacak şekilde motive edin, en güçlü devletin en teknolojik sistemlerine rahatlıkla saldırabilirler. Maliyet ise neredeyse sıfır.
     Roketatarlar Ortadoğu piyasasında sudan ucuza bulunabiliyor. Eğitimsiz ve motive olmaya uygun sebepleri olan insan bulmak ise silah bulmaktan daha kolay.
     İşte bu yüzden ABD'ye bu dünyada askeri olarak meydan okuyabilecek, bunu yaparsa (Saddam gibi) da sonuç alabilecek hiçbir devlet olmadığı halde, bireysel veya küçük gruplar olarak örgütlenen ABD düşmanı herkes bunu yapabildi, hala da yapabiliyor.
     Bu sadece ABD için değil; Çin, Rusya, İran, AB ve Türkiye de dahil her ülke için de geçerli.
     Bu yüzden ülkeler en az birbirlerine karşı aldığı tedbirler kadar (hatta daha fazla) terör örgütlerine ve muhtemel eylemlerine karşı tedbir almalı. Aynı zamanda; bu işin ucuz olmasına bakıp ta terör silahını birbirine karşı kullanmamalı.
     Çünkü bu silah iki ucu da ısıtılmış bir demir gibi. Bir ucunu düşmana saplarken, tuttuğunuz ucu da sizin elinizi yakıyor.
     Karşı tarafın da size aynı silahla karşılık vermesi ihtimali de cabası.
     Son günlerde, basın ve yayın organlarında,  bazı terör örgütlerini (Suriye'de) desteklediğimiz söyleniyor.
     Eğer bu doğruysa, yetkililerin bir defa daha düşünmesinde yarar var.
     Afganistan'da ABD ile savaşan direnişçiler, ABD'nin Sovyetler Birliği İşgaline karşı eğittiği, silahlandırdığı ve beslediği mücahitler idi.
     Sovyetler gidince bunlarla savaşmak ABD'ye düştü.
     11 Eylül'de ise, ABD; tarihinin en ağır ve alçaltıcı saldırısına maruz kaldı. Bunu yapanlar da eski ABD müttefiki örgüt ve kişilerdi.
     Sanırım başka örnek vermeye gerek yok.
     Fazla söze de gerek yok.
     Akil olan anlar.
     Saygılar sunarım.


19 Ekim 2013 Cumartesi

Lübnan'da kaçırılan iki pilot serbest bırakıldı.

Kaçırılan iki pilotumuz serbest bırakılmış.
Bu gece Türkiye'ye dönüyorlar.
Olayın detayları henüz belli değil ama bu durum güzel bir şey.
Sanırım MİT ve dışişleri ortak çalışması ile başarı gelmiş.
Pazarlıklar nasıl geçti?
Ne verildi?
Henüz bilinmiyor ama iki kardeşimizin sağ salim dönmesinden dolayı mutluyum.
Ailelerine, ülkemize hayırlı olsun.


18 Ekim 2013 Cuma

Milli helikopterimiz; Atak helikopteri o kadar da milli değilmiş.


Son günlerde gazetelerde dolaşan Defence News kaynaklı bir haber herkesin dikkatini çekmiştir.
Pakistan eskiyen taarruz helikopteri filosunu yenilemek için Türk yetkililerle temasa geçmiş.
Türkiye'de, daha yeni hayata geçen ve henüz kendi ordumuz için üretilen bu helikoptere yabancı bir ülkenin talip olmasından heyecenlanmış. Pakistan'a bu helikopteri satmak için görüşmeler falan yapılmış. Ama hiç beklenmedik bir sorun çıkmış ortaya.
Bu helikopterin motoru İngiliz-ABD ortak yapımı bir motor imiş. Bu sebeple bu motorun takılı olduğu helikopteri satmak için ABD izni gerekiyormuş. ABD ise bu izni henüz vermemiş.
Şimdi okuyanların çoğu da benim gibi aynı tepkiyi veriyordur sanırım: Hoppalaaaa!
E hani milli helikopterimizi yapmıştık.
Hani dış bağımlılıktan kurtulmuştuk.
Hani daha bağımsız bir duruma geliyorduk.
Demek ki bazı laflar sadece laf-ı güzafmış.
Öyle hemen milli helikopter yaptım diye bunu satamıyormuşuz.
Demek ki milli helikopter o kadar da milli değilmiş.
ABD; gerek siyasi, gerekse ekonomik nedenlerle bu konuda engel çıkarıyor.
Belki de kendi eski pazarlarına başka yeni üreticilerin girmesine engel olmaya çalışıyor.
Türkiye gözleri yolda kulakları telefonda ABD izni ni bekliyor.
Gelirse ilk satış yapılacak.
Hadi bakalım hayırlısı...

15 Ekim 2013 Salı

Çiftçilerle sohbetler: Çiftçilerin sorunları.


Bayram dolayısıyla memlekete geldiğim ilk gün köye gittim. Bir iki gün köyde kaldım. Köylülerimizle kahvede oturduğum bu süre içinde o kadar çok dert dinledim ki kendimi bu konuda bir şeyler yazmak zorunda hissettim.
Ege bölgesinde çiftçiler dertli. Hem de çooook dertli.
Bu yıl çekirdeksiz kuru üzüm rekoltesi çok düşük olmuş. Çiftçilerin çoğu geçen yıl aldığı ürün miktarının yarısını hasat edememiş. Ürün az olmasına rağmen ürün fiyatları da o kadar yüksek değilmiş. İki yıl önce kilosu dört bin liradan fazlaya satılan kuru üzüm, geçen yıl rekolte yüksek oldu bahanesiyle 3500 lira civarına düşmüş. Rekoltede azıcık bir artış fiyatları bu kadar düşürürken rekoltede neredeyse %50 oranında meydana gelen düşüş nedense aynı oranda fiyat artışına yansımamış.
Mısır fiyatları konusunda ise şikâyetler daha da fazla. İki yıl önce 620 kuruş olan mısır, geçen yıl 585 kuruşa, bu yıl ise 555 kuruşa düşmüş. Öte yandan girdi fiyatları ise olabildiğine artmış. Bu durum çiftçinin gelirlerini oldukça düşürmüş. Çiftçi geçim sıkıntısı çekiyor.
Bir örnekle açıklayalım.
Ege bölgesinde, çiftçilerin çoğunluğunun toprağı 50 dönümden azdır. İnsanlar bu topraklarından elde ettikleri ürünle bir yıl geçinirler. Genellikle başka gelirleri de yoktur.
Buna rağmen, elimde 60 dönüm toprağı olan, tanıdığım birinin, masraf ve gelir durumu hakkında kesin bilgiler olduğundan onun gelirini örnek alarak bir hesap yapacağım. Daha az toprağı olanların durumunu buna göre herkes kıyaslayabilir.
Bu çiftçi 60 dönüm arazisine mısır ekmiş. Toplam da 82 ton civarında ürün hasat etmiş. Bu ürününü kilogramı 555 kuruştan bir tüccara satmış. Bu fiyat üzerinden alması gereken para 45.000 TL civarında. Ama parayı almaya (ürünü teslim ettikten bir ay sonra parayı ödüyorlar) gittiğinde tüccar devletin alacağı vergiyi bu paradan kesmiş: 1000 lira civarında bir para.
Çiftçi 44 bin küsur lira parasını bankadan aldıktan sonra benzinliğe gidip harcadığı yıllık mazot parasını ödemiş: 3.400 TL. Buradan çıkan çiftçimiz tarım kooperatifine gidip yıllık gübre ve tohum parasını ödemiş:9.600 TL. Çiftçimiz buradan çıkıp damlama sulama için aldığı hortumların parasını ödemiş:2500 TL. Bu parayı verince sondajı çalıştırmak için yıl içinde harcadığı elektiriğin kaç para olduğunu çıkartmış: 3400 TL. Sonra da iki komşusu ile birlikte ortak oldukları sondajın kurulum masrafından kendi payına düşen taksiti ödemiş:3000 TL.
Harcadığı paradan sonra elinde kalan parayı hesaplayan çiftçimiz elinde 22 bin liradan biraz fazla para kaldığını görmüş. Elinde halen para varken 4-5 aydır sadece asgari tutarını ödediği kredi kartını kapatmaya karar vermiş. Bankaya gidip o ay 4.300 liraya ulaşan borcunu kapatmış.
Çiftçimizin eline 18 bin lira kadar bir para kalmış. Bundan sonra sağa sola olan borçlarını ödediğini anlatmayacağım. Bu çiftçinin traktör ve iş makinelerine ödediği bakım ve onarım masraflarını da anlatmayacağım.
Bu çiftçimiz bu parayla ikisi de öğrenci olan çocukları ile birlikte 4 kişilik ailesini bir yıl geçindirmek zorunda.
Bu yine de durumu nispeten iyi bir çiftçidir. Çoğu çiftçinin bu kadar tarlası yoktur. Onların durumunu artık siz düşünün.
Haa, bu arada hükümet bu çiftçiye 3000 TL ürün desteği vermektedir. Ancak bunu neredeyse bir sonraki senenin hasat zamanında verdiğinden çiftçi bu parayı üretim sürecinde peşin para olarak kullanamamaktadır. Bu sebeple üzerine bir de faiz yükü binmektedir. Sadece banka ve kredi kartı faizi değil. Benzinlikler dâhil herkes gariban çiftçiyi soyma yarışına girmiştir. Bir örnek vereyim ki daha iyi anlaşılsın. Benzinlikler mazota aylık %2 faiz uygulamaktadır. Türkiye’de tefeciler hariç hiçbir banka bu kadar yüksek faiz uygulamamaktadır.
Ziraat Bankası ‘’Çiftçi Kartı’’ uygulaması, Tarım Kredi Kooperatifleri 6 aylık faizsiz mazot satışı gibi uygulamalar çiftçiyi bu tefeci zihniyetli çakallardan koruyacak uygulamalardır. Ancak bu kartı ve uygulamayı birçok çiftçi kullanmamaktadır. Neden kullanmadıklarını sorduğumda; ’’Kart ücreti çok yüksek. Benim az tarlam var. Faizli mazot almak bana daha ucuza geliyor dediler.’’ Tabii ben durumu tam bilmiyorum. Ya iyi niyetli gibi görünen bu uygulamalarda bir aksaklık var veya çiftçi yeterince bilgi sahibi değil. Ama bir sorun olduğu kesin.
Peki, çiftçinin durumu neden böyle?
Bunu sorduğumda onlarca sebep söyleniyor. Bunlardan bazılarını kısaca sıralayalım.
*Ülkenin yıllık tarım ürünleri ihtiyaç miktarı ve buna göre çiftçinin ne üreteceği, devletçe planlanmadığı veya en azından yönlendirme yapılmadığı için çiftçi kendi kanaatine göre bir şey ekiyor. Bazen bu ekim tek bir bitkide yoğunlaşıyor. Rekolte çok yüksek olduğundan ürün para etmiyor.
*Mazot, tohum ve gübre fiyatları her yıl, aşırı derecede artıyor. Ama ürün fiyatları tam tersine düşüyor.
*Çiftçi örgütlü olmadığından tüccarın eline mahkûm oluyor. Tüccar da bunu bildiğinden çiftçileri sömürüyor.
*Devlet, hasattan hemen önce, yurt dışından o ürünün ithal edilmesini serbest bırakarak, kalitesiz ucuz ürün gelmesine göz yumuyor. Bu durumda ise fiyatlar suni olarak düşürüldüğünden çiftçi eziliyor.
*TMO, ürünlere daha yüksek fiyat vermesine rağmen, TMO’ya mal vermek oldukça zor. Ürünü teslim etmek için günlerce kuyrukta beklenebiliyor. Nem oranı vb. kesintiler ile gün başına kamyonculara ödenen paralar yüzünden fiyat yine aynı düzeye düşüyor. İnsanların yaşadığı stres ve çektiği sıkıntı da cabası.
*Sulama masrafları elektrik fiyatları yüzünden çok yüksek.
*Ürün destekleme fiyatları çok düşük.
*Devlet aylar sonra destekleme ödediği halde vergiyi peşin kesiyor.
*Çiftçi eski çiftçi değil.   Mesela kimse artık evinde hayvan beslemiyor, ekmek yapmıyor. Çiftçinin yaşam tarzı şehirliden sadece daha küçük yerlerde, yani köyde yaşaması dışında çok farklı değil. Çiftçi de artık şehirli gibi bir tüketici. Bu da masrafları artırıyor.
Yani özetlersek çiftçinin sorunları var.
Çiftçi durumdan memnun değil.
Gidişattan da umutlu değil.
Çiftçi her yede ağlıyor.
Çiftçi; sanayici, büyük hayvancılık şirketleri ve tüccar lehine ihmal edildiğini ve hatta ezildiğini düşünüyor.
Tarım Bakanlığı ve hükümet sanki bu sesleri duymuyor.
Sanırım önümüzdeki seçimlerde mecburen duyacaklar.
Çünkü, çiftçi; seçimlerde sandık başına gelince, bu sıkıntıları çok yüksek sesle haykıracak gibi görünüyor.

Saygılar sunarım.

13 Ekim 2013 Pazar

Türkiye'deki Fethullah Gülen Cemaati Okulları Kime Hizmet Ediyor?


Hükümet, tartışmalı paketi açıkladıktan sonra herkes destek veya eleştiri mesajları içeren açıklamalarda bulundu. Bu arada, son moda cemaat demokrasisi (Cemaokrasi)  rejiminin gereği olarak meşhur cemaatimiz de açıklamalarda bulundu. Zaten artık devleti kendi kontrollerinde bir cihaz olarak gördüklerinden olsa gerek her devlet meselesinde açıklama yapmaktan hiçbir zaman geri duymuyorlar. Zaten bu açıklamalara alışan ve kendi yönünü çizmek için bir işaret bekleyen çevreler için bu açıklama gelmez veya gecikirse anormal gelmeye başladı.
Dedim ya, bayağı bir cemaokratik devlet olduk. Mesela genelkurmay başkanı artık askeri konularda bile fikrini söylemeye korkmakta (Örneğin askerliğin kısaltılması konusunda Genelkurmay ne dedi duyan veya anlayan var mı?), sivil idare nasıl uygun görürse, karar sivil idarecilerin kararı goygoyculuğu yapmakta ama kime hizmet ettiği belirsiz, resmi bir örgütlenme yapısı olmayan, vergi kaçırıyor mu, suç oluşturabilecek bir programı varmı belli olmayan ve kesinlikle hiçbir organ tarafından denetlenemeyen bir cemaat sanki devletin asıl ve tek sahipleri imiş gibi her devlet meselesinde açıklamalar yapmakta ve dahası bunlar büyük bir önemle ciddiye alınmaktadır.
 Nitekim cemaat yetkililerinden (ne konuda yetkili bilmiyorum ama Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkan Yardımcısı sıfatı ile tanınıyor) birisi bir gazeteciye yeni paket ile ilgili bazı hususlarda, özellikle de Kürtçe eğitim konusunda bazı demeçlerde bulunmuş ve bu gazete tarafından bu büyük bir olay olarak yansıtılmış.
Röprotajın bir kısmını değiştirmeden özet olarak aşağıda sunuyorum.
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkan Yardımcısı Uşak, Güneydoğu'daki Gülen cemaati okullarında mevzuat değişikliği ardından Kürtçe eğitim de verilmesi hakkında 'işin tabii seyri gereğidir' dedi.
Uşak, Hizmet Hareketi'nin yurt dışındaki okullarında yerel dilde de eğitim yaptığını hatırlattı ve "Türkiye'de de mevzuat değişikliği yapıldıktan sonra Kürtçe eğitim yapılması işin tabii seyri gereğidir" dedi.
Güneydoğu'da da pek çok okulu bünyesinde barındıran cemaatin "Kürtçe eğitimini bölgeye göre değil, talebe bağlı sağlacağını düşündüğünü" belirten Uşak, eğitimin sadece özel okullarla sınırlı kalmaması gerektiğinin altını çizerek "Türk vatandaşları ana dillerini nasıl öğreniyorsa Kürt vatandaşların da, Laz, Abaza, Çerkes vatandaşların da ana dillerini devletin finanse ettiği okullarda öğrenmesi sağlanmalı" dedi.
"Gülen cemaati, Kürtçe eğitim vermeye hazır mı?" sorusuna verdiği "Ben hazır olduğunu düşünüyorum, özel okullar hepsinden daha önce hazır" sözlerini hatırlattığımız Cemal Uşak, gelişmelere dair şöyle konuştu:
 "Ben bunu genel bir mantıkla ve muhakeme yürüterek söyledim. Irak Kürdistanı'nda Hizmet Hareketi'nin okullarında Kürtçe eğitim yapılıyor. Ayrıca, başka ülkelerdeki eğitim kurumlarında da söz konusu ülkelerin yerel dillerinde eğitim yapılmakta iken Türkiye'de de mevzuat değişikliği yapıldıktan sonra Kürtçe eğitim yapılması işin tabii seyri gereğidir, diye düşünüyorum."
 Kürtçe eğitim için Hizmet okullarında hazırlıkların başlayıp başlamadığını sorduğumuz Uşak, "şu an için hazırlıkların söz konusu olmadığını" belirtirken, gelişmelerin Başbakan Erdoğan'ın da açıkladığı üzere Bakanlar Kurulu'nun yapacağı düzenlemeye bağlı olduğunu söyledi.
 GYV Başkanı Mustafa Yeşil'in T24'e verdiği söyleşide dile getirdiği "İstanbul’da da Kürtçe dili tercihli yapılabilir" sözleri hatırlatılıp, cemaat bünyesindeki okullarda Kürtçe eğitimin Güneydoğu ile mi sınırlı kalacağını, yoksa talebe göre farklı şehir ve bölgelerde de verilip verilmeyeceğini sorusu üzerine Uşak, "Mantık, talep edilen her yerde bunun yapılabilmesini gerektirir. Dünyanın en büyük Kürt kenti İstanbul, burada da talep gelmesi tabiidir" dedi.
"Paketteki haliyle getirilecek mevzuatı yeterli görmüyorum. Ben bir an önce, Türk vatandaşları ana dillerini nasıl öğreniyorsa Kürt vatandaşların da, Laz, Abaza, Çerkes vatandaşların da ana dillerini devletin finanse ettiği okullarda öğrenmesinin sağlanması gerektiğini düşünüyorum. Paketteki önerinin kamuoyunu hazırlamak için ilk adım olduğunu düşünüyorum ve devamının geleceğini ümit ediyorum."
Ben bunu dudaklarımı ısırarak okudum. Bu şahıs kendi kafasına göre Irak Kürdistanı gibi uydurma tanımlar kullanarak Türkiye’nin bir kısmının da Türkiye Kürdistanı olduğunu ima etmekte, yani ülkemize yeni bir coğrafi tanımlama kazandırmakta, Kürtçe ile yetinmeyip daha bir çok dilde eğitimden bahsetmekte ve hatta hızını alamayıp İstanbul’a en büyük Kürt şehri diyerek bölücülerin (PKK ve taraftarlarının) bile söylemeye utanacağı abes kelimeleri rahatça kullanmakta ve bunu çok normal bir şeymiş edasıyla ifade etmektedir.
Elbette bu konuşmanın bu yönleri de kabul edilemez densizliklerdir bana göre. Ama ben burada başka bir konuyu vurgulamak istiyorum.
Kürtçe eğitimin özel okullarda serbest bırakılması açıklanınca çoğu insanın aldatılarak ‘’eh kim kuracak bu okulları da bu eğitimi verecek, Kürtçe dil okulları girişimleri nasıl fiyaskoyla bittiyse bu da etkisiz bir taviz.'' diye düşünmesi sağlanmıştı.
Ama pandoranın kapağı açılınca içinden çok farklı bir şey çıkmaya başladı….
Demek ki yeni özel okul kurulmasına ihtiyaç yokmuş. Cemaat okulları bu görevi gönüllü olarak üzerine alacakmış anlaşılan.
Her yıl Türkçe olimpiyatları yaparak milletin gözünü boyayan cemaatin gerçek niyeti demek ki farklıymış. ‘’Dünyaya Türkçe öğretiyoruz.’’ derken aslında bu tiyatroyu, çoğunluğu milliyetçi vatansever insanlar olan Türk halkını kandırarak kendi okullarına ekonomik destek sağlamak yani sömürmek için tezgâhlıyorlarmış.
Arkadaş, sen dünyaya Türkçe öğretmeden önce kendi ülkenin vatandaşlarına Türkçe öğretsene. Sen ülkede iki dilli ve hatta çok dilli bir yapının temellerine harç taşıyarak Türkçe’nin yaygınlaşmasına zarar vermesene.
Bu paket ten bir şey olmaz diyenlere sesleniyorum!....
Yanılıyorsunuz.
Bu paketten bir şey olacak, hem de tahmin etmediğiniz kadar kötü bir şeyler.
Ve bunlar yavaş yavaş çıkmaya başladı bile…
Özel okul lafı sizi kandırmasın.
Hükümet bu kanunu çıkaracak, cemaat te bu işin taşeronluğunu yapacak, başka okula filan da gerek kalmayacak.
Cemaat, başkalarının taşeronluğunu yapmak konusunda oldukça tecrübeli zaten….
Tüm Türkiye’de yaygın bir okul ağları da var.
Şimdi, cemaat dershaneleri kapanınca onlar da yeni özel okullara dönüşecek ve okul ağı daha da büyüyecek.
Yeni bir yatırıma, yeni bir okula da gerek yok…
Bu eğitim çok kısa bir zamanda yaygınlaşabilir.
Hükümet kanunuyla ve cemaat okuluyla…
Ne demiş atalarımız: ‘’Çingene çalar Kürt oynar.’’
Anlaşılan bu konuda: ‘’Hükümet çalıyor, cemaat ise oynayacak.
Sanırım PKK ve BDP’de (düğünlerde aslında kendileri oynamaktan pek anlamayan ve el çırparak oynuyor görünen beleşçiler gibi) bunların etrafında halka yapıp alkış tutacak.
Oh ne ala!
Herkes mutlu….
Herkes eğleniyor….
Benim se duyduğum gürültüden uykularım kaçıyor.
Ama milletimizin kulaklarına tıkaç, gözüne siyah bez takılmış.
Makarnayı, hem de yoğutlu olarak yemiş.
Bedava kömürü de sobaya ağzına kadar doldurmuş, sıcaktan mayışmış.
Maşallah horul horul uyuyor.
Uyutuluyor!.....

Saygılar sunarım. 




12 Ekim 2013 Cumartesi

İran'ın istihbarat teşkilatı ve son zamanlarda çevirdiği dolaplar.


Bir süredir Gültekin Avcı tarafından; İran ve onun istihbarat teşkilatları hakkında değişik yazılar yayımlanmaktadır.
Hem İstihbarat konularına hem de İran ile ilgili konulara dair kişisel bir ilgim olduğundan bu yazılar özellikle dikkatimi çekti. Çünkü, çalışma hayatımın belirli dönemlerinde (bu teşkilatların elemanlarını görmesem de) bunların faaliyetlerinden dolayı varlıklarını şahsen hissettiğim zamanlar olmuştu.
Peki, nedir bu İran istihbaratı?
Ben bunlarla nerede karşılaştım?
Ne yazık ki biz (biz derken Türk halkını kastediyorum, belli bir grup veya kurumu değil) bu istihbarat teşkilatı hakkında bilgileri genelde ABD yetkililerinin kamuoyuna yaptığı açıklamalardan öğrenmek zorunda kalıyoruz.
Çünkü bu teşkilat bölgede istihbarat açısından en büyük iki aktör olan CIA ve MOSSAD’ı bile tedirgin etmektedir. Bu sebeple hem bölge ülkelerinin istihbarat teşkilatlarını uyarmak, hem de İran’a ‘’sizi takip ediyoruz, faaliyetlerinizden de haberimiz var’’ mesajı vermek için zaman zaman (İsrail doğrudan açıklama yapmıyor çünkü İran’a kendi aleyhinde kullanacağı bir koz vermek istemiyor.) ABD’li yetkililer basına çeşitli demeçler vermektedirler.
Örneğin; 2012 yılı Aralık ayında,  ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) İran İstihbarat Teşkilatı'nı Ortadoğu'nun en güçlü servisi olarak tanımlarken, Pentagon kaynakları tarafından İran'ın aktif 30 bin istihbarat personeli olduğu söyleniyordu.
Şimdi, gerek bu ve benzeri açık kaynaklardan öğrendiğimiz genel bilgilerden, gerekse yukarıda adını zikrettiğim yazarın yazılarından, kısaca İran istihbarat teşkilatı hakkında bilgi verelim.
İran çok eski bir tarihi ve kültürel mirasa, köklü bir devlet geleneğine sahiptir. İşte bu mirasın gereği olarak İran, en eski dönemlerinden beri istihbarata çok büyük önem vermiş, tarihten gelen bu geleneksel yapılar gelişerek 1957 senesine kadar devam etmiştir. 1957 senesinde, Şah Muhammed Rıza, Batılı istihbarat örgütlerinin (CIA-MOSSAD) desteğiyle SAVAK ismiyle batılı anlamda modern bir istihbarat teşkilatı kurmuştur.
Şah bu teşkilatı, komşu ülkeler ve kendi ilgi sahasındaki devletlerden istihbarat elde etmek için kullanmakla beraber, esas itibariyle; başta yurt dışında okuyan öğrenciler olmak üzere yurt dışındaki İranlıları takip etmek ayrıca içerde ve dışarda bulunan muhaliflerini etkisiz hale getirmek için kullanmıştır.
SAVAK; bu faaliyetlerinden dolayı doğal olarak, tüm rejim muhalifi örgütlerin nefretini üzerinde toplamayı başarmıştır. Bu sebeple, Şah'ı devirerek iktidarı ele geçiren Humeyni, ilk iş olarak SAVAK'ı lağıv etmiştir. SAVAK hakkında duyulan nefret ve endişe o kadar büyüktü ki; servisin ileri gelenleri yargılanarak idam edilmiş, yüksek rütbeli SAVAK ajanları 1979-81 yılları arasında neredeyse tamamen ortadan kaldırılmıştır.
Şah’ın istihbarat teşkilatını ortadan kaldıran molla rejimi bu sefer benzer amaçlarla yeni bir istihbarat teşkilatı olan SAVAMA’yı kurmuştur. Bu teşkilat kurulurken eski teşkilatın alt seviye elemanlarının çoğu kullanılmaya devam edilirken, bunların başına rejime bağlı yeni kişiler getirilmiştir.
Tabii İran’da tek istihbarat teşkilatı SAVAK ve onun yerine kurulan SAVAMA değildi. Başta silahlı kuvvetler olmak üzere başka bazı teşkilatlar da vardı. Bunlar da yeni rejim anlayışına göre yeniden yapılanmış, ayrıca yeni rejimin kurduğu bazı askeri ve güvenlik gruplarının da istihbarat teşkilatları oluşturulmuştur.
Bu tür yeni teşkilatların en önemlisi Devrim Muhafızları’dır. Benzerleri Suriye gibi Ortadoğu ülkelerinde bulunan bu yeni yapı, klasik silahlı kuvvetlerin yanında oluşturulmuş bir ordu gibi teşkil edilmiştir. Bu teşkilatta rejime fanatiklik derecesinde bağlı personel  istihdam edilmektedir. Rejimin ve uygulanan gayri nizami harekâtların etkili gücü olarak faaliyet gösteren bu bir nevi ikinci ordu, (birçok batılı askeri uzmanlar tarafından emir komuta birliğini bozan ve düzenli savaşta İran’ın başarı olasılığını azaltan bir hassasiyet olarak görülmekle birlikte) barış zamanında kendinden beklenen görevi başarıyla yapmaktadır. Hatta bu ordu ulaştığı personel sayısı ve etki gücü ile düzenli orduyu gölgede bırakır duruma gelmiştir.
Bu karmaşık ve çok başlı yapı istihbarat faaliyetlerinde verimsizliğe ve kargaşaya sebep olmuş olacak ki; 1984'te Muhammed Reyşehri'nin başkanlığında ülkedeki güvenlik ve istihbarat birimleri örgütlenerek Vezaret-i Ettela'at Ve Amniyet-i Kisvar-VEVAK (İstihbarat ve Güvenlik Bakanlığı) altında birleştirilmiştir.
Geniş bütçesi ve devasa örgütlenmesiyle VEVAK, İran yönetimindeki en güçlü bakanlıklardan birisi haline gelmiştir. Bu bakanlık, Ali Hamaney'in Velayet-i Fakih Örgütü'nün rehberliğinde faaliyet göstermektedir.
Asli personeli, ya İran elçilik ve konsolosluklarında çalışan diplomatlar veya rehberlik ve propaganda temsilcileridir. Gayriresmi personeli arasında ise Iran Hava Yolları personeli, İranlı öğrenciler, işadamları, gazeteciler ve bazı muhalefet mensupları bulunmaktadır.
İran Cumhurbaşkanı ve dinî liderlik te "onay" makamı olarak baş sorumluluğu yüklenmektedir.
VEVAK, bilgi toplamanın yanında radikal gruplar ve İslâmi Hareket Örgütleri ile irtibat sağlamaktan da sorumludur. VEVAK güdümlü faaliyetler, iki hedef ekseninde gerçekleşmektedir:
*Rejim muhaliflerini cezalandırmak.
*İslâm Devrimi'ni ihraç etmek.
Bugün İran bu faaliyetlerini özellikle tüm Kafkasya, Güney Asya ve Orta Doğuda yoğun olarak icra etmektedir. Zira Şii jeopolitiğini ilgilendiren her bölge operasyon hedefi olarak seçilmektedir.
Şu ana kadar açıklamaya çalıştığımız ve bir şemsiye olan VEVAK bünyesindeki bulunan istihbarat kurumları şunlardır:
1- SAVAMA:
Dış istihbarattan sorumlu asıl servistir. Batılı ülkelere (Türkiye'ye) yönelik faaliyetler, Hizbullah ve diğer şeriatçı örgütlerin faaliyetlerini yönlendirir.
2- Devrim Muhafızları (PASDARAN):
120 binin üzerinde askeri personeli olan yapı, rejim muhaliflerini takip etmekle görevli bir istihbarat ünitesine de sahiptir. Ayrıca "Basij" adı verilen gönüllüler de PASDARAN'ın kontrolü altındadır. 900 000’den fazla elemanı olan yapı, Şii itikadına (jeopolitiğine) uymayan kişilerin tespiti ve ortadan kaldırılmasına yardımcı olmaktadırlar. Dış operasyonlar her halükarda SAVAMA ile ortak yürütülmektedir. Yine başında bir general bulunan PASDARAN'a bağlı "Kudüs Kuvveti" de ülke dışı harekâtlardan sorumludur.
3- Kurtuluş Hareketleri Dairesi:
PASDARAN'ın Körfez Taburu olarak kurulmuştur. Bu yapı; PKK, ASALA, Japon Kızıl Ordusu ve Hizbullah gibi uluslararası terör örgütlerine uzun yıllar boyunca askerî, malî ve lojistik destek vermiştir. Bu faaliyetlerine açık veya gizli olarak halen devam etmektedir.
4- İran Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı (J-2)
Aslında, Şah döneminde ABD sistemine göre teşkilatlanan bu yapı daha çok klasik askeri istihbarat ile meşgul olmaktadır.
Kısaca mevcut istihbarat teşkilatları ve bunların görev ve sorumlulukları hakkında bilgi verdikten sonra, gelelim İran istihbaratının bugünkü faaliyetlerine….
Önce Türkiye’den başlayalım. İran’ın Türkiye’ye rejim ihraç etme, ülkemizdeki şeriatçı olduklarını iddia eden terör örgütlerini destekleme faaliyetlerini uzun süredir yürüttüğü çok fazla kişi tarafından yazılıp çizilmiştir. Günümüze gelecek olursak İran’ın bu ve daha geniş istihbari faaliyetlerini genişleterek artırdığı iddia edilmektedir. Mesela; kamuoyunda, daha önce, bazı cemaatçi polisler tarafından konulduğu da iddia edilen, başbakanımızın evinde bulunan böceğin, bazı çevreler tarafından, İran istihbaratı tarafından konulduğunu iddia edilmektedir. Nitekim devlet yetkililerinin de bu yönde düşündüğünü doğrular nitelikte bazı olaylar da meydana gelmektedir. Bazı İran vatandaşı kişilerin ülkemizin İran’a sınır bazı illerinde ajanlık iddiasıyla tutuklanıp sorgulandıktan sonra sınır dışı edilmesi bunun işareti olarak görülebilir.  Son dönemlerde gerek Suriye gerekse tüm Ortadoğu’da meydana gelen gelişmeler dikkate alındığında bu iddia akla yatkın bir ihtimal gibi görünmektedir.
Komşularımızdan başlayarak, son zamanlarda tüm dünyanın dikkatini üzerinde toplayan tüm Ortadoğu ülkelerine bakınca da bu istihbarat örgütlerinin faaliyetlerinin dışarıdan açıkça fark edilecek kadar arttığı görülmektedir.
Mesela; PASDARAN’ın Suriye’de savaştığı, istihbarat ve Gayri Nizami Harp (GNH) faaliyetlerinde bulunduğu basın organlarına kadar yansımış bir İran faaliyetidir. İran’ın Lübnan’da, Hizbullah ile ilişkisi ise eskiden beri bilinmektedir.
Burada gözden kaçırılmaması gereken önemli bir husus ta; İran’ın Suudi Arabistan ve bazı körfez emirliklerindeki faaliyetleridir. Anlaşılan o ki, ABD’nin artık Şii temelli örgütlerden gelen tehdidi ikinci plana atıp Selefi ve Sünni kökenli örgütlerden gelen tehdidi birinci sıraya yükseltmesiyle birlikte İran ile ABD arasında imzası bulunmayan bir barış ve işbirliği havası ortaya çıkmıştır.
İran; ABD ve Batı’nın yaptıkları icraatlarla ortaya çıkarmakta oldukları Şii hilali oluşumunu kendi menfaatlerine hizmet ettiği için el altından desteklemektedir. Bu yüzden Arap Baharı’nı; Suudi Arabistan ve bazı körfez ülkelerinde bir Şii Baharı’na dönüştürmeye çalışmaktadır. Doğal olarak bu maksatla yukarıdaki yapılardan uygun olanları bazen gizlemeye bile gerek duymadan kullanmaya çalışmaktadır.
Nitekim tehlikeyi fark eden ve ülkesindeki iç karışıklıklardan İran’ın sorumlu olduğunu açıklayan Suudi yetkililer, sınırlarına komşu emirlikler ve Yemen’deki olayları yakından takip etmekte ve gerektiğinde kendi askeri güçlerini de kullanarak müdahalelerde bulunmaktadır.
Şimdi de İran’ın uzun süredir çok etkili bir şekilde faaliyet gösterdiği bir başka bölgeye, Irak’a,  gelelim. İran; Irak’ta bulunan şeriatçı Şii yapıların tamamı ile yakın işbirliği halindedir. Laik Şiiler daha Arap milliyetçisi olmakla birlikte bunlarla da yakın ilişki kurma çabası içindedir.
İran; Irak kuzeyindeki Sünni Kürt şeriatçı örgütlerinin de baş destekçisidir. Bu durumun farkında olan Barzani yönetimi İran’ı yakından takip etmekte, İran’a karşı Türkiye’ye, Sünni Araplara ve tüm İran karşıtı bölge ve bölge dışı devletlerle işbirliği imkanları bulmaya çalışmaktadır. Talabani bölgesi İran’a yakın olduğundan, daha önce İran ile işbirliği tecrübeleri bulunduğundan ve İran’ın acımasız operasyonlarından duydukları korkudan dolayı Talabani yönetimi (KYB) her zaman İran ile yakın ve iyi ilişkiler içinde bulunmaya çalışmıştır.
1997-1998 yılında; PKK ile ittifak halinde bulunan KYB; KDP’ye saldırarak Erbil dâhil büyük bir bölgeyi ele geçirmiş, Barzani ile hareket eden Türkiye zırhlı birliklerin de kullanıldığı çatışmalarda Talabani ve PKK güçlerini dağıtmış, kaybedilen yerlerin tamamını tekrar ele geçirmiş ve KDP’ye teslim etmiştir. Bu çatışmalarda İran askeri birlikleri (çoğunlukla PASDARAN) de çatışmalara Talabani’nin yanında gayri resmi olarak fiilen katılmıştır. Yani Irak’ın kuzeyinde resmi olarak olmasa da İran ve Türk askerleri karşı cephelerde çarpışmış, İran tarafı bu çatışmadan yenik çıkmıştır.
İşte benim İran’ın varlığını hissettiğim yer de Irak’ın kuzeyi olmuştur. Orada görev yaptığım süre içerisinde gerek takip ettiğim olaylar, gerek se temasta bulunduğum KDP yetkililerinin anlattıkları İran istihbarat teşkilatlarının yaptıkları eylemler hakkında bilgi sahibi olmamı sağlamıştır.
Yerel yetkililerin söylediğine göre; İran hiçbir olayın kendisi ile bağlantılı olduğunu kabul etmemiştir. Ancak olayları gören ve biraz bilgisi olan herkes bu olayların İran’ın işi olduğunu söylemekteydi. Bahsettiğim olaylar neydi diye merak edenler olabilir. Söyleyeyim. Irak’ın kuzeyinde, özellikle Süleymaniye ve ona yakın bölgelerde değişik zamanlarda, yol kenarına atılmış cesetler bulunmaktaydı.
Peki, bu cesetlerin İran ile ne alakası neydi?  Bu cesetlerin tamamına yakını İran’a muhalif ve İran çıkarlarına engel olabilecek kişilere ait cesetler idi. İşin daha belirgin tarafı; tüm cesetler aynı şekilde canice ve bazen de işkence ile sorgulandıktan sonra öldürülmüş. Yol kenarına da, sanki birilerine mesaj iletilmek ister gibi, görünecek şekilde konulmuş.
Bu durum daha çok Barzani taraftarlarında olmakla birlikte herkeste İran’a karşı belirgin bir korku ve nefrete sebep olmuş. Benim konuştuğum ve bu konuyu ben sormadan bana anlatan yerel yetkililer; ‘’Biz Türkiye ile PKK’ya karşı yıllarca beraber savaştık. Hiçbir zaman Türk askerinin böyle bir vahşilik yaptığını görmedik. Türk ordusunun belli bir hukuk ve insanlık anlayışı var. Ama İranlılarda yok. Onlar ne acır, ne hukuk dinler, ne din bilirler ne de iman. Bu işleri bu bölgede sadece İran yapar. İran, Saddam yönetiminden ve tüm Arap örgütlerinden daha acımasız. Affetmez, acımaz ve tehdit olarak gördüğü herkesi ortadan kaldırmaya çalışır. Buna rağmen hiçbir cinayeti de kabul etmez, reddeder. Onun için biz en çok buraya İran’ın hâkim olmasından korkarız. Çünkü onların rejimine  İslam deseler de İranlılar en dinsiz adamdan daha acımasızdırlar.’’   
Nitekim bu iddiaları destekleyecek şekilde haberler bize de geliyordu. İran karşıtı değişik gruplarla birlikte birçok PJAK elebaşının da Irak’ın kuzeyinde İran istihbaratı tarafından, genellikle boğazları kesilerek veya telle boğularak, öldürüldüğü haberlerini alıyorduk.
Uzun lafın kısası, yukarıda da kısaca anlatmaya çalıştığımız gibi İran’ın güçlü bir istihbarat teşkilatlanması bulunmaktadır. Dahası İran bu gücünü hiç kimseyi umursamadan çıkarları doğrultusunda en sert şekilde ve sonuna kadar kullanmaktadır. Bu sebeple CIA ve MOSSAD gibi tüm dünyada önem verilen teşkilatların bile ciddiyetle dikkate almak zorunda kaldığı bir unsur haline gelmiştir. İran, istihbarat teşkilatlarını sadece bir haber alma teşkilatı olarak değil, operasyonel bir yetenek olarak ta kullanmaktadır. Bu sebeple de herkes üzerinde etkili olmaktadır.
Peki MİT ne yapmaktadır?
Benim; MİT’in ne yaptığını bilmem de, biliyor olsam dahi bunu burada açıklamam da mümkün değildir.
Ancak şu kadarını söyleyeyim.
Mehmet Eymür’den sonra MİT Operasyonlar dairesi kapatılmıştır. Yani; MİT’in kolları koparılmış, kocaman vücudu, kocaman kulakları olan ama rakibine tek bir yumruk atamayan bir dövüşçü gibi komik bir hale sokulmuştur.
Bu bilgilerden sonra şu soruları soruyorum:
Acaba MİT ne zaman tekrar operasyon yapma yeteneğine kavuşturulacaktır?
MİT ne zaman sadece haber toplayan yapısından çıkıp artık bölgesinde ciddiye alınan bir örgüt haline gelecektir?


Saygılar sunarım.

9 Ekim 2013 Çarşamba

Yargıtay'ın Kararı Ne anlama Geliyor?


Yargıtay, özellikle yargılanan ve hapiste bulunan kişiler, aileleri ve yakınlarının olmak üzere uzun süredir herkesin merakla beklediği kararını açıkladı.

İçeride olan arkadaşlarımız, abilerimiz var.

Zaman zaman bazılarının aileleri ile de görüşüyorum.

Tüm olumsuzluklara rağmen içlerinde bir umut vardı.

Ben moralleri bozulmasın diye bu umutlarını desteklemeye çalıştım hep.

Ama içimden çok ta umutlanmaya yer olmadığını düşünüyordum.

Çünkü (artık bunu söyleyebilirim sanırım) karşı tarafın üzüm yemek gibi bir niyeti yoktu gördüğüm kadarıyla.

Bağcıyı dövmeye karar vermişler, gerisi bahane bulmaya kalmış...

Bu ve benzeri davaları hukuk, adalet terimleri ile anlatmaya çalışıyor her iki taraf, ama bence boşuna.

Bütün bunlar tülüat, bütün bunlar tiyatro.

Bu bazılarının söylediği gibi bir rövanştı bazılarınca.

İntikam almak isteyen ruhlar çıldırmış gibi konuşuyordu, karşı taraftaki her kesim tarafından.

Kimisi Cumhuriyetin ilk dönemine kadar götürüyor düşmanlığını.

Kimisi de 12 Eylülde askerlerin arasında babasının mahkemeye çıkarılmasının çocuk zihninde yarattığı psikolojik travmayı atamamış bir türlü, üniforma görünce anksiyetesi bozuluyor. Onun hesabını sormak peşinde konu ile hiç ilgisi olmayan bugünkü üniformalılardan.

Televizyonlarda, gazetelerde; (aslında hukukun sadece ''H'' sinden haberi olan birinin bile gördüğü hukuksuzluklara rağmen) davaların  hukuka ne kadar uygun olduğunu anlatmaya çalıştılar aylarca.

Kendileri de anlattıklarına inanamadıkları noktada ise; kulvar değiştirip demokrasi için bunların gerekli olduğunu söylemeye kadar gidenler oldu. ''Ama darbe daha kötü! Darbeciler de böyle hukuksuzluklar yapmıştı (yani bu da hukuksuz ama intikam için mübah)!'' diyenler de oldu, bu haksızlıklara bir şey söyleyemeyecek duruma gelince.

Yani hep ağızlarda hukuk vardı, ama yargılananların avukatları ve yakınları nedense bu hukuka bir türlü rastlamadıklarını söylüyorlardı.

En çok ta suçlanan kişilerin yakınlarına üzülüyorum.

Kendilerini anlatmaya çalıştılar, hukuk dediler, adalet dediler ama sesleri o kadar çok çıkmadı haliyle.

Çünkü onları konuşturan, konuşturmaya cesaret eden o kadar da fazla değildi.

Yani her iki taraf ta hukuktan bahsetti, hukuka göre kendilerini anlatmaya çalıştılar.

Bence bu çok büyük bir hataydı. Çünkü boşuna bir çabaydı....

Hukuk; hukukun geçerli olduğu mahkemelerde olur.

Bu bir hukuk mahkemesi değildi.

Bu siyasi bir yargılamaydı.

Geçmişte de, bu gün de; siyasi yargılamalarda, sonuca en az etki eden şey hukuk ve adalet duygusudur.

Bu gün kararı duyunca şaşırmadım.

Hatta beraat ve salıverilenleri duyunca; hiç olmazsa bunlar kurtuldu  diye bile düşündüm.

Ben de, çoğu insan gibi, dışarıdan durumun vahametini tam olarak algılayamıyordum.

Ama, bir süre önce karşılaştığım bir hukukçunun sözü beni dehşete düşürdü.

''Böyle bir davada, böyle bir suçtan Türkiye mahkemelerinde, yargılanmaktansa, savaş halinde olduğumuz bir ülkenin savaş bölgesi askeri mahkemesinde yargılanmayı tercih ederim.'' diyordu.

Bunun üzerine söyleyecek söz bulamadım.

Hala da bulamıyorum.

Aslında söylenecek fazla bir şey de yok......

Tutuklu yakınlarına sabırlar diliyorum.

Bu durumu neredeyse zil çalacak kadar memnun takip edenlere de duyuru: Ayıp ediyorsunuz. Hem de çoook.

İnsanları yaralıyorsunuz.

Bir gün belki siz de benzer duruma düşersiniz.

Bunu düşünmeden çok ta sevinmeyin bence.

Hayat insana her zaman beklemediği sürprizler hazırlıyor .

Unutmayın; hukuk herkese lazım.

Bir gün size de lazım olabilir.

Olabilir gerçekten...

İnanın....

Saygılar sunarım.



8 Ekim 2013 Salı

Türkiye’de resim sanatı neden gelişmiyor? Resim öğretmenlerinin genel sorunları nelerdir?


 Daha önce bu sayfalarımızda sanat ile ilgili konulara da yer vereceğimizi söylemiş ve resim nedir konulu bir yazı yayımlamıştık. Şimdi bu yazıların ikincisini yayımlıyoruz. Bu yazı, temel bir konuda, resim sanatının kitlelerce sahiplenilmemesi ve bunun bir sonucu olarak ülkemizden uluslararası üne kavuşmuş pek çok fazla ressamın çıkmamasının da sebepleri ile ilgili.
Bu arada sesini bir türlü duyuramayan resim öğretmenlerinin sorunlarını da yansıtıyor.
Yazıyı aşağıya sunuyorum.
Faydalı olması dileğiyle.

Okullarda verilen resim eğitiminin, dolayısıyla da ülkemizde bulunan resim öğretmenlerinin pek te önemsenmeyen birçok sorunu bulunmaktadır. Bu sorunlar aynı zamanda Türk resim sanatının da sorunlarının kaynağı durumundadır.
Peki, nedir bu sorunlar?
Müsaadenizle aşağıda kısaca anlatmaya çalışacağım.
İlk ve en önemli sorun resim dersinin haftada bir ders olması.
Tam olarak, resim dersinin haftada 40 dakikaya sığdırılmasıyla başlıyor bütün problemler…..
Burada zaten işe 1-0 mağlup başlıyoruz.
Arkası da bununla geliyor doğal olarak. Çünkü sorun buradan başlıyor. Resim haftada bir saat olunca önemsenmiyor haliyle. Ne öğrenciler, ne aileler hatta ne de diğer eğitimciler tarafından.
Bu durum velilerle yapılan görüşmelerde de kendini gösteriyor haliyle. Çocuğunun durumunu görüşmek için gelen velilerin büyük bir çoğunluğu; ‘’Ben resim öğretmeniyim.’’ Deyince çocuğun durumunu sormaya dahi lüzum görmüyor, arkasını dönüp diğer ders öğretmenlerine doğru gidiyor.
Öğrencilerde de; hiç bir şey yapmasam bile yılsonunda nasılsa karneme 5 gelecek duygusunun rahatlığı var. Burada okul idarelerinin ve eğitim sisteminin de hatası var tabii ki. Hem 40 dakikaya sığdırıyorlar resim dersini, hem de yılsonunda sergi yap, kimseye düşük not verme baskısı var her yerde. Resimden de kalınır mıymış anlayışı da cabası. Tamam! Herkeste resim yeteneği olmayabilir. Resim yeteneği yok diye çocukların düşük not alması doğru değil. Ama kimde yetenek var anlaşılamıyor çoğu zaman. Çünkü ilgi yok, çaba yok, malzeme getirip derste bir şeyleri uygulayarak öğreneyim diye bir düşünce yok.
Şimdi böyle söyleyince herkesi suçluyor gibi bir duruma da düşmek istemem. Bazı aileler her şeye rağmen ilgili, bazı çocuklar da öyle. Zaten bunların morali ile bir şeyler yapmaya çalışıyor resim öğretmenleri. Hatta bazı yerlerde ilgili aile ve öğrenci daha fazla olabiliyor diğer yerleşim yerlerine göre. Bunları da bir yere kadar normal karşılamak mümkün. Çünkü sistem eğer bir şeyler dayatıyorsa ailelerin de yapacağı pek bir şey yok. Bu sınavlı okula giriş sisteminde herkes çocuğunun ağırlık puanı daha yüksek olan derslere yönlenmesini istiyor.
Resmin tek sorunu eğitim sistemindeki bu durum da değil. Muhtemelen dini veya kültürel sebeplerle, belki insanların geçim derdine düşmüşken diğer üst seviye ihtiyaçları düşünememesiyle de bağlantılı olarak insanlar resim almıyor, evlerine ve işyerlerine resim asmıyor. Pazarı olmayınca da resim yapılmıyor çok fazla. Bu sebeple resim insanı geçindirecek bir iş olarak değil aman ancak bazı ilgili ve gelir durumu iyi insanların hobisi olarak görülüyor. Ama eğer resim alımı arsa bu işe ilgili binlerce insan çıkacak ve bunların arasından da birkaç tane dahi çıkıp Türk resminin dünya çapında tanınmasına ve etkili olmasına vesile olacak.
Bu temel sorunlar yanında koskoca bir ulusun resim gibi önemli bir görsel sanat dalında geleceğini hazırlayan resim öğretmenlerinin de önemli sorunları var. Bu sorunlarda aslında yukarıda saydığım hususlarla bağlantılı.
Ders saatleri az olunca bir okulda 15 ders saatini dolduramıyorlar çoğu yerde ve bu sebeple okul okul geziyorlar bunu doldurmak için. Norm fazlası olup ta aynı şeyi yaşamaları da sıradan bir durum neredeyse.
Dersine önem verilmemesi ve kimse tarafından öğretmen olarak ta önemsenmemek bir yana, üzerine bir de bugelince resim öğretmeni olmak oldukça zor bir şey genel kanının aksine.
Ama biz de kendimizi avutacak bir şeyler buluyoruz, bulmazsak hiç olmayacak çünkü.
Mesela; her öğretmen ve öğrenci bir gün olur okuldan ayrılır ve okul kayıtlarındaki isminden başka bir iz bırakamaz geride. Matematik problemini çözüp çerçeveletmek çok olacak şey değil doğrusu. Ama her resim öğretmeni okul duvarlarını süsleyen resimler bırakır arkasında. Bu resimleri yapan öğrenciler de öyle.
Herkes gelip geçicidir bu dünyada. Herkes bir yerlere gider. Herkes ölür.
Ama arkasından kalıcı bir şeyler bırakanlar yaşar yıllarca.
Resim öğretmenlerinin de yaptığı ve öğrencilerine de yaptırmaya çalıştığı,  tam olarak budur aslında.
Bu kadar söz söylememe bakıp sakın yanlış anlamayın.
Biz resim öğretmenleri çok şey istemiyoruz.
Bizim istediğimiz bir avuç mutluluk.
Yoğun bir maratona benzeyen eğitim yaşamında bunalan öğrenciye ve zor hayatın şartlarında yıpranan insanımıza bir tutam keyif sunmaktır  tek endişemiz.
Hoşça kalın.
Sanatla kalın. 

Saygılar sunarım.

7 Ekim 2013 Pazartesi

Çin Halk Cumhuriyeti'nin Kültürel Temelleri.



Çin; tarihin en eski kültürlerinden birisini temsil etmektedir. Çinliler; çok eski dönemlerde yerleşik hayata geçmişler, yazılı zengin bir kültür, bir medeniyet oluşturmuşlardır.
Çin; tarihinin başlangıcından beri iki klasik düşmanla mücadele etmek zorunda kalmıştır. Kore ve Japonya gibi doğu ve güneyden gelen tehdit ve kuzeyde step halklarından (Türk ve Moğollardan) gelen tehdit. Nitekim Çin tarih boyunca bu güçlerle mücadele etmiş ve bazen de yenilerek topraklarını bu güçlere terk etmek zorunda kalmıştır.
Daha sonra Avrupalı ve Amerikalılar ile tanışan, onlar arasında etki alanlarına ayrılan ve bir Pazar haline getirilen Çin; uzun isyanlar, iç karıklıklar ve savaşlardan sonra 1912 yılında başındaki imparatoru tahtından indirermiştir. Bundan sonra Cumhuriyetçiler ve Komünistler arasında uzun bir iç savaş yaşanmış ve sonunda Mao’nun önderliğini yaptığı Çin’e has komünüzm devletin hakim ideolojisi olmuştur.
Mao öldükten sonra Çin, yeni gelen yöneticilerce, Mao’nun mirası tasfiye edilerek adı komünist parti idaresinde bir nevi devlet kapitalizmi diyebileceğimiz siyasette çok baskıcı ama ekonomide  batı ülkelerinden bile fazla liberal ve kapitalist bir sisteme geçmiştir.
Mao’nun ölümünün ardından yaşanan iktidar mücadelesi ve tasfiyeden sonra uzun süreli bir planlama yapılmış, bu planlamaya sadık kalınarak Çin ekonomik olarak hızla ilerlemeye başlamıştır. Bu ilerleme sonucunda geçen yıl Japonya’yı geçerek ABD’nin ardından en büyük ekonomi haline gelmiştir.
Tarih boyunca seyrettiği inişli çıkışlı gelişmesine rağmen Çin;  uzun ve neredeyse kesintisiz devlet kurma özelliği, zengin kültürü ve her zaman sahip olduğu potansiyel gücü ile sadece bölgesinde değil tüm dünya çapında önemli bir güç veya önemli bir mücadele alanı olarak en zayıf anında bile etkinliğini sürdürmüştür.
Çin bu tarihi süreç içerisinden bu güne gelirken, onun ruhunu ve yapısını; korucusunun adıyla anılan ve geleneksel Çin Şinizm’ini kurallara bağlanmış bir hali diye tarif edilen Konfüçyüsçülük oluşturmuştur. Konfüçyüs (M.Ö. 551-479) aslında din adamı değil bir filozoftur. Onun felsefesi zamanla din haline getirilmiştir.
Konfüçyüsçülük;  Vu-Ti (M.Ö. 140-87) zamanından 1912 yılına kadar devletin resmî dini kabul edilmiştir. Bu sebeple, Çin de; kültür ve insan davranışları başta olmak üzere tüm devlet ve yönetim anlayışı da bu dinin kaideleri altında gelişmiştir. Mao döneminde dinin yasaklanmasına rağmen, bu günün yönetimi ve hatta Mao’nun yönetimi ve politikaları bile hep bu dinin ilkelerinden etkilenerek oluşmuştur. Yani Konfüçyüsçülük Çin halkının büyük bir kısmı ile Çin devletinin ruhuna işlemiştir.
Konfüçyüs aslında; imparatorluğun felsefi altyapısını ve toplumun buna uygun olarak nasıl şekillenmesi gerektiğini anlatan bir ahlakçı ve bir filozoftur. Bunu onun İlkeler Kitabı’nda belirttiği ilkelere bakarak ta anlayabiliriz.
  1- Oğuldan istenen babaya, memurdan istenen hükümdara, kardeşten istenen ağabeye, arkadaştan istenen de kendisine verilmelidir.
  2- Temkinli olanlar pot kırmaz.
  3- Kendimize yapılmasını istemediğimizi başkasına yapmamalıyız.
  4- İnsanlar prensiplerine hâkim olabilir. Prensipler insanlara hâkim olamaz.
  5- Düşünmeden öğrenmek, boşuna zaman harcamaktır.
  6- Bilgi desteğinden yoksun bir fikir, tehlikelidir.
  7- Sizden üst durumda olan birinin beğenmediğiniz halleriyle sizden alt durumda olan birine davranmayın.
      Konfüçyüs, topluma daimî olarak hata işlemekten uzak kalmalarını hatırlatmış, işlenen bir suçun cezasının mutlaka bu dünyada görüleceğine onları inandırmaya çalışmıştır. Konfüçyüs barışı sağlama yolunun bizzat insanın kendi benliğinde tecelli etmesi gerektiğine dikkat çekerek ancak kendisi ile barışık olan insanın ev halkını, çevresini ve nihayet milletini yönlendirebileceğini belirtmiştir. O'na göre beş fazilet vardır:
1-      İyilik yapmak,
2-      Güvenilir bir şahsiyet olmak,
3-      Dürüst davranmak,
4-      Terbiyeli olmak,
5-      Tedbirli hareket etmek.
Konfüçyüs'e göre ahlâkî telkinlerin meyve verebilmesi için şu ana temeller üzerine oturması şarttır.
1-      Kültür,
2-      Ahde vefa,
3-      İş idaresi,
4-      Üste karşı dürüst davranma.
  Ahlâkî olgunluğun temel öğelerini teşkil eden insanî ilişkileri Konfüçyüs beş maddede toplamıştır:
1-      Amir-memur ilişkisi,
2-      Arkadaş-dost ilişkisi,
3-      Karı-koca ilişkisi,
4-      Ana-babanın çocuklarıyla ilişkisi,
5-      Kardeşler arası ilişkiler.
Konfüçyüs'e; toplumda bazı görevler sırf ahlaki oldukları için yapılmak zorundadır.
Peki, bunları neden anlatıyoruz?
Çünkü artık Çin hakkında da yazılar yazmaya başlayacağız. Çin’i daha iyi anlamak için, Çin’i Çin yapan bu değerleri anlamanın faydalı olacağını düşünüyoruz. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Çin halkının ve yönetim felsefesinin ruhuna bu ilkeler derinlemesine işlemiştir. Bu günkü Çin yönetiminin davranışlarını bile iyi incelersek hep bu ilkelerin etkisini görebiliriz. Unutmayalım ki Konfüçyüsçülük çok uzun bir süreden beri bir devlet dinidir ve devleti anlamak için bu dini de anlamak gerekir.
İsterseniz bu dinin öğütlerine bakarak Çin kültürü ve devlet anlayışına bir göz atalım.
·         Çin dini, bir İmparatorluk dinidir. Bu sebeple; bir güç, bir imparatorluk ve buna uygun bir toplum düzeni oluşturma ve bunu koruma peşindedir.
·         Kültür, ahde vefa, karı koca ilişkisi vb. konuları düzenlediğinden aynı zamanda her dönemde oluşan hukuk metinlerinin de kaynağı veya bu kanunların yapılmasına etki eden temel felsefe olmuştur.
·         Kanunlara ve devlet otoritesine kesin bir itaati öngörür. Toplumsal hiyerarşiyi onayladığından ve itaati öğütlediğinden; demokratik değil, daha çok otoriter ve baba figürlü yöneticilerin hâkim olduğu bir yönetim biçimini ön görür.
·         İhtiyatlıdır. Hesapsız saldırganlıktan kaçınır. Mevcut düzeni korumaya çalışır ve bunu tehlikeye atabilecek maceracı davranışları salık vermez.
·         Davranışlarda karşılıklı denge ve karşılıklı çıkarı ön görür.
·         Başkasını eleştirmeyi değil, mevcut duruma uygun olarak başkasına saygıyı ve onlara oldukları gibi davranmayı öngörür. Kendine karşı da aynı saygıyı bekler. Eleştiriyi, dahası devlet yetkililerini ve devletin kendisini eleştirmeyi; onların haklarına bir saldırı olarak gördüğünden hoş karşılamaz. Dahası bunu art niyet ve düşmanlık olarak algılar. Bunu ülke içindeki kişi ve gruplardan daha çok yabancı devletlerin kendi devletine karşı davranışlarında da aynı şekilde yorumlar.
·         Toplumu; aileden imparatorluğa kadar giden, bir araya gelmiş bir sistemler bütünü olarak görür ve bunlardan en küçüğü ve tüm sistemin temeli olan aileye çok önem verir.
·         Temkinli olduğu kadar içine de kapanıktır. Tüm planlarını kendi merkezinden bakarak yapar ve bunu kimseye ilan etmeden uygulamaya koyar.
·         Sistemlidir. Hiçbir şeyi tesadüflere bırakmaz.
·         Bilgiye ve kültüre büyük önem verir.
·         Toplum düzenini ve devleti bir amaç, bireyi ise bu amaca en iyi şekilde hizmet etmesi gereken bir araç olarak görür. Bireysel değil toplumcudur.
·          Toplum yapısını ve sınıflaşmayı, üstten alta doğru kademelenmeyi; aile den başlayarak en üst yöneticiye kadar olan rütbe ve makamları doğal bir durum ve hatta doğal bir hak olarak görür ve bunun sorgulanmasını kabul etmez.
·         Sabırlıdır. Acele karar vermez. Ama yaptığı planları sabırla uygular.
·         Çalışkandır. Bunu bir vazife edasıyla yapar.

Şimdi başkaları da başka sonuçlar çıkarıp buraya ilave edebilir veya bunlardan bazılarını değiştirebilir.
 Ancak biz yukarıdaki metinleri okuyup Çin’in tarih boyunca uyguladığı davranışlarına ve şu andaki uygulamalarına bakınca bu çıkarımları yaparak buraya koymayı uygun gördük.
Çünkü Çin’in bu günkü davranışlarının dahi bu temel ilkeler çerçevesinde olduğunu düşünüyoruz.
Şimdilik bu temel bilgileri vermekle yetineceğiz.
Daha sonraki yazılarımızda Çin’in son günlerdeki durumu ve politikaları, özellikle askeri faaliyetleri hakkında bilgiler vereceğiz.
Bu bilgileri de kullanarak bazı değerlendirmelerde bulunacağız.
Saygılar sunarım.


Dikkat Uzaylılar geliyor. Dünya'yı bir uzaylı istilası mı bekliyor? Rus askeri yetkilileri uzaydan bir tehdit beklediklerini açıkladılar?


Bu günlerde; bizim kamuoyumuz iç çekişmelere, Suriye sorununa, açılıma vb. ülkeyi oyalayacak ama hiçbir fayda sağlamayacak gelişmelere odaklanmışken, aydın geçinen yazar çizer takımımız ise hükümet çevrelerine sempatik görünme adına ‘’kardeşim herkesle düşman yapmışlar bizi, bize kim saldırabilir ki’’ gibi goygoyculuklar yaparken uluslar arası askeri ve siyasi çevrelerde çok değişik konular konuşulmakta ve tartışılmakta.
Bunlardan benim en çok dikkatimi çekeni; uzay konuları ile ilgili bir Rus askeri yetkilinin yaptığı açıklama oldu.
Bu yetkili, Rusya’nın bir uzaylı istilasına karşı hazırlıksız olduğunu söylemiş. Askeri yetkili, Çarşamba günü yaptığı açıklamada; ‘’Rusya’nın, dünyayı hedef alacak,  gezegenler arası bir saldırıda harekete geçemeyecek kadar güçsüz olduğunu kabul ettiklerini’’ belirtmiş.
Gelen haberlere göre bu ani ve sıra dışı çıkışa bazı Rus yetkililer de değişik tepkiler göstermişler. Mesela Rusya’nın Titov Uzay Kontrol Merkezi başkan yardımcılarından biri, bu konuyu soran gazetecilere; ‘’Rusya hava sahası/hava ve uzay sahası otoritelerinin bir uzaylı istilası durumuna karşı hazırlanmak gibi bir görevi olmadığını, zaten dünya üzerinde ve yakın uzayda yeterince sorun bulunduğunu’’ söylemiş.
Ben, ilk açıklamayı okuyunca; votkayı fazla kaçırmış bir subay sarhoşken açıklama yapmış olabilir diye düşünürken ikinci açıklamayı okuyunca düşüncelerim değişti. Acaba neden bir Rus yetkili, şimdiye kadar ancak (bizde bile değişik örnekleri çekilen) bazı filmlerde görülebilen, uzaylı saldırısından söz etmiş olabilir?
Acaba Ruslar uzayı silahlandırmak ve antlaşmalar hilafına hareket etmek için bir proje mi başlattılar? Veya bu antlaşmayı ihlal ettiklerini düşündükleri bazı ülkelere bir gözdağı veya uyarı mı göndermek istiyorlar?
Çünkü 1976 yılında yapılan; ‘’Dış Uzay Antlaşmasına’’ göre de devletlerin, Dünya hava hudutları dışında (atmosferde ve atmosfer dışında) askeri kapasite geliştirmesi yasaklanmış durumda. Bu antlaşmaya göre; devletler yörüngeye klasik silahlar veya kitle imha silahlarının hiçbirini yerleştiremiyorlar. Rusya da bu antlaşmaya imza koyan ülkelerden biri.
Bir diğer önemli husus ta; bu konuşmaların konu ile ilgisiz kişilerin yaptığı anlamsız açıklamalar olmaması. Bu şahıslar, Rusya’nın Titov Uzay Kontrol Merkezi’nin sorumluları. Titov Uzay Kontrol Merkezi, Rusya Uzay/Hava Sahası Savunma Kuvvetlerince yönetiliyor. Bu merkez Rusya’nın askeri ve ticari uydu kontrol faaliyetlerinin tamamına yakınından sorumlu. Rusyanın yörüngede faaliyet gösteren tüm araçlarının %80’i bu merkez tarafından yönetiliyor. Yani her iki kişi de dünyaya, önemli bazı mesajlar veriyor olabilir.
Gördüğüm kadarıyla bizde bu konu henüz basına düşmüş değil. Siyasi ve askeri çevrelerden de bir ses çıkmadı. Belki de iç çekişmelere çok daldıklarından bu açıklamalardan haberleri bile yoktur. Bilemiyorum….
 Ama eminim ki bizim ‘’Orion ve Sirius’’ gibi derneklerde örgütlenen OFO’cularımız bunu kaçırmamışlardır. Merakla sağa sola saldırıyor, kulaklarını ve gözlerini açmış bu uzaylılar hakkında Rus yetkililerden ne haber alabiliriz diye bekliyorlardır. Ama bence maalesef boşuna bekliyorlar. Çünkü bu konunun sanıldığı gibi uzaylılarla uzaktan yakından bir ilgisi yok.
İkinci şahsın demecine de bakarsanız bu konu aslında bilinmeyen bir gezegenden geleceği beklenen uzaylılar ile ilgili değil. Artık dünyaya sığmayan ve uzayı da kontrol altına almak isteyen, bu sebeple de geleceğin uzaylıları olmaları kuvvetle muhtemel dünyalılarla ilgili.
İsterseniz konuya biraz daha yakından bakalım. Belki de olayın detaylarını görünce daha doğru bir çıkarımda bulunabiliriz.
Uzayla doğrudan ilgili olan, ABD’nin yıldız savaşları projesi Rusya’da ilk çıktığı 70’li yıllardan beri rahatsızlık yaratmıştır. SSCB döneminde karşılıklı pazarlıklarla ABD’nin bu projesi durdurulmuş ancak SSCB yıkılınca Rusya artık buna engel olamamış ve ABD bu projeyi uygulamaya koymuştur. ABD askeri maksatlı uzay çalışmalarına ve bu arada askeri uydular vasıtasıyla uzayı fiilen askeri maksatlarla (istihbarat maksadıyla) kullanmaya da başlamış, buna halen de devam etmektedir. Henüz kimse ABD’nin 1976 antlaşmasına aykırı olarak bu uzay platformlarına silah yerleştirip yerleştirmediğini bilmemektedir. Ancak bazı başka ülkelerin denemeleri bu açıdan şüphe ve tedirginlik yaratmaktadır.
ABD’nin bu faaliyetlerini yutan Rusya uzaya dair başka ülkelerin çabalarını hazmedememektedir anlaşılan. Üstelik bu çabalar çok ta barışçı amaçlar taşımıyor gibi görünürken. Yeniden üstelikte diyeceğim; üstelik te bu ülkeler komşuları iken.
Son zamanlarda; Hindistan, İran ve Pakistan uzay araştırmalarına yönelik (füze yapımı, uydu gönderme, uzaya canlı gönderme çalışmaları gibi)faaliyetler içine girmiştir. Ancak bunlar; hem Rusya’nın ciddi birer rakibi olmadıklarından, hem daha çok geride ve emekleme döneminde olduklarından ve hem de bu çalışmalarını uzun süre askeri maksatlarla kullanabilecek şekilde geliştirmeleri zor göründüğünden Rusya’yı o kadar da rahatsız etmiş olamaz.
Rusya’nın rahatsızlığı bence Çin’den kaynaklanmaktadır.
Çin uzay çalışmalarına büyük kaynaklar ayırmakta ve oldukça hızlı sonuçlar almaktadır. Çin, yakın uzaya ve dış uzaya birçok uydu göndermektedir. Uzaya başarılı bir şekilde canlı (hayvan) gönderme denemelerine dair haberler alınmaktadır.  Bundan daha da önemlisi; eskiyen ve arıza yapan bir uydusunu dünyadan gönderdiği bir füze ile başarılı bir şekilde vurarak imha etmiştir.
Çin uzayı askeri maksatlarla kullanmak istemektedir.
Çin’in uzayı askeri maksatla kullanmayı planladığının tek işareti de bu değildir.
Geçmiş yıllarda, bir ABD uydusunun, Çin topraklarından kullanılan bir yönlendirilmiş lazer huzmesi ile, körletilerek kullanılmaz hale getirildiği, ABD bu olayı açıkça belirtmese de, değişik ülkelerin basın organlarında yer almıştır. Bu olay; Çin’in değişik vasıtaları uzayda silah olarak kullanma denemeleri yaptığı, ABD uydularının kendi üzerinde dolaşmasından rahatsız olduğu, bu saldırıyı yaparak hem yeni bir silah denediği, hem de ABD’ye bir mesaj verdiği şeklinde yorumlanmaktadır.
Çin’in şüphe çeken davranışları bunlarla da kalmamaktadır. Çin ayrıca, anlaşılmaz şekilde çok sayıda küçük ve ucuz uyduyu (ağırlıklı olarak yakın uzaya) göndermektedir. Bu sebeple, uluslararası askeri çevrelerde,  bu uyduların askeri maksatla, hem de saldırı maksadıyla kullanılabileceği yorumları yapılmaktadır.
İddialar şu şekildedir: Çin bu uydulara, bir miktar patlayıcı ve uzayda istediği yere, istediği zamanda, uzaktan kumandalı olarak yönlendirilebilecek kadar yakıt ta koymaktadır. Gelecekte Çin, muhtemel bir çatışmada, bu uyduları yönlendirerek düşmanı olan ülkenin uydu ve uzay araçlarına saldıracaktır. Yerden kendi uydusunu vurma denemesi de, bunu sadece bu küçük uydularla değil yerden göndereceği füzelerle de yapmayı planladığını göstermektedir.
Şimdi bu gelişmeleri, bizim kamuoyu ve en önemlisi devletin ilgili kurumları ne kadar biliyor bilmem ama konu ile ilgili bütün büyük devletler (yoksa bizimkiler gibi lafla büyük devlet olunacağını sananlar değil) uzun süredir Çin’in bu faaliyetlerini yakından takip etmektedirler. ABD ve AB’de, (paraları ve teknik yetenekleri yeterli olduğundan) bu tehdide uygun önleyici tedbirler sessiz sedasız alınmakta, ancak hem parasal hem de teknik yetersizlik sebebiyle bu tedbirleri alamayan Rusya’da ise bu konu, anlaşılan, sadece bazı yetkilileri çileden çıkarmaktadır.
Bu çıkışın neden şimdi yapıldığını da merak edenler olabilir.
O da tesadüfi değildir.
Çin daha yeni bir uzay denemesini başarıyla gerçekleştirmiştir.
Uzayda bulunan bir uydusundaki mekanik kollarla başka bir Çin uydusu yakalanarak etkisiz hale getirilmiştir. Bu deneme, Rusya’da olduğu gibi ABD’de de büyük endişe uyandırmıştır.
Bu deneme ile ilgili olarak Çinliler hangi bahaneyi ortaya sürerse sürsünler azıcık askeri bilgisi olan birisi endişe etmeden bakamaz.
Adı üzerinde Çin bir uydusunu kullanarak başka bir uyduyu etkisiz hale getirmiştir. Bugün bunu kendi uydusuna yapmış ancak muhtemelen yarın düşmanı olan devletlerin uydularına yapmayı planlamaktadır.
Onun için; Ruslar kadar ABD’de bu olayı yakından takip etmektedir. Çin’in bu denemelerine de bir isim verilmiştir. Çin; askeri maksatlarla kullanacağı bir Anti Satallite (Uydusavar) sistemi kurmaktadır.
İşte Rus yetkilileri böyle acayip demeçler vermeye iten ana sebep budur.
Çinliler de çekik gözleriyle herhalde bira ET’ye benzetildiğinden bir Uzaylı istilasından bahsedilmiştir.
Aslında istila lafı da rast gele seçilmemiş olsa gerek.
Çin; şimdiden, eski Sovyet toprağı olan Orta Asya ülkelerini ve şu anda Rusya’nın elinde olan doğu Asya’nın nüfusu az topraklarını siyasi ve ekonomik antlaşmalarla, şirketleri ile, kaçak göçmenleri ile ekonomik, siyasi ve demografik olarak istila etmeye başlamıştır.
Rusya ne bu istilaya, nede askeri ve teknolojik yarışa uygun karşılık verememektedir.
İşte bu durum da Rus yetkililerde gerginliğe sebep olmaktadır.
Bunun diğer önemli bir tarafı da ABD ve AB’nin içine girdikleri ve bir türlü çıkamadıkları ekonomik kriz girdabı yüzünden uzay çalışmalarına Çin kadar kaynağı gelecekte ayıramayabilecek olmasıdır. Eğer bu şartlar değişmez ve Çin de bu şekilde giderse geleceğin yeni süper gücü olmaya adaydır. Zaten şimdiden en büyük ikinci ekonomik güç oluş durumdadır. Sadece büyüyen ekonomisine paralel olarak askeri gücünü de geliştirmesi yeterli olacaktır.
Anlaşıldığı kadar da Çin’in tüm planları ve çalışmaları da bu yöndedir. Bu durumda ise Rusya için Çin; ABD gibi uzakta olan bir rakibe göre (Çin yanı başında olduğundan ve saldırılarını demografi dâhil her şeyi kullanarak yaptığından) daha tehlikeli bir devlet durumuna gelmektedir.
Bu noktada isterseniz tekrar başa dönelim.
Rus yetkili bu açıklamayı neden yapmıştır?
Şimdi yukarıdaki incelemeden sonra şunu söyleyebilirim. Bunun muhtemel iki sebebi olabilir. Ya kendi yöneticilerini ve iç kamuoyunu uyarmak veya dünyaya gelişmelerden duyduğu endişeyi ilan etmek istemektedir.
Peki, uyarının ne tür sonuçları olabilir?
Eğer ciddiye alınırsa ki alınmış görünüyor, bence birçok değişik sonucu olabilir. Ama en önemli sonuçlar şunlar olacaktır: Rusya 1976 antlaşmasından çekilebilir veya bu antlaşmadan çekilmeden gizli bir şekilde uzayı askeri maksatlarla kullanma yarışına ağırlık verebilir. Her iki hareket tarzı da dünyayı yeni bir gerginliğe sokabileceğinden önemlidir.
Tamam da bunun bizi ilgilendiren kısmı nedir?
Her şeyden önce Rusya bizim komşumuzdur. Komşuda yangın varsa bu bize de sıçrayacak demektir. Dolayısıyla tedbir almak gerekir. Diğer bir husus ta Türkiye’nin gelecekteki beklentisine göre bir planlama yapması gereğidir.
Bizim yetkililerimiz boş boş Türkiye dünya devleti oldu diyerek milleti uyutmayı bir kenara bırakmalıdır ilk önce. Çünkü yapılanlar Türkiye’nin geleceğini tehlikeye atmaktadır. Dünyada büyük güç olmak sadece nüfus sayısı ile, para ile veya lafla olmamaktadır. Eğer bunlar mümkün olsaydı; nüfusları ve toprak büyüklüğü toplamları bizim yarımız kadar olmayan Portekiz ve Hollanda bir zamanlar süper güç konumuna yükselemezlerdi. Bunlar o zamanın uzayı olan denizciliğe ve deniz keşiflerine yöneldiler. Kendi güçleri ile kıyaslandığında sınırsız sayılabilecek büyüklükte toprakları ve kaynakları kontrollerine aldılar. Bu durum da onları birer süper güç konumuna getirdi. Unutmayalım, Osmanlı’nın en güçlü olduğu Kanuni döneminde bu Portekizliler Kızıl Deniz ve Hint Okyanusunda birçok deniz savaşında mağlup ettiler.  
Bu gün bütün denizler ve bütün karalar keşfedilmiş ve bölüşülmüştür. Yani artık deniz bitmiştir. O dönemin denizi ve uzak toprakları bugün artık uzaydır. Bu yeni kaynak o zamanki sınırlı dünya toprakları ve denizleriyle bir kıyaslama yaparsak sınırsız büyüklüktedir.
Uzay sınırsız imkânları barındırmaktadır ve uzaya kim daha önce el atarsa geleceğin süper gücü de muhtemelen o olacaktır.
Uzun lafın kısası, Atatürk’ün de dediği gibi ‘’İstikbal göklerdedir.’’
Türkiye derhal ve yoğun bir şekilde uzay çalışmalarına başlamalıdır.
Eğer; büyük devlet olmak istiyorsa bu zorunludur.
Yoksa ben büyüğüm demekle kimse büyük olmaz.
Şu andaki davranışlarımıza bakarsa fırsat kaçmaktadır.
Bir uzay araştırmaları merkezi kurulmalı, üniversitelerimiz de uzay araştırmalarına yönlendirilmelidir.
Özel sektör de bu konunun içine dahil edilmelidir.
Bu iş için hemen kaynak ayrılması gerekmektedir.
Başlangıçta öyle çok bir paraya da gerek yoktur.
Basın organlarında; Suriye’li sığınmacılara ve göstericilere atılan gazlara ödendiği söylenen paranın yarısı bile ayrılsa bence yeterli olacaktır.

Saygılar sunarım.