.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

5 Ekim 2013 Cumartesi

Yalan söyleyen tarih utansın (mı acaba).


Eskiden de duyduğum bir iddia bugünlerde internet çevrelerinde sık sık görülmeye başladı. Şimdi bu sözü Merhum Cumhurbaşkanı Turgut ÖZAL’ın ağzından ve onun resmiyle birlikte veriyorlar. Görmemezlikten geleyim dedim ama bir de bu konuda yapılan yorumları okuyunca dayanamadım.

Peki, nedir bu iddia?

Muhtemelen siz de duymuşsunuzdur.

2’nci Abdülhamit zamanında Osmanlı İmparatorluğu tek bir karış toprak kaybetmemiş ama onu deviren İttihat ve Terakki memleketi yıkıma götürmüş.

Bana sorarsanız, ben elbette bu iddianın ikinci bölümüne katılıyorum. Ama bir yalan yanında bir doğruyla birlikte verildi diye birinci bölüme de inanmak zorunda değilim. Çünkü birinci iddianın yalan olduğu o kadar açık ve şüphesiz ki bunu bilmemek imkansız gibi bir şey. Hele de Turgut ÖZAL gibi Cumhurbaşkanlığı da yapmış biri tarafından.

Peki, gerçekten Abdülhamit zamanında tek bir metre toprak kaybedilmemiş mi?
Tesadüf tür bu gün bu yayınları okuyup ta bu iddiaya inanan biri ile tartışıyoruz. İsterseniz aramızda geçenleri anlatayım, durumun ne kadar acayip olduğunu göreceksiniz.

Ben anlatıyorum:’’1877-1878 yılında (93 harbi olarak ta bilinir) Osmanlı İmparatorluğu tarihinin en büyük yenilgisini aldı, Ruslar Yeşilköy (İstanbul)'a kadar geldi. Doğuda ve Balkanlarda çok büyük toprak kaybına uğradık. Balkan harbi gibi tarihimizin en acı olaylarından biri olarak tarihte yerini alan bu olay esnasında padişah kimdi acaba? Elbette 1876 yılından, İttihat ve Terakki tarafından tahttan indirildiği, 1909 yılına kadar padişahlık yapan Sultan 2’nci Abdülhamit.
Peki, kimdir bu Abdülhamit? Abdülhamit 31 Ağustos 1876'da padişah ilan edildi ve 7 Eylül günü Eyüp'te kılıç kuşandı. İlk icraatlarından biri kendisini tahta geçiren ekibin başında bulunan Mithat Paşa’yı sürgüne göndermek ve orada boğdurmak oldu. 33 yıl padişahlık yaptıktan sonra 27 Nisan 1909'da tahttan indirildi. 3 yıl Selanik'teki Aletini Köşkü'nde ev hapsinde tutulduktan sonra 1912'de İstanbul'daki Beylerbeyi Sarayı'na getirildi. 10 Şubat 1918'de İstanbul'da vefat etti.
Ben bunu söyleyince karşımdaki kişi sanki duymamış gibi dedi ki: ‘’Bizim tarihimizi bizden gizlemişler. Resmi tarih hep bizi aldatmış. Sen de her yazılana inanıyorsun.’’

Haydaaaa?!….

Yahu el insaf kardeşim!

‘’ Be hey mübarek!’’ dedim ve devam ettim: ‘’Ben hiç olmazsa yabancı yazarlarca da doğruluğu teyit edilen ve yazılı belgeleri de olan şeylere inanıyorum, sen ise onun bunun söylediği, gerçekle alakası olmayan söylentilere inanıyorsun yahu.’’

‘’Yani şimdi sen ne diyorsun? Tarih kitapları 93 harbi hakkında yalan mı söylüyor?  Ruslar İstanbul'a kadar gelmedi aslında, aksine biz Moskova’ya kadar mı gittik? Doğuda; Erzurum’a, hatta Bayburt’a kadar ilerlemediler mi? Savaş sonunda yapılan antlaşmalarla Batum-Kars ve Ardahan dâhil tüm Kafkasya Rusya’ya verilmedi mi yani?’’

‘’O zaman benim Kars’ta,bu işgalden sonra,  Rusların Baltık mimarisine göre yaptığı binaları görmem de bir hayal.’’

‘’Ama bunda bir terslik var be kardeşim. Bu binaları bütün Karslılar ve Kars’a giden herkes görüyor.’’

‘’Ayastefenos (Yeşilköy) Antlaşmasından ve sonrasında Avrupa devletlerinin araya girmesiyle şartların hafifletildiği Berlin Antlaşmasından Rus ve Avrupa tarihçileri de bahsediyor.’’
‘’Tüm bunlar yalan ama senin gibi tek bir kitap okumadan ahkâm kesen kişilerin söyledikleri mi doğru?’’

‘’Peki, bu kadarla kaldı mı? Sen belki bundan başka toprak kaybedilmedi sanabilirsin söyleyeyim; 93 harbi sırasında ve sonrasında daha birçok toprak kaybedildi. Mesela; Kıbrıs, özel sözleşmeyle İngiltere'ye bırakıldı(4 Haziran 1878), Yunanistan’a da Teselya bölgesi verildi.’’

Abdülhamit devrinde, 93 harbinden sonra da çok büyük topraklar kaybettik. 1881'de Tunus Fransızların eline geçit.  1882'de İngilizler İskenderiye'ye çıkıp Mısır’ı fiilen işgal ettiler.

Ben bunları aanlatıp bir onay beklerken, bu arkadaş söylediklerimden hoşlanmamış olacak ki, konumuz olmadığı halde Lozan Antlaşmasını eleştirmeye, bunu bir zafer değil bir hezimet olduğunu söylemeye başladı. Kocaman Osmanlı İmparatorluğu’nu bırakıp küçücük bir devlete razı olmuşuz. Atatürk Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkan adam mış!

İçimden; ‘’Ne diyor bu adam yahu?! Sırf beni sinir etmek için mi böyle konuşuyor?’’ diye geçirdim, ama baktım adam ciddiydi.

Belki dinler ve doğruları anlar diye ben devam ettim: ‘’Yani Lozan'ı eleştirmek mümkün tabii ama Lozan olmasa bugün elimizde olanı da kaybedecektik. Osmanlı dağılma sürecine girmiş, 200 yıldan fazla bir süre ulaştığı son noktadan geriye doğru çekilmiştir. 1689’dan beri sürekli toprak kaybettik, sürekli geri çekildik. Bunu çok ta eleştirmiyorum. Bu normal bir tarihi süreç. Her devlet bir gün gelip zayıflamış ve topraklarını kaybetmiş ve hatta yıkılmıştır. Avusturya Macaristan İmparatorluğu gibi Osmanlı da bu süreci yaşadı ve tamamladı. İngiliz ve Rus İmparatorluğu gibi bu süreci halen yaşayanlar var. Şimdi bütün bu tarihin sorumluluğunu Atatürk'e yüklemek sadece hatalı değil aynı zamanda haksızlıktır ve ayıptır. Muhtemelen biliyorsundur; hak yemek, haksızlık etmek en büyük günahlardan biridir. Kuldan utanmıyorsan bari Allahtan kork! ‘’

’Osmanlı 1'nci Dünya Savaşı sonunda son dayanak noktamız olan Anadolu'nun da büyük bir bölümünü kaybetmiş ve Kurtuluş Savaşı ile bu son direnç noktamız tekrar ele geçirilmiş ve yeni bir devlet kurulmuştur. ‘’

‘’1'nci Dünya Savaşı sonucunda çözülen ve milli sınırlarına çekilen bir tek biz değiliz. Avusturya ve Prusya (Alman)  ulusları da aynı kaderi yaşamış, hatta onlarda kurtuluş savaşı verecek bir Mustafa Kemal çıkmadığından anavatanları bölünmüş ve başka devletlere verilmiştir. Alman ve Avusturya İmparatorlukları yıkılmış ve yerine ulus devletler kurulmuştur. Bu tek bizim başımıza gelen bir şey değil.’’

‘’O uluslarda da şimdi sizin yaptığınız gibi kurulan bu ulus devleti reddeden ve eski imparatorluklarına özenen Hitler gibi, Mussolini gibi kimseler çıkmıştır. Yeni Almanya’yı (3’ncü Reight’i) ve yani Roma İmparatorluğu’nu kurmaya kalkışmışlardır. Ama onların da insanlara yaşattıkları acılar ortada.’’

‘’Yani diyorum ki;  tarihi değiştiremeyiz. Ölüleri diriltemeyiz. Giden geri gelmiyor. Bu yeni Osmanlıcı yaklaşımları da çığırından çıkacak gibi duruyor. Bakın sıfır sorun diye kucakladığımız devletlerin çoğuyla şimdiden kanlı bıçaklı olduk.’’

‘’Ama, tek yanlış düşünen sen değilsin. Bazıları senin gibi Cumhuriyete ama bazıları da Osmanlı’ya sövmeyi bir maharet biliyor. Bunların her ikisi de bizim devletimiz. Hiç birine çamur atmaya kimsenin hakkı yok fakat elbette bu devletlerde bazı hususlar eleştirilebilir. Ama açık tarihi gerçekleri insanlara başka türlü ve yanlış bir biçimde satmaya da kimsenin hakkı yok.’’

‘’Ben bu tartışmaya; Özal'ın söylediği sözün doğru olmadığını söylemek için girdim. Özal'da bizim önemli bir devlet adamımızdır. Ama eğer bu sözü söylediyse yanlış yapmıştır, hata yapmıştır. Söylediğinin yanlış olduğu açık seçik ortadadır ve savunulacak bir durumu da yoktur.’’

‘’Şimdi biri çıkıp ta birisi (kim olursa olsun);  Abdülhamit Han zamanında hiç toprak kaybetmedik diyorsa ya tarihten haberi yoktur veyahut yalan söylüyordur.’’

‘’Benim bu söylenenin doğru olmadığını söylememe kızıyorsun ama tüm gerçekler, bu kadar açık bir şekilde ortadayken birileri milleti salak yerine koyarcasına böyle yalanlar söylüyorsa ben ne diyeyim? Doğrudur deyip alkış mı tutayım?’’

‘’Ben böyle bir yalanı/yanlışı onaylayamam.’’

‘’Sanırım aklı başında hiç kimse de onaylamaz.’’

‘’Lütfen böyle iddiaları duyunca; biraz objektif, biraz açık fikirli ol. Doru ile yanlış sana da çok açık görünecek.’’

Sanırım artık yaşlandığım dan olacak böyle bir uzun nutuktan sonra kendimi daha fazla konuşmamak için zor tutup adamın cevap vermesine fırsat verdim.

Beni ilgiyle dinliyormuş ve aklı başına gelmiş gibi duruşundan bir onay veya eski bildiği yanlışlara bir dair bir şüphe beklerken adam ne derse beğenirsiniz?

‘’Abi senin kafanı yıkamışlar. Yalan yanlış şeyleri okumuşsun. Sen çok sabit fikirli olmuşsun! Artık tartışmayalım. Çünkü görüyorum ki bir faydası olmayacak!’’ demesin mi?
Şaştııım kaldım!

’Pes yani!’’ dedim.

’Cahilliğe övgü’’ bir kitap ismidir diye biliyordum ama şimdi gerçek olmuş karşımda duruyordu.
‘’Eyvallah kardeşiiim! Ne diyeyim? Bence sen de haklısın.’’ deyip muhabbeti derhâl terk ettim.
İnternette yayın yapan kendince güvenilir kaynaklardan öyle öğrenmiş ya! Ben ne dersem diyeyim, onun ezberine sokulmuş bu saçmalıklar doğru gelecekti ona!

Eee, tabii sorgulama yok.

Biat var!

 Sorgulamadan inanmak var!

Bunlar tarihi de bir din sanıyorlar galiba.

Sanırım; tarihçi geçinen sahtekârları da fetva makamı! 

Bu sahtekârlar; ne saçmalarsa saçmalasın, bunlara sorgulamadan inanıyorlar.

Ne demişler, ‘’Dünyayı değiştirebilirsin ama bir sabit fikri asla!’’


Saygılar sunarım. 

4 Ekim 2013 Cuma

Askeri darbeler ve bunun benimle olan bağlantısı nedir?


 Son günlerde muhalefet te iktidar partisine uyarak bir darbe edebiyatına başladı. Yok 80 darbesi bir partiye göre kötüymüş, yok diğer parti sadece 60 darbesinden bahsediyormuş, herkes darbe diyor da başka bir şey demiyor. Darbe gerçek niteliğini kaybedip artık bir politik mücadele argümanı, bir söylem olmaya başladı.

Bunu sadece politikacılar değil, bazı gazete köşelerinde yazı yazan şahıslar, internet sitelerinde yazanlar, sosyal paylaşım ağlarına katılan insanlar ve sokaktaki diğer sıradan insanlar da diline dolamış durumda. Biriyle tanışıyorum, asker olduğumu öğrendikten en fazla 1-2 dakika sonra konuyu darbelere getiriyor.

Bazen hiç alakasız bir konuyu bile darbeye bağlayabiliyorlar. Mesela diyorum ki ''Bu kanunsuz dinlemeler hukuka da, demokrasiye de, insanlığa da uygun değildir. Hükümet bu konu ona askerleri kontrol altına almaya yardım ediyor diye göz yumuyor. Bazıları bunun hükümetin kontrolünde yapıldığını iddia etse de ben bir hükumetin kendi ordusunu yıpratmak için hukuksuz bir yol izleyeceğine inanmıyorum. Bir göz yumma olabilir, yapanları bilip dokunmama da olabilir. Fakat bu konu döner dolaşır bir gün göz yumduğu kişiler tarafından kendine karşı da kullanılabilir.'' Karşımdaki hemen cevap veriyor; ''Ama askerlerde 60 ve 80'de darbe yapmışlardı amaaaaa....''

''Haydaaa!...'' diyorum ve sözü kısa kesip o şahıstan uzaklaşıyorum. Adamın belli ki bir takıntısı var. Bazen de: Bana ne kardeşim 60 ve 80 darbesinden. Ben mi yaptım darbeyi? Eğer toplumu bir de sivil ve asker olarak bölmeye çalışıyorsanız ben 60'ta yoktum, 80'de de sivildim. Yani sen mağdursan eğer ben de mağdurum, diyerek bazen de terslediğim oluyor.
Madem herkes darbeleri diline dolamış, peki, nedir bu darbeler? Yeni bir şey mi? Yenilir içilir mi? Neden yapılır ve kim yapar? Bu soruları sorduğum insanlar ''Eee askerler yapıyor ya işte. Devleti ele geçirmek istiyorlar.'' gibi derinliği olmayan cevaplar veriyorlar. Bu akşam biriyle benzer bir giriş yapınca bu konuyu tartıştım. Ona verdiğim cevabı aynen buraya da yazıyorum.

Darbeler çoğu insanın sandığı gibi sadece Cumhuriyet dönemine ait bir şey değildir .Hiç bir siyasi ve toplumsal mesele bir günde oluşmaz. Onun tarihin derinliklerine giden kökleri vardır. İhtilal veya darbe veya devrim, ne dersen de askeri müdahaleler Cumhuriyet devrinde başlamış bir şey değildir. Bazıları bunu İttihat ve Terakki başlattı der ama bu sadece siyasi (siyasi maksatlarla yapılan) bir iddiadır. 36 Osmanlı padişahından 12'si askeri darbe ile tahttan ayrılmış. İkisi de bu darbeler sonucu öldürülmüş. Yani yeni bir şey değil.

Daha 1600'lü yıllarda bu konuda padişahlara tavsiyeler veren kitaplar yazılmaya başlanmış. Darbeye, ilginçtir, o zaman daha bilimsel bir gözle bakıp incelemiş bazı kişiler. Olayın siyasi, sosyal, ekonomik boyutlarını, toplusal alışkanlıkları ele almış.

Mesela bir tanesinde diyor ki; millet, çok uzun süre tahtta kalan padişahtan bıkar. Askeri de arkasına aldığı zaman da darbe yapar. Eğer padişah vezirini de uzun süre hep aynı adam yaparsa bu darbe kaçınılmaz olur. Onun için padişah 5-6 yılda bir vezirlerini değiştirmelidir. Paranın değer kaybetmesi, enflasyon, rüşvet, bazı kişilerin devlet imkanları ile aşırı güçlenmesi gibi sebepleri de sayıyor.
Şimdi, yüzyıllar sonra bu meseleleri politikacıların da bilerek yönlendirmesi sonucu basit kavga söylemleriyle açıklamak bence yanlış. Bu işler hastalık ve ölüm gibidir. Kimse kanserden ölen biri için sigarayı veya kanserli hücreyi suçlamaz. Neden sigara içti diye ölen de sorgulanır.

Evet darbeler kötüdür ama birileri istedi diye darbe olmaz. Bunlar yüzyıllardır mevcut olan ve durumdaki tıkanıklığı aşamayan devlet idaresinin ve milletin bulduğu mecburi çözümler olmuş. Tabii ki darbeler çok insanın canını yakmış, öte yandan bu darbelerden nasiplenenler de olmuştur. Ama bunu işte dış güçlerin oyunu, askerlerin iktidar hevesi gibi laflarla açıklamak doğru değil her zaman. Eğer doğru olsaydı 1980 anayasası Türk tarihinin en yüksek oyunu alarak kabul edilmezdi.

Unutmamak lazım ki, ülkede etkin güçlerin ve halkın önemli bir kesiminin desteğini almadan hiç kimse darbe yapamaz. Tarihte de görüldüğü gibi yapmaya kalkanlar da heba olur.

Kim ne derse desin hiçbir askeri darbe, eğer başarıya ulaşmışsa, aslında salt askerlerin yaptığı bir darbe değildir.

Bazıları sadece yediği yumruğu gördüğünden vuranı yumruk sanır.
Aslında bütün bir vücut vurmuştur darbeyi.

Sonuç olarak bir sözüm daha olacak. Benimle tanışıp ta darbe muhabbeti yapacaklara söylüyorum. Ben hiç darbe yapmadım. Darbelere de karşıyım. Hatta son darbenin de maduruyum en az sizin kadar.

Saygılar sunarım.  




3 Ekim 2013 Perşembe

Irak (Körfez) Savaşı ve Yarattığı Yıkımın Sonuçları.


Irak üniter bir devletti. Başında Baas milliyetçisi diktatör Saddam vardı. Ülkeyi demir yumrukla ve çok kötü yönetiyordu. İran'a savaş açıp yıllarca ülkenin kaynaklarını batıdan aldığı silahlara aktarı. Bu harcamayı karşılamamk ve bölgenin ve tüm Arapların lideri olma hayaliyle zengin petrol yataklarına ve denize açılan önemli bir mevkiye sahip olan Kuveyt'e saldırdı ve burayı işgal etti.Bu arada Halepçe'de zavallı insanları çoluk çocuk demeden zehirli gaz atarak öldürdü. Yönetimi süresince siyasi muhaliflerin hepsini acımadan idam ettirdi. Bu adamın hayatı boyunca Irak'ta 50.000 kişinin ölümüne sebep olduğu söyleniyor.
Bu adamı diktatör ilan edip Irak'a demokrasi getiren ABD ise sadece savaş esnasında, uçaklardan attığı bombalar, gemilerden attığı füzeler ve diğer silahlarla sadece askerler değil, çoğu kadın ve çocuklardan oluşan milyonlarca insanı öldürdü. Saddam yakalanıp kameralar önünde asıldı. Ülke dini (şii-sünni) ve etnik temelde (Kürt-Arap) fiilen bölündü. Herkes kendi dilinde okuyup kendi ayrı camiine gidiyor. Ülkede seçimler yapılıp bazı yöneticiler seçiliyor. Yani bizde demokrasiden anlaşıldığı şekilde oldukça demokratikleştiler. Petrol üretimi arttı. Ticaret ve inşaatlar arttı.
Şimdi bunlara bakarak durum ne kadar iyi diye düşünenler olabilir.Ama işin bir de öbür tarafına bakalım.
Irak'ta her gün insanlar birbirini öldürüyor. Bombalı eylemlerin ardı arkası kesilmiyor. İnsanlar din ve etnik kökenlerine göre birbirlerinden nefret etmeye ve bu nefret artık onulmaz birhale gelmeye başladı. Amerikelılar gitmeden önce hergün binlerce insan ölüyordu, şimdi de yüzlerce insan ölmeye devam ediyor.
Sddam döneminde tüm iktidarı döneminde ölen insan neredeyse her yıl ölüyor.
Şu sıralarda güvenlik en iyi durumunda ama sakın herşey günlük gülistanlık sanmayın. Sadece bu Eylül ayı süresince 1000 kişi saldırı sonucu ölmüş.Yani kaba hesapla yılda 12.000 kişi eder. Yaralananlardan hiç söz etmiyorum. Yani güvenliğin ne kadar iyileşmiş olduğunu siz düşünün. Ve tüm bu çatışmalar, dini, mezhepsel ve etnik motivasyonlarla yapılıyor.
Şimdi Türkiye'ye bakalım. Saddamdan az olmayan cinayetten sorumlu Apo devletimizle müzakereler yürütüyor. Bunu da insanları salak yerine koyarcasına ''Hükümeti görüşmüyor. Devlet görüşüyor.'' diye insanlara ne demek olduğu belli olmayan saçmalıkla açıklıyorlar. Devlet dediği MİT müsteşarını devlet diye gösteriyorlar ama bu adamı kim atadı, kim oraya git diyor, anlaştığı koşulları kim uyguluyor? Vatandaş Mehmet değil herhalde! Elbette ki hükümet.
Neyse bu saçmalığı bir tarafa bırakalım ve Irak'ta olanların Türkiye ile ne ilgisi var ona bakalım.
Şimdi Irak'ta demokratikleşme yapan ABD ve Batı'nın yol göstermesi ile bizim hükümetimiz de kendi aklınca ülkemizi demokratikleştiriyor. Aynı Irak'ta olduğu gibi insanları; Alevi-Sünni-Şii diye mezhep olarak, Hrisyiyan-Müslüman-Yahudi diye dinsel olarak, Türk-Kürt-Çerkez-Arnavut diye etnik olarak ayrıştırıyor.Yıllar boyunca kaynaşmış, heryerde iç içe girmiş, aslında bireysel bazda aralarında hiçbir sorun da olmayan insanlarımızı her türlü hareketiyle ayrıştırıyor. Kesişme ve bağlanma noktalarını kırarak fay hatları oluşturuyor. İleride provakötörler veya bazı güçler tarafından Irak'ta olduğu gibi birbirleri ile çarpıştırabileceği uygun yapıyı hazırlıyor.

Ve en kötüsü bunu; kardeşlik projesi, barış projesi diye satıyor millete.

En kötü zehir bile en güzel ambalaj içinde satılır.

Yurt dışında ve ucuz tatil mi yapmak istiyorsunuz? Anlattığım denenmiş yöntemleri okuyun.


Yurt dışına geziye/tatile gitmek çoğu insanın aklından geçmiştir. Ancak bunu çok az kişi gerçekleştirmiştir. Bunun sebebi ise muhtemelen çok para gerekeceği inancıdır. Aslında durum hiç te öyle değildir. Uygun şekilde davranılırsa yurt dışı tatil yurt içinde tatil yapmaktan daha ucuza gelebilir. Nasıl mı? Muhtemelen birçok yöntem vardır, ancak burada benim uyguladığım üç yöntemden bahsedeceğim.
1'nci yöntem:
Gelecek yıl İtalya'ya 10 günlük bir seyahat yapmaya karar vermiştim. Önce gideceğim tarihi çalıştığım kurumla koordine ederek belirledim. Pasaportum zaten mevcuttu. O sırada Londra'da çalıştığımdan vize almam da gerekmiyordu. Mevcut vize ile gidebiliyordum.
Tati tarihini belirleyince internetten İtalya hakkında bilgi toplamaya başladım ve sonuçta 10 gün içerisinde; Venedik, Pissa Kulesi, Floransa ve Roma'yı görmeye karar verdim. Yine buraların büyüklüğü, gezilip görülecek yerlerin çokluğu, eğlence hayatı gibi faktörlere göre nerede ne kadar kalacağıma, buralarda hangi tarihlerde konaklayacağıma karar verdim.
Ardından internet üzerinden uçak bileti satışı yapan sitelerden gidiş ve dönüş tarihleri için bilet fiyatlarını inceledim. Değişik hava yolları fiyatları arasında oldukça büyük fark vardı. En ucuz olandan kredi kartı ile biletimi aldım. Bilet hem en ucuz firma hem de çoook erken rezervasyon olduğu için oldukça ucuza geldi. İtalya'da birbirinden oldukça uzak şehirlere gideceğim için bir araba kiralamayı da düşündüğümden bunun fiyatını da araştırmıştım. Gördüm ki uçak bileti aldığım site ve uçak şirketi bağlantısı ile araç kiralayınca çok ucuza geliyor. Uçak biletini alırken araç ta kiraladım. Burada az yakıt yakan Fiat marka küçük bir araba kiraladım. Küçük olması park yeri bulma açısından da isabetli bir seçim oldu. Bunun bir avantajı da kiraladığım araç şirketinin hava alanında şubesi olduğundan uçaktan inip doğruca arabaya binip istediğim yere gidebilmemdi. Haa bu arada Avrupa haritası yüklü Tomtom'um da vardı. Yoksa yabancı bir ülkede hele araçla dolaşmak oldukça zor olurdu.
Daha sonra da gideceğim şehirlerde kalacağım günlerde otel bulmak için internette arama yaptım. En uygun otelleri bulup kredi kartımla yer ayırttım.

Hem detaylı araştırma, hem de erken rezervasyon sayesinde oldukça ucuza İtalya'yı gezmiş oldum. Haa bu arada şansıma ben gittiğimde İtalya'da turizm haftasıymış. Her müzeye ve panteon, tarihi Roma harabeleri gibi tarihi yerlere beleş girdim. Ama Vatikan'ın turizm haftasından haberi yoktu herhalde 23 Euro giriş parası ödedim.
2'nci yöntem;
Yine yaz bir yaz tatilinde Fransa, İspanya ve Portekizi arabamla gezmeye karar vermiştim. Arabanın bakımını bir gün önceden yaptırıp yola çıktım. Londra'dan Dover'e gelip feribotla Fransa'nın Kaleis şehrine geldim. Buradan Lion'a geldim ve tanıdıklarda kaldım. Daha önceden kalmayı planladığım tek yer burasıydı. Başka hiçbir yerden hotel ayarlamadım. Lion'dan doğruca İspanya'ya gitmeye, Fransa'yı dönüşte gezmeye karar verdiğimden sabah erkenden kalkıp internet üzerinden (Late Hotels ve Lastminute.com adreslerinden) Barselona'da hotellerde yer baktım. Son dakikada iki günlük yer satın aldığımdan oda fiyatları çok komik sayılabilecek kadar düşüktü. Bunu gezim boyunca yaptım. Gezi planımı esnek tutmuştum çünkü altımda arabam vardı. Bir şehirde yer bulamazsam alternatif olarak seçtiğim diğer şehirden bulurum diye düşünmüştüm ama yer bulmak sorun olmadı ve planladığım yerlerde kaldı. Her yerde en az 4 yıldızlı (onların da havuzları filan vardı ve bayağı iyiydiler) ama genellikle 5 yıldızlı hotellerde kaldık. Fiyatın düşüklüğünü değerlendirebilesiniz diye söylüyorum, mesela İspanya'da Kordoba gibi turistik bir şehirde tam şehir merkezinde çok güzel bir hotelde 2 çocuk iki yetişkin günlük 35 Euro'ya kaldık. Portekizin Faro isimli turistik beldesinde denize sıfır süper bir hotelde günlük 40 Euroya kaldık. Fiyatlara sadece kahvaltı dahil idi. Uzun lafın kısası bir şehitde kaldığımız son günün sabahı gideceğim şehirde hotel ayarlayıp yola çıktım. Son dakikada oda satın aldığım için erken rezarvasyona göre bile oldukça ucuza çok lüks hotellerde kalmış oldum. En fazla para ödediğim otelde standart oda fiyatının üçte biri fiyatına kaldı. Yiyecek konusunu ise yemek yerlere bakıp beğendiğim ve uygun bulduğum yerlerde hallettim. Avrupa da her restoran'ın kapısında fiyat listesi yazdığından kazıklanma riskiniz oldukça az. Bu şekilde İspanya'da;Barselona, Madrit, Kordoba, Granada (Gırnata), Sevilla ve Bilboa'da, Portekiz'de Faro ve Lizbon'da, Fransa'da Boreux'ta kaldım. Parise daha önce de gittiğimde orada gecelemedik.
3'üncü yöntem:
Diğer bir yaz tatilinde ise son ana kadar nereye gideceğime karar verememiştim. Ben Finlandiye, Norveç, İsveç yani kuzey bölgelerini arabayla gezelim diye düşünüyordum, çocuklar da deniz kenarında bir yere gitmek istiyordu. Bir İngiliz arakadaşım daha önce Fas'a gittiğinden ve Marakkeş gibi ilginç şehirleri gezip aynı zamanda deniz kenarında Agadir diye turistik bir şehirde kaldığından bahsetti. Bir daha gitmek fırsatı olmaz diye Fas'a gitmeye karar verdim. Deniz kenarını duyunca çocuklar da razı oldu.
Turizm şirketlerini aradım oldukça yüksek fiyatlar verdiler. İnternetten hotel fiyatlarına ve uçak fiyatlarına baktım. Uygun fiyata güzel hoteller vardı ancak uçak fiyatı 4 kişi çok fazla tutuyordu. O arada internetten bir de paket program yapan Tomas Cook gibi şirketlere bakmak aklıma gedi. Ben yola çıkmayı pilanladığım tarihe 4 gün kalmış olmasına rağmen hala ne uçak ne hotel ayarlayabilmiştim.
Bu şirketlerin birinin sitesine girip 4 kişi 10 gün herşey dahil deniz kenarında bir hotel istediğimi işaretleyip arama butonuna bastım. Karşıma çıkan rakamı görünce gözlerime inanamadım. Gidiş-geliş ve herşey dahil hotel parası daha önce araştırdığı en ucuz uçak firmasının bilet fiyatından 4 kişi için toplamda 250 Sterli daha fazlaydı. Yani 4 kişi için Türk parası ile normal gidiş geliş uçak fiyatının 750 lira fazlasına hem uçuş hemde herşey dahil 10 günlük hotelde kalabiliyoırduk. Ben herhalde kötü bir hotel ve denize çok uzaktır diye düşündüm. Haritadan konumuna baktım. Resimlerini inceledim. Okyanus kenarında, müstakil evlerden oluşan bir tatil köyü idi. Faslı bir arkadaşa sordum. Telefon edip memleketteki arkadaşlarına sormuş, süper bir tatil köyü demişler. Fiyatı duyunca ise bizede yer alın biz de buradan gidelim çok ucuz demişler. Neyse gittik. Tatil köyü resimlerde göründüğü gibi okyanus kenarında ve çok güzeldi.
Turiz şirketlerinden tanıdıklarıma sordum. Son anda aldığım için, elindeki tüm odaları satamayan şirketlerin ne alırsam kardır düşüncesi ile, kendilerinin hotellere zaten parasını ödeyip rezerve ettikleri odaları böyle çok ucuza verdiklerini söylediler.
Eğer siz de yurt dışına tatile gideyim, ama hem iyi yerlerde kalayım hem de fazla para harcamayayım diyorsanız, bu yöntemlerden size uygun olanını kullanabilirsiniz. Belki de daha uygun başka bir yöntemi kendiniz bulabilirsiniz.
Şimdiden iyi tatiller.

Kılıçdaroğlu'nun paket açıklaması:Evet ama yetmez.


Başbakan şu meşhur paketi açıkladıktan sonra değişik kesimlerde bu arada siyasi partilere mensup miller vekillerinden de hemen art arda yorumlar, açıklamalar, destek veya eleştiriler gelmeye başladı. Doğal olarak gözler ana muhalefet partisi genel başkanından yapılacak açıklamaya döndü. Sayın Kılıçdaroğlu da bunu fark etmiş olacak ki konunun önemine binaen hemen açıklama yapmadı. Bir gece bekledikten sonra o beklenen açıklamaları yaptı.
Ben açıklamayı naklen kendi ağzından dinlemedim, ama daha sonra internetten okudum. Daha ilk cümleleri okumaya başladığımda ters bir şeyler olduğunu fark etmeye başladım. Genel beklenti daha önce CHP’li bazı milletvekillerinin yaptığına benzer şekilde paketin eleştirileceği, açıklanan konuların demokrasi ile uzaktan yakından ilişkisi olmadığı; bunun PKK ile müzakere ve rejimden öç alma, devletin kurucu ilkelerinin yerle bir edildiği gibi bir şeyler söyleneceği yönündeydi. En azından ben ve etrafımda bu konuyu konuştuğum kişilerin beklentisi bu yöndeydi.
Ancak Kılıçdaroğlu da başbakanın yaptığı gibi başka konulardan bahsederek konuşmasına başlayınca; aslında eleştiri alacağını düşündüğü şeyler söyleyeceğini kendisi de bildiğinden konuya itiraz noktalarını yumuşatmak için böyle bir giriş yapıyor gibi geldi bana.
Peki neler söyledi Kılıçdaroğlu? Kısaca özetlersek şunları dedi.
1. CHP'li vekillerin aksine ne laiklik endişesi ne de Andımız kararından bahsetti. Aksine bu önerileri biz zaten getirmiştik dedi ve eksik olduklarını belirterek bu eksikliklere açıklık getirdi.  
2. Sonra Cumhuriyet tarihine vurgu yaparak İnönü ve Ecevit’ten bahsetti. İnönü’nün ülkeyi çok partili sisteme geçirdiğini, iktidara yapışıp diktatörlük peşinde koşmadığını söyledi ve ‘’Bu devrimin altında imzası olan İsmet İnönü'yü rahmet anıyorum.’’ dedi.
3. Sonra da Ecevit’i; ‘1970'lerde üçüncü büyük devrim gerçekleştirdiği, sendikal hakları getirdiği için rahmetle andı.
4. Türkiye’de demokratikleşme tarihinin dün başlamadığını (bunu okuyunca demokratik paket diye sunulan paketi gerçekten demokratik bir ilerleme olarak gördüğünü anladım) 90 yıldır devam eden bir süreç olduğunu söyledi . Bu süreçte demokrasi için bedeller ödendiğini söylerken bazı sol görüşlü yazar ve sanatçıların adını vererek aslında demokrasinin bu duruma gelmesinde CHP ve sol düşüncenin de çok büyük payı olduğunu ima etti.
5. Sonra da dünyada; insani gelişmişlik sıralamasında, demokraside, basın özgürlüğünde, haksız yargılamada bu hükümet zamanında gerilediğimizi istatistiki rakamlarla açıklayarak hükümete genel bir eleştiri getirdi.
6. Bu hükümet zamanında cezaevlerinin arttığını, haksız yere bazı öğrencilerin, gösterilere katılan çocukların hapse girdiğini, faili meçhul bazı cinayetlerin ise çözümlenemediğini, Hrant Dink’ in gerçek katilleri bulunamadığını, sorumluluğu olan kamu görevlilerinin tamamı terfi ettirildiğini, son günlerdeki gösterilerde öldürülen gençlerin isimlerini anarak bunları rahmetle andığını söyledi.
7. 5600'den fazla işkence vakası yaşandığını, küçücük çocukların ırzına geçildiğini, yargı bağımsızlığının tümüyle yitirildiğini, Deniz Feneri davasında sanıkların korunduğunu ve kollandığını söyledi.
8. 11 yılda Türkiye demokrasisi büyük bir erozyon yaşadığını, demokrasi kültürümüz darbe dönemleri kadar ağır tahribata uğradığını, bütün bunların topluma ileri demokrasi diye yutturmaya çalışıldığını söyledi.
Bu kadar konuşup paketten bahsetmeyince ben herhalde paket konusunda başka bir zaman açıklama yapacak diye okumaktan tam vazgeçmek üzereydim ki konuya giriş yaptı.
9. ‘’Herkese soruyorum açıklanan bu sözde demokrasi paketinde bu yaraya bu paket derman olur mu? Bu paket bu açığı kapatır mı? Bu paket bu açığı kapatmaz. Bu paket bu yaraya derman olmaz. Çünkü demokrasi konusunda samimi değiller.’’ Dedikten sonra paketin açıklanış tarzı ve başbakanın tavırları hakkında eleştirilerde bulundu ve bu tavırların Kenan Evren’in tavırlarına benzediğini söyledi.
10. Paketin kapalı kapılar ardından toplumun bütün unsurları hatta kabine üyelerinin bile dışarda bırakılarak hazırlandığını söyledi.
 11. ‘’Paketi açıklarken ta 27 Mayısa kadar gidiyorsunuz. Ama 12 Eylülden bahsetmiyorsunuz. Darbe hukukuna sahip mi çıkıyorsunuz.’’ dedikten sonra nihayet asıl konuya geldi ve şimdi paketi eleştirecek derken; ‘’ Bu paketteki birçok noktayı biz daha önce söylemiştik. Seçim barajı düşsün dedik, milli iradenin önündeki engel kalksın dedik. TBMM'ye teklif verdik. Reddeden kimdi AKP... Dil yasaklarını kaldıralım dedik. Kanun teklifi verdik. Onu da AKP kabul etmedi. Partilere aldıkları oy oranlarına göre hazineden yardım için teklif verdik. Bu da reddedildi. Nefret suçları para cezasına dönüşmesin zaman aşımı olmasın diye teklif verdik. O da reddedildi. Yasaksız bir toplantı ve gösteri yasası teklif ettik. AKP bunu da reddetti. Şimdi kişisel verilerin korunması diyorlar. Yasadışı dinlemeleri engellemek istedik buna da geçit vermediler.’’ diyerek aslında bu paketteki hususların kendi önerileri olduğunu, ama AKP’nin bunu daha önce engellediğini söyleyiverdi.
12. Daha sonra da şunları belirtti: Bugün karşımıza getirdiklerinin önemli bir kısmı bizim önerdiklerimizin kötü bir kopyası. Biz sadece bunları önermedik... Biz rengârenk bir demokrasi için önemli adımlar attık. Darbe anayasası istemiyoruz dedik. Yepyeni bir anayasa istiyoruz dedik. Siyasi partiler yasası... Daha demokratik olsun lider sultası bitsin dedik. Milletvekilleri özgür olsun dedik. Din ve vicdan özgürlüğü en temel hak... Bir insanın diniyle vicdanıyla devlet kavga eder mi? Neyin ibadet olup olmadığına devlet karar verebilir mi? Cem evleri de ibadethane olsun dedik. Basın özgürlüğü dedik. Basın özgürlüğünü genişletmek için yasa teklifi verdik. Furkanlar, Ferhatlar, Cihanlar hapiste değil okulda olsun dedik. Onların yeri hapishane dediler. Uludere katliamının aydınlatılması için çaba harcadık. Milli irade tutuklanmasın dedik. Hapiste vekil olmasın dedik. DGM postu giymiş Özel yetkili mahkemeler kaldırılmalı dedik. YÖK'ü kaldıralım dedik. Üniversiteler özgür olsun dedik. Mayınlı arazileri kaldıralım dedik, Diyarbakır cezaevini müze yapalım dedik. Bunların hepsi iktidar partisi tarafından reddedildi. Şimdi bütün Türkiye'ye soruyorum... Bizim önerililerimiz mi AKP'nin önerileri mi Türkiye'ye demokrasi getirir? Muhalefet mi görevini yapmıyor yoksa iktidar mı? Karşımızda bütün dünyanın diktatör olarak tescillediği bir başbakanın hazırladığı bir demokrasi paketi var. Başbakan hala Türkiye'nin beklentilerini anlamamıştır. Temel sorun alanlarından kaçmış toplumsal baskıları savuşturmak için de bu paketi önümüze getirmiştir. Temel sorunlara hiç bir cevap yok.
Toplumun çoktan aştığı WXQ harfleri gibi düzenlemeleri demokrasi açılımları ile halkı kandıramazsınız. Klavyeye değil klavyeyi kullanana özgürlük getireceksiniz. Bir üniversitenin adını değiştirerek yapısal sorunları mı çözeceksiniz? Bir üniversitenin 2 saatte açabileceği bir enstitünün hükümet tarafından devrim gibi lanse edilmesi utanılacak bir şeydir. Hangi ülkede hükümetler üniversitelere hangi konuda kürsü açacaklarını söyleyebilir?  Gelen paket çoğunlukçu otoriter rejimi pekiştirmekten başka bir işe yaramamaktadır.
Bu ülkeye gelecek demokrasi için atılacak her adım için topluma söz veriyoruz. Özgürlük ve demokrasiyi getirin sonuna kadar destek veririz. Üçüncü sınıf demokrasi ve özgürlük istemiyoruz. Birilerinin arzu ettiği kadar demokrasi ve özgürlük istemiyoruz. CHP olarak çok partili yaşamı bu ülkeye getiren parti olarak demokrasi konusunda atılacak her adıma destek vereceğiz. Bu bizim halka sözümüzdür. Biz kapalı kapılar ardından pazarlık yapan bir parti değiliz. Çünkü demokrasi ve özgürlük kapalı kapılar ardında belirlenmez.
Son cümleyi okuduktan sonra acaba yanlış mı anladım diye yazıya bir defa daha göz gezdirdim ama hayır doğru anlamışım. Kılıdaroğlu pakete karşı çıkmadığı gibi bunları ve daha fazlasını kendilerinin mecliste öneri olarak sunduğunu, AKP’nin bunları önlediğini, ancak şimdi bu önerilerin çok azını paket diye açıkladığını söylüyordu. Dikkat edin bu paketi desteklediğini söylemiyor tam aksine aslında bunların daha önce mecliste kendilerinin önerdiği maddeler olduğunu söylüyordu.
Şaştım kaldım!....
Durun bir daha özetliyeyim. Başbakan hükümetin hazırladığı bir paketi, ağır eleştiriler alacağı, bunun da en fazla ana muhalefet partisi tarafından yapılacağı beklentisiyle, uzun uzun konuştuktan sonra çekinerek konuya girerek açıklıyor ama beklenenin tersine ana muhalefet partisi lideri bu paketteki maddeleri desteklemekle kalmıyor, kendilerinin bu paketin maddelerini ve çok daha fazlasını önerdiklerini, bu paketin o önerilerin çok az bir kısmını ihtiva ettiği için yetersiz olduğunu söylüyor. Yani kısaca çoğu gazetede de söylendiği gibi anayasa referandumunda söyleneni ters çevirerek; ‘’Evet, ama yetmez!’’ diyor.
Pes doğrusu!
Bu ülkede bunu da gördük ya daha neler görürüz artık bilmiyorum.
Konunun içeriğine girmiyorum. Doğrudur veya yanlıştır. Herkes kendi açısından değerlendirir. Ama ana muhalefet partisinin tavrının ilginçliği açısından çok şaşırtıcı değil mi? Kılıçdaroğlu’nun konuşmasında sık sık vurguladığı ileri demokrasinin son noktası bu olsa gerek. Hükümetin fikrine karşı çıkarak eleştirmesi beklenenler, destek verip daha da ileri gitmediği için eleştiriyor.
Ne diyelim? Vatana, millete ve ileri demokrasimize hayırlı olsun.
Demek ki başbakan söyleyince bazıları boşuna kızıyormuş! Memlekette gerçekten bir muhalefet sorunu varmış. Daha doğrusu muhalefette lider sorunu. Çünkü ben bu açıklamaların CHP’nin genel ilkeleri ve politikalarına göre değil de son gece yapılan durum değerlendirmesinde alınan karara göre yapıldığını düşünüyorum.

Gerçi sayın Kılıçdaroğlu’nun daha önce de böyle sürprizlerle dolu açıklamalar yapıp, ertesi gün bu açıklamaların tam tersini söylediğine şahit olduk. Bakalım, birkaç gün bekleyelim. Hala fikir değiştirmemişse o zaman bu açıklamayı kalıcı bir açıklama olarak kabul ederiz.

Amerika'nın İslam Dünyası Üzerindeki Oyunları: ABD İslam Dünyasını bölmeye mi çalışıyor?



İnternette gezinirken birçok gazetenin yayımladığı bir haber dikkatimi çekti. Haber; Newyork Times gazetesinin, Ortadoğu'da yaşanan karışıklıklarla ilgili haritalı bir analizine dayanıyordu. Bu analizinde New York Times gazetesi Ortadoğu haritasının yeniden çizilebileceğini ve 5 devletten 14 yeni devlet çıkabileceğini iddia ediyormuş.
Gazetenin dış politika analisti ve gazeteci Robin Wright’ın haritalı analizine göre, gelecekte en büyük parçalanmayı ise Suudi Arabistan yaşayacakmış. Parçalanma potansiyeli taşıyan devletler Irak, Suriye, Suudi Arabistan, Yemen ve Libya olarak belirtilmiş. Şimdi bu şahsın Ortadoğu’yu nasıl bölmeye çalıştığına bir göz atalım.
İlk sırada Suriye ele alınmış. Yazara göre Suriye dörde bölünecekmiş: ‘’Alevistan’’, ‘’Kürdistan’’, ‘’Sünnistan’’, ‘’Şiistan’’. İsterseniz bundan sonra yazarımızın bu bölgeyi nasıl bölmeyi düşündüğünü onun ağzından dinleyelim.
Suriye ve Irak: Akdeniz sahili boyunca Lazkiye merkezli bir Arap Alevi devleti oluşurken, Kuzey Irak’taki Kürdistan Özerk Bölgesi ile Suriye’nin kuzeyindeki Kürt bölgelerinin birleşiminden, Türkiye’nin Hatay dışında bütün güney sınırı boyunca uzanan Erbil merkezli yeni bir Kürdistan doğacak. Irak’ın güneyinde Basra merkezli yeni bir Şii devleti doğarken, Suriye ve Irak’ın Bağdat ve Şam’ı da içeren Sünni vilayetlerinde yeni bir Sünni Arap devleti doğacak. Ancak özellikle Irak’taki parçalanma ihtimali gerçekleşirse kolay gerçekleşebilecek bir parçalanma olmayacağı öngörülüyor. Musul ve Kerkük’te; Kürt – Arap, Bağdat ve çevresi konusunda Şii – Sünni savaşı yaşanabilir.
Suudi Arabistan: Wright’ın analizine göre Suudi Arabistan’da krallık gelecek prenslere geçtikçe, Suudi öncesi dönemden kalan derin kabile ayrımlarının derinleşerek bölünmeyi başlatma olasılığı gündemde. Bu senaryoya göre ülke, Hürmüz Körfezi bölgesindeki Doğu Arabistan, Hicaz’da Batı Arabistan, Yemen’e yakın bölgede bir güney Arabistan ve kuzeyde bir Kuzey Arabistan kurulacak. Ülkenin orta kesiminde ise Riyad merkezli bir Vehhabi Arabistan oluşacak.
Yemen: Yakın zaman önce birleşen Yemen, Güney Yemen’deki referandum sonrası yeniden Kuzey ve Güney Yemen diye iki ayrı ülkeye bölünebilir. Bölünme sonrası Güney Yemen tamamıyla Suudi Arabistan’a da katılabilir. Bu durumda, Hint Okyanusu’nun Arap Körfezi’ne doğrudan irtibat kazanacak Suudi Arabistan’ın İran’ın Hürmüz Körfezi’ni kapatma korkusu da yok olacak.
Libya: Libya’da; kabileler arasındaki büyük rekabet ülkeyi parçalanmaya götürebilir. Bu durumda, ülkenin doğuda Bingazi merkezli Sirenakya ve batıda Trablusgarp adlı iki devlete bölünmesi ihtimali var. Hatta güney batıdaki Fizan da ayrılarak üçüncü bir devlet daha oluşturabilir.
Bunu okuyunca biraz irkildim. Çünkü bu gazete seçimlerde Obama’yı ve Demokrat partisini destekleyen bir gazete. Gazetenin sahibi ise Yahudi bir baba ve Britanya (İngiliz İskoç karışımı) bir anneden olma Arthur Ochs Sulzberger, Jr.  Biliyorsunuz ABD dünyayı veya bir bölgeyi şekillendirmeye karar verince böyle analizler ve bazı stratejistlere yazdırılan kitaplarla kamuoyunu hazırlar. Gazetenin Demokrat Parti ilişkisi ise acaba Obama yönetimi (daha önce de Bush yönetiminde Neocon yazarlar ve akademisyenlerle yaptığı gibi) geleceğe ait politikalarını dolaylı olarak kamuoyuna sunup tepkileri ölçmeye mi çalışıyor sorusunu akla getiriyor. Sahibinin Yahudi kökenlerinden dolayı da; acaba İsrail’in etrafında kendisinden büyük başka bir devlet bırakmamak ve birbirine rakip olması muhtemel küçük devletler oluşturarak artık İsrail’in bir tehdit beklentisi olmadan daha rahat yaşamasının sağlanması mı amaçlanıyor diye de düşünmedim değil.
Bölünen ülkelere bakınca, geçmişte İsrail’e veya hem İsrail hem de ABD ve Batıya en büyük muhalefeti yapmış devletler olması ayrıca dikkat çekici. Mesela Mısır’da, büyük bir Hristiyan Kıpti nüfus olmasına rağmen acaba neden Mısır bölünmüyor?  Bu bölünme İslam dünyasını kendi içinde bölme projesi olduğu için mi, yoksa Mısır İsrail ile ilk anlaşan devlet ve hala da iyi ilişkiler içinde olan neredeyse tek Arap devleti olduğu için mi?
Diğer bir soru Ürdün neden bu parçalanmada oluşacak Sünni devlete dâhil değil? Ürdün İngiliz kökenli kızlarla evlenen ve aynı zamanda İngiliz uşağı Şerif Hüseyin’in torunu olan kişiler tarafından yönetildiğinden mi yıkılmıyor? Yoksa Ürdün de katılırsa kurulacağı düşünülen bu Sünni devletin kontrol edilemeyecek kadar büyük olmasından korkulduğundan mı?
Peki, İsrail’den neden hiç bahsedilmiyor? İsrail; giderek artan Arap nüfusu ve ayrıca işgal ve tecrit altında bulunan Filistin bölgeleri ile bölünmeye en az bu devletler kadar uygun değil mi? İsrail neden bölünmüyor?
Diğer bir başka ilginç husus ta Türkiye ve İran’dan hiç bahsedilmemesi. Acaba bu devletlerin tepkisini çekmemek için mi? Yoksa bu sadece Arapları bölmeye dair bir proje mi? Türkiye ve İran’daki Kürtler ne olacak? Irak kuzeyi merkezli bir devlet kurulursa bu bölgeler nasıl aynı kalacak? Bölünme virüsü yeni bir dalga yaratıp Türkiye, İran, Pakistan ve Kafkasya ya sıçramayacak mı? Aslında sıçrayacağı düşünülüyor ama bu durumun daha bağımsız ve daha güçlü (İran, Rusya, Türkiye, Pakistan, belki de Çin bile) devletleri ürkütmemesi için mi bunların ismi telaffuz edilmiyor acaba?
Bu bölünmede en dikkat çeken hususlardan biri de bu bölünmenin daha çok mezhep temelinde ayrışmış yeni devletler ortaya çıkarıyor olması. Acaba ABD Şii İslam’ı artık o kadar büyük tehdit görmüyor da Sünni İslam’ı mı daha büyük tehdit olarak mı görüyor. Bakın Irak’ta bir, Suriye’de bir tane olmak üzere iki Şii/Nusayri devlet ismen zikrediliyor. Aslında bu bölünme olursa bir veya iki tane daha Şii devlet ortaya çıkacağı aşikar olduğu halde yazıda bu durum gizleniyor. Suudi Arabistan önemli bir Şii (%25 civarında ve bunların Basra körfezi bölgesinde yaşayan bir bölümü Irk olarak ta Arap değil, İranlı) nüfus barındırıyor ve bölününce bunlardan en az biri Şii devleti olacak. Körfez emirliklerinden hiç bahsedilmiyor ama Yemen ikiye bölünecek deniyor. Neye göre ikiye bölünecek? Bilindiği gibi Yemen’de Şiiliğin Zeydi koluna mensup önemli miktarda (%45) bir nüfus yaşamaktadır. Her ne kadar dışarıdan tam olarak görülmese de Yemen de iç çatışmaların her zaman bir mezhepsel boyutu olmuştur. Acaba Yemen de yine tarihte olduğu gibi Cumhuriyetçiler(Şafi mezhebinden olanlar)  ve Zeydi İmamlar yönetimi olarak mı ikiye bölünecektir? Körfez emirlikleri de zaten Şii nüfus olarak oldukça zengin. Acaba buralarda bölünme olmadan yönetim değişiklikleri mi olacak?
Diğer önemli bir nokta da şu; yıllarca dinsel ve mezhepsel temele dayalı bir iç savaş yaşamış, Arap dünyası ve Batı’nın desteği, Suriye’nin ise uzun süreli fiili işgali sonucu bölünmekten dönmüş olan Lübnan neden bölünmüyor? Bu ilkede yoğun ve etkin bir Şii nüfus var. Şu anda yönetim pamuk ipliğine bağlı ilişkilerle yürüyor. Acaba burası için başka bir planları mı var? Etrafında bu kadar ülke bölünürken Lübnan nasıl bütün kalacak? Mesela Suriye’deki komşu bölgelerde yaşayan dindaş/ırkdaşlarıyla birleşebilecek olan Canbolat ailesi liderliğindeki Dürziler neden ayrı bir devlet kurmasın? Nusayri Arap nüfus Suriye’de kurulacak Nusayri devletle birleşmek istemeyecek mi? Sünni Araplar Filistinlilerle veya Ürdün ile bir birlik istemeyecekler mi? Ya Hristiyan nüfus ne yapacak?
Libya’da eskiden beri etkin bir kabile yapısı hüküm sürmüştür. 1912’de İtalyanlara karşı direniş Bingazi bölgesinde etkin olan Sunusiler ve bu bölgedeki aşiretler merkezinde yürütülmüş, bunun sonucu o bölgeden bir kral iktidara gelmiştir. Kaddafi bir darbe ile yönetimi ele geçirince etkinlik Trablusgarp bölgesine ve buradaki aşiretlere geçmiştir. Fizan bölgesinde çöllerde yaşayan aşiretler ise Osmanlı dönemi dâhil hep yarı bağımsız olarak yasamışlardır. Muhakkak bu tarihi gelişmelerin oluşturduğu fay hatları vardır. Osmanlı burayı işgal ettiğinde Ege Bölgesinden bazı Türk aşiretlerinin Bingazi bölgesine yerleştirildiği ve bu insanların oradaki yerlilerle kaynaşarak yerelleştiğini biliyorum. Bu durum da belki de bir kültürel farklılaşma yaratmış olabilir. Ancak tüm bunlar bir ülkenin bölünmesine yetmez. Dışarıdan bir müdahale ve mühendislik yapılmadığı müddetçe tabii. Bence yapılmak istenen de budur; dış müdahalelerle Libya’yı bölmek.
Peki, ABD’nin ve onunla işbirliği yapan Batı ülkelerinin ne zoru var da bu Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesini bölüp parçalamak istiyorlar. Benim değerlendirmeme göre bunun bir den fazla sebebi olabilir. Ama hepsi de petrol kaynaklarının kontrolü ve İsrail’in güvenliğinin sağlanması ile bağlantılıdır. Bu muhtemel sebepleri şöyle sıralaya biliriz.
1.ABD ve batı; İslam Dünyasını Şii ve Sünni olarak mezhep bazında ikiye bölmek istemektedir. Bu bölünmeye rağmen Sünni grup çok büyük bir bölge ve nüfusu sahip olduğundan bu grup aynı zamanda dünya petrol rezervlerinin de büyük bir bölümünü kontrol ettiğinde İran’dan, hatta Pakistan’dan başlayıp Suudi Arabistan’ın güneyi, körfez emirlikleri, Lübnan ve Suriye üzerinde bulunan Şii nüfus ( ki buna Şii Hilali diyorlar.) kullanılarak fiziksel olarak birbirinden ayrılmak istenmektedir. Kurdurulacak yeni Şii devletlerin de bu hat üzerinde bulunması bu düşünceyi güçlendirmektedir.
2. ABD ve Batı; Ortadoğu’da, dünya petrol piyasasında doğrudan etkili olabilecek şekilde çok fazla petrol kaynağına sahip devletler istememektedir. Onun için petrol kaynaklarını daha kolay sömürebilecekleri yeni küçük devletler arasında bölmek istemektedir.
3. ABD ve Batı; İsrail’e oluşabilecek bir Arap ve Müslüman tehdidini ortadan kaldırmak ve İsrail-Filistin bölgesinde uzun süredir devam eden savaşı ve gerginliği artık sona erdirmek ve bunun için de İsrail’e tehdit olabilecek devletleri birbirleri ile sürekli bir çekişme içinde olacak şekilde mezhep ve etnik temelde bölmek istemektedir.
4. Artık mücadele alanını Kafkasya ve Orta Asya’ya taşımak, Rusya’yı güneyden kuşatarak Rusya ile Çin arasında tampon bölgeler oluşturmak ve bu maksatla çatışma yaratacak bölgeyi ve sorunu biraz daha kuzeye, Kafkasya-İran ve Türkiye sınırına taşımaya çalışmaktadırlar. Bu sebeple neredeyse Akdeniz’e çıkacak şekilde Suriye içinde batıya uzatılan bir Kürt devleti kurulmak istenmektedir. Bu devlet Lazkiye merkezli Nusayri devletiyle komşu olacak, bu ülke ile dünyaya açılarak Türkiye-İran-Irak üçgeninde hapsolup yok olmasına karşı korunmuş olacaktır. Bu devlet daha sonra Türkiye ve İran’ı karıştırmak için kullanılacaktır.
5. Diğer bir tahmin/değerlendirme yapacak olursak; Newyork Times gazetesinde bu değerlendirmeyi yapan yazarın canı sıkılmış ve önüne haritayı alarak şu Ortadoğu’ya yeni bir şekil vereyim, yeni devletler kurayım, mevcut devletlerin bazılarını da yıkayım demiş olabilir. Bu ihtimale güleceğinizi ve espri yaptığımı düşüneceğinizi biliyorum. Çünkü çok saçma bir düşünce gibi duruyor. Haklısınız ama adamın yaptığı şey de o kadar saçma değil mi. Önüne haritayı almış ve sadece genel bilgilerle bütün bir bölge hakkında fikir yürütmektedir. Ben inşallah bu söylediğim doğrudur ve diğer değerlendirmelerim yanlıştır diyorum. Çünkü Allah korusun dedikleri olur veya Batı tarafından gerçekleştirilmeye çalışılırsa Ortadoğu bir uçtan öbür başa yansa daha iyi olur. Çünkü daha az insan ölür.
Ortadoğu’da çok eski tarihlerden beri iki temel kültür bulunmaktadır. Araplar ve Farslar. Burada Ermeniler, Asuriler gibi küçük grupları saymayacağım. Çünkü bunlar etkili ve sürekli bir devlet kuramamışlardır. Buraya 1000 yıldan fazla bir zaman önce Türkler gelmiş ve bütün dengeleri alt üst etmiş, mevcut devletleri ve dengeleri yıkmış, yeni devletler ve yeni bir dengeler oluşturmuştur. Burada nüfus olarak hangi kültürün ne kadar olduğuna bakmayın. Ben devlet kuran, egemenlik oluşturan kültürlerden bahsediyorum ve bunlar illa ki dışardan gelmek zorunda değil bölge içinden de sivrilmiş olabilir. Onun için İran, Türk ve Arap kültürel ağırlığından bahsediyorum.
Dikkat edin, buraya Haçlı seferleriyle dışardan gelen yabancı bir unsur yüzyıllar süren çatışma, kargaşa ve düzensizliğe sebep olmuştur. Çünkü üçlü denge bozulmuştur. Daha sonra İsrail’de bir Yahudi devleti kurulmuş, üçlü dengeye bir yeni unsurun, batılıların desteğiyle zorla sokulması tüm Ortadoğu’yu halen devam eden çatışma ve kargaşaya sürüklemiştir. Şimdi buraya en az bir etnik unsur daha eklenmek istenmektedir.
Bununla da yetinilmeyip dini açıdan da ortam karıştırılmaya çalışılmaktadır. Adı geçen ülkeler çok uzun yıllardır İslam dini egemenliği altında yaşamaktadır. İran’ın bu bölgelere çok fazla etkili olamadığını da düşünürsek aslında bölge uzun süre Sünni İslam egemenliği altında yaşamıştır. Daha sonra Yahudiler belli bir bölgede hâkim olmuşlardır. Buna rağmen her üç dinin kutsal mekânlarının bulunduğu bölgeler, halen devam eden dini temelli anlaşmazlıklar ve çatışmalar da yaşamıştır. Şimdi yeni bir etnik devlet (Kürt devleti) ile birlikte yeni dini ve mezhepsel devletler ortaya çıkarılmak istenmektedir. Bu aynen evi ateşe veren birinin bir de hortumla ateşe benzin sıkmasına benzemektedir.
 Asıl korkunç olan şey bu düzenin kurulmasından çok kurulmaya çalışılırken yaşanacaklardır. Bölgede birçok etnik ve dini grup iç içe yaşamaktadır. Mesela Antakya hizasına kadar kurulacak Kürt devletine dâhil olacak Suriyeli Kürtler birbirinden uzak ve kopuk bölgelerde yaşamaktadır. Aralarındaki yerleşimler de Arap yerleşimidir. Türkmenler yine dağınık vaziyettedir. Sınırdaki Yayladağı İlçemizin hemen yanındaki Suriye Kasabası halkı Ermeni’dir ve yakınlarında başka Ermeni yerleşimi yoktur. Irak’ın kuzeyinde Kürtler çoğunlukta olmakla birlikte burada da Asuri, Keldani, Yezidi, Türkmen ve Şebek (Bunlar Türkçe Zaza’ca bir dil konuşmakta ve Anadolu Türkmen Alevileri ile benzer inançlara sahiptirler. İran’dan buraya gelmiş bir Türk boyu olduğu söylenmektedir. Barzani yönetimi bunları Kürtleştirmeye çalışmakta, hiç kimseye Kürt ön adı konmazken bunlara özellikle Kürt Şebekler demektedirler.) ve diğer gruplar bulunmaktadır. Özellikle Musul-Kerkük ve Şam bölgeleri Arap-Kürt-Türkmen ve Şii-Sünni kesişme bölgeleri olduğundan birçok unsur iç içe yaşamaktadır. Diğer ülkelerde de benzer durumlar mevcuttur ancak burada bunlardan da bahsedip konuyu uzatmak istemiyorum.
Şimdi arkamıza yaslanıp ortaya koyduğumuz manzarayı alırsak ve bunu sadece Suriye iç savaşı ve Arap-İsrail savaşında yaşananlarla karşılaştırırsak böyle bir bölünme sürecinde yaşanacak insanlık dramını daha iyi anlayabiliriz.
ABD böyle istiyor diye hiç kimse yapılacak bu plana boyun eğmeyecek, herkes kendi planını uygulamaya çalışacak, kendine daha büyük bir bölge koparmaya çalışacak ve doğal olarak buna engel gördüğü gruplara saldıracaktır. Bunun sonucunda da büyük göçler ve katliamlar, belki de soykırımlar kaçınılmaz olarak ortaya çıkacaktır. Bu değerlendirme daha da detaylandırılabilir ancak mevcut değerlendirmemiz bile böyle bir planın abzürtlüğünü, aynı zamanda korkunçluğunu ortaya koymaktadır. Onun için inşallah 5’inci madde doğrudur diyorum.

Saygılar sunarım.

2 Ekim 2013 Çarşamba

Türkiye, Suriye'de duvara mı tosladı?


Sayın dış işleri bakanımızın göreve geldiği sırada ben diplomasinin çok yoğun olduğu, dünyada diplomatik misyonların en çok bulunduğu başkentlerden bir olan Londra’da Türk diplomatik misyonunda (Londra Büyükelçiliğinde) görev yapıyordum. Kendisinden önceki bakanın tutuk ve silik görüntüsü ve karar verme konusundaki tutukluğu sebebiyle dışişleri faaliyetlerinde büyük aksaklıklar olduğu söyleniyordu. O kadar ki bakanın kararsızlığı yerde personel atamaları bile yapılamıyor, birçok misyonda personel atamalarındaki aksama yüzünden faaliyetler uygun yapılamıyormuş.  Kendisinin göreve gelişiyle birlikte dış işlerinde canlanma olmuş, büyükelçilik personelinde bir memnuniyet oluşmuş ve bir hareketlenme meydana gelmişti. Bu durum yabancı ülke temsilcilerinin de ilgi ve takdirini celp etmişti. Sayın Davutoğlu’nun sakin kişiliği ve hocalık kimliğinin verdiği ağırlık duygusu ile Yeni Osmanlıcılık diye tarif edilen kendi stratejik teorileri de bu ilgi ve alakayı artırmış görünüyordu. Daha sonra komşularla sıfır sorun söylemi büyük ilgi uyandırdı.
Ben oradayken başbakanımızın Davos’taki one munite (van minit) tavrı bu havanın üstüne bomba gibi düştüyse de başta Arap ülkeleri olmak üzere birçok ülkede memnuniyet, bazı batılı ülkelerde de ilgi uyandırdı. Ancak dış işleri konusunda başbakanın tutumu ve kabadayı vari tavırları daha ben oradayken endişe ve soğukluk oluşturmaya başlamıştı. Başbakanımızın fütursuz ve pekte diplomatik kurallara uymayan tavrı artık yavaş yavaş eleştirilmeye başlamıştı.
Benim diplomasi dünyasındaki kısa tecrübemden edindiğim kanaat şudur: diplomaside birine küfür bile edecekseniz bunu olabilecek en kibar kelimeleri seçerek ve gösterebileceğiniz en nazik ve sakin tavrı takınarak yapmalısınız. Kabadayılık, bizim gibi doğu ülkelerinde daha çok olmakla birlikte her yerde belli bir yere kadar saygı ve ilgi uyandırabilmekte, ancak hiç kimse bir kabadayının tavırlarına maruz kalmak  ve bir kabadayı ile uzun süre yaşamak istememektedir. Kruşçev'in BM'görüşmelerinde ayakkabısını çıkarıp masaya vurması diplomaside sert tavra örnek olarak elbette ki akılda kalıcı olmuştur ama ABD'nin ve Batı'nın tavrını değiştirmesi yönünde hiçbir etkisi olmamıştır. Bizim gücümüzü Sovyetler Birliği ile kıyaslarsak bizim başbakanımızın veya bakanlarımızın sert demeçleri ve kabadayı tavırlarının ne kadar etkisiz olduğunu tahmin etmek sanırım hiç te zor değildir. Bu tavır ve sert söylemler; sadece iç kamuoyunu kandırmaya, vatandaşlarımıza yalancı bir mutluluk duygusu tattırmaya yarar yoksa ilişkilerin başarısına hiç bir faydası olmaz, olmamaktadır da.
Başbakanımız sanırım van minit olayından sonra Arap ülkelerinde bir kahraman gibi karşılanmasının da gazına gelerek bu tavrını bir alışkanlık haline getirmiştir. Bu andan itibaren dış işleri bakanı da artık arka planda kalmaya başlamıştır. Bir de hükumetin olayları hatalı değerlendirmesi ve Türkiye’nin gücü ve etkinliğini olduğundan fazla hesaplaması yüzünden birçok hatalı kararlar verilmeye başlanmış, Davutoğlu’nun ilk başlarda savunduğu başta komşularla sıfır sorun politikası olmak üzere birçok politika artık sadece lafta kalmaya başlamıştır.
 Bunun en kötü sonuçları Suriye politikalarından sonra ortaya çıkmıştır. Esat, gerek içeride sağladığı destek, gerekse İran, Rusya, Çin gibi devletler ve Hizbullah gibi ordulaşmış silahlı örgütlerin de desteğiyle hesaplanandan çok daha uzun süre dayanmış, halen de dayanmaktadır. Hükümetimizin beklediği uluslar arası müdahale kararı da gelmeyince işler iyice sarpa sarmıştır.
Türkiye,  gerek direnişçilere verdiği destek, gerek ülkesine aldığı ve bir türlü kontrol altında belli bölgelerde tutamadığı sığınmacılar, gerekse destek verdiği silahlı şeriatçı radikal örgütler ve yaptığı eylemler ile bunların Suriye’de savaş hukuku ve genel insani değerlerle pek te uyuşmayan canice davranışlar yüzünden hem ekonomik, hem güvenlik hem de uluslar arası ilişkiler açısından oldukça büyük sıkıntılara maruz kalmaya başladı. Durum kötüye gittikçe başbakanımız iyice sert demeçler vererek gerek batı ülkelerine gerekse Rusya’ya suçlayıcı bir dille ve yine kabadayı tavrıyla yaptığı eleştirilerin dozunu oldukça artırdı. Ama tabii ki, başta basın yayın organları ve kendisini destekleyenler tarafından ve ‘’bakın başbakan batılılara nasıl kafa tutuyor, helal olsun’’ söyleminden halkımızın bir kesimi büyük bir gurur (!)duymuş olsa da yabancı devletler bundan pek etkilenmiş, dahası bunu pek umursuyor görünmüyor. Aksine Türkiye kendini çok haklı gördüğü ve bununla övünmeye çalıştığı, övgü ve taktir beklediği bu davada artık yavaş yavaş sorgulanmaya, eleştirilmeye ve sorgulanmaya başladı.
Bunun en yoğun olarak yaşandığı ve artık tepkilerin açıkça ortaya çıktığı yer ise Sayın Cumhurbaşkanımızın katıldığı BM zirvesi oldu. Zirveyi izleyen ve durum hakkında değerlendirmelerde bulunan bazı gazeteciler de bu durumu artık yazılarına taşımaya başladı. Peki New York’ta neler oldu, neler oluyor, tepkiler ve eleştiriler nelerdir? Bu konu önemli çünkü bu BM toplantısı neredeyse bütün dünyanın bir araya geldiği bir toplantı olduğundan genel durumu göstermesi açısından çok önemlidir.
New York - BM Genel Kurulu nedeniyle bir araya gelen dünya liderleri, ülkesinin ve insanlığın karşı karşıya olduğu en ciddi problemleri bir hafta boyunca konuşup görüş alışverişinde bulundular. Suriye, İran, insanî yardımlar, engelliler, bin yıl kalkınma hedefleri, enerji gibi pek çok konu ele alındı.
Türkiye’nin en çok başını ağrıtan konu olan Suriye krizi, dünyanın da en önemli problemi olarak ele alındı. Bu yüzden Cumhurbaşkanı Gül de BM konuşmasının üçte ikisini buna ayırmıştı. Krizin Türkiye, bölge ve dünya için taşıdığı riskleri ve çözüm önerilerini anlattı. Mülteci sayısı 500 bine çıkmış, harcamaları 2 milyar doları bulmuştu. Sadece mülteci sorunu değil, sınır güvenliği tehlikeye girmiş, savaş yer yer kendisine sıçramış, ticareti baltalandığı gibi sınır illerinde istikrar sıkıntılı hale gelmişti.
Gül, Güvenlik Konseyi’nin çözüm için bir şey yapmamasının utanç verici olduğunu, kimyasal silahların imha edilmesinin olumlu ama yetersiz olacağını söyledi. Sağlam bir siyasî stratejiye dayalı adım atılmazsa ölü sayısının, göçün, bölgesel gerilimin ve radikalleşmenin artacağı uyarısında bulundu.
Suriye’den hareketle nasıl bir BM olması gerektiğini de anlattı Gül. Ülke içinde meşruiyeti olmayan yönetimlerin dünya barışını da tehdit ettiğini, Mısır’ın adını vermeden halkın rızasına dayanmayan rejimlerle istikrar aramanın nafileliğini hatırlattı.
Krizin en büyük mağduru olarak kendini gören, bir şey yapmadığı için BM’yi suçlayan Türkiye’nin bu tavrı nasıl bir karşılık buldu dersini? Beklediğinin tam aksine destek yerine beklemediği ağır eleştirilerle karşılaştı.  Türkiye, Suriye’deki terör gruplarını desteklemekle, sınırdan geçişine izin vermekle suçlanıyordu.
Röportajlarında ve düşünce kuruluşlarındaki konuşmaların soru cevap bölümünde Gül’ü en çok sıkıştıran sorular bu konudan geldi. “Binlerce yabancı cihatçı sınırınızdan Suriye’ye geçiyor. Önlemek için ne yapıyorsunuz?” diye soruyordu gazeteciler. İnsan Hakları İzleme Örgütü yetkilisi de muhalefetin yaptığı bir katliamın raporunu yayınlayacaklarını söyledikten sonra, “Sınırdan rahatlıkla girip çıkan bu radikal gruplar için ne yapacaksınız?” diye sordu. Washington Post röportajında da gazeteci  Gül’ü bu konuda sıkıştırmıştı. CNN röportajı da farksızdı. Cevaplarda, Türkiye’nin bu tehlikeye karşı dünyayı uyardığı, zulümler yüzünden karıncayı incitmeyecek insanların teröriste dönüşebildiği, iç savaşta insanın bilincini kaybettiği, iş uzadıkça makul muhalefetin eridiği söylense de bu pek ikna edici bulunmuyordu.
Esat’ın uçak ve füzelerle insanları öldürdüğü, kimyasal silah kullandığı unutulmuş; El Kaide bağlantılı ve diğer aşırı gruplar ile Türkiye’nin bunlarla ilişkisi ana konu olmuştu. Savaşta Esat’ı destekleyen İran, yeni cumhurbaşkanı Ruhani sayesinde, sempatik bir aktör gibi görülürken, Türkiye’ye Sünni terör gruplarının sponsoru ve geçiş güzergâhı gibi bakılmaktaydı. Türkiye algısı, Afgan savaşındaki rolüyle Pakistan’a benzemeye başlamış görünüyordu.
Ruhani’nin Washington Post’taki makalesinde El Kaide gibi örgütlerle mücadelede işbirliği çağrısında bulundu. Din adına terör yapanların çoğu Sünni olduğu için dünya çapında bir Sünni fobisi oluşturulmaktadır. Şiiler daha makul diye lanse ediliyor.
Peki bunun sonuçları ne olabilir. Bu durum ileride de önümüze gelebilir ve bize karşı koz olarak ta kullanılabilir. Türkiye teröre destek veren ülke gibi de algılanabilir, itham edilebilir. Başta uyuşturucu olmak üzere kaçakçılık açısından, kaçak olarak batı illerine çalışmaya gidenlerin oluşturacağı ekonomik kayıplar ve güvenlik sorunları açısından, bazı radikal grupların ülkemizde kökleşerek Reyhanlı benzeri başka eylemler yapması açısından, şimdiye kadar milyarlar sarf ettiğimiz sığınmacıların yaratacağı ekonomik ve güvenlik sorunları açısından çok büyük problemlerle karşı karşıya gelebilir. Bu duruma derhal bir çare bulunmazsa yaratacağı iç sorunların yanında uluslar arası arenada oluşan tepkiler büyüyerek sıkıntı içinde kalabiliriz.
Peki bunu önlemek için ne yapabiliriz ve neler yapılmalıdır?
Kendi iç demografik yapısı, bölgedeki konumu ve uluslararası ilişkilerini dikkate alarak Türkiye derhal bu tuzaktan çıkmanın çarelerini aramalıdır. İlk olarak terör örgütü olarak kabul edilen örgütlerle ilişkiler tamamen kesilmelidir. Nusra gibi El Kaide bağlantılı gruplara kesin mesafe koyup, rejimin katliamlarına karşı çıkıldığı gibi radikal grupların vahşetine de aynı tepki gösterilmelidir.
Krizin hemen çözülmeyeceğini artık ortadadır. Sınırın mevcut durumu büyük sorunlar yarattığı gibi yeni ve daha büyük sorunlara da sebep olabilir. Sınırın kontrolüyle ilgili daha radikal tedbirler almak ve kontrolsüz her türlü geçiş önlenmeli, terör örgütlerine mensup ve insanlık suçu işleyen kişilerin takibi için dünyayla işbirliği yapılmalı, bunların Türkiye’ye giriş çıkışları ve ülkemizi bir lojistik üs olarak kullanmaları önlenmelidir.
Uluslararası arenada savaş çığırtkanlığı görüntüsü vermekten kaçınmaya özen gösterilmeli ama bu çatışmaların bir an önce son bulması için çok taraflı çabalara ağırlık verilmelidir.
Sığınmacılar belirlenen kaplarda barındırılmalı, kamp yerinin bulunduğu yerleşim yerinden veya sınırdan kaçak olarak girerek kontrolsüz olarak ülkemizde dolaşan Suriyelilerin batı illerine ve ülkemizin diğer bölgelerine gitmeleri engellenmelidir.
Hükümetimiz ve basınımız artık söylemlerini değiştirmeli ve meshep ayrımcılığı yaptıkları görüntüsü veren yazı ve konuşmalardan vazgeçmeli, konuya insani bir sorun olarak bakmalı ve her dini ve etnik gruba bu pencereden yaklaşmalıdır.
Daha bunun gibi yapılacak birçok şey sıralanabilir. Bunu konuya daha yakından vakıf olan hükümetimiz ve devlet yetkilileri  daha iyi değerlendirip diğer önlemleri de en kısa zamanda almalıdır. Yoksa bu gidişle Suriye’de iç savaşı kim kazanırsa kazansın savaşın malubu ve mağduru Türkiye olacaktır.
Saygılarımla.


1 Ekim 2013 Salı

Resim nedir?


Bundan sonra, zaman zaman blogumuzda bazı sanat dalları hakkında aydınlatıcı bilgiler vermeyi planlıyoruz. Bu yazılar genellikle misafir bir yazar ve benim tarafından yazılacaktır. İlgilenenler olursa buna devam etmeyi düşünüyoruz. Bu uygulamanın ilk yazısı da resim hakkında olacaktır.

Herkes hayatı boyunca mutlaka bir dönem resim yapmıştır. Resim yapmak derken illa ki yağlı boya tablolardan bahsetmiyorum. Kara kalem, pastel boya veya  sulu boya  ile bir şeyler yapmaya herkes en azından okulda resim derslerinde gayret göstermiştir.

Buna rağmen resim sanatına ilgi ülkemizde yeterince yüksek değildir. Resim galerilerini gezerken buraya sırf ne oluyor diye merak edip şöyle bir bakanları da göz önüne alarak söyleyebilirim ki çok az kişi rağbet etmektedir. Biz burada resme bu genel ilginin yanında daha çok resim yapmaya amatör veya profesyonel olarak ilgi gösteren/gösterecek olan kişilere genel bilgi vermeye yönelik yazılara ağırlık vereceğiz.

Kime; ''Resim yapmaya ilginiz var mı?'' diye sorsanız size genellikle resim yeteneğinin olmadığını söyleyecektir. Doğrudur, resim de bir yetenek gerektirir ancak ilgi olmadan yetenek ortaya çıkmaz. Bu soruyu sorduğunuz şahıslara hiç resim yapmayı öğrenmeye çalıştınız mı diye sorun, muhtemelen hayır cevabını alacaksınız. Sizde yetenek olup olmadığını anlamanın en iyi yolu bunu sınamaktır. Kimsenin yeteneği alnında yazmaz. Deneyin, belki de içinizde bir dahi yatıyordur. Bunu ancak deneyerek öğrenebilirsiniz.

Denediniz ve sizde büyük bir ressam olacak yetenek olmadığına karar verdiniz. Yine de resimle ilgilenebilir, kendinizi geliştirebilirsiniz. Çünkü hiç kimse, hiç resim yapamayacak kadar yeteneksiz olamaz. Siz en azından bir hobi kazanacak, hayatınıza renk katmış olacaksınız. Hobi deyip geçmeyin. Unutmayın işleri başından aşkın, koca bir imparatorluğu idare eden Osmanlı padişahlarının çoğunun bir sanat veya zanaat kolu ile ilgilenmek gibi hobileri olmuştur.Onlara faydası olan mutlaka size de yarar sağlayacaktır. Hobilere sahip olmak için illaki çok yetenekli olmaya gerek yoktur. Dünyada bir tane Pele, bir tane Maradona vb. çıkmasına rağmen her ülkede olduğu gibi Türkiye'de de milyonlarca kişi futbol oynamaktadır. Kimse ne kadar yetenekli olduğunu önemsememekte, futbol oynamanın kendisinden keyif almaya çalışmaktadır.  Neden bu resim ve benzeri sanat kollarında da olmasın ki?

Şimdi ilk sanat yazımız olan ''Resim nedir? konusuna geçiyor ve misafir yazarımızın yazısını aşağı da sunuyorum. Saygılar sunarım.

Resim Nedir?

Resme başlamak kolay bir şeydir. Çünkü resim yapmak kolaydır. Çünkü basittir. Düz bir yüzeye bazı boya maddelerini sürersiniz ve bu bir tür renk imgeleri bırakır. Ama yine de resme yeni başlayan bir kişi ne yapacağını tam olarak bilemez.

Hele, galerileri ve resim müzelerini gezmek ve buradaki resimleri görmek bazen insanda umutsuzluk duygusu yaratabilir. Yüzlerce değişik resim, bir o kadar değişik metotlar kullanılarak yapılmış ve oralarda sergilenmektedir. Bu kadar çok değişik türde resim yapılmış olması kafanızı karıştırabilir. Ancak bu duygudan hemen sıyrılın. Bu gün resme başlayan bir kişi; kafasındaki düşüncelerin azlığı değil, çokluğu nedeniyle güçlük çekmekte ve resim sanatından korkmakta veya çekinmektedir.

Aslında bu kadar çok ve değişik türde resmin olması sizi korkutsa da, aslında geçmişin resminin anlaşılması göründüğü kadar karmaşık ve güç değildir. Dolayısıyla sorun sandığınız kadar büyük değildir. Büyük yetenek ve karmaşıklıklar gösteren bu resimler hakkında bilgi edinmek size mutlaka fayda sağlayacaktır. Ancak resim yapmaya yeni başlamış veya başlayacak kişiler olarak asla resimlerinizi bu resimlerle kıyaslamayın.

Yapmanız gereken; kendiniz yapmayı tasarladığınız şeyin üzerine odaklanın. Bu sizi motive eder ve her zaman daha iyi sonuçlar verir. Birçok başarılı resmin esas unsuru yalın olmasında yatar. Onun için hemen karmaşık resimler yapmaya çalışmayın, yalın ve basit şeylerle başlayın.

Diğer bir önemli konu da çoğu insanın resim ile fotoğrafı karıştırmasıdır. Bunu yapmayın. Fotoğraf karşıda bulunan nesnelerin üzerinden yansıyan ışığın kameraya yansıtılması sonucu elde edilen daha çok teknik bir konudur. Bir tripota sabitlenmiş fotoğraf makinesinde deklanşöre kim basarsa bassın aşağı yukarı aynı görüntü elde edilir. Resim ise çok farklı bir şeydir. Aynı noktadan bakan iki kişinin yaptığı resim çok farklı olabilir. Çünkü resim kişiseldir. Karşıda ne olduğu kadar resmi yapanın ne gördüğü ve nasıl gördüğü de önemlidir. Sadece bilgiler değil duygular da önemli bir etkendir.

Tüm bu sebeplerden dolayı kendinizi sıkmayın. Rahat olun. Başkalarının düşüncelerine değil kendi duygu ve düşüncelerinize göre hedefinize bakın veya kafanızdan hayali olarak tasarladığınız ve beyninizin içinde oluşan şekli görün ve resminizi yapın.

Şimdilik bu kadarlık bir giriş ile konumuzu sonlandırıyoruz. Gelecek günlerde resimle ilgili değişik konularda bilgiler vermeye devam edeceğiz.

Hoşça kalın.

Bombalı paket mi yoksa kozmetik ambalajı mı?




Merakla beklenen paket nihayet bu gün açıldı. Konu o kadar önemliydi ki, paket kameralar önünde başbakan tarafından açıldı ve  içinden çıkan şeylerin ne olduğu da daha iyi anlaşılsın diye tek tek açıklandı.
Başbakanımız konunun hassasiyetini bildiğinden olacak, gelebilecek tepkilere karşı daha paketi açmadan önleyici savunma manasında klasik manevralarını yaptı. Demokrasi ile şehitlerimizin ne alakası vardır diyebilirsiniz ama konuya şehitlerimizin isteklerini yerine getiriyoruz diye giriş yaptı. Dirilerin pek beğenmeyeceğini tahmin ettiğinden olsa gerek, ölülerden destek arar gibiydi. Aslında politikacılar kadar, açıklayacağı şeylere tepki göstereceğini bildiği ve muhalefet partilerinin liderleri gibi kolayca hırpalayamayacağı şehit ailelerine mesaj vermeye çalışıyordu.
Bu paket son nokta değildir diyerek paketin yetersiz olduğunu söyleyecek çevrelere karşı da bir önlem alıyor, daha sonra büyük bir pişkinlikle Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyetini temellerinden sarsacak bu adımları yine; ‘’Atatürk’ün ileri adımları, Türkiye’yi muassır medeniyetler seviyesine çıkarmayı hedeflemiştir.’’ diyerek Atatürk’ün istediği doğrultusunda hareket ettikleri şeklinde sunmaya çalışmıştır.
Sonra da, çok moda olan herkesin hassasiyet gösterdiği darbeciler söylemiyle konuşmasına devam etmiştir. ‘’Demokratikleşme paketleri milletin yüzünü güldürdü, darbecilerin uykularını kaçırdı. Biz milletimizi mutlu edecek ne varsa onu yapmaya devam edeceğiz. Halka rağmen ileri adım atmak mümkün değildir.  Vatandaşlarının kökeniyle, inancıyla uğraşan bir devlet yoktur. Vatandaşının taleplerine, gözyaşına kulak tıkayana bir devlet yoktur. Artık kamu alanını otoriter kılan bir devlet anlayışı yoktur. Milletin ihtiyaç ve talepleri 1960 darbesiyle baskı altına alınmıştır. Değişimin önündeki en büyük engel 27 Mayıs'ın o karanlık gölgesidir. Devleti ve siyaseti dönüştüren de milletin kendisi olmuştur. Malum zihniyet 27 Mayıs'ın korkularını canlandırmaya çalışılacaktır.‘’ diyerek paketin içeriğinin ne yönde olacağının işaretlerini vermeye devam etti.
En sonunda da, aslında en az çekindiği, konuşmasına girişte en son sıraya koymasından da belli olan Bahçeli ve Kılıçtaroğlu liderliğindeki muhalefet partilerine salvolarla saldırıya geçti. ‘’11 yıl boyunca her reformla Türkiye bölünüyor, dağılıyor dediler, göreceksiniz yine aynısını diyecekler. İstiklal Marşı'nın ilk kelimesinde "Korkma" diyor. Korkaklar zafer anıtı dikemez. Türkiye'nin bölünme diye bir meselesi yoktur. Ama muhalefet sorunu vardır. Muhalefetin artık korku üslubunu bir yana bırakması gerekmektedir. Böyle bir muhalefetle yeni bir Anayasa mümkün olamadı. Pakette milletten saklanan hiçbir şey yoktur. Her bir maddenin sözü geçmişte verilmiştir. ‘’ diyerek daha tartışma başlamadan öne geçmeye çalıştı, gelebilecek tepkilerin sorumluluğunu da onlara attı.
Bu ön girişten sonra madde madde açıkladığı paketten özet olarak şu konular ortaya çıkmıştır.
1. Yeni seçim sisteminin nasıl olması gerektiği konusunda 3 farklı alternatifi tartışmaya açıyoruz.    
    a. Mevcut sistemle, yani yüzde 10 barajıyla devam edebiliriz…
    b. Barajı yüzde 5’e çekip, 5’li gruplandırmayla Daraltılmış Bölge Seçim Sistemini uygulayabiliriz.     
    c. Üçüncü seçenek olarak da, ülke barajını tamamen kaldırarak, Dar Bölge Seçim Sistemini getirebiliriz…
2. Siyasi partilere devlet yardımı için yüzde 7 olan mevcut oranı yüzde 3’e çekiyoruz.
3. Siyasi Partilerin; mevcut durumda, bir ilçede teşkilatlanmak için, ilçe sınırları içerisindeki beldelerin en az yarısında teşkilat kurma zorunluluğu vardı, bunu kaldırıyoruz.
4. Tüzüklerinde yer almak ve 2 kişiden fazla olmamak kaydıyla, partilere, eş genel başkanı sistemini uygulama imkânı getiriyoruz.
5. Seçim Kanunu hükümlerine göre, oy verme hakkına sahip olan herkesin, siyasi partilere de üye olabilmesinin önünü açıyoruz.
6. Yine Siyasi Partiler Kanunu’nda yapacağımız değişiklikle, farklı dil ve lehçelerde siyasi propaganda imkânını getiriyoruz.
7. Yeni süreçte, nefret, ayrımcılık, yaşam tarzına müdahale gibi suçlarla daha etkin şekilde mücadele etmeye başlıyoruz. Belirli suçlar, kişinin, dili, ırkı, milliyeti, rengi, cinsiyeti, engelliliği, siyasi düşüncesi, felsefi inancı, dini veya mezhebi nedeniyle işlenirse, cezası daha da ağırlaşacak. Kişinin, inançlarının gereğini yerine getirmesi dolayısıyla, belli haklarını kullanmasını, belli haklardan yararlanmasını engelleyenleri ceza kapsamına alıyoruz. Bu sebeple işlenen suçun cezasını da 1 yıldan 3 yıla kadar artırıyoruz. Ayrımcılıkla mücadele ve eşitlik kurulu kuruyoruz. Türk Ceza Kanunu’nda yapacağımız değişiklikle, dini inancın gereğinin yerine getirilmesinin engellenmesini de ceza kapsamına alıyoruz. Dini ibadet ve ayinlerin, bireysel olarak da yapılmasının engellenmesini aynı şekilde bu kapsama alıyoruz.
8. Türk Ceza Kanunu’nda, belirli harflerin kullanılmasından dolayı var olan cezai müeyyideyi kaldırıyoruz. (Yani; x,w,q harflerini alfabeye almasak ta bu harflerin kullanılmasının yolunu açacağız.)
9. Toplantı yer ve güzergâhının belirlenmesinde Mülki Amir, ilgili Sivil Toplum Örgütlerinin görüşlerini almak suretiyle, nihai kararını verecek. Toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin sürelerini uzatıyoruz. Açık yerlerde, güneşin batışından bir saat önceye kadar sürebilen toplantılar, güneş batmadan dağılacak şekilde; kapalı yerlerde saat 23’e kadar süren toplantılar da, saat 24’e kadar yapılabilecek. Toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde, hükümet komiseri uygulamasına son veriyoruz. Mevcut durumda, Hükümet Komiseri tarafından üstlenen yükümlülükler, artık Düzenleme Kurulları tarafından yerine getirilecek. Kurul, toplantının amacının dışına çıktığı veya düzen içinde gerçekleşmesinin imkansız olduğunu gördüğü durumda, dağılma kararı alacak ve durumu kolluk amirine bildirecek. Gösteri ve yürüyüş, kanuna aykırı hale gelirse, Düzenleme Kurulu, gösteri ve yürüyüşün sona erdiğini ilan edecek ve bunu kolluk amirine bildirecek. Düzenleme Kurulu bu görevi yerine getirmezse, o mahallin en büyük mülki amiri, toplantıyla ilgili kararını verecek.
10. Özel okullarda farklı dil ve lehçelerde eğitim verilmesini mümkün hale getiriyoruz. Programlar, Kanun’da yer aldığı gibi, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından belirlenecek. Yine mevcut Kanun’da yer aldığı gibi, bu okullarda da belli dersler Türkçe olacak.
11. Köy isimlerinin değiştirilmesinin önündeki yasal engeli kaldırıyoruz. Köylerin 1980’lere kadar kullandıkları tarihi isimlerini yeniden almasını mümkün hale getiriyoruz. İl ve İlçe isimlerinin değiştirilmesi yönünde talepleri Hükümet olarak dikkate alacağız.
12. Nevşehir Üniversitesi'nin ismini, Hacı Bektaş Veli Üniversitesi olarak değiştiriyoruz.
 13. Kişilerin özel bilgileri ilgisiz kişiler tarafından kullanılamayacak, ilgisiz kişilerle paylaşılamayacak. Bununla ilgili yasal düzenleme yapılacak.
14. Kurban derisi, fitre ve zekât toplama konusunda Türk Hava Kurumu’na yetki verilmiş, şimdi, yasal olarak da bu son veriyor, söz konusu hükmü kaldırıyoruz. Vatandaşımız, bundan sonra yardımlarını istediği yere verebilecek.
15. İkinci kısımda, sadece idari düzenleme gerektiren reformlarımız bulunuyor. Bu düzenlemeleri, Bakanlar Kurulu Kararı, Genelge ya da Yönetmelik Değişikliğiyle gerçekleştirmek mümkün".
16. Kılık Kıyafet Yönetmeliğini değiştirerek, kamu kurumlarında başörtüsü yasağını kaldırıyoruz.
17. İlkokullardaki öğrenci andı uygulamasını kaldırıyoruz. Geçen yıl, ortaokullarda bu uygulamayı kaldırmıştık. Şimdi de, ilkokullarda bu uygulamaya son veriyoruz.
18. Mor Gabriel, diğer adıyla Deyrulumur Manastırı arazisi, manastır vakfına iade ediliyor. Şu ana kadar, bu kapsamda 250’den fazla iade yaptık ve 2,5 milyar Liralık mülkü hak sahiplerine teslim ettik.
19. Roman vatandaşlarımızın dil ve kültürleri ile, karşılaştıkları sorunlara ilişkin araştırmalar yapmak, çözüm önerileri üretmek amacıyla, bir ilimiz üniversitesi bünyesinde, Roman Enstitüsü kuracağız.
20. Türkiye’de, bugüne kadar, tek bir paket halinde açıklanan en kapsamlı reform sürecini başlatıyoruz. Bu süreci en kısa zamanda tamamlayacak, yeni hedeflere doğru ilerlemeye devam edeceğiz. Bu paketle birlikte, Türkiye ekonomisi, demokrasisi, Türkiye’nin toplumsal yapısı ve kardeşliği inanıyorum ki çok büyük güç kazanacak.
Açıklamanın hemen ardından gazetecilerin ve siyasi partilerin ilk tepkileri gelmeye başladı. Ben burada gazetecilerin bireysel değerlendirmelerini bir yana bırakarak siyasi partilerin tepkilerinden kısaca bahsetmek istiyorum.
Önce bu paketten büyük beklentisi olan BDP ile başlayalım. BDP’liler, paketten beklediğini bulamadıklarını, özel okullarda anadilde eğitim, köylerin eski adlarının kullanılması ve üç harfin kullanımının serbest bırakılmasının zaten kendi mücadeleleri ile uygulanan şeyler olduğunu, hükümetin sadece mevcut durumu yasalaştıracağını, ayrı bir halk temelinde daha farklı beklentileri olduğunu, bu sebeple paketten hayal kırıklığına uğradıklarını açıkladılar. Bir milletvekili bu durumu; ‘’Demokrasi paketi dediler ama bu paket kozmetik paketi çıktı.’’ diye özetledi.
MHP ise pakete daha kısa ve net bir tavırla toptan karşı koyduğunu açıkladı. Oktay Vural bu tepkiyi; ‘’Demokrasi paketi değil bombalı paket.’’ diye özetledi.
CHP ise; daha sonra açıklama yapacaklarını söylemekle beraber paketin yukarıda belirtilen 7’nci maddesi hariç diğerlerine karşı olduklarına dair bazı milletvekilleri beyanatta bulundular.
Bu konu muhtemeldir ki önümüzdeki günlerde de siyasi partiler, basın ve kamuoyunda derinlemesine tartışılacak. Ancak aslında açıklanan maddelere bakılınca metin ile ne amaçlandığı pek te anlaşılmaz bir sır gibi görünmemektedir. Dilerseniz bu maddeleri sırasıyla inceleyelim.
Birinci madde ile ilgili eleştiriler hep seçim barajının kaldırılması veya makul bir seviyeye indirilmesi yönünde olmuştur. Gerçi MHP buna kaşı çıkmış ancak şimdiye kadar AKP de bu konuda olumlu bir tavır sergilememiştir. CHP’nin tavrı bazen barajın kalkması, bazen de indirilmesi yönünde ifade edilmiştir. Ancak mevcut sistem güçlü partilere, güçleri oranında avantaj sağladığından en fazla faydayı AKP’ye sağlamıştır. Bu yöntemin, pek dile getirilmese de MHP ve CHP’ye ve hatta BDP’ye bile fayda sağladığı açıktır. Çünkü bu patiler meclise daha fazla milletvekili sokabilmektedirler. Ayrıca; Saadet Partisi, BBP,DP gibi küçük partilere oyum ziyan olmasın diye oy vermeyen kişiler çoğunlukla AKP ve bir kısmı da MHP’ye oy verirken, DSP, İP, ÖDP gibi küçük sol partilere oy verecek seçmenler de CHP’ye oy vermektedir. A. Melik Fırat ekibi ve sosyalist kesimden bazı gruplar da benzer sebeple AKP veya BDP’ye oy vermektedir. Ancak mevcut durumda, her seçimde büyük sıkıntı çeken BDP yine de barajın kaldırılmasını en çok isteyen partidir. Eğer AKP;  mecliste MHP ve CHP’nin de bir şekilde desteğini alabilirse bu barajı korumayı isteyecektir. AKP’nin ikinci sıraya koyduğu seçenek barajı düşürmek yönünde olsa da yine de bu baraj taraftarları kendisine oy vermesi muhtemel küçük partilerin ulaşmakta zorlanacağı kadar yüksektir. 3’üncü sıraya koyduğu ülke barajını kaldırıp dar bölge seçim sisteminin daha şimdiden en çok BDP’nin tepkisini çektiği görülmektedir. Çünkü bu sisteme geçilirse BDP’nin Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri dışında herhangi bir bölgeden milletvekili çıkarması neredeyse imkânsız hale gelecektir.
Bence,  bu hassasiyetleri bilen hükümet diğer partilerle önceden görüşerek barajı talep edildiği gibi kaldırmak veya çok düşük bir seviyeye indirmek yerine üç alternatif ortaya atarak seçimde kendisine en fazla avantajı sağlayacak bir yöntem ortaya koymak için konunun tartışmalara boğulmasını amaçlamaktadır.
Burada görüldüğü gibi aslında ne hükümetin, nede diğer partilerin, daha geniş bir halk kesiminin daha demokratik bir şekilde mecliste temsil edilmesi umurunda değildir. Amaç, demokrasi havarisi görüntüsü altında kendi partilerine avantaj  sağlamaktır.
İkinci madde de tamamen para ile ilgili bir konu olup bunun demokratikleşmeye nasıl bir etkisi olacakmış bilemiyorum. Küçük partiler paraları olmadığı için değil, baraj yüzünden meclise girememektedir.
Üçüncü maddenin demokrasiye nasıl bir hizmeti olacak anlamış değilim. Kimsenin gündeme getirdiği öncelikli bir konu olduğunu da sanmıyorum.
Dördüncü madde de yapılan, sadece BDP’de olan bir uygulamanın kanunlaştırılmasıdır. Bu konunun,  BDP’ye ve bu sistemi BDP’ye dayatan Apo’ya bir jestten başka demokratik hiçbir anlamı yoktur.
Beşinci madde de ne kastediliyor daha netleşmeye ihtiyacı var. Yani oy kullanabiliyor diye memurlar, özellikle de polis ve askerler siyasi partilere üye olabilecekler mi? Eğer öyleyse bunun çok olumsuz sonuçları olacağını söylememe bile gerek yok sanırım.
Altıncı madde tamamen BDP ve PKK’ya yönelik bir taviz, pazarlıklarda öngörülen bir madde den başka bir şey değildir. Başka hangi etnik grup nerede böyle bir talepte bulunmuş, bulunsa da ne kadar uygulama imkânı var ki?
Onüç ve Yedinci maddeler bu paketin en olumlu ve en demokratik maddesi gibi görünmektedir. Ancak yedinci maddenin bazı bölümleri 16’cı madde ile beraber değerlendirildiğinde sanki; üniversiteye türbanlı giren öğrenciyi engelleyen rektör, meclise türbanlı kadın milletvekilinin girmesine tepki gösteren milletvekili, işyerinde namaz kılan personeline karışan işveren veya devlet dairesinde oranın amiri bundan böyle cezası 1 ila 3 yıl olan bir suçu işlemiş olacak ve yargılanacak denmek istenmektedir.
Sekiz, on, onbir  ve onyedinci maddeler de yine devletin üniter düzeninde oluşturulacak bir çatlak, temellerine döşenen patlayıcıdır. Bunlar, BDP ve PKK ile yapılan pazarlıklarda verilen tavizlerin uygulaması gibi görünmektedir.
Dokuzuncu maddede ise toplantı ve gösteri hakkını artırıyoruz derken aslında gösterileri saat olarak kısıtlamakta, devlet komiseri kaldırılıp yerine bir kurul oluşturularak devlet denetimi artırılmaya çalışılmaktadır. Yani bana pek te demokratik bir madde gibi görünmedi.
Ondördüncü madde ve bahanesi de çok ilginç görünmektedir. Gerçeği bilmesem kurban derisi toplamanın en önemli demokratik haklardan biri olduğunu sanırdım. Gerçek şudur. Kurban derisini şimdiye kadar resmi olarak Türk Hava Kurumu toplarken gizli olarak ta cemaat ve tarikatlar toplamakta idi. İşte hükumet bu kesimlerin açık ve rahat bir şekilde deri toplamasını, yani ekonomik olarak biraz daha güçlenmelerini sağlamak için böyle demokrasi ile pek te ilgisi olmayan bir konuyu pakete koymuştur.
Hükümet toplumu din, mezhep, etnik temel vb. her alanda ayrıştırmaya sanki özel bir özen göstermektedir. Kürtler için alfabe, okul, çingeneler için enstitü. Çingene vatandaşlarımızın en önemli talepleri ve sorunu bir enstitü değildir herhalde.
Hükumet Fener kilisesinden sonra doğu Hristiyan cemaatlerini de ayağa kaldırıp kalkındırmak için bu paketi uygun bir fırsat olarak değerlendirmiş olacak ki, herkese vaat verirken bunlara para ve mülk vermektedir.
Her nedense Alevi vatandaşlarımıza da, sizi de unutmadık demek istercesine bir ilimizin ismi değiştirilerek bu vatandaşlarımızın esas taleplerinden hiç bahsedilmeyerek üvey evlat muamelesi yapılmıştır.
Yani sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. Bu paket adı gibi demokrasi ile pek te ilgisi olmayan bir pakettir. Paket PKK ile müzakere ve dini grupları kollama paketinden başka bir şey değildir. Çünkü görüldüğü kadarıyla bu paketten sadece; PKK ve BDP, Süryaniler, tarikatlar ve AKP’nin esas çekirdek kitlesini oluşturan muhafazakâr kesimlerden başka hiç kimse herhangi bir şey elde etmemektedir.
Bu paket toplumun tamamına hitap eden, kapsayıcı, birleştirici bir paket değil aksine ayrıştırıcı ve bölücü bir pakettir. Zaten bunun başbakan da farkında olacak ki konuşmasında bu pakete tepki göstereceğini bildiği her kesime karşı savunma yaparak paketi açıklamadan önce savunmasını yapma ihtiyacı hissetmiştir.
Saygılar sunarım.