.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

25 Aralık 2022 Pazar

Kapitalizmin Kölelik Düzeni: Halk büyük şirketleri ayakta tutmak için çalışıyor.

 İlkokulda öğretmenimiz bir hikaye anlatmıştı. Sanırım, en kaliteli ve dayanıklı ürünü üreten kişinin çok satış yapacağını ve zengin olacağını düşündüğümüzden bunun böyle olmadığını bize açıklamaya çalışıyordu.

Hikaye, yıllar boyunca yıpranmayan ayakkabı yapmayı başaran ve zengin olacağını düşünen bir ayakkabıcının iflas edip tüm parasını kaybetmesinden bahsediyordu. Adam, bir kasabada dükkanını açmış. Kasabada başka ayakkabıcı olmadığından hemen ayakkabı imalatına başlamış. 

Kasabalılar ayakkabı alıp da kalitesinden memnun kalınca diğer insanlara söylemişler. Böylece bütün kasaba ayakkabı almak için sıraya girmiş. Ayakkabıcı siparişlere yetişemiyormuş. Bu yüzden kendisine yardımcı olsun diye birkaç çırak almış ve hızla imalata devam etmiş.

Ayakkabı talebi çok yüksek olduğundan borca girerek en az bir yıl yetecek kadar malzeme satın alıp deposuna koymuş. Fakat bir süre sonra ilginç bir şey olmuş. Ayakkabı alanlar ayakkabılar yıpranmadığından başka ayakkabı almamışlar. 

Nitekim ayakkabı talebi yavaşlamaya başlamış. Tüm kasabalılar birer ayakkabı alınca siparişler durma noktasına gelmiş. Farklı elbiseler için farklı renkte ikinci ve üçüncü ayakkabıyı alanlar da bitince adamın dükkanına kimse uğramaz olmuş. 

Bu durum adamı çok zor duruma sokmuş. Çünkü borçla malzeme alıp depoya atan adamın borcunu ödeme zamanı gelmiş. Deposu malzeme ile doluymuş ancak borcunu ödeyecek kadar parası yokmuş. Bir de dükkan kirası ve çırakların ücretleri eklenince adam iflas etmiş ve dükkanı kapatmış.

Öğretmen bu hikayeyi anlattıktan sonra şunları söyledi: "En kaliteli ürünü üretmek hiçbir kişiyi veya şirketi zengin etmez. Tam aksine zarara sokar. Başarılı kişiler/şirketler kaliteyi belirli bir seviyede tutar. Belli bir süre kullandıktan sonra ürün bozulur ve kullanılmaz hale gelir. Ama daha başarılı olan şirketler satış yapmak için ürünün ömür süresinin dolmasını da beklemezler. Bazı parçaları daha önce yıpranacak şekilde imal ederler. 

Örneğin ayakkabı üretiyorlarsa ayakkabıları 2-3 yıl dayanacak kadar kaliteli yaparlar. Ama bağcıklar bir yıl içinde yıpranır. Topuklara çaktığı lastik ise 6 ayda aşınır. Hatta, ayakkabının rengi 2-3 ayda solar ve boyanıp cilalanmaya veya deri koruyucu yağ sürülmeye ihtiyaç duyulur. Böylece müşteriler sürekli olarak dükkana gelip bir şeyler satın almak zorunda kalır. İki yıl geçince de yeni bir ayakkabı alır."

O zamanlar, çocuk aklımla, bu bana çok inandırıcı gelmemişti. Ama şimdi ne kadar doğru olduğunu anlıyorum. Örneğin cep telefonlarını ele alalım. Şarj cihazı veya kablosu daha bir yıl geçmeden bozuluyor. Bir süre sonra pili şarj etmemeye başlıyor telefon. Mecburen pilini değiştiriyoruz. 

En fazla iki yıl sonra da arıza yapıyor. Servise götürdüğümüzde en az 600 lira maliyet çıkarıyorlar. Mecburen yaptırıyoruz. Bir sonraki arızada ise ana kart arıza yapmış deyip en az 1.500 lira maliyet çıkarıyorlar. Yenisini almak daha mantıklı geliyor. Dolayısıyla 2-3 senede bir telefon değiştiriyoruz. 

Bu gün, telefonum arıza yapınca ilkokul öğretmenimin anlattığı hikaye aklıma geldi. Birkaç ay önce şarj cihazını değiştirmiştim. Bu gün de telefonu tamire verdim. Kaba bir hesap yaptım. Ucuz bir telefon alsak bile sadece bir telefon sahibi olabilmek için 4-5 bin lira gerekiyor. Bu telefonun en fazla iki yıl dayanacağını düşünürsek Aylık 200-250 lira maliyeti var. 

Telefonun hat ücretini de ekleyince aylık maliyet 300-400 lirayı geçiyor. Yani telefon, durduğu yerde masraf. Hiç kullanmasan bile aylık sabit bir gideri var. Ama telefona o kadar alıştık ki almadan yapamıyoruz. 

Bu yüzden, hiç farkına varmadan telefon şirketlerine ve hatlara her ay düzenli olarak para ödüyoruz. Bir nevi köle durumundayız. Büyük şirketler kazansın ve ayakta kalsın diye çalışıyoruz ömrümüz boyunca. Üstelik, bunun farkında bile değiliz.

Küresel iklim değişikliğinin Ankara'ya etkileri

 Facebook bu gün eski paylaşımlarımdan bazılarını gösterdi. 

Bunlardan biri dikkatimi çekti. 

Dört yıl önce bu gün evin balkonundan çektiğim bir resmi paylaşmışım. 

Her yer karla kaplı.

Biraz önce aynı balkondan baktım.

Kar filan yok.

Karla karışık yağmur atıştırıyor hafif hafif.

Bir süredir kış mevsiminin bahara doğru kaydığını düşünüyorum.

1984 yılında Ankara'ya geldim.

Dört yıl boyunca öğrenci olarak Ankara'da yaşadım.

Mezun olduktan sonra da hayatımın çoğu Ankara'da geçti.

Yani iklimdeki değişikliği gözlemleme fırsatım oldu.

Ben öğrenciyken Kasım'da hava soğurdu.

Aralık ayı kışın geldiğini hissettirir, genellikle kar da yağardı.

Ocak ayı ise çok soğuk olurdu.

Bir süredir Kasım ayı yaz gibi geçiyor.

Aralık ise bahar gibi.

Kış Aralık sonu veya Ocak ayında geliyor.

Ama eski kışlar kadar kar yağmıyor.

Soğuk da olmuyor o kadar.

Ama tuhaf bir şekilde Şubat, Mart ve hatta Nisan ayı eskisine göre daha soğuk geçiyor.

Hatta Mayıs ayında kar yağdığı da oluyor.

Bilim adamları, uzun süredir iklim değişikliğinden bahsediyor.

Karbon salınımının artmasına bağlı olarak küresel ısınma yaşandığını söylüyorlar.

Ne yalan söyleyeyim, ben olayı biraz abarttıklarını düşünüyordum.

Ayrıca, her mevsim havanın normalin biraz üzerinde seyredeceğini, bunun da pek fazla sorun yaratmayacağını zannediyordum.

Ama öyle değilmiş.

Küresel ısınma mevsim dengelerini bozuyormuş. Mevsimlerde kayma yaşanıyormuş.

Üç ay tek damla yağmur yağmayıp üç aylık yağmur bir günde yağıyormuş.

Daha dün televizyonlarda Mekke'de aşırı yağış sebebiyle şehri su bastığını gösteriyorlardı.

Mekke dediğimiz yer çölün ortası.

Çölün ortasında bile su basacak kadar ani yağış olması felaketin habercisi.

Sorun sadece sel, tipi vb. felaketler de değil.

Baharda çiçek açan meyveler, ani soğuklar sebebiyle çiçeklerini döküyor.

Bazı meyveler bazı yıllar daha az oluyor.

Bu da pahalılığı beraberinde getiriyor.

İleride bu durum genel bir durum haline gelirse açlık tehlikesi de yaşanacaktır.

Uzun lafın kısası; durum ciddi.

Küresel ısınma için tedbir geliştirmek gerekir.

Henüz vakit varken.

Birey olarak herkes buna katkı sunabilir.

Daha az tüketmek bir katkı olabilir.

Kısa mesafelere arabayla gitmek yerine yürüyerek gidilebilir.

Ağaç ekmek faydalı olur, imkanı olanlar için.

En önemlisi de, küresel ısınma için tedbir almak maksadıyla toplanan konferanslara katılmayan ve bu konferanslarda alınan kararları imzalamayan devletlerin ürünlerini birey olarak tüketmemek gerekir.

Ekonomik açıdan sorun yaşayacağını düşünerek bu tedbirlere uymayan ülkeler, uymadıklarında daha büyük ekonomik kayıp yaşayacağını görürse işbirliğini kabul edecektir.

Ben şahsen öyle yapıyorum.


16 Aralık 2022 Cuma

Otoriter Rejimlerin kaderi ve İran'ın durumu

  Yaşayan ve hatta var olan her şey yaşlanır/yıpranır. Bu durum sadece varlıklar için değil düşünceler, inançlar, rejimler ve benzeri soyut şeyler için de geçerlidir. Bununla birlikte bazı şeyler daha hızlı yıpranırken bazıları neredeyse hiç yok olmayacakmış kadar uzun bir süre varlığını sürdürmeyi başarır. Bunun kıstası nedir bilmiyorum ama sebeplerinden birinin ve belki de en önemlisinin doğal olmakla ilgili olduğunu düşünüyorum. 

Rejimler için bunu ele alacak olursak örneğin demokratik rejimler daha uzun ve sorunsuz yaşarken otoriter ve totaliter rejimler yani bir partinin, tek bir kişinin, dini ideolojinin veya komünizm/faşizm gibi ideolojilerin daha hızlı yıprandıklarını söylemek mümkün. Çünkü demokratik rejimler doğada da olduğu gibi farklı türlerin bir arada yaşamasına izin verirken bu rejimler izin vermezler. Bu sebeple doğal değildirler. 

Doğal olmayan yönetimler varlıklarını sürdürmek için baskıcı olmak zorundadır. Çünkü bu tür rejimler insanları tek bir fikir altında toplayıp tek bir kalıba sokmaya çalışırlar. Ancak insan ruhunun bin bir çeşidi vardır ve bunları kolayca tek bir kalıba sokmak mümkün değildir. Eğer bir ülkedeki tüm insanları tek bir kalıba sokmak isterseniz büyük bir baskı uygulamanız gerekir. 

Bu baskı, hiçbir hal ve durumda gevşememelidir. Baskı o kadar büyük olmalıdır ki kalıbın içindeki kişilerin kalıptan çıkmak için uyguladığı tersine baskıdan kat be kat fazla olmalıdır. Bunu sürdürebildiği müddetçe otoriter ve totaliter rejimler herhangi bir karşı çıkma olmadan varlıklarını sürdürebilirler.

Baskıcı rejimlere, herhangi bir kalkışma durumunda, biraz daha demokratik olmalarını veya baskıyı hafif de olsa gevşetmelerini tavsiye etmek anlamsızdır. Çünkü zaten kalkışma hareketleri rejimde bir gevşeme sonucu ortaya çıkar. Rejim hiç gevşemeden hatta her geçen gün daha da artan oranda sıkılaşarak ülkeyi yönetmeye devam etseydi kalkışma çıkmazdı. 

Örneğin bu gün dünyanın en sıkı yönetimlerinden biri Kuzey Kore rejimidir ve giderek daha da sıkılaşmaktadır. Bu yüzden, Kuzey Kore'de herhangi bir muhalefet veya kalkışma yoktur. Ama Sovyetler birliği Glasnost ve Preistorika ile rejimi hafifçe gevşetmiş ve rejim yıkılmıştır. 

Çin de aynı tecrübeyi yaşamıştır. Rejim azıcık gevşeyince 90'lı yıllarda büyük halk hareketleri ortaya çıkmış ve Tianenman Meydanı'nda büyük olaylar yaşanmıştır. Durumun vehametini gören Çin yönetimi, rejimi ayakta tutmak için hızla hareket etmiş ve eskisinden de sıkı bir yönetim uygulamaya başlamıştır. Böylece rejim, direkten dönmüştür.

Suriye'de de benzer bir durum ortaya çıkmıştır. Baba Esat ölüp de İngiltere'de eğitim görmüş olan oğul Esat iktidara gelince interneti yaygınlaştırmış, muhalefete biraz daha ılıman davranmaya başlamıştır. Bunun sonucunda Arap Baharı'nın sıcak dalgasına karşı savunmasız bir hale gelmiştir. Rejim Çin'in aksine kararlı davranamamış, bir süre iki arada bir derede kaldıktan sonra sertlik uygulamalarına karar vermiştir. Ama ülkeyi ve rejimi elinde tutmakta zorlanmıştır. Çünkü, o kararsızlık döneminde muhalif bir kitle oluşmuştur. Libya ve Irak ise bu hatadan liderlerinin, rejimlerinin ve hatta devletlerinin  yok olmasıyla başarısız olarak çıkmışlardır.

Şimdi İran'da da aynı şeyler yaşanmaktadır. İran, Sovyetler gibi rejimin sonunun geldiğine razı olarak kalkışmaya katılanlara fırsat vermeden kendisi bir dönüşüm geçirmeye yanaşmamaktadır. Çin gibi keskin bir dönüş yaparak daha da sertleşmeyi ve çok sayıda idam ile korku salarak toplumu zapturapt altına almaya da kesin olarak karar vermiş gibi görünmemektedir. Kendine has bir yaklaşımla bir yandan protestocuları yatıştırmak için bazı küçük düzenlemeler yapmakta bir yandan da yargılamalar ve yeni başlayan idamlarla toplumun gözünü korkutmaya çalışmaktadır.

Bu stratejide ısrar edilirse İran da Suriye ile aynı kaderi yaşayabilir. Çünkü o da Suriye gibi sadece rejim sorunu ile değil aynı zamanda etnik ve dini farklılıklardan kaynaklanan ayrılıkçı tehditlerle karşı karşıyadır. Bu sebeple, klasik dikta rejimi yöntemlerini (mesela her şeyi dış güçlere bağlamayı, protestocuların vatan haini/din düşmanı olduğunu iddia etmeyi) bırakıp kesin bir karar vermek zorundadır. 

Artık ok yaydan çıkmıştır. Rejim ya daha da sertleşmek zorundadır (ki bunun için artık çok geç kalmış gibi görünmektedir) veya rejimi kendi eliyle dönüştürüp çok partili daha demokratik bir düzen kurmalıdır. Aksi takdirde İran parçalanacaktır. Üstelik yıllardır zayıflatmaya ve parçalamaya çalıştığı Türkiye kendisine karşı böyle bir politika uygulamamasına rağmen parçalanacaktır. Bu parçalanma hem mezhep hem de etnik temelde ortaya çıkacağından Libya, Suriye ve Irak'a göre çok daha kanlı olacaktır.

Ankara'nın soğuğu

 İlk defa 1984 yılında Ankara'ya geldim. Ege'de doğup büyüyen biri olarak şehrin karasal iklimine alışmak oldukça zor oldu. Daha eylül ayında hava serinleşmeye başlar, geceleri yorgansız yatmak imkansız hale gelir ve kasım ayından itibaren kış mevsiminin geldiğini iliklerimize kadar anlardık. Aralık ve Ocak ayları ise çok soğuk olurdu.

Kar düşünce yollar buz tuttuğundan yokuşlardan inmek oldukça zor olurdu. Kaymadan yokuştan inmek için dikkatli olmaya çalışmak da pek işe yaramazdı. Kaldırımların yüzeyi cam gibi parlak buz ile kaplı olduğundan kendini kasıp kaymamaya veya kaymaya başlayınca ayakta kalmaya çalışmak büyük felaketleri de beraberinde getirirdi. 

Çünkü ilk kaymaya başladığında kendini yere bırakmak hafif sıyrık veya ağrılarla olayı atlatmanızı sağlarken direnip düşmemeye çalışınca hızınız arttığından bir yere hızla çarpar ve yaralanabilirdiniz. Bu şekilde ayağını kıran, kalça kemiğini kıran veya kolunu kıran insanlar gördüğümü hatırlıyorum. 

Son yıllarda bu durum hızla değişti. Artık Ankara'nın kışları eskisi kadar soğuk geçmiyor. Evet, yine saçaklarda buz sarkıtları oluşuyor ama bunlar çok küçük oluyor ve kısa süre içinde eriyor. Yerler ise neredeyse hiç buz tutmuyor. Üstelik soğuk geçen aylar da değişti. Eskiden en soğuk aylar olan Aralık ve Ocak ayları, bazı yıllar bahar ayları gibi geçiyor. Bunu doğalgaz faturalarından da anlamak mümkün. Artık en fazla gaz ücreti ödediğim aylar bu aylar değil.

Bu aylarda kar da eskisi kadar yağmıyor. Hatta Ocak ortalarına kadar kar yağmıyor çoğu yıl. Kar en yoğun olarak Ocak sonu ve Şubat aylarında yağıyor. Yani mevsimlerde kayma var. Kırkikindi yağmurları bile zamanında yağmıyor. Hatta çok daha kısa sürüyor. Ama Mayıs ayında kar yağdığı oluyor. Hadi bir bir şekilde uyum sağlar, yeni duruma alışırız. Ya bitkiler ve hayvanlar ne yapsın?

Evimin yakınındaki boş alanda birkaç ayva, erik ve armut ağacı var. Baharda çiçek açması gereken bu ağaçlar, genellikle daha erken, hatta çok erken çiçek açıyorlar. Sonra da soğuk vuruyor ve çiçekleri dökülüyor. Kış uykusuna yatan hayvanlar için de büyük sorun havanın düzensizliği. Yaz geldi diye uyanıp da ani bastıran soğuklarda ne yapıyorlar bilmiyorum.

Bu istikrarsızlık, küresel ısınma sebebiyle oluyor diyorlar. İnsan küresel ısınmanın yıl boyunca hava sıcaklığı ortalamasını artırmasını bekliyor. Sıcaklar artınca da yağışlar azalır diye düşünüyor. Ama öyle olmuyor. Havanın düzeni bozuluyor. Bir mevsim yağışsız geçiyor fakat bir mevsimlik yağmur bir gecede dökülüyor gök yüzünden. 

Isı arttıkça bu istikrarsızlık daha da artacak diyorlar. Yağmur bereket değil daha çok felaket getirecekmiş. Bazı insanlar durumun vehametini anlatıp sesini duyurmaya çalışıyor. Ama karbon salınımını azaltmak için yapılan konferanslarda, atmosferdeki karbonun çoğunun salınımından sorumlu ülkeler imzalamıyor sonuç bildirgelerini.

Bu ülkeler sanayileşmiş ülkeler. Tüm dünyaya mal satıyorlar. Devletler bu güçlü devletlere herhangi bir yaptırım uygulayamıyor. Ama insanlar yapabilir bunu. Bu anlaşmaları imzalamayan ve küresel ısınmayı azaltmak için adım atmaya ülkelerin mallarını satın almamak bir çözüm olabilir. Böylece daha az mal  üretecek bu ülkeler. Daha az üretim daha az karbon salınımı demek. Üstelik bu tepki yüzünde para kaybedecekleri için hizaya gelmeleri de ihtimal dahilinde. Böylece karbon salınımını azaltmak için çaba göstermek zorunda kalabilirler.

Herkesi bu konuyu bir defa daha düşünmeye davet ediyorum. Dünya hepimizin. Sadece kendisinin olduğunu sananlara karşı harekete geçmek şart. En olası çözüm de bu şekilde düşünen şirketleri ve devletleri protesto etmek. Yani ürünlerini satın almamak.

13 Ekim 2022 Perşembe

Başarılı insanlardaki olmazsa olmaz özellik: Krizi kazanca dönüştürmek

 

Bir zamanlar bir arkadaşım vardı.

Sabah aksam borsayı takip eder ve hisse senetlerine yatırım yapardı.

Bir zaman geldi, ülkemizde her 10 yılda bir tekrar eden ekonomik krizlerden biri başladı.

Borsa hızla çöktü.

Hisse senetleri her gün değer kaybediyordu.

Arkadaşımın çok para kaybettiğini ve üzgün olduğunu zannediyordum.

Bir gün kendisini görünce; "Ya, borsa da çöktü. Şimdi sen çok zarar etmişsindir. Gel sana bir şeyler ısmarlayayım. Biraz sohbet ederiz. Rahatlarsın." dedim.

Kahkaha atarak güldü.

"Sen gene ısmarla ama zarar etmedim hatta çok kar ettim." dedi.

"Ama nasıl olur? Borsa çöktü. Her gün de daha kötüye gidiyor." diye itiraz ettim.

"Borsa yükselişteyken herkes kazanır ama düşerken herkes batmaz. İşi bilen ve kafası çalışanlar kazanmaya devam eder. Hem de eskiye göre daha çok kazanır. Mesela ben, borsanın çökme işaretleri ortaya çıkar çıkmaz kâğıtların çoğunu sattım. Sonra dibe vuran hisselerden tekrar satın almaya başladım. Hala da alıyorum. Eskiden su kadar kâğıdım vardı şimdi neredeyse üç kat fazla kâğıdım var. Üç beş aya kalmaz bu kriz etkisini kaybetmeye başlar. Kâğıtlar tekrar yükselir. En fazla bir yıl içinde paramı üçe katlamış olurum." dedi.

Çok şaşırdım.

Ben onun parasını kaybettiğini zannederken o parasını katlamanın derdindeymiş.

Hemen kendimi topladım.

"Madem kazanıyorsun, o zaman hesabi sen öde" dedim.

"Olmaz, sen ısmarladın, sen ödeyeceksin." Diye itiraz etti.

Mecburen ödedim.

Ona üzülürken, kaybeden ben oldum.

Ama şunu anladım:

“Bazen isler ters gidebilir.

Oturup ağlamak yerine dezavantajı avantaja yani krizi kazanca nasıl çeviririm diye düşünmek lazım.”

 

26 Eylül 2022 Pazartesi

Savaş Çığırtkanlığı Yapanlar ve Savaştan Kaçanlar; Aynı Kişiler.

Ukrayna savaşında Rusların çoğu vatanseverdi.

Fakat seferberlik ilan edilince bir çok Rus ülke dışına kaçtı.

Bir bakanın oğlu kendisini işletmek için arayan youtuberin seferberlik kapsamında askerlik için ilgili devlet kurumuna gitmesi talebine "hayır" diye cevap verdi ve "ben bunu başka kanaldan halledeceğim" dedi.

Yani "babama söyleyeceğim, o da benim askere gitmemem için gerekeni yapacak" demek istedi.

Bazıları şimdi Rusların bu durumunu eleştiriyor ama bizde de durum cok farklı değil.

Bakmayın masa örtüsünü veya çarşafı sırtına atıp sokağa fırlayan ve kefenimizi de giydik diyenlere.

Ben topçu subayı olarak Trakya'da görev yaparken, iç güvenlik bölgesinde görev yapan bir birliğe tayin olmak için dilekçe yazdığımda, beni bir kenara çekip "ölümüne mi susadın" veya "intihar mi etmek istiyorsun" diyenler oldu.

O zamanlar ve hatta bu gün bile, oğlu veya torunu doğuya gitmesin diye kapı kapı dolaşanlar olduğunu biliyorum.

Hatta bir zamanlar, askere gitmemek için öyle olmadığı halde eşcinsele raporu alanlar vardı.

Bu konu sebebiyle ekranlarda yumruk yumruğa kavga edenler oldu.

Yarın bizde de savaş olursa zenginler ve politikacıların çocukları boğazda veya babasının evine evci çıkabilecek yerlerde askerlik yaparlar.

Parası olanlar da yurt dışına çıkar.

Vatanseverlik, yani ülke için savaşmak, gerçek vatanseverlere ve fakir fukara çocuklarına kalır.

Haaaaa...

Herkesin hakkini da yemeyelim.

Kısa donem paralı askerlik hakki olduğu halde Belçika'da yasayan ve bunu bildirmeyip doğuda en boktan yerlerde askerlik yapan çocuklara da rastladım.

Ekonomik durumları da gayet iyiydi.

Ama bunlardan cok az var.

Sakın yanlış anlamayın.

Kısa donem askerliği eleştirdiğim filan yok.

Hükûmet kanun çıkarmış ve insanlar da bundan yararlanmış.

Bu insanlara diyecek lafım yok.

Sözüm bos yere ahkam kesenlere.

Her fırsatta savaş narası atanlara.

Savaş çıkınca onlar savaşmayacağından rahat rahat konuşuyorlar.


Profesyonel Askerlik Sistemi Uygulayan Devletlerin Sorunları

 İngiltere kara kuvvetlerinin kadro mevcudu 2008-2010 yılları arasında 110-120 bin civarındaydı.

Ama 100 bin askeri zor buluyorlardı.

Paralı askerlik sistemi, oldukça iyi maaş vermelerine rağmen askerliğe başvuru miktarında sorun yaratıyordu.

Çünkü kimse Afganistan'a gidip bir hiç uğruna ölmek istemiyordu.

Hafif psikolojik sorunu olanlar, dövme yaptıranlar ve eşcinseller eskiden orduya alınmıyordu.

Asker bulmakta zorlanınca bu yasağı kaldırdılar fakat yine de kadroyu dolduramadılar.

Bizde, teğmenliğimden beri profesyonel askerlik konusu tartışılır.

Teknolojik ilerlemeden ve profesyonel askerliğin zorunlu hale geldiğinden bahsedilir.

Ama dünyada, bu sistemi uygulayan her devlet asker bulmakta ve kadroları doldurmakta zorlanıyor.

Ekonomik açıdan da profesyonel askerlik rantabl değil.

Koğuşta nöbet tutmaktan başka bir işi olmayana da en kritik yerde çalışan biri kadar yüksek maaş vermek devlet bütçesine yük getirir.

Halbuki mecburi askerlik sisteminde bu tür görevler hem rahatlıkla icra edilebilir hem de çok daha az maliyetli olur.

Bu benim fikrim değil.

Bati devletlerinin askeri ataşeleriyle konuşurken onların söylediği bir şey.

Dünyayı Değiştirmek İstiyorsanız Bakış Açınızı Değiştirin

 Gençlik yıllarımda bir kitap okumuştum.

Kitapta bir cümle dikkatimi çekmişti.

Yazar: "Bakış açınızı değiştirirseniz hayatiniz değişir. Hayatiniz değişirse her şey değişir." diyordu.

O zamanlar bana zırvalık gibi gelmişti.

Ama yaslandıkça bu sözün doğruluğuna kanaat getirdim.

Örneğin insanların ölüm ve yaşama bakışındaki farklılığın farklı yasamalarına sebep olduğunu anladım.

Bizde sosyal medyada sık sık yapılan paylaşımlarla İngiltere'de aynı konuya bakış arasındaki fark da bunu doğruluyor.

Bizde genellikle; "Hayatta eşitsizlik olabilir ama olum herkese eşit davranır.", "Bu dünyada nasıl bir evde oturursanız oturun, ölünce ayni toprakta/mezarlıkta yasayacaksınız.", "Bu kadar cok çalışmaya ne gerek var, sonunda ölmeyecek miyiz?", "Kendilerinin çok önemli olduğunu düşünen bir suru insan simdi mezarlıkta yatıyor." gibi bir sürü söz paylaşılıyor.

Bu paylaşımlardaki ortak bakış açısı, bu dünyayı gelip geçici görmek ve önemsiz olduğunu vurgulamaktan ibarettir.

Yani; "Bu dünyadaki bozuk düzen, zorluklar, eşitsizlikler, adaletsizlikler, mal, mülk önemli değildir. Bu yüzden fazla çalışmayın, itiraz etmeyin, isyan etmeyin, katlanın. Bu geçici yasam kısa surede sona erecek ve ebedi yasamda eşit, adil ve mutlu günler göreceksiniz." denilmek istemektedir.

Edilgen ve pasifist bir tutum tavsiye edilmektedir.

İngilizlere bakınca, aslında onlar da bizdeki gibi olumun mutlak olduğunu ve bu dünyadaki yaşamın cok kısa olduğunu söylemektedirler.

Ama bu gerçeğe bakış açıları cok farklıdır.

Onlar; " Bu dünyadaki surem cok kısa ama kendi irademle yasayabileceğim, mutlu olabileceğim, kendimi geliştirebileceğim, haklarım için mücadele edip onları alabileceğim, en azından bazı konularda eşit olabileceğim tek zaman yasadığım zamandır. Bu yüzden, bu dünyada yasadığım sure tüm zaman içinde en önemli suredir. Öldükten sonra hiçbir şey yapamam, hiçbir şeyi değiştiremem. Öyleyse bu dünyadaki yaşamıma odaklanmalı ve olabildiğince rahat ve mutlu yaşamalıyım." diyorlar.

Yani biz bu dünyayı bir sınav yeri olarak görüp her turlu sıkıntıya katlanmayı normal karşılarken onlar bu dünyayı bir fırsat, hatta tek fırsat olarak görerek bu fırsatı en iyi ve en mutlu şekilde değerlendirmeye çalışıyorlar.

Sonuç olarak da biz kaderci, pasif ve sıkıntılarla dolu bir yasam sürüp buna da şükür derken onlar müreffeh, özgür, aktif ve bize göre daha mutlu bir yasam sürüyorlar ve buna zarar veren biri olduğunda hemen tepki gösteriyorlar.

20 Eylül 2022 Salı

Boşa vakit harcamaktan başka bir işe yaramayan bir soru: Vahdettin Hain mi Değil mi?

 Memleketin başka sorunu yokmuş gibi herkes Vahdettin hain miydi, değil miydi tartışmasıyla meşgul. Adam yurt dışına kaçalı yüz yıl olmuş. İstanbul'dan kaçarken yanında 20.000 İngiliz sterlini olduğu birçok kaynakta yazıyor. Ayrıca bir miktar mücevher de götürdüğü anlaşılıyor. İngiliz bankalarında parası olduğunu iddia edenler de var. O zamanlar bir sterlin bir altın liradan daha değerli. Yani cok az bir parası yok.

Zaten ölümüne kadar San Remo'da o zamanın en gösterişli yapısı olan bir binada yaşamış. Parası yoksa kirayı nasıl ödemiş? Üstelik, yanında kalabalık bir nüfus var. Onları da beslemiş. Ama padişah iken ülkeyi iyi yönetememesine benzer şekilde parasını da iyi yönetememiş. Parayı kumarbaz akrabalara, para koparmak için her taklayı atan eski saray erkânına kaptırmış.

Amcasının oğlu Abdülmecit ile sorunlarını çözememiş. Ölene kadar kavga etmiş. Gerçekleri idrak edememiş. Para tükenince Haşimlerden para istemekten hanedanın mali sayılan eski Osmanlı topraklarındaki mülkleri almak için bir İngiliz şirketine vekalet vermeye kadar birçok yola başvuran fakat her teşebbüsü boşa giden basarisiz bir adam.

Hayati sarayda geçtiği için normal bir yaşamın nasıl bir şey olduğundan habersiz, ama hiç hesapta yokken normal insanlar gibi yasamak zorunda kalan bir zavallı, bir kader kurbanı. Sıfırı tüketen ve öldükten sonra cenazesine haciz gelen yitik bir yasam. Bu adamı bu kadar tartışmaya gerek yok.

Türk geleneğinde bir kişinin başa gelmesi için tanrının ona kut vermesi gerekir. Bunun da tek ispati o kişinin başarılı olmasıdır. Eğer basarisiz olursa basta Göktürklerde olmak üzere neredeyse bütün Türk devletlerinde devleti yöneten kişi tahttan indirilmiş ve yerine başarılı olan, yani tanrının kut verdiği biri getirilmiştir. Vahdettin'in sonu da bundan ibarettir.

Artık geçmişi bırakıp geleceğe bakmak lazım. Dünya hiç olmadığı kadar hızlı bir dönüşüm geçiriyor. Yüz yıl önce ne olduğuna takılıp kalmak yerine yüz yıl sonra ne olmasını istediğimize odaklanmak lazım. En azından 10 yıl sonrasını planlasak bile yeter.

Bos tartışmalarla Rönesans'ı kaçırdık, coğrafi kesifleri kaçırdık, reformu ve sanayi devrimini kaçırdık, sonunda Osmanlı gibi bir dünya gücü elimizden kayıp gitti. Son donem padişahları kaçırdığımız bu süreçler sebebiyle batı ile aramızda açılan mesafeyi kapatmak için cok uğraştı. Daha sonra bu caba bürokratlar eliyle devam etti.

Ataturk, tüm tecrübelerden çıkardığı derslerle ülkeye büyük bir sıçrama yaptırdı. Ama ondan sonrakiler ayni basariyi gösteremedi. Bu sebeple bilgi çağı, siber çağ vb. isimlerle anılan son 50-60 yıllık gelişmeleri de geriden takip ettik. Simdi herkes uzaya gitmeye çalışıyor. Uzay sınırsız, kaynak ve imkânları da öyle. Bu donemi de ıskalarsak tarihin tozlu yaprakları arasında yok olup gideceğiz.

Vahdettin hain olsa ne yazar, olmasa ne yazar. Tanrının kut vermediği, verdiyse bile geri aldığı bir kişi. Çünkü hayati boyunca başarısız olmuş. Bence hakkında bu kadar düşünmeye değmez. Bırakalım geçmiş, ölülerini tarihe gömsün. Güncele, yasayanlara ve yaşananlara dönelim artık. Çünkü ölülerden bu gün için herhangi bir fayda veya zarar gelmesi mümkün değil. Ne yapılacaksa bunu yasayanlar yapabilir.

17 Eylül 2022 Cumartesi

Akhisar Milli Alay Komutanı Celal Bayar'ın birliklerinin Halitpaşa'ya taarruzları

 Doğup büyüdüğüm yer olan Halitpaşa Nahiyesi (şimdi mahalle yapıldı), 10 ve 27 Ağustos 1919 tarihlerinde Akhisar'da Kuva-yi Milliye alay komutanı olan Celal Bayar'ın emrindeki birlikler tarafından iki defa basılmıştır. Halitpaşa'nın o zamanki ismi Papaslı'dır. Celal Bayar'ın "Ben de Yazdım" ismiyle yayınlanan hatıralarında söylediğine göre Papaslı'da o zamanlar 500-600 ev varmış ve oldukça büyük bir köymüş. Köy nüfusunun tamamı Rumlardan oluşuyormuş. Köyün basılmasından maksat Halitpaşa'nın öldürülmesinin intikamını almakmış. Halitpaşa asker kökenli bir paşa değil devletin paşa ünvanı verdiği biridir. Bölgede etkin olan eski mütesellimlerden Karaosmanoğulları ailesine mensuptur. 7 Temmuz 1919 günü emrindeki Kuva-yı Milliye birliklerinin gıda ihtiyaçlarını karşılamak için çiftliğine gitmiş, çiftlikte çalışan bir Rum Papaslı'ya haber uçurmuş, silahlı Rumlar Mütevelli ve Koldere Rumlarından katılan silahlı Rumlarla birlikte çiftliği basıp Halitpaşa'yı öldürmüşlerdir.

Papaslı'ya ilk baskına iki makineli tüfekle takviye edilen Burunören (Nuriye) taburu görevlendirilmiş. Bu gruptan küçük müfrezeler köyün Çınaroba tarafından gizlice Çal Dağı eteklerine çıkmış ve yanlarındaki çok sayıda bomba ile köyün üzerindeki tepeleri (muhtemelen köyün üzerindeki çamlık bölgeyi) ve sırtları tutmuş. Koyuncu Ali bölükleri Mihailli Çiftliği istikametinden köye doğru ilerlemişler. Sabahleyin çatışmalar başlamış. Köyün üstündeki müfrezeler bombaları atarak köye girmiş. Çok sayıda Rum ölmüş veya yaralanmış. Fakat Mütevelli'den takviye Rum çeteleri ve asker gelince Türk birlikleri çekilmek zorunda kalmış. Bu taarruzda Türk tarafı 1 subay 13 er şehit vermiş. Bu taarruzun krokisi hatıratta var. Harita'yı değerlendirdiğimde Türk birliklerinin bir kısmının Halitpaşa Çiftliği istikametinden gelip Yunus Aga'nın dere istikametinde köye doğru ilerlediği, bir kısım birliğin Nuriye'den ve muhtemelen Kırmızı yokuş istikametinden köye doğru ilerlediği, diğer bir kolun ise Nuriye-Arpalı-Çınaroba kuzeyi-Soğuksu bölgesinden ilerlediği anlaşılmaktadır.
İkinci taarruza da Nuriye Taburu ve Koyuncu Ali Bölükleri katılmış, Tatar Müfrezesi de aldatma taarruzu için başka yere saldırmıştı. Rumlar Yunan ordusundan top getirdiğinden taarruz zor olmuş. Yunan topçu birliği köyün doğusunda konuşlanmış. İlk taarruzdan sonra Rumlar köyün üzerindeki sırtları da tuttuğundan buraya birlik sızdırılamamış. Buna rağmen Rumlara büyük baskı yapılmış. Rumlar Mütevelli istikametine kaçmak istemiş ama o istikamette de Türkler olduğunu görünce mecburen köyde kalmış. Bizim birliklerin mermisi tükenince mecburen taarruza son verilmiş. Bu iki baskın üzerine Yunan ordusu tam teçhizatlı bir alay getirip köye yerleştirmiş ve bu alayın taburları köyü dört istikametten savunacak şekilde köy çevresine çepeçevre mevzilenmiş.
Ben küçükken Soğuksu'da zeytin toplarken toprak içinde paslanmış bir sürü mermi bulduğumu hatırlıyorum. Muhtemelen bu Yunan birliklerinden bir kısmı o bölgede konuşlanmış veya mermiler bahsettiğim çatışmalardan kalmış olabilir.
Hatıratında yayınladığı krokinin detayından planlamayı Celal Bayar'ın yaptığı veya onun gözetiminde yapıldığı anlaşılmaktadır. Zaten taarruz eden birlikler, onun alayına bağlı birliklerdir. Anlatımından Celal Bayar'ın sadece Halitpaşa'yı değil civardaki köyleri ve Çiftlikleri de gayet iyi bildiği anlaşılmaktadır.
Kaynakçayı merak eden olursa 1997 yılında Sabah Kitapları adıyla Sabah Gazetesi tarafından basılan Celal Bayar'ın anılarının 8. Cildinin 33. sayfasından itibaren okuyabilir. Orada taarruzun krokisi de var. Celal Bayar taarruzun nasıl yapıldığını detaylı bir şekilde anlatıyor.