.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

21 Nisan 2018 Cumartesi

Suudi Arabistan'da neler oluyor?

Afrin harekatı, doların rekor kıran yükselişi, erken seçim kararı derken bu hengame içinde içinde kimsenin dikkatini çekmiyor ama Suudi Arabistan'da çok ilginç gelişmeler yaşanıyor. 
Bu gelişmelerin pek dikkat çekmemesi, oldukça sıradan şeyler olduğundan kaynaklanıyor olabilir. 
Ama her şey basit ve sıradan adımlarla başlar. 
Küçükken eve ilk defa radyosu da olan bir teyp girdiğinde evde ne kadar çok değişime sebep olduğunu gayet net hatırlıyorum. 
Bu sebeple, son günlerde Suudi Arabistan'da sinema salonu açılması, kadınların açık alanlarda yürüyüş vb. sporlar yapmaya başlaması veya kadınların araba kullanmasına izin verilmesi gibi basit ve pek dikkat çekmeyen olaylarla ilgili haberleri okuyunca bu durum dikkatimi çekti. 
Sanırım yakın bir zamanda Arabistan merkezli yeni bir değişim dalgasına şahit olacağız. 
Bu sadece bir tahmin.
Ama doğru bir tahmin olduğuna dair sağlam dayanaklarım var. 
Çok yakında, Arabistan'da başlayacak teni gelişmelerle tüm Ortadoğu tamamen değişik bir yer haline gelebilir. 
Bunların basında kısa haberler halinde geçiştirilen Arabistan'daki saray darbesinin ardından başlaması da oldukça dikkat çekici. 
Yakında ne olacağını gösteren yeni gelişmeleri de görürüz diye düşünüyorum.
Saygılar sunarım.

15 Nisan 2018 Pazar

Suriye'de kim kaybediyor?

Esat'ı ve rejimini hiç sevmem ama Amerika'nın cani her istediğinde yanına emperyalist eskisi iki_üç devleti alıp birilerini bombaladığı bir dünya Esat Suriyesinden de kötü bir dünyadır. 
Peki yarin sıra kimde? 
Birileri bir yerlerde kimyasal silah kullandı, günlerce kimin attığını tartştık. 
Simdi ABD Suriye'yi bombaladı.
Herkes Trumph ne dedi, Putin ne dedi onu tartışıyor. 
Ama olan bu saldırlarılarda ölenlere oluyor. 
Sadece Türkiye'de çatışmalardan kaçan 3-3.5 milyon Suriyeli olması da cabası.
Bir ülkede her şeye bir kişi veya bir grup karar veriyorsa o ülkede zulüm vardır. 
Ayni şekilde, dünyada her şeye bir devlet veya bir grup devlet karar veriyorsa o zaman zulüm dünyaya hakim olmuş demektir. 
Maalesef Suriye'de zulüm var ama zulüm dünyaya da hakim olmuş durumda. 
Bu zulmü yapan ise kendini dünyadan ve her şeyden önemli gören 3-5 tane manyak. 
Bu manyaklar birbiriyle didişirken olan sıradan insanlara oluyor.
Şu anda Suriye'de de görünürde Esat, Putin ve Trumph kavga ediyor, ama nedense ölenler sıradan insanlar oluyor.
Bu üçü ise konforlu odalarında viski, votka veya acı kahvelerini yudumluyor. 
Bence artık sıradan insanların meydanlara çıkıp bu tur adamları alaşağı etmesi lazım. 
Niye biz oluyoruz, eger mutlaka birileri ölecekse siz olun demesi şart.
Çünkü her savaşta sıradan insanlar ölüyor.
Suriye'de de sıradan insanlar kaybediyor.

8 Şubat 2018 Perşembe

Pyitaht Abdülhamit

Abdülhamit'i anlatan bir dizi var. 
Bir bölümünü biraz seyrettim ve bu kadar da saçmalık olmaz diyerek bir daha seyretmedim. 
Abdülhamit'i ne fütursuzca karalayanlara, ne de kutsal bir kişi seviyesine çıkaranlara katılmıyorum. 
O yüzden dizideki Abdülhamit karakterinin tamamen uydurma olduğunu ve gerçekle alakası olmadığını söylemeye gerek duymuyorum. 
Dizide işlenen Prens Sebahattin karakteri de tamamen uydurma. 
Ben Prens Sebahattin'in fikirlerini de siyasi duruşunu da beğenmem. 
Ama adamın hakkını da yememek lazım. 
Dizideki şebek gibi gösterilmeye çalışılan Prens Sebahattin Le Play ekolünün takipçisi önemli bir sosyolog diye biliyorum. 
Bu gün kendisini böyle şebek gibi göstermeye çalışan siyasi çevrelerin de tarihi açıdan siyasi atası sayılır.
Dizide dikkatimi çeken bir husus ta Abdülhamit karşıtları hep dış güçlerin adamı ve ülkedeki bazı kötü niyetli Ecnebi azınlıkla işbirliği yapan çıkarcı kişiler gibi gösterilmesi. 
Halbuki Abdülhamit'in en yakın adamları arasında Ermeniler dahil birçok ecnebi bulunduğundan hiç bahsedilmiyor. 
Mesela Bogos Nubar Paşa'yı ben izlediğim bölümde hiç görmedim. 
O Bogos Nubar Paşa ki kendisi Abdülhamit tarafından paşa yapılmış ve 1. Dünya Savaşı sonrasında Paris Barış Konferansı'na bir Ermeni heyetiyle giderek Osmanlı İmparatorluğu'nun Ermenilere baskı ve kırım yaptığını iddia etmiş ve Sivas dahil Anadolu'nun yarısını, Adana Bölgesi ve Trabzon'dan iki denize çıkacak şekilde kurulacak Ermeni devletine isteyen adamdır. 
Bu devlet kurulunca 20 yıl süreyle bir büyük devletin himayesinde kalmasını da istemeyi unutmamıştır. 
Çünkü gayet iyi bilmektedir ki istediği toprakların tamamındaki Ermeni Nüfusu toplam Nüfusun ihmal edilebilecek kadar küçük bir kısmını oluşturmaktadır. 
Herhalde 20 yıl içinde bu topraklar üzerinde yaşayan Türkleri, bu gün Karabağ'da yaptıkları gibi öldürebileceklerini hesaplamış olmalıdır ki bunu yapana kadar bir büyük devletin kendisini korumasını istemiştir. 
Diziye dönersek, şahsi kanaatim çöpten ibaret olduğu yönündedir.

5 Şubat 2018 Pazartesi

Ben iyiyim. (Tiyatro)

Geçen hafta İnternet'ten Ankara Devlet Tiyatrolarında oynanan oyunları inceledim. Niyetim bir oyuna gitmekti. Ankara’da tiyatronun bu kadar ilgi gördüğünü bilmediğimden, oyunları inceleyince çok şaşırdım. Çünkü hafta sonu için oyunların çoğunda yer kalmamıştı. Cumartesi akşamı saat 08.00’da başlayan ‘’İyiyim.’’ İsimli oyunda yer olduğunu görünce hiç düşünmeden internet üzerinden bu oyuna bilet aldım.
Oyun, Kızılay’daki Ziraat Sahnesi’ndeydi. Adresi; Kocatepe Mahallesi, Mithatpaşa Cd. No:64, 06420 Çankaya/Ankara olarak belirtilmişti. Konumunu haritadan inceleyince Meşrutiyet Caddesi’nin Mithat Paşa Caddesi ile kesiştiği yerde, solda olduğunu gördüm. Cumartesi akşamı dolmuşla Kızılay’a gittim. Güvenpark’tan 8-10 dakika kadar yürüyerek tiyatro binasına geldim ve internet çıktısını göstererek girişteki gişeden biletlerimi aldım. 

Oyuna daha yarım saat vardı. Bu sebeple biraz etrafa bakındım. Kocatepe Camii’nin hemen altında olan tiyatro binasının yanında gayet güzel lokantalar vardı. Yani bu bölgede akşam yemeği yemek ve sonra da tiyatroya gitmek mümkün. Etrafta kafeterya göremedim ama tiyatronun içinde çay-kahve satışı yapılıyor. Erken giderseniz içerde çay-kahve içip oyun başlayana kadar sohbet edebilirsiniz.

Oyun başlamadan önce tiyatro binasına girdim. Biletimi kontrol ettirdikten sonra iki kat alttaki salona gittim. Salon biraz küçük ve ilk bakışta basık gibi geliyor ama güzel bir atmosferi var. Büyük salonlara göre daha sıcak ve samimi geldi bana. Sinema salonlarında pek göremeyeceğiniz şekilde, iyi giyimli ve nazik hanımefendiler izleyicilere yerlerini bulmak konusunda yardımcı oluyorlar.



Konum ve salon hakkında bu bilgileri verdikten sonra biraz da oyundan bahsedelim. İyiyim oyununun yazarı Hüseyin Alp TAHMAZ, yönetmeni ise Volkan ÖZGÖMEÇ. Zeynep Hürol tarafından oynanan tek kişilik bir oyun. İnternetteki tanıtımında ; ‘’ İyiyim, hayatına girmiş erkekler tarafından ablukaya alınmış bir kadının hikâyesi. Babası, erkek kardeşi, patronu ve kocası arasında sıkışıp kalmış Ayşe, geçmişte ailece yaşadıkları acı bir olayın izini de üzerinde taşımaktadır. Tüm bu acıların etkisiyle hayatını sürdüren Ayşe büyük bir hata yaparak, gelecek umudunu da yok eder. Ve onun için ‘İyiyim’ sözcüğü gerçek anlamını yitirmiştir artık.’’ şeklinde özet bir bilgi verildiği için oyun hakkında çok fazla bir bilgim yoktu.

Bazı tiyatrolarda olduğu gibi sahneye bir perde çekilmemişti. Sahne çok kalabalık değildi. Bir masa ve koltuklardan başka bir şey olmadığından dikkat dağıtacak bir şey yoktu. Önce müzik başladı ve ardından elinde alışveriş torbası olan, kulağında cep telefonuyla annesiyle konuşan 40’lı yaşlarda, balıketi (oyunda kendi ifadesi böyle) bir kadın sahneye girdi. Oyun başlayınca, orta yaşa gelmiş yalnız bir kadının bunalımlarının işlendiği sıkıcı bir oyun herhalde diye düşündüm. Bu önyargı sebebiyle olsa gerek oyunun başlarında sıkılmaya başladım. Fakat oyun devam ettikçe yavaş yavaş her şey aydınlanmaya başladı ve oldukça ilgi çekici bir hale gelmeye başladı.

Bazı ipuçlarından, oyunun başlangıcından çok farklı bir yöne doğru gitmeye başladığı anlaşılıyordu. Ancak sonu beklenmedik bir şekilde çok ilginç ve şok ediciydi. Bir saat süren oyunun ardından tiyatrodan çıkarken iyi ki gelmişim dedim. Tiyatro izlemekten hoşlanan, tek kişilik oyunlarla bir sorunu olmayan ve uzun oyunlardan sıkılan herkese tavsiye ederim.


28 Ocak 2018 Pazar

Rusya basınında Türk Ordusu hakkında çıkan yorumlar hakkındaki görüşlerim.



Rus basınında yer alan ''Türk Ordusunun Muharebe Kabiliyeti Düşük'' başlıklı yazıyla ilgili bir arkadaşım facebook'ta yaptığı bir paylaşımda fikrimi sordu. Ben de aşağıda sunulan görüşlerimi yazdım. İlginizi çekebilir diye düşündüğümden burada da yayımlıyorum.

Bu kadar yıldır art arda gelen darbelerden sonra ordunun muharebe kabiliyeti hiç zarar görmedi demek isterdim ama yalan söylemek istemem. Ancak, Türk ordusunun ölüsü bile kara sınırımız olan tüm komşularımızın ordularını ve bu arada zaman zaman farklı yabancı ülkeler tarafından desteklenen terör örgütlerini yenmeye muktedirdir. Şu anda ordunun öldüğünü söylemek de büyük bir haksızlık olur. Savaş konusunda çoğu kimse tarih ve bu tarihin yarattığı kültür olayını dikkate almaz. Ama ben, kişisel tecrübeme dayanarak kültürün her şeyde olduğu gibi savaşta da en önemli unsur olduğunu düşünüyorum. Çünkü böyle bir kültüre sahip olmayan Peşmergeler dahil değişik unsurlar ve devletlerin silahlı güçlerini tanıma fırsatım oldu. Türk milletinin askerlik ve savaş kültürü o yorumu yapan Rus arkadaşın hiçbir zaman anlayamayacağı kadar zengin ve köklüdür. Bir örnek verecek olursak Ruslar bu günkü başkentlerinin kuzeyindeki ormanlık alanlarda ilkel bir yaşam sürerken bizim atalarımız yüzbinlerce askeri olan düzenli ordular kurmuş ve dünyanın en eski medeniyetlerinden birini ve aynı zamanda en eski ordularını kuran Çinlilerle yüzlerce defa savaşıp yenmişlerdi. İran, Hint, Avrupa yönlerinde ilerledikçe bu bölgelerdeki savaş kültürünü de özümsemiş ve bir zamanlar dünyanın en mükemmel ordularını kurmuşlardı. Ruslar 900'lü yıllara kadar tarih sahnesinde yoktur. Hatta ilk kurulan Rus Knezlikleri (Beylikleri) de Ruslar tarafından kurulmamıştır. Bu arkadaşlar çok ilkel ve beceriksiz olduklarından kendilerini yönetsin diye İsveç-Norveç bölgesindeki İskandinav kökenli asilzadelerden kendilerine yönetici getirmişlerdir. Hatta Rus ismi bile Rus dediğimiz insanları temsil eden bir kelime değildir. O dönemin Slavları İskandinavyalılara Russi diyormuş. Oradan getirdikleri kişilerin kurduğu beyliklere de Rusya veya Russia demişler. 900-1000 yılları arasında bir ara bu Russileri, yani İskandinav kökenli asilzadeleri, biz kendi kendimizi idare edebiliriz diye memleketlerine göndermişler. Fakat 2-3 yıl içinde hepsi birbirine girip de knezlikler dağılınca gönderdikleri adamlara heyetler yollayıp, gelin bizi yönetin diye yalvar yakar geri getirmişler. Bu yüzden Slav kökenli Rus Çarı bile bulmak çok zordur. Türk kökenli çar bile idare etmiştir Rusları. Çarlık yıkılmadan önceki dönemle ilgili okuduğum bazı yazılarda Rusya sarayında Rusça'nın konuşulmadığını, Almanca ve Fransızcanın daha yaygın olduğunu öğrenince çok şaşırmış, bunun üzerine Rusya tarihi üzerine birkaç kitap okumuştum. (Akdes Nimet Kurat'ın Türkiye ve Rusya isimli kitabını tavsiye ederim.) Rusların tarihteki en önemli başarısı Marks'ın sosyalizm teorisini teoriden pratiğe geçirdikleri Bolşevik devrimdir. Ama ne ilginçtir ki bu devrimi yapan üç kişi arasında da Slav yoktur. Lenin Tatar, Troçki Yahudi, Stalin ise Gürcüdür.
Biraz konudan sapmış gibi oldum ama demek istediğim şeyle bu anlattıklarım bağlantılı. Ruslar tarih boyunca kazandıkları bütün savaşları, Türkler, Almanlar veya İngilizler gibi özgün bir stratejik başarı sayesinde değil aşırı güç kullanarak kazanmışlardır. Hatta bu konuda Ruslar şöyle der: ''Niceliğin, kendisi de bir niteliktir.'' Bu mantıkla düşünen bir arkadaşın böyle yorum yapması normaldir ve kendi mantığına göre de doğru ve haklıdır. Çeçenistan savaşında bunun en bariz örneğini gördük. Rus ordusu Çeçen savaşçıları bulup etkisiz hale getiremediğinden bütün şehirleri havadan ve karadan attığı yüz binlerce bomba ve mermi ile yıktı. Çeçenistan yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalınca teslim oldu.

Tabii ki kendisi hakkındaki iddia veya gözlemleri dikkate alıp kendisini yeniden gözden geçirenler daha hızlı ilerlerler. Bu sebeple bu tür iddiaları da ordumuzun incelemesi lazım. Bu sadece bir propaganda veya çok bilmiş bir adamın uydurmaları mı yoksa gerçeklik payı var mı bakması lazım. Çünkü Osmanlı Ordusu, bizden daha iyisi yok ve olamaz dediği için geri kaldı. 4. Murat döneminde yazılan en önemli eserlerden biri olan Koçi Bey Risalesi'ni okuyunca bunu daha iyi anlamak mümkün. Osmanlı ordusu Avrupa ordularından geri kalmaya başlamış. Bunun farkına varan Osmanlı yöneticileri, bunun Avrupalıların kendilerinden ileri gittiklerinden değil de kendilerinin eski mükemmel sistemlerinin bozulmasından kaynaklanmış olduğunu düşünerek bazı reformlarla eski sistemleri yeniden uygulamaya çalışmışlar. Ama sonuç hüsran olmuş. Neticede 3. Selim gerçeği kabul etmiş. Alınan yenilgilerin Osmanlı sisteminin bozulmasından değil de Avrupalıların çok hızlı gelişmesinden kaynaklandığını kabul etmiş ve reformlara bu mantıkla yeni bir yön vermiş. Bu günkü ordu, 3. Selim'in, bu kabul edilmesi zor şeyi, yani Avrupalıların sistemlerinin Osmanlı sisteminden daha iyi ve ileri olduğunu kabul etmesi ile başlayan uzun bir sürecin sonucunda ortaya çıkmış bir ordudur. 1914 yılı öncesinde Alman Genelkurmay Başkanı Moltke, İmparator'un Osmanlı ile ittifak yapma fikrine karşı çıkmış, Osmanlı ordusunun savaşma kabiliyeti olmadığını, bu yüzden Almanya'ya yük olmaktan başka bir işe yaramayacağını söylemiştir. Ama sonuç onun iddiasının tam tersi olmuştur. 1. Dünya Savaşı'nda İtilaf ve İttifak Devletlerinin tamamında orduda isyanlar çıkmış, hatta Rusya, Almanya ve Avusturya'da bu isyanlar sebebiyle rejimler değişmiş olmasına rağmen Osmanlı ordusu savaşın sonuna kadar tek bir isyan dahi çıkmadan gücünün sonuna kadar devlete sadakatle hizmet etmiş ve savaşmıştır.

13 Ocak 2018 Cumartesi

Milli Mücadele’de bugün (12 Ocak).



1919:
Sadrazam Tevfik Paşa Padişah’a istifasını sundu. Tevfik Paşa, ertesi gün saraya daha yakın kişilerden oluşan bir hükümet kuracaktır.
İngilizler Kars’a gelerek tahkim edilmiş mevkilere yerleştiler.
İngiliz Karadeniz Orduları Komutanı General Milne, İstanbul’a yerleşti. Aynı gün İngiltere hükümetine; Türklerin Kafkasya’dan çekilmeyi, hasadı da birlikte götürmek için geciktirdiğini söyledi. İstanbul’u işgal etmek, Çanakkale istihkâmlarını tahrip etmek için izin istedi ve Türklere çok sert bir ders vermek gerektiğini söyledi.
Samsun’daki 1000 Alman askeri İstanbul’a gönderildi.
Paris Barış Konferansı’nın hazırlık toplantısı Versailles Sarayı’nda yapıldı.
Hükümet şehit çocukları ile göçmen ve mültecilerin durumunu çözümlemek amacıyla bir komisyon kurdu. Ülkede böyle 100.000 kişinin bulunduğu tahmin edilmektedir.
1920:
Son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı açıldı. Açılışa 168 milletvekilinden 72’si katıldı. Padişah Meclis’i 21 Aralık 1918’de kapattığından ülke 1 yıl 21 gündür kararnamelerle idare ediliyordu.
Senato’da Damat Ferit Paşa’nın Senato’yu kendi adamlarıyla doldurduğu iddia edildi. Damat Ferit Paşa, atamaların padişah tarafından yapıldığını söyleyerek kendini savundu.
İngiltere Bakanlar Kurulu, Başbakan Lloyd George ve Dışişleri Bakanı Lord Curzon’un karşı çıkmasına rağmen İstanbul’un Türklerde bırakılmasına ve padişahlık merkezi olarak kabul edilmesine karar verildi.
Antep’te kurtuluş mücadelesi başladı.
Kastamonu’da binlerce kişinin katıldığı bir miting yapıldı. Mitingde ‘'İstanbul Türk’tür, Türk kalacak!’’ sloganları atıldı ve İtilaf Devletlerine bu yönde telgraflar çekildi.
Paris Barış Konferansı Azerbaycan Hükümeti’ni tanıdı.
İngiltere’nin Anadolu çevresi ile bağlantı ve haberleşme için görevlendirdiği Wortsh Alkinson ülkesine gönderdiği raporda ‘’Eğer Türkiye’nin herhangi bir yeri Yunanistan’a verilirse Türkiye alt üst olur ve bütün Hristiyanlar katledilir.’’ dedi.
Sivas’ta yayınlanan İradei Milliye Gazetesi’nde Türkiye barışı ve Avrupa siyaseti başlıklı yazı: Dünyanın kanına susamış Clemenceau ve Lloyd George’un menfaatçi adımlarıyla Osmanlı memleketleri tedricen istila edilmiştir. İngiltere İslam âleminin kanatlarını kıracağını ve Türkiye’nin ortadan kaldırılacağını ümit etmiştir. İslam âlemi milli birlik etrafında toplanmak kabiliyetini idrak etmiştir. ‘’Keskin kılıç kullananlar, yanlış hamle yapmaktan sakınmalıdır.’’



1921:
1. İnönü Muharebesi’nde Yunan ordusu geri çekildiğinden Türk ordusu takip harekâtına başladı.
Çerkez Ethem kuvvetlerinden 500-600 kişi Kütahya’da Batı Cephesi birlikleriyle çarpıştı.
10 gün önce tutuklanan Yeni Dünya Gazetesi’nin sahibi Arif Oruç’un Ankara İstiklal Mahkemesi’nde sorgulanmasına başlandı. Oruç, Komünist olduğunu, barıştan sonra sınıflar arasında adalet sağlanması gerektiğini söyledi. Yeni Dünya Gazetesi resmi Türkiye Komünist Fırkası’nın yayın organı idi.
İngiliz Genel Karargâhından Savaş Bakanlığı’na gönderilen raporda; Kemalistlerin, doğu halklarını batılılara karşı birleştirme amacını güttüğü, Mustafa Kemal’in birkaç oyunu birden oynamak istediği bildirildi.
Halil Paşa, Karahan’la görüştükten sonra Berlin’de bulunan Enver Paşa’ya bir telgraf çekti. Telgrafta; Karahan’ın onun Moskova’ya gelmesini istediğini, ancak Türkiye’nin içişlerine müdahale etmemek için Türkiye’ye gönderilmesine karışmadığını, emrine de kuvvet verilmeyeceğini bildirdi.
1922:
Trabzon’da iskele kâhyalığı sırasında yolsuzluk yaptığı ve Enver Paşa’yı yurda sokmaya çalıştığı iddiasıyla aranan Yahya Kâhya teslim oldu. 5 Haziran’da serbest kalacak olan Yahya Kâhya 3 Temmuz’da siyasi bir cinayetle ortadan kaldırılacaktır.
Mustafa Kemal Paşa’ya muhalefet eden Milli Savunma Bakanı Refet Bey ve Bayındırlık Bakanı Rauf Bey’in istifaları mecliste açıklandı.
Cannes’da Yunan Başbakanı Gunaris, Lloyd George ve Lord Curzon ile İngiltere’nin 30 Aralık’ta müttefiklere sunduğu yeni barış planını görüştü. Lloyd George ona; Trakya’nın bir bölümünü ve İzmir’i kaybetmeye hazır olmasını söyledi.


(Kaynak: Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, Cilt:I, II, III, IV, TTK Basımevi, Ankara, 1996.)

27 Aralık 2017 Çarşamba

Tımarhanede yaşıyorum.



Bazen, sanki tımarhanede yaşıyorum da bunun farkında değilim gibi hissediyorum.

Bu gün arabayla bir yere giderken radyodan dinlediğim bir reklam yine böyle hissetmeme sebep oldu.

Reklam bir bankanın reklamı.

Reklamda isim üzerinden insanlar yönlendirilerek bankanın halkın bankası ve hatta halkçı bir banka olduğu imajı yaratılmaya çalışılıyor.

Güzel bir reklam olabilirdi.

Eğer bu banka son yıllarda bazı devlet ve hükümet yetkilileri ile yaptığı milyar dolarlık yolsuzluk ve hukuksuzluktan şu anda Amerika'da yargılanan (pardon itirafçı olan) birinin işlerini gördüğü banka olarak çalışmasaydı.

Eğer bu bankanın bir görevlisinin evinde ayakkabı kutularında rüşvet paraları bulunmasaydı.

Ve eğer bu bankanın bir başka görevlisi yaptığı yolsuzluklardan dolayı şu anda ABD'de yargılanmasaydı.


Bu konu benim uzun süredir dikkatimi çekiyor.

Bu memlekette kim ne değilse kendisini o gibi göstermeye çalışıyor.

Kim neyse kendisini o değil gibi gösteriyor.

Hatta öyle olanların en büyük düşmanı gibi bile görünebiliyor.

Yolsuzlukların bankası kendisini halkın bankası olarak tanıtmaya çalışabiliyor.

Laikler ahlaksızdır diyen tarikat mensuplarının sadece ahlaksız değil aynı zamanda sapık oldukları ortaya çıkıyor.

Homoseksüeller hakkında söylemediğini bırakmayan ve hatta homoseksüel yürüyüşlerine saldıran tipler homoseksüel çıkıyor.

Delikanlı geçinen tipler nedense oğlan veya oğlancı çıkıyor.

Muhafazakarlığıyla öne çıkan bir partide önemli görevler üslenmiş biri bir erkek çocukla basılıyor.

Memleketin soyadı Türk olan en tanınan kişisi, Türk değil.

Hatta Türk düşmanı bir terör örgütünün borazanlığını yapıyor.

Bazı dindar Müslümanlar, bir bakıyorsun din değiştiriyor.

Herkese FETÖ'cü diyenler Fetö'den tutuklanabiliyor.

Yıllardır Fetö'nün dizi dibinden ayrılmayanlar şimdi herkese Fetö'cü diyor.


Bu konuyla ilgili olarak en çok kafayı yiyecek gibi olduğum bir olayı hala hatırlıyorum.

Bir zamanlar çok sık karşılaştığım biri vardı.

Bu şahıs neredeyse her adımında etraftan duyulacak şekilde besmele çeker ve her konuşmasına Allah izin verirse, Allaha şükürler olsun, Allah büyüktür gibi cümlelerle giriş yapardı.

Ben de bu kişinin çok dindar biri olduğunu düşünerek yanında dikkatli konuşurdum.

Sonra bir gün tesadüfen bir yerde rastladım.

Oturmuş kafayı çekiyordu.

Şaşırdım ve hemen yanına oturdum.

Biraz sohbet ettikten sonra bana ateist olduğunu söyledi.

Neden çok dindarmış gibi görünmeye çalıştığını sordum.

Ticaretle uğraştığını ve ticaret yaptığı kişilerin çok dindar olduğunu söyledi.

Onlara dindar görünmek için uzun süre böyle davranmış.

''Şimdi de ağzım öyle alıştı ki istemsiz olarak her yerde öyle konuşuyorum.'' dedi.


''Peki...'' dedim.

''Kişiliğine ve inancına bu kadar ters davrandığına göre  ne kadar kazanıyorsun?''

Adam mal varlığını ve aylık kazancını söyledi.

Duyduklarım karşısında çok şaşırdım.

Ve gayri ihtiyari olarak ''Maşallah!'' dedim.

Adam gülümsedi.

''Allah razı olsun. Allah size de versin inşallah. Daha iyileri sizin olsun inşallah. Daha fazla kazanç size nasip olsun inşallah.'' diye cevap verdi.

Hemen kalktım.

Gidip başka bir masaya oturdum.

Bu nasıl iştir anlayabilmiş değilim.

Anlayan varsa, anlatırsa sevinirim.

(Not: Bu bahsettiğim olay yeni değildir. 1990'lı yıllarda yaşanmıştır.)

Saygılar sunarım.

M.Ç.
27.12.2017.

16 Aralık 2017 Cumartesi

1. Dünya Savaşı'nda Arap İhanetinin İçyüzü.

Bu gün bir kitap okurken kitapta verilen bir bilgiyi, son günlerde Araplar 1. Dünya Savaşı sırasında bizi arkadan vurdu diyenlerle hayır vurmadı diyenler arasında sanal alemde yapılan tartışmalarla ilgili olduğu için Facebook'ta paylaştım.

Bu yazıyı aşağıda veriyorum.

''İtilaf Devletlerinin ezilen milletlere verdikleri sözlere sadakatları sonucunda hiçbir ırk Araplar kadar karlı çıkmış değildir. 

Araplar; Irak, Arabistan, Suriye ve Ürdün'de şimdiden bağımsızlıklarını kazanmışlardır.

Arapların çoğunun savaş boyunca Türkler tarafında çarpıştığı da unutulmamalıdır. 

Özellikle Filistinli Araplar Türk hakimiyeti için çarpışmışlardır.'' 

Lloyd George, 1919. (Kaynak: David Fromkin, Barışa Son Veren Barış, Epsilon Yayınları, s.355.)

Bu paylaşımın ardından özelden ve paylaşımın altına yorum yazarak bazı meslektaşlarım tarafından yorumlar yapıldı. 

Bunlardan biri papağan gibi aynı ''arkadan vurma''safsatalarını tekrar etmeyip, gerçekleri, hem de İngilizlerin ağzından olanını göz önüne serdiğin için eleştiri bile alabilirsin şeklindeydi. 

Ben de bunun üzerine, paylaşımdaki maksadın yanlış anlaşıldığını düşünerek konu hakkındaki görüşlerimi aynı paylaşımın altında yazdım.

Belki bir faydası olur düşüncesiyle bu görüşlerimi aşağıda bilginize sunuyorum.

''Ben Arapları savunmuyorum. 

Yanlış anlaşılmasın. 

Evet Arapların bir kısmı Şerif Hüseyin ve oğulları arkasından giderek İngilizlerle birlik olup Türk ordusunu arkadan vurdu.

Yaptıkları işkence ve cinayetler her türlü tarifin ötesindeydi.
İnönü dahil o bölgedeki muharebelere katılanlar 1917'yılından itibaren Arap saldırılarının Türk ordusunu çok fazla yıprattığını, bu durumun Suriye'de genel bir Osmanlı aleyhtarlığını güçlendirdiğini yazmaktadır. 

Yukarıdaki ifadede de İngilizlerin Araplarla olan ilişkisi açıkça görülmektedir. 

Ama o dönemde Araplar aynen bu gün olduğu gibi birçok gruba bölünmüş ve aralarında fikir birliği yoktu. 

Bir grup Şerif Hüseyin'in arkasındaki feodal, kabileci ve bir nevi ırkçı Araptan oluşuyordu. 
Bunlar ihanetin en uç noktasındaydılar. 

Suudiler de Osmanlı aleyhtarıydılar. 

Dini bir tarikat yapısında olan bu grup (bir nevi şimdiki fetöcüler gibiydiler) Şerif Hüseyin ile iktidar mücadelesi yapmakla birlikte İngiliz desteğini de arıyordu. 

Ama İngilizlerin yazdığı senaryoda baş rolde Şerif Hüseyin'in oğullarından en gösterişlisi olan Faysal vardı. 

Öte yandan daha savaş öncesinde Suriye'de milliyetçi akımlar çok güçlüydü. 

Birçok dernek ve örgüt vardı. 

Bunlar Arap milliyetçisi ve ayrılıkçıydılar. 

Ama Cemal Paşa bu hareketi büyük ölçüde akamete uğrattı. 

Bir de ilkel Arap aşiretleri var. 

Bunlar ise yağmacı ve çapulculuklarıyla kendilerini göstermişlerdi. 

İngiliz yenilince ona saldırıp soygun yapıyor, Osmanlı geri çekilince de Osmanlı'ya saldırıp soygun yapıyordu. 

Mesela Kanal Harekatlarına bu bedevi aşiretlerinden katılan çok sayıda silahlı aşiret mensubu var.

Ama Osmanlı çekilirken yağma yapan aşiretler de var.

En çok Türk kanı akıtan ve cinayetler işleyenler Faysal'ın adamları ile bu aşiretlerdi. 

Ama öte yandan son ana kadar ve hatta Milli Mücadele zamanında bile bizimle birlikte olan Araplar da vardı. 

Onların da hakkını yememek lazım. 

Araplar haindir veya Araplar din kardeşimizdir diye başlayan her türlü cümle daha başlangıçtan sakattır. 

Çünkü her Arap ihanet etmediği gibi din kardeşi olmamız da önemli bir miktarda Arap'ın Hristiyanlarla bir olup bizi arkadan vurmasına engel olmamıştır. 

Bu sebeple bu gün Türkiye'nin bölge politikası bu tür söylemlere göre değil salt milli çıkarlarımıza göre oluşturulmalıdır.

Saygılar sunarım.
Mehmet Çanlı
16.12.2017.

15 Aralık 2017 Cuma

Değişim nereden başlamalı?


Eski defterleri karıştırırken (mecazi anlamda değil, gerçekten eskiden kalan ve kumpas sürecinde geceleri ev baskınları yapan FETÖ savcı ve polislerine malzeme vermemek için ne var ne yok yakarken her nasıl olduysa bulup imha edemediğim) 1999-2000 yıllarında kaydettiğim bir not ilgimi çekti.

''Biraz dinleyebilir misiniz?'' başlıklı bir önceki yazımda kimsenin kimseyi dinlemediğini yazmıştım.

Bu not ise kimseyi değiştirmeye çalışmamak gerektiği ile ilgili.

Çok beğendiğim için burada paylaşıyorum.

Umarım sizin de hoşunuza gider.

En önemlisi de...

Umarın bir faydası olur.


Benim de bazı resmi törenler ve Londra'ya gelen misafirleri gezdirmek için içine girdiğim, ayrıca hemen hemen her gün önünden geçtiğim Londra/İngiltere'deki Westminster Katedrali'nin bodrumunda bir Hristiyan din adamının mezar taşında şunlar yazılıymış:

''Ben genç ve düşlerim henüz sonsuzken, dünyayı değiştirmek isterdim.

Biraz yaşlanıp aklım başına gelince dünyanın değişmeyeceğini anladım.

Bunun üzerine düşlerimi biraz kısıtlamaya karar verdim.

Böylece ülkeyi değiştirmeye karar verdim.

Ama iyice yaşlanınca anladım ki onun da değişeceği filan yoktu.

Bunun üzerine çevremi ve ailemi değiştirmeye karar verdim.

Fakat gördüm ki onların da değişmesi mümkün değildi.

Ölüm döşeğinde yatarken birden aklım başıma geldi.

Eğer önce kendimi değiştirseydim muhtemelen her şeyi değiştirebilirdim.

Ben değişince ailem ve çevrem de değişebilirdi.

Bundan aldığım cesaret ve güçle, ve tabii ki onların da yardımıyla ülkeyi değiştirebilirdim.

Eğer ülkeyi değiştirebilseydim, kim bilir, belki dünyayı da değiştirebilirdim.''

Bu adam gibi ölüm döşeğine düşmeden önce aklımızı başımıza alsak mı acaba?

Yani....

Hiç kimseyi değiştirmeye çalışmadan....

Ve hiç kimseyi değişmeye zorlamadan....

Kendimizi değiştirmeye.....

Daha iyi bir insan olmaya...

Daha hoşgörülü ve makul biri olmaya...

Çalışsak mı?....

Hem başarı ihtimali daha yüksek...

Hem de daha kolay bir yöntem değil mi bu?

Saygılar sunarım.

M.Ç.
14.12.2017.



13 Aralık 2017 Çarşamba

Biraz dinleyebilir misiniz?



Son yıllarda ve özellikle de son günlerde Türkiye'de tüm siyasi, kültürel, dini vb. grupların kronikleşmiş bir hale gelen bir hastalığı var.
Bu durum sıradan insanlarda da oldukça yaygın.
Hastalık herkesin sürekli konuşması.
Ama dinlememesi.
Sanırım bu durum biraz, AKP'nin iktidara geldiği günden itibaren tüm basın ve yayın organlarını tedrici bir şekilde ele geçirerek sonunda ülkede neredeyse tek sesli bir basın oluşturmasından da kaynaklanıyor.
Bu durum hükumetin kamuoyunu istediği zaman istediği şeye inandırması ve istediği zaman esas problemlerden, yani hükumetin başına bela olacak problemlerden başka yere yönlendirmesi için oldukça kullanışlı olduğundan hükümet bu durumdan memnun.
Ama anlayamadığım şey kendisini hükumete muhalif olarak lanse eden partilerin ve değişik çevrelerin de aynı şekilde dinlemeden, anlamadan tek yönlü vaazlar şeklinde konuşması.
Durum böyle olunca girdiğimiz kısır döngüden bir türlü çıkamıyoruz.
Bunun en son örneği de bu günlerde yaşanıyor.

Zarrab davası ve CHP'nin açıkladığı belgeler tam hükumeti zor duruma sokmaya başlamıştı ki hemen Amerika'daki bir manyağın abuk subuk bir açıklamasına sarılan hükümet gündemi değiştiriverdi.
Şimdi toplumun büyük bir kısmı Zarrab davasını ve Man Adası olayını bir yana bırakıp Kudüs olayına odaklandı.
Bunlar muhalefetin ve bazı gazetecilerin Zarrab ve yolsuzlukla ilgili söylemlerini dinlemiyor.
Muhalefet te bu konuda kendi kendine konuşmak zorunda kalıyor.
Ama onlar da hükümet çevrelerini dinlemiyor.
Böylece iktidarıyla muhalefetiyle toplum belli sloganlar arkasında telef ediliyor.
Bence toplum uzun süredir salak yerine konuluyor.
Daha da ötesi, salaklaştırılmaya çalışılıyor.
Kurulmuş saat gibi işaret gelince hemen zil çalmaya başlıyor insanlar.
Düşünmek yok.
Değerlendirmek yok.
Yorum yapmak yok.

Çünkü kimse kimseyi dinlemiyor.
Dinlemeyen insan da anlayamaz.
Anlamayan insan ise düşünemez.
Düşünemeyen insan da değerlendiremez.
Sadece kendisine dikte edilenleri söyler ve yapar.
Yorum yapamaz, çünkü yorum yapmak için farklı düşüncelerin de bilinmesi gerekir.
Ama kimse kimseyi dinlemediğinden herkes kendi grubundan söylenenlerden başka bir şey bilmez.
Bu sebeple yorum da yapamaz.
Böylece koyun sürülerindekine benzer bir refleks hakim olur topluma.
Nasıl ki koyun sürülerilerinde bazen , sürünün başındaki koyun uçuruma düşünce veya atlayınca bütün sürü de arkasından uçuruma atlıyorsa (Bu sanılandan daha çok rastlanan bir durumdur. Gençliğimde koyun gütmüş biri olarak iyi biliyorum.) toplumda şu anda oluşmuş ve neredeyse sürüleşmiş siyasi partiler ve diğer gruplar da lider veya lider grubunun arkasından uçuruma atlamaktan başka bir şey yapmıyor maalesef.
Bu sadece hükümet partisine has bir durum değil.
Diğer partilerde de, parti liderinin ani yol değiştirmesine parti mensuplarının ne kadar çabuk uyum sağlayıp dün söylediklerinin tam tersini bu gün inançla savunduklarını görüyorsunuz.
Ülkenin büyük bir kısmı sanki derin bir hipnoz halinde yaşıyor.
Bir parmak şıklatmayla herkes her şeyi yapıyor.

Ülkenin kurtulması için insanlarımızın bu hipnozdan uyanması ve bu durumdan kurtulması gerekiyor.
Bunun için de önce dinlemeyi öğrenmek gerekiyor.
Ama masal dinler gibi değil.
Anlamak için dinlemek gerekiyor.
Ve açık fikirlilikle dinlemek gerekiyor.
Eğer bunu yapabilirsek zamanla her sorunu çözeriz.
Bunu yapıp yapamayacağımıza dair örnek mi istiyorsunuz?
Hemen bir örnek vereyim.
1919 yılında Osmanlı İmparatorluğu yıkılmak üzereydi.
Ülke paylaşılmış ve içerde de bölünmeler yaşanıyordu.
Çoğu insan padişahın peşine takılmış gidiyordu.
Padişah Damat Ferit'in peşine, o da İngilizlerin peşine takılmıştı.
İngilizlerin bizi nereye götürdüğü de malum.
Aynı koyun sürüsü pisikolojisi hakimdi ülkeye.
Ama bir kişi, daha doğrusu bir kişiyi lider kabul eden bazı insanlar çıktı ortaya.
Ve imkansız görünen şeyi yaptı.
Ülkeyi kurtardı ve yeni bir devlet kurdu.
Kurtuluş Savaşı'nı herkes biliyordur.
Atatürk'ü de bilmeyen yoktur sanırım.
Ama çoğu insan onun başarısının sebebini tam olarak bilmez.
Herkesin bir fikri vardır belki.
Ama bu fikirler, bu başarısının sebebinin ne olduğuyla ilgili kendi açıklamalarıyla pek uyuşmaz nedense.
Onun resimlerine bakanlar da dikkat etmez ne yaptığına.
Atatürk'ün insanlarla ve özellikle sıradan insanlarla konuşurken çekilmiş resimlerine bir bakın isterseniz.

O resimlerde de göreceğiniz gibi insanları çok dikkatle dinlediğini anlayacaksınız.
Öyle kulağıyla filan değil.
Beyniyle de değil sadece.
Tüm varlığıyla karşısındaki insanları dinlediğini fark edeceksiniz.
Nitekim bunu kendisi de açıkça ifade etmektedir.
Örneğin Profesör Pittard'ın eşi, roman ve tarihi kitap yazarı Noelle Royer bir gün Atatürk'e bütün hedeflerine başarıyla ulaşmasının sırrını sormuş.
Atatürk şu cevabı vermiş:
''İnsanları dikkatle dinlerim. Durur, durur tekrar dinlerim.''
Sonra sanki o insanları dinlediği anlar gözünde canlanmış gibi bir süre boşluğa bakıp tekrarlamış.
''Durur, durur dinlerim.''
Sonra da susup bu kadının söyleyeceklerini dinlemeye başlamış.
İşte başarısı ispat edilmiş bir yöntem.
Biraz dinleyelim.
Dinlediklerimizi anlamaya çalışalım.
Anladıklarımız hakkında biraz düşünelim.
Sonra bunları birbirleriyle kıyaslayalım ve değerlendirelim.
Ve en sonunda da buna göre hareket edelim.
Yoksa gidişimiz gidiş değil.
Çünkü yolumuz yol değil.

Saygılar sunarım.

M.Ç.
13.12.2017.