.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

27 Mayıs 2014 Salı

Mondros Mütarekesi'ne Gösterilen Tepkiler.


Osmanlı İmparatorluğu’nda, Mütareke Sonrası Ortaya Çıkan Tepkiler.      


    1. Ordu Komutanlarının Tavır ve Düşünceleri.       
Mütareke imzalanıp uygulamaları ortaya çıkmaya başlayınca buna ilk tepkiler ordu mensuplarından gelmeye başladı. Bu tepkiler daha çok, düşmanla karşı karşıya olan Ordu Komutanlarından geliyor, düşman isteklerine direnilmesi gerektiği öne sürülüyor, şartların elverdiği ölçüde de direniliyor ve bazı tedbirler alınıyordu. Fakat hükumet bu fikirlere karşı çıkıyor ve Mütareke şartları ile İtilaf Devletleri taleplerine uyulması için gerekli tedbirleri alıyordu.
Direniş gösteren ordu komutanları, hükumet tarafından engellenmeye çalışılırken İtilaf Devletleri temsilcileri de bu komutanlara karşı sert tedbirler almaya çalışıyor, direnci daha başlamadan kırmaya ve gelecekteki planlarına engel teşkil edebilecek tehditleri etkisiz hale getirmeye çalışıyorlardı.
A. 9’uncu Ordu Komutanı Yakup Şevki (Subaşı) Paşa.
Mütareke’nin imzalanmasından kısa bir süre sonra, Ahmet İzzet Paşa’nın emriyle, Kafkasya’daki kuvvetlerimiz hudut gerisine çekilirken Osmanlı İmparatorluğu ‘’Elviye-i Selase’’ (Kars, Batum ve Ardahan)’nin kendi hudutları dâhilinde kalmasını planlamıştı. Bu plana göre Ordu, Brest Litovsk Antlaşması ile elde ettiği yerler dışında ele geçirdiği bölgelerden çekilecekti. Hâlbuki İtilaf Devletleri bu üç vilayetin de hemen boşaltılmasını istiyordu.
9’uncu Ordu Komutanı Yakup Şevki Paşa, bu istekleri ve Mütareke hükümlerini uygulamakta çok yavaş davranıyor ve bölgeyi kısa sürede boşaltma talebine direniyordu. İngilizler, bu tavırlar karşısında Harbiye Nezareti’ne, ihmali görülen subayların cezalandırılması yönünde baskı yapıyor ve bunun üzerine Harbiye Nezareti bu baskıya tepki göstererek kendi personelini asla suçlu olarak kabul etmediğini, gecikme sebeplerinin iklim ve doğa şartları ile İtilaf Devletleri’nin kabul edilmesi asla mümkün olmayan taleplerde bulunmasından ileri geldiğini söylüyordu.
Bu gelişmelerin ardından 19-24 Aralık 1918 tarihlerinde, İngilizler Batum’u işgal edince, Osmanlı Hükumeti bunu kabul etmediğini duyurarak bu bölgedeki Türk asker ve jandarmasının görevleri başında kalmasını bildirdi.
Bu arada Osmanlı hükumeti, Yakup Şevki Paşa’ya, doğu vilayetlerinin durumunu İngilizlerle görüşmesi için yetki vermişti. Bunun üzerine Paşa, Kars’ta bulunan İngiliz generali Walker ile 7 Ocak 1919’da bir görüşme yaptı. Bu görüşmede İngiliz General; Ermenilere bırakılacak üç sancağın Osmanlı Ordusu tarafından 25 Ocak tarihine kadar terk edilmesini istedi. Buna karşılık olarak, çekilmeye kadar 13.000 kişilik Türk Ordusu’nun iaşe etmeyi vadediyordu. Paşa, bu taleplere karşı mukavemet etmeye kararlı olduğunu ifade etti.
Fakat Osmanlı Harbiye Nezareti’nden gelen emir üzerine 9’uncu Ordu’yu Erzurum’a çekmek zorunda kaldı, ancak bunu mümkün olduğu kadar yavaş bir şekilde yaptı. Çekilirken malzeme ve silahlarını da beraber götürdü. Bu esnada Yakup Şevki Paşa, 6’ncı Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa ile de işbirliği yapmak için görüşmeler yapıyordu.
İngilizlerin baskısı sonucu, 3 Nisan 1919 tarihinde 9’uncu Ordu lağıv edildi. Paşa’ya, Harbiye Nezareti’nce, İstanbul’a dönmesi emredilince, Doğu Bölgesi’nin sorumluluğunu 15’inci Kolordu Komutanlığı’na devretti. İstanbul ile yaptığı uzun yazışmaların ardından başkente döndü.
Milli mücadeleye olumlu bakışı bilindiğinden, başkentte uzun süre kendisine bir görev verilmedi. Kendisinden sürekli şüphelenen İngilizler tarafından 21 Nisan 1920 tarihinde tutuklanarak Malta’ya gönderildi. 1921 yılında esir mübadelesi sonucu yurda dönünce kurtuluş mücadelesine katıldı.[1]
B. 6’ncı Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa.
6’nci Ordu Komutanı Ali İhsan (Sabis) Paşa, Mütareke’nin imzalandığını öğrenir öğrenmez, Bağdat’ta bulunan İngiliz generali Marshall’a bir mektup göndererek aralarında bir tampon bölge oluşturulmasını teklif etti. Bu sırada İngiliz birlikleri Musul’a 60 kilometre mesafede bulunuyordu. İngilizler, Paşa’nın talebine verdikleri cevapta; Mütareke’nin 7’nci maddesi gereğince Musul’u işgal edeceklerini, bu sebeple Musul’un boşaltılmasını istediler. Paşa, bu maddenin tatbikine sebep olmadığını ve bu yüzden işgalin mümkün olmadığını bildirmesi üzerine İngilizler, bölgedeki bazı Arap aşiretlerini kışkırtarak bölgede isyan ve yağma hareketlerine başlamalarını sağladılar. Bu hareketlerin ardından da asayişin bozulduğunu ve halka zulüm edildiğini ileri süren İngiliz Irak İleri Birlikleri Komutanı General Cassel, birliklerini ileri yürüyüşe geçirdi. İngilizler, tekrar bir mektup göndererek şehrin hemen teslimini istediler. Paşa, bu talebi protesto ederek reddetti. İngilizlerin, Musul’un Irak’ın bir parçası olduğu yönündeki iddialarına karşılık olarak ta, bu tür haritaların sadece Almanlar tarafından yapıldığını ve ilmi bir dayanağının olmadığını söyledi.[2] Bu esnada Osmanlı Harbiye Nezareti de gönderdiği mesajda İngilizlerin Musul’u işgale haklarının olmadığını belirtiliyordu. Fakat daha sonra, İngiliz İşgal Orduları Komutanı General Galthorpe tarafından şehrin boşaltılması ültimatomu verilince Ahmet İzzet Paşa, şehrin boşaltılarak İngilizlerin göstereceği hatta kadar ordunun çekilmesi emrini verdi. Bunun üzerine Ali İhsan Paşa, orduyu tüm silah ve malzemesi ile birlikte Nusaybin’e çekti.
10 Kasım 1918 tarihine kadar Musul’un tamamı işgal edilince, Paşa elindeki birliklerle; Süleymaniye, Köysancak, Kadıhane, Dipke, Güver, Büyük Zapsuyu ve Hamam Alil’in kuzey sırtlarından Telafer, Sincar, Resülayn, Tel’ebayt, Cerablus, Akçakoyunlu istikametine kadar olan hattı tuttu.
İngilizler, 17 Kasım 1918 tarihinde, Şeyh Mahmut önderliğinde bir Kürt Hâkimliği kurdurdular ve Kürtçülük propagandalarına başladılar. Paşa bu faaliyetlerin kendi işgali altındaki hatların kuzeyine geçmemesi için tedbirler aldı ve Osmanlı hükumetini de ikaz etti. Bu arada İngilizler, Arap aşiretlerini kışkırtarak saldırılarda bulunmaya teşvik ediyorlar ve bu aşiretler de daha çok, terhis olmak için giden silahsız asker kafilelerine saldırıyorlardı. Bu gelişmeler üzerine Paşa, 6’ncı Ordunun ikmali için kritik bir merkez konumundaki Carablus şehrini birliklerine işgal ettirdi. Fakat İngilizlerin şiddetli tepkisi sonucu Harbiye Nezareti tarafından verilen emir gereğince şehri terk etmek zorunda kaldı.
Bu sırada bölgede yıkıcı propaganda yaparken yakalanan İngiliz Binbaşı Kiling’i tutuklayarak İngilizlere protesto gönderince durum yine gerildi.[3]
7 Şubat 1919 tarihinde, İstanbul’a gelmiş olan İngiliz Mısır ve Suriye Orduları Komutanı General Allenby tarafından Harbiye Nazırı Abdullah Paşa ve Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa İngiliz elçiliğine çağırılarak 6’ncı Ordu’nun lağıv edilmesini, silah ve malzemenin İngiliz birliklerine teslim edilmesini, işgal edilen bölgelerdeki jandarmanın görevine son verilmesini, halkın silahlardan arındırılmasını, Konya’nın doğusundaki tüm demir yolları ile haberleşme vasıtalarının kontrol ve denetiminin kendilerine teslim edilmesini, gerekli gördüğü yerleri işgal etmelerine karışılmamasını ifade eden sert bir ültimatom verdi. Bunun üzerine nazırlar istifa etti ve boşalan Harbiye Nazırlığı’na Cevat Paşa, Erkânı Harbiye Reisliği (Genelkurmay Başkanlığı)’ne de Fevzi Paşa atandı.
Ali İhsan Paşa 10 Ocak’ta Urfa’ya giderek burada Müslüman halkın kendi aralarında örgütlenmesi yönünde bazı yönlendirmelerde bulunmaya de çalışmış ancak bu önemli bir sonuç vermemiştir.[4]
İngiliz taleplerinin yerine getirilmesi, Ermenilere verilmesi düşünülen Doğu’daki Altı Vilayet’in İngilizlere teslimi demekti. Fakat çaresiz durumda olan Osmanlı Hükumeti Allenby’nin isteklerinin yerine getirilmesi için gerekli emirleri verdi. Harbiye Nazırlığı, 9 Şubat tarihinde gönderdiği bir emirle; 6’ncı Ordu’nun lağıv edildiğini ve Ali İhsan Paşa’nın, yerine bir vekil bırakarak, İstanbul’a dönmesi gerektiğini bildirdi. Lağıv edilen 6’ncı Ordu birlikleri yeniden teşkilatlandırılarak 13’üncü Kolordu kuruluşuna dâhil edildi ve komutanlığına Miralay (Albay) Cevdet Bey atandı.    6’ncı Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa, bu direniş hareketleri esnasında, 9’uncu Ordu Komutanı Yakup şevki Paşa ile işbirliği yapmaya çalışıyordu.[5]  Fakat önce 9’uncu Ordu, sonra da 6’ncı Ordu’nun lağıv edilmesi sonucu bu işbirliği bir işe yaramadı.   
21 Şubat 1919’da İstanbul’a hareket eden Paşa, 2 Mart 1919’da vardığı İstanbul’da, Haydarpaşa İstasyonu’nda trenden iner inmez İngilizlerce tutuklanarak[6] Malta’ya gönderildi. 1921 yılında esaretten kurtularak yurda dönen Paşa, Büyük Taarruz öncesinde bir müddet 1’inci Ordu Komutanı olarak görev yaptı.[7]
C. Yıldırım Ordular Grubu Komutanı Mustafa Kemal Paşa.
Mondros Mütarekesi imzalandığı gün, Liman Von Sanders Paşa Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığı’ndan alınarak İstanbul’a çağrıldı ve yerine Mustafa Kemal Paşa atandı. EHUR, kendisine gönderdiği telgrafta; ordunun Suriye’nin kuzeyine çekilmesi durumunda savunma vaziyeti alıp alamayacağı, bu sayede Mütareke’nin şartlarının hafifletilip değiştirilmesinin mümkün olup olamayacağını sormuş, Mütareke şartları tebliğ olununcaya kadar uygun bir yerde oyalanmasını istemişti. Paşa bu telgrafa verdiği cevapta; Gâvur Dağı’nda tutunup savunma imkânı varsa da ortada savunma yapabilecek bir ordu kalmadığını, herkesin bir yerlere kaçmakta olduğunu, kendisinin de Katma-Kurtkulak-Raco istikametinde çekildiğini bildirdi. Bunun üzerine 2 ve 4’üncü Ordular da Yıldırım Ordular Grubu emrine verildi ve karargâh yeri olarak Adana şehri gösterildi.[8]
Mustafa Kemal Paşa, Suriye’den çekilirken geldiği Kilis’te, halkın milis kuvvetleri kurarak düşmana karşı koymaya hazırlandığını görünce halkın ileri gelenleri ile bir toplantı yaparak; ‘’Savaşın henüz bitmediğini, asıl savaşın bundan sonra başlayacağını, buna göre hazırlık yapmalarını’’ söyledi.[9]
Buradan ayrıldıktan sonra 31 Ekim 1918 tarihinde, Adana’ya gelen Paşa, Mondros Mütarekesi’nin imzalandığını burada öğrendi. Aynı gün Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığı’nı Liman Von Sanders’ten teslim aldı. 3 Kasım tarihinde Sadrazam Ahmet İzzet Paşa tarafından Mütareke’nin tam metni kendisine gönderildi.
Harbiye Nezareti ile yazışmalara devam eden Paşa, Mütareke’nin bazı maddelerinin tam tefsir edilmesini istiyor, Suriye sınırının kesin yerinin nasıl olacağını soruyor ve buna göre ordulardan geri kalanları düzenleyerek tertiplemeye çalışıyordu. Esas açıklığa kavuşturulmasını istediği mesele Mütareke’de adı geçen ‘’Kilikya’’ ismi ile nerenin kastedildiği idi. Adana yerine sınırları belli olmayan tarihi Kilikya isminin kullanılmasının ortaya bazı sorunlar çıkarabileceğini, Kilikya adının kullanılmasında İngilizlerin özel maksatları ve sınırsız ihtirasları olduğunu bildiriyordu.[10]
5 Kasım 1919 tarihinde, Adana ileri gelenlerinin düzenlediği bir yemekte; ‘’Bu memleketin kurtulacağını, henüz ümitlerin sönmediğini, bunun için mücadele edeceğini, Türk Milletinin ve ordusunun kendi vatanını ve istiklalini koruyabileceğini’’ söyledi. Adana’da görüştüğü kimselerle Doğu’dan gelecek taarruzlara karşı şehrin nasıl savunulacağını konuştu ve şehri savunmak için şimdiden aralarında bir teşkilat kurmalarını, uygun yerlere siperler kazmalarını, gerekli silah ve malzemenin kendisi tarafından karşılanacağını söyledi. Bu kapsamda Gülek Boğazı ve Misis’e istihkâmlar yaptırdı.[11]
Emrindeki birlik komutanlarına gönderdiği emirde; ‘’Mütareke hükümlerinin uygulanmasının bizim için daha ağır bir duruma gelmemesini sağlamak için gerekli tedbirlerin alınmasını, Toros Tünellerinin elde tutulması gerektiğini ve terhis işlemlerinin geçiştirilmesi veya geciktirilmesini’’ tavsiye ediyordu. 6 Kasım 1918 tarihinde, Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’ya çektiği telgrafta; ‘’Mütareke şartları arasında anlaşmazlıkları giderecek tedbirleri almadan orduların terhis edilmesi ve İngilizlerin her dediğine boyun eğilmesi durumunda İngiliz ihtiraslarının önüne geçmeye imkân olmayacağını bildiriyor, İngiliz ve Fransızların İskenderun ve Adana bölgelerini işgal etmesine karşı çıkılmasını ve bölgenin tahliye edilmemesini’’ istiyordu.
İstanbul’a; ‘’kadroları en genç askerlerden yeni bir Tümen kuracağını, Jandarma’yı takviye edeceğini, fazla malzemeyi Torosların kuzeyine aktaracağını, terhis olan askerlerin silah, cephane ve teçhizatını depolayacağını ve bunların nakli konusunda yardım kendilerinden isteyeceğini’’ bildiriyordu.
İngilizlerin aşırı istekleri karşısında direnmekten yana olan Mustafa Kemal, İskenderun’un işgali söz konusu olunca; ‘’İngilizler İskenderun’a asker çıkarırsa mukavemet edeceğini’’ bildiriyor ve ‘’emri altındaki kuvvetler takviye edilirse Türk milletinin sesinin duyurulmasının mümkün olabileceğini’’ söylüyordu. Ayrıca, ‘’İngilizler lehine verilecek emirleri yerine getirmeyeceğini, eğer bu tutumu hükumetçe hoş görülmezse kendi yerine başka birinin atanmasını’’ bildiriyordu.
Bu gelişmelerden endişelenen Harbiye Nezareti, 7 Kasım 1918 tarihinde, Yıldırım Ordular Grubu ile 7’nci Ordu Komutanlığı’nı lağıv etti. Mustafa Kemal Paşa, Harbiye Nezareti emrine verildi. Konu ile ilgili emri 10 Kasım günü alan Paşa, emrindeki birliklerin komutasını 2’nci Ordu Komutanı Nihat Paşa’ya devrederek trenle İstanbul’a hareket etti.[12] 13 Kasım günü Haydarpaşa Tren İstasyonuna vardı. İstanbul’da işgal kuvvetleri gemilerini görünce yaveri Cevat Abbas’a; ‘’Geldikleri gibi giderler.’’ demiş[13] ancak gördüğü manzara karşısında da çok üzülmüştü. Kendisini karşılamaya gelen Dr.Rasim Ferid (Talay)’e duygularını şu şekilde ifade ediyordu; ‘’Hata ettim, İstanbul’a gelmemeliydim, ne yapıp yapıp Anadolu’ya dönmenin çaresine bakmalı!’’[14]
D.  2’nci Ordu Komutanı Nihat (Anılmış) Paşa.
Nihat Paşa, savaşın son aylarında 2’nci Ordu Komutanlığına getirilmiş ve Ordusu Adana bölgesinde bulunuyordu. Mustafa Kemal Paşa’dan bölge sorumluluğunu aldıktan sonra, İskenderun’dan itibaren bölgeyi işgale başlayan Fransız ve İngiliz ordularının yaptıkları taşkınlıkları derhal protesto etmiştir. İngilizlerin; kıtalarını 1 Aralık gününe kadar Ceyhan Nehri kıyılarına, 5 Aralık gününe kadar Seyhan Nehri ve Göksu kıyılarına, 14 Aralık gününe kadar ise Adana’yı boşaltarak Pozantı’ya kadar çekmesini istemesi üzerine emrindeki birliklerle karşı koymaya hazırlandı fakat bu durum Harbiye Nezareti’nce uygun bulunmadı. Bunun üzerine, İngilizlerden süreyi uzatmalarını isteyerek 26 Aralık tarihine kadar birliklerini silah ve malzemeleriyle beraber Torosların kuzeyine çekti.[15]
İngilizlerin aşırı istekleri konusunda 7 Aralık tarihinde EHUR’u uyardı. Kendisine gönderilen cevapta; ordudaki subay ve erlerin mümkün olduğu kadarının Adana’da jandarmaya kaydedilip jandarma kadrosunun tamamlanması bildirilmişti. Bu emri azami şekilde uygulamaya çalıştı.
2’nci Ordu, Harbiye Nezareti tarafından, 15 Aralık 1919 tarihinde lağıv edilince, Nihat Paşa Adana vali vekilliğine atandı. İngiliz Fevkalade Komiserliği, 2 Ocak 1919’da, Nihat Paşa’nın halkı silahlandırıp cemiyetler teşkil etmesinden dolayı görevinden alınmasını istedi. 16 Ocak’ta ikinci bir muhtıra sonucunda Nihat Paşa 22 Ocak günü Adana vali vekilliği ve Yıldırım Kıtaatı Müfettişliği’nden alınarak İstanbul’a çağrıldı. Yerine; Mersinli Cemal Paşa tayin edildi. İstanbul’a dönen Nihat Paşa, 1920 yılında, Anadolu’daki mücadeleye katılarak Elcezire Grup Komutanlığına getirildi.[16]
E.  7’nci Ordu Komutanı Ali Fuat (Cebesoy) Paşa.
Mütareke imzalandığı sırada, Ali Fuat Paşa, 20’nci Kolordu Komutanı olarak Halep’in kuzeyinde Katma’da bulunuyordu. Mustafa Kemal Paşa, Yıldırım Ordular Komutanlığı’na atanınca, Kolordu Komutanlığı da uhdesinde kalmak üzere vekâleten 7’nci Ordu Komutanlığı’na atandı. Mütareke’nin ardından derhal kendi sorumluluk bölgesini tahkim ettirmeye başladı. Bölgesinde bulunan pek çok silah ve cephaneyi Ordu Komutanı sıfatıyla Antep ve Kilis taraflarına sevk ettirerek bunların korunmasına 43’üncü Tümen’i görevlendirdi. Bölgesindeki jandarma kuvvetlerini güçlendirmeye çalıştı. İngilizlerin İskenderun’u işgaline karşı çıkarak bunu protesto etti. İngilizlere bir heyet göndererek Halep kuzeyindeki birliklerin Mütareke şartlarına dâhil olmadığını, dolayısıyla teslim olmayacağını bildirdi.
Mustafa Kemal Paşa’nın davetiyle, 6 Kasım 1918 tarihinde, Adana’ya gitti. Mevcut durumu değerlendirirlerken Mustafa Kemal Paşa; ‘’Artık bundan sonra milletin kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa etmesi, bizlerin de ona bu yolu göstermemiz ve ordu ile yardım etmemiz lazımdır.’’ dedikten sonra[17] Ali Fuat Paşa’ya ‘’20’nci Kolordu’nun Komutanı olarak Adana’da kalmasını, ilk mukavemetin Çukurova’da başlatılması gerektiğini’’ söyledi.
7 Aralık 1918 tarihinde 7’nci Ordu lağıv edilince, 20’nci Kolordu Komutanı olarak görevine devam etti. Bundan sonra kolordusunu ayakta tutmaya çalışarak elindeki silah, cephane ve teçhizatın düşman eline geçmemesi için bunları iç bölgelere taşıtmaya çalıştı.
20 Aralık 1918 tarihinde, hem tedavi olmak ve hem de genel durumu anlamak maksadıyla, izin alarak İstanbul’a gitti. 1919 yılının Mart ayı ortalarında Konya Ereğlisi’nde bulunan kolordusunda tekrar göreve başladı ve daha sonra Ankara’ya nakledilen kolordusu ile birlikte Milli Mücadele’ye katıldı.[18] 
F. Fevzi (Çakmak) Paşa.
Mütareke öncesinde 7’nci Ordu Komutanı olarak Filistin Cephesi’nde görev yapan Kavaklı Fevzi Paşa, yakalandığı bulaşıcı bir hastalık sebebiyle İstanbul’a gelmiş ve burada tedavi olurken Mütareke imzalanmıştı. Tevfik Paşa kabinesi kurulduktan sonra, 24 Aralık 1918 tarihinde, Erkânı Harbîye Umumi Reisliği’ne getirildi. Mütareke döneminde Harbiye Nazırı olan; Cevat, Ömer Yaver, Ali Rıza, Ahmet Şakir, Ali Ferit, Ahmet Avni ve Ahmet Abuk paşalarla beraber uzun süre bu görevi yerine getirdi.
Görevi süresince ordunun elindeki silah, cephane ve malzemenin Anadolu içlerinde kalması için gayret gösterdi. İstanbul’a sevk edilmesi gereken silahları uzun ve dolambaçlı yollardan sevk ettirerek İtilaf Devletleri eline geçmemesine çaba gösterdi. Mevcut birliklerin yeniden düzenlenerek mevcudiyetlerini korumaya çalıştı. Ordu Müfettişlikleri kurulunca 1’nci Ordu müfettişliği görevine getirildi. İstanbul’un işgalinden sonra Anadolu’ya geçerek Milli Mücadele’ye katıldı.[19]
G.  Cephelerdeki Diğer Komutanlar.
Mütareke imzalandığında; Hicaz, Asir, Yemen, Trablusgarp ve Bingazi’de bulunan Osmanlı kuvvetleri, 6 Kasım 1918’de, Mütareke’den haberdar edildiler. Medine müdafisi Fahrettin Paşa, Asir’de bulunan Muhittin Paşa ve Trablus’ta bulunan Şehzade Osman Fuat Efendi, padişahın fermanı gelmeden teslim olmayacaklarını bildirdiler. Fakat kendilerine İstanbul’dan heyetler gönderilince teslim oldular. Böylece buralardaki ordularımızın bütün silah ve teçhizatı düşman eline geçti.
1918 yılı Ekim ayında, karargâhı ile İzmir’e gelen 8’inci Ordu, 13 Kasım 1918 tarihinde lağıv edilmiş, bunun bakiyesinden 17’nci Ordu kurulmuştu. Kolordu komutanı Nurettin Paşa, İzmir’de Türklerin milli teşekküller ve cemiyetler kurmalarına yardımcı oldu. İzmir Müdafaayı Hukuki Osmaniye Cemiyeti istişare heyeti ile 17 Mart 1919’da civar bölgelerden de temsilcilerin katılımı ile geniş bir kongre topladı.
Paşa, İstanbul’u, muhtemel bir Yunan işgali konusunda uyarıyor ve Yunan işgalini önlemek için İtalyanlara yaklaşılmasını öneriyordu. Bu faaliyetlerinden rahatsız olan İtilaf Devletleri temsilcilerinin baskılarıyla görevden alınarak 22 Mart 1919 tarihinde İstanbul’a döndü.[20] Daha sonra Milli Mücadele’ye katıldı.
   2. Padişah ve Diğer Devlet Adamlarının Tavır ve Düşünceleri.
8 Ekim 1918 tarihinde Talat Paşa’nın hükumetin istifasını vermesinin ardından 19 Ekim 1918’de, Ahmet İzzet Paşa, Harbiye Nazırlığı (Savunma Bakanlığı) da uhdesinde kalmak üzere, yeni hükumeti kurdu.[21] Paşa, hükumeti kurarken en çok İttihatçılardan çekiniyordu. Bu yüzden kabine üyeleri arasına Cavit, Fethi ve Rauf Beyler gibi İttihatçıları da aldı. Bu kabine, Mütareke’nin imzalanması da dâhil olmak üzere çok zor bir görev üstlendi.
Hükumete göre; imzalanan Mütareke diğer müttefiklerin imzaladıkları Mütarekelere göre daha hafif şartlar içeriyordu. Bu sebeple Mütareke sahiplenilmiş ve ordulardan Mütareke şartlarının yerine getirilmesi istenmişti. Fakat Ordu Komutanları, Mütareke’nin kayıtsız şartsız teslim olmak anlamına geldiğini düşünüyor ve işgallere karşı direnme yönünde tavır sergiliyorlardı.
Bu kabine; Mütareke şartlarına uyarak orduları lağıv etmeye ve askerleri terhis etmeye başladı. Fakat İTC ileri gelenlerinin yurt dışına kaçmasına göz yumduğu gerekçesiyle oluşan baskılara dayanamayarak, 8 Kasım tarihinde istifa etti. Yerine, padişahın desteğini almış olan, Ahmet Tevfik Paşa hükumet kurdu. Padişah, İttihatçılardan tamamen temizlenmiş bu hükumet ile otoritesini artırıyordu.
Bu hükumet döneminde İttihatçılar yargılanmaya ve İngilizlerin her istediği direnmeden yapılmaya başlandı. İngilizler, ordu komutanlarında baş gösteren direnişleri etkisiz hale getirmek için müdahalelerini giderek sertleştirdiler. Kararsız bir idare sergileyen ve hiç kimseyi memnun edemeyen bu hükumet, muhalefet ve İşgal Orduları Komutanlığı’nın baskıları sonucu, 4 Mart 1919 tarihinde istifa etti.
Hürriyet ve İtilaf Partisi’nin desteklediği Damat Ferit Paşa yeni hükumeti kurdu. Damat Ferit, iktidarını padişahın siyaseti ve işgal orduları komutanının isteklerini harfiyen yapıp İngilizlerin desteğini sağlamaya çalışarak yürüttü.[22]    
Mütareke’nin imzalanmasının ardından göreve gelen hükumetler genel olarak; işgalcilere, özellikle de İngilizlere karşı sert davranılmasını sakıncalı görüyor, onlara karşı hoşgörülü olmanın barış konferanslarında Osmanlı lehinde bazı çıkarlar sağlanmasına hizmet edeceğini düşünüyor, işgalcilerin kararlarının protestolarla yumuşatılabileceği sanıyorlardı.[23] İngilizlerin desteğini kazanmak için, Sovyet tehdidi öne sürülerek İngiliz sömürgelerine gidecek yollar üzerinde Rus saldırılarını ancak bütün bir Türkiye’nin durdurabileceği ve Sovyet yayılmasını da bu bütün ve güçlü devletin engelleyebileceği basın yayın organları vasıtasıyla duyuruluyordu. Hatta Kafkasya’daki Türk askeri birliklerinin de kullanılması ile Kafkasya’da bağımsızlık ilan etmiş devletleri birleştirerek bu bölgede de Rus yayılmasının önüne büyük bir engel konulabileceği bile ifade ediliyordu.[24]
Padişah 6’ncı Mehmet Vahdettin, 28 Haziran 1918’de, Sulan Mehmet Reşat’ın ölümü üzerine, Mütareke’den çok kısa bir süre önce tahta çıkmıştı.[25]  Bu dönemde padişahın çabası; iktidarını sağlamlaştırmak için İttihatçılardan ve onların kurum ve teşkilatlarından kurtulmak, Mütareke şartlarına uyarak İngilizlerin desteğini kazanmak ve mevcut haliyle ülke bütünlüğünü sağlamak yolundaydı. Padişahın İttihatçılardan başka endişe ile baktığı diğer bir kurum da ordu idi. Bunun için Harbiye Nezareti’nde değişiklikler yaparak İttihatçı olmayan ve kendine bağlı olabilecek kişileri Ordu’da etkili yerlere getirmeye çalışıyordu. Abdülhamit gibi saray merkezli bir yönetim kurmayı planlayan padişah, yine onun gibi, Ordu tarafından devrilebileceğini düşünerek orduyu kontrol etmeye çalışıyordu.   
Osmanlı devletini yönetenler esas olarak Wilson Prensipleri’ni, ülkenin parçalanmasını önlemek için bir kurtarıcı olarak görüyor ve başta İngiltere olmak üzere ABD, Fransa veya İtalya tarafından bir bütün olarak himaye edilmeyi bunun için en uygun çözüm olarak düşünüyorlardı.[26] Bu sebeple Mütareke’den hemen sonra Wilson Prensipleri ve İngiliz Muhipler Derneği gibi dernekler kurarak çalışmalarına başladılar.
3. Ülkenin Çeşitli Bölgelerinde Aydınların ve Halkın İleri Gelenlerinin Tavır ve Düşünceleri.
Mütareke imzalanmasından sonra lider kadronun yurt dışına kaçması sonucu zor durumda kalan İTC mensupları, hem ülkenin hem de kendilerini savunmak için 3 Kasım 1918’de[27] ‘’Teceddüt’’[28] ismiyle yeni bir örgütlenmeye gittiler. Enver Paşa’nın yurdu terk etmeden önce lağıv ettiği ‘’Teşkilatı Mahsusa’’ üyeleri de gizli bir şekilde örgütlenme yoluna gittiler. Taşradaki İTC şubeleri ise Wilson İlkeleri gereği, kendi bölgelerinin Osmanlı’ya bağlı kalmasını sağlamak maksadıyla genellikle bölgelerinin İstanbul’daki milletvekilleri ile ‘’Hakları Koruma’’ (Müdafiyi Hukuk) dernekleri kurarak faaliyetlere başladılar.[29]
Değişik bölgelerdeki aydınlar ve ileri gelenler de Osmanlı İmparatorluğu’nun genel bir dağılması ihtimaline karşı bölgesel tedbirler almaya kendi aralarında örgütlenmeye çalışıyorlardı. İlk örgütlenmeler Aralık 1918 tarihinde Trakya ve İzmir’de ortaya çıkmaya başladı.[30] Bunların bazılarının amacı Osmanlı İmparatorluğuna bağlı kalmayı sağlamak iken bazıları da Osmanlı İmparatorluğu’nun artık dağılmakta olduğunu veya Osmanlı İmparatorluğu’na katılmalarının mevcut durumda mümkün olmadığını düşünerek yeni hükumetler veya devletler kurmayı hedefliyordu. Yeni hükumet veya devlet kurma çabalarına en açık örnekler; biri Trakya’da, diğeri de Doğu’da gerçekleşen iki girişimdir.
Atatürk’ün de Nutuk’ta bahsettiği gibi Trakya ve Paşaeli Cemiyeti, Batı Trakya ve Doğu Trakya’yı birleştirerek yeni bir devlet kurmayı planlıyorlardı.[31]
Doğu’da Elviyei Selase’de (Kars, Ardahan ve Batum) 14 Temmuz 1918’de, Brest Litovsk Antlaşması gereği bir halkoylaması yapılmış ve bu bölge Osmanlı’ya katılmayı seçmişti. Mütareke’den sonra İngilizler, bu illerin boşaltılmasını istediler. Rauf Bey bunun sakıncalarını anlatarak itiraz etmiş fakat İngiliz General Caltroph bunu dikkate almamış, Genelkurmay Başkanı Cevat Paşa, 24 Kasım tarihinde, bunun mahsurlarını tekrar ileri sürmüş fakat General Murphy tarafından üstü kapalı tehdit edilerek talepte ısrar edilmişti. Yakup Şevki Paşanın benzer itirazları da İngilizler tarafından kabul edilmemişti.
Durum ümitsiz göründüğünden halkın kendi kaderini tayin etmesi prensibiyle bazı girişimler başladı. 5 Kasım 1918’de Kars’ta bir İslam Şurası toplandı. Bu şura, kendisi bölgeyi terk edene kadar, Yakup Şevki Paşa tarafından desteklendi. Şura sonrası seçimler yapıldı. 17 Ocak 1919’da, bir kongre toplandı ve bu kongre bir anayasa ilan etti. Kongre, Cenubi Kafkas Hükûmeti Muvakkatei Milliyesi’ni seçti. Böylece üç vilayetten oluşan bir cumhuriyet kurulmuş oldu. Bu yönetim İngilizlerin de tabir ettiği gibi milliyetçi Müslümanların kurduğu yeni bir devlet idi. Bu yönetim, Ermenilerin geri dönmesine müsaade etmiyor gerekçesi ile, 12 Nisan 1919’da, İngilizler tarafından dağıtıldı. Hükumet başkanı ve bazı üyeler tutuklanarak Malta’ya gönderildi. Kars’ta idare Osebyan ve Gerganof isimli Ermenilerin yönetimine geçti. Devam eden günlerde Ermeni saldırılarına başarıyla direnen Oltu ve Kağızman hariç bütün şuralar ortadan kaldırıldı. Ancak Ermenilerin bölgeye hâkim olmasını kabul etmeyen halk bundan sonra da mücadelesine devam etti.[32]
4. Mondros Mütarekesi Sonrası Gösterilen Tepkilerin Genel Değerlendirilmesi.
Döneme ait dokümanlar incelendiğinde, Mütareke döneminde; gerek halkın,[33] gerekse Mustafa Kemal Paşa[34] ve bütün ordu komutanları da dâhil olmak üzere çoğu devlet adamının genel olarak Wilson Prensipleri’nin Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili maddelerinden etkilendikleri, bu ilkeleri genel olarak benimsedikleri ve Mütareke sonrasında yapılacak barış antlaşmasının bu ilkelere uygun şekilde yapılacağı inanç ve beklentisi içinde oldukları görülmektedir. Bunlar aynı zamanda, Mütareke imzalandığı zaman, orduların fiilen bulundukları hatlar içinde kalan toprakları Wilson Prensiplerinde bahsedilen Türklerin çoğunlukta olduğu yerler olarak kabul etmektedirler. Yalnız, bu inanç ortak olmakla birlikte, bunun gerçekleşmesi için nasıl davranılması konusunda değişik kesimlerde değişik yaklaşımlar ortaya çıkmıştır.
Bunlardan, cephedeki Ordu Komutanları ve EHUR’da görevli bazı general ve subaylar; bu toprakların artık tartışılmayacak şekilde Türk toprakları olduğunu, bu toprakları muhafaza edecek şekilde bir barış antlaşması yapılması gerektiğini, ancak imzalanan Mütareke maddelerinin, İtilaf Devletlerince kendi çıkarlarına uygun şekilde yorumlamasına açık olduğunu düşünmektedirler. Bunlar; Mütareke’nin sadece ateşkes olduğu, barış antlaşması yapılıncaya kadar bulunulan hatların terk edilmemesi, silahlı kuvvetlerin dağıtılmaması ve bunun için direnilmesi gerektiği görüşündedirler. Nitekim bunlar, kendi yetki ve güçleri çerçevesinde her türlü işgal girişimine karşı tepki göstermeye, geri çekilmeleri geciktirmeye, askerlerin terhisini ertelemeye, silah ve mühimmat ile cephaneyi, düşman eline geçmemesi için,  gerideki emniyetli bölgelere taşıtmaya çalışmışlar, daha sonra da Milli Mücadele’ye katılmış ve değişik görevler üstlenmişlerdir.
Başta padişah olmak üzere iktidara gelen hükumetler ve bazı devlet adamları ise; mevcut hatların devletin bundan sonraki sınırları olması gerektiğini düşünmekle birlikte bu amaca direnerek ulaşılamayacağını, galiplere karşı uysal ve işbirliği içinde davranılırsa bu durumun barış görüşmelerinde ülke lehine kararlar alınmasına yardımcı olacağını düşünmektedirler. Bunlar, bu düşüncelerine paralel olarak; işgalcilerin isteklerini uygulamaya, işgalci devletler nezdinde dostluk girişimlerinde bulunmaya ve işgalci devletlerin adıyla değişik dostluk cemiyetleri kurmaya başlamışlardır. Aslında, bu gruptakiler de bir önceki gruptakiler gibi vatansever insanlar olmakla birlikte; kendilerine, millete ve devlete güvenleri olmadığından, direnerek bir şey elde edemeyeceklerini, direnilirse devletin bölüneceğini, bu sebeple bütün olarak bir güçlü devletin koruması altında devletin varlığını korumanın daha uygun olduğunu düşünmektedirler.[35] Bu gruptakilerden bazıları, daha sonra, Milli Mücadele’ye katılmışlar ancak büyük bölümü mücadelenin karşısında olmuşlardır. Hatta bazıları kendi çıkarlarını işgalcilerin çıkarları ile birleştirerek ihanet etme noktasına kadar gitmişlerdir.
Üçüncü Grup diye tarif edeceğimiz grup ise daha çok değişik bölgelerdeki aydınlar ve ileri gelen kişilerden oluşmaktadır. Bunlar artık Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılmakta olduğunu, bunun da milliyet esasına göre yapılacağını düşünerek bölgelerinde Türk ve İslam nüfusunun fazla olduğunu göstermeye, bunların haklarını korumaya çalışmaktadırlar. Bu grup her bölgede değişik isimlerle Müdafaayı Hukuk Cemiyetleri kurmuşlardır. Bu cemiyetler esas olarak Wilson Prensiplerinin 12’nci Maddesinden faydalanmak isteyen işgal edilen veya edilebilecek bölgelerdeki aydınlar tarafından kurulmuştur. Başlıca maksatları bölgelerinin ellerinden alınarak başkalarına verilmesini önlemektir.[36] Bunların büyük bir bölümü, Osmanlı İmparatorluğu içinde kalma çabasındayken bazıları da bunun mümkün olmadığını düşünerek ayrı bir devlet kurarak komşu devletler tarafından işgal edilmeden yaşamayı düşünmektedirler. Bunlardan birincileri Milli Mücadele’ye daha başlangıçtan itibaren katılırken ikinci düşüncede olanlardan bazıları uzun bir müddet tereddütte kalmışlardır. Mesela Trakya Bölgesi’nden Sivas Kongresi’ne delege gönderilmemiştir.






Kaynaklar
[1] Türkmen, a.g.e., s.37-39.
[2] Jaeschke,  s.33.
[3] Jaeschke,  s.34.
[4]Özçelik, İsmail, Milli Mücadelede Güney Cephesi, Urfa, AAM Yayınları, Ankara, 2003, s.37.
[5] Türkmen, a.g.e., s.31.
[6] Jaeschke,  s.34.
[7] Türkmen, a.g.e., s.39-45.
[8] Türkmen, a.g.e., s.45-50.
[9] Çelik, Kemal, Milli Mücadelede Adana ve Havalisi, TTK Basımevi, Ankara, 1999, s.36.
[10] Çelik, a.g.e., s.37-39.
[11] Hatipoğlu, a.g.e., s.30-33.
[12] Türkmen, a.g.e., s.45-50.
[13] Aydemir, Şevket Süreyya, Tek Adam, 1’inci Cilt, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1991, s.337.
[14] Yalçın, Semih, 90’ıncı Yılında Milli Mücadele Bildirileri, Milli Mücadele Dönemi, AAM Yayınları, Ankara, 2011, s. 13.
[15] Jaeschke, Gotthard, Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri, Çev. Cemal Köprülü, 3. Baskı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2011, s.31.
[16] Türkmen, a.g.e., s.50-53.
[17] Aydemir, a.g.e., s.337.
[18] Türkmen, a.g.e., s.53-56.
[19] Türkmen, a.g.e., s.56-58.
[20] Türkmen, a.g.e., s.58-60.
[21] Yüceer, N., Osmanlı Ordusunun Azerbaycan ve Dağıstan Harekâtı, Gnkur. Basımevi, Ankara, 2002, s.158.
[22] Türkmen, a.g.e., s.29-33.
[23] Jaeschke,  s.26.
[24] Samsutdinov, a.g.e. s.35.
[25] Show, Stanford ve Ezel Kural, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, 2’nci Cilt, 2’nci Baskı, E Yayınları, İstanbul, 1994, s.391.
[26] Samsutdinov, a.g.e. s.44.
[27] Aydemir, a.g.e., s.362.
[28] Türkmen, a.g.e., s.34.
[29] Zürcher, Erik Jan, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 26’ncı Baskı, İstanbul, 2011,  s.221.
[30] Lewis, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, 5’inci Baskı, Çev. Boğaç Babür Turna, Arkadaş Yayınevi, Ankara, 2011,s.324.,
[31] Atatürk, Mustafa Kemal, Nutuk, Günümüz Türkçesi. Mehmet Seçkin, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 2004, s.18.
[32] Jaeschke,  s.42-44.
[33] Özalp, Kazım, Milli Mücadele, 1919-1922, TTK Basımevi, Ankara, 1998, s.3.
[34] Kılınçkaya, M.Derviş, Osmanlı Yönetimindeki Topraklarda Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu ve Suriye, AAM Yayınları, Ankara, 2004, s.150.
[35] Nutuk, a.g.e., s.23.
[36] Çelik, a.g.e.,, s.145.

Kurtuluş Savaşı Sırasında Çıkan İsyanlar ve Meydana Geldikleri Bölgeler.



İç isyanlarla ilgili makaleyi okumak için lütfen tıklayınız.

Burada benim açımdan dikkat çeken husus şudur. Sivas'tan doğudaki isyanlar etnik ve dini temelli ayrılıkçı isyanlarmış.
Diğer isyanlar ise Osmanlı hükümeti ve İtilaf Devletleri'nin desteğiyle çıkan isyanlar. Bu isyanlar Ankara'yı çevreleyecek ve Ankara-İstanbul yaklaşma istikametini tıkayacak şekilde çıkmışlar.

18 Mart 2014 Salı

Ukrayna üzerinde Batı ve Rus mücadelesinin gerçek sebepleri. Ukrayna neden önemli bir ülkedir?



Ukrayna neden önemli bir ülkedir?




Understand the geopolitical importance of Ukraine and much more!

Harita Stratfor Stesinden alınmıştır.

Haftalardır dünya devlet başkanının koltuğunu terk etmek zorunda kaldığı Ukrayna'daki krizle meşgul durumdadır. Ülkedeki etnik ve kültürel bölünmeler daha önce hiç olmadığı kadar belirginleşmiş durumda. ABD ve Rusya soğuk savaş döneminden beri nadiren olan bir şekilde tehlikeli oyunu kazanmak için olaylara angaje oluyorlar. 

Fakat ön planda görünen başlık konularının ardında Ukrayna'da yaşananlar bizi direkt olarak etkileyebilir mi?

Evet, tamamen mümkün.

Kelebek etkisi denilen bir durum var. Ekonomi, güvenlik ve politik alanlarda neredeyse farkedilmeyecek kadar küçük gelişmeler ortaya çıktıkları yerden dışa doğru dairesel olarak genişleyebilirler ve olayın başladığı yerden çok uzaklardaki insanlar, şirketler ve endüstrileri etkileyebilirler.
İşte Ukrayna'daki gelişmeler de böyle bir risk taşımaktadır.
Ukrayna'nın şu andaki Batı ve Rusya mücadele alanında önemli bir odak noktası ve sınır (yani çatışma) bölgesidir. 
Ukrayna; Rusya'nın yüzyıllardır devam ettirdiği sıcak denizlere inme politikasının kilit noktası olan Kırım'a sahiptir. Bu bölge Rus deniz kuvvetleri için en hayati üs durumundadır. Bu bölge aynı zamanda antik dönemlerden beri Çin ve Avrupa arasındaki önemli ticaret yollarından biri olan step yolunun batıdaki ucudur.
Bundan başka Ukrayna önemli bir tarım potansiyeli ile daha çok doğu ve güneydoğusunda yoğunlaşmış önemli sanayi bölgelerine sahiptir.
Daha da önemlisi Rus doğalgazını Avrupa'ya taşıyan önemli boru hatlarını üzerinde bulundurmaktadır. Yani Ukrayna; Avrupa'nın sanayi ve şehir kullanımı için ihtiyaç duyduğu, Rusya'nın da ekonomisini krizlere girmeden yürütebilmesini (Rus ekonomisi önemli bir şekilde karbon yakıtlarının yurt dışına yapılacak ihracatına bağımlıdır.) sağlayacak doğalgaz ve petrolün geçtiği bölgede adeta bu hattın boğazını tutmuş bir pozisyondadır.
Bu sebeple Ukrayna Avrupa ve Rusya için ABD için ifade ettiğinden daha büyük anlamlar taşımaktadır. Bu durum bu ülkelerin krize yaklaşımlarına da etki etmektedir. Rusya ve Avrupa krize daha temkinli yaklaşırken ABD daha agressif hareket etmiş ve Avrupa'dan bağımsız politikalar takip etmiştir. 
Bunun üzerine Putin Kafkaslarda da yaptığı gibi etnik Rusları kullanarak yayılmacı bir strateji için önemli adımlar atmıştır. Fakat bu durum Rusya için de risk taşıdığından uluslararası arenada ihtiyatlı davranmaya özen göstermektedir. Mesela aynı şeyi, yani bağımsızlık ilanı için referandum vb. yi Tataristan yaparsa ne olacak. Rusya etnik oyunu ile kendi kafasına silah sıkma riski taşımıyor mu?

Tüm bunlara bakarak diyebiliriz ki ileriki günlerde bu krizin etkileri dünya çapında yayılabilir. 

Rusya Ukrayna'dan vazgeçemez. 
Avrupa da öyle. 
Öyleyse gerilimin seyrini ABD'nin tavrı belirleyecek.

Burada üzücü olan tek şey Türkiye'nin pasif tutumu.
Halbuki bu krizden doğrudan etkilenecek ülkelerin başında Türkiye geliyor.

Bakalım, zaman neler gösterecek?
Hükumet yerel seçimlerden kafasını kaldırıp etrafımıza ne zaman bakacak?
Yoksa hükumet belediye başkanlıklarını kazanmak için ülke çıkarlarını görmezden mi gelecek?

17 Mart 2014 Pazartesi

Türkiye'ye neler oluyor? Toplum cinnet mi geçiriyor?


Ekmek almaya giden küçücük bir çocuk ölüyor.

Bir taraf hemen başlıyor: Katil polis, faşist polis vb. slogan atmaya.

Buna sebep olan polisin yanında bu tür olaylara karşı olanlar da var ama hemen bir genelleme....

Yani küçücük bir çocuğun ölümü siyasi malzeme oluyor.

Ama arkasından yine genç bir insan ölüyor.

Bu sefer yine aynı kesimden bazıları; ''O çocuk 1453 denilen faşist örgütün elemanıydı.'' diye paylaşım yapıyor facebook'ta.

Yani diyor ki o faşist olduğundan ölmeyi hak etti.....

Bundan daha da vahimi; ilk ölen küçük çocuğun elinde taş ve sapan olduğu halde polise taş attığını gösteren birtakım resimler sürülüyor ortaya paylaşım sitelerinde.

Ülkeyi sükunet içinde tutması gereken, ölen her iki çocuğun da güven içinde yaşamasını sağlamakla görevli olan başbakan bunun tam tersini yapıyor.

O küçük çocuğa terörist muamelesi yapıyor ve ölümünü sanki haklı ve normal göstermeye çalışıyor.

Tabii başta parti örgütü olmak üzere her türden yalaka, vicdansız da onu takip ediyor.

İki gencecik çocuk ölmüş......

Yahu azıcık insaflı olun....

Azıcık insan olmaya çalışın....


Bana en çok koyan söz ise; ''O çocuk polise taş atıyormuş. Anarşistmiş, teröristmiş.'' saçmalıkları.

Kardeşim; öyle olmadığını sizde pekala biliyorsunuz ama, farz edelim ki doğru söylüyorsunuz.

Polise taş atmanın cezası ölüm müdür?

Bu kararı siz veya onun ölümüne sebep olan kişiler nasıl verebilir?

En küçük suçta bile mahkeme karşısında yargılanmadan kimse mahkum edilemez.

Siz küçücük çocuğu onun yokluğunda nasıl yargılayıp cezaya reva görürsünüz.

Size sorarım....

Madem bu çocuk polise taş attı diye ölümü ona reva görüyorsunuz............

O zaman; polislere, askerlere, koruculara, öğretmenlere, imamlara ve hatta kundaktaki bebeklere kurşun atan, onları acımasızca katleden PKK teröristlerine neden bu kadar hoşgörülüsünüz?

Gerçek teröristle mücadeleye gelince analar ağlamasın edebiyatı.....

Açılım, saçılım.....

Ama küçücük bir çocuğa gelince:

''E, o da polise taş attı.'' aymazlığı.

O çocuğun anası ana değil mi?

Teröristbaşı ile görüşmeye gelince koşa koşa gitmeler, hudut kapılarında eli kanlı teröristlerin gönlü hoş olsun diye gümrük binalarında  aklayıcı paklayıcı özel çadır mahkemeleri kurmalar.....

Ama küçücük çocuğa gelince ''polise taş atmış!'' demeler.

O çocuğun ailesini hiç ziyaret ettiniz mi?

O çocuk hastahanede yatarken ziyaret ettiniz mi?

Sorumluları bulup yasal işlem yaptınız mı?

Lafı uzatmaya gerek yok....

Hepinizi kınıyorum.

Küçücük çocukların ölümlerini politika malzemesi haline getirenleri, onların ölümlerinden sorumlu oldukları halde o çocuklara sorumluluk yüklemeye çalışanları şiddetle kınıyorum.

Yaptıklarınızdan ve söylediklerinizden utanın.

Küçücük çocuklardan terörist olmaz.

Çocuklara ölüm reva görülmez.

Hiç kimsenin ölümüne sevinilmez.

Kendinden olmadığını düşündüklerine ölüm normalmiş gibi davranılmaz.

Tekrar tekrar söylüyorum

Hiç kimse böyle ölmesin, öldürülmesin.

Hele çocuklar asla ölmesin ve öldürülmesin.

Ama bazıları da çıkıp ısrarla; ''Birileri ölmek zorunda!'' diyorsa.....

Ben de onlara şunu diyorum...

''Öyleyse siz ölün.'' 

Çocuklar ölmesin. 

18 Şubat 2014 Salı

ABD'de ve Türkiye'de İstihbarat teşkilatları skandalları. (Sızıntılar, yasadışı dinlemeler, bunların sonuçları ve alınan tedbirlerdeki farklılıklar.)


İstihbarat Testi (ABD,Almanya, Rusya, Sinyal İstihbaratı, NSA, İstihbarata Karşı Koyma, Siber İstihbarat, Siber Savaş)



Shephard Firmasının Digital Battle Space dergisi editörü Andrew White'nin derginin Şubat 2014 sayısında ABD İstihbaratı ve Snowden hakkında bir yorum yazdı.

ABD İstihbarat Toplumunun paryası Edward Snowden için görev tamamlandı mı?

Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA) personelinin ABD'nin istihbarat faaliyetlerinin detaylarını gösteren dokümanları sızdırmasının ardından bir yıldan az (5 Haziran 2013) bir zaman geçti, peki bunun sonucu ne olacak?

17 Ocak günü Başkan Obama, Adalet Bakanlığı'na, NSA ile içerde ve dışarıda istihbarat toplayan diğer organizasyonlarda yapılacak reform ile ilgili, çok büyük merakla beklenen, konuşmasını yaptı. Obama, Bağımsızlık savaşından ve İç Savaş'tan Soğuk Savaş ve Terörle Savaş dönemine kadar çok gerilere giderek verdiği örneklerle istihbarat toplama faaliyetlerini savundu. Bununla birlikte; teknoloji sınırları ortadan kaldırırken ve bireylere büyük karışıklıklar yaratma imkanı sağlarken globalleşmenin ve İnternet'in tehditleri daha akut hale getirdiği uyarısında bulundu.
9/11 sonrası yapılan istihbarat transformasyonlarını (dönüşümlerini) vurgulayan Obama, Amerikan toplumunun o zaman istihbarat organlarının yeteneklerinin artırılmasını istediğini iddia etti. Ayrıca; elde edilen başarıların bilinmediğini (kamuoyuna yansımadığını) ileri sürdü ve başarısızlıkların bazen ne kadar felakete sebep olabileceğini vurguladı. 

Onun konuşmasında altı çizilecek bir cümle varsa o da şudur: Obama; ''İnanıyorum ki,  yeni bir denetim programının denenmesi, bizim 9/11'den beri uyguladığımız, açık uçlu savaş temelli  yaklaşımları terk etme çabalarımızda gerekli bir ileri adımdı.''
Obama'nın değişiklikleri şunları içermektedir: Yönetim birimlerinin hatalarını önlemek maksadıyla, içerde ve dışarda uygulanacak sinyal istihbaratı (SİGİNT) faaliyetleri için yeni bir başkanlık direktifi vermek, şeffaflığı artırmak ve ABD vatandaşlarının özel yaşamlarının korunmasını güçlendirmek ve son olarak mevcut yasalara uygun olarak yabancı hedeflere karşı uygulanan faaliyetlerin daha fazla korunmasını (sızmaya karşı) sağlamak.

ABD yönetimini en çok sıkıntıya düşüren sızıntılardan biri Almanya başbakanı Angela Merker de dahil olmak üzere yabancı liderlerin konuşmalarının dinlenmesi idi. Obama, bu konu ile ilgili olarak istihbarat birimlerine şu talimatı verdi: '' Yabancı ülkelerdeki karşıtlarınız ile koordinasyon ve işbirliğini artırın ve güveni tekrar sağlayacak şekilde beraber çalışın.''

Başkan aynı zamanda telefon kayıtlarını tasnif eden, hükumetin talebi dışında bu kadar geniş bilgiyi toplayan ve kaydeden 215'nci Kitlesel Veri Programı Kısmı'nın dönüşümünü de duyurdu: '' Biz mevcut üç basamaklı sistem yerine sadece terörist organizasyonlarla bağlantılı telefonlar listesinden iki basamakta elde edilen numaraları dinleyeceğiz. 215'inci Kısım için diğer alternatif seçenekler 28 Mart tarihinde program yeniden onaylanma (izin verme) için geldiğinde değerlendirilecektir.''

Sivil Haklar grupları bu tedbirlerin pek te yeterli olmadığını iddia etmektedirler fakat Obama'nın böyle programları uygulamanın gizlilik için gerekli olduğu doğru tespiti, gelecekte yapılması planlanan herhangi değişikliklerin yürürlüğe sokulmasının tüm bağımsız birimler için zorluklar yaratacağını kesinleştiriyor.

Konuşmada, Snowden'in bilgileri sızdırma yöntemi de kınanıyordu. Obama bunu şöyle ifade etti: '' Eğer hükumetin politikalarına karşı olan herhangi bir kişi, kamuya açık olmayan gizli bilgileri eline geçirebilirse o zaman biz insanlarımızın güvenliğini sağlayamayız veya dış politikayı idare edemeyiz.''

Obama'nın bahse konu reformları Snowden üzerine iyice düşünerek hazırlanmış. Buna rağmen, onun gizliliğini ihlal ettiği birimler tarafından gelecekte geri kabul edilip edilmeyeceği ABD istihbarat uygulamalarının geleceği kadar bir gizem olarak ortada durmaktadır.

Gördüğünüz gibi İstihbarat servislerinin başı sadece bizde belada değil. ABD istihbaratı da büyük sıkıntılarla karşı karşıya. Hatta bu sıkıntılar ABD'nin Almanya gibi büyük ülkeler başta olmak üzere bir çok ülke ile ilişkilerinde kırılmalara yol açıyor. İlginç olan şu ki; onlardaki sıkıntı da bizde olduğu gibi Sinyal İstihbaratı (SİGİNT) konusunda.

Bir ABD istihbaratçısının bu bilgileri kopyalayıp dünya basınına sızdırdığı ve elindeki belgelerle Rusya'ya sığındığı zaman bu olay tüm dünyada büyük yankı uyandırmıştı.

Ülke içinde yapılan yasadışı telefon dinlemeleri, dışarıda ise yabancı ülke liderlerinin dinlenmesi vb. konular hem ülke içinde hemde dünya çapında büyük tepkilere sebep oldu. Yönetim bu durumdan doğan tepkileri dikkate alarak derhal çalışmalara başladı ve alacağı tedbirleri hem ABD hem de dünya kamuoyuna açıkladı. 

Bilindiği gibi bizde de yasadışı dinlemeler ve bunların gazeteler ve internet yayınları vasıtasıyla sızdırılması ve özel hayatı hiçe sayan davranışlar uzun süredir yaşanmaktadır. Ancak bizde hükumetin tavrı ABD hükumetinin tavrı gibi olmamıştır. Yayımlanan görüşmeler önceleri askerlerle ilgili olduğundan, başta hükumet olmak üzere tüm ülkede; demokrat, liberal vb. yabancı dillerden alınma sıfatlarla tv. ekranlarını ve gazete köşelerini işgal eden zevat tarafından alkışlarla karşılandı. Bunlar demokratikleşmenin vasıtaları olarak kutsandı. İnsanların ne çektiği, bunların hukuka veya ahlaka uygun olup olmadığı hiç konuşulmadı. 

Fakat gün geldi işler tersine döndü. Bu sefer bazı gazetecilerin, hükumet üyeleri ve onların ailelerinin ve cemaat liderlerinin ses ve görüntüleri yayımlanmaya başladı. Cemaat-Hükumet savaşı adeta ses ve görüntü yayını üzerinden zirveye çıktı. Şimdi herkes bu yayımların özel hayata müdahale (ki şimdikilerin çoğu aslında kamuyunu ilgilendiren yolsuzluklarla ilgilidir, özel hayat denerek geçiştirilecek şeyler de değildir ama...) olduğu akla geldi. 

Başta hükumet olmak üzere birçok çevre, bunları yaptıklarını düşündükleri çevrelere, ağza alınmayacak hakaretler ediyor ve küfürler savuruyorlar. Karşılığında ise daha çok yayım ve naklen beddua ile karşılaşıyorlar.

Nihayet hükumet bu konuda tedbir olarak yasal düzenlemeye de gitti. Fakat tuhaftır, ABD'de olduğu gibi sızıntıları önlemek ve yasa dışı dinlemelerin önünü kesmek yerine insanların tayini ve internetin kısıtlanması gibi acayip bir tepki geliştirdi.

Şimdi bakıyorum da, ABD'de konu halkın korunması ve özel hayatın gizliliği, yani insanların özgürlüğü iken bizde insanların hak ve özgürlüklerinden bahseden yok. Sadece sansür, baskı vb. var.

Kaç yıldır hükumet çevrelerince hep söylenir ya;'' Demokratikleşiyoruuuuuuz.... Normalleşiyoruuuuuz....'' diye.

Sizin demokrasiniz buysa, sizin normalleşmeniz buysa, ben almıyayım kardeşiiiiim......

Saygılar sunarım.


15 Şubat 2014 Cumartesi

ABD'nin Rusya Politikasının Yeni Boyutları


ABD'nin Rusya Politikasının Yeni Boyutları

  Print  Text Size 
Stratfor
Dünyadaki en stratejik bölgelerinin bazıları üzerinde yaşanan mücadeleler bu hafta ilginç bir kırılmaya sebep oldu.
Yeni açıklanan Almanya'nın ulusal strateji doktrini, Berlin'in dünya üzerinde iddialarının seviyesini yükselttiğini göstermektedir. Almanya kısa bir süre önce de Ukrayna üzerinde ilgisini açıkça göstermişti. 
Bu hafta ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Victoria Nuland, tele konferans şeklindeki açıklamalarında Avrupa Birliğini ve onun güçsüzlüğünü güçlü bir şekilde eleştirdi ve ABD'nin Ukrayna büyükelçisine Rusya'nın neler olduğunu görüp harekete geçmesine fırsat bırakmadan hızlı davranmasını ve AB'yi işe karıştırmadan özel bir muhalefet koalisyonu oluşturulmasını tavsiye etti.
Bu durum yeni bir kırılmadır çünkü ABD'nin Ukrayna'daki politikasını yeniden spot altına alıyor ve ABD'nin Almanya ve Rusya politikalarını da yeni bir boyuta taşıyor. 
ABD dış politikası geçen beş yıl içerisinde değişime uğradı. Önceden ABD dış politikası İslam Dünyası üzerinde odaklanmıştı ve daha da önemlisi, güç kullanımını ABD politikalarını kabul ettirmek için uygulanacak en son çare olarak değilde ilk seçenek olarak görüyordu. Bu sadece Afganistan ve Irak için değil, aynı zamanda Afrika veya herhangi bir yer için de böyleydi. Maksat bir düşman askeri kuvvetini imha etmek olduğunda bu strateji başarılı idi. Fakat bu, ülkeleri işgal etmek ve onların iç ve dış politikalarını şekillendirmek  maksadıyla  kullanmak  için yapıldığında çok daha zordu. Çünkü ordunun yapısal olarak sınırlılıkları vardır.
Alternatif olarak her bölgede ortaya çıkan hizipleşmelerde güçler dengesi stratejisi uygulayarak ABD'yi tehdit edebilecek bölgesel güçlerin ortaya çıkmasının önünü kesmeye ve karışıklıkları önlemeye çalışılmaktaydı. 
Eski politikaların en iyi örneği Libya'dır. Libya'da, ABD; Muammer Kaddafi'yi indirmek için özel kuvvetler ve hava kuvvetlerini kullanarak müdahalede bulundu. Batının, Kaddafi'yi Batı'ya ve ABD'ye yakın bir rejimle değiştirme çabası başarısız oldu. 
Yeni strateji ise Suriye'de görülebilir. ABD burada, doğrudan müdahale yerine , savaşan tarafları enerjilerini birbirleri üzerinde harcayacakları ve her iki tarafın da eylemlerini ABD'ye tehdit oluşturacak şekillerde yöneltmelerini engelleyecek şekilde tarafları destekledi. 
Bunun arkasında ABD politikasında motive ederek harekete geçmekten daha fazla iş yapmayı amaçlayan dış politikadaki kırılma vardır. Bir tarafta, ABD için en iyi seçim olmamakla birlikte tek pratik seçim olarak gördükleri  Suriye modelini destekleyenler vardır. Diğer tarafta ise, Libya'da gördüğümüz gibi, ahlaki nedenler öne sürenler ve tiranları indirmenin kendisinin de önemli bir şey olduğunu düşünenler vardır. Libya'da elde edilen sonuçlar, bu grubu savunma durumuna sokmuş durumda ve bunlar bir müdahalenin ahlaki durumu nasıl yükselteceğini açıklamak zorundalar. Bu hizbin Irak'a karşı eğilim göstermesinden beri bu grup Irak tipi bir savaşta bir müdahalenin nasıl dejenere olmayacağını göstermek zorunda kaldılar. Bunu yapmak zor, onun için bütün retorik için ABD, güçler dengesi modelini uygulamayı seçmek zorunda kalıyor.
Ukrayna'daki jeopolitik savaş.
ABD'nin 2004 yılında, Ukrayna'daki turuncu devrimde Rusya karşıtı grupları destekleyip göreceli olarak batı yanlısı ve Rusya karşıtı bir hükumetin kurulmasını sağladığından beri Rusya ABD'nin karşısına bir sorun olarak çıkmaya başladı. Ruslar bu hareketi, ABD istihbaratı tarafından Rusya karşıtı bir Ukrayna yaratmak için yapılan bir operasyon olarak okudu ve bu durumun Rusya'nın ekonomik ve stratejik çıkarlarına doğrudan tehdit oluşturduğunu değerlendirdi. Bundan da öte Rusya, Turuncu Devrimin ve daha sonraki Gül Devriminin bir benzerinin gelecekte Rusya'da da gerçekleştirilebileceğini gördü. Rusyanın buna cevabı kendi örtülü operasyon kabiliyetini kullanmak şeklinde oldu. Bununla bağlantılı olarak Ukrayna hükumetini devirmek için doğal gazı ekonomik baskı aracı olarak ve Gürcistan savaşını Rusya'nın askeri kapasitesinin ne seviyede olduğunu hatırlatmak için kullandı. Bu hareketler ve batı yardımlarının hayal kırıklığı yaratacak seviyede kalması Kiev'de daha da Rusya karşıtı bir hükumetin ortaya çıkmasını, Rus korkusunu azaltmasını ve kendilerine güvenlerinin artmasını imkansız hale getirdi. Zamanla Moskova, daha etkili olmaya başladı ve Orta Doğu'da, Suriye, İran ve diğer bölgelerde mevcut durumlara müdahil olarak kartlarını oynamaya başladı.
Washington'un iki seçeneği vardı. Biri; kendini kabul ettirmek için güçler dengesini kabul etmek ki bu durumda Rusya'ya karşı AB'ye dayanması gerekirdi. Diğeri de, kuvvetler dengesi modelini uygulamaya devam etmek fakat pasif kalmamamaktı.
ABD'nin Avrupa'da AB'ye güvenmesi Rusya'yı bloke etmeye yetmez, onun için tamamen pasif bir model işe yaramazdı. Diğer seçenek ise Rusları engellemek için en alt seviyede müdahale ve Orta Doğu'da karşı hamlelerde bulunmaktı. Bu da; Rusya karşıtı ve Avrupa yanlısı göstericilere sınırlı ve gizli olmayan bir destek vermek, Batı yanlısı ve Rusya karşıtı bir hükumetin Ukrayna'da tekrar kurulmasını desteklemek anlamına geliyordu. Suriye bölgesi de Kremlin'e hala manevra yapmak için bir alan sağlamakla birlikte ABD-İran görüşmeleri de Washington'a Rusya'yı  dikkate değer şekilde İran kartını kullanmasını engelleyemedi. 
ABD, eski Sovyetler Birliği bölgesine müdahale etmek için hazırlıklı değil. Rusya küresel bir güç değil ve onun askeri gücünün birçok zayıf yönü var fakat bölgesindeki en güçlü oyuncu ve Gürcistan ile yaptığı savaş gösterdi ki eski Sovyetler Birliği çevresinda kuvvet kullanabiliyor. Şu anda, ABD Ordusunun da birçok zayıflığı var. İslam dünyasının merkezinde 10 yıldan fazla savaşmış olduğundan ABD Ordusu, eski Sovyetler Birliği ile alakası olmayan bir savaş türüne odaklanmış durumdadır. ABD'nin eski Sovyetler Birliği'nin çevresindeki müttefiklerinin yapısı yıpranmış durumda, savaşı desteklemiyorlar ve  geleneksel olarak ABD'nin savaştığı her savaştan sonra kaçınılmaz olan savaş sonrası kesintiler kabiliyetlerini azaltıyor. Doğrudan bir müdahale, eğer bu mümkün olsaydı (Ama değil) bile, bir seçenek değildir. Dikkate alınabilecek tek güç ilişkisi sadece belirli bir yerde ve belirli bir zamanda ortaya çıkabilir. Bu durumda bile, Rusya topraklarına ne kadar büyük bir ABD gücü girerse bu durum Rusya için o kadar büyük bir avantaja sebep olur.
Buna rağmen, ABD  Turuncu Devrim öncesinde aynı şeyi yaptı. Hem insan hakları savunucuları ve hem de güç dengesi savunucularının desteklediği müdahale türünü destekledi. Ukrayna cumhurbaşkanı Viktor Yakunovich'in Avrupa ile daha yakın ilişki kurmayı reddeden kararını ve sonrasında hükumetin protestocuları bastırmak için uyguladığı tedbirleri protesto eden göstericilere ekonomik ve psikolojik destek vererek ABD'ye minimum risk ve tepki oluşturacak şekilde Ukrayna'da rejim değişikliği imkanını muhafaza etti.  
 Alman Yaklaşımından Duyulan Memnuniyetsizlik.
Sorunu yaratan Alman tarafının davranışları olmuştur. Almanlar protesto gruplarından birinin lideri olan Vitali Klitscko'yu kontrolleri altında bulundurmaktadırlar. ABD, Almanya'nın bir arka sırasına düşmüş görünüyor. Gerçekten, Berlin'in, dünya çapında daha etkin bir rol oynamaya hazırlandığını belirten açıklaması Alman dış politikasında tarihi bir değişimdir.
Bu bildiri bundan da önemlidir çünkü yıllardır Almanya ekonomik ve stratejik konularda Rusya'ya giderek daha da yakınlaşmaktadır. Her iki ülke de ABD'nin Orta Doğu ve Güneybatı Asya'da uyguladığı agresif politikalardan rahatsız. Her iki ülke de Avrupa ekonomik krizinin ortasında yeni ekonomik ilişkiler yaratmak ve ABD'yi dizginlemek ihtiyacı duymaktadırlar.
Almanya'nın hareketinin gözardı edilmemesi gerekmekle birlikte bunun anlamı göründüğü kadar açık değil. Telekonferansta Nuland Almanların Klitschko ve Ukrayna'daki diğer çabalarını gözardı etti. Bu şu anlama gelebilir; '' Strateji Amerikan beklentileri için çok cılızdır.'' (Berlin, herşeye rağmen Rusya ile karşı karşıya gelmek konusunda çok büyük bir risk alamaz.) . Veya bu şu anlama da gelebilir; ''Almanlar daha etkin olmayı planladıklarını söylerken onların yeni girişimi ABD çabalarının önünü kesmek anlamına geliyordu.'' Bu haftaki gelişmelere bakınca Almanların ne demek istedikleri açıklığa kavuşmuş değil.
Açık olan şey ise ABD'nin Almanya ve AB'den memnun olmadığıdır. Mantıken bu ABD'nin rejim karşıtlarını destekleme konusunda Almanya'dan daha agresif davranmaya niyeti olduğu anlamına gelmektedir. Bu insan hakları savunucuları için hassas bir sorun veya öyle olmalı.Yakunobich Ukrayna'nın seçilmiş devlet başkanıdır ve anayasa değişiklikleri ve parlemento seçimleri öyle olmasa da, kendisi genel olarak dürüst yapıldığı konusunda konsensüs olan bir seçimin galibidir. Avrupa Birliği ile olan anlaşmayı onaylamazken de kendi yasal yetkileri içinde davranıyordu. Eğer göstericiler, onun fikirlerine katılmıyorlar diye seçilmiş bir devlet başkanını görevden indirebilirlerse anayasanın altını oyan bir cumhurbaşkanını indirecekler. O göstericileri bastırmak konusunda sert davranmış olsa bile bu durum onun seçimlerini ortadan kaldırmaz. 
Güç dengesi politikası açısından yine de bu büyük bir etki yaratır. Avrupa taraftarı bir Ukrayna, muğlak bile olsa Rusya için önemli bir stratejik problem yaratır. Bu durum, sanki Teksas Rusya taraftarı olmuş ve Missisipi Nehri sistemi, petrol üretimi, Ortabatı ve Güneybatı kırılgan hale gelmiş gibi olur. Rusya'nın Suriye ve İran'a angaje olma imkanı daralır. Moskova'nın odaklanması Ukrayna üzerinde olmalı. 
Göstericileri kullanarak Rusya için büyük bir problem yaratmak iki şey yapar. Rusya için stratejik bir meydan okuma ortaya çıkarır ve onları savunmaya iter. İkinci olarak ta, bu durum Rusya'ya, Washington'un ABD'ye meydan okumayı zorlaştıran seçeneklere ve kapasiteye sahip olduğunu hatırlatır. Ve bu öyle bir şekil alır ki insan hakları savunucuları anayasal sorunlara rağmen bunu alkışlarlar, İran'ın söylemlerinin düşmanları memnun olur ve Polonya'dan Romanya'ya kadar Merkezi Avrupalılar bunu ABD'nin bölgeye taahhütü olarak görürler. ABD tekrar Rusya ve Almanya'ya bir alternatif olarak ortaya çıkar. Bu değerli bir başarı olur.
Eğer biz bunu böyle tanımlayabilirsek, bunun bir zayıf tarafı şu ki; bunun nasıl çalışacabileceğini görmek zor. Rusya'nın Ukrayna üzerinde belirgin bir ekonomik baskısı var, Avrupa taraftarı göstericilerin çoğunluğu oluşturduğu net olarak bilinmiyor ve Rusya'nın Ukrayna'da örtülü operasyon yapabilme kabiliyeti ABD'den daha fazla. Federal Güvenlik Servisi ve Dış İstihbarat Servisi uzun zamandır Ukraynalılar hakkında dosya topluyor. Rusya'nın Soçi Olimpiyatlarından sonra kozlarını oynayacağını bekleyebiliriz.
Diğer taraftan eğer oyun başarısız olsa bile ABD gösterecek ki o oyunun arkasında duruyor ve Ruslar çevrelerine bakmalılar ve ABD'nin bir sonraki seferde nerede harekete geçeceğini araştırmalılar.  Birisini savunma durumuna sokmak için ilk darbenin işe yaramasına gerek yoktur. Karşı taraf için, en beklemediği anda yeni bir darbe geleceğini anlamak yeterli olacaktır.
ABD'nin müdahil olmak için belirgin bir istekliliği merkezi Avrupa'nın beklentilerini değiştirecek, Merkezi Avrupa ile Almanya arasındaki tasiyonun yükselmesine sebep olacak ve ABD için bir açık kapı yaratacaktır.
Rusya Üzarindeki Baskı
Elbette ki asıl soru Rusya'nın ABD'ye cevap verip vermeyeceği verecekse nerede veceğidir. Hatta Rusya'nın ABD faaliyetlerini dikkate alıp almayacağıdır.  
Bir anlamda Suriye Rusya'nın hamlesi ve buda karşı hamledir. Belki de Rusya oyundan çekilecektir. Bunun için birçok sebep te mevcut. Ekonomileri baskı altında. Almanya ABD ile birlikte hareket etmez ama ondan da ayrılamaz. Ve eğer ABD Merkezi Avrupa'da bahsi yükseltirse Rusya girişimleri çözülecektir. 
Eger Ruslar şimdi bir Amerika için bir sorun iseler, ki öyleler, ve eğer ABD doğrudan müdahele moduna tekrar dönmezse, ki dönemezler, bu strateji bir anlam taşır. Çok yakında Ruslara bir sorun yaratır ve güvensizlik duygusu başka bir yerde onların hareketlerini engelleyebilir. En iyisi de bu, Rusya'yı dengeleyemeyecek bir rejim yaratabilir fakat boru hatlarını ve limanları savunmasız (Özellikle de ABD yardımıyla) bir hale sokabilir.
Nuland'ın telekonferans şeklindeki açıklaması bu kadar can sıkıcı değildi. O dünyaya, Ukrayna'da izlenen yola Almanya'nın değil de ABD'nin öncülük ettiğini gösterdi. Nuland'ın AB eleştirisi ve Rus tehtidini halledilmesi gereken bir mesele olarak açıklaması ABD politikasını onaylar niteliktedir: ABD savaşa girmeyecek ancak pasif davranma zamanı sona ermiştir.

Read more: New Dimensions of U.S. Foreign Policy Toward Russia | Stratfor 
Follow us: @stratfor on Twitter | Stratfor on Facebook

14 Şubat 2014 Cuma

İran'ın Atlantik Okyanusu'ndaki sembolik güç gösterisi: İran gemileri Kuzey Atlantik bölgesine gidiyor.



İran'ın Atlantik Okyanusu'ndaki sembolik güç gösterisi: İran gemileri Kuzey Atlantik bölgesine gidiyor. (ABD-İran görüşmeleri, iki ülkenin iç kamuoyu, propaganda, İran'ın iç sorunları.)


Yine Stratfor'dan bir tercüme. Bu sefer konu İran ve ABD görüşmeleri temelinde İran'ın denizlerdeki faaliyetlerinin analizi.

Özet:

Tahran, 8 Şubat'ta Kuzey Atlantik Okyanusuna bir fırkateyn ve bir destek gemisi gönderdiğini ve bunların ABD deniz egemenlik sınırlarına kadar yaklaşacağını açıkladı. Bu durum İranlıların ABD'ye yakın bölgelere deniz gücü gönderme niyetini ilan ettiği ilk olay değil. İran bu şekilde 2011 yılında da iki deklarasyon yayınladı ama bu dediğini gerçekleştirmedi.

Bununla birlikte son açıklamanın ardından İranlı amiral Afşin Rezayi Haddad İran filosunun gerçekten yolda olduğunu ve şimdiden Güney Afrika sahillerinden Güney Atlantik Okyanusu'na yaklaşmakta olduğunu söyledi. İran'ın Kuzey Atlantik Okyanusu'na deniz araçları göndermesi tamamen sembolik bir hareket, bu durum herhangi bir askeri risk oluşturmuyor. İran, bu faaliyetini tehdit teşkil etmeyecek şekilde sadece bayrak göstermek maksadıyla yapıyor. Bu hareketiyle sadece İran'da ABD-İran görüşmelerinden endişe duyan radikalleri yatıştırmaya çalışıyor.

Analiz:
 İran ve P-5+1 grubu (5 BM Daimi üyesi ve Almanya'dan oluşan grup) arasında devam eden nükleer görüşmeleri devam ederken İran Deniz Kuvvetleri'nin operasyonu politik olarak duyarlı bir tartışmanın odağında olacak.
ABD ve İran arasında on yıllardır devam eden düşmanlık her iki ülkede de dikkatli bir şekilde idare edilmesi gereken bağnaz kesimler oluşmasına sebep oldu. Bu kesimler dikkatle idare edilmeli çünkü bunlar herhangi bir potansiyel anlaşmayı engelleyebilirler. Görüşmelere hakim olan politik retorik, her iki tarafın da çok fazla taviz vermediği garantiler ve uyarılarla uyumlu olarak görüşmelerin herhangi bir şekilde kesildiği zamanlarda,  kutuplaşmaya sebep olabilir gibi görünüyor.

ABD için bu retorik mevcut yaptırımların etkinliğinin garantisinin devam ettiği anlamına gelmektedir.  Buna mukabil İran, durdurmak istemediği nükleer programda fazla bir değişiklik yapmamak için kararlılıkla direnmektedir. Her iki taraf ta birbirlerine askeri seçeneğin her zaman masada olduğunu hatırlatmaktan geri kalmamaktadır. İran Deniz Kuvvetleri tarafından Atlantik'e doğru yapılan bu manevra ve bunun kamuoyuna ilan edilmesi Tahran ve Washington arasında devan eden dinamiklerle de uyuşmaktadır.

İranlıların gerçekten Kuzey Atlantiğe doğru intikallerine devam edip etmeyecekleri henüz net değil fakat şunu önemle belirtelim ki bunu yapmak onların imkan ve kabiliyetleri dahilindedir (Bu kapasiteleri var.). İran Deniz Kuvvetleri ağırlıklı olarak İran Körfezi bölgesinde yapılacak operasyonlar için uygun olan küçük devriye gemileri ve sür'atli taarruz füze botlarından oluşmaktadır. Bu gemiler İran'dan fazla uzakta konumlandırmak için uygun değiller ancak İran, ilan ettiği Atlantik görevindeki  gibi uzak mesafeli görevleri yerine getirebilecek daha dört fırkateyne de sahiptir. İran'ın bu uzak mesafeli açık deniz kapasiteleri de sınırlıdır; özellikle de Batı Atlantik'e kadar gitmeye cüret edildiğinde, savaş gemilerine özellikli gemiler eşlik etmek zorundadır. 

İranlılar'ın deniz kuvvetlerini desteklemek için kullandıkları bir gemi de; uzayabilecek olan böyle görevlerde yakıt, yiyecek, temiz su ve mühimmat desteği sağlayacak olan, ikmal gemisidir. Bu gemi; 1970'lerin sonlarında İngiltere'de imal edilen ve 1984'te İran'a satılan OI sınıfı dizaynı olan  Kharg isimli gemidir. Bu gemi olmadan,  az sayıda İran fırkateyni; İranlıların bir Atlantik görevinde pek tercih etmeyecekleri bir metod olan, yol boyunca düzenli liman ziyaretleri yapmak seçeneği dışında uzun mesafeli görevleri yerine getiremez.

Dünya okyanuslarında dolaşan İran gemileri hakkında medya raporları İran içinde milli gururu okşamaktadır. İran sürekli olarak askeri yetenekleri hakkında hem dış düşmanlarına gözdağı vermek hem de ülke içinde propaganda yapmak için abartılıgösterilerde bulunmaktadır.

Atlantiğe, özellikle de ABD kara sularına yakın bölgelere askeri gemiler gönderebilmesi, İran Deniz Kuvvetleri'nin ulaştığı seviyeyi göstermek açısından iyi bir yöntemdir. Bu, birçok İranlı radikalin, İran Körfezi'nde istikrarsızlık yaratan ABD  deniz gücü varlığını görüp te köpürdüğü bir zamanda   özellikle önemlidir. Haddad'ın söylediği gibi böyle bir harekatın birinci maksadı bir mesaj göndermektir: İran ABD'ye kendi ilacının tadını tattırmak istemektedir.

Bununla birlikte bir İran filosunu Kuzey Atlantiğe konumlandırmak potansiyeli ABD'yi endişelendirmekten ziyade ulusal ilgiyi buraya kanalize etmekte çok daha etkili olacaktır. Su götürmez gerçek şudur: Tahran'ın deniz kuvvetleri ile yaptığı bu harekat ABD'ye hiçbir tehdit teşkil etmemektedir. Eğer bir şey varsa o da; İran gemilerinin İran karasularından bu kadar uzakta seyrederken Atlantiğin açık sularında çok savunmasız olduğudur. İran Deniz Kuvvetleri açık deniz operasyonlarında ABD Deniz Kuvvetleri ile yarışmayı umut bile edemez. En iyi İran deniz platformları bile, silahların menzili, hız, karşı tedbirler ve tespit mesafesi gibi konularda mukayese edilebilecek herhangi bir ABD deniz platformuna göre çok sınırlı kapasitelere sahiptirler. İran Deniz Kuvvetleri'nin oluşturabileceği gerçek tehdit İran Körfezinde, özellikle de stratejik Hürmüz Boğazı'nda deniz trafiğini engellemektir. 

 Atlantiğe yapıldığı ilan edilen İran harekatı İran Silahlı Kuvvetleri hakkında daha büyük bir gerçeğin diğer bir güçlü hatırlatmasıdır: Çok eski ve yaşlı malzemelerine rağmen İranlılar sahip olduklarını korumaya devam etmekte ve eğitimlerini ciddi bir şekilde yapmaktadırlar.
 Yaşlı gemileri kullanarak yapılan herhangi bir uzun görevde, daha önce 2005'te Porto Riko yakınlarında su üzerinde mahsur kalıp ABD'den yardım isteyen 40 yaşındaki Fas çıkarma gemisinde görüldüğü gibi, kuvvetli bir arıza riski vardır. 

İran Deniz Kuvvetleri tamamen çalışamaz duruma gelmekten veya bir limana tamir için girmek zorunda kalmaktan kaçındığı sürece Atlantiğe gemi göndermek, ülke içindeki iç ayrılıkları yatıştırırken,   ABD'ye gücünü ve kapasitesini göstermek açısından ancak sembolik olarak bir mana ifade eder.

Read more: The Iranian Navy: A Symbolic Show of Force in the Atlantic | Stratfor
Follow us: @stratfor on Twitter | Stratfor on Facebook

10 Şubat 2014 Pazartesi

Ege Bölgesinde kuraklık. (Kaplıcalar, Ilıcalar, Yerel Seçimler, Barajlar, Susuzluk, Balıkesir, Sındırgı, Manisa, Ege Bölgesi)


Daha önce Manisa ve Balıkesir bölgesindeki izlenimlerimle ilgili bir yazı yazmıştım. Bu gün bu illerde gördüklerimle ilgili düşüncelerimi yazmaya devam edeceğim.

Öncelikle politikayla ilgili olmayan ama tüm Türkiye'yi etkileyecek olan bir durumdan bahsedeyim.
Balıkesir'in Sındırgı ilçesine gittim.
Ilıcaları meşhurmuş.
Bir hotele gidip biraz Ankara'nın soğuk havasını üzerimden atayım dedim.
Hotelin lobisinde; hotelin tanıtım broşürlerinde resimlere baktım.,
Hotelin resmine bakınca arka planda bulunan büyük bir gölet resmi görünce şaşırdım.
Çünkü gelirken gölet filan görmemiştim.
Hotelde sigara satılmadığından akşam üzeri arabayla yakın bir benzinliğe gidip sigara aldım.
Yolda göleti yine görememiştim.
Benzinciye sordum.
''Hemen hotelin arka tarafında bir baraj olduğunu, fakat bu yıl yağış olmadığından barajda hiç su olmadığını söyledi.''
Merak edip dönerken kontrol ettim.
Daha bir gece önce çok şiddetli yağmur yağmasına rağmen barajın en derin yerinde ancak birkaç havuzu dolduracak kadar su olduğunu gördüm.
Toprak bir gece önce yağan yağmuru yutmuştu sanki.

Sındırgı'dan sonra Balıkesir'e gittim.
Balıkesir'de pek seçim atmosferi yoktu.
Konuştuğum kişilerden anladığım kadarıyla AKP'nin hiç şansı yokmuş.
CHP'nin de öyle.
MHP kesin alır diyorlar.

Balıkesir'den Manisa'ya dönerken yolda bir baraj daha dikkatimi çekti.
Bu barajda da hiç su yoktu.
Bu durum hiç iyiye işaret değil.
Bu yıl kuraklık olabilir.
Bahar yağmurları da yağmaz sa çiftçiyi zor bir yıl bekliyor.
Sulu tarım yapılan tüm Ege Bölgesi için aynı tehlike mevcut.
Böyle giderse önümüzdeki yıl sulama masrafları dahil giderler artarken tarımsal üretim düşebilir.
Çiftçi sefalet çekebilir.
Zaten ekonomide genel bir durgunluk başladı.
Tarımsal üretim de azalırsa durum daha da kötüleşebilir.
Avrupa ülkelerinde tarımın ekonomideki payı %1-2.
Tarımdan geçimini sağlayanlar da o kadar.
Ama ülkemizde tarımın ekonomideki payı hala oldukça yüksek.
Tarımdan geçimini sağlayan insan sayısı ise daha da yüksek.
Kuraklık tarımı, dolayısıyla ekonomiyi vurabilir.
Şehir ve ilçelerin içme suyu sorunu yaşamaları da kuvvetle muhtemel.
Yetkililerin şimdiden tedbir alması şart.
Yoksa iş işten geçtikten sonra kimseye faydası olmaz.
Belediye başkan adayları da bu konuya dikkat etmeli.
Yarın seçilirlerse sorunu kucaklarında bulacaklar.

Saygılar sunarım.


9 Şubat 2014 Pazar

Ahmet Davutoğlu'nun hukuk ve devlet anlayışı. Paralel devlet mi yoksa teğet devlet mi daha kötü? Türkiye'de mahkemelere ihtiyaç var mı?


Bir süredir Montesquieu'nun ''Kanunların Ruhu Üzerine'' isimli kitabını okuyorum. Kitabın neredeyse sonuna geldim. Dün Manisa ve Balıkesir bölgesinde edindiğim izlenimleri yazmış ve bu gün de yazmaya devam edeceğimi söylemiştim. O sebeple bu akşam kitabı okurken bu yazıyı yazmak için kitabı bırakıp yazmaya başlamadan önce televizyon kanallarına bir göz atayım dedim. Bir kanalda gördüğüm alt yazı dikkatimi çekti. Önce inanamadım ve yazının tekrar geçmesini bekledim. Yazıyı doğru okumuşum.

Yazı, sayın Dışişleri Bakanımızın bir demeci ile ilgiliydi. Dışişleri Bakanımız; ''Biz sadece iki makama hesap veririz. Bir; Hak'ka, iki; Halk'a. Başka hiç bir makama hesap vermez, hiç bir makamın önüne çıkmayız.'' demiş.

Yani diyor ki; ''Biz ne halt yersek yiyelim, kimseye bunun hesabını vermeyiz. Bizden kimse de hesap soramaz. Biz doğrudan Allah'a hesap veriyoruz. Karadenizlinin dediği gibi: Biz direkt bağlıyız. Halk bizi bu makamlara seçtiyse onlar da bir sonraki seçime kadar beklemek zorunda. O zamana kadar yine her istediğimiz haltı yeriz ve kimseye hesap vermeyiz. Madem halk bizi seçti, herkes bize katlanmak zorunda.

Dışişleri Bakanımız sadece bir politikacı değil, aynı zamanda, yıllarca yerli ve yabancı üniversitelerde ders vermiş bir profesör. Muhtemelen ''Kanunların Ruhu Üzerine'' isimli kitabı kendisi de okumuştur. Bu kitabı okuyup böyle konuşuyorsa bu kitabı okumanın bir anlamı yoktur diye düşündüm. Koskoca profesör ve devletin bakanı bu kitaptan böyle bir sonuç çıkardıysa benim gibi bir kişiye ne faydası olur ki bu kitabın? Onun için kitabı okumayı bırakıp kütüphaneme kaldırmaya karar verdim. Belki köye giderken soba tutuşturmak için kullanmak maksadıyla götürürüm.

Bir bakanımız; ''Ben; kanuna, savcıya, hakime hesap vermem!'' diyorsa böyle bir ülkede kanunla ilgili bir şey okumak abesle iştigal etmekten başka bir şey değildir.

Demek ki ülkemizde tek sahip olunması gereken ''güç'' imiş.

Baksanıza, eline siyasi gücü geçiren kişiler, kendilerinin üzerindeki tek güç olarak tanrıyı gördüğünden başka birine hesap vermeyeceğini söylüyor.

Güçler ayrılığı filan hikaye yani.

Yasama ve yargı sadece yürütmenin elindeki bir oyuncak olmuş.

Ne kanun, ne nizam, ne ahlak ne de başka bir şeye gerek yokmuş.

Filmde Kemal Sunal'ın dediği gibi: ''Ağa poku üzerinde pok mu olurmuş?''

Namaz niyaz oldu mu, bir de bir şekilde halkın oyunu aldın mı, her yol mubah.....

Adamlar yolsuzlukla suçlanıyorlar, hesap vermeleri gereken yer tüm dünyada mahkemeler ama nerdeee?

Onlar ''Allah'' a hesap verirlermiş.

Bir de sandık başında halka.

Kardeşim bu sizin yaptığınız sadece siyasi ve dini bir suç değil ki.....

Mevcut hukuka göre de suç işliyorsunuz.....

Çaldığınız paralarda benim de hakkım var.....

Bana hesabı nasıl vereceksiniz?


Bu konuya başlarken aklımda birçok husus vardı.

Çok uzun bir yazı yazacaktım ama yazmaya başlar başlamaz canım daha da sıkıldı.

Ne oldu bu memlekete böyle?

Biz nasıl bu duruma geldik?

Var mı bunun başka bir örneği dünyada?

Bilen, duyan varsa bana da söylesin lütfen.

Saygılar sunarım.



8 Şubat 2014 Cumartesi

Manisa'dan seçim tahmin ve değerlendirmeleri. (MHP, AKP, CHP)

10 gündür, okulların yarıyıl tatilinden yararlanarak, Ege bölgesinde, Manisa ve Balıkesir civarında tatil yapıyordum. Bu vesileyle bazı köylülerle, ilçelerde ve iki ilde yaşayan insanlarla konuşma fırsatı buldum.

Öncelikle Manisa ili için konuştuklarımız hakkında biraz bilgi vereyim. Konuşmalarımızın genel hatlarından da bahsedeceğim ama öncelikle yerel yönetim seçimleri hakkında izlenimlerimden bahsedeyim.

Manisa'da AKP milletvekili Tanrıverdi'yi belediye başkanlığına aday göstermiş.
Bence çok doğru bir seçim yapmışlar.
Tanrıverdi Manisa'da genelde hakkında çok olumsuz konuşulmayan bir aday.
Arınç'ın desteklediği bir aday da değil.
Bu da bir başka avantaj.
Neden mi?
Manisa'da Bülent Arınç ve onun tayfası olan bazı kişiler, özellikle de bir milletvekili pek sevilmiyor.
Arınç ve avanesi Manisa'ya karıştıkça Manisa'da AKP'nin oyu düşüyor.
Zaten AKP'de bunu bildiğinden kendisini son milletvekili seçimlerinde Bursa'dan aday göstermişti.
Tanrıverdi ise Arınç ve avanesinin pek sevmediği ve daha çok Manisa'da yerli halktan AKP'lilerin sevdiği birisi.
O yüzden Tanrıverdi için iyi bir seçim diyorum.

Karşısındaki en güçlü aday ise MHP'nin adayı Cengiz Ergün.
Cengiz Ergün Manisa'da, benim ömrüm boyunca gördüğüm belediye başkanları arasında, en çok hizmet yapan başkanlardan biri.
Belki de birincisi.

Şehrin içinde kalan otobüs garajını, İstanbul tarafındaki çıkışa, Gediz Nehri kıyısına taşımış ve inşaat bitmek üzere.
Nehirde de daha önceden her yıl yaşanan su taşkınlarına karşı çalışma yaptırmış.

Manisa'daki meslek odalarını tek bir binaya taşıyacak bir inşaatı başlatmış ve bu inşaat ta devam ediyor.

Manisa'da belki de en önemli konu araç park sorunudur.
Tarihi bir şehir olan Manisa'nın son 20 yıldır oldukça büyüdüğünü Manisa'yı gören herkes bilir.
Manisa'nın tarihi binalarının bulunduğu bölgelerde dar sokaklar sebebiyle park sorunu olduğu gibi son 20 yılda yapılan binaların bulunduğu bölgelerde de eski belediye başkanlarının şehircilikten bi-haber olması sebebiyle araç park yeri ihtiyacı hiç düşünülmemiş.
Yeni Manisa bölgesinde bu sorun pek yaşanmasa da Manisa'nın İzmir-İstanbul ana yolunun Spil Dağı tarafında kalan bölümünde (eski Manisa) hemen hemen her yerde araç park etmek için gece ve gündüz yer bulmak neredeyse imkansız.
İşte bu soruna da önemli bir çözüm olacak şekilde (şu anda Ağaoğlu inşaat tarafından restore ediliyor olması da ayrıca oldukça dikkat çekici olan) hükumet konağı karşısında bir yeraltı otoparkı inşaatı devam etmektedir.

Eskiden Manisa içinde herkesin bildiği Kırtık Dere'nin üzeri kapatılarak geçmiş belediye başkanlarının biri tarafından yol yapılmıştı.
Burada araç trafiği kahve önünde oturan insanları ezecek şekilde (Bir dolmuş hattı da buradan geçtiğinden trafik oldukça yoğun oluyordu.) geçiyordu.
Çok iyi bir çevre düzenlemesi de yoktu.
Şimdi buradaki yol yek şerit haline getiriliyor ve araç park yerleri de olacak şekilde insanların dışarıda rahatça oturabileceği şekilde düzenleme yapılıyor.
Bu bölüm Kıssık Parkı ile devam ederek garaja kadar yeni bir düzenlemeye tabi tutulmuş.
İnşaat işleri kısa süre sonra bitecek.

Manisa-İzmir yolu Manisa'nın iki bölümü arasında (yeni ve eski Manisa) araçla gidiş gelişlerin en sıkıntılı olduğu yer idi.
Buraya alt geçitler yapılmış ve yıllardır süren bu sorun çözülmüş.
Bu yolda ayrıca Kurtuluş Savaşı ile ilgili bir anıt ta yapılmış.
Çevre yolu da kullanılmaya başladığından trafik oldukça rahatlamış.

Bunlar sadece il merkezinde görünen somut hizmetler.
Manisa köylerinden bazılarına da gittim.
Bazı köylere ise gitmemekle birlikte karşılaştığım köylülerle konuştum.
Bana söylenen Cengiz Ergin; ilçe, belde ve köylerin tamamına, hangi partiden yerel yöneticisi olduğuna bakmadan her türlü hizmeti getiriyormuş.
Camilerden, mezarlıklardan köy yollarına kadar her türlü hizmeti götürmüş.

Bu arada, geçen yaz gördüğüm ve çok şaşırdığım bir uygulamayı da burada belirtmeden geçemeyeceğim.
Geçen yaz hangi köye gittiysem Cengiz Ergin tarafından görevlendirilmiş genç kız ve erkeklerden oluşan gruplar, köylerde ev ev dolaşarak herkesin ne ihtiyacı olduğunu, köylerinde nasıl bir hizmet istediklerini, Manisa ve İlçelerde nasıl bir hizmet istediklerini soruyor, herkesle bire bir ilgileniyor ve talepleri not ediyorlardı.
Bu gidişimde bu tespitler çerçevesinde hizmetlerin götürüldüğünü gördüm.
Bu uygulamaya neden şaşırdığımı soran olabilir.
Ben şimdiye kadar ne MHP'de, ne de CHP'de böyle bir modern belediyecilik ve ihtiyaçları bizzat halka sorarak yerinde tespit etme olayını görmemiştim.

Neyse....

Gelelim CHP adayına.
Önce bu aday için yazın Manisa'da kahvehanelerde konuşulanları aktarayım.
Bu şahıs çevresi olan, bayağı bir oy alabilecek bir kişiymiş.
AKP, yazın yaptırdığı anketlerde kendi aday adaylarından en fazla destek alanın oy potansiyeli %17 olarak çıkarken Cengiz Ergün'ün oyu ise %67 çıkıyormuş.
AKP, Manisa'da belediye seçimini kazanamayacağını anlayınca şu andaki CHP adayına adamlar göndermiş.
Demiş ki; ''Manisa büyükşehir oluyor. Sen de aday ol. Eğer kazanırsan zaten sorun yok. Ama kazanamazsan bile yeni oluşturulacak belediye kadrolarından (rakam da telaffuz ediyorlardı ama aklımda kalmamış.) büyük bölümüne senin istediğin adamları işe alacağız.''
Tabii bunlar kahve muhabbetleri ama adı geçen kişinin aday olduğunu görünce acaba doğru mudur diye düşünmedim değil.

Diğer parti adaylarının ise hiç şansı olmadığından isimleri yazılı afiş bile görmedim.

Genel kanaat şu: CHP'nin Manisa'daki oyu belli.
Yani kazanma şansı sıfır.
Olay AKP ve MHP arasında geçecek.
Hangi partinin taraftarlarıyla konuşsam en az %60 oyla seçimi kazanacaklarını iddia ediyorlar.
Ama benim gördüğüm bu abartıdan başka bir şey değil.

Hizmete bakarsak Cengiz Ergün kazanır.
İl genelinde milletvekili sayısı olarak ise AKP'nin üstünlüğü var.

Bu sebeple, seçmen son sözünü söylemeden kesin sonucu tahmin etmek oldukça zor.

Yazı oldukça uzadı.

Onun için şimdilik burada bırakıyorum.

Bu konuda ve diğer hususlarda gözlemlerimi yarın da yazacağım.

Saygılar sunarım.