.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

25 Eylül 2013 Çarşamba

Gizlenen Tarihi Gerçekler: Yalan Söyleyen Tarih Utansın.


     Son günlerde kitapçılarda bu başlıkla (Gizlenen Tarih) basılmış kitaplar gördüm. Doğal olarak ilgimi çekti. Gizli şeylere hep meraklıyız ya, ondan olsa gerek. Tamamına yakını; bizim tanıdığımız bazı tarihi şahsiyetler aslında anlatıldığı gibi değilmiş, cumhuriyet tarihinde bildiğimiz bir çok şey aslında öyle değilmiş vb. iddialarda bulunmaktaydı. Hani ben tarihe meraklıyım, bir üniversitede tarih okuyorum (Emeklilikten sonra) ama acaba bize gerçekten yanlış mı anlattılar gibilerinden bir anlık şüpheye düşmedim değil. Sonra yabancı yazarların, hatta Türkiye Cumhuriyetine ve Atatürk'e düşman yabancıların yazdığı kitaplar aklıma geldi. Düşmanca bir bakış açısıyla yazılmış ta olsalar aslında o kitaplar da bizim tarihimizi bize anlatıldığı gibi yazmışlardı.
     Sonra bu Gizlenen Tarih antetli kitapların kaynakçalarına, tezlerini dayandırdıkları belgelere bakmak geldi aklıma. Gördüm ki hep tevatür, tahmin ve dedikodudan ibaret. Sonuçta; bu kitaplarda gizlendiğine emin olduğum tek şey Atatürk, Cumhuriyet ve Türk düşmanı kişilerin propaganda maksadıyla tarihi bile kullandıkları idi. Bu günlerde dini hassasiyetleri olan vatandaş sayımız birden patlama yaptı ya, onların bu hassasiyetlerini istismar etme gayreti ve bu tür kitaplar çok satıldığından insanları salak yerine koyma ve sömürme faaliyetiydi bunlar.
     Tarih demek dedikodu demek, tahmin ve hayal demek değildir. Tarih bilimsel temellere dayanmıyorsa dedikodudan öteye geçemez. Tarih belgelere dayanır. Ancak her yazılı metin de belge demek değildir. Mesela tarihçiler anı ve hatırat kitaplarına bile ihtiyatla yaklaşır. Çünkü hatıratlarda bir kendini savunma eğilimi vardır, bu sebeple gerçekler çarpıtılmış olabilir. İtibar edilecek şeyler somut belgelerdir. Mesela Osmanlı Tarihi hakkında kitap, makale veya tez yazılacaksa birincil kaynaklar Osmanlı İmparatorluğu resmi arşiv belgeleri olmalıdır. Yoksa falan şunu demiş, filan şunu demiş hikayeleri değildir. Bu kitapların yazarları bu tür kitaplara olan ilgiyi istismar eden şaklabanlar dır. İnsanları sömürmekte, uydurma hikayelerle insanların sırtından eşek yüküyle para kazanmaktadırlar. İşin ilginci adı geçen yazarların hiç biri tarihçi filan da değildir.
    Bir de nereden çıktıysa son günlerde Vahdettin hakkında yayılan yeni araştırmalar ve kitaplar giderek artmaktadır. Zaman Gazetesi ve dahil oldukları çevreler bu konuya öncülük etmektedir. Neymiş efendim Vahdettin vatan haini değilmiş. Atatürk'ü Anadolu'ya ülkeyi kurtarsın diye göndermiş. Kendisi de sözde İşgalcileri kandırmak ve oyalamak için İstanbul'da kalmış. Bu konuda Atatürk'le Atatürk Samsun'a gitmeden önce anlaşmışlar. Bu konuda da en büyük keşifleri Meclis tutanaklarında Atatürk'ün bir konuşması imiş. Bu belgenin doğru yada yanlış olduğunu bilmiyorum ama amaçlı seçim şeklinde bütün konuşmanın seçilmiş bir parçası olduğunu veya uydurma olduğunu düşünüyorum. Neden mi? Çünkü ben, Atatürk'ün kurtuluş savaşı sırasında, Meclis tutanaklarına geçmiş çok açık seçik birçok konuşmasını okudum. Atatürk; İstanbul Hükumetinin ve Padişahın hain olduğunu, İngilizlere hizmet ettiklerini, onlara güvenilemeyeceğini meclis kürsüsünden  herkese anlatmış. Bu arkadaşlar bu konuşmaları görmemişler mi? Yoksa hesaplarına mı gelmemiş? Onların senaryolarına uymadığı için mi görmemezlikten gelmişler yoksa?
     Ama ben asıl amaçlanan şeyi biliyorum aslında. Bunlar Atatürk'e saldıramıyorlar ya, dolaylı tutum sergiliyorlar. Yok aslında Vahdettin hain değilmiş, yok aslında tarihimizi gizliyorlarmış vesaire vesaire. Öte yandan Atatürk'e yapamadıkları saldırıyı başta İnönü olmak üzere onunla beraber bu ülkeyi kurmak için hayatını ortaya koyanlara iftiralar atmaktadırlar.
    Aslında gerçekler apaçık ortadayken bazı insanların bu art niyetli kişilere inanması beni üzmektedir. Bunların bazıları densizliği o kadar yukarı seviyelere çıkardılar ki; aslında kurtuluş savaşında savaş olmadı demeye getirmektedirler. O zaman bu savaşta verilen şehitler sanal şehit midir? Gaziler tiyatro mu oynuyorlar, rol mü yapıyorlar? Anzavur'a rütbe, para ve asker toplama yetkisi veren ve binlerce vatan evladının şehit olmasına sebep olan Vahdettin'in bu hareketi de bir senaryo mu idi? Atatürk hakkında idam kararı da mı senaryo gereği verilmişti. Peki madem öyle, farz edelim ki bunlar doğru, o zaman Vahdettin neden çıkıp ta bunu anlatmadı da gizlice bir İngiliz gemisi ile kaçtı.
    Kısacası diyorum ki bırakın bu ayaklar. Bize dedelerimiz kendilerinin de katıldığı kurtuluş savaşı hakkında çok şey anlattılar. Biz onların hayat ve mücadele anılarıyla büyüdük. Bu savaşı yok sananlar; muhtemeldir ki dedeleri İngilizlere, Fransızlara, Yunanlılara yalakalık yapan veya Yunan Ordusu hilafet ordusudur diyen, iç isyanlarda vatan evlatlarını katleden, cana, mala, ırza tecavüz eden, Anzavur'la birlikte ordumuzu arkadan  adamlardır. O sebeple utançlarından bunlara savaştan hiç bahsetmemişler, bunlar da savaş olmadı sanmaktadırlar.
     Saygılarımla.


Ülkelerin demografik sorunları.


     Demografik durum; ülkelerin tarihi, sosyal durumu, ekonomik durumu, dini inançları, gelişmişlik durumu, eğitim düzeyi, devlet politikaları gibi onlarca etki altında şekillenir. Örnek verecek olursak şehirleşmenin arttığı, refah seviyesinin arttığı AB,ABD, Japonya gibi ülkelerde doğurganlık azalmaktadır. Ancak dini ve ideolojik faktörlerin etkili olduğu, tarihi yok edilme travmalarının toplum belleğinden silinmediği Yahudiler gibi toplumlarda yukarıdaki şartlar mevcut olsa da doğurganlık oranı yüksek olabilmektedir. Araplarda da dini ve kültürel sebeplerle doğurganlık oranı yüksek seyretmektedir. Burada doğumu teşvik eden unsurlar kadar doğum kontrolünü yasaklayan kurallar da etkili olmaktadır. Örnek verecek olursak ülkemizde de doğum kontrolünün günah olduğunu, kürtaj ve doğum kontrol yöntemleri kullanmanın insan öldürmek (cinayet) demek olduğunu söyleyen din adamlarının telkinleri yüzünden ağırlıklı olarak doğu ve güneydoğu bölgelerimizde olmak üzere dini inançları kuvvetli ancak dini bilgileri az vatandaşlarımız hiçbir korunma yöntemi kullanmamakta ve çok sayıda çocuk yapmaktadır.
     Peki üreme oranının yüksek veya düşük olması ne sonuçlar doğurur?
     Öncelikle yüksek doğum oranı ve nüfus artış hızının sonuçlarını ele alalım. Örnek üzerinden gidecek olursak Hindistan, Orta doğu ve Afrika ülkeleri bu grupta incelenebilir. Mevcut nüfusu artıracak miktarda doğan her insan yeni gıda, enerji, para, okul, yol vb. konularda artışı gerektirir. Eğer nüfusu aşırı artan devlet zengin kaynaklara sahip değilse, ekonomik olarak gelişmemişse; mevcut nüfusu artıran her doğum ülkede kişi başına düşen gelirde daha büyük bir azalmaya sebep olacaktır. Aşırı kalabalıklaşmış nüfus; ekonomik, sosyal, kültürel vb. alanlarda sorunların da artmasına sebep olacaktır. Bu da iç savaşlara, göçlere ve ülkeler arasında savaşlara ve bunun sonucunda açlığa, toplu ölümlere sebep olacaktır. Bu gün dünyada aşırı nüfus yoğunluğu nerede vardır diye soracak olursak; ilk akla gelen Çin ve Hindistan olacaktır. Fakat Güneydoğu Asya'nın tamamında durum aynıdır.
     Çin fazla nüfusun gelişmesi üzerinde olumsuz etkisini önlemek için bir çocuk sınırlaması koymuş ancak bu da başka sorunlara sebep olmuştur. Ortalama yaşam süresinin artmasının da katkısıyla Çin nüfusu hızla yaşlanmaktadır. Çok yakın bir gelecekte yaşlı insan nüfusu o kadar artacaktır ki çalışan insanlar bu nüfusa bakmakta zorlanacaktır.
     Diğer olumsuz etkiler ise; erkek nüfusunda artış ve etnik olarak farklılık gösteren bölgelerde yaşanan sorunlardır. Herkes ailenin adını devam ettirme peşinde olduğundan; suni yollarla erkek çocuk yapma, anne karnındaki çocuğun kız olduğu anlaşılınca düşük yaptırılarak erkek çocuk için tekrar hamile kalma gibi sebeplerle Çin'de kadın nüfusun erkek nüfusuna oranı sürekli düşmektedir. Bu durum sosyal sorunlara sebep olmaktadır. Örneğin geçmiş yıllarda Uygurlarla Çinliler arasındaki çatışmaların, Çinli kız bulamayan Çinli erkeklerin Uygur Türkü kızlara sarkıntılık yapması sonucu başladığı söylenmektedir.
     Çin yönetimini endişelendiren diğer bir sonuç ta etnik azınlıkların Çinlilere göre daha fazla üremesi sonucu, ülke genelinde olmasa da bazı bölgelerde etnik adaların oluşması ve genişlemesi sonucu ülke bütünlüğünün tehlikeye girme ihtimalidir. Etnik azınlıklar gerçekten de daha fazla üremektedir. Çünkü tek çocuk uygulamasının uluslararası tepki alması ve azınlıkların tepkisini uyandırmasından çekinen komünist yönetim azınlıklara 2 çocuk yapmaya izin vermektedir. Ayrıca çoğunluğu daha kırsal ve devlet kontrolünün daha zayıf olduğu bölgelerde yaşayan azınlıklar kaçak olarak daha fazla çocuk ta yapabilmektedir. 2 çocuk izni azınlıklarda erkek nüfusun artması sorununu da önlemekte nüfus daha dengeli olmaktadır. Yönetim bu durumun gelecekte etnik çatışmaları artıracağından korkmakta ve tek çocuk politikasını gevşetmeyi planlamaktadır. Çin bu politikasına devam ederse gelecekte İç Moğolistan Moğollarını, Uygur Türklerini ve Tibetlileri gelecekte kontrol edemeyecek gibi görülmektedir. Bunu önlemek için de Çin iç göç politikalarıyla bu bölgelere Çinlileri yerleştirmektedir.
     Çin'in fazla nüfusun gelişmesi üzerinde olumsuz etkisini tersine çevirecek başka tedbirler de alıyor sanırım. Çünkü Çin nüfusu hızla komşu ülkelere demografik işgal diyebileceğim bir şekilde akmaktadır. Bundan en çok etkilenen ülkeler ise doğu bölgeleri adeta ıssız denebilecek kadar boş olan Rusya Federasyonu ve metrekareye düşen insan sayısının çok düşük olduğu Moğolistan olmaktadır. Çinliler buraya Çin şirketleri ile ve kaçak olarak gelmektedir. Önce çalışma izni ve oturma izni alan bu insanlar bir süre sonra vatandaşlığa da geçebilmek için her yolu denemektedir. Aynı göç olayı ABD, AB ülkeleri ve bazı Afrika ülkelerine de olmakla beraber o ülkelerin nüfus yoğunlukları fazla olduğundan bu nüfus plantasyonunu henüz tehdit olarak algılamamakta dırlar. Ancak Rusya ve Moğolistan için durum farklıdır. Moğolistan Türkiye'nin yaklaşık 3 katı büyüklüğünde toprağa sahip olmasına rağmen nüfusu 3-3,5 milyon kadardır. Bu sebeple bu göçü tolere edebilmeleri imkansız görülmektedir. Bunu önlemek için yasa dışı göçü önlemek için sıkı tedbirler almasına rağmen bunu tam olarak başaramamaktadır. Rusya'nın nüfusu oldukça fazla olmasına rağmen Rus nüfus ülkenin batısında ve büyük şehirlerde yaşamakta, doğuda ve kuzeyde nüfusları az, etnik olarak Türk kökenli, dini olarak Müslüman veya Şamanist insanlar yaşamakta, bu bölgeler ayrıca ıssız denebilecek kadar nüfus yoğunluğundan yoksun bulunmaktadır. İşte bu bölgelere de adeta demografik işgal denilebilecek şekilde Çinli göçü olmaktadır. Daha şimdiden bazı küçük yerleşim yerlerinde Çinliler çoğunluğu oluşturmaktadır. Rusya bu nüfus baskısını bir tehdit olarak algılamakta ve sıkı tedbirler almakta ancak bunu durduramamaktadır.
     Çinliler, kendilerine has fizik yapısı, dinleri, kültürleri ile göç ettikleri yerlerde koloniler halinde yaşamakta ve asimle olmamaktadır. Bu nüfus Çin'deki nüfus sorunlarını azaltırken Çin'in ileri üssü gibi de görev yapmaktadır.
    Hindistan hızla gelişmesine rağmen aşırı yoğun nüfusu yüzünden sıçrama yapamamakta ve buna etkili bir çözüm de getirememektedir. Diğer uzak doğu Asya ülkelerinde olduğu gibi Hindistan da bu yüzden iç çatışmalar, hastalıklar ve yoksullukla mücadele içinde bocalamaktadır. Etnik ve dini çeşitlilik te bunda etkin bir faktör olmaktadır. Bu çatışma ve yoksulluk iç ve dış göçleri artırmaktadır. Yasa dışı göç sorununda Hindistan kaynak ülkelerin başında gelmektedir. Hatay-Yayladağı sınırında görev yaparken yakaladığımız yasa dışı göçmenlerin çoğu Hindistan (Çoğu da Sih) vatandaşı idi. Hindistan'dan bu göçün nüfus yoğunluğunu azaltmak yönünden bir faydası olmakla beraber olumsuz etkileri de olmaktadır. Bu göçlerle özellikle Batı ülkelerine yetişmiş insan kaynakları akmaktadır. Londra'da gittiğim doktorların çoğunun Hintli olduğunu söylersem ne demek istediğim biraz anlaşılır sanırım. Diğer bir sakınca ise Batı Ülkelerine giden başta Sihler olmak üzere değişik etnik ve dini gruplardan insanlar buralarda örgütlenerek geldikleri ülke aleyhinde kamuoyu oluşturmaktadır.
    Afrika ülkelerinde mevcut yüksek doğum oranı iki şekilde sonuçlanmaktadır. Kaynakları, hatta temel ihtiyaç olan su kaynakları bile kısıtlı olan Afrika ülkelerinde iç çatışmalar ve ülkeler arasındaki çatışmaların ardı arkası kesilmemektedir. Zaten kıt olan kaynaklar adil dağıtılamadığından ve bu savaşlarda heba olduğundan birçok bölgede insanlar, özellikle çocuklar açlıktan ölmektedir. Açlık ve savaşlar ise yasa dışı göçü doğurmakta, milyonlarca insan kendi ülkesinde bir yerlere, komşu ülkelere, buralardan da AB gibi gelişmiş bölgelere göç etmektedir. Hatay da görev yaparken en büyük ikinci yasa dışı göçmen grubunu Afrika kökenliler oluşturmaktaydı.
     Peki bu nüfusun göç ettiği bölgelerde durum nedir. Bunların nüfus artış hızları iyice yavaşlamış, hatta bazılarında nüfus azalmaktadır. İşte bu fazla nüfus fizik kurallarında da olduğu gibi boşlukları doldurmaktadır. Tabii gittikleri yerlerde bünyeye yabancı olan bu yeni varlıklar gerek kendilerinden kaynaklanan, gerekse girdikleri bünyeden kaynaklanan birçok yeni sorunun ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.
     Şimdi de nüfus artış hızı oldukça yavaşlayan ülkelerin durumuna bakalım. Komşumuz olması sebebiyle önce Rusya'dan başlayalım. Rusya nüfusu Sovyetler Birliği dağıldığından beri sürekli azalmaktadır. Bu durum ülkenin gelişmesi üzerinde büyük bir olumsuz etki yaratmaktadır. Nüfusun azalması üretimin de azalmasına, dolayısıyla ekonominin gelişememesine sebep olmaktadır. Gerçi Putin enerji gelirlerini iyi kullanarak ekonomiyi belli bir seviyeye kadar düzeltmiştir ancak Rusya sanayi ve tarım alanlarında sürekli gerilemektedir. Dünya gücü olma iddiasını tekrar kazanma arzusunda olan bir devlet için bu çok olumsuz bir durumdur. Nüfus (Demografik güç) milli güç unsurlarından en önemlilerinden biri olduğundan bu gücü sürekli zayıflayan bir devletin ileride amacına ulaşması beklenemez.
      Rusya'nın bu hususta diğer bir sorunu da içinde bulunan çoğu Türk olan Müslüman azınlığın durumudur. Rusyanın nüfusunun azaldığını söylemiştim. Ama Rusya'da yaşayan Türk-Müslümanların nüfusu azalmamakta aksine hızla artmaktadır. Bu da göstermektedir ki Rus etnik kökeninden olan nüfus istatistiklerde görünenden daha hızlı azalmaktadır. Bu şekilde devam ederse yakın bir gelecekte Rusya'daki Müslüman nüfus artık Rusya'nın kontrol edemeyeceği büyüklüğe ulaşacak, Rus nüfusunda azalma da göz önüne alınırsa orantısal olarak hızla birbirine yaklaşacaktır. Bunun yanında doğu bölgelerine gerçekleşen Çinli demografik istilası da Rusya'nın gelecekte demografik dengelerini hızla bozacaktır. Petrol gelirleri artan Rusya'da batı bölgesindeki şehirler geliştikçe bir iç göç olgusu da meydana gelmiştir.. Gerek Orta Asya Cumhuriyetlerinde, gerekse Rusya'nın doğusunda yaşayan Rus etnik kökeninden insanlar hızla bu gelişen bölgelere göç etmektedir. Bu da demografik durumu iyice sarsmaktadır. Yakın bir gelecekte Ruslar yaklaşık 250 yıldır yayıldıkları tüm topraklardan savaş yapmadan tarihi Rusya topraklarına göç vasıtasıyla çekilmiş olacaklardır. Benim tahminim önümüzdeki 50 yıl içinde Rusya ya bölünecek veya yönetimi diğer etnik gruplarla paylaşacağı yeni bir düzene geçecektir. Aleksandr Dugin'in de söylediği gibi Rusya'nın tam ortasında bulunan ve gittikçe güçlenen, nüfusu artan Tataristan'dan doğusu ve Kafkasya Rusya'nın kontrolünden çıkabilir. Doğuda da Çin nüfusu bu şekilde artarsa Çin ile sorunlar yaşayabilir.
     Putin yönetimi de bu durumun farkına varmış olacaklar ki o da bizim başbakan gibi üç çocuk yapın diye Rus halkına çağrılar yapmakta, çocuk parası vb. uygulamalarla doğum oranlarını artırmaya çalışmaktadır. Ayrıca artan Müslüman nüfusu devlete bağlamak ve bunlar vasıtasıyla Rusya'nın etkinliğini İslam dünyasında artırmak için İslam Konferansı Örgütüne gözlemci olarak katılma kararı almıştır.
    Diğer bir komşumuz olan İran'a bakacak olursak durumun biraz daha komplike olduğunu görürüz. İran'da Fars nüfusu %50'nin altında olmasına rağmen ülke fars kültürünün hakimiyetinde yönetilmektedir. Bunun için Şii ideolojisi ve İslami yönetim bir tutkal olarak kullanılmaktadır. Ancak bu da Kürtler ve Beluciler gibi Sünni toplulukların ayrılıkçı hareketler içine girmesine sebep olmaktadır. İran'ın en büyük handikabı barındırdığı Türk kökenli insanların nüfusun neredeyse yarısına yakınını oluşturmasıdır. Tarihi Güney Azerbaycan bugün İran'ın elinde bulunmakta ve Azeri nüfus arasında milliyetçi duygular gittikçe artmaktadır. Ayrıca bir miktar Türkmen nüfusu da vardır. İran'da Farslar hariç her etnik grubun komşu devletlerde büyük miktarda soydaşları yaşamaktadır. Beluciler; Pakistan'da, Kürtler; Irak ve Türkiye'de, Azeriler ve Türkmenler de Azerbaycan ve Türkmenistan'da yaşamaktadır. İran'da nüfus artmakta ancak hangi etnik grubun hangi oranlarda arttığına dahil elimizde bir veri bulunmamaktadır. Ancak mevcut rejimin zayıflaması, yıkılması veya daha demokratik bir yönetime evrilmesi sonucu İran'da bir iç savaşın çıkması ve bu savaşta her etnik grubun komşu ülkeler tarafından desteklenmesi sonucu çatışmaların yayılması ve bunun nüfus hareketlerine sebep olması kaçınılmaz görünmektedir.
    Irak ve Suriye'nin çatışmalı durumlarına bakınca demografinin bu ülkeleri nasıl etkilediği net olarak görünmektedir. Bu ülkeler uzun süredir kamuoyu önünde tartışıldığından bunların durumunu ele almayacağım.
    Diğer komşumuz Yunanistan'a geliyorum. Yunanistan hala nüfusu artan nadir AB ülkelerinden biridir. Ancak içinde barındırdığı Makedon, Hristiyan Arnavut, Türk gibi etnik unsurları kendisi için tehdit olarak görmekte ve sürekli olarak bunları baskı altına alarak asimle etmeye, edemediklerini de ülke dışına göç ettirmeye zorlamaktadır. Ayrıca Pomakları Türk değil diye ayrı bir grup haline getirmeye çalışarak ana tehdit olarak gördüğü Müslüman-Türkleri etkisizleştirmeye çalışmaktadır. Bunun sonucu olarak 1920'li yıllardan beri Türk nüfusu sürekli azalmaktadır. 2'nci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Almanlarla işbirliği yaptılar bahanesiyle soykırıma tabi tuttuğu Çamerya bölgesi Arnavutlarından da kurtulmuş, bu bölgede etnik temizlik yaparak bölgeyi Yunanlılaştırmıştır. Ancak yine de o kadar rahat değildir. İçindeki etnik gruplar, tarih boyunca Yunanistan'dan ayrı bir kültürü olan Gritliler ve Rodos bölgesi (12 ada) Yunanistan'da ortaya çıkabilecek büyük bir çöküntü sonucu sorun yaratabilir. Halen devam eden ekonomik krize adı geçen bölgeler halklarının verdiği tepkiler de bunun ip uçlarını verir gibidir. Ancak bu durum en kötü ihtimal senaryosu olarak değerlendirildiğinden Yunanistan'ın şu anda demografik açıdan büyük bir sorunu vardır diyemeyiz. Bununla birlikte ülkeye gelmiş olan yasa dışı göçmenler Yunanistan'ın başını ağrıtmaya başlamıştır.
     Demografik açıdan en büyük sorun yaşayan ülkelerden biri de Bulgaristan'dır. Bulgarlar sonradan slavlaşmış bir Türk halkıdır. Uzun süre Osmanlı egemenliğinde yaşamış ve bağımsızlık mücadelesi ve Balkan Savaşları sonunda toprakları içinde önemli miktarda Türk ve Çingene nüfus kalmıştır. Komünist yönetim zaman zaman planlı gerilimler yaratarak bu insanları asimle etmeye, buna direnenleri de Türkiye'ye sürmeye gayret göstermiştir. Bunun en önemli sebebi Bulgarların üreme oranlarının çok düşük, Türklerin ve Çingenelerin ise çok yüksek olmasıdır. Bu günkü artış oranları dikkate alınarak yapılan tahminlerde 50 yıl sonra Bulgar nüfusunun azınlığa düşeceği, Çingenelerin en kalabalık etnik grup olacağı iddia edilmektedir. Bulgaristan şu anda iç gerginliklere iyi bir çözüm olacak şekilde demokratik adımlar atmıştır. Ancak demografik yapı değiştikçe bu durumu muhafaza etmek zor olacaktır. Diğer etnik gruplar devletin egemenliğinde kendi gruplarına daha fazla hak ve söz sahipliği talep edeceklerdir. Bu gün mevcut sistemlerini gelişmelere göre dönüştüremezlerse Bulgaristan'ın ileride iç sorunlar yaşaması kaçınılmazdır.
     Şimdi AB'nin diğer ülkelerine bir göz atalım. AB genelinde nüfus artış hızı çok düşüktür. AB ülkelerinin tamamına yakınında Asya, Afrika ve Ortadoğu'dan gelmiş ve bir çoğu o ülkelerin vatandaşı olmuş büyük bir nüfus yaşamaktadır. Bu göç AB'nin genişlemesiyle kısmen durdurulmaya çalışılmış, ihtiyaç duyulan insan gücü Romanya, Bulgaristan ve Polonya gibi eski Sovyet cumhuriyetlerinden sağlanmaya çalışılmış ancak diğer ülkelerden göç tamamen durdurulamamıştır. Aslında bunun durdurulması da AB için iyi değildir. Yaşam süreleri uzayan, nüfus artış hızları düşen Avrupalılarda büyük bir yaşlı nüfus kitlesi oluşmuş, sosyal güvenlik kurumları çökme noktasına gelmiştir. Avrupalılar göçmen almaya devam edeceklerdir ancak bunda seçici olmak istemektedirler. Çünkü başlarına sorun teşkil edecek, eğitimsiz, niteliksiz ve adapte/asimle edilmesi zor insanlar yerine üretim seviyelerini koruyacak, yaşlı emekli yığınının sosyal güvenlik kurumlarına paralarını ödeyecek, eğitimli, nitelikli ve kolay adapte/asimle edilebilir göçmenler istemektedirler. Bu sebeple sıkı göç politikaları uygulamaya başladılar.
     AB'ye bir yönden göç devam ederken önemli bir sorunu da yıllardır bu ülkelerde yaşayan yabancı işçi ve göçmenler oluşturmaktadır. Avrupalıların nüfusu pek artmazken bu göçmen ve yabancı işçilerin nüfusları çok hızlı artmaktadır. Bunların önemli bir kısmı artı o ülkelerin vatandaşı da olmuşlardır. Ancak gettolar halinde yaşayan bu insanlar bir türlü asimle olmamakta hatta bazıları yıllarca yaşadıkları ülkenin dillerini bile öğrenmemekte ısrar etmektedirler. Bu durum o ülkelerin yönetimlerini rahatsız etmiş, başka ülkelerde anadilde eğitim teraneleri okurlarken yabancı işçi ve göçmenlerin ülkelerinde kalmak için devletin resmi dilini öğrenmelerini mecburi şart koşmuş turlar. Aslında bu rahatsızlıklarının kendilerine göre haklı sebepleri vardır. Örneğin Avrupa ülkelerinde yaşayan Türk nüfusu bazı Avrupa Ülkelerinin nüfusundan fazladır. Toplam Müslüman nüfus ise çok daha büyük sayılara ulaşmıştır. Bu nüfus bazı yerlerde bir bölgeye toplanmış ve belli yerlerde neredeyse çoğunluk teşkil edecek seviyeye gelmektedir. Sanırım bu ülkeler bunu kendileri açısından bir tehdit olarak görmektedir. Ancak bu kadar tedirgin oldukları göçmen ve yabancı işçilere ne kadar şüpheyle baksalar da Avrupalılar hem bunlara hem de yeni yabancı işçi ve göçmenlere mahkumdurlar. Yoksa son 200 yıldır dünyada üstünlük kurmuş olan Avrupa, yaşlı nüfusu ve düşen üretimi/tüketimi ile hızla arka sıralara doğru gerilemeye mecbur kalacaktır.
     Bundan başka Avrupa devletlerinin şimdiye kadar uyguladıkları etnik politikalar sebebiyle bazı ülkeler kendi ülkelerinde bulunan etnik azınlıkların ayrılması ile bölünmesi riski taşımaktadır. Kısaca değinecek olursak bunlar; İtalya (Kuzey-Güney), Fransa (Korsika), İspanya (Katalonya, Bask, Endülüs), Belçika (Flamenk-Valon), İngiltere (Galler, İskoçya,Kuzey İrlanda) olarak sayılabilir. AB normları gereği kurulan yeni yapılarla bu ülkelerde ayrılıkçı adımlar her gün güçlenerek atılmakta ve gelecekte bu ülkelerin tamamı bölünme riski taşımaktadır.
     Avrupa'da diğer bir demografik sorun da eski Yugoslavya Cumhuriyetlerinin mevcut durumudur. Makedonya'da çok büyük miktarda Arnavut, Kosova'da az ama belirli bir bölgede çoğunluğu oluşturan Sırp, Sırbistan'da birçok Müslüman (Boşnak,Türk, Arnavut) ve Macar, Bosna Hersek'te büyük miktarda Sırp ve Hırvat bulunmaktadır.  Burada sorun çözülmüş gibi görünmemektedir, sadece dondurulmuştur. Zaten büyük güçler hiçbir yerde sorunu çözmez bazen de kasıtlı olarak daha sonra kaşıyabilmek için sorunlar bırakırlar. Gelecekte, bu bölge halkları inşallah akıllı davranır ve birbirlerini boğazlamaya kalkmadan beraber yaşamanın yollarını bulurlar.
     Dünyanın diğer bölgelerine (ABD, Avustralya, Kanada ve Güney Amerika ülkeleri) bakarsak oralarda da demografik sorunlar olduğu görülmektedir. Bu ülkeler keşfedildikleri/işgal edildikleri ilk günden beri göç almakta ve bunu muhtemelen yerli halka karşı çoğunluk sağlamak, geniş toprakları işlemek için gerekli insan gücünü sağlamak, daha sonra sanayi işçisi ihtiyacı ve günümüzde de kalifiye eleman ihtiyacını karşılamak için teşvik etmişlerdir. Bu ülkeler insan ihtiyacını karşılamak için kitlesel olarak Afrikalı köleleri bile topraklarına taşımışlardır. Ancak bu gün de yeşil kart uygulamaları gibi yöntemlerle göçe devam ederlerken kontrolsüz ve yasa dışı göçe engel olmaya çalışmaktadırlar. Bunun sebebi sadece yasal zorunluluklar değil güvenlik ve demografik dengenin bozulması korkusudur. Mesela ABD'de Asya ülkelerinden gelmiş (özellikle Çin'den) milyonlarca insan bulunmakta ve bunlar gettolar halinde yaşadıklarından o meşhur Amerikan ''Melting Pot''unda erimemektedirler. Son yıllarda bunlardan daha tehlikeli olarak görülen, hatta Bush yönetiminde geleceğin tehdidi şeklinde resmi olarak dile getirilip bazı tedbirler alınması düşünülen Güney Amerikalı (Çoğu Meksikalı) göçmenlerdir. Bu Hispanik diye tabir edilen göçmenler, özellikle güney bölgelerinde çok artmış, bir çok yerde çoğunluğu ele geçirmişlerdir. Bunlar Melting Pot'ta erimeye karşı direnmekte, kendi dillerini konuşmaya devam ettikleri gibi İngilizce de öğrenmemektedirler. Bu durum zaten ABD kurulduktan çok sonra Meksika'dan ele geçirilmiş olan güney bölgelerinin ileride ABD'den ayrılmayı talep edebileceği korkusu yaratmaktadır. ABD'nin kurucu unsuru sayılan Avrupalı-Anglosaksan-Protestan unsurlar; gelir seviyesi yüksek, önemli mevkileri tutmuş ve şehirlerde, özellikle büyük şehirlerde yaşamakta ve bunun doğal sonucu olarak üreme oranları düşmüş bulunmaktadır. Hispanikler, Asyalılar ve Yahudiler ise yüksek doğurganlık oranına sahiptirler. Bu durum tüm göç politikalarına rağmen gelecekte ABD'nin demografik yapısını tamamen değiştirebilir. O zaman da ya bölünme veya çok dilli yeni bir sistemin kurulmasına yol açabilir.
     Gelelim Türkiye'ye.... Türkiye de benzer sorunlarla karşı karşıyadır. Nüfus artış hızı oldukça düşmüştür. Bu düşüş batıda daha fazla doğuda daha az olmakla birlikte her yarde vardır. Ayrıca ülke içinde Batıya ve büyük şehirlere göç bazı bölgeleri aşırı kalabalıklaştırırken bazı bölgeleri de ıssızlaştırmaktadır. Başbakanın bir çok politikasına karşı çıksam da 3 çocuk söyleminin bir mantığı olduğunu düşünüyorum. Gerçi bizim nüfus artış hızımız Rusya ve Avrupalılara göre oldukça yüksek olsa da bu şekilde giderse ileride onlarla aynı sorunlarla karşılaşmamız kaçınılmaz olacaktır. Ülkemizin dengeli bir şekilde gelişmesi ve büyümesi için belirli bir nüfus artışının altına düşmemek gerekmektedir. Başbakan 3 çocuk dediğine göre bunun hesabını yaptırmıştır da bu rakamı söylüyordur diye düşünüyorum ve ben de herkese en az 2-3 çocuk yapmasını, başka türlü yapamıyorsa bile ülkemize demografik açıdan hizmet etmelerini tavsiye ediyorum.

   Saygılarımla.


24 Eylül 2013 Salı

Demografik Savaş ve Nüfus Artış Oranının Devletler Üzerindeki Etkisi


     Birkaç gün önce; Sümerlerle ilgili bir kitap okudum. Kitapta en çok ilgimi çeken şeylerden birisi de bulunan bir tablette devletin son zamanlarında sistemin yıkılışına ağıt yakan bir Sümer aydınının yazısını idi.
     Bu şahıs gerek devletin sınırları içinde, gerekse sınırlara yakın bölgelerde yaşayan, ilkel, barbar insanların karınca sürüsü gibi ülkeye saldırdığını, kendilerinin yüzyıllarca süren çabaları sonucu oluşturdukları medeniyeti yıkıp talan ettiklerini, kendilerinin bu vahşiler tarafından yok edileceğini yazıyordu.
     Konuyu biraz inceleyince işgalcilerin iki özelliğine vurgu yapıldığını fark ettim: Kalabalıktılar ve şehirleşmemiş, kırsalda yaşayan, barbar, kaba ve acımasız insanlardı. Bunlar önceleri isyan türü iç kargaşalıklara başlamışlar, bu devleti zayıflatmış ve sonunda dışarıdan gelen ve yine aynı özellikleri taşıyan (eğitimsiz, kırsal alanlarda yaşayan, barbar ve çok kalabalık) yabancı uluslar tarafından devlet parçalanmıştı.
     Bu durum beni tarihte devletlerin kurulması, büyümesi ve yıkılmasında nüfusun etkisi hakkında düşünmeye sevk etti. Şimdi düşündüklerimi aşağıya yazıyorum.
     Önce Türk tarihine göz atma ihtiyacı hissettim. Orta Asya bozkırlarında hayvanları ile dolaşan ve gıda sıkıntısı çekmeyen, protein ağırlıklı beslenen göçebe ve yarı göçebe Türk topluluklarında nüfusun hızla arttığı zamanlarda bu nüfusun etkili bir lider tarafından örgütlenip Çin'e, Hindistan'a ve bu günkü Rusya'istikametinden Avrupa'ya saldırdığı, bu saldırganların beraberlerinde belli bir nüfusu da götürerek bu bölgelerde devletler kurduğunu gördüm. Bu göç ve fetih hareketlerinin temel sebebi aşırı nüfus artışı ve bu nüfusun ya bir lider tarafından tek bir çatı altında toplanması yada iki veya daha çok lider etrafında toplanıp önce kendi aralarında mevcut kaynaklara hakim olma mücadelesi yapıldığı ve yenilen tarafın tüm nüfusu ile başka bir bölgeye göç etmesi ile meydana geldiğini gördüm.
     Tek bir lider etrafında toplanma durumunda saldırılar ve bazen de fethedilen bölgelere göçü belirleyen temel unsur gidilecek bölgelerin zengin kaynaklara sahip olup olmadığı olmuştur. Türklere en yakın bölge de değişik Çin devletleri bulunduğundan ilk saldırılar hep Çin'e olmuştur. Daha sonra batı ve güneye akınlar yapılmıştır. Çin yoğun nüfusu, örgütlü toplumu, zengin yerleşik kültürü ile Orta Asya için hem birinci tehdit, hem de birinci zenginlik kaynağı olduğundan önce oraya saldırılmasını doğal karşılıyorum.
     İç savaş durumunda ise bazı farklılıklar vardır. Yenilen taraf Çin'e yakınsa bunlar Çin devletlerine sığınmışlar, yoğun nüfus içinde ancak azınlık durumunda yaşadıklarından gittikleri devlet ve bölgede dengeleri bozamamışlar, göçebe kültürü terk edip yerleşik kültüre geçenler de yerleşik hayata uygun yeni bir kültür ve yeni bir din oluşturamadan mevcut dil ve kültürü benimseyerek asimle olmuşlar ve yok olmuşlardır. Göktürk yazıtlarında Kağan'ın da belirttiği (Ötüken Ormanında kalın. Çin'e gidenler bir daha geri dönmedi. vb.) gibi çin bu küçük grupları yok etmiştir. Hindistan tarafına gidenler de benzer bir kaderi paylaşmışlardı.
     Batıya doğru gidenler ise varlıklarını muhafaza ettikleri gibi buralarda imparatorluklar da kurmuşlardı. Bunun sebebi ise kendileri gibi yerleşik bir dini olmayan; Slav, Lapon vb unsurlarla karşılaşmaları, savaşçılık ve organizasyon kabiliyeti olarak onlardan üstün olmaları, yerleşik hayata tamamen geçmeyip göçebe ve yarı göçebe yaşam tarzlarını sürdürmeleri ve gittikleri bölgelerde nüfus yoğunluğunun düşük olmalarıdır.
     Burada karşımıza çıkan asimilasyon kavramını da incelemek gerekir. Türkler üç şekilde asimle olmuş ve yine üç şekilde diğer ulusları asimle etmişlerdir. Bunlardan birincisi yaşam tarzı değişikliğidir. Yeni ve kendine has bir yaşam tarzı oluşturmaya yetecek kadar uzun bir geçiş süresi yaşamadan hızla yerleşik hayata geçenler asimle olmuşlardır. Din değiştirip, mevcut dinin din adamları ve kitaplarını o dillerde ve o dili konuşan din adamlarından öğrendiklerinde asimle olmuşlardır. Azınlık durumunda kalıp çoğunluğunun arasında yaşarken dillerini kaybettiklerinde asimle olmuşlardır. Bu İran'da, Arap yarımadasında, Hindistan'da, Çin'de, Avrupa'da ve Balkanlarda hep aynı şekilde olmuştur. Çine giden hatta Çağatay Han zamanında Çin'i ele geçiren, Hindistan'da imparatorluklar kuran, Arap Yarımadasının ve Kuzey Afrika'nın her yerine giden (Mesela Mısır'ın Memlukler) bu gün yok olup gitmişlerdir. Rusya ve Balkanlar'a, hatta İspanya'ya kadar gide Türkler (Kumanlar, Avarlar, Kıpçaklar, Hunlar, Bulgarlar vb) de hep aynı şekilde yok olmuşlardır.
     Ancak biz bu güne kadar varlığımızı sürdürebildik, hatta Anadolu'da ezici çoğunluğu sağladık. Peki ama neden. Bence birinci sebep yavaş yavaş, kademeli olarak gelmemizdir. Adım adım gelerek, yeni geldiğimiz bölgelere uyum sağlayıp ona uygun kültür, inanç ve yetenekler sağladık. 900'lü yıllarda İran, Kafkasya ve Hindistan'da devletler kurduk.Sonra Samanoğulları, Abbasi halifeliği, Mısır vb. yerlere paralı asker olarak aşiretlerimiz le geldik ve toplu olarak yaşadık. Anadolu'ya 1071'de ayak bastık ve Balkanlar'a neredeyse 250 sonra yerleşmeye başladık. Bu süre de bize kökleşme, yerleşme ve yeni bölgeye göre kültürümüzü adapte etme imkanı sağladı. Diğer önemli bir husus ta biz geldiğimizde Orta Doğu ve Anadolu'da nüfus yoğunluğunun çok düşük olmasıdır. Yüz yıllar süren Bizans-İran, Bizans-Arap savaşları, Ermeni vb unsurların çıkardığı iç isyanlar, İkonaklast (İkona kırıcılık) vb. sebeplerle çıkan mezhep ve din savaşları sonucu Anadolu ıssız bir yer halindeydi. Bir de veba gibi büyük salgınların sebep olduğu kitlesel ölümler eklenince Anadolu Türklerin fethi için çok uygun bir durumdaydı. Şimdi Kürtçü bazı çevrelerin iddia ettiği gibi burada Kürt nüfusu da hakim değildi. Kürtler Türkler Anadoluyu fethettikten sonra tarihi süreç içinde İran ve Irak'tan Anadolu'ya göç ettiler. Anadolu'da belli yerlerde birkaç (Bizans'a bağlı) ermeni beyliği ve nüfusları oldukça düşmüş (Antakya, Konya, Adana, Kayseri, İzmir, İzmit gibi) birkaç şehir vardı. Aksi takdirde 1071'de Malazgirt'te Romen Dyojen'i yenen Alparslan'ın komutanlarından Artuk Bey bir-iki yıl içinde bugünkü güneydoğu Anadolu ve Suriye'nin büyük bir kısmını, yine Afşin Bey'de benzer şekilde Anadoluyu bir uçtan bir uca kat edemez, savaştan kısa bir süre sonra İstanbul önlerine gelemezdi.
     Diğer hususlarla birlikte nüfus yoğunluğunun devletlerin ve milletlerin büyümesi veya yok olmasında etkili olduğu ortadadır. Peki ulusların veya devletlerin nüfusları nasıl artar.
     Benim anladığım kadarıyla şehirlerde doğurganlık oranı düşmektedir. Bu gün de, geçmişte de kırsal alanda yaşayanlar daha fazla üremektedir. Muhtemelen kırsalda güvenlik ve güç için nüfusa daha fazla ihtiyaç duyulduğundan insanlar daha fazla çocuk yapmaktadır. Diğer bir etken de nüfusu besleme ve büyütmenin kırsalda daha kolay olmasıdır. Şehirde küçük bir evde yaşayan, tün yiyecek ve giyeceğini satın almak zorunda olan insanlar daha az çocuk yapmışlardır. Bu durum bu gün de geçerlidir. Dikkatimi çeken diğer bir husus ta gelir seviyesi artan insanlar daha az üremektedir. Buna eğitim seviyesini de ekleyebiliriz.
     Devletler ve toplumlar zenginliklerinin ve güçlerinin zirvesine ulaştıklarında aynı zamanda dejenere olmaya ve kendilerini yok edecek yolların taşlarını döşemeye başlamaktadır. Osmanlı'ya bakın, Roma'ya bakın hep bunu görürsünüz. Zenginleşen toplum artık hayatın zevklerine dalmaya başlamaktadır. Bu da üremeyi, üretimi vb. her şeyi olumsuz etkilemektedir. Bu duruma genellikle gelişmişlik seviyesi, sosyal ve kültürel faktörler sebep olmakla beraber bazen de hesaplanamayan doğal afetler ve salgınlar (veba, deprem vb.) sebep olmaktadır.
     Bu konu hakkında yazılarıma daha sonra devam edeceğim. Bu konu ile ilgili ''Demografik Savaş'' kavramını ele alacak, günümüzde bunun devletlere olası etkisi ile hangi devletlerin ne tür demografik sıkıntıları olduğunu, hangi devletlerin gelecekte parçalanma, yıkılma ve hatta yok olma riski ile karşı karşıya kalabileceklerinden bahsedeceğim.
Hoşça kalın.


23 Eylül 2013 Pazartesi

Son zamanlarda neler oluyor?


Gezi olayları sırasında herkes kendi görüşüne göre bir şeyler söyledi, bir şeyler yaptı. Olayların içinde olunca bazı şeyler insanın gözünden kaçabiliyor ancak zaman geçip o anlardan uzaklaşınca olaylara değişik açılardan da bakılabiliyor.
Ben şimdi olayların başladığı günden bu güne kadar duyduklarım ve gördüklerim bazı şeyleri anlatarak bunlardan hangi sonuçları çıkardığımı anlatacağım.
Birinci olarak başbakan ve hükümet çevrelerinin davranışlarını yorumlamak istiyorum. Başbakan başlangıçta bu olayı biraz küçümsedi ve hatta bunlarda nereden çıktı diyerek aşağılamaya kalktı. Olay biraz büyümeye ve ciddileşmeye başlayınca meydan okuma yoluna gitti. Çapulcular, ayyaşlar vb söylemler kullandı. Olay biraz daha büyüyünce benim yüzde ellim var edebiyatına ve mitinglere başladı. Baktı ki iş çok ciddi, mesaj alınmıştır, gençler lütfen evlerine dönsün diye rica etmeye başladı, ardından bu da fayda etmeyince bu yürüyenler hep radikal gruplar, dış mihraklar bu olayı kışkırtıyor, bunlar faiz lobisinin işleri demeye başladı. Valiyi eylemcilere gönderip onları canım cicimle kandırmaya çalıştı. Baktı ki işler çığırından çıkıyor, Taksim'i gaza boğdu. Her türlü sert önlemi kullandı ve yaz tatilinin başlamasıyla da olaylar yatışınca derin bir nefes aldı.
Hükümet çevrelerine yakın kesimlerden ve emniyet mensuplarından duyduğuma göre söylenen şu; direkten döndük. Peki hangi direkten dönmüşler? Anladığım kadarıyla Mursi'nin başına gelenler kendi başlarına gelecek sanmışlar. Çok korkmuş ve endişelenmişler. Yaz tatili süresince alınan bilgiler, köşe yazarları değerlendirmeleri gibi yayınlar sebebiyle Eylül ayında okullar açılınca yeni bir eylem dalgası beklentisi içine girmişler. Burada kendilerini daha çok endişelendiren bir konu da Fettullah'çıların tavrı olmuş. Başbakan'ın evinde bulunan böceği Fettullahçı polisler koymuş, emniyet istihbarattaki fettullahçılar da değişik telefon ve görüntü kayıtları yapmış deniyor. Bunların internette yayımlanmasından korkuluyormuş. Cemaatçilerin elinde AKP milletvekillerine ve yöneticilerine ait birçok kaset olduğu dedikodusu yapılıyor. Eylül ayında direniş olur ve uygun ortam oluşursa şimdiye kadar yaptıkları ses ve görüntü kayıtlarından uygun gördüklerini uygun zamanda yayımlayacaklarmış. Başbakan bunun üzerine yaz ortasında emniyet istihbaratçılarının çoğunu görevlerinden aldırarak başka görevlere atandırmış.
Fettullah Gülen Gezi eylemcileri hakkında çok ihtiyatlı, hatta koruyucu bir dil kullanıyormuş. Diyorlar ki cemaat el altından eylemcilere destek veriyormuş. Cemaatle hükümet bir süre önce köprüleri atmışlar ancak şu anda kılıçları çekip bir birlerine hücuma geçmişler. Cemaat hükümetin ve özellikle başbakanın tavırlarından uzun süredir rahatsızmış. Hükümet en alt seviyede memur alımlarında bile cemaatin adamlarını işe almama yönünde tavır sergiliyormuş.Cemaat-hükümet çatışmasının diğer bir yönü de dershanelerin kapatılması konusuymuş. Türkiyede yaygın dershane ağı olan cemaatin bu sayede gençler üzerinde etkili olduğu, eğitim kurumlarına kendi taraftarlarını daha çok sokabildiği, zeki gençleri burada tespit ederek devşirdiği, yanipersonel ve para kazandığı, cemaatin gücünün bu dershanelerden kaynaklandığını değerlendiren hükümetin cemaatin bu gücünü kırmak için dershaneleri kapatmak istediği konuşuluyor ve bu davranışlar hükümetin cemaate saldırısı olarak değerlendiriliyormuş. Cemaat bir süredir karşı atak için hazırlık yapıyormuş.
Cemaat harekete geçmek için uzun süredir başbakan'a alternatif olacak bir siyasi lider adayı arıyormuş. MHP içinde yapılan konsultasyonlar ve sondajlardan çok sonuç alınamamış. Cemaatin alt kadroları MHP'ye soğuk bakıyorlarmış. Ayrıca cemaatin en büyük rakibi olan Süleymancılar MHP'yi desteklediğinden onlarla aynı grup içinde olmak istenmemesi de MHP konusunda olumsuz tavırda etkili olmuş.
Uzun istişarelerden sonra Fettullahçılar Mustafa Sarıgül üzerinde anlaşmışlar. Plan gereği Sarığül CHP'ye girecek, İstanbul Belediye başkanlığına aday olacak ve seçilecek, buradan da CHP'nin başına geçip başbakan olacak ve Ülkeyi cemaatle çatışmadan yönetecekmiş. Fettullahçılar Başta Koç grubu olmak üzere bazı  iş çevreleri ile de bir işbirliği arayışı içindeymiş. Koç grubu ile de fikir birliğine varmışlar. Koç üniversitesi yıl sonu ödevlerinin teslim tarihini, öğrenciler eylemlere rahatça katılabilsin diye ertelemiş. Divan hotel olayı başta olmak üzere Koç grubunun eylemcilere verdiği destek zaten her yerde yazıldı. Bunları duydum ama bunlarla ilgili emareler açık bir şekilde ortada olmasaydı buraya yazmazdım. Şimdi emareleri sıralayayım. Fettullahçılar bu yaz Türkçe olimpiyatları düzenlediler. Bilin bakalım, bu yarışmalar boyunca salondan ayrılmayan, başpehlivan gibi basının karşısına geçip pozlar veren, cemaati öven demeçler veren politikacı kim: Tabii ki Sarıgül. Peki Türkçe olimpiyatlarının ana sponsoru kimmiş? Ben Koç grubuymuş diye duydum! Peki; Koç grubundan bazı kişiler ve cemaatten bazı kişilerle Sarıgül'ün sık sık gizlice toplantılar yaptığını duydunuz mu? Ben duydum. Yani buradan şu sonucu çıkarabilir miyiz: Biz çok masumane şekilde protestolarımızı yaparken bizim terimiz ve kanımız üzerinden acaba başka savaşlar, başka hesaplar, başka iktidar ve güç mücadeleleri mi yapılıyor? Bilmem ama bana olası geliyor.
Gelelim gezi protestoları esnasında gördüğüm diğer olaylara. Türk televizyonları süreklü olarak, PKK flamaları taşıyan, veya yüzleri kapalı, aşırı sol eğilimli örgütlerin flamalarını takan küçük grupları görüntülüyorlardı. CNN ve BBC ile Türkiye'de hala muhalefet yapabilen bir-iki Tv. yi seyretmesem olayların radikal gruplar tarafından yapıldığını zandecektim. Fakat öyle olmadığını biliyorum. Peki neden böyle yayınlar yapılıyor? Neden başbakan ve hükümete yakın çevreler hep aynı şeyi söylüyorlardı. Bence bunun iki sebebi var. Birincisi bu eylemleri haklı ve demokratik bir direniş görüntüsünden çıkararak radikal grupların ve terör örgütlerinin yaptığı, Türkiye'nin birlik ve bütünlüğüne karşı yapılmış, ülkenin istikrarını bozmaya çalışanların tezgahladığı eylemler olarak göstermek için. Yani protestoların meşru ve demokratik olmadığını ispat etmeye çalışmak. İkinci maksat ta şu olabilir:Basın yayın organlarından durum hakkında sağlıklı bilgi alamayan halkın çoğunluğunu gösteriler aleyhine kışkırtmak ve bu radikal gruplarla alakası olmayıp ta orada bulunan kimselerde şüphe yaratarak ''acaba başkalarının amacına hizmet mi ediyorum'' sorusunun oluşmasını sağlamak, dolayısıyla yürüyen, protesto eden topluluğu bölmek ve zayıflatmak.
Gördüğüm diğer bir olayda şudur ki İşçi Partisi örgütleri ve televizyonları bu süreçte çok örgütlü ve canla başla çalıştılar. Bir de Türkiye Gençlik birliğini burada saymam gerekir. Herkese şunu gösterdiler ; örgütlü hareket ederse küçük bir grup büyüklüğü ile kıyaslanamayacak etkiler bırakabilir. Bunlar halkı bilgilendirme, eylemleri organize etmek konusunda bence çok başarılıydılar. Sanırım İşçi Partisi taraftarlarını ve oy oranını artırmıştır. 
Bu süreçte diğer bir önemli olay da uluslar arası kamuoyu ve bunu sağlayan uluslar arası yayın yapan basın ile örgütlerin tavırları. Bunlar hükümetin uluslararası arenada sıkışmasında büyük rol oynadılar. Bu yüzden de başta başbakan olmak üzere hükümeti ve taraftarlarını çok kızdırdılar. Onun için sık sık bu olayların dış mihraklar tarafından kışkırtıldığını savundular. Ama bence Silahlı Kuvvetler mensupları aleyhinde açılan davalarda benzer desteği mahkemelere ve hükümete verince buna Türk Ordusu aleyhine provokasyonlar dış mihraklar tarafından düzenleniyor dendiği zaman ses çıkarmadıklarından çok ta inandırıcı görünmediler. Yani onların lehine yabancı basında yayın yapılınca ''bizi yabancılar bile takdir ediyor, bir tek muhalefet bizi anlamıyor'' derken, kendi aleyhlerinde yayın yapılınca ''Türkiye'nin güçlenmesini istemeyen dış güçlerin provakosyonu'' demelerine ben inanmadım, aklı başında kimsenin de bunu akla uygun bulduğunu sanmıyorum.
Son olarak bir husus daha dikkatimi çekti. Bir toplumsal olay olunca adını duyurmak isteyen radikal gruplar ve terör örgütleri bundan yararlanma yoluna gidiyorlar. Ve hükümet bunları kendi propagandası için kullanmaya çalıştıkça bunların propagandasını yapmış oldu. 

Sonuç olarak şu neticelere ulaştım.
1. Hükümet ve onun büzüktaşları meydanın o kadar da boş olmadığını, herşeyin güllük gülistanlık olmadığını gördüler. Bu durum onları endişelendirdi, hatta biraz da korkuttu. 
2. Hükümetle sıkıntıları olan; cemaatler, iş çevreleri, radikal gruplar vb. herkes halkın gücünü gördü ve bunu kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya çalıştı. Bunlarla alakası olmayan, sadece hükümetin politikalarından ve uygulamalarından rahatsızlık duyan geniş halk kesimleri bu gruplarla bir arada ve sanki işbirliği içindeymiş gibi göründü. Bu da hükümete propaganda imkanı verirken bu grupların da adını duyurmasını sağladı. Herkesle işbirliği yapılabilir diye düşünenler varsa onlara bir Tv filminde duyduğum şu cümle ile cevap vermek istiyorum: (Şeytanla işbirliği yapmayı düşünüyorsan uyman gereken tek bir kural vardır'' Şeytanla işbirliği yapılmaz, çünkü hep o kazanır, sen kaybedersin.'') Bu tür grupları enterne etmek veya uzaklaştırmak için tedbir almak gerekir. Mesela elinde Türk bayrağı ve Atatürk posteri dışında bir sembol taşıyanlara tepki gösterilebilir. Çatışma ve kavga riski varsa hiç olmazsa bunlarla grup arasına bir mesafe konulabilir.
3.Halk kendi başına da bir şeyler yapabileceğini gördü ve insanlara bir güven duygusu geldi.
4. Hükümet bundan sonra, ne Türkiye'ye ne de Dünya'ya demokrasi havarisi rolü yapamaz. Yapsa da kimse inanmaz. Halkın iradesine saygı sözünü dilinden düşürmeyenlerin halka neler yaptıklarını herkes gördü.
5. Bir de benim Osmanlı ve Cumhuriyet tarihini inceleyince gördüğüm bir durum var. Bu millet aynı kişileri uzun süre başında görmek istemiyor. Anladığım kadarıyla bu sürede kırılma noktası da 10 yıl civarında. İster başbakan olsun, isterse başvezir. Bu çok farketmiyor galiba.


Saygılar sunarım.


Arap Baharı'nın iç yüzü.


     Tunus'ta başlayan ve diğer Arap ülkelerine hızla yayılma eğilimi gösteren ancak daha sonra ivme kaybeden, adına Arap Baharı denilen olayları hepimiz değişik görüşlerdeki yorumcular ve haber kanalları aracılığıyla uzun süre izledik. Bu hareketler sanki; artık bu ülkelerdeki diktatörlere dayanamayan halkın isyanı gibi anlatıldı bizlere. Ama oldum olası herkesin hemen fikir birliği ettiği konulardan hep şüphelenirim ben. Acaba bu anlatılanlar doğru mudur? Yoksa bizim bilmediğimiz başka şeyler de var mıdır? Basın yayın organları bize olanları mı anlattılar yoksa olanları onların istediği gibi anlayalım diye masallar mı anlattılar? Bunu anlamak için bize söylenenleri bir yana koyup olayları tarih sırasına koyarak bunların sebep ve sonuçlarını analiz etmek bizi doğru bilgiye daha fazla yaklaştırır sanırım.
     Bildiğimiz gibi, Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonra Batı, soğuk savaşı kazandığını söyleyerek zaferini ilan etti. Bu arada ABD, kendini Batı'nın lideri ve dolayısıyla bu galibiyetin asıl sahibi olarak tanımlayıp bu zaferin nimetlerinden faydalanmak için adımlar atmaya, kendine tehdit oluşturabilecek bölgeleri ve devletleri şekillendirmeye başladı. Öncelikle Doğu Avrupa, Kafkaslar ve Balkanlar ele alındı. Buralardaki ülkeler teker teker NATO'ya, eğer bu mümkün olmazsa ABD'nin yakın müttefikliğine devşirildi. Bu işler ya ilgili devletlerde işbirliği yapılabilir kişiler demokratik yollarla yönetime getirilerek veya bu gerçekleştirilemediyse, bağımsız hareket etme veya Rusya ile beraber hareket etme niyetinde olan yönetimler  renkli devrimlerle devrilerek işbirliğine müsait olan kişilerin yönetime getirilmesi şeklinde gerçekleştirildi.
     Doğu Avrupa'da Batı'nın ilerlemesi Ukrayna'da durdu. Başlangıçta Ukrayna kah bir tarafa kah öteki tarafa geçti. Bu ülkenin NATO üyeliği Rusya'nın sert tepkisi sonucu gerçekleşemedi. Balkanlarda ise Rusya etkisi ve slav bütünleşmesi büyük oranda ortadan kaldırıldı. Sırbistan'ı yöneten Irkçı zihniyetin salakça ve vahşice davranışı da bunun gerçekleşmesine ortam hazırladı. Balkanlarda önemli bir güç olabilecek ve Batı'ya da, Rusya'ya da direnebilecek Yugoslavya ortadan kaldırıldı. Sırbistan'ın başına da Batı yanlısı bir yönetim getirilip tüm Balkanlar'ın Batı ile bütünleşmesi yönünde önemli adımlar atıldı. Romanya, Macaristan ve Bulgaristan gibi eski Sovyet peyk devletleri hızla AB'ye ve NATO'ya alındı.
     Batılılar; Azerbeycan-Ermenistan savaşında Rus orduları ile destekli Ermeni kuvvetlerinin Karabağ'ı işgaline ve yapılan soykırımına fazla ses çıkarmadılar. Ancak üçlü mekanizma içine Rusya ile birlikte iki batılı büyük devlet te dahil edilerek bu konunun Batı inisiyatifi dışında gelişmesinin önünü kesmiş oldular. ABD'nin çok büyük önem verdiği, renkli bir devrimle kendine müzavir bir yönetimi işbaşına getirdiği Gürcistan'da ise işler beklenmedik bir mecraya doğru gitti. Batı'nın Doğu Avrupa'dan Ukrayna'ya kadar ileleyerek Rusya'yı geriletmesinin ardından Kafkasya'da Batı etkisinin yayılmasının kendisinin güneyden kuşatılması anlamına geldiğini değerlendiren Rusya etnik çatışmaları bahane ederek Gürcistan'ın kuzeyini işgal edince Batı'nın Kafkasya'da ilerleme sınırları da çizilmiş oldu. Tüm bu olaylardan sonra çatışma riskini alamayan Batı ve Rusya'nın mevcut durumu koruma yolunda hareket etmeleriyle bu bölgelerde (Kafkasya, Doğu Avrupa ve Balkanlar) stabil bir durum oluştu.
     Sovyetler yıkılmasından sonra Batı ve NATO güçlenerek faaliyetlerine devam etti. Ancak, ortak tehdit ortadan kalkınca Batı'lı müttefikler arasında anlayış farkları ve çıkar çatışmaları başladı. AB'de; Fransa ve Almanya ikilisinin önderliğinde bazı ülkeler; tek başına dünyayı idare etme iddiasında bulunmaya başlayan ABD'yi dengelemek için AB'nin yeni bir güç olarak ortaya çıkarılması gerektiğine inanmaya başladılar. Ancak ne kadar zengin olurlarsa olsunlar askeri gücü olmayan bir AB'nin tam anlamıyla bir dünya gücü olamayacağını biliyorlardı. Bu maksatla Avrupa Ordusu kurma fikrini ortaya attılar. Aynı zamanda hızla AB'yi Balkanlar ve Doğu Avrupa'ya doğru genişletirken, bazı yönleri ile bir konfederasyona benzeyen AB'yi ortak kanunlar ve ortak karar mekanizmaları ile federal yapıya doğru giden bir yola soktular. Bu maksatla Türkiye'yi de dışlayacak şekilde NATO yeteneklerini AB ordusu için kullanma çabası içine girdiler. Ancak Türkiye ve ABD'nin karşı çabaları ile bunu tam olarak başaramadılar. Bu yetenekleri elde etmek için gerekli altyapı ve teşkilatları (Karargahlar, haberleşme vb.) kurmanın maliyetini de göze alamayınca, amaçlandığı gibi bir AB ordusu oluşturulamadı. Bundan sonra ABD ve AB'nin bir çok faaliyette beraber hareket etmesi kesintiye uğradı. ABD; AB içindeki İtalya, İspanya, İngiltere, Polonya, Macaristan vb. devletleri ikili ilişkiler vasıtasıyla kendisi ile beraber hareket eder duruma getirmesi ile AB içinde de bir ayrılık havası esmeye başladı. Bu devletler birçok olayda AB'ile değil de NATO veya BM şemsiyesi altında ABD ile beraber hareket etmeye başladılar. En önemli kırılma da Irak savaşında meydana geldi.
     Dünya üzerinde petrol çıkan yerleri harita üzerinde işaretleyin. Sonra petrol boru hatlarını ve enerji nakil yolları olan  boğazları, körfezleri ve deniz yollarını da başka bir renkte işaretleyin. Bu haritaya ABD'nin Centcom, Africom vb. komutanlıkları ile kara ve deniz üslerinin, gemilerinin görev bölgelerinin yerlerini işaretleyin. Bunu yaptığınızda,çok ilginç bir şey göreceksiniz. Ben bunu yaptım ve gördüğüm şu oldu; ABD, silahlı kuvvetlerini, dünya petrol kaynaklarını ve bu petrolün dünya ülkelerine taşındığı boru hatları, kara ve deniz yollarını kontrol altında tutacak şekilde konuşlandırmıştır. Sonra da Sovyetler Birliği'nin yıkılışından bu güne kadar ortaya çıkan çatışmalar, savaşlar ve ABD müdahalelerine baktım; ilginç bir şekilde bunlarda enerji kaynakları ve bunların taşınma yolları üzerindeydi.
     Enerji başta gelişmiş AB ülkeleri ve hızla gelişen Çin ve Hindistan gibi ülkeler için hayati öneme sahiptir. Enerjiyi ABD kontrol ederse, ekonomik olarak istediği kadar gelişsinler bu ülkeler ABD'ye meydan okuyabilecek bir güç haline gelemezler. Çünkü; ABD bunların kursaklarına silahlarını dayamış durumdadır.
ABD'nin tek süper güç konumundan cesaret alarak, kovboy misali kasıla kasıla dolaşırken, 11 Eylül saldırılarında korkudan saklandığı yerden ABD yetkili kurumları tarafından  kamuoyu önüne ancak birkaç gün sonra çıkarılarak kendisine ezberletilen şeyleri söyleyerek tehditler savuran Bush'un yönetimi zamanında güç merkezli ve geleneksel müttefiklerini bile kale almadan yapılan girişimler AB-ABD ayrışmasını, bu arada da AB içinde daha önce bahsettiğimiz ayrışmayı daha belirgin hale getirdi.
     Bu ülkeler artık ABD'nin kendilerine de meydan okuduğunun farkına vardılar. Ancak ABD ile doğudan doğruya karşı karşıya gelmeye güçleri yetmediğinden BM arenasında ve değişik sorunlara müdahale şekillerinde direnmeye başladılar. Bu sebeple Irak'a müdahale sırasında ABD'ye muhalefet ettiler.
     Aslında petrolün önemini ilk fark edenler başta İngiltere olmak üzere Avrupalı emperyalist devletler olmuştur. Birinci Dünya savaşında petrol bölgelerini aralarında paylaşmışlardır. Bu dönemde İngilizlerin; sürdürülebilir olmadığını bildikleri işgalin sonrasında da Ortadoğu petrollerini konrolleri altında tutabilecekleri bir proje arayışları başlamıştır. Bu maksatla ''Büyük Ortadoğu Projesi'' hazırlanmıştır. Ancak bu proje uygulanamamış ve fakat işgalci devletler tarafından sadece petrol çıkarları göz önüne alınarak sınırları çizilen yapay birçok devlet kurdurulmuştur. (Bu proje aynı şekilde bu bölgeyi kontrol etmek isteyen ABD tarından son yıllarda tekrar gündeme getirilmiş ve bizim başbakanımız da bu projenin eş başkanı yapılmıştır! Kendisi için ne büyük şeref değil mi?). Ancak tarihin de başka planları olduğu ortaya çıkmış, 2'nci dünya savaşından sonra güç dengeleri tamamen değişmiş, kontrol Avrupalı devletlerden ABD ve kısmen de olsa Sovyetler Birliğine geçmiştir. Bu dönemde her iki yeni gücün yönlendirmesiyle değişik bölgelerde çatışma ve gerilimler çıkmış, ihtilaller ve rejim değişiklikleri meydana gelmiş ve Ortadoğu'da bir güç dengesi oluşmuştur. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra bozulan bu dengeden sonra mevcut yapının da değişmesi kaçınılmaz duruma gelmiştir. Doğu Avrupa, Kafkasya ve Balkanlarda ortaya çıkan (şimdilik stabil olan) yeni denge durumundan sonra sıra Ortadoğu'nun düzenlenmesine gelmiştir. Bu bölgedeki boşluk ABD, AB ve Çin gibi aktörler tarafından doldurulmaya çalışılmış, bu da çıkar çatışmalarını açığa çıkarmıştır. ABD'nin kovboyvari doğrudan müdahalesine karşı Çin mevcut rejimlerle ikili ilişkilerini geliştirmek yolu ile, AB ise daha çok yumuşak gücünü kullanarak etkin olmaya çalışmıştır. Rusya'da bazen İran ve Çin ile beraber hareket ederek, bazen de doğrudan ikili ilişkilerle etkinlik kurma çabaları içine girmiştir.
     Burada önemli bir husus şudur. Çin, İran, Rusya statükocu bir pozisyonda iken, demokrasinin zaferini ilan etmiş olan batı mevcut yönetimlerin ve hatta mevcut sınırların değişmesi yönünde bir yaklaşım sergilemiştir. Ancak bir önemli nokta da şudur ki ABD doğrudan müdahalelerle askeri güç kullanarak rejim değişikliğini düşünürken, AB yumuşak güç kullanarak, yavaş yavaş ve dolaylı tutum izleyerek bu yönetimleri demokratikleştirme (aslında bu isim altında batı değerlerine, bat sermayesine ve batı ürünlerine açık birer pazar haline getirme) çabası içine girmiştir.
     ABD'nin doğrudan müdahalesi Irak ve Afganistan'da çok olumsuz sonuçlar doğurmuş, bu ABD ekonomisini de kötü yönde etkilemiş, bunun sonucunda Irak'tan askerlerini çekeceğini vadeden Siyahi görünümlü bir melez (hem ırk, hem de dini açıdan melez) olan Obama bir kurtarıcı olarak ABD seçmeninin oyunu almış, Obama ile birlikte Irak'tan çekilen ABD bölgede mevcut yönetimlerle ilişkiler yeniden düzeltilmeye çalışılmıştır.
     Öte yandan AB kendi amacı doğrultusunda planını uzun yıllar boyunca uygulamaya koymuştur. Bu maksatla yapılan en önemli şeyler şunlardır; başta Kuzey Afrika ülkeleri olmak üzere sermaye ve teknoloji ihtiyacı olan ülkelerle yakın ilişkiler geliştirilmeye çalışılmış, bu ülkelere demokratikleşme yönünde küçük te olsa adımlar atmak karşılığında krediler verilmiştir. Bildiğim kadarıyla bu faaliyet yıllarca sürmüş, bu ülkeler belirli bir oranda yönetimlerini yumuşatmışlar, internet vb. haberleşme alt yapılarını kurmuşlar, Avrupa ülkelerine binlerce öğrenci göndermişlerdir.
     Diktatörlükler, demokrasiye yaklaştıkça tehlikeye düşerler. Güçlü ve müsamahasız oldukları dönemde haklarında bir söz söylenmeye bile cesaret edilemeyen bu yönetimler artık insanlara, özellikle de gençlere o kadar da güçlü görünmemeye başlamıştır. Bu ülkelerden, kendisine darbe yapılır diye iyice küçülttüğü ve baskı altına aldığı ordusu olan Tunus yönetimi patlatılmaya en uygun bomba olarak değerlendirilmiş ve herkesin bildiği gibi bir gencin kendisini yakma olayı ile devlet başkanı kısa sürede ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır.Bu olay da Arap dünyasında zincirleme bir reaksiyona dönüşmüştür. Tunus'a yakın ve yıllardır Batı'ya daha açık olan Mısır ve Libya ilk olarak alev alan ülkeler olmuş, yıkılmaz denilen Mübarek ve Kaddafi yıkılıp gitmişlerdir. Ancak bu ateş Süveyş'i aşarken kanalın sularından soğuyarak biraz güç kaybetmiş, körfez ülkelerine vardığında ise; kendileri için de çanların çalındığını gören Suudi rejimi ile İran tarafından müdahaleye uğramış, amacından saparak Şii-Sünni mücadelesine evrilmiştir.
     Kuzeye doğru Akdeniz sahilinden çıkan bu ateş Ürdün Krallığını sallamış ancak krallığın aldığı tedbirler ve daha önceden kurulmuş kısmen parlamenter sistem bu ateşin büyümesini engellemiştir.
     Suriye'ye ne olacak diye herkes beklerken ve acımasız katil Hafız Esad'ın ölümü üzerine apar topar ama biraz da gönülsüzce iktidara getirilen, büyük bir Sünni aşiretten bir kızla evlenerek daha geniş bir kesimin sempatisine sahipmiş gibi görünen, temiz yüzlü Bişar'ın diş hekimi tahsil gördüğü sözde demokrasinin beşiği İngiltere'den de feyz almış olabileceği konuşuluyor ve iktidara geldikten sonra yönetimde yaptığı yenilikleri genişleterek demokratikleşme yönünde daha köklü adımlar atacağı ve Suriye'de bir çatışma olmayacağı söyleniyordu.
     Ama söylenen şeyler genellikle olmaz, siyasi ve toplumsal olaylarda da tahminler genellikle tutmaz. Her şey yolunda gidiyor diye düşünürken biri bir densizlik yapar ve ok yaydan çıkıverir. Suriye'de de böyle oldu. Protesto yürüyüşü yapan bazı gençlerin ağır işkencelerden sonra öldürülmeleri sonucu ortalık karıştı ve bir daha da düzelmedi. Esad diktatörlüğü ve Baas rejimini yıllarca ayakta tutan esas sebep olan Muhaberat (İstihbarat teşkilatı) ve polis teşkilatı, rejimin yıkılmasına kadar gidebilecek süreci de başlatmış oldu.
     Baas rejimi sıradan Suriye halkının oluşturduğu ordusuna pek fazla güvenmiyordu. Bu maksatla Cumhuriyet muhafızları diye tamamen kendi kontrollerinde ve kendi taraftarlarından oluşan birlikler ile kendi taraftarlarından oluşan sivil milis teşkilatları kurmuşlardı. Bu konuda haklı oldukları ortaya çıktı. Güvenmedikleri ordudan silahları ile birlikte ayrılan subay, astsubay ve askerler karşı devrimci orduyu kurdular: Özgür Suriye Ordusu. Artık çatışma başlayınca da iş tamamen kontrolden çıkmış, dışarıdan cihatçı gruplar da dahil olmak üzere birçok insan Suriye'ye gelerek çatışmalara katılmıştır.
     Saygılar sunarım.



22 Eylül 2013 Pazar

Hayat Mecmuasının Çizdiği Kadın İmajı: 1956-1960 Yılları Arasında Hayat Dergisi’ne Göre Kadın İmajının İmgesi.



1956-1960 Yılları Arasında Hayat Dergisi’ne Göre Kadın İmajının İmgesi.

The Simulacrum of Woman İmage Between 1956-1960, According to Hayat Mecmuası
(Life Magazine).

ÖZET:
Hayat Mecmuası, 6 Nisan 1956 tarihinde basılmaya başlanmıştır. Hayat belli bir misyonu olan bir dergidir. Batının meşhur aktrisleri ile kraliçeler, prensesler gibi aristokrat ailelerin kadınlarının hayatları hakkında bilgiler vermektedir. Derginin amacı geleneksel Türk kadınını modern ve batılı bir kadına dönüştürmektir. Bunu yapmak için ideal bir modern ve batılı kadın imajı sunmuştur. Derginin sunduğu kadın gerçek hayattan kopuk seçkin bir kadındır.
Anahtar Sözcükler: Hayat Mecmuası, Aktris, Modern, Batılı.
ABSTRACT:
 Hayat Mecmuası (Life Magazine) started to be published in 6 April 1956. İt was a magazine which gave information about the life of popüler western actresses and aristocrat women like quins and princeses. İt’s aim was to transform the traditional Türkish woman to a modern and western woman. İt had presented an ideal moderrn and western woman idol for doing this.  The woman presented by the magazine is a prominent women reptured from real life.
Keywords: Hayat Magazine,Actriss, Modern, Western.
Giriş:
Türk kültür tarihinde önemli bir dönüm noktası olan Hayat Mecmuası, Nisan 1956'da İstanbul'da haftalık bir dergi olarak yayınına başlamıştır.[1] Aslında daha önce, tanıtım amaçlı olarak Mart 1956’da da bir sayı çıkarılmış ve çıkacak dergi hakkında açıklayıcı bilgiler verilmiş ancak birinci sayısı 06 Nisan 1956 tarihinde yayımlanmıştır. Bu ilk sayının kapağında meşhur bir yabancı film aktrisinin (Elizabeth TAYLOR’un) resmi basılmış, 2’nci sayfada meşhur Fransız aktris Brigitte BARDOT’un bir filminde süt banyosu yaparken çekilen resmi ile birlikte bir yazı yayımlanmış, 4’üncü sayfada kapaktaki aktrisin kocasının kendisine pardösü tutarken çekilmiş resmi ile birlikte bazı bilgiler verilmiş, 3’ncü sayfada İstanbul’da yapılan bir defilede üç bayan mankenin resmi ve elbiseler hakkında bilgi verilmiş, 8’nci sayfada Sultan 2’nci Abdülhamit’in kızı Ayşe OSMANOĞLU’nun anıları, 12’nci sayfada ise yörük kadınları ve yaşamları anlatılmıştır. Bu tanıtım sayısının yazıları hiç okumadan sadece resimlerine ve konu başlıklarına bakılınca bile çıkacak dergi hakkında bir fikir sahibi olmak mümkün görünmektedir.
Çünkü derginin bu tanıtım sayısındaki şekil ve üslup incelenen dönem içerisinde pek fazla değişmeden sürdürülmüştür. Dergi incelendiğinde hemen hemen sayıların tamamına yakınının kapağında yabancı bir aktris veya kapak kızı olarak tabir edilen bir kadın resmi bulunmaktadır. İçeriği incelendiğinde Hayat; canlı, rengârenk, renkli resimlere sahip, kâğıdı ithal ve dergiden öğrendiğimize göre, Türkiye’de bir ilk olan tifdruk baskı ile basılan kaliteli bir dergidir. Çıktığı dönem itibarıyla baskı kalitesi ve sosyal yaşamın, özellikle de meşhur kimselerin yaşamlarının değişik alanlarından bilgiler vermesi açısından modern ve batılı anlamda bir magazin dergisi görünümündedir.  Ana tema Batı’lı kadındır. Ama bu batılı sıradan bir kadın değildir. Meşhur Batı’lı aktrisler, kraliçeler, prensesler vb. gibi sıradan insanın ulaşamayacağı ve özenilesi tiplerdir. Genellikle film aktrislerinin yaşamının tanıtıldığı ve belki de özendirildiği, bunun yanında modern görünümlü ve tarihimizle bağlantılı kadın figürlerinin nadir de olsa ortaya çıktığı, bunun yanında doğudan kadın manzaralarının konuya doğrudan değinmeden, gezi yazıları içinde göz önüne serildiği bir yayın planı dergiye hâkimdir. Hayat Mecmuası, Batılı dergiciliğin, renkli resimli reklamların, bulmaca, fal, karikatür, moda ve gezi yazıları, fotoromanlar, pembe romanlar ve Hollywood haberlerinin yer aldığı, modernleşme aracı misyonunu üslenmiş, bir modern aile dergisi görünümündedir.
Derginin ismi; ‘’Hayat, Haftalık Mecmua’’ olarak verilmektedir. Dergide verilen bilgilere göre, sahibi; Şevket RADO[2], Yazı İşleri Müdürü ise; Hikmet Ferudun Es’tir.[3] Dergi, çıktığı günden itibaren, bu gün bile çok yüksek sayılan 100 binin çok üzerinde satış rakamlarına ulaşmış, 70'lerdeki siyasal ortamda işlevini kaybetmiş ve başlayan bir grev sonucu 6 Temmuz 1979’da son sayısını yayınlayarak kapanmıştır. Satışa çıkan dergiyi Star Medya Grubu satın almış, 1980’lerin sonuna kadar Star Medya Grubu'nun bir parçası olarak aynı adla çıkarmaya devam etmiştir.
Konumuzu incelerken her yıl ayrı ayrı ele alınarak önemli görülen yerler vurgulanacak, genel değerlendirme sonuç bölümünde yapılacaktır. Dergide başka konularla ilgili yayınlar da yapılmıştır ancak incelememiz esnasında konumuzla alakalı olmayan hususlardan bahsedilmeyecektir.


1956 Yılı:
Dergi ilk sayısını, kapağında o dönemin meşhur aktrislerinden uzun boylu, sarışın ve oldukça güzel olan Anita Ekberg’in resmi basılmış olarak çıkar. Anita’nın resimleri 22 ve 23’üncü sayfaları da doldurmaktadır. Burada, biri mayo ile biri dekolte bir kıyafet ile diğer ikisi de şuh görünme çabası ile verilmiş dört fotoğraf bulunmaktadır. Resimlerin altındaki yazılarda Anita’dan ‘’sarışın dilber’’ diye cinsellik çağrıştıran bir hitap tarzı ile bahsedilmektedir. Bu tavır derginin diğer sayılarında da devam edecek olan bir yaklaşımdır. Örneğin aynı sayının 5’nci sayfasında verilen bir haberde; ‘’Rumba kralı Xavier Cugat’ın karısı kumral dilber Abba Lane ve İngiliz Peter Üstünov, İtalyan şuh dilberlerinden Carla del Poggioile yeni bir filme başlamış.’’ diye anons edilmektedir.
Bu tür yazıların yanında okuyucuya ilginç gelebilecek bazı alışılmadık olayları anlatan yayınlar da bulunmaktadır. Örneğin 4’üncü sayfada; Londra’da bikini ile şehirde dolaşıp, metroya ve otobüse binen tiyatro sanatçısı Margaret Lewis’in bikinili bir resmi vardır. Resmin altına ise¸ Margaret’in bu olaydan sonra meşhur olduğu belirtilmiştir. Burada dikkatimizi çeken şey, bu şekilde dolaylı yoldan da olsa Türkiye’de meşhur olmak isteyenlere bir yöntemin lanse edilmesi çabasıdır.
Dergide sadece yabancı meşhur kadınların resimleri, yaşamı, aşkları vb. değil nasıl giyindiği de gösterilmektedir. 4’ncü sayfada Aktris Valeria French’in şapkalı resminin altına ‘’Baharı kutlamak için çiçekli şapkalar moda oldu.’’ diyerek batıda güncel moda ile ilgili haberler verirken, Suavi Sonar’ın[4] hazırladığı, Avrupa başkentlerinde yüksek sosyete arasında moda olan kıyafet, saç kesimi ve bakımı vb. hususların bulunduğu iki sayfalık bölüm kadınlara lüks, sosyetik ve daha modern görünmek için yöntemler sunmaktadır. Moda sayfaları diyebileceğimiz bu bölüm incelediğimiz beş yıl boyunca sayfa numaraları değişse de devam etmiş ve tamamında bulunulan mevsime göre moda olan kadın kıyafetleri anlatılmıştır. Burada parası az olup ta bu tür kıyafetler alamayacak olan kadınlara eldeki malzemelerle veya ucuza alabilecekleri kumaşlarla bu kıyafetleri nasıl yapabilecekleri de açıklanmış, moda kavramı geniş kitlelere ulaştırılmaya çalışılmıştır.
Dönemim kadına önem verme ve özellikle güzelliğine ve beğenilmesine vurgu yapma alışkanlığı arada bir yayımlanan Türkiye ile ilgili haberlerinde de görülmektedir. 6’ncı sayfada İstanbul Radyosu programı ile ilgili bir haberde, sunucu Orhan Boran’ın, ‘’Türk Musikisi’nin en gözde sanatkârlarından Şükran Özer’i’’ takdim etmesi, muhabirin Ayten Gökçer’in ‘’Why don’t you believe me?’’ şarkısını söylerken çekilmiş resminin altına ‘’Bunu söylerken acaba yanılıyor mu?’’, Ayda Doğanay’ın resminin altına ise ‘’Bilse ki kendisini görüp dinleyenlerde kederin namı nişanı kalmaz.’’ yazılması hep bu tavrın göstergesi niteliğindedir.
Sayfa 8’de Ayşe Osmanoğlu’nun anıları ile ilgili yazı dizisindeki modern görünümlü saray kadınları ve 5’inci sayfada Atatürk devrinde milletvekilliği yapmış ilk köylü kadın milletvekilinin ölümü sonrası hakkında yapılan yazı dizisi ise yerel modern kadın imajına yapılan bir vurgu duygusu yaratmaktadır.[5]
Dergi’nin ikinci sayısında Şevket Rado’nun, derginin tanıtımı ve gördüğü ilgi ile ilgili yazısında ellerinde Hayat Mecmuası olan, başları açık ve bakımlı modern görünümlü dört genç kız aslında derginin hitap ettiği kesimi de göstermesi açısından önemlidir: Şehirde yaşayan, modern, dünyaya ve magazin çevrelerine ilgili, bakımlı ve güzel genç kadınlar.
Bu sayıda artık Avrupa hayal dünyasından örnekler de görülmektedir. ABD’li film aktrisi Grace Kelly, tıpkı masallarda anlatıldığı gibi, zengin ve çekici bir prens olan Monako Prensi ile evlenmektedir. Düğün bu sayıdan başlayarak uzun süre tüm magazinsel boyutuyla ve bir masal havası içinde anlatılmaktadır. Bu yazılarla birlikte, dergiyi okuyan genç kızların yakışıklı prenslerinin rüyasını görmeye başladığını tahmin etmek hiç te güç değildir.
5’nci sayfada Londra modasından kıyafetler tanıtılırken, 15’nci sayfada güzel üç kadın resmi ile sunulan yazıda örnek gösterilen Batı’lı ve meşhur kadınlara benzemek için kadınların nasıl makyaj yapması gerektiği anlatılmaktadır. 22’nci sayfada ise basit bir yelpazenin elle tutuluşuyla ilgili anlamlar çıkarılarak cinsellik ve kadın erkek ilişkileri ile ilgili mesajlar verilmektedir.
Kapaktaki Gina Lombardia resmi ve 22-23’üncü sayfadaki Sophia Loren resimleri ile ise lanse edilen kadın imajının değişik görünümleri ortaya konmaktadır. 26-27’nci sayfada da buz üstünde dar şortlarıyla tenis oynayan kadınlar ve tribünlerde oyunu seyreden bakımlı kadınlar modern ve batılı bir kadının ayrıca nelerden keyif alması gerektiğini söyler gibidir.  Moda sayfalarında ise; ‘’Zerafet-zevk ve ekonomi’’ vurgusu yaparak aslında batılı tarza öykünerek yaşayabilecek ekonomik güce sahip olmayan kadınlara bunun fazla para harcamadan da yapılabileceği gösterilmeye çalışılmaktadır. Dikkat çekici olan diğer bir husus ise, daha sonraki sayılarda da yayımlanan çoğu moda yazısında modadan; ‘’güzel giyinme sanatı’’ şeklinde bahsedilerek güzel giyinmenin bir sanat olarak betimlenmesi ve yüceltilmeye çalışılmasıdır.[6]
Grace Kelly’nin kapak resmi olduğu 3’üncü sayıdan itibaren değişik revü gruplarının resimleri ve bunlarla ilgili yazılan yazılarla batı başkentlerinde sosyetenin eğlence anlayışı, gazino ve revü kültürünün örnekleri verilmektedir. Kim Novak, Audrey Hepburn, Liz Taylor ve Jane Powel’in resimleri de bulunan bu sayıda 12’nci sayfada Çin ile ilgili bir haberde üç güzel ve bakımlı Çinli kadın resmi ile birlikte; ‘’Son yarım asırdır Çinli kadınların güzelleştiği, Hollywood yıldızlarına bile taş çıkardığı’’ vurgulanarak, doğulu bir ulusun kadınları örnek verilerek sanki Türk kadınlarına değişim konusunda cesaret verilir gibidir.[7]
4’üncü sayıda kapaktaki Sabrina’nın hafif göğüs dekolteli resmi ile birlikte ‘’Pijama Game’’ filminin aktrisi Susan Irwin’in filmde pijama altını giymediği bir resmi ve 22’nci sayfada Martine Karol’un mayolu resmi kadın vücudunun çıplaklığı ve dekolte konularında kadınlara örnekler sunmaktadır. 5’inci sayfada ise Gina Lollobrigida’dan son senelerin dillere destan yıldızlarından diye bahsederek popüler kadın imajı tazelenmektedir.
Bunun yanında, sık sık bale gibi batı sanatlarıyla ilgili haberler de yapılmaktadır. Moda sayfalarında kadın resimlerinden çoğunun şapkalı olması ile belki de yüzyıllardır bir şekilde başını örtmeye alışmış Türk kadınına bu alışkanlığını terk etmeden değişimin ve daha modern bir görünüme kavuşmanın bilinçaltına etki edecek örnekleri gösterilmektedir. Daha sonraki sayılarda Türkiye sosyetesinden sunulan kadın resimlerinde çok fazla şapka takan kadın olmasından bunun başarılı olduğunu söyleyebiliriz. [8]
5’nci sayısında bugün bile hala hatırlanan Marlyn Monroe’nun resminden sonra 6’ncı sayının kapağını İran Şahı’nın karısı Kraliçe Süreyya’nın resmi süslemektedir.  Sadece Batılı sosyete yaşamını sunmakla yetinmeyen dergi bundan sonra Doğu’lu ama Batı tarzında yaşayan ve Batı ile sürekli irtibatı olan tanınmış şahsiyetleri de haberlerine taşır. Bu kapsamda en çok gündeme gelecek olanlar İran saray kadınları ve Ağa Han gibi Doğu’lu tanınmış şahsiyetlerin hayatında olan kadınlardır. Örneğin,  6’ncı sayıda Ağa Han’ın eşinin Monako Sarayı’ndaki düğünde çekilmiş resmi yayınlanır.
Sadece bireysel haberlerle de yetinilmez ve Cannes Film Festivali gibi kitlesel olaylar da haber yapılarak meşhur artistler ve onlar gibi olmak için dikkat çekmeye çalışan Avrupa’nın değişik ülkelerinden gelmiş güzel kadınların çılgınca (daha çok erotik pozlar vermek gibi) davranışları okuyucuya ilgi çekici sözlerle sunulur.[9]
7’nci sayıda kapakta İran şahı ve Kraliçe Süreyya vardır. İçeride de dört sayfa halinde Süreyya’dan bahsedilmektedir. Süreyya; sade fakat şık giyinen, piyano çalan, ata binen, çok güzel bir yüze ve fiziğe sahip, ama aynı zamanda halkın değişik kesimlerinin evlerini ziyaret eden örnek bir kadın olarak takdim edilir. Öte yandan, Marilyn Monroe gibi Batılı meşhur kadınların ve moda sayfalarındaki mayolu mankenlerin resimleri yayımlanmaya devam edilirken Almanya güzellik yarışması gibi kadın güzelliği ve popülerliği ile ilgili yarışmalarla ilgili haberler de dergide yer bulur. Zamanın şartları düşünüldüğünde, nüfusun çoğunun köylerde yaşadığı, şehirlerdeki halkın büyük çoğunluğunun da hala geleneksel yaşam tarzlarına devam ettiği ülkemizde, derginin örnek kadın imajına uygun kimse bulunamamış olmalı ki Türkiye’den kadın resim ve haberlerine pek rastlanmaz. Ancak yabancı ülkelerde bulunan Türk elçiliklerinde verilen yemek ve resepsiyonlarda şık elbiseler giymiş kadınların da bulunduğu küçük haberlere rastlanabilir.[10]
8’nci sayıda, 22 ve 23’ncü sayfalarda, resmi kapakta da basılan Brigitte Bardot’un, hepsi de çok çekici olan resimleri bulunmaktadır. Resimlerin altına yazılan yazılar ise Türk kızlarına verdiği mesajlar açısından önemlidir. Burada; ‘’Atkuyruğu saçın mucidi Brigitte Bardot genç kızlara örnek oldu. Meşhur olabilmek için bütün reklam vasıtalarından faydalandı.’’ denilerek sanki siz de onun gibi meşhur ve başarılı olmak istiyorsanız, değerler sisteminiz terk edip Makyavelist bir yaklaşım izlemelisiniz diye yol gösterilmektedir.
19 Mayıs gösterileri ile ilgili verilen resimler de ilgi çekicidir. Gösterilerde erkek öğrenci resimleri görünmemektedir. Verilen resimde beyaz kısa bir şort ve üzerinde beyaz bir tişört bulunan kız öğrenciler vardır. Sanırım derginin modern kadın imajına uygun görüldüğü için bu resim basılmıştır. [11]
Aslında derginin tüm sayılarında hikâyenin esas objesi olarak bir erkekten bahsedildiğine nadiren rastlanmaktadır. Reklamlar bile hep kadın resimleri ile birlikte, kadınlara hitap ederek yapılmakta, reklamı yapılan ürünler de çoğunlukla; pudra, krem, mutfak malzemeleri, kıyafet, makarna vb. daha çok kadınlar hitap eden ürünler olmaktadır.  İlgi çeken diğer bir husus ta; nasıl haberlerde gerçek hayatta sıradan bir insana çok uzak olan film aktrisleri, kraliçeler, prenseslerden bahsediliyorsa, reklamlarda da gerek fotoğraf gerekse çizim olarak kullanılan resimler gerçek hayata çok uzak bir görünüm arz etmektedir. Resimlerdekiler ya meşhur bir aktristir veya aşırı şık bayanlardır. Güzelce yapılmış kısa saçlar, makyajlı bir yüz ve gece kıyafeti sayılabilecek şıklıkta kıyafetler içindeki kadınlar yemek yaparken gösterilmektedir. Bunların bazılarında esas kadının kocası rolünde; taranmış saçları, ütülü takım elbiseleri içinde kravat takmış yakışıklı erkek resimleri de vardır ancak bu erkekler sanki; ‘’böyle bir kadın olursanız böyle bir kocanız olur’’ der gibi oraya konmuş biraz da geri planda duran konu mankenleri gibidir. Yani haberleriyle ve reklamlarıyla dergide yansıtılan hayat gerçek bir hayat değildir. Öykünülen ve ulaşılmaya çalışılan bir ütopya gibi durmaktadır. Belki de bu yüzden dergi büyük ilgi görmüş ve her sayısında büyük bir tiraj yakalamıştır.
Kraliçe Süreyya bu dönemde magazin konusunun merkezindedir. 9’ncu sayıda İstanbul’a gelen kraliçeyi başbakan ve eşinin gezdirdiği resimler görülmekte, ayrıca tam iki sayfa Süreyya resim ve haberlerine ayrılmıştır. İstanbul’a gelen yabancı aktrisler de gündemin başköşesindedir. Örneğin Fransız aktris Martine Carol’un, İstanbul’un çeşitli yerlerinde kocasıyla birlikte çekilmiş resimleri dergi sayfalarını süslemektedir.
Arada, Türk kızlarının geçen yıl askeri okullara girme hakkı kazandığı haberi, İstanbul Askeri Tıp Okulu kız öğrencilerinin resimleri eşliğinde, biraz da magazin havası verilmeye çalışılarak basılır.[12]
Batılı popüler yaşam tarzı tanıtılırken tüketim ve moda anlayışları da es geçilmez. 10’uncu sayıda Paris’te yeni güneş gözlüklerini sergileyen beş genç kız resmi altında açıklamalarla sunulur. Bununla da yetinilmez, beğenilen ve genç kızlara idol olarak sunulan aktrislerin vücut ölçüleri verilerek giyim-kuşam, bakım, makyaj, yaşam tarzı dönüştürülmeye çalışılan Türk kadınlarına vücut ölçülerin de nasıl olma gerektiği gösterilir.
11’inci sayıda tekrar Batılı bir prenses derginin sayfalarına taşınır: İsveç prensesi Desiree. Bu prenses te idealize edilmiş bir tiptir. Bu sayıda, dergide nadir olan Türkiye içinden haberlere, olgunlaşma enstitüsü kızlarının kıyafet sunumları ile kısa da olsa yer verilir ve daha da önemlisi Stockholm’de yapılan dünya güzellik yarışmasına katılan Türk kızı Ayşe Banu ile yapılan röportaj yayımlanır.[13]  
15 Haziran’da, 11’nci sayısını yayımlayan dergi kâğıt yokluğundan yayımına ara verince[14] okuyucular dergiye tekrar ancak 28 Aralık 1956 tarihinde kapakta İngiliz Aktris Diana Dors’un göğüs dekolteli gece elbisesi ile çekilmiş resmi ile basılan 12’ci sayısıyla kavuşabilirler.[15]


1957Yılı:
13’üncü sayıda güncel moda müzik ve dans akımlarından da örnek verilir ve erkeklerle eğlence yerlerinde rock’n roll dansı yapan Almanya, Belçika ve İngiltere’den kadınların resimleri basılır. Moda da yaygınlaşan akımları tarif ederken basılan eski bir resmin altında; ‘’Yarım asır önce Sultanahmet’’ anonsu yanında çoğu peçeli olan kadınların arasında ön planda bulunan daha batılı tarzda giyinmiş üç kadından; ‘’Bu kadınların o zamanki Paris modasına uymaya çalıştığı’’ vurgulanır.
20 ve 21’nci sayfalarda Brigitte Bardot’un resimleri ile birlikte yazılanlar ise yine dolaylı yoldan Türk kızlarına yönlendirici mesajlar verilmektedir: ‘’ Hareket ve kıyafette hürriyet. Brigitte Bardot’un günümüz gençliğine açtığı ufuk. Yirminci yüzyılın ikinci yarısına girerken cinsi cazibe mevzuunda klasikleşmiş ölçüler ve telakkiler de değişiverdi. Şimdi kadın cazibesi Marlyn Monreo, Gina Lollobrigida ve Kim Novak’la sembolize ediliyor. Bunların yanısıra da zamanın genç kız tipini henüz 22 yaşında bulunan bir Fransız yıldızına temsil ettiriyorlar. 1.68 m. boy ve 55 kilo, mütenasip vücudu, yuvarlak ve yumuşak hatlardan müteşekkil cazip fizyonomisiyle renklenmiş bal rengi saçlı, kahverengi gözlü yıldıza benzemekte bütün kızlar birbirleriyle yarış halindeler. Bardot hususi hayatında kıskanç fakat gayet açık sözlü, cana yakın, samimi bir hanım. Brigitte’in en çok sevdiği spor yüzmedir. Yaz tatiline rastlayan sıcak günlerde aktrisi sık sıkdeniz ve güneş banyosu yaparken görebilirsiniz. Brigitte, caz müziğini klasik müziğe tercih ediyor. ’’ Yani kısaca demek isteniyor ki; ‘’Marlyn, Gina ve Kim cinselliklerini ön plana çıkararak popüler olmuşlardı ama artık moda daha genç ve farklı olan Brigitte ve herkes ona benzemeye çalışıyor, siz de aynısını yapın. Hem bu yeni kadın eskilerden biraz daha farklı. Erkeklerin yanında daha rahat, müzikte fazla eğitim gerektirmeyen türlerden hoşlanıyor ve serbest bir kişilik. Bakın, bunlar da pilajda bikini ile güneşlenirken de dâhil çekilen bazı resimleridir.’’
O dönemde Arap İsrail çatışmaları gündemdedir. İsrail’e yapılan bir gezide ülkenin askeri durumundan çok kadının durumu ile ilgili haberler ve resimler ön plandadır. Hatta İsrail’in askeri başarısı modern İsrail kadınının başarısına bağlanır. Haberde biri başında sepet taşıyan geleneksel kıyafetli kadınları, diğeri bir elinde miğfer diğer elinde silah bulunan kısa kollu tişört giymiş bir kadını gösteren resimlerin altında şunlar yazılmaktadır: ‘’Galibiyetin sırrı; Sol yukarıda görülen kadınların hayatında Samson’un yaşadığı günden beri hiçbir şey değişmemiş gibidir. Gazze’nin birkaç kilometre gerisinde İsrail’e ait Nahal Oz Köyü’nde yaşayan sağdaki kadınların hayatı ise traktör üstünde geçer. İsrail galibiyetinin sırrı buradadır.’’ [16]
Giyimi, yaşam tarzı, vücut ölçüleri, yapacağı danslar ve dinleyeceği müzik, toplum içinde davranış tarzları vb. hususlar hakkında bilgi verilen popüler kadının saçını nasıl yaptıracağı konusu da ihmal edilmez. 13’üncü sayının 28 ve 29’uncu sayfalarında moda olan saç modelleri tanıtılır.[17]
Daha önce belirttiğimiz gibi dergi sayfalarında Türkiye’den kadın resimleri nadiren yer alır. Yayınlananlarda da ölçüt ya Batılı bir görünüm veya Batı tarzı bir şeyi özellikle de Batı’da icra edebilmektir. Daha önce güzellik yarışmasına katılan Türk kızı ile olduğu gibi 15’nci sayıda da opera sanatçısı Leyla Gencer ile de bir röportaj yayımlanır. Gencer’i bir magazin dergisine haber yapan konu; Milano’da bulunan Scala Tiyatrosu’nda Poulenc’in Karmelit Diyalogları eserinde oynayacak olmasıdır.
Dergi kadın cinselliğinin ön plana çıkarılması ve kullanılmasını savunan tavrını bu sayısında da sürdürür. 20 ve 21’nci sayfalarında İngiliz sinemasının gelişmesini anlatırken bunu şöyle göz önüne serer: ‘’Cinsi cazibenin fethettiği son kale İngiliz filmciliği. İngiliz sinemasının son birkaç sene zarfında, dünya piyasasındaki yerini genişleterek hasılat imkânlarını artırması tetkik edildiği takdirde güzel kadın unsurunun bu meselede önemli bir rol oynadığı anlaşılır.’’ Yazıyla birlikte; Belinda Lee, Diana Dors, Julia Arnall, Maureen Swanson ve Jill Ireland’ın resimleri de basılmıştır.[18]
Hemen her sayıda kadın kıyafetlerinde son Avrupa modaları tanıtılırken, saç baş tanıtımından sonra iç giyime de el atılır ve 16’ncı sayının 28 ve 29’uncu sayfalarında; ‘’Korselerde bahar çiçekleri açıyor.’’ anonsu ile dokuz korse modeli resimleri ile birlikte tanıtılmaktadır.
Güzellik bu kadar yüceltilip güzelliğe örnek olarak yabancı aktrisler gösterilince bu durum verilen reklamlarda da etkisini gösterir. 2’nci sayfadaki bir reklamda: ‘’Bir sinema aktrisi kadar güzel mi görünmek istiyorsun. O halde en büyük yardımcınız terkibinde sedef bulunan Havilland kremi olacaktır.’’ denmektedir. [19]
Dergi çıkmaya başladığı tarihten itibaren, Hikmet Feridun Es’in eşi ile birlikte Uzak Doğu ve Orta Doğu ülkelerine yaptığı geziler yayımlanmış, bu ülkelerdeki kadınlar ya bazı kabilelerde kadınların göğüsleri açık olarak dolaşması gibi Türkiye’de bilinmeyen ve alışık olunmayan özellikleri ile veya kara çarşaflar veya burkalar içinde pek te modern olmayan kıyafetleri içinde gösterilir ve bu konudan açıkça bahsedilmese de Batı’lı kadınla bir karşılaştırma unsuru şeklinde olumsuz örnek olarak sunulur. Ancak zaman zaman doğulu kadınlar da bireysel olarak haber yapılır. Bunda kıstas Batı yaşam tarzına sahip olmaları ve ünlü olmalarıdır. İran kraliçesi ve Ağa Han ailesi haricinde ilk defa doğulu bir kadın, bir Japon aktrisi olan Michiko Kyo 17’nci sayıda haber yapılır.
Burada afişe edilen meşhur kadınların reklamlarda da bir ticari unsur olarak nasıl kullanıldığına örnek vermek açısından 22’nci sayfada yayımlanan bir sabun reklamının anonsunu vermek faydalı olacaktır. Reklamda Martine Carol’un resmi kullanılmakta ve altında: ‘’Martine Carol, dilber Fransız sinema yıldızı diyor ki; ben lüks tuvalet sabunu kullanıyorum. 2120 sinema yıldızının tercih ettiği güzellik sabunu.’’ yazılmaktadır[20]
17’nci sayı ilk defa kapağında bir Türk kızı, olgunlaşma enstitüsünden bir kız bulunması açısından önemlidir. Bu sayıya kadar hep yabancı kadınlar kapak resmi yapılmış, bundan sonraki sayılarda da bu çok nadir olarak değişmektedir.[21]
Artık Türk filmleri de seyirci çekmeye ve kendi starlarını oluşturmaya başlamıştır. Bu durum yavaş yavaş dergi yayınlarına da yansır. 19’uncu sayıda çekimleri bitmek üzere olan ‘’Fırtına Geçti’’ isimli filmden bir sahne verilmekte ve oyunculardan bahsetmektedir.[22] Bunun yanında ülkemizde farklı uygulamalara imza atan başarılı kadınlar da dergide yer almaya başlamıştır. Bu kapsamda Elazığ Kız Enstitüsü müdürü Sıdıka Avar’ın Elazığ, Tunceli ve Bingöl köylerinden topladığı fakir köylü kızları okutmasından sitayişle bahsedilen bir yazı dizisi yayımlanmaya başlanır.[23]
Bazı resimlerde, esas konu kadın olmamasına rağmen o dönemde sıradan Türk kadınının nasıl göründüğü hakkında fikir sahibi olunabilmektedir. 27’nci sayıda Manisa Mesir Şenliği hakkında yapılan haberde basılan resimlerde görüldüğü kadarıyla çarşaf vb. kıyafetler giymemekle birlikte sıradan kadınların hala geleneksel giyim tarzlarına (manto, etek veya şalvar ve başörtüsü) devam etiği görülür ama burada dergi kıyafetlerden bahsetmez. [24]
Sayılar ilerledikçe dergide yavaş yavaş Türkiye’den cemiyet haberleri de görülmeye başlar. Erenköy Kız Lisesi’nin mezunlar günü gösterileri[25] ve Kandilli Kız Lisesi’nin mezunlar gününde roc’n roll dahil yapılan değişik danslarla ilgili haberler[26] yayınlanır. Çalışan kadın nüfusu artmakta olduğundan moda sayfalarında çalışan hanımlar için modeller önerilir.[27] Opera sanatçısı Ayhan Aydan’ın Milano ve Duesseldorf’a davet edildiği, Gülçin Bayburt’un Atlas Sineması’nda bale resitali verdiği, Hilton’da Cuma günü hanımların kabul günleri düzenledikleri ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın kızının düğünü gibi haberler ve bunlarla ilgili resimler yayımlanmaya başlar.[28] Bu dönemde operalar, basın baloları vb. cemiyet haberleri de artmaya başlar. Bu haberlerde verilen resimlere bakıldığında artık, bu tür faaliyetlere gidebilen elit kesimden kadınların dergide daha önce tanıtılan kraliçeler, yabancı film aktrisleri ve moda sayfalarında Avrupa modasından kıyafetler sunan mankenlere çok benzer ve şık kıyafetler giydikleri görülür.
Dergi daha çok popüler yaşamla ilgili haberler yaparken küçük puntolarla da olsa zaman zaman ülkemizde gördüğü kadın profilleri hakkında olumlu veya olumsuz yorumlar da yapmaktadır. Örneğin; 40’ıncı sayının 3’ncü sayfasında Atatürk ve modern görünümlü biri erkek biri kız iki gencin heykeli yanında küçük bir kızın elinden tutmuş, arkası görünen çarşaflı bir kadın resminin altına şunlar yazılmıştır: ‘’Gelen ve giden. İstanbul Üniversitesi bahçesinde çekilen bu fotoğraf, iki ayrı yolcuyu göstermektedir. Biri Atatürk rehberliğinde dinç adımlarla ve açık alınla ilerleyen gençlik, öteki ise geriye dönmekte olan kendi çürük kabuğuna çekilmiş ve sımsıkı örtünmüş kara taassup.’’
Dergi artık dışarıya çıkan, günlük yaşama katılan kadınların saldırılara karşı tedbirli olmaları gerektiğini de düşünür ve bu sayının 22’nci sayfasında resimli savunma dersleri vermeye başlar.[29]
Olumsuz yanlar eleştirirken Batı tarzı zevkler kazanan kadınların bu yönleri de övülür. Örneğin; 46’ncı sayının 4’üncü sayfasında hipodromda yarış seyretmeye gitmiş, küçük bir çocuğu çarşaf içinde sallayan başörtülü iki kadın resminin altında: ‘’Başları örtülü bu iki kadın, her ne kadar kıyafet bakımından biraz eskiye bağlılıklarını gösteriyorlarsa da zevk bakımından da bunun aksi olarak modern olduklarını ispat ediyorlar. Çünkü içinde bulundukları yer Veliefendi Çayırı’ndaki tribündür.’’[30]
Dergi Batılı tarzda yaşayan kadın imajı yaratmaya çalışırken bazen aşırılıklardan da endişe duyduğunu saklamaz. Çünkü onun gözünde idealleştirilmiş bir batılı kadın tipi vardır. Bu tipten sapma gösteren görünümler Batılı da olsa yadırganır. Bu kapsamda 42’nci sayıda; ‘’Gençlik nereye gidiyor?’’ diyerek Avrupa gençliğinin yerleşik sistem ve gelenek karşıtı akım ve hareketlerini eleştirilir.[31]
Türkiye’den bazı plajlarda mayoları ile denize girmiş veya sahilde güneşlenen kadın ve erkeklerin resimleri ve konuyla ilgili haberler de yayımlanmaya başlanır.[32] Dergide yurt içinde yapılan balo vb. faaliyetlerle ilgili yayımlar da gün geçtikçe artar. Burada basılan resimler ve yazılar şık kıyafetler giymiş, değişik batı danslarını yapan modern kadın imajını sergilemeye yöneliktir. Ancak bu insanlar yine de toplumun küçük bir kesimini temsil eden zenginler, uluslararası faaliyetlere katılan sporcu ve sanatçılar, dışişleri mensupları ile yönetici elitin eşleri ve diğer aile üyeleridir. [33]
Ülkede bir zengin sınıfı oluştukça, zenginler ve diğer elitlerde Batılı yaşam tarzı yayıldıkça bu kesime yönelik eğlence ve spor yerleri de açılmaya başlar ve dergi bu tür yerleri vakit geçirmeden haber yapar.[34]
Dergi bizden bazı aristokratların evlilik, nişan vb. haberlerini de kaçırmaz. Halife Abdülmecit’in torunu Prenses Fazıla’nın Irak Kralı ile nişanlanmasını konu alan haberler modern kıyafetler içindeki Fazıla ve annesi Prenses Hanzade’nin de bulunduğu resimlerle birlikte 50‘nci sayının sayfalarını doldururken 51’nci sayının kapağını da süsler.[35]  52’nci sayıda ise Fas Kralı’nın 27 yaşındaki kızı Prenses Leyla Ayşe ile ilgili olarak ‘’Memleketinde peçeyi kaldıran sultan kızı.’’ başlığı ile prensesin modern kıyafetler ve rahat tavırlarıyla görüldüğü resimler eşliğinde övücü bir yazı yayımlanır.[36]
Türkiye’de artık modern bir sosyete oluşmuştur ve bunların faaliyetleri arttıkça bu toplumdan kadınlarla ilgili olarak dergide yayımlanan haberler de artış gösterir. Artık Ankara gibi bazı şehirlerde güzellik yarışmaları yapılarak değişik kategoride güzeller seçilir, genç kızlar eskiden sadece erkeklerin katıldığı Deniz Harp Okulu suya atlama yarışmaları gibi faaliyetlere katılır ve hatta bayanlar arası araba yarışları bile düzenlenir. Tabii ki bu faaliyetler de yüceltici bir üslupla dergiye haber yapılır.[37]
Dergi, kadın cazibesi ve cinselliğini o zamana has bir üslupla vurgulamaya da devam eder. 56’ncı sayıda aktris Jane Mansfield hakkında yapılan haber şu şekilde sunulmaktadır: ‘’Ne kadın! Parisliler sevimli J.Mansfield’i böyle tasvir ediyorlar. İç gıcıklayıcı cazibe. Son filminin Paris’teki gala gecesinde giydiği pars taklidi tuvalet, mütenasip vücudunun iç gıcıklayıcı cazibesini ortaya koydu.’’ Kadın vücudu ve cinselliğinin vurgulanması gazetede yayımlanan bazı reklamlara kadar yansır. Mesela Ankara Makarnası reklamı, şort ve üzerine bluz giymiş oldukça açık bir bayan resmi ile beraber yayımlanır.[38]
1957 yılında ülkede seçim hazırlıkları son hızla devam etmekte partiler değişik illerde mitingler yapmaktadır. Ancak mitinglerde siyasetle pek te ilgisi olmayan bazı konular dergiyi rahatsız eder. Dergi çıktığı günden beri lanse etmeye çalıştığı modern Batılı kadın örneğine uymayan bu davranışları gözden kaçırmaz ve sayfalarına taşıyarak eleştirir. Bergama’da yapılan bir mitingde çekilen resmin altında, mitinge erkekler gibi kadınların da katıldığını, ne var ki katılanların harem ve selamlık şeklinde ayrı yerlerde durdukları belirtilip bu durum eleştirilir.[39] Öte yandan İtalya Cumhurbaşkanı’nın ülkemizi ziyareti sebebiyle verilen ve Bayar ve Menderes’in de katıldıkları baloda şık ve modern kıyafetler içindeki kadınların da bulunduğu görüntüler büyük resimlerle verilir.[40]
Artık balo ve kermes gibi faaliyetler sadece devlet ricali tarafından değil aynı zamanda yeni yeni şekillenen burjuvazinin kadınlarının rağbet ettiği yardım kurumlarınca da düzenlenmektedir. Çoğu şapkalı ve şık kıyafetler içindeki kadınların resimleri ile verilen bu tür haberler genellikle zarif ve nezih gibi övücü kelimelerle anlatılır.[41]
1958 Yılı:
Ülkemizde artık Avrupai yaşam süren belli bir kesim oluşmuş ve bunlar Avrupa eğlence ve kutlamalarını aynen kopyalayarak uygulamaya başlamışlardır. Bu durum dergiye, 65’nci sayının kapağında, elinde Türkçe olarak ‘’Yeni Yılınız Kutlu Olsun.’’ yazısı bulunan yabancı mankenin resminin basılması şeklinde yansır. Uluslararası alanda Batı’ya ait bir sanat dalında başarı kazanan kadınlarımız da dergide her zamanki gibi büyük ilgi görmektedir. Polonya’da yapılan bir keman yarışmasında 5’ncilik kazanan Ayla Erduran, mavi satenden şık bir elbise içinde keman çalarken çekilmiş resmi ile haber yapılır. Gölcük’e belediye başkanı olan Jale Bora’da örnek Türk kadını olarak geniş bir haberle kendinden bahsettirmeyi hak eder.[42]
66’ncı sayıda iki sayfa halinde yayımlanan haberde ise; Kervansaray ve Hilton’da lüks ve dekolteli kıyafetler içindeki oldukça bakımlı kadınların aynı şekilde şık erkeklerle dans ederken çekilen resimleri eşliğindeki yazıda yılbaşı kutlamaları anlatılır. Kokteyller, balolar ve yılbaşı kutlamaları gibi eğlenceler artınca bu durum derginin moda sayfalarına da yansır. Dergi bu sayısında kokteyl elbiselerini tanıtır.[43]
67’nci sayıda; Eisenhower’ın eşi ve Prenses Fazıla ile İspanya, Hollanda ve Belçika prensesleri hakkında haberler yapılırken ilk defa olarak Hilton’da yapılan yılbaşı eğlenceleri ile ilgili haberde Türk aktrisleri Neriman Köksal ve Belgin Doruk’un bu eğlencelerde çekilmiş resimleri yayımlanır. Artık Türk aktrisleri de magazin dünyasının objesi haline gelmeye başlamıştır.[44]
Bu tarihten sonra Türk Veteriner Hekimleri Derneği kuruluş balosu, Ankara Mithat Paşa Koleji kıyafet partisi,[45]basın balosu,[46] Kızılay balosu,[47] sosyete kadınlarının Cuma günleri Hilton Oteli’nde yaptığı çay partileri[48],Ankara Mason Locası balosu, Verem Savaş Derneği balosu,[49] tıp balosu, kimyagerler balosu, Tüccarlar Derneği balosu[50]vb. balo ve partilerin ve bu eğlencelerdeki omuz ve sırt dekolteli kadınlar ve genç kızların resimleri dergi sayfalarında daha sık görülmeye başlar.
Ayrıca, Cannes Film festivali gibi faaliyetlerin ardından Avrupa’da kutlanan Alman Faşingleri gibi daha çılgın kutlamalar ve burada çekilmiş kadın resimleri de dergi sayfalarında görünmeye başlar.[51]
Dergi ilgisini tekrar, İran Şahı’ndan, çocuğu olmadığı için boşanan Süreyya ve şahın yeniden evlenebileceği muhtemel gelin adaylarına yöneltir. Muhtemel adayların kimler olabileceği tartışıldıktan sonra bunlardan biri olan Menije Azaan; ‘’uzun boylu, mütenasip endamlı ve güzel bacaklı’’ diye fiziksel özellikleri ile birlikte tanıtılır.[52]
Dergi zaman zaman sanatçı Türk kadınlarını da haber yapar. Bu kapsamda 83’üncü sayıda; ressam Aliye Berger, seramik sanatçısı Füreyya Koral, ağaç oymacılığı sanatçısı Lerzan Bengisu, heykeltıraş Zerrin Bölükbaşı ve bunların sergileri ve faaliyetleri hakkında bir haber yayınlanır.[53]
Artık Brüksel ve Paris gibi şehirlerde düzenlenen fuarlara Türk mankenlerin sunduğu Türk kıyafetleri de taşınmaya başlamış ve doğal olarak bunlar da derginin sayfalarına aktarılmıştır. Avrupa güzellik yarışması İstanbul’da yapılınca bunun resimleri de dergi sayfalarını süslemiştir.[54]
1958 yılının bundan sonraki sayıları da, yurt dışında sınırlı da olsa başarı kazanmış Türk kadınları, İran Şahı’nın evlilik meseleleri ve gelin adayları, Prenses Fazıla haberleri, hosteslerin tanıtılması, İdil Biret’in verdiği konserler, Türk Müziği bayan sanatçılarının tanıtılması ve değişik illerde düzenlenen balolar hakkında verilen haberlerle doludur. Burada ilginç bir olay Kıbrıs müftüsünün gelini Gülten Dana’nın başı açık ve modern görünümlü resminin 110’uncu sayıda kapak resmi olarak basılmasıdır. Herhalde dergi yayıncıları bir müftü gelininin bile böyle modern giyinmesi gerektiğini vurgulamak istemişlerdir.[55]
Dergi yayınlarında Batılı aktrisleri haber yaparken tüm aykırılıklarını, serbest davranışlarını ve cinsel çekiciliklerini ön planda tutar fakat bir müddettir yayımladığı Türk kadın şarkıcılarını nedense hep bir aile ve ev ortamında yansıtır, ev işlerini yapan sadık bir eş, çocuklarıyla ilgili iyi bir anne imajı çizer. 113’üncü sayıda Safiye Ayla tanıtılırken de onun; evinin sobasını kendi yakan, yemek yapmayı seven, elbiselerinin dikiş işlerini kendi yapan, eşiyle ata binen yani ev dışında modern bir kadın ama evde geleneksel Türk kadını gibi davranan bir portresini çizer.[56]
1959 Yılı:
Bu yıl yerli kadın sanatçılar hakkında haberler ilk günlerden itibaren daha da sıklaşır. Bir yandan kadın şarkıcılarımızın tanıtımı hakkında yazılar devam ederken, İdil Biret’in Londra konseri, Yeşilçam’ın anlatıldığı bir yazıda Neriman Köksal ve Pervin Par gibi aktrisler, Ayten Gencer gibi caz söyleyen şarkıcılar da tanıtılmaya ve resimleri yayımlanmaya başlar.
Cemiyet hayatından haberler başlığı ile yazılan yazılarda ise sosyete kadınlarının toplantı ve eğlenceleri resimlerle verilmeye başlanır. Bu yurt içinden haber artışıyla birlikte yurt dışından aktrisler ve meşhur bayanlarla ilgili haberler de devam eder. Hala kapak resmi olarak bu meşhurlardan birinin resmi basılmaktadır. Ancak değişen şey Türk kadınının dergi sayfalarında gerek sanatçı gerekse sosyal yaşamdaki elit çevrelerin kadınları olarak daha fazla yer almaya başlamasıdır.
Belgin Doruk, Muhterem Nur, Çolpan İlhan ve Tijen Par gibi sinema sanatçıları, İdil Biret gibi klasik müzik sanatçıları, Demokrat Parti baloları da dâhil değişik cemiyet hayatı faaliyetlerine katılan kadınların resimleri daha sık yayınlanmaya başlar. Ancak bu yılın en ön planda olan kadını yine İran Şahı’nın eşidir. Ancak bu yeni eş Farah Diba’dır. Süreyya kadar olmasa da, o da uzun süre gündemi meşgul eder.
1960 Yılı:
Türk kadınlarının resim ve haberlerindeki artış devam ettikçe daha gerçek ve daha sıradan kadınlara da yer verme eğilimi baş gösterir. Hatta bu bazı reklamlara bile yansımaya başlar. Daha önce sanki resmi bir geceye veya baloya katılacakmış gibi kıyafetlerle veya normal hayatta kullanılmayan çok açık kıyafetler içindeki kadın resimleri ile verilen reklamlarda artık sıradan ve ev halinde kadın resimleri ile de reklamlar görülmeye başlar. Nuh’un Ankara Makarnası reklamında ev halinde bir kadın ve yanında eşi olan resimle verilen reklamı buna güzel bir örnek teşkil eder. Dergi artık Olimpos dağından aşağıya, sıradan insanların içine inmeye, yani orta sınıfa da hitap etmeye başlamıştır.
Bu yılın ilk sayısında en önemli haber Farah Diba’nın düğünüdür. Bu düğün ile Diba ve Şah hakkında haber ve resimler ilk üç sayı boyunca verilir. Buna Melike Farah’ın resminin 6’ncı sayının kapağında basılması ile devam edilir.
Yıl içinde, genellikle Mart ayı içinde yapılan balolar yine devam ederken bu yıl bazı sanat olaylarında verilen haberler yine lüks kıyafetler içinde görünen katılımcı kadınların resimleri eşliğinde verilir. 4’üncü sayıda, Ankara Devlet Operasında ‘’Salome’’ isimli oyunu seyretmeye giden kadınlar pahalı kürkler içinde resimlenmiştir. Kadınların ellerinde kokteyller de görülür. İstanbul’da opera açılır ve resimlerde yine kürklü lüks giyimli kadınlar vardır. 17’nci sayıda bu olay; ‘’İstanbul’da opera sosyetesi kuruldu’’ diye verilir. Yine bu yıl kadın opera sanatçıları tanıtılır.
27 Mayıs darbesi olunca dergi derhal kendini yeni duruma adapta eder. Daha önceden Cumhur Başkanı Bayar ve Başbakan Menderes ile bazı bakanların iştirak ettiği balo vb. faaliyetleri veren dergi derhal yayınında darbeye ve askerlerle bağlantılı haberlere yer vermeye başlar. Darbeden sonra Demokrat Parti döneminde tutuklanarak hapse atılmış sıradan genç kızlar ve üniversite öğrencilerine yer verilir. Derginin yayınlarında yabancı aktris resim ve haberleri de devam etmekle birlikte azalır ve askeri yürüyüşler gibi günün şartlarına uygun yayınlar artar. 23’üncü sayının kapak resmi olarak Atatürk,[57] 24’üncü sayının kapak resmi olarak yürüyüş yapan Harbiyelilerin fotoğrafı, 25’inci sayının kapak resmi olarak İstanbul Beyazıt Meydanı’nda yapılan 27 Mayıs darbesini kutlayan insanları gösteren resim, 27’nci sayının kapak resmi olarak ise Orgeneral Cemal Gürsel’in resmi[58] basılır. Hürriyet mitingi, eski yönetim zamanında gösterilerde yaralananların hikayeleri, tankların üzerine binmiş askerlerle beraber hareket eden sivillerin resim ve haberleri değinin sayfalara hakim olur. 27’nci sayının yedinci sayfasında çizilen alaylı Menderes karikatürlerinin altındaki yazılarla eski yönetim ağır bir şekilde eleştirilir, orta sayfada iki sayfa halinde Milli Birlik Komitesi üyelerinin resimleri yayımlanır. Magazin ve kadın haberleri, özellikle de yabancı aktrislerle ilgili yayınlar oldukça azalır. Dergi yayınlarıyla darbenin (o zamanki tabirle 27 Mayıs İnkilabı’nın) en büyük destekçisi ve savunucusu olup çıkar. Sanırım bu Türk basınında oldukça yaygın bir alışkanlıktır. İktidarda kim varsa o desteklenir.
Sonuç:
Türk toplumunu Batılılaştırma/modernleştirme çabaları Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde başlayıp Cumhuriyetle de devam eden oldukça uzun bir süreç olmuştur. Bunu yaparken de öncelikle insanların görünüşünü değiştirme/modernleştirme ile işe başlamışlardır. Yapılan reform ve inkılap çabalarında hep bunun izlerini görmek mümkündür. Daha ikinci Mahmut döneminde başlayan reformlar hep kıyafetin, yani görünüşün değiştirilmesi ile işe başlamış ve bu böyle devam etmiştir. İkinci Mahmut; fes giymeyi, setre ve pantolon giymeyi, batılı tarzda ayakkabılar giymeyi, yeni kurulan ordunun bile önce yeni kıyafetler giymesini ön plana alarak işe başlamış, Cumhuriyet döneminde şapka inkılabı ve kıyafet inkılabı gibi değişimlerle bu çabalar devam etmiştir.
Batıcılar toplumun modernleşmesi için öncelikle kadının modernleşmesinin gerektiğini düşünerek bu konuda adımlar atılması için gayret sarf etmişler ve onlar da kadının davranışlarından önce görüntüsünün değiştirilmesi ile işe başlamak gerektiğini öngörmüşlerdir. Bu durum İçtihat Mecmuası’nda neşredilmiş ‘’Pek uyanık bir uyku’’ başlıklı iki yazıda sıraladıkları isteklerinde de açıkça görülmektedir. Bu yazılarda, diğer isteklerin yanında; Kadınların diledikleri tarzda giyinmeleri ve buna karşı yapılacak müdahalelerin önlenmesi, kadınların vatanın en büyük velinimetleri sayılarak kendilerine erkekler tarafından o yönde hürmet ve riayet gösterilmesi, kızlar için diğer mekteplerden başka bir de tıbbiye mektebinin açılması, kadınların ve genç kızların erkeklerden kaçmaması, her erkeğin gözüyle gördüğü, tetkik ettiği, beğendiği ve seçtiği kızla evlenmesi, görücü usulü evlenmeye son verilmesi gerektiği gibi hususlara yer verilmiştir.[59]
İncelediğimiz dönem içerisinde Hayat Dergisi de basın yoluyla aynı şeyi yapmaya çalışmıştır. Yani,  Hayat Mecmuası misyonu olan bir yayındır. Batılı yaşam tarzını Türk kadınına tanıtmak, benimsetmek nihayet onu Batılı ve modern bir kadına dönüştürmek gibi bir amacı vardır. Bunu yaparken de Batı’nın sıradan kadınını değil parıltılı dünyaların kadınlarını bir örnek olarak sunar. Bunlar meşhur Batı’lı aktrisler, prensesler, kraliçeler ve köklü hanedan ailelerinin kadınlarıdır.
Derginin yayın akışı incelendiğinde dönüştürme çabalarının bilinçli ve planlı bir şekilde adım adım ilerleyerek yapıldığı intibaı uyanmaktadır.  Dergi Türk kadınlarına; önce benzemeleri istenen örnekler sunar, sonra bunların nasıl giyindiği konusunda eğitici bir rol üslenir, saç-baş bakımı ve makyaj gibi konuları göstererek nasıl süslenileceğini anlatır, nasıl eğlenmesi ve yaşaması gerektiği belirtilir, neleri nasıl tüketeceklerini anlatır ve hatta nasıl vücut ölçülerine sahip olmaları gerektiği bile söyler.
Bu faaliyetler yapılırken gezi yazıları gibi konuların işlendiği sayfalarda peçeli ve çarşaflı doğu ülkeleri kadınları, bir dipnot gibi karşılaştırma yapılacak olumsuz olan diğer seçenek olarak sunulur. Hatta Türkiye’de bu giyim ve geleneksel yaşam tarzları da yer yer eleştirilir.
Sonuç olarak Hayat Mecmuasının idealize ettiği ve yaratmayı amaçladığı kadın; Batılı yaşam biçimini benimsemiş, modern, sosyal yaşama katılan, giyimi kuşamı çok itinalı, çekici, modayı takip eden, biraz rahat ve açık bir kadındır. Bu kadın gerçek hayatta karşılaşılması çok mümkün olmayan idealize edilmiş bir tiptir.  
Kaynaklar:
Hayat Mecmuası (1956-1960).
Sefa, Peyami (2011) Türk İnkilabına Bakışlar, Ötüken Neşriyat A.Ş., İstanbul.
Siteler:
http://www.ensonhaber.com/hayat-mecmuasi-nedir-2012-04-09.html. Erişim tarihi; 10.06.2013.
http://blog.milliyet.com.tr/sufi-su (sufi-su /Emel Yeşilkayalı). Erişim tarihi; 10.


[2] Dergide yazılana göre sahibi olarak Şevket RADO görünürken, http://www.birzamanlarturkiye.org/2011/06/
hayat-mecmuas.html internet adresinde Şevket RADO’nun derginin sorumlusu olduğu, derginin asıl sahibinin Yapı ve Kredi Bankası olduğu belirtilmektedir. Erişim tarihi; 10.06.2013., Şevket Rado (21 Nisan 1913 Makedonya -9 Nisan 1988 İstanbul); 1913 de İstanbul'a geldi. Vefa Lisesini ve Hukuk Fakültesini bitirdi. Üniversite’de iken Son Posta Gazetesi’nde gazeteciliğe başladı (1932). Sonra Akşam Gazetesine geçti ve orada 25 yıl muhabirlik, fıkra yazarlığı, yayın müdürlüğü yaptı. Gazetecilikten başka; Zoğrafyon Lisesinde Sosyoloji, St.Joseph Lisesinde Edebiyat öğretmenliği, İ.Ü.Gazetecilik Enstitüsünde "Yazı nevileri" hocalığı ve 5 yıl İstanbul Radyosunda haftalık aile sohbetleri yapmıştır. 1956 yılında Hayat Dergisini çıkardı. Hayat ilk sayısında 193.000 adet satarak Türkiye'de rekor kırdı. Hayat Dergisinin tirajı 1958 - 1968 yılları arasında 200.000 ler civarında idi, ki bugün bu tiraja hiç bir dergi yaklaşamamaktadır. Şevket Rado Hayat Dergisinde kapanana kadar devamlı olarak her hafta sohbet köşesinde yazılarını yazmıştır. Hayat'tan başka; sinema - tiyatro dergisi Ses, Resimli Roman, Hayat Spor, Ayna ve Hayat Tarih dergileri Şevket Rado'nun çıkardığı ve yönettiği dergilerdir. 1961 yılında fasiküller halinde yayınlamaya başladığı Hayat Ansiklopedisi büyük bir olay olmuş ve 150.000 adetten fazla satmıştır. Hayat Ansiklopedisinden başka çeşitli eğitici yayınlar, ansiklopedi ve sözlükler, çocuk kitapları, romanlar gibi yüzlerce kitap yayınlamıştır. Son olarak Türk Dil Kurumu üyeliği yapmıştır. Eserleri: Hayat Böyledir, Tatlı Dil, Aile Sohbetleri, Saadet Yolu, Eşref Saati, Ümit Dünyası (Sohbet Kitapları),50. yılında Sovyet Rusya, Amerikan Rüyası (Seyahat), Türk Matbaacılık Tarihi (İbrahim Müteferrika Matbaasında basılmış eserleri ve sonrasını anlatır), Türk Hattatları (Türk Hat Sanatı ile ilgili ilk ansiklopedi tarzında bir eserdir).http://www.turkceciler.com/yazarlar/sevket-rado.html. Erişim Tarihi: 10.06.2013.
[3] Hikmet Feridun ES; (1909 İstanbul - 1992 İstanbul) gazetecisi ve yazarıdır. Orman Fakültesinde okurken öğrenimini yarım bırakıp gazeteciliğe başlamış, Vakit, Akşam, Hürriyet gazetelerinde, Yedigün ve Hayat dergilerinde muhabirlik yapmıştır. Muhabir olarak Kore Savaşı’nı, Vietnam Savaşı’nı ve Kongo iç savaşını izledi. Bu savaşları fotoğraflarla görüntüledi. Akbaba ve Çarşaf dergilerinde gülmece yazıları kaleme aldı. Gezi yazıları, ders kitaplarına alınan yazarlar arasına girdi. 1983′te Burhan Felek Hizmet Ödülü’nü aldı. Başlıca yapıtları şunlardır:Röportajlar; Bugün Ne Diyorlar Ki (1932); Gezi; Aşk Tamtamları (1953).
[4] Suavi Sonar (1910-1994 ); ressam, fotoğraf sanatçısı ve gazetecidir. Güzel Sanatlar Akademisi'nin Afiş Atölyesi'nde ünlü Profesör Weiber’in 3 yıl öğrenciliğini yapmıştır. Daha sonra Babıali’ye geçen Suavi Sonar, dönemin ünlü şair ve yazarlarının kitap kapaklarına kompozisyon hazırlamıştır. Yayın yaşamına 1935 yılında Resimli Her şey Dergisinin teknik yönetmenliğiyle başlamış, fotoğraf ustası Ablan ile İskenderiye’de çalışmalarını sürdürmüştür. Paris ve Roma’da ünlülerle yaptığı röportajlar ve fotoğrafları çeşitli gazetelerde yayınlanmış, Türkiye’ye döndükten sonra da Hayat, Ses, Resimli Roman, Hayat Spor Dergilerinde kapak fotoğrafları ve yerli yabancı ünlülerle yaptığı röportajlar yayınlanmıştır. Suavi Sonar, Roma’ya yerleşerek 27 yıl Hayat Dergisinin Avrupa muhabirliğini yapmıştır. Sunar, 1994 yılında vefat etmiştir. http://www.kenthaber.com/akdeniz/adana/ Kimdir/iz-birakan/suavi-sonar. Erişim Tarihi:10.06.2013.
[5] Hayat Mecmuası, sayı;1, 06 Nisan 1956,s. 4-6,22,23.
[6] Hayat Mecmuası, sayı;2, 13 Nisan 1956.
[7] Hayat Mecmuası, sayı;3, 20 Nisan 1956.
[8] Hayat Mecmuası, sayı;4, 27 Nisan 1956.
[9] Hayat Mecmuası, sayı;5-6, 04-11 Mayıs 1956.
[10] Hayat Mecmuası, sayı;7, 18 Mayıs 1956.
[11] Hayat Mecmuası, sayı;8, 25 Mayıs 1956.
[12] Hayat Mecmuası, sayı;9, 01 Haziran 1956.
[13] Hayat Mecmuası, sayı;10, 08 Haziran 1956.
[15] Hayat Mecmuası, sayı;11-12, 11 Haziran-28 Aralık 1956.
[16] Hayat Mecmuası, sayı;13, 04 Ocak 1957.
[17] Hayat Mecmuası, sayı;14, 11 Ocak 1957.
[18] Hayat Mecmuası, sayı;15, 18 Ocak 1957.
[19] Hayat Mecmuası, sayı;16, 25 Ocak 1957.
[20] Hayat Mecmuası, sayı;17, 01 Şubat 1957.
[21] Hayat Mecmuası, sayı;18, 08 Şubat 1957.
[22] Hayat Mecmuası, sayı;19, 15 Şubat 1957, s.20.
[23] Hayat Mecmuası, sayı;21, 1 Mart 1957, s.8,9.
[24] Hayat Mecmuası, sayı;27, 12 Nisan 1957.
[25] Hayat Mecmuası, sayı;33, 24 May 1957, s. 5.
[26] Hayat Mecmuası, sayı;36, 14 Haziran 1957, s.8.
[27] Hayat Mecmuası, sayı;35, 07 Haziran 1957, s.28.
[28] Hayat Mecmuası, sayı;38, 28 Haziran 1957.
[29] Hayat Mecmuası, sayı;40, 12 Temmuz 1957.
[30] Hayat Mecmuası, sayı;46, 23 Ağustos 1957.
[31] Hayat Mecmuası, sayı;42, 26 Temmuz 1957.
[32] Hayat Mecmuası, sayı;41, 19 Temmuz 1957,s.17.(Büyükada plajı), Hayat Mecmuası, sayı;43, 02 Ağustos 1957, s.16. (Kumköy Plajı)
[33] Hayat Mecmuası, sayı.48, 06 Eylül 1957, s. 12,13. (Uluslar arası tenis turnuvası sebebiyle düzenlenen baloda çaça ve kalipso dansları yapan kadınlarla ilgili resim ve haber.)
[34] Hayat Mecmuası, sayı;49, 13 Eylül 1957, s.8,9. (Burada Hilton Hoteli’nde yeni açılan havuz, havuz başında mayolarıyla güneşlenen kadınların resimleri eşliğinde anlatılmıştır.)
[35] Hayat Mecmuası, sayı;50, 20 Eylül 1957, s.20,21, sayı;51, 27 Eylül 1957.
[36] Hayat Mecmuası, sayı;52,04 Ekim 1957, s.12,13.
[37] Hayat Mecmuası, sayı;53, 11 Ekim 1957, s.4.
[38] Hayat Mecmuası, sayı;56, 01 Kasım 1957, s.20-23.
[39] Hayat Mecmuası, sayı;57, 08 Kasım 1957, s.12,13.
[40] Hayat Mecmuası, sayı;59, 22 Kasım 1957, s.12,13.
[41] Hayat Mecmuası, sayı;63, 20 Aralık 1957, s.12,13.
[42] Hayat Mecmuası, sayı;65, 03 Ocak 1958, s.4.
[43] Hayat Mecmuası, sayı;66, 10 Ocak 1958, s.28,29.
[44] Hayat Mecmuası, sayı;67, 17 Ocak 1958, s.3,7,10,11..
[45] Hayat Mecmuası, sayı;68, 24 Ocak 1958, s.10,11.
[46] Hayat Mecmuası, sayı;71, 14 Şubat 1958, s.14.
[47] Hayat Mecmuası, sayı;73, 28 1958, s.14.
[48] Hayat Mecmuası, sayı;74, 07 Mart 1958, s.28,29.
[49] Hayat Mecmuası, sayı;76, 21 Mart 1958, s.3.
[50] Hayat Mecmuası, sayı;77, 28 Mart 1958, s.27.
[51] Hayat Mecmuası, sayı;75, 14 Nisan 1958, s.20.
[52] Hayat Mecmuası, sayı;80, 18 Nisan 1958, s.8,9.
[53] Hayat Mecmuası, sayı;83, 09 Mayıs 1958, s.3.
[54] Hayat Mecmuası, sayı;92, 11 Temmuz 1958, s.3,4,5.
[55] Hayat Mecmuası, sayı;110, 14 Kasım 1958, s.10,11.
[56] Hayat Mecmuası, sayı;113, 05 Aralık 1958, s.6,7.
[57] Hayat Mecmuası, sayı:23, 03 Haziran 1960.
[58] Hayat Mecmuası, sayı:27, 01 Temmuz 1960.
[59] Peyami SAFA, Türk İnkilabına Bakışlar, Ötüken Neşriyat A.Ş., İstanbul, 2011, s.59-62.