.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

23 Eylül 2013 Pazartesi

Arap Baharı'nın iç yüzü.


     Tunus'ta başlayan ve diğer Arap ülkelerine hızla yayılma eğilimi gösteren ancak daha sonra ivme kaybeden, adına Arap Baharı denilen olayları hepimiz değişik görüşlerdeki yorumcular ve haber kanalları aracılığıyla uzun süre izledik. Bu hareketler sanki; artık bu ülkelerdeki diktatörlere dayanamayan halkın isyanı gibi anlatıldı bizlere. Ama oldum olası herkesin hemen fikir birliği ettiği konulardan hep şüphelenirim ben. Acaba bu anlatılanlar doğru mudur? Yoksa bizim bilmediğimiz başka şeyler de var mıdır? Basın yayın organları bize olanları mı anlattılar yoksa olanları onların istediği gibi anlayalım diye masallar mı anlattılar? Bunu anlamak için bize söylenenleri bir yana koyup olayları tarih sırasına koyarak bunların sebep ve sonuçlarını analiz etmek bizi doğru bilgiye daha fazla yaklaştırır sanırım.
     Bildiğimiz gibi, Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonra Batı, soğuk savaşı kazandığını söyleyerek zaferini ilan etti. Bu arada ABD, kendini Batı'nın lideri ve dolayısıyla bu galibiyetin asıl sahibi olarak tanımlayıp bu zaferin nimetlerinden faydalanmak için adımlar atmaya, kendine tehdit oluşturabilecek bölgeleri ve devletleri şekillendirmeye başladı. Öncelikle Doğu Avrupa, Kafkaslar ve Balkanlar ele alındı. Buralardaki ülkeler teker teker NATO'ya, eğer bu mümkün olmazsa ABD'nin yakın müttefikliğine devşirildi. Bu işler ya ilgili devletlerde işbirliği yapılabilir kişiler demokratik yollarla yönetime getirilerek veya bu gerçekleştirilemediyse, bağımsız hareket etme veya Rusya ile beraber hareket etme niyetinde olan yönetimler  renkli devrimlerle devrilerek işbirliğine müsait olan kişilerin yönetime getirilmesi şeklinde gerçekleştirildi.
     Doğu Avrupa'da Batı'nın ilerlemesi Ukrayna'da durdu. Başlangıçta Ukrayna kah bir tarafa kah öteki tarafa geçti. Bu ülkenin NATO üyeliği Rusya'nın sert tepkisi sonucu gerçekleşemedi. Balkanlarda ise Rusya etkisi ve slav bütünleşmesi büyük oranda ortadan kaldırıldı. Sırbistan'ı yöneten Irkçı zihniyetin salakça ve vahşice davranışı da bunun gerçekleşmesine ortam hazırladı. Balkanlarda önemli bir güç olabilecek ve Batı'ya da, Rusya'ya da direnebilecek Yugoslavya ortadan kaldırıldı. Sırbistan'ın başına da Batı yanlısı bir yönetim getirilip tüm Balkanlar'ın Batı ile bütünleşmesi yönünde önemli adımlar atıldı. Romanya, Macaristan ve Bulgaristan gibi eski Sovyet peyk devletleri hızla AB'ye ve NATO'ya alındı.
     Batılılar; Azerbeycan-Ermenistan savaşında Rus orduları ile destekli Ermeni kuvvetlerinin Karabağ'ı işgaline ve yapılan soykırımına fazla ses çıkarmadılar. Ancak üçlü mekanizma içine Rusya ile birlikte iki batılı büyük devlet te dahil edilerek bu konunun Batı inisiyatifi dışında gelişmesinin önünü kesmiş oldular. ABD'nin çok büyük önem verdiği, renkli bir devrimle kendine müzavir bir yönetimi işbaşına getirdiği Gürcistan'da ise işler beklenmedik bir mecraya doğru gitti. Batı'nın Doğu Avrupa'dan Ukrayna'ya kadar ileleyerek Rusya'yı geriletmesinin ardından Kafkasya'da Batı etkisinin yayılmasının kendisinin güneyden kuşatılması anlamına geldiğini değerlendiren Rusya etnik çatışmaları bahane ederek Gürcistan'ın kuzeyini işgal edince Batı'nın Kafkasya'da ilerleme sınırları da çizilmiş oldu. Tüm bu olaylardan sonra çatışma riskini alamayan Batı ve Rusya'nın mevcut durumu koruma yolunda hareket etmeleriyle bu bölgelerde (Kafkasya, Doğu Avrupa ve Balkanlar) stabil bir durum oluştu.
     Sovyetler yıkılmasından sonra Batı ve NATO güçlenerek faaliyetlerine devam etti. Ancak, ortak tehdit ortadan kalkınca Batı'lı müttefikler arasında anlayış farkları ve çıkar çatışmaları başladı. AB'de; Fransa ve Almanya ikilisinin önderliğinde bazı ülkeler; tek başına dünyayı idare etme iddiasında bulunmaya başlayan ABD'yi dengelemek için AB'nin yeni bir güç olarak ortaya çıkarılması gerektiğine inanmaya başladılar. Ancak ne kadar zengin olurlarsa olsunlar askeri gücü olmayan bir AB'nin tam anlamıyla bir dünya gücü olamayacağını biliyorlardı. Bu maksatla Avrupa Ordusu kurma fikrini ortaya attılar. Aynı zamanda hızla AB'yi Balkanlar ve Doğu Avrupa'ya doğru genişletirken, bazı yönleri ile bir konfederasyona benzeyen AB'yi ortak kanunlar ve ortak karar mekanizmaları ile federal yapıya doğru giden bir yola soktular. Bu maksatla Türkiye'yi de dışlayacak şekilde NATO yeteneklerini AB ordusu için kullanma çabası içine girdiler. Ancak Türkiye ve ABD'nin karşı çabaları ile bunu tam olarak başaramadılar. Bu yetenekleri elde etmek için gerekli altyapı ve teşkilatları (Karargahlar, haberleşme vb.) kurmanın maliyetini de göze alamayınca, amaçlandığı gibi bir AB ordusu oluşturulamadı. Bundan sonra ABD ve AB'nin bir çok faaliyette beraber hareket etmesi kesintiye uğradı. ABD; AB içindeki İtalya, İspanya, İngiltere, Polonya, Macaristan vb. devletleri ikili ilişkiler vasıtasıyla kendisi ile beraber hareket eder duruma getirmesi ile AB içinde de bir ayrılık havası esmeye başladı. Bu devletler birçok olayda AB'ile değil de NATO veya BM şemsiyesi altında ABD ile beraber hareket etmeye başladılar. En önemli kırılma da Irak savaşında meydana geldi.
     Dünya üzerinde petrol çıkan yerleri harita üzerinde işaretleyin. Sonra petrol boru hatlarını ve enerji nakil yolları olan  boğazları, körfezleri ve deniz yollarını da başka bir renkte işaretleyin. Bu haritaya ABD'nin Centcom, Africom vb. komutanlıkları ile kara ve deniz üslerinin, gemilerinin görev bölgelerinin yerlerini işaretleyin. Bunu yaptığınızda,çok ilginç bir şey göreceksiniz. Ben bunu yaptım ve gördüğüm şu oldu; ABD, silahlı kuvvetlerini, dünya petrol kaynaklarını ve bu petrolün dünya ülkelerine taşındığı boru hatları, kara ve deniz yollarını kontrol altında tutacak şekilde konuşlandırmıştır. Sonra da Sovyetler Birliği'nin yıkılışından bu güne kadar ortaya çıkan çatışmalar, savaşlar ve ABD müdahalelerine baktım; ilginç bir şekilde bunlarda enerji kaynakları ve bunların taşınma yolları üzerindeydi.
     Enerji başta gelişmiş AB ülkeleri ve hızla gelişen Çin ve Hindistan gibi ülkeler için hayati öneme sahiptir. Enerjiyi ABD kontrol ederse, ekonomik olarak istediği kadar gelişsinler bu ülkeler ABD'ye meydan okuyabilecek bir güç haline gelemezler. Çünkü; ABD bunların kursaklarına silahlarını dayamış durumdadır.
ABD'nin tek süper güç konumundan cesaret alarak, kovboy misali kasıla kasıla dolaşırken, 11 Eylül saldırılarında korkudan saklandığı yerden ABD yetkili kurumları tarafından  kamuoyu önüne ancak birkaç gün sonra çıkarılarak kendisine ezberletilen şeyleri söyleyerek tehditler savuran Bush'un yönetimi zamanında güç merkezli ve geleneksel müttefiklerini bile kale almadan yapılan girişimler AB-ABD ayrışmasını, bu arada da AB içinde daha önce bahsettiğimiz ayrışmayı daha belirgin hale getirdi.
     Bu ülkeler artık ABD'nin kendilerine de meydan okuduğunun farkına vardılar. Ancak ABD ile doğudan doğruya karşı karşıya gelmeye güçleri yetmediğinden BM arenasında ve değişik sorunlara müdahale şekillerinde direnmeye başladılar. Bu sebeple Irak'a müdahale sırasında ABD'ye muhalefet ettiler.
     Aslında petrolün önemini ilk fark edenler başta İngiltere olmak üzere Avrupalı emperyalist devletler olmuştur. Birinci Dünya savaşında petrol bölgelerini aralarında paylaşmışlardır. Bu dönemde İngilizlerin; sürdürülebilir olmadığını bildikleri işgalin sonrasında da Ortadoğu petrollerini konrolleri altında tutabilecekleri bir proje arayışları başlamıştır. Bu maksatla ''Büyük Ortadoğu Projesi'' hazırlanmıştır. Ancak bu proje uygulanamamış ve fakat işgalci devletler tarafından sadece petrol çıkarları göz önüne alınarak sınırları çizilen yapay birçok devlet kurdurulmuştur. (Bu proje aynı şekilde bu bölgeyi kontrol etmek isteyen ABD tarından son yıllarda tekrar gündeme getirilmiş ve bizim başbakanımız da bu projenin eş başkanı yapılmıştır! Kendisi için ne büyük şeref değil mi?). Ancak tarihin de başka planları olduğu ortaya çıkmış, 2'nci dünya savaşından sonra güç dengeleri tamamen değişmiş, kontrol Avrupalı devletlerden ABD ve kısmen de olsa Sovyetler Birliğine geçmiştir. Bu dönemde her iki yeni gücün yönlendirmesiyle değişik bölgelerde çatışma ve gerilimler çıkmış, ihtilaller ve rejim değişiklikleri meydana gelmiş ve Ortadoğu'da bir güç dengesi oluşmuştur. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra bozulan bu dengeden sonra mevcut yapının da değişmesi kaçınılmaz duruma gelmiştir. Doğu Avrupa, Kafkasya ve Balkanlarda ortaya çıkan (şimdilik stabil olan) yeni denge durumundan sonra sıra Ortadoğu'nun düzenlenmesine gelmiştir. Bu bölgedeki boşluk ABD, AB ve Çin gibi aktörler tarafından doldurulmaya çalışılmış, bu da çıkar çatışmalarını açığa çıkarmıştır. ABD'nin kovboyvari doğrudan müdahalesine karşı Çin mevcut rejimlerle ikili ilişkilerini geliştirmek yolu ile, AB ise daha çok yumuşak gücünü kullanarak etkin olmaya çalışmıştır. Rusya'da bazen İran ve Çin ile beraber hareket ederek, bazen de doğrudan ikili ilişkilerle etkinlik kurma çabaları içine girmiştir.
     Burada önemli bir husus şudur. Çin, İran, Rusya statükocu bir pozisyonda iken, demokrasinin zaferini ilan etmiş olan batı mevcut yönetimlerin ve hatta mevcut sınırların değişmesi yönünde bir yaklaşım sergilemiştir. Ancak bir önemli nokta da şudur ki ABD doğrudan müdahalelerle askeri güç kullanarak rejim değişikliğini düşünürken, AB yumuşak güç kullanarak, yavaş yavaş ve dolaylı tutum izleyerek bu yönetimleri demokratikleştirme (aslında bu isim altında batı değerlerine, bat sermayesine ve batı ürünlerine açık birer pazar haline getirme) çabası içine girmiştir.
     ABD'nin doğrudan müdahalesi Irak ve Afganistan'da çok olumsuz sonuçlar doğurmuş, bu ABD ekonomisini de kötü yönde etkilemiş, bunun sonucunda Irak'tan askerlerini çekeceğini vadeden Siyahi görünümlü bir melez (hem ırk, hem de dini açıdan melez) olan Obama bir kurtarıcı olarak ABD seçmeninin oyunu almış, Obama ile birlikte Irak'tan çekilen ABD bölgede mevcut yönetimlerle ilişkiler yeniden düzeltilmeye çalışılmıştır.
     Öte yandan AB kendi amacı doğrultusunda planını uzun yıllar boyunca uygulamaya koymuştur. Bu maksatla yapılan en önemli şeyler şunlardır; başta Kuzey Afrika ülkeleri olmak üzere sermaye ve teknoloji ihtiyacı olan ülkelerle yakın ilişkiler geliştirilmeye çalışılmış, bu ülkelere demokratikleşme yönünde küçük te olsa adımlar atmak karşılığında krediler verilmiştir. Bildiğim kadarıyla bu faaliyet yıllarca sürmüş, bu ülkeler belirli bir oranda yönetimlerini yumuşatmışlar, internet vb. haberleşme alt yapılarını kurmuşlar, Avrupa ülkelerine binlerce öğrenci göndermişlerdir.
     Diktatörlükler, demokrasiye yaklaştıkça tehlikeye düşerler. Güçlü ve müsamahasız oldukları dönemde haklarında bir söz söylenmeye bile cesaret edilemeyen bu yönetimler artık insanlara, özellikle de gençlere o kadar da güçlü görünmemeye başlamıştır. Bu ülkelerden, kendisine darbe yapılır diye iyice küçülttüğü ve baskı altına aldığı ordusu olan Tunus yönetimi patlatılmaya en uygun bomba olarak değerlendirilmiş ve herkesin bildiği gibi bir gencin kendisini yakma olayı ile devlet başkanı kısa sürede ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır.Bu olay da Arap dünyasında zincirleme bir reaksiyona dönüşmüştür. Tunus'a yakın ve yıllardır Batı'ya daha açık olan Mısır ve Libya ilk olarak alev alan ülkeler olmuş, yıkılmaz denilen Mübarek ve Kaddafi yıkılıp gitmişlerdir. Ancak bu ateş Süveyş'i aşarken kanalın sularından soğuyarak biraz güç kaybetmiş, körfez ülkelerine vardığında ise; kendileri için de çanların çalındığını gören Suudi rejimi ile İran tarafından müdahaleye uğramış, amacından saparak Şii-Sünni mücadelesine evrilmiştir.
     Kuzeye doğru Akdeniz sahilinden çıkan bu ateş Ürdün Krallığını sallamış ancak krallığın aldığı tedbirler ve daha önceden kurulmuş kısmen parlamenter sistem bu ateşin büyümesini engellemiştir.
     Suriye'ye ne olacak diye herkes beklerken ve acımasız katil Hafız Esad'ın ölümü üzerine apar topar ama biraz da gönülsüzce iktidara getirilen, büyük bir Sünni aşiretten bir kızla evlenerek daha geniş bir kesimin sempatisine sahipmiş gibi görünen, temiz yüzlü Bişar'ın diş hekimi tahsil gördüğü sözde demokrasinin beşiği İngiltere'den de feyz almış olabileceği konuşuluyor ve iktidara geldikten sonra yönetimde yaptığı yenilikleri genişleterek demokratikleşme yönünde daha köklü adımlar atacağı ve Suriye'de bir çatışma olmayacağı söyleniyordu.
     Ama söylenen şeyler genellikle olmaz, siyasi ve toplumsal olaylarda da tahminler genellikle tutmaz. Her şey yolunda gidiyor diye düşünürken biri bir densizlik yapar ve ok yaydan çıkıverir. Suriye'de de böyle oldu. Protesto yürüyüşü yapan bazı gençlerin ağır işkencelerden sonra öldürülmeleri sonucu ortalık karıştı ve bir daha da düzelmedi. Esad diktatörlüğü ve Baas rejimini yıllarca ayakta tutan esas sebep olan Muhaberat (İstihbarat teşkilatı) ve polis teşkilatı, rejimin yıkılmasına kadar gidebilecek süreci de başlatmış oldu.
     Baas rejimi sıradan Suriye halkının oluşturduğu ordusuna pek fazla güvenmiyordu. Bu maksatla Cumhuriyet muhafızları diye tamamen kendi kontrollerinde ve kendi taraftarlarından oluşan birlikler ile kendi taraftarlarından oluşan sivil milis teşkilatları kurmuşlardı. Bu konuda haklı oldukları ortaya çıktı. Güvenmedikleri ordudan silahları ile birlikte ayrılan subay, astsubay ve askerler karşı devrimci orduyu kurdular: Özgür Suriye Ordusu. Artık çatışma başlayınca da iş tamamen kontrolden çıkmış, dışarıdan cihatçı gruplar da dahil olmak üzere birçok insan Suriye'ye gelerek çatışmalara katılmıştır.
     Saygılar sunarım.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder