.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

17 Eylül 2024 Salı

Bir işletme açacaksanız unutmamanız gereken en önemli şey nedir.

 Evime yakın dört tane pideci var.

Biri kebap filan da yapıyor.

İkisi üst caddede ikisi alt caddede.

Huyumdur, etrafta gördüğüm her lokanta veya pastaneye mutlaka bir defa girerim.

Bir şeyler yer, tadının iyi olup olmadığını kontrol ederim.

Aynı şeyi yeni açılan her lokanta veya pastane için yaparım.

Bu yüzden bahsettiğim dört pideciye de en az bir defa gittim.

Kebap ta yapana ise birden fazla kez gittim.

Pidenin yanında kebapların da tadına bakabilmek için.

Bana en yakın olanın pidelerinin boyutu oldukça büyük.

Sahibine bunu söylediğimde, bu işi öğrendiği ustasının insanların önce gözünü sonra karnını doyurması gerektiğini öğrendiğinden porsiyonları büyük tutuyormuş.

Pidesinin tadı da fena değil ama her seferinde aynı kaliteyi tutturamıyor.

Bazen pidenin kenarları yanmış oluyor.

Adana kebabı çok yağlı geliyor bana.

Ama tavuk şişi çok güzel yapıyor.

Pide veya kebabın yanında en çok çeşit garnitürü bu pideci veriyor.

Garnitürler de fena değil.

Onun biraz ilerisindekine bir defa gittim.

Bir daha gitmedim çünkü beğenmedim.

Ne müşteriye gösterdikleri ilgi iyi ne de pidelerinin tadı.

Pide oldukça yanık geldi.

Üçüncü yakınlıktaki olana ilk defa bir arkadaş götürdü.

Daha sonra bir iki defa da yalnız gittim.

Karışık pidesi güzel ama kuşbaşı pidesi kuru oluyor.

Sahibi nazik biri.

İlgi alaka da fena değil.

En uzak olan en çok gittiğim.

Çünkü neredeyse her tür pideyi denedim ve hepsi de çok güzel.

Tam benim sevdiğim gibi hamur yanmıyor ama pidenin kenarları kıtır kıtır.

Pideyle birlikte verdiği salata da çok güzel ve bol.

Her gittiğimde hoş geldiniz diye karşılıyor.

Güler yüzlü.

Giderken de güle güle diye uğurluyor her müşteriyi.

Karı koca işlettiklerinden insana ev havası da veriyor.

Eğer canım pide yemek isterse, ilk olarak bu en sonuncuya gitmeyi düşünüyorum.

Çoğu zaman gidiyorum da.

Sadece acelem varsa yakın olanlara gidiyorum.

Bunun temel sebebi, pidede kullanılan malzemelerin, hamurun ve garnitürün kalitesi.

Elbette davranışlar da önemli.

Ama kötü tadı olan, kalitesiz malzeme kullanan bir yere de sırf iyi-hoş davranıyorlar diye gitmezdim.


15 Eylül 2024 Pazar

Türkiye güzeli mülakat ile mi seçildi?

 Yeni seçilen Türkiye güzeli, hemen her platformda eleştiri, suçlama ve hatta hakaret konusu oldu.

Gerçi ikinci seçilen kız da pek güzel değil.

Ama birinci hakkında yazılıp çizildi hep.

Bu tavrı onaylamadığımı diğer bir yazımda açıklamıştım.

Ama sosyal medyada dolaşırken, oldukça yaratıcı eleştiriler de gördüm.

Bunlardan bir tanesini çok beğendim.

Birinci ve ikinci gelen kızların beraber çekilmiş resminin altına yazılan tek bir cümleden oluşuyor eleştiri.

Hatta belki de hiciv desem daha doğru olur.

Öyle bir ifade kullanılmış ki hem kızların pek güzel olmadıkları, hem bir yerlerden torpilli oldukları, hem de siyasi bir eleştiri olarak bunun devlet kademelerine alınan memurlarda yapılan torpil ve partizanlığa benzediği ifade edilmiş.

Çok zekice buldum.

Yazılan cümle şöyle:

"Muhtemelen, bu kızları da mülakat ile seçmişler."

Tam 12'den vurmuş bunu yazan.

Tebrik ediyorum.


Bizde eleştiri kültürü yok.

 Sakın yanlış anlamayın.

Eleştiri kültürü yok derken bizde hiç kimse hiçbir şeyi eleştirmez demiyorum.

Tam aksine, bizde herkes her şeyi eleştirir.

Ama eleştiri, eleştiri sınırlarında kalmaz.

Tacize dönüşür.

Dalga geçmeye dönüşür.

Hakarete dönüşür.

Örneğin yeni seçilen güzellik kraliçemiz hakkında yapılan eleştirilere bakalım.

Evet, yüz olarak Türkiye'nin en güzel kızı olmadığı ortada.

Muhtemelen benim gördüğüm kızlar arasında da yüzü en güzeli değil.

Neden onu birinci seçmişler bilmiyorum.

Acaba eğitim, boy, pos, vücut güzelliği, görgü vb. başka kriterler mi dikkate alınıyor seçim yapılırken?

Onu da bilmiyorum.

Bu bilgisizliğime rağmen sadece yüz güzelliğine bakarak, seçimi ben de eleştiriyorum.

Ama televizyonlardan sosyal medyaya ve hatta sokaktaki insana kadar herkes bu eleştiriyi oldukça abartmış durumda.

Kimi kızın babasının mesleğine dem vurup torpille seçildiğini söylüyor.

Kimi tipiyle ilgili bir sürü hakaret içeren söz söylüyor.

Bir spor yorumcusu, sanki kendi konusuymuş gibi kendisinin bile ondan daha güzel olduğunu söylüyor.

Erkek olduğu halde kendi güzelliğini bir bayanın güzelliği ile kıyaslaması da değişik şekilde yorumlanabilir ama konumuz değil.

Bazıları da Kemal Sunal'ın bir filminde kadın kılığına girmek zorunda kalıp kendine Şabaniye ismini vermesine atıf yaparak, güzelimizi Şabaniye'ye benzetiyor.

Hatta eskiden kendisi de erkek olan bir bayan sanatçımız, kızın remine bakıp erkeğe benzediğini söylüyor.

Bence bunlar iyi şeyler değil.

Evet, herkesin Türkiye'yi temsil etmek için seçilen biri hakkında söz söylemeye hakkı olabilir.

Bu söz, eleştirel de olabilir.

Ama hakaret içermemelidir.

Aşağılama içermemelidir.

Eleştiri boyutunu aşmamalıdır.


14 Eylül 2024 Cumartesi

Allah kimseye evlat acısı yaşatmasın.

 Narin kızımızın davasını takip etmeyen veya en azından gelişmelerden haberi olmayan sanırım yoktur.

Basında günlerdir her türlü gelişme tartışılıp duruyor.

Bazen çok sıkıntılı konulardan da bahsediliyor.

Bu durumun, Narin'in yakın akrabaları üzerinde büyük bir baskı ve üzüntü yarattığı bir gerçek.

Bundan en çok mustarip olan da babasıdır diye düşünüyorum.

Altı erkek çocuğunun yanında tek kız çocuğu olan baba, bu acıyı nasıl atlatacak bilemiyorum.

Muhtemelen ölene kadar bu acıyı yaşayacak.

Bir süre önce tutuklanıp sorguya alınanlardan biri olan baba, olayla ilgisi olmadığı anlaşılmış olacak ki serbest bırakıldı.

Basında, özellikle de sosyal medyada önüne gelenin aklına geleni söylemesinden rahatsız olan baba bazı televizyon kanallarının konu hakkında sorularını yanıtladı.

Böylece birçok spekülasyona da cevap vermiş oldu.

Babanın kamera görüntüsünden ne kadar üzgün olduğu açıkça anlaşılıyor.

Küçük kızının kaybını ruhunun derinliklerinde hissettiği de belli.

Ama kendisine her türlü soru soruldu.

İncinir mi, üzülür mü bakılmadan sorulan bu sorulara sakin bir şekilde cevap vermeye çalıştı ki bu durumun kendisi için çok zor olduğunu tahmin edersiniz.

Kim olursa olsun katiller ve yardımcıları tespit edilip en ağır cezalar verilsin dedi.

Kendisi şu anda itirafçı diye bildiğimiz şahsın katil olabileceğini düşünmekle birlikte eğer katil ve katile yardım edenler en yakın akrabası bile çıksa ceza almaları konusunda aynı fikirde olduğunu da söyledi.

Kendisi devletin ve kamuoyunun kızının bulunması ve bulunduktan sonra da suçluların tespit edilmesi konusunda gösterdiği çabalara müteşekkür.

Bir süzü devlete olan şükranını çok açık ifade ediyor.

"İki şeye güveniyorum. Yukarda Allah, aşağıda devlet. Devlet bunun sorumlularını bulacaktır."

Bizim de temennimiz o yönde.

Allah kendisine sabır versin.

Hiç kimseye de evlat acısı yaşatmasın.


12 Eylül 2024 Perşembe

Türkiye'nin en büyük problemleri: Miraslar bölüşülemiyor

Ben Türkiye'nin birçok yerinde görev yaptım.

Bazı kırsal bölgelerde tapular hala eski el senetleri şeklindeydi.

Bu konuyu çözebildiler mi bilmiyorum ama miras bölüşme sorunu hala devam ediyor. 

Hükümet tarlalar bölünmesin diye bölüşmeyi belli bir dönümle sınırladı.

Bu dönüm nedense her yerde farklı.

Bir yerde ölen bir kişi olunca her yerde olduğu gibi veraset ilamı alınır.

Veraset ilamı, ölen kişiye ait tarla, ev veya bahçe gibi malların her birinde mirasçıların her birinin payı olduğunu gösteren bir mahkeme kararıdır.

Farz edelim ki üç mirasçı var ve üç adet aynı dönümde tarla miras kalmış.

Devlet mahkeme kararıyla her tarlayı bir mirasçıya vermiyor.

Üç mirasçı da üç parça da üçte bir pay sahibi oluyor.

Gerçi üç mirasçı aralarında anlaşıp her parçayı biri alabilir mahkemeye bildirmek şartıyla.

Ama neredeyse hiçbi yerde mirasçılar bu konularda anlaşamıyor.

Tuhaflık da bundan sonra başlıyor.

Farz edelim ki üç tarla da 50'şer dönüm.

Üç kardeşi her tarladaki 50 dönümü üçe bölüp tapulaştıramıyor.

Çünkü en küçük tapu tarlada yerine göre 20,30 veya 40 dönüm olabiliyor.

50 dönüm üçe bölününce herkese 17 dönüme yakın yer düşüyor her tarlada.

Bu yüzden ayrı tapu çıkarılamadığı gibi payını en yüksek parayı veren birine satması da mümkün olmuyor.

Bu kişi tarlanın yan komşusu bile olsa mümkün değil.

Böylece bir sürü kavga gürültü çıkıyor.

Arabuluculuk müessesesi var ama arabulucuda çözülen sorun henüz görmedim.

Bundan sonra tek çözüm, izalei şuur davası açmak.

Davayı açmak avukat istiyor. 

Avukat da para demek.

Ayrıca tarlaların satış fiyatının en az %10'u da avukata gidiyor.

Devlet de %13-15 vergi alıyor.

Bir de mirasçılarda para yoksa, biri yok parasına alıyor tarlaları.

Devlet vatandaşını korumak içindir.

Malına mülküne zarar vermek için değil.

Para kaybetmesini sağlamak için değil.

Devlet kendi yarattığı bu sorunu çözmek zorundadır.

Ya tapulaştırılabilecek bir alt limit uygulamasını kaldırsın.

Ya mirası kendi bölüştürsün.

Veya kendi satsın paylaşılamayan tarlaları.


Z kuşağı bir başka oluyor.

 Biz gençken, annemize babamıza danışmadan hiçbir şey yapmazdık.

Köyden şehre giderken bile iyice düşünürdük.

Hele de bir başka şehre gideceksek, haftalar öncesinde plan yapar, nerede kalacağız filan iyice araştırırdık.

Z kuşağı böyle değil.

Daha bireyseller.

Daha cesaretliler.

Geçen yıl eğitim öğretim dönemi sonunda bir gün kızım "Baba, 6000 lira verebilir misin?" diye sorunca, ne yapacaksın dedim.

Amerika'ya gideceğim demez mi?!

Dalga geçiyor sandım.

Çünkü Türk parasının bu değeriyle 6000 lira ile bir şehirden diğer bir şehre bile gidilmez.

Meğer bu para ABD konsolosluğundan vize almak için yatırılması gereken paraymış.

İşin ciddiyetini anlayınca merak edip nasıl gideceğini sordum.

Meğer internet üzerinden bir Amerikan yaz okulunda iş bulmuş.

Öğretmenlik yapacakmış.

Yol ücretini biriktirdiği paralarla almış.

Okuldan alacağı parayla da araba kiralayıp Amerika'ın bir ucundan öbür ucuna kadar gezecekmiş.

Beynimden vurulmuşa döndüm.

"Olmazzzz!" dedim.

Fayda etmedi.

Çünkü biletler alınmış, iş ayarlanmış, her şey tamamlanmış.

İstemeye istemeye tamam dedim.

Kızım bir süre sonra Amerika'ya gitti.

Bahsettiği okulda öğretmenlik yaptı.

Dediği gibi bir Meksikalı, bir yarı azerbaycan Türkü yarı Rus kızla araba tutup Amerika'nın bir ucundan öbür ucuna gittiler.

Her gün rapor aldım Whatsapp'tan. 

Görüntülü görüştüm.

Merak ve biraz da korku vardı tabi.

Neyse ki gezi bitti.

Bu gün öğlen üzeri İstanbul'a indi.

Şimdi de Ankara'ya doğru uçuyor.

Muhtemelen bir iki saate kadar gelir.

Ben ise bu gün İstanbul'a gidecektim.

İşim vardı.

Yer ayarlayamadım.

Başka işlerim çıktı.

Gidemedim.

Z kuşağı bize hiç benzemiyor.

Dikmen Vadisi'ndeki Rezalet

 Bu gün evime yakın bir yerde olan Panora alışveriş merkezine biraz yolu uzatarak yürüdüm.

Çoktandır spor yapmıyorum, biraz hareket olur diye düşündüm.

Panora'nın hemen alt kısmından, One Tower'in arka tarafından Dikmen Vadisi başlar. 

Vadinin bir kolu da üzerinde antenlerin bulunduğu Çal Dağı'ndan gelir.

İki kolun birleşme yerine geldiğimde durup biraz etrafa baktım.

Gördüklerim karşısında "Keşke buradaki Dikmen köyü ve yakınlarındaki gecekondular dursaydı." diye düşündüm.

Çünkü köy ve düzensiz bir yapılanma da olsa gecekondular, doğa ile iç içe yapılardan oluşuyordu.

Bölgede mevcut ağaçlara bakınca da bunu görmek mümkün.

Köylüler ve gecekonducular genellikle tek katlı yer evlerinde oturuyor ve bahçelerine bir sürü ağaç dikiyorlardı.

Bu ağaçların büyük bir kısmı da meyve ağaçlarıydı.

Şu anda Dikmen Vadisi'nin henüz vadi projesinin uygulanmadığı bölümü onlarda gökdelenle dolu.

Vadi tabanına yakın yerlere yapılan bu gökdelenler, tabanları düşük rakımda olmakla birlikte etraftaki eski binaların görüş alanını tamamen kapatmış durumda. 

Bazısı tamamlana, bazısı kaba inşaatı bitmiş olan, bazısı ise yeni inşa edilmeye başlanan bu evler birbirlerine o kadar yakın ki, muhtemelen hava akımı hiç yoktur.

Bu binalarda oturacak olanların vay haline.

Öte yandan, dere tabanı veya kenarlarına yapılan evlerin karşı karşıya kaldığı sonuçları birçok kez gördüğümden bu binalar güvenli de değil bence.

Örneğin Antakya'da Asi Nehri daraltılarak kazanılan aarazilere parklar ve apartmanlar yapılmıştı.

Bir yıl çok fazla yağmur yağdı.

Suriye, taşma tehlikesi yüzünden nehir üzerindeki barajların kapaklarını açınca Antakya'yı sel aldı.

Dere yatağındaki parkı su alıp götürdü.

Bu topraklar üzerine yapılan apartmanlar da altlarını sel oyduğundan yıkıldı.

Umarım Dikmen Vadisi'nde aynı şey yaşanmaz.

Ama bu hep bir olasılık olarak orada oturanların aklının bir yerinde duracak.

Çünkü vadiler ve dere yatakları, yağışın en fazla olduğu zamanlara göre son şekillerini alırlar.

10 veya 100 yılda bir de olsa o dere yatağını veya vadiyi grıtlağa kadar dolduracak kadar aşırı sel yaratacak yağmur yağar.

Mutlaka yağar.

Bunu ben biliyorsam herkes biliyordur.

İmar izinleri verilirken bunu neden dikkate almazlar bilmiyorum.





Bu gün 12 Eylül. Herkes Kenan Evren'e hakaret etmenin dayanılmaz hafifliği içinde.

 Bu gün 12 Eylül. 

12 Eylül 1980'de yapılan askeri darbenin yıldönümü.

Sosyal medyaya bakınca, hemen herkesin Kenan Evren'e hakaret etmenin dayanılmaz hafifliğine kendini kaptırmış gibi görünüyor.

Paylaşımlar genellikle şöyle:

"Allah belanı versin Kenan Evren."

Bunları okuyunca üzülüyorum.

Kenan Evren'i çok sevdiğimden değil.

Toplumun sloganlarla hareket ettiğini, hiç düşünmediğini gördüğümden üzülüyorum.

Size sorarım.

Eğer 11 Eylül'de (12 Eylül 1980 öncesinde) yaşananlar olmasaydı 12 Eylül olur muydu?

Hayır?

Peki bize 11 Eylül'deki acıları yaşatan ve 12 Eylül'e sebep olanlar ne olacak?

Kenan Evren suçlu da onlar demokrasi kahramanı mı?

Ben ortaokuldaydım o zaman.

12 Eylül bir baskı rejimiydi.

Ama 11 Eylül de yaşam garantisi olmayan bir anarşi ve hatta iç savaş dönemiydi.

Generalleri darbeye teşvik eden de bu ortam oldu.

Şimdi herkes sonuca sövüyor.

Ama sebebi kimse sorgulamıyor.

Herkes yaptığının hesabını vermeli.

Özeleştiri yapmalı 11 Eylül'ün müsebbipleri.

Yoksa Kenan Evren'e hakaret etmek bize hiçbir şey kazandırmaz.

Hatta kötü bir alışkanlık edinerek aynı hataları tekrarlamamıza sebep olur.

Zarar verir.

Nitekim bunun etkisini bu gün de görüyoruz.

15 Temmuz gerici kalkışması oldu.

Herkes 15 Temmuz'da FETÖ'ye küfrederek içini rahatlatıyor.

Peki 15 Temmuz öncesi yapılanlar ne olacak?

O dönemin, yani bize 15 Temmuz'u yaşatacak ortamı hazırlayan eylemlerin sorumluları ne olacak?

Parsel parsel ülkeyi FETÖ'ye satanların hiç suçu yok mu?

Devleti neredeyse FETÖ'ye teslim edenlerin, hakimlerin, askerlerin, polislerin ve diğer devlet görevlilerin FETÖ'cülerden oluşması için gayret gösterenlern sorumluluğu ne olacak?

Hiç bunun hesabını veren var mı?

Özeleştiri yapan var mı?

Allah verdikçe veriyor diyenler bunun hesabını verdi mi?

Allah bizi affetsin, aldatıldık demekle kimse sorumluluktan kurtulamaz.

Hele de ikide bir "Ne aldanan ne aldatan olmadık." diye konuşanlar sorumluluktan kaçamaz.

Bence biraz mantıklı olmakta fayda var.

Hasta olup doktora gittiğinizde doktor bile size bir sürü soru sorar.

Sorunu anlamak için.

Sonra da bir sürü tahlil ister.

Detaylı muayene eder.

Sorunun sebebini öğrenmek ve tedaviyi ona göre düzenlemek için.

Neden aynı şeyi ülke sorunları için yapmıyoruz?

Bu kafayla devam edersek sonumuz iyi olmaz.

Yeni Türk Alfabesi Belirlendi. Peki Ne İşe Yarayacak?

 Bizde Arap alfabesinin terk edilerek Latin alfabesinden uyarlanan yeni Türk alfabesinin alınması çok tartışılan bir konudur.

Kimi bunu destekler kimi de şiddetle karşıdır alfabenin değişmesine.

Karşı çıkanların en temel argümanı da "Dedelerimizin mezar taşlarını okuyamıyoruz." cümlesiyle ifade edilir.

Sanırsın adamın işi gücü mezarlıkta taş okumak.

Halbuki bu ifade kendi içinde sorunludur.

Eğer konu dedelerimizin mezar taşını okuyamamak ise bunun ilk sorumlularından biri Arap alfabesini kabul etmemizdir.

Bizim kendi özgün alfabemiz varken Müslüman olunca o alfabeyi bırakıp Arap alfabesine geçen atalarımız başlatmış yanlış uygulamayı.

Eğer onlar Arap alfabesini almayıp Göktürk Alfabesi'ni kullanmaya devam etselerdi, bu gün bu tartışmaları yaşamayacaktık.

Dedelerimizin mezar taşlarını da okuyacaktık.

Halbuki şimdi okuyamıyoruz.

Arap alfabesi ile yazılanları kastetmiyorum.

Onları okuyabilen yeterince eğitimli insan her zaman vardı.

Ama Arap alfabesi kabul edilmeden önce kullandığımız Göktürk alfabesini okuyanlar o kadar çok değil.

Hatta bir zamanlar hiç yoktu.

Bu yüzden Atalarımız olan Göktürklerden kalan anıt mezarlardaki dikili taşlar üzerinde yazılan yazıları yabancılar okudu ilk olarak.

Göktürk yazılarını biz değil de yabancıların okuması bir zamanlar Arap alfabesini kabul etmiş olmamızdır.

Bu kadar alfabe tartışması yeter.

Çünkü Latin kökenli Türk alfabelerini kabul etmemizin sebebi olarak anlatılanların çoğu saçma ve asılsız.

Özellikle de bu harfleri kabul etmemizi bir türlü hazmedemeyenlerin iddiaları böyle.

Biz Latin kökenli alfabeyi, ne İslamdan kopmak ne de başka bir şey için kabul etmedik.

Dahası, Cumhuriyet öncesinde de bu alfabeye geçilmesi gerektiğini savunanlar olmakla birlikte Latin alfabesine ilk geçen Türkler biz değiliz.

Azerbaycan, bizden çok önce, daha 1920'lerde Latin alfabesine geçmişti.

Hatta Sovyet Rusya, o zamanlar Arap alfabesi kullanan Türkiye'den Asya'daki diğer Türkleri koparmak için tüm Türk devletlerine Arap alfabesini bıraktırıp Latin alfabesini zorunlu kılmıştı.

Sovyet toplum mühendisleri, ortak alfabenin Türkiye ve Asya'daki diğer Türklerin birbirlerinin yazdıklarını okuyup anlamasına, dolayısıyla uzun vadede tüm Türklerin birbiri ile anlaşmasına sebep olacağını biliyordu.

Bu yüzden Latin alfabesini zorunlu kıldı.

İşte bu yüzden, biz de Latin alfabesine geçtik.

Bunda Arap harflerinin Türkçe'yi yazmak için yetersiz kalmasının da etkili olduğunu reddetmiyorum.

Ama alfabe değişikliği için 1 Kasım 1918'in beklenmesinin de bir sebebi olmalı.

Bu sebep, Asya'daki Türklerle aynı alfabeyi kullanmak istenmesidir.

Nitekim bu durum Rusların gözünden kaçmamıştır.

Türkiye de diğer Türk devletleri gibi Latin alfabesine geçince Sovyet Rusya, bu sefer de Türk devletlerine latin alfabesini bıraktırıp Kiril alfabesini zorunlu kılmıştır.

Neyse ki Sovyetler Birliği yıkıldı da Asya'daki Türk devletleri bağımsızlıklarını kazandılar.

Üstelik, yeni devletler çok büyük sorunlar yaşamadan varlıklarını bu güne kadar sürdürebildiler.

Bağımsız oldukları döneme göre oldukça da güçlendiler.

Konjonktür de elverişli olduğundan Türk debletleri kendi aralarında bir birlik kurma yoluna gittiler.

Türk Devletleri Topluluğu, bunun en üst seviyesini teşkil etti.

Bu teşkilatın çalışmaları, tüm Türklerin birleşmesi yönünde umut verici gelişmeleri de beraberinde getirdi.

Bu gelişmelerin de en önemlisi yeni ortak alfabenin kabul edilmesidir.

Kısa süre önce Türk devletleri teker teker Kiril alfabesini bırakarak Latin alfabesine geçmişti.

Ama her ülkede alfabe, yerel seslere uygun olarak diğerlerinden farklı bazı kelimeleri de alfabelerine almıştı.

Bu durum, Türk devletlerinin alfabeleri arasında birlik yokmuş gibi bir izlenim veriyordu.

İşte yani ortak alfabenin kabulü, bu sorunu çözecektir.

Üstelik, bizim alfabemizde çok fazla bir değişiklik de olmayacaktı.

Sadece 29 olan harf sayısı 5 yeni harf eklenerek 34'e çıkacaktır.

Ama bunun getirisi büyük olacaktır.

Çok geniş bir coğrafyaya yayılmış olan Türk devletlerinin herhangi birinde yazılan bir şey, diğerlerinde de zorluk yaşanmadan okunabilecektir.

Bu durum, lehçe farkları olan değişik bölgelerde konuşulan Türkçe'nin ortak bir noktada birleşmesine de hizmet edecektir.

Milyonlarca Türk, herhangi bir zorlanma yaşamadan birbirini anlayacaktır.

Belki de bu durum, Turan'ın yeniden kurulmasını da sağlayacaktır.

Ne demiş ilk Turancılardan İsmail Gaspıralı?

Tüm Türklerin birleşmesi için "Dilde, fikirde, işte birlik" kurulmalıdır.

Alfabede birlik, dilde birliğe hizmet edecektir.

Dilde birlik fikirde de birliği getirecektir.

Bu durum, doğal olarak işte de birliğe hizmet edecektir.

Yeni ortak Türk alfabesi Türk milletine hayırlı olsun.

Türkiye'nin bir nüfus politikası olmalı.

 Maalesef ülkemizde bir nüfus politikası yok.

Devlet nüfusla ilgilenmiyor.

Örneğin, son 70 yıldır doğudan batıya, köyden kente kitlesel bir göç yaşanıyor.

Birden bire büyüdüğü için çarpık yapılaşan kocaman şehirlerimiz var bu yüzden.

Bir de hangi akılsa milyonlarca yabancıyı da ülkemize aldık.

Üstelik kontrol de etmiyoruz.

Babalarının ağılı gibi istedikleri yere gidip istediklerini yapıyor.

Çoğu da İzmir ve İstanbul gibi şehirlerde toplanıyor.

Bu ileride demografik sorunları da beraberinde getirecek.

Ama bu saçma sapan nüfus dağılımının yarattığı başka sorunlar şimdiden ortaya çıkmaya başladı.

Örneğin İzmir Körfezi'nde sık sık balık ölümleri görülmeye başladı.

Nüfus o kadar arttı ki denize dökülen İzmirlilerin kanalizasyon atıklarını artık deniz temizleyemiyor.

Böylece deniz kirleniyor.

İzmir'e giden veya orada yaşayanlar deniz suyunun gri olduğunu görmüştür.

Bu suda balık yaşayamıyor artık.

Devletin konuyu inceleyip gerekli tedbirleri alması lazım.

Nüfus hareketlerini liberal bir saçmalıkla başıboş bırakmamak lazım.

Şehirlerin, özellikle de İzmir gibi kapalı bir körfezi olan şehirlerin nüfus artışı durdurulmalı.

İstanbul ise başka bir sorun.

Ülke ekonomisinin yarısı İstanbul'da.

Nüfusun da önemli bir kısmı orada yaşıyor.

Halbuki İstanbul bir fay hattı üzerinde.

Tarihte de çok büyük depremler olmuş.

Antakya, Maraş ve çevresinde depremlerin belirli periyodlarla tekrarladığını gördük.

Etkisinin yıkıcı olduğunu da yaşayarak öğrendik.

İstanbul'un da önce nüfus artışı durdurulmalı, sonra da nüfusun Anadolu'ya yayılması için tedbir alınmalıdır.

Bir de hükümetimiz kendini Osmanlıcı diye lanse ediyor.

Eğer Osmanlıcı iseler Osmanlı gibi davransınlar.

Osmanlı'da isteyen istediği yere göç edip yerleşemezdi.

Özellikle de İstanbul'a yerleşmek çok zordu.

Hatta İstanbul'a geçici bir süre için gelenler bile kontrol ediliyordu.

İşsiz güçsüz takımı, suçlular, sorun yaratabilecek tipler ve hatta tipi çirkin veya güvensiz görünenler bile İstanbul'a alınmıyordu.

Biz ise bırakın kendi vatandaşlarımızı, tüm dünyadan gelenleri alıyoruz İstanbul'a. Hem de en sorunlu bölgelerden gelenleri.

İstanbul'a gidince Mehmet Akif'in şiiri aklıma geliyor.

"Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela."

Etrafta her cinsten insan var.

Bazı bölgelerde Türkçe konuşanlar çok az.

Acilen bir nüfus politikası hazırlanmalı ve derhal uygulanmalıdır.

Yoksa acı sonuçlarına katlanmak zorunda kalacağız.