.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

6 Mart 2022 Pazar

Avrupa ırkçıysa Araplar ne, biz neyiz?

 Suriyelileri almamak için her türlü taklayı atarken kendi kültürlerine yakın diye Ukraynalıları almakta sorun çıkarmayan Avrupa ülkelerini ben dahil birçok kişi eleştiriyor.

Avrupalıların ırkçılık, en azından kültürel ırkçılık yaptığı iddia ediliyor.

Çünkü Avrupalılar Ukraynalıları kendi kültürlerinden sarışın ve mavi gözlü insanlar oldukları için aldıklarını söylemekten çekinmiyor.

Ama biraz durup düşününce insanın aklına başka şeyler geliyor.

Avrupalıların kendi kültürlerinden olmayan kara derili veya en azından sarışın ve mavi gözlü olmayan Suriyelileri almaması ırkçılık olarak değerlendirilebilir ama kendi kültürlerinden, kendileri gibi siyah saçlı, kahverengi gözlü ve koyu tenli olmasına rağmen Arap devletlerinin Suriyeli göçmenleri almayacaklarını daha en baştan ilan etmeleri ve Suudi Arabistan ile körfez ülkelerinin tek bir Suriyeli göçmen almamalarını nasıl değerlendirmek gerekiyor?

Sanırım alemin tek geri zekalısı biziz.

Ne dilleri, ne kültürleri ne de başka bir şeyleri bize benzemeyen milyonlarca Suriyeli göçmeni aldık.

Şimdi de Ukrayna'dan ve Rusya'dan bazı kişilerin Türkiye'ye göç ettiğine dair haberler yapılıyor.

Daha da kötüsü bunları göçmen kamplarında tutmak yerine ülkenin her yerine dağılmalarına göz yumduk.

Yani iğneyi Avrupalılara batırırken çuvaldızı Arap devletlerine ve çuvaldızdan daha büyük ne varsa onu da kendimize batırmak gerekmiyor mu?

2 Mart 2022 Çarşamba

Ne Amerika, ne Rusya, ne Çin; her şey Türkiye için.

 Beni bilen bilir. Emperyalizme karşıyımdır. Ama bu konuda, emperyalizme karşı olduğunu söyleyen bazı kişilerden farklı olduğumu da söylemeden geçemeyeceğim. Emperyalizme karşı olduğunu söyleyenlerden çoğu, ABD emperyalizmine karşılar, emperyalizme değil. Muhtemelen emperyalizm deyince akıllarına sadece ABD, belki biraz da Batı Avrupa'nın büyük devletleri geliyor. Ben emperyalist ayrımı yapmıyorum. ABD ve Batı Avrupa devletleri kadar Rusya ve Çin'i de emperyalist devlet olarak görüyorum ve hepsinin canı cehenneme diyorum. Ülkenin tek politikasının Atatürk'ün de uyguladığı tam bağımsızlık olması gerektiğini düşünüyorum. Bu kadar lafı niye ettim? Ukrayna-Rusya savaşı çıkınca ABD'yi emperyalist görüp de Rusya'ya toz konduramayan bazı kişiler yine; "Rusya bize Kurtuluş Savaşı'nda şöyle yardım etti, böyle yardım etti" diye hikaye anlatmaya başladılar. Rusya bizim dostumuz, en zor zamanımızda yanımızda oldu demeye getiriyorlar. Oysa bu iddiada bazı büyük yanlışlar ve eksikler var. Örneğin Rusya 1914-1918 yılları arasında bize var gücü ile saldırdı. Neredeyse Sivas'a kadar Anadolu'nun doğu kesiminin tamamını işgal etti. Ermenileri silahlandırarak milyonlarca insanımızı katlettirdi veya yarı aç yarı tok, yalınayak başı kabak batıya göç etmesine sebep oldu. 1919'da batıya göçen ve açlıktan kırılan nüfus 1.000.000 kişiydi. Bundan neden bahsetmiyorlar? Üstelik 1919-1922 yılları arasında bize yardım eden Rusya değil Sovyetler Birliği idi. Yani çeşitli milletlerin kurduğu Bolşevik devletlerin birleşmesinden oluşan enternasyonalist bir rejim idi. Onlar da şartların zorlamasıyla ve kendi çıkarları için yaptılar bu yardımları. Eğer Anadolu'da bir milli hareket gelişirse Yunan, Ermeni, İngiliz ve Fransızlar, Bolşevik rejimi doğmadan yok etmek için yeterince asker gönderemeyeceklerdi. 1919'da Bolşevikler İngiliz, Fransız, Amerikalı ve Japonlar tarafından üç yandan saldırıya uğramışlardı. Mondros Mütarekesi sonrasında (1919 başlarında) Fransız ve Yunan birlikleri de Kırım'a da çıktılar. Bu gün Ukrayna-Rusya savaşının meydana geldiği bölgelerde Beyaz Rus generali Wrangel ile birlikte Bolşeviklere saldırdılar. Bolşevikler iç ve dış saldırılar sebebiyle yok olmanın eşiğine gelmişlerdi. Aynı bölgeden ve Kafkasya'dan yeni birlikleri gelmemesi onlar için hayati öneme sahipti. Yani Bolşevik Rusya'nın emniyeti ve yaşaması Anadolu'daki bağımsızlık hareketinin başarısına da bağlıydı. Bu yüzden bize yardım ettiler. O kadar büyütülecek kadar da değildi bu yardım. Çünkü zaten kendilerine de silah ve para lazımdı. Üstelik samimi bir dostluktan da kaynaklanmıyordu. Konjonktürel idi. Nitekim, 2. Dünya Savaşı sonrasında kendilerini yeterince güçlü ve emniyette hissedince Bolşeviklerin yaptıkları ilk şey bizden Erzurum'a kadar Doğu Anadolu topraklarını ve boğazlarda üs kurma hakkını istemek oldu. Sadece bu kadar da değil. Osmanlı ömrü boyunca en çok iki devletle savaştı ve yıkılmasına da bu iki devlet sebep oldu. Bunlardan biri Avusturya, diğeri ise Rusya idi. Biz Ruslarla ilk savaşımızı (daha önceki birkaç küçük çatışma hariç) 1560'larda Astarhan'da yaptık ve o tarihten sonra Osmanlı yıkılana kadar sürekli olarak savaştık. Bu savaşların tamamına yakınında mütecaviz taraf Ruslardı. Osmanlı'yı bütün balkanlardan, Karadeniz kuzeyinden ve Kafkaslardan (büyük katliam ve sürgünlerle nüfus yapısını da değiştiren) çıkaran Ruslardı. Balkan savaşını kışkırtan ve Avrupa kıtasından atılmamızı sağlayan da Ruslardı. Şimdi bunları söyleyince tarihi düşmanlık için kullanıp Ruslarla düşmanlık yaratalım dediğimi zannetmeyin. Ama 350 sene bize saldırdıkları halde, sadece 1919-1921 yılları arasında kendi güney kanatlarını savunalım diye verdikleri üç-beş top ve tüfek ile Orta Asya'daki Türklerden topladıkları paraları verdiler diye de Rus seviciliğinin alemi yok. Ayrıca ABD'nin kucağına oturmayalım diye gidip Rusya'nın veya Çin'in kucağına oturmak da bana pek mantıklı gelmiyor. Oturduğun şey aynı ise kime ait olduğunun bir önemi yok. Ama Avrasyacılık saçmalığı ortaya çıktıktan sonra maalesef Osmanlının yıkılma dönemindeki devlet görevlileri gibi bölündük. Onlar da kimisi İngilizci, kimisi Fransızcı, kimisi Rusçu idi. Milli Mücadele'de de İngiliz Muhipleri ve Amerikan mandacısı Wilson Prensipçileri vardı. Hatta İtalyan seviciler bile mevcuttu ama sayıları diğerlerine göre daha azdı. Atatürk Nutuk'ta bu kişileri uzun uzun anlatıp eleştirir. Bundan sonra da kendi fikrini açıklar: Ya istiklal, ya ölüm. Ayrıca tam bağımsızlık der, hakimiyet-i milliye der, irade-i milliye der, Misak-ı Milli der. Ben de onun gibi düşünüyorum. "Ne Amerika, Ne Rusya, Ne Çin, Her Şey Tam Bağımsız Türkiye İçin" diyorum. Ne Atlantik, ne Avrasya merkezli düşünüyorum. Anadolu'dan başka bir merkez filan da kabul etmiyorum. Eğer birileri bir birlik kurmak istiyorsa, gelip bizim etrafımızda, Anadolu'yu merkez alarak toplansınlar. Bu saatten sonra nhiç kimsenin uydusu olacak halimiz yok.

28 Ocak 2022 Cuma

2022 yılı kötü geçecek gibi görünüyor.

 2022, 2021'den daha kotu geçecek gibi.

Baharda Ukrayna'da ne olacaksa olacak.

Top Rusya'da.

Rusya'nın caydırıcılık ve zorlama konseptleriyle yaptığı hamleye Bati ve NATO ayni konseptle cevap verdi.

Hamle sırası Rusya'da.

Rusya şimdilik 1-0 önde.

Çünkü Ukrayna krizi Belarus ve Suriye krizini gündemden düşürdü.

Kafkasya'da da Rusya Batı'ya kayan Ermenistan'ı Karabağ savaşında destek vermeyerek cezalandırdı.

Bu sayede ayrıca, Elçibey'in ülkeden çıkardığı Rus ordusu Karabağ'da yeniden Azerbaycan topraklarına girdi.

Suriye'de, Rusya yerini sonsuza dek garantiledi.

Çünkü rejim hayatta kalmak için tamamen Rusya'ya bağlı.

Rusya Ukrayna'da saldırgan bir tutum uygulamaya karar vermezse baharda Libya'yı karıştırarak krizi topraklarından uzak bir noktaya taşımaya çalışabilir.

Dünya genel bir gerginlik içinde.

2. Dünya Savaşı öncesi gibi enflasyon tüm dünyada arttı ve otoriterlik yaygınlaştı.

İnşallah genel bir savaş çıkmaz.

Rusya-Batı çatışması kimin işine yarar?

 Roma ve Doğu Roma yüzyıllarca Iran ve Ortadoğu imparatorlukları ile savaştı.

Bunun sonucunda Anadolu harabeye dondu.

Nüfus azaldı.

Bu mücadele Romalıların, İranlıların ve Arapların gücünü tükenme noktasına getirdi.

Böylece Anadolu-İran ve Ortadoğu'da büyük bir boşluk oluştu.

Bu boşluğu doğudan gelen organize olmuş dinamik bir toplum yapısına sahip Türkler doldurdu.

Bundan sonra tarihi yüzyıllarca Türkler şekillendirdi.

Ayni senaryo bugün de gerçekleşiyor gibi.

Rusya, Ukrayna ve Belarus'ta Bati ile didişiyor.

Bir savaş çıkarsa, oluşacak boşluğu Çin dolduracak.

Stratejide asıl olan taarruzdur.

 Bazen ve hatta çoğu zaman savunma yapmak sizi daha kotu duruma düşürür.

En iyi savunma taarruzdur.

16 Mart 1920'de İngilizler İstanbul'u işgal edince Mustafa Kemal Paşa, İngilizlerin davranışının kötülüğünü anlatmakla vakit geçirmedi.

Olayı kınayan teller çekip hemen Anadolu'daki tüm İngiliz subay ve askerlerinin tutuklanmasını emretti.

Yani karşı taarruza geçti.

Bunun üzerine İngilizler kendi adamlarını kurtarma derdine düştüler.

Böylece 1921 yılında esir ve tutukluların mübadelesi anlaşması imzalamak zorunda kaldılar.

Hem de resmi olarak tanımadıkları Ankara hükûmeti ile.

Bir mücadelede esas olan düşmanın dengesini bozmaktır.

Savunma yaparak denge bozmak neredeyse imkânsızdır.

Aslolan taarruzdur.

Savunma yapmak zorunda kalındığında bile savunma taarruzi bir ruhla yapılmalıdır.

Not: Strateji herkes için gerekli birilimdir.

25 Ocak 2022 Salı

 Stratejide esas kuvvet çoğunluğu ile düşmanın hassas ve zayıf tarafına taarruz etmektir.

Taarruz ısrarla ve istikamet değiştirmeden yapılmalıdır.

Düşman sizi bundan vazgeçirmek için bazı aldatma tedbirleri uygulayabilir.

Cazip görünen başka sahte hedefler (yemler) ortaya atabilir.

Bu durumda istikamet değiştirmeden hedefe doğru, yani düşmanın hassas tarafına doğru ilerlemek gerekir.

Yem ile vakit kaybetmemek lazım.

Her yeme atlayan bir kuvvet hem zaman kaybeder hem de sürtünme etkisiyle zayıflar.

Ortada yem varsa düşman zorda demektir.

Hedefe daha büyük bir ısrarla taarruz etmek gerekir.

Duraklamak, takviye beklemek, ikircikli davranmak, nereye saldırılacağı konusunda şüpheye düşmek düşmana zaman ve fırsat kazandırır.

Örneğin Enver Pasa Allahuekber Dağlarından indiğinde Hafız Hakki Paşa'yı beklemek yerine hemen Sarıkamış'a taarruza geçseydi bu gün Sarıkamış Muharebesi cok farklı anlatılırdı.

Kanuni bütün yaz mevsimini düşmanın önemsiz kaleleri ile ve küçük kuvvetleri ile geçirmek yerine doğrudan Viyana'ya taarruz etseydi, belki de ikinci viyana kuşatması ve bozgunu olmayacaktı.

Çünkü Viyana'yı ele geçirebilirdi.

9 Ocak 2022 Pazar

Tutmayacağınız sözler vermeyin.

 Kral, dondurucu bir kış gecesinde sarayın bahçesinde gezerken gördüğü nöbetçi askere yaklaşıp;

"Üşümüyor musun asker?" diye sormuş.

Asker:

"Üşümüyorum sayın kralım. Ben soğuğa alışığım."

Kral:

"Olsun... Ben yine de sana hemen sıcak tutacak elbise getirmelerini emredeceğim." deyip gitmiş.

Ancak bahçede dolaştıktan sonra saraya girdiğinde emri vermeyi unutmuş.

Ertesi gün, duvarın yanında muhafızın soğuktan donmuş cesedini bulmuşlar.

Duvarın üzerinde şöyle bir yazı varmış:

"Kralım, ben soğuğa alışkındım; fakat senin sıcak elbise vaadin beni öldürdü..."

Türlü türlü vaatlerle, insanları bekleterek bir umuda bağlayarak kesinlikle imtihan etmeyin. 

Çünkü insan, bekledikçe değişir. 

Beklettiğiniz kişi hakkınızda telâfisi imkânsız  olumsuz düşüncelere girer. 

Yerine getirmeyeceğiniz sözler verdirseniz; önce umudu öldürürsünüz.

Ardından sevgi, saygı, güven, dostluk ve muhabbet ölür.

Dahası, insanlık ölür.

Adalet nasıl sağlanır?

1506 yılında Frankfurt'ta bir tüccar 800 lonca kaybeder. 

Yoldan geçen bir marangoz da tesadüfen bu tüccarın çantasını bulur. 

Son derece dindar olan marangoz cüzdanı bulduğunu kimseye söylemez.

Bu kadar çok para kaybının fark edilmemesinin mümkün olmadığını değerlendirir ve sahibinin bu parayı arayacağını düşünür.  

O zamanlar, 40 lonca ile iyi bir at satın alınabildiğinden 800 lonca yaklaşık 20 at bedeli kadardır.

Bir gün marangoz kiliseye gider. 

Rahip vaazdan sonra cemaate, "Bir tüccarın 800 lonca kaybettiğini ve bulanın 100 lonca ile ödüllendirileceğini" söyler.

Bunun üzerine marangoz parayı getirir ve Rahibe teslim eder.

Tüccar gelir ve parayı alır. 

Ancak Marangoz'a, vadetmiş olduğu 100 loncayı ödemeyi reddeder. 

Marangoz'a 5 lonca uzatır. 

Marangoz tüccara "sözünü tutmasını"  söyler. 

Açgözlü tüccar, vaat edilen 100 loncayı vermemek için "cüzdanında 800 değil 900 lonca olduğunu ve Marangoz'un çantadan para aldığını iddia eder." 

Rahip, hiddetle ayağa kalkar. 

"Marangozu tanıdığını, onun dürüst bir adam olduğunu ve asla böyle bir şey yapmayacağını" söyler. 

Tartışma kızışır. 

Rahip, Tüccar ve Marangoz'u alıp Frankfurt mahkemesine götürür.

Hakim Tüccar'a, "İncil'e elini  koyarak 900 lonca kaybettiğine dair  yemin etmesini" söyler. 

Tüccar, tereddüt etmeden elini İncil'e koyar ve yemin eder. 

Yargıç, Marangoz'a döner ve "800 lonca bulduğuna yemin etmesini" söyler. 

Marangoz da elini İncil'e bastırarak yemin eder.

Herkes merakla hakimin kararını beklemektedir. 

Hakim her şeyin gün gibi açık olduğunu belirterek şunları söyler:

“Marangoz 800 lonca buldu ve tüccar 900 lonca kaybetti. 

Yani marangozun bulduğu kese tüccarın değil. 

Dolayısıyla marangozun bulduğu   para, sahibi çıkmadığına göre Marangozun kendisine aittir. 

Tüccar ise  kaybettiği  900 loncasını aramaya devam edebilir.” 

Bu karar ile: fakir bir marangozun haklarını reddeden cimri bir tüccar adil bir yargıç tarafından cezalandırılmış ve bu olay Frankfurt tarihine geçmiştir.

8 Ocak 2022 Cumartesi

Gölgenizden korkmayın.

 Büyük İskender'i babası Filip hiç sevmezmiş.

Hatta bir ara onu sürgüne bile göndermiş.

Sürgün dönüşü bir toplantıda krala gönderilen hediyeler takdim ediliyormuş.

Uzak bir ülkenin kralı olağan üstü güzel görünümlü bir at göndermiş.

Kralın nezaket gereği ata binmesi gerekiyormuş. 

Ancak, atı getirdiklerinde hiç rahat durmadığını, sürekli kişneyip sıçradığını görünce ata binmekten korkmuş.

Hem nezaket kuralına uymak hem de t ürkerse İskender'den kurtulmak isteyen Filip oğluna:

"Atı sana veriyorum." demiş.

Bu durumda ata İskender'in binmesi gerekiyormuş.

İskender sakin bir şekilde ata yaklaşmış.

Yularından çekip atı ters tarafa döndürmüş.

At tamamen sakinleşmiş.

Sonra da üzerine binip biraz dolaşmış.

Tabii herkes buna çok şaşırmış.

Toplantı dağıldıktan sonra arkadaşları İskender'e sormuşlar:

"Bu deli atı nasıl sakinleştirebildin?"

İskender cevap vermiş:

"At gölgesinden korkuyordu. Bu sebeple debelenip duruyordu. Ben sadece yüzünü güneşe doğru çevirdim. Gölge kaybolunca at sakinleşti."

Hayat da böyledir.

Gölgenize takılıp kalmayın. 

Hele de gölgenizden hiç korkmayın.

Çevirin başınızı güneşe doğru.

Yapamayacağınız hiçbir şey olmadığını göreceksiniz.

Giyotin ve Gerçeği Söylemenin Bedeli

 Bir zamanlar Fransa'da üç kişi idama mahkûm olur.

Bunlardan biri papaz, biri hâkim, biri de fizikçidir.
İdam sehpasına ilk papaz çıkarılır.
Başını giyotinin altına yerleştirir.
Cellat sorar:
"Son sözün nedir?"
Papaz:
"Ben Tanrı'ya inanıyorum, O beni kurtaracaktır."
Bunun üzerine giyotin ile idam işlemi başlar.
Fakat giyotin, papazın boynuna birkaç santim kala durur.
Bunu gören insanlar heyecanla bağırırlar:
"Onu serbest bırakın. Tanrı sözünü söylemiş ve onu korumuştur."
Bunun üzerine papazı idam etmekten vazgeçilir.
Sıra hâkime gelir.
Ona da aynı soruyu sorarlar:
–"Söylemek istediğin bir şey var mı?"?
Hakim:
"Ben papaz gibi Tanrı'ya inanmıyorum. Ama adalete güveniyorum."
Bunun üzerine giyotin ile idam işlemi başlar.
Fakat giyotin, hakimin boynuna birkaç santim kala durur.
Bunu gören insanlar heyecanla bağırırlar:
"Onu serbest bırakın. Adalet sözünü söylemiş ve onu korumuştur."
Bunun üzerine hakimi idam etmekten vazgeçilir.
Sıra fizikçiye gelir.
Ona da son sözünü sorarlar.
Fizikçi:
"Ben ne Tanrı'ya inanan bir papazım, ne de adalete güvenen bir hâkim..
Bildiğim tek şey şudur:
Giyotinin ipinde bir düğüm var ve o düğüm giyotinin tam inmesine engel oluyor."
Görevliler giyotini kontrol edince gerçekten de bir düğüm olduğunu görürler.
Düğümü açarlar ve giyotin ile idam işlemini başlatırlar.
Sorun çözüldüğü için giyotin hızla inerek fizikçinin başını bedeninden koparır.

Toplumda gerçekleri söylemenin acı sonuçları olabilir!..

Gerçeği söylemeye cesareti olanlar, bedel ödemeyi göze almalıdır..