.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

14 Eylül 2021 Salı

Eğitim Sistemimizin Temel Sorunları

 

İlkokuldan itibaren, birçok okulda okudum. Hala da fırsat buldukça okumaya devam ediyorum. Çocuk sahibi olunca, onları da küçük yaşlarından itibaren okula gönderdim. Tüm bu süreç boyunca ülkemizde eğitim adına yapılanlardan ve tartışılanlardan çıkardığım sonuç şudur: Eğitim sistemimizin iki temel sorunu bulunmaktadır. Bunlardan birincisi eğitim sorunudur. İkincisi ise sistem sorunudur. Yani hem ne öğretileceği hem de nasıl öğretileceği konusunda sorun yaşanmaktadır.

Muhtemelen bu ülkeyi yönetenler de benim gibi bu iki konunun büyük bir sorun teşkil ettiğini düşünüyor olacaklar ki, kendimi bildim bileli ülkemizde eğitim sistemi sürekli olarak değiştirilmektedir. Bu değişim o kadar sık yaşanmaktadır ki, neredeyse her hükümet kurulduğunda ve hatta aynı hükümet döneminde milli eğitim bakanı değiştiğinde bu iki konuda değişiklikler yapılmaktadır.

Değişim iyidir.

Değişim ile sorunum yok.

Ama değişim ileriye doğru olmalıdır.

Değişim gelişmeyi de beraberinde getirmelidir.

Fakat maalesef bizde durum böyle işlememektedir.

Her gelen hükümet ve her yeni milli eğitim bakanı eski sistemi yerden yere vurmakta ve büyük laflar ederek yeni bir sistem ortaya atmaktadır. Ancak, yeni sistemin de sapır sapır döküldüğünü görmek için çok fazla beklemeye gerek kalmamaktadır.

Peki, neden böyle olmaktadır?

Ben bu soruya kendi mesleki tecrübelerimden yola çıkarak bir cevap bulmaya çalışacağım.

Silahlı Kuvvetlerde yeni bir harekât öncesinde, ne yapılacağına karar verebilmek için durum muhakemesi denilen bir karar verme usulü takip edilir. Bu usulde ilk olarak vazife tahlili ile işe başlanır. Bu tahlilin amacı, yapılacak harekât ile başarılması istenen vazifenin ne olduğunu açık ve tam bir şekilde ortaya koyabilmektir.

Vazife tahlili, durum muhakemesinin en önemli aşamasıdır. Çünkü vazife doğru bir şekilde tespit edilmezse, ondan sonra yapılacak muhakemeler sonucunda varılacak karar da doğru olmayacaktır.

Eğitim konusunda hükümetlerin nasıl hareket ettiklerine bakınca, dakika bir gol bir misali daha işe başlarken bu konuda hata yapıldığı anlaşılmaktadır. Çünkü vazife doğru bir şekilde ortaya konulamamaktadır.

Bunu nereden mi çıkarıyorum?

Anlatayım…

Durum muhakemesinde vazife bir kişinin sözüne göre tespit edilmez. Vazifenin tespiti için bir tahlil yapılır. Bu tahlilde önce maksat ortaya konur.  Bundan sonra, bu maksadı gerçekleştirmek için yerine getirilmesi gereken açık ve kapalı görevler tespit edilir. Bu görevler detaylı bir değerlendirmeye tabi tutulur. Bunun sonucunda da vazife açık, kısa ve net bir şekilde ortaya konulur.

Peki, eğitim konusunda bu iş böyle mi yürütülmektedir?

Maalesef hayır.

Bunun böyle olduğunu anlamak için derin tahliller yapmaya da gerek yok.

Örneğin gazetelerde ateist imamın imamlıktan atılması sebebiyle diyaneti mahkemeye verdiği haberleri okudum bir zamanlar.

Din adamı yetiştiren bir okuldan mezun olan biri dinsiz oluyorsa, eğitimin maksada hizmet etmediğini söylemek için çok konuşmanın gereği yok.

Eğitim ciddiyetle ele alınmalı, maksat ve hedef tespit edilmeli, eğitim de ona göre planlanmalı ve icra edilmelidir.

Kişisel kanaatler, dini veya siyasi görüşlerin etkisinde kalmadan, ülkenin ihtiyacına göre bir sistem kurulmalıdır.

Okullar da bu ihtiyacı karşılayacak şekilde planlanmalıdır.

Örneğin, ülkenin bilimsel ve teknolojik açıdan gelişmesi isteniyorsa, fen, kimya ve matematik ağırlıklı eğitim veren liseler kurulmalıdır.

Yani öncelikler, ihtiyaçlara ve hedeflere göre seçilmelidir.

Bunu sıradan insanların bile artık anladığını biliyorum. Sorun yöneticilerin anlamamakta ısrar etmesinden kaynaklanıyor.

Bugün kızımla taksiye bindik.

Dershaneye gideceğimizi söyledik.

Taksi şoförü hemen kızıma sordu:

“Size kodlama dersi veriliyor mu okulda?”

Ne demek istediğini ne kızım ne de ben anlamadığımız için adama sordum:

“Kodlama dersi derken, ne demek istiyorsun?”

Adam cevap verdi.

“Ya, hani şu bilgisayarları çalıştıran kod sistemleri var ya? Onu soruyorum.”

Adam bilgisayar kullanımı ve programcılıkla ilgili ders görüyor musunuz demek istiyormuş.

Ben bunu duyunca şaşırdım.

Kızım ise her zamanki soğukkanlılığıyla cevap verdi.

“Hayır. Öyle bir dersimiz yok.”

Taksi şoförü yüzünü buruşturdu.

Üzgün bir ifadeyle konuşmaya başladı:

“Çok yazık!... Hâlbuki her şey bilgisayarla çalışır hale geldi. Bu arabanın bile bir beyni var. 10-15 seneye kadar her şeyi bilgisayarlar yönetecek. Robotlar yapılacak. Bizim okullarımızda bu konuda ders verilmemesi çok kötü. Bu eğitim sistemiyle dünyanın en geri ülkesi haline geleceğiz.”

Ne diyeceğimi bilemedim.

Çünkü taksi şoförü, sakalı ve takkesiyle tam bir hacı dayıydı.

Hani klasik önyargılarla bakınca, adamın din dersi görüyor musunuz diye soracağını sanırsınız.

Ben konuyu değiştirip başka şeyler konuşmaya başladım ve adamın konuşmalarından; namazında, niyazında dindar bir adam olduğunu öğrendim. Kendisi ilkokul mezunuymuş, okuyamadığına hala hayıflanıyormuş.

İlkokul mezunu ve eğitimle hiç ilgisi olmayan bir taksi şoförü bile bu kadar mantıklı değerlendirmeler yaparken, kelli felli eğitim bakanları ve bakanlık personelinin bir türlü olayın ciddiyetini kavrayamamaları çok üzücü.

Çünkü böyle olunca, eğitim sistemimiz ne olursa olsun, eğitimin kendisi daha en baştan başarısızlığa mahkûm ediliyor.

Vazife, doğru bir şekilde tespit edilmiyor.

Eğitimin maksadı, doğru dürüst ortaya konulmuyor.

Maksat belirlenmeden ve vazife tespit edilmeden sistem kurulmaya çalışılıyor.

Ne yapılacağı ve niçin yapılacağı belirlenmeden, nasıl yapılacağına karar veriliyor.

Böyle yapılınca da doğal olarak hiçbir sistem işe yaramıyor.

Eğitim, hedefi belli olmayan bir gemi gibi, hiçbir yere gidemiyor.

19 Mayıs 2021 Çarşamba

Doğru nedir?

 


Doğru nedir? Tek midir? Değişmez midir?

      Biz çocukken maddenin en küçük yapı taşının atom olduğu söylenirdi. Sonra onun da çekirdek ve etrafında dolaşan elektronlardan oluştuğunu, daha sonra ise çekirdeğin de proton ve nötronlardan oluştuğunu öğrendik. Ben büyüdükçe doğru değişti. Hala bunun son ve gerçek doğru olup olmadığından emin değilim. Demek ki doğru zamana göre değişiyormuş.
      İnsanların içinde bağırarak konuşmamak doğru bir davranış diye biliyordum. Askere gidince bağırarak cevap vermek doğru oldu. Demek ki doğru yere, yani mekana göre değişiyormuş.
      Bana göre dürüst olmak, doğru sözlü olmak ve insanları aldatmamak doğru bir davranıştı. Ancak bazı insanlar için yakalanmadıkça yalan söylemek, insanları aldatmak doğruymuş. Demek ki doğru insanlara göre de değişiyormuş.
      Deniz kenarında sırtını denize sırtını dönen birine ne gördüğünü sorarsan muhtemelen gördüğü dağları anlatır. Yüzü denize dönük olan ise denizi. Demek ki doğru bakış açısına göre de değişiyormuş.
      Doğru tek değildir. Bir konu hakkında birden fazla kişinin birbirine zıt ifadeleri doğru olabilir. Tek bir doğru yoktur. Dolayısıyla mutlak doğru da yoktur. Doğru izafi bir kavramdır. Zamana, mekana, kişiye, baktığın yere vb. göre değişir.
     Dolayısıyla ben bana ''doğru söylüyorum'' diyenlere hep şüpheyle bakarım. Hangi doğruyu, kimin doğrusunu, neye göre doğruyu söylediğini araştırırım.
                                                                                                                                    Mehmet Çanlı

"Doğru bilgi" hakkında tartışmalar.

 Doğru bilginin var olup olmadığını tartışmak için öncelikle “doğru” yu ve “bilgi” yi nasıl tanımlayacağımız önemlidir. Bilgi; insanın gözlem ve akıl yürütmeyle ulaştığı, kuşaktan kuşağa yapılan aktarımlardır. Doğruyu tanımlarken ortaya bir takım görüşler atılmıştır. Benim için doğru; Uygunluk Kuramı’ nda bahsedildiği gibi nesnenin  mantık ve gözlem ile uyuşmasıdır. Örneğin, Elimizde su dolu bir pet şişe olsun. Bu pet şişeyi gözlemiyoruz, hissediyoruz ve mantığımızla pet şişenin varlığından bahsediyoruz. Sonuç olarak pet şişenin varlığının doğru bir bilgi olduğu kanaatine varıyoruz.

 Doğru bilginin varlığından bahsettim, peki bu bilgi mutlak mıdır? Örnek ile açıklayacak olursak, yaklaşık 400 yıl öncesinde yaşamış olan Newton’un ışık hızına yaklaşan hızlar hakkında tanımladığı yasalar fiziksel olayları açıklamada yetersiz kalmaktadır. Onun yerine Einstein’ın Yasaları doğru kabul edilmektedir. Yani Newton zamanında doğru kabul edilen bir bilgi, şuanda doğru kabul edilmemektedir. “Görünen değişiyor, görünmeyen değişmiyor.” Duruma Platon’un bu sözüyle bakacak olursak, temelde bir gerçeklik vardır ve biz bu gerçekliğe ulaşana kadar öne sürdüğümüz yargıları farklı zaman dilimlerinde doğru olarak kabul ederiz. Bu noktada da gerçeklik ile doğruluğu birbirine karıştırmamak gerekir. Gerçeklik; algılarımız dışında da var olandır. Doğruluk ise algılarımızın dışına çıkamaz. Neticesinde mutlak bilgi diye bir şey yoktur; “İnanca yer açmak için bilgiyi bir kenara bıraktım.” Kant’ın da dediği gibidir, mutlak bilgi ancak din demektir. Çünkü doğru bilgi zamanla değişendir. Din ise dogmatiktir.

 Sonuç olarak, doğru bilgi vardır. Hem akla hem dengeye bağlıdır. Bu düşünce de Kritisizm’e girer. Kant’ın başka bir sözüyle de açıklayacak olursak; “Kavramlar duyuşuz boştur, duyular kavramsız kördür.” İkisi birlikte bilgiyi oluşturur.

 

                                                                                                                  Umay Birsu ÇANLI

18 Nisan 2021 Pazar

Büyük İskender'in elinde ne vardı?

İskender doğu istikametindeki meşhur seferine çıkmadan önce dost ve yakınlarının ihtiyaçlarını karşılamış ve halkın ihtiyaçları için devletin bütün gelirlerini harcamış.

Komutanlarından Perdikas;

"Peki sana ne kaldı kralım?" diye sorunca İskender şu cevabı vermiş:

"Umut!"

Umudunuz varsa hiçbir şeyiniz olmasına gerek yok.

Umudunuzu kaybettiyseniz, sahip olduğunuz hiçbir şeyin anlamı yok.

Dünya egemenliğini hedefleyen Çin'in yayılma stratejileri

 Çin'e verilen büyük inşaat projeleri sadece Çin'in ekonomik kontrolüne girmeye sebep olmaz.

Çin bu tür inşaat projeleri için kendi ülkesinden işçi getirmekte ve bunların büyük kısmı geri dönmemektedir.

Bu sebeple Çin'in her inşaat projesi aynı zamanda bir nüfus plantasyonu projesidir.

Bu gün Afrika'nın büyük bir kısmında Çinli koloniler oluşmuş durumdadır.

Aynı durum Çin'in çevresindeki ülkelerde ve özellikle de Moğolistan'da açık bir şekilde görülmektedir.

Hatta Moskova'da bile Çinliler dolaşmaktadır.

Çin sadece ekonomik olarak değil nüfus olarak da yayılmacı bir politika izlemektedir.

Türk düşmanlığı

 Naim Süleymanoğlu'nun hayatı ile ilgili filmi seyrediyorum.

Bulgar komünist partisi Türklere siz Türk değilsiniz dedi.

Toplama kampları yapıp Türkleri buralarda topladı. Sonuç belli.

Bulgaristan Türkleri daha çok Türk olduklarını söylediler.

Bulgar komünist partisi tarih oldu ama Bulgaristan Türkleri daha da güçlü olarak yerlerinde duruyor.

Çin de ayni şeyler Çin Komünist Partisi tarafından yapılıyor.

Uygur Türkleri kamplarda toplanıyor.

İsimleri değiştiriliyor.

Sonuç yine ayni olacak.

Çin 2500 seneden uzun bir suredir bunu yapıyor ama Türkleri bitiremedi. Simdi de bitiremeyecek.

Devlet, tarikat ve iktidar.

 Osmanlı'da tarikatların ve şeyhlerin devlet için tehdit oldukları tecrübelerle öğrenilmiştir.

Bu sebeple, çok güçlenen şeyhler bir şekilde ya ortadan kaldırılır veya gücü zayıflatılırdı.

Şah İsmail'in babasının da bir dini lider (şeyh) olması ve Anadolu'daki Türkmenleri kendine bağlaması, bu Türkmenler sayesinde oğlu İsmail'in şeyhlikten şahlığa yükselmesi, yani Safeviler devletini kurması, bu devletin de Osmanlı'nın en büyük rakiplerinden biri olması Osmanlıların şeyhlere karşı olan dikkatini artırmış ve müsamahasını ortadan kaldırmış olmalıdır.

Nitekim 4. Murat Bağdat Seferinden dönerken Diyarbakır'da konaklamış, Rumiye şeyhi diye nam salmış olan Nakşibendi şeyhi Mahmut'un nüfuzunun ve müritlerinin sayısının çok arttığını öğrenince hemen harekete geçmiştir.

Mahmut'un şeyhlikten şahlığa geçme tehlikesini daha tehlike ortaya çıkmadan önce önlemek için cellat Kara Ali'yi gönderip şeyhi boğdurmuştur.

Ecdadımız, devletin geleceğini tarikatlara veya şeyhlere bırakmamışlardır.

Osmanlı bu sebeple 600 küsur sene yaşamıştır.

FETÖ olayı, ecdadımızın bu konuda ne kadar haklı olduğunu bir defa daha göstermiştir.

Cumhuriyet döneminde çıkan en tehlikeli iki isyan da Nakşibendi Şeyhi Şeyh Sait ve Seyit (veya Pir) Rıza tarafından çıkarılmıştır.

Eğer bir tarikat devlet kurmaya veya devleti ele geçirmeye çalışıyorsa ve giderek güçleniyorsa devlet için tehdit teşkil eder.

Bu da, o tarikatın devlet kurumlarında yapılanmaya ve bu kurumları ele geçirmeye çalışıp çalışmadığına göre anlaşılır.

FETÖ'nün bu güce devlet kadrolarına sızarak veya hükümet eliyle devlet kadrolarını ele geçirerek ulaştığı unutulmamalıdır.

Yine unutmamak gerekir ki bir zamanlar FETÖ de gayet masum ve hatta faydalı olarak görülüyordu.

Bu gün benzer şekilde görülenler de yarının FETÖ'sü olmaya adaydırlar.

En kötüsü de devletin asker ve polis gibi silahlı unsurlarının tarikatlarla bütünleşmesidir.

Osmanlı tarihi bunun acı örnekleri ile doludur.

Padişahlar uzun süre Yeniçerilerin esiri ve hatta oyuncağı olmuşlardır.

Bu yüzden tüm tarihçiler ve kamuoyu asker siyaset ilişkilerine yoğunlaşmıştır.

Ama pek dikkate alınmayan şey Yeniçerilerin aslında Osmanlı Ordusu'nun çok küçük bir unsuru olduğudur.

Yeniçerilerin isyanlarının başarılı olmasının sebebi, Bektaşilerle, ulema yani din adamlarıyla, tarikat ve cemaatlerin kontrolündeki dini eğitim alan öğrencilerle ve esnafla işbirliği içinde olmalarıdır.

Hatta isyanlar bu unsurlardan biri veya birkaçı tarafından planlanmış, Yeniçeriler bu iş için sadece kullanılmışlardır.

Bu unsurların onayı, yönlendirmesi ve işbirliği olmadan yapılan hiçbir isyan başarılı olamamıştır.

26 Şubat 2021 Cuma

Evde ve Sokakta Uyulması Gereken Emniyet ve Güvenlik Tedbirleri.

 

    Her türlü iş yerinde güvenlikle ilgili uyulması gereken bazı kurallar vardır. Hatta şirketler ve kurumlar bu konularla ilgili personeline zaman zaman eğitimler ve tatbikatlar düzenler. Ama çoğu insan evde de bu tür kuralların uygulanması gerektiğini düşünmez ve hukuki zorunluluklar dışında emniyet ve güvenlik kurallarına dikkat etmez.

    Ben yıllardır güvenlik sektöründe çalıştığım ve sanırım artık bir kişilik özelliği haline geldiği için güvenlikle ilgili kurallara çok dikkat ederim. Örneğin apartman yöneticisi olduğumda yaptığım ilk şey, kapı zili yerine kat maliklerinin zili çalan kişiyi görebilecekleri görüntülü bir sistem taktırmak oldu. Ayrıca apartmana kamera sistemi taktırdım. Apartmandan son zamanlarda taşınanlar olduğundan, apartmanın altındaki garajın dış ve apartman içine açılan kapılarının kilitlerini değiştirip kat maliklerine birer adet dağıttım. Kazan dairesi (artık su deposu olarak kullanılıyor) kapısının kilidini değiştirip anahtarını apartman görevlisine verdim.

    Bunun dışında kendi dairemde de güvenlik konularına dikkat ederim. Sadece evden çıkarken değil, evdeyken de kapıyı mutlaka kilitlerim. Ayrıca kapı emniyet mandalını da takarım. Yani güvenlik konularına muhtemelen çoğu insandan daha fazla dikkat ediyorum.

    Ama ne yalan söyleyeyim, emniyet konusunda bu kadar dikkatli değildim. Bunu da yakın zamanda yaşadığım bir olayla öğrendim. Bir gün yakın bir arkadaşım telefon edip beni, kahve içmek için evime yakın bir yere davet etti. O sırada evde kitap okuyordum. Hemen kitabı kapatıp giyindim ve evden çıktım. Asansörle aşağıya indim. Apartman kapısını açarken bir sigara çıkardım ve kapıdan çıkar çıkmaz sigarayı yaktım.

    İşte tam o anda ''Güüüm! Pat...'' diye ikili bir ses duydum. Apartmanın bahçesine yakın zaman önce çim ekmiştik. Alt komşum olan 60-65 yaşındaki.... Bey de, çiçeklere çok meraklı olduğundan bahçeye bir sürü gül dikti. Bu sesi, bir küreği elinizden biraz uzağa attığınızda önce demir aksamının sonra da tahta sapının yere çarpmasıyla çıkan o ikili sese benzettiğimden, alt komşumun yine çiçek ektiğini ve işi bitince küreği bahçenin dış tarafına attığını zannettim.

    Fakat bir adım atıp merdivenden indiğimde, alt komşumun sağ tarafta çimlerin üzerinde hareketsiz bir şekilde yattığını gördüm. Yine aklıma kötü bir şey gelmedi. Çalışmaktan yoruldu ve hava da güzel olduğundan çimlerin üzerine uzandı diye düşündüm. Alt komşum yerinde duramayan ve hiperaktif çocuklar gibi sürekli bir şeylerle uğraşan biri.

    Spor yapmaz ama çok hareketli olduğundan vücudu yaşıtlarına göre oldukça sağlam ve pire gibi bir adam. Her zaman ''Ben yorgunluk nedir bilmem.'' diye övündüğünden onu yorgun bir şekilde yerde yatar halde görünce takılmak için seslendim.

    ''Merhaba... Bey. Çok yoruldun galiba. Bakıyorum da ölü gibi yatıyorsun.'' dedim.

    Hakikaten hiç hareketsiz ve adeta bir ölü gibi yerde yatıyordu. Ben onun, yorgun olmadığını göstermek için hemen yerden fırlayıp yanıma geleceğini beklerken o, elini kolunu oynatmaya ve mırıldanarak bir şeyler söyletmeye çalıştı.

    Ters giden bir şeyler olduğunu anladım ve hemen yanına gittim.

    ''Hayrola! Napıyorsun... Bey?'' dedim.

 

    Ama o hiç kıpırdamadan yerde yatıyor ve gözlerime sanki yardıma ihtiyacı varmış gibi bakıyordu. Herhalde yoruldu ve başı dönünce yere yattı diye içimden geçirdim.

    O ise mırıldanarak cevap verdi.

    ''Düştüüm....''

    Ben durumun biraz ciddi olduğunu ve çalışırken bayılıp yere düştüğünü zannettim ve gayri ihtiyari olarak; ''Nereden düştün? Başın mı döndü?'' diye sordum.

    O gözleriyle apartmanı işaret ederek; ''Balkondan düştüm...'' diye cevap verdi.

    Bunun üzerine hemen harekete geçtim. Çünkü adam dördüncü katta oturuyordu ve kendi balkonundan düştüğüne göre durumu çok vahim olmalıydı. Üstelik bu adam bir ay kadar önce belinden ameliyat olmuştu. Hemen eğilip nabzına baktım. Biraz yüksekti. Omuzumdaki küçük sırt çantasını çıkarıp katladım ve elimle boynunu dikkatli bir şekilde tutarak çantayı başının altına koydum. Sonra bilinci yerinde mi diye kontrol etmek için bazı sorular sordum. Bilinci yerindeydi ve sanırım ilk şoku atlatmaya başlamıştı. Bana ne olduğunu anlatmaya başladı.

    Eşi hasta olduğundan evin camlarını silerek ona yardımcı olmaya karar vermiş. Bütün camları silip sıra balkona geldiğinde, bir cama ulaşamamış ve balkon demirinin üzerine çıkıp camı silmeye çalışmış fakat ayağı kayıp aşağıya düşmüş. Düşerken bir alt katın balkonundan tutmaya çalışmış ama hızla düştüğünden eli kaymış.

    Ben adamın ameliyatlı olduğunu bildiğimden çok korktum. İçimden, muhtemelen ameliyat yerinin zarar gördüğü ve sakat kalabileceği geçti. Omurgalarından ameliyat olduğundan felç olup olmadığını anlamak için el parmaklarını ve ayaklarını oynatmasını söyledim, oynattı. Felç olmadığını anlayınca rahatladım.

    Ama adam kaburgasını göstererek çok ağrıdığını söyleyince kaburgasının kırıldığını ve muhtemelen bir iç organına battığını düşündüm. En iyi ihtimalle bir iç kanaması geçiriyor diye düşündüm. Çünkü adamın rengi kara-sarı arasında bir renge dönmüştü.

    Bu arada ambulans çağırmak için telefonu çıkardım fakat bir türlü 112 aklıma gelmiyordu. O sırada yoldan geçen ve bizi görerek bahçe duvarına kadar yaklaşmış olan birine ambulans çağırmak istediğimi, numaranın kaç olduğunu sordum. Fakat adam benden çok daha fazla panik halindeydi.

    ''Bilmiyorum.'' dedi ve yakındaki bakkala doğru koşmaya başladı. Onu gören bakkal ne olduğunu anlamak için dışarı çıkıp bize doğru koşmaya başladı. Ben bağırarak bakkala numarayı sordum.      

    Bakkal bir an durakladı ve; ''Hatırlayamıyorum.'' dedi.

    Sonra koşarak dükkâna girdi ve oradan bana bağırdı. ''112! Numara 112.''

    Hemen 112'yi aradım. Telefona çıkan kişiye hastanın durumunu anlattım ve adresi söyledim. Onlar gelinceye kadar ne yapmam gerektiğini sordum. Hastayı kıpırdatmamamı söyledi.

 

    Bu sırada karşı apartmandan çıkan orta yaşlarda, çok bilmiş havalarındaki bir adam kendinden emin bir şekilde yanımıza geldi ve ''Bir müsaade edin de hastaya bakayım.'' dedi.

    Ben elimi uzatarak adamı durdurdum. ''Sen doktor musun?'' diye sordum.

    Adam; ''Hayır, değilim. Ama ilk yardım kursu gördüm.'' diye cevap verdi.

    Ben adamın tavırlarından pek ikna olmadığımdan sordum.'' Hastanın bilinci yerinde. Açık yara yok. Kanama yok. Belki iç kanama olabilir. Ne yapmamızı önerirsin?''

    Adam beni dikkatle dinledikten sonra gayet kendinden emin bir şekilde; ''Ayaklarını yukarı kaldırmamız lazım. Kan akışı için.'' diye cevap verdi.

    Ben hemen adamı elimle uzaklaştırdım ve hastaya yaklaşmamasını söyledim. Çünkü ben de, özellikle silah yaralanmalarına karşı müdahale için birçok defa ilk yardım kursu görmüştüm ve vücudunda iç kanaması olan birinin ayaklarını kaldırınca kanın çoğunun vücuda gelmesinden dolayı kanamanın artacağını ve hastanın ölüm riskinin yükseleceğini biliyordum.

    Adam ya kurs görmemiş veya kurs esnasında anlatılanları dikkatli dinlememiş olmalıydı. Söylediği şey sadece kalp krizi geçirenlerde bir işe yarıyordu.

    Bu sırada bizi gören herkes hastanın başına toplanıp bir şeyler sormaya başladı. Ben hastanın bunaldığını görünce herkesi bahçenin dışına çıkardım. Biraz sonra da ambulans geldi. Boyunluk takarak hastayı sedyeye aldılar ve götürdüler.

    Ben gelecek kötü haberi beklerken kızından telefonla adamın önemli bir şeyi olmadığını ve sadece kaburgalarından birinin incindiğini öğrenince rahat bir nefes aldım.

    Bu olay bana büyük bir ders oldu.

    O günden beri artık vücudumun daha dinç kalması için daha fazla hareket etmeye dikkat ediyorum.

    Balkondan aşağıya bakmam gerektiğinde, kesinlikle vücudumun ağırlık noktasının içerde olmasına dikkat ediyorum.

    Balkondan veya pencereden dışarıya asla sarkmıyorum.

    Arada bir temizliğe gelen kadını, salon penceresinin içeriden uzanamayacağı kadar uzağındaki camı silmek için pencere içine çıkmasına müsaade etmiyorum.

    Her türlü sesi dikkatle dinliyorum.

    Evden çıkınca önüme bakıp yürümek yerine etrafıma bakınarak kontrol ediyorum.

    Haaa, bir de; polis imdat, jandarma, ambülans vb. gibi bütün numaraları telefonuma kaydettim.

    Artık evimin, güvenlik kadar emniyet açısından da riskler taşıdığını ve bazı temel tedbirleri almadan hiçbir şey yapmamam gerektiğini biliyorum.

    Size de daha dikkatli olmanızı öneririm.

    Saygılar sunarım.

Önyargı ve Merak

 

Bir gün akşamüzeri eve gelirken alt katta oturan M…… Bey’ rastladım. Kendisi yetmiş yaşına yaklaşmış emekli bir işçi. Ama yaşına rağmen çoğu delikanlıdan daha enerjik bir adam. Sürekli geziyor. Sürekli hareket halinde. Adam sadece gezmiyor. Aynı zamanda da çok meraklı biri. Mahallede ne var ne yok takip ediyor. Bu sebeple, bir şey olmuşsa mutlaka biliyor.

Kendisine selam verir vermez üzgün bir yüz ifadesiyle konuşmaya başladı.

“Duydun mu? Karşı apartmanın yöneticisi öldü…..”

Biraz şaşırdım.

Çünkü selam verir vermez birinin öldüğünü söylemesi pek de normal bir şey değildi.

Belki de kendi yaşlarında bir adam öldüğü için endişelenmiştir diye düşündüm.

Ama bir şey söylemedim.

“Hadi yaaa! Kimdi o?” diye istemsiz bir şekilde sordum.

“Hani altmışlı yaşlarda, sessiz sedasız bir adam vardı ya….” diye cevap verdi.

Karşı apartmandan sadece iki kişiyi tanıyordum.

Biri 40’lı yaşlarda, her şeye karışan ve neredeyse her konuda bir fikri olan biri. Diğeri ise 60’lı yaşlarda, esmer, kara kuru bir adam. Pala bıyıklı ve saçları önlerden biraz açılmış, yolda karşılaştığımızda selam bile vermediğim bir tip.

Eve ilk taşındığımda, onların apartmanın önüne aracımı park ediyordum. Bir gün yolun karşısından hırıldar gibi bir ses tonuyla bana seslenmişti.

“Bu araba senin mi?”

“Evet…. Ne oldu?”

“Bu arabayı kendi apartmanınızın önüne park et. Hep buraya park ediyorsun.”

Zaten kumpas davaları yüzünden canım sıkkındı. Apar topar emekli olduğumdan, hiç alışkın olmadığım sivil bir yaşama geçmenin rahatsızlığı da vardı üzerimde. Canım burnumda olduğundan, hemen saldırgan bir tutum aldım.

“Ne diyorsun kardeşim sen!”

Adam bu tepkiyi beklemiyor olacak ki, biraz tedirgin oldu. Ama yine de sakin bir ses tonuyla cevap verdi.

“Geçen yıl karşı apartmandan biri sürekli buraya park ediyordu. Apartmandan rahatsız olmuşlar. Sileceklerini kırdılar. Adam kim olduğunu araştırdı, ama bir şey çıkaramadı. Senin de başına aynı şey gelmesin diye uyarıyorum.”

Bunu duyunca iyice sinirlendim.

“Sen beni tehdit mi ediyorsun sen?” diye başladım ve adamı iyice azarladım.

Adam “Peki… Sen bilirsin.” deyip apartmana girdi.

Birkaç gün sonra da arabamın silecekleri kırıldı.

Bunu o adam yapmıştır diye düşündüğümden adamdan gıcık kapıyordum.

Yolda karşılaştığımızda da hep düşmanca bir tavırla bakıyordum kendisine.

Ne yalan söyleyeyim, adamın öldüğünü duyunca ilk bu olay aklıma geldi.

Ertesi sabah, bakkalda denk geldiğim mahalleden biriyle konuşurken bu olaydan bahsettim.

Adam, “Mümkün değil, o yapmamıştır.” dedi.

“Ama o apartmanda gıcık bir herif var. Geçen gırtlak gırtlağa geldik. Zor ayırdılar. O yapmıştır.” diye devam etti. Sonra da ölen adamın kendi halinde, sessiz sedasız ve sevilen biri olduğunu söyledi.

Ben anlattıklarına pek inanmadım.

Akşamüzeri eve gelince, sokakta her yerin arabalarla dolu olduğunu gördüm. Karşı apartmana giren ve çıkanın ardı arkası kesilmiyordu. Meğer gerçekten, adamın çok fazla seveni varmış. Kalabalığa karışıp konuşmaları dinledim. Herkes ne kadar iyi bir adam olduğundan bahsediyordu.

Bunun üzerine içimi bir hüzün kapladı.

Gördüğüm kadarıyla adamı yanlış anlamışım.

Altı senedir de adamla her karşılaştığımda, yüzüne düşman görmüş gibi bakıyordum.

Önyargı ve iletişim eksikliği böyle bir şey demek ki.

Öte yandan beni yeni bir merak sardı:

“O değilse hangi o….ç..... kırdı benim silecekleri?”

14 Şubat 2021 Pazar

Biz Ay'a gidebilir miyiz?

 ABD ve Rusya uzun yıllar önce Ay'a araç ve hatta insan gönderdi.

Bir suredir Çin ve Hindistan Ay'a araç göndermekle meşgul.

Uzay'a açılacaksanız önce atmosferin dışına çıkacak teknoloji geliştirmek lazım.

Sonra da en yakın gök cismi olan Ay'a gitmek lazım.

Bunun o kadar da zor olmadığını düşünüyorum.

Bir şirket uzaya her gün onlarca uydu gönderiyor.

Hedefinin Mars'a yerleşim kurmak olduğunu soyluyor.

Türkiye neden yapamasın?

Konunun siyasi boyutunu bir yana bırakıp artık uzaya çıkmanın ülkemizdeki herkesin hedefi olması lazım.

Avrupa bu günkü haline keşifler sonucunda geldi.

Avrupa'daki her tarihi bina ve sanat eseri diğer bölgelerin sömürülen zengin kaynakları ile yapıldı.

Dünyayı, yani Amerika, Avusturalya vb. yerleri keşfetmek, daha doğrusu buralara el atmak Avrupa'ya çağ atlattı.

Uzayın kaynakları dünya kaynaklarına göre sinirsiz.

Uzaya el atan devletler yakın zamanda cok daha büyük kaynaklara ulaşacak.

Osmanlının son donem sultanları, bürokratları ve en sonunda da Ataturk sayesinde batiyi yakalamayı başardık.

Ama eger uzay yarışında geri kalırsak, bir daha hiç kimseyi yakalayamayız.

Bunları niye mi yazıyorum?

Cumhurbaşkanının Ay'a gideceğiz açıklaması sonrasında yapılan eleştirilerin bazılarının siyasi eleştiri boyutundan biz Ay'a gidemeyiz boyutuna evirildiğini gördüğüm için.

Herkes uzaya çıkıyor.

Biz neden çıkamayalım?

Biz geri zekâlı miyiz?

Ben öyle olmadığımızı biliyorum.

Öyleymişiz gibi davrananların da ya art niyetli veya güven sorunu yaşayan kişiler olduklarını düşünüyorum.

Bir şeyi yapamam diye düşünür ve buna inanırsak yapamayacağımıza şüphe yok.

Başarılı olmak için öncelikle başaracağımıza inanmak lazım.

Bu konuda da Atatürk'ün bir sözünü örnek vermek sanırım söylediklerimin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır.

"Zafer, 'zafer benimdir' diyebilenindir."

M.K.Atatürk.