.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

15 Kasım 2017 Çarşamba

Ankara'nın Dikmen'i 2: İlker ve Oran Bölgesindeki Söylentiler.




Bu gün Keklik Pınarı bölgesinden üzerinde antenler bulunan tepeye tırmanırken gördüklerimi ''Ankara'nın Dikmen'i 1; Çal Dağı'nda Gördüklerim.'' başlıklı yazımda anlatmıştım. O yazıda bahsettiğim sefalet ve kötü görüntülerin aksine tepenin Oran'a bakan kesimine geçtiğimde büyüleyici bir manzarayla karşılaştım. Mogan Gölü tüm güzelliğiyle karşımda belirince durup manzaranın resmini çektim.


 Sonra biraz sola bakınca artık Oran semtine hakim olan gökdelenleri gördüm. 200 metre arkamdaki manzara ile tamamen farklı bu görüntü karşısında memleketin ne kadar çelişkilerle ve çarpıklıklarla dolu olduğunu bir defa daha anladım. Karşımdaki gökdelenlerde 7-8 milyon liraya kadar yükselebilen fiyatlara satılan lüks dairelerin yanında hemen arkamdaki 7 yüz/ 8 yüz lira etmeyecek gecekonduların olduğunu bilmek insanı karmaşık duygular içine sokuyor.

Ama ülkenin durumu bu. Benzer bir durum, 2001-2003 yıllarında Akademide okurken, İstanbul'da 4. Levent'te de vardı. Yolun bir tarafında milyonlarla ifade edilen fiyatlara satılan daireler, öbür tarafında ise yıkık dökük binalar bulunuyordu.




 
  Bu manzarayı seyrederek ilerlerken karşıma bir güvercin sürüsü çıktı. Ankara'da boş arazi kalmadığından, henüz üzerine bir bina dikilmemiş bu tepeye yuvalanmışlar anlaşılan.

 Yürümeye devam edince Oran ve İlker otobüslerinin son durağı olan bu meydana geldim. Meydanda durup etrafıma bakınca gördüğüm bu nefes kesici manzaranın resmini çekmekten kendimi alamadım. Burada otobüs beklemek çok keyifli olmalı.



 Otobüs durağından sonra 9. Cadde'ye döndüm. Karşıma bu köpekler çıktı. Kangal'a benzeyen boz köpek pek dostça bakmadığı için biraz çekindim ama yürümeye devam edince hayvan sanki beni kaale almıyormuş gibi başka yöne doğru bakmaya başladı. Siyah olan ise gözlerini gözlerime dikip sürekli olarak beni takip etti. Aklıma OMEN filmindeki siyah köpek geldi ve irkildim. Yine de yürümeye devam ettim.




 Karşılaştığım yaşlı bir amcaya selam verip biraz sohbet ettim. Bana Bülent Arınç'ın İ. Melih Gökçek'e neden ''Ankara'yı parsel parsel sattınız.'' dediğini anlattı. Hem de göstererek. Çünkü Koza veya İpek ismiyle açılacak olan bir üniversitenin arazisini İ.Melih'in onayı ile Ankara Belediyesi FETÖ'nün ünlü zenginine hibe etmiş. Hibe edilen ve darbe sonrası inşaatı yarım kalan üniversite binası aşağıdaki resimde açık mavi binaların önündeki beyaz binalarmış. Etrafındaki gökdelenler ve daire fiyatları göz önüne alındığında bu arsanın değeri milyonlarca lira edermiş.

Diğer yüksek bina ise yeni yapılan ama inşaatı duran lüks bir yapıymış. Yaşlı amcadan duyduğum dedikoduya göre İ.Melih bu binaya da ortakmış. Ancak bina inşaatında sorunlar çıkınca ortaklıktan ayrılmış. Bunları anlatırken birden bire susan ve bana biraz şüpheyle bakmaya başlayan amcayı cesaretlendirmek için ''Başka dedikodular da var mı?'' diye sorunca amca bana kızdı. ''Ne dedikodusu kardeşim? Biz bir şey biliyoruz ki, konuşuyoruz.'' diyerek beni tersledi.


  Zaten oldukça yaşlı olduğu için zar zor konuşan amcayı daha fazla kızdırmamak için gönlünü alıcı birkaç cümle kurmak zorunda kaldım. Ondan sonra amca tekrar anlatmaya başladı. ''Biliyor musun? Ankara'nın içinde bir köy var ve hala köy haliyle yaşamaya devam ediyor.'' dedi. Sonra da aşağıdaki resimde, gökdelen inşaatı ve apartmanların ön tarafındaki tek katlı eski binaları gösterdi. Bu köyün adı Dikmen Köyü'ymüş.

Hemen yanındaki gökdelenlere rağmen bu köy neden yıkılıp yerine apartmanlar yapılmamış diye sordum. ''İ.Melih avanta alamadığı için bu köyü orada bıraktı. Zaten köy arazisi değer kazanmasın diye yıllardır Dikmen Vadisi projesini de yapmıyor.'' dedi.

Amca daha birçok şey söyledi ama doğruluğundan emin olmadığım ve başımı belaya sokabileceğini düşündüğüm için bunları yazmıyorum.


 Amcayla bir süre konuştuktan sonra geri döndüm ve Panora'ya doğru yürüdüm. Panora bölgesi, yeni yapılan bir gökdelen ve altındaki alışveriş merkezi ile birlikte tamamen ayrı bir dünya gibiydi. Buradaki insan profili de oldukça farklı görünüyordu. İnsanların arabaları, kıyafetleri, saçları, başları yani tüm görünümleri ile farklı bir yerdi.

One Tower'e kadar yürüdüm ve ünlü bir kafe zincirine girip bir kahve aldım. Oldukça uzun yürümüş ve yorulmuştum. Bir süre oturup bu gün yaşadığım şeyleri ve gördüğüm yerleri düşündüm.

Meğer şu daracık alanda bile birbirinden farklı kaç tane dünya varmış!

Saygılar sunarım.

Mehmet Çanlı

14.11.2017.








14 Kasım 2017 Salı

Ankara'nın Dikmen'i 1.; Çal Dağı'nda gördüklerim.



Pazar günü dişimin dolgusu düştü. Daha önce gittiğim hastahaneden randevu almak için telefonla randevu servisine ulaşmaya çalıştım ama nedendir bilmem ulaşamadım. Bunun üzerine 182'yi aradım ve Keklik Pınarı bölgesindeki diş polikliniğinden randevu aldım.

Bu gün öğlen üzeri randevu saatinde polikliniğe gittim. Film çektirip muayene olduktan sonra diş hekimi dolgu yapmak için yarın gelmemi söyledi ve bir randevu oluşturdu.

Poliklinikten çıkınca kapının önünde sigara içerken etrafı inceledim. Poliklinik Ankara'da yaşayan hemen herkesin gördüğü, üzerinde çok sayıda anten olan tepenin Dikmen Caddesi tarafındaki sırtlardaydı. Bu sırtlar ve yukarıda üzerinde çok sayıda anten bulunan tepe haritada Çal Dağı olarak geçiyor.

Daha önce hiç bu antenler bölgesini gezmemiştim. Polikliniğin önünden geçen yolun bu tepeye doğru gittiğini görünce, biraz dik te olsa, yürüyerek tepeye çıkmaya karar verdim.
Polikliniğin önünden sağa dönüp yürümeye başladım. Ankara Belediyesi yol kenarına kaldırım döşüyordu. Araçların arasından geçip yukarıya doğru tırmanmaya devam ettim.

Şaşırtıcı bir şekilde, tepeye doğru giden yolun iki tarafında 5 katlı apartmanlar vardı ve yenileri de yapılıyordu. Yolun dikliğine bakıp burada oturanların kışın arabayla aşağıya inmelerinin çok zor olduğunu düşündüm. Çünkü bu bölge Ankara'da kışın en fazla kar yağan bölge ve zemin hemen hemen her zaman buz tutuyor. Geçen kış bir defa arabamla bu bölgeye yakın bir yerden inmeye kalkmıştım. Yokuştan inene kadar bildiğim bütün duaları okumak zorunda kaldım çünkü araba aşağıya kayarak indi.

Aslında bu bölge park ve eğlence alanı yapılsa, ev yapılmaya izin verilmese, Ankara'lılar için güzel bir eğlence yeri olurdu diye düşünürken tepeye yaklaşmışım. Gördüğüm manzara oldukça üzücüydü.
İçinde oturulması mümkün olmayan ve adeta harabeye dönmüş gecekonduların bacalarından siyah dumanlar çıkıyordu. Muhtemelen lastik ve naylon yakıldığından duman sokağı kaplamış ve nefes alınmıyordu.




İnsanlar sadece böyle kötü evlerde yaşamıyor, ayrıca çok sağlıksız bir çevrede de yaşıyorlardı. Sağlıksız derken hemen yanlarındaki antenlerin yaydığı radyasyondan bahsetmiyorum. Evlerin etrafı çöp ve pislik içindeydi. Sanırım temizlik olsun diye, burada yaşayanlar tarafından çöplerin bir kısmı yakılmış ama bu daha da kötü bir görüntüye sebep olmuş.

Her şey kötüydü ama ne yalan söyleyeyim yol asfalttı ve ilginç bir şekilde bu daracık yoldaki trafik te oldukça yoğundu. Geçen arabaların bir kısmı kokoreççi minibüsü ve hurda toplamak için kullanılan eski ve bakımsız arabalardı. Fakat çok sayıda lüks araba da yolu kullanıyordu. Muhtemelen İlker tarafında veya Oran'da yapılan inşaatların müteahhitleridir diye düşündüm ama emin değilim. Belki de Dikmen'e kestirme bir geçiş olduğu için bazı insanlar bu yolu kullanmayı tercih ediyorlardır.
Neyse....

Yukarıda, sağ alttaki resimde görünen yoldan yürümeye devam ettim.

Biraz sonra hurda kağıtlarla dolu çuvalların yol kenarına dizili olduğunu gördüm. 100-150 metre ileride de her tarafları kir içinde, kapkara olmuş küçük çocuklar hurda kağıtları istifliyorlardı. Çocuklara doğru yaklaşınca, fotoğraf çektiğimi gören 7-8 yaşlarında iki çocuk bana doğru yaklaştı ve korku dolu gözlerle: ''Amca, evlerimizi yıkmaya mı geldin? Evlerimizi ne zaman yıkacaksınız?'' diye sorular sormaya başladı. Herhalde evde anne-babaları evlerin yıkılacağından bahsetmiş olacak ki çocuklar beni evlerini yıkmak için tespit çalışması yapan bir memur zannettiler. Ben ''Hayır. Sadece buradan geçiyorum. Bu yol nereye çıkıyor?'' diye sorunca rahatladılar ve otobüs durağına çıktığını söylediler.





Yürümeye devam edince şaşkınlıktan kendimi alamadım. Çünkü 1984 yılında ilk defa geldiğim ve hala yaşadığım Ankara'da şimdiye kadar böyle güzel manzarası olan bir yer görmemiştim. Ama aynı zamanda bu kadar pis ve sefalet kokan bir yer de görmedim.

Her yer çöp ve pislik içindeydi. Sanırım gecekondularda yaşayanlar çöplerden hurda mukavva ve metal toplayarak geçindiklerinden ortalık çöp artıklarıyla doluydu. Herhalde para eden şeyleri satıp para etmeyenleri yol kenarına atmışlar.

Ama kısa süre sonra yol kenarındaki çöplerin sadece gecekonducuların marifeti olmadığını anladım. Çünkü yol kenarında birçok hafriyat malzemesi vardı. Evinizde yaptırdığınız tadilatlardan artan malzemenin nereye gittiğini merak ediyorsanız buraya gelip bakmanız yeterli olacaktır.

Elbette bu sizin veya benim suçum değil. Bu işlere belediye bakıyor Ama Ankara'da uzun süredir bir belediye başkanı olmadığından durum bu hale gelmiş. İ.Melih, şehri gezip sorunları ile ilgileneceğine televizyon kurup her gece ekrana çıkmak veya twitterden millete laf yetiştirmekle meşgul olduğundan buraları görmemiş herhalde.






 
 


 

 



 

 

 

Umarım yeni belediye başkanı bu tepeye gelir, durumu görür, tepenin ne kadar güzel bir manzarası olduğunu fark eder ve buraya biraz çeki düzen verir.

Saygılar sunarım.

Yazının devamını Ankara'nın Dikmen'i 2: İlker ve Oran Bölgesindeki Söylentiler başlıklı yazımızdan okuyabilirsiniz.
Mehmet Çanlı
14.11.2017.


13 Kasım 2017 Pazartesi

İYİ Parti'nin Genel Merkez Açılışı.




İYİ Parti'nin Genel Merkez binasının açılış töreni, miting havasında gerçekleştirildi. Görünen o ki, İYİ Parti Türkiye’ye iyi gelmiş. Bunu daha partinin kurulduğu ilk günden itibaren görmeye başladık. Bir tanıdığımın söylediği gibi, Türkiye’de son yıllarda ciddi bir muhalefet eksikliği vardı ve İYİ Parti ilk defa AKP’nin karşısına çıkan gerçek bir muhalefet partisi gibi görünüyor. Bu da, onun muhalefet partisi olarak değil de iktidara aday bir parti olarak ortaya çıkmasından kaynaklanıyor.
AKP iktidarı boyunca, daima muhalefet partileri oldu. Ama hepsi savunmacı ve sadece kendi dar çevresine hitabeden partilerdi. İYİ Parti ise herkese hitap ediyor. Diğer muhalefet partileri,  Erdoğan’ın karşısında yenileceklerini daha baştan kabul eden figüranlar gibiydiler. Ama İYİ Parti, AKP’nin karşısına cesaretle çıkıyor, hiç korkmuyor ve yılmıyor. Kılıcını çekmiş ve meydan okumalara meydan okuyarak karşılık veriyor.

Kim ne derse desin, AKP Türk siyasi tarihinde modern propaganda yöntemleri de dâhil her türlü modern vasıtayı kullanmak konusunda en başarılı parti. Bir seçim öncesinde, parti teşkilatından biri ile sohbet ederken bana; günde üç defa (sabah-öğlen-akşam) anket yaptırıp genel merkezde yöneticilerin önüne koyduklarını söylendiğinde çok şaşırmıştım. Ama anlaşılan bu kadar uzun süre iktidarda kalmalarının da sebebi bu.

Ancak şimdi işleri daha önce hiç olmadığı kadar zor. Çünkü İYİ Parti, AKP’nin bütün argümanlarını ve yöntemlerini etkisiz çıkaracak gibi görünüyor. Zaten AKP de, bunu çok önceden tespit ettiği için partinin kuruluş aşamasında parti kurulmasın diye her türlü engelleme yolunu denedi. Ancak bu ters tepti. Hotellerdeki toplantılara izin verilmedi, ama açık havada toplandılar ve bunu millete duyurdular. Akşener’e FETÖ’cü dediler, Sayın Akaşener ‘’Eğer FETÖ’cü isem beni tutuklamayanr şerefsizdir.’’ diye karşılık verince bu argümanları da suya düştü.

Bunun üzerine anketlerde AKP’nin Akşener’e neden zemin kaybettiğini araştırdılar. Duyduğum kadarıyla bu anketlerde yolsuzluklarından çok fazla şikâyet aldıkları belediye başkanları da bu yüzden görevden alınmış. Daha da önemlisi Akşener ve ekibinin hem dini değerlere saygılı hem de milletin her kesiminin sevgi ve saygısını kazanmış olan Mustafa Kemal Atatürk’ü daima ön planda tutmasıının merkez sağın İYİ Parti’ye kaymasına sebep olduğunu tespit etmişler.

Bu yıl 10 Kasım’da Anıtkabir ziyaretine AKP’lilerin akın etmesinin ve başta Erdoğan olmak üzere AKP ve destekçilerinin Mustafa Kemal Paşa’ya artık Atatürk demeye başlamasının sebebi de buymuş. Eğer bu doğruysa İYİ Parti ülkeye gerçekten iyi gelmiş. Onun sayesinde hem Ankara’da İ. Melih’ten kurtulduk ve hem de ilk defa bir 10 Kasım’da bazı çevrelerin sarf ettiği sözleri duyup küfretmekten karnımız ağrımadı.

İYİ Parti’nin Ankara’daki genel merkez binası açılışına ve burada Akşener’in yaptığı konuşmaya bakınca AKP’nin bu manevralarının pek te işe yaramayacağı anlaşılıyor. Bir defa bina açılışının miting gibi çok kalabalık olması, halkın partiye büyük bir ilgisinin olduğunu gösteriyor. Öte yandan Akşener’in yaptığı konuşma da, artık AKP’nin kendi çalıp kendi oynadığı zamanların sona ermek üzere olduğunu gösteriyor.

Akşener’in iyi bir hatip olması İYİ Parti için büyük bir avantaj. Ama İYİ Parti'nin en büyük avantajı liderinin kadın olması. Bu durum aynı zamanda AKP’nin de en büyük dezavantajı.  Birçok yazı ve anket değerlendirmesinde AKP seçmeninin çoğunluğunu kadınların oluşturduğunu okudum. Şimdi rakip partinin liderinin kadın olması bu durumu değiştirebilir. Üstelik Akşener sıradan bir kadın da değil. Erdoğan’da seçmenlerin hayran olduğu özelliklerin tamamına sahip bir kadın.

O da Erdoğan gibi masaya yumruğunu vurmasını biliyor.

Hem de ondan daha sert ve daha kararlı.

Onun da özgüveni çok yüksek.

Hani Erdoğan, bir hata yaptığında muhalefet partileri cılız bir şekilde onu eleştirince ‘’Biz her şeye varız. İddialarını ispat edemeyen şerefsizdir.’’ diyordu ya, Akşener bunu daha inandırıcı ve ondan daha kararlı bir şekilde söylüyor.

Muhtemelen bu sebeple diğer muhalefet parti liderlerine demediğini bırakmayan Erdoğan, Akşener hakkında açıklama yapmaktan kaçınıyor.

Çünkü hem bir kadına meydan okuyarak kadın seçmenlerin tepkisini almaktan korkuyor, hem de bir kadının ondan da kararlı bir şekilde kendisine meydan okumasından çekiniyor.

İkinci önemli konu da Akşener ve İYİ Parti’nin söylemleri ile bazı alanları sahiplenen AKP’yi bu alanlarda da zor duruma sokmuş olması. Bunu daha iyi anlayabilmek için Akşener’in yaptığı konuşmaya bakmak sanırım yeterli olacaktır.

Meral Akşener'in konuşması;  ‘’Sabrettiniz... Dişlerinizi sıktınız, sabrettiniz. Niye sabrettiniz biliyor musunuz? Türkiye’de iyi şeyler yapacağımıza, Türkiye’ye iyi geleceğimize inandınız. Allah sizden razı olsun. Sağolun.’’ şeklinde başlıyor.

Bu cümle bile AKP’yi sıkıntıya sokacak üç öge barındırıyor.

Birincisi sabır.

Diyor ki, partinin kuruluş aşamasında bize çok sıkıntılar yaşattılar ama buna rağmen biz sabrettik, azmettik ve işte meydana çıktık.

Bizi böyle ıvır zıvır şeylerle yıldıramazlar.

Bu söylemle ayrıca; parti kurucuları mağdur ama sabırlı olarak gösterilirken hükümet mağdur eden ve baskıcı olarak gösteriliyor.

Bu giriş cümlesinde diğer bir önemli vurgu da ‘’Cenabı Hakka şükrediyorum. Bugünü bizi gösterdi.’’ cümleleridir.

Burada, Allah-Şükür etmek vb. kavramların artık AKP tekelinde olmadığı ortaya konuluyor.

‘’İYİ Parti Türkiye’ye geldi. 25 Ekim’de partimiz kuruldu. 29 Ekim’de herkes iyi oldu. Kimse hastalanmadı. Meğerse bizi yönetenler turp gibi sağlıklıymış. Anlamak için İYİ Partinin kurulması gerekiyormuş.’’ bölümü de, iktidarın 15 senedir milli bayramları kutlamadığını ve milli değerlere önem vermediğini halkın gözüne sokar gibi ortaya koyuyor.

Bundan sonra kendisinden değil partiyi kuranlardan bahsederek siyasi duruşlarının bir örgüt ve kitle hareketi olduğu gösteriliyor.

Müteakiben AKP’nin cinsiyet ayrımcılığı yaptığını, hem kendisi hem de Atatürk’ün annesi üzerinden vurguluyor.

Partinin bir kadın hareketi olduğu da vurgulanıyor.

Yani AKP’nin en yumuşak yerlerine vuruyor. 

Kadınlar üzerinden ve milli değerler üzerinden AKP'yi eleştiriyor.

Konuşma şöyle devam ediyor:

‘’Cinsiyeti üzerinden yemediği hakaret kalmamış, 16 yıldır yetim Mustafa’yı büyütmüş Zübeyde Hanım’a küfredilmiş, iftiradan nasibini alanlardan biri de benim. Bu hakaret bir kadın hareketidir. Allah’ın sopası yok, İyi parti var. Kadınları keşfettiler... Hatta Atatürk'ü keşfettiler.’’

Sonra da halkın İYİ Parti’nin kuruluşu hakkındaki düşüncelerini halkın ağzından anlatıyor:

‘’Dediler ki, iyi ki varsınız, iyi ki İYİ Parti'yi kurdunuz. Türkiye’yi bölen, kavga ettiren siyaset dili yumuşuyor. Biz size şükran borçluyuz. Hele ki gençler. Dediler ki biz söz veriyoruz, size oy vereceğiz. Dedim ki yalan söylersiniz terlik atarım. Bir tanesi bağırdı, “lan aynı benim annem gibi” dedi.

İyi partiyi çok zor kurduk. Kuruculardan yer alan genç arkadaşlarımız işinden oldular. Hocalarımız üniversitelerden istifa ettiler. Bu partiyi arkadaşlarımızın böyle fedakârlıkları ile kurduk.

Bu insanlar arabasına benzini kendisi koydu, uçak ve otobüs biletini kendi aldı, Türkiye’nin dört bir yanından geldi. Bu insanları nasıl durduracaksınız? Kuruş kuruş, bu binanın bile hesabını veririz. Siz nasıl kurdunuz, ben o dönemleri bilirim.  Biz milletimizi arkamıza aldık.

Biz yeni genel merkezimizi açtık. Kurulduk, bir hafta sonra Bitlis, Ahlat, Tatvan, Adilcevaz’a gittik. Konuştular, dinledik. Projemizi dinleye dinleye oluşturacağız. 


İşsizlik birinci problem. Ben 24 yıldır aktif siyaset yapıyorum. Oralarda devasa binalar yapılmış. Emniyet binası güzel, belediye binası güzel, valilik güzel, postahane güzel…. Ama keşke oralara fabrikalar yaptırabilseydi. Devlet doyuramadığı o aileye ekmek veremediği için giyimi, gıdasını karşılamak zorundadır. O devlet iş imkânı yaratmak zorundadır. Kalkınmak için bunu yapmalısınız.
Kalkınmak için bunu yapmalısınız.

İstanbul’da sorun, Ankara’da sorun, Bitlis’te sorun büyük bir sorun var. Adalet yaralıdır, kalkınma ortadan kalmıştır. Gemicikler, şirketler… Yahu nasıl bir şeydir bu? Böyle bir şey olabilir mi? Bir baltaya sahip olamamış çocuk, dünyanın en zenginleri arasına giriyor.

2010’da FETÖ’cü oldular, 2011’de bebek katili PKK’nın başına eş oldular ne büyük bilge dediler, 2017 referandumunda Milliyetçi oldular, şimdi de Atatürkçü oldular."





 Bu konuşmayı ve Akşener'in diğer konuşmalarını dikkatli bir şekilde inceleyince İYİ Parti'nin AKP'nin bütün zayıf noktalarına oldukça isabetli yumruklar attığını göreceksiniz. İnsanların konuştuğu ama kimseye duyuramadığı bütün sıkıntılarının dile getirildiğini göreceksiniz. Böylece bir siyasi parti olarak çok doğru bir program ve tavır sergilediğini göreceksiniz.

İYİ Parti'nin bu başarılı tavrı ve tutumu anketlere de yansımış görünmektedir. Bu anketlerdeki rakamlar daha başlangıçtır. Bu şekilde devam ederse destek katlanarak artacaktır.

Bu sebeple; AKP ve Erdoğan’ın işi, iktidara geldikleri günden beri ilk defa bu kadar zor bir hale gelmiştir. Ve sanırım bu zorluk azalmayacak daha da artacaktır.

Bence göle çalınan maya tutmuştur. İYİ Parti ve söylemleri milletten bir karşılık bulmuştur.

İktidar partisi için söylenecek tek bir şey vardır.

Şimdi köpeksiz köyde değneksiz gezme zamanı geçmiştir.

Ama sanırım artık değnek filan da işe yaramayacaktır.

Saygılar sunarım.
Mehmet Çanlı

12.11.2017.

10 Kasım 2017 Cuma

Bu 10 Kasım'da yaşanan sıradışı gelişmeler.



Bu gün 10 Kasım.
Ama sıradan bir 10 Kasım değil.
Çünkü bu gün Anıtkabir olağanüstü kalabalıktı.
Ne var bunda? 
Eskiden de böyle kalabalık oluyordu diyenler olabilir.
Evet.
Ama....
Bu gün bir başkaydı.
Eskiden, kalabalık olduğu zamanlarda bile, 10 Kasım sebebiyle bazı çevreler Atatürk'e iftira ve hakaret etme yarışına girerlerdi.
Bu gün soy ismi odunu güzel yanan bir ağaç olan bir gazeteci bozuntusu gibi birkaç kendini bilmez hariç böyle bir şey olmadı.
Bu 10 Kasım'da AKP'lilerden tarikatçılara kadar, orada görmeye pek alışık olmadığımız insanlar da Anıtkabir'deydi.
Gerçi samimi dindar insanlar, Anıtkabir'e her zaman gelip dua okumuşlardır.
Zaman zaman ziyaret ettiğimde, Atatürk aleyhine konuşanların en revaçta olduğu dönemlerde bile tesettürlü veya baş örtülü kadınları çocuklarıyla Anıtkabir'de dua okurken gördüm.
Sakallı, cüpbeli adamlar bile gördüm.
Ama bu sefer hemen herkes oradaydı.
Bazıları bunu 2019 seçimlerine yoruyor.
Bazıları da İYİ Parti'nin yükselişine.
Çünkü İYİ Parti hem dini hassasiyetlere saygılı hem de Atatürk'çü bir görüntüye sahip diyorlar.
Anketlerde, bu haliyle AKP'den çok oy alacağının ortaya çıktığını iddia ediyorlar.
Bazıları da; ülkenin bir kriz yaşadığını, her krizde olduğu gibi insanların geçmişten başarılı birini hatırladığını söylüyor.
Milletin çocuğu olmayınca bile bir yatır bulup mezar başında dua ettiğini söylüyorlar.
Sebep ne olursa olsun.
Ve kim ne derse desin.
Bence olan biten çok güzel.
Bu ülkenin kurucusu olan ve hayatını bu ülkeye adayan bir insanın böyle kalabalık bir şekilde anılması her şeye rağmen çok güzel.
İnşallah bundan sonra da böyle devam eder.
Herkes farklı siyasi görüşlere sahip olabilir.
Ama unutmamak lazım ki bu ülkede yaşayan herkes, bu ülkede yaşamasını önce Allah'a sonra da ona borçlu.
Onun için Atatürk herkesten saygı görmeyi hak ediyor.
Umarım bu 10 Kasım bir dönüm noktası olur.

Onun sadece devlet kuran sıradan bir lider değil, aynı zamanda büyük bir insan olduğunu da unutmamak lazım.
Ben burada bir tanesinden bahsederek yazıma son vermek istiyorum.

Atatürk yurt gezileri kapsamında Mersin'e gitmiştir.
Şehri gezerken etraftaki büyük binalar dikkatini çeker.
O sırada ak sakallı yaşlı bir adama denk gelir ve onunla sohbet etmeye başlar.
Bir süre sonra Atatürk yaşlı adama sorar:
''Burada çok güzel binalar gördüm. Şu karşıdaki köşk kimin?''
Adam cevap verir:
'' Kirkor'un paşam.''
''Ya şu ilerideki kocaman bina kimin?''
''Yorgo'nun paşam.''
''Şu sağ taraftaki han kimin?''
''O da Solomon'un paşam.''
Atatürk duydukları karşısında üzülmüştür. Biraz da kızgındır aslında.
Kızgınlığını belli edecek kadar yüksek sesle adama sorar:
''Peki, onlar bu binaları yaparken siz ne yapıyordunuz?''
Adam birden bire canlanır ve cevap verir:
''Biz, Arnavutluk dağlarında, Çanakkale'de, Kafkasya'da ve Arap çöllerinde savaşıyorduk paşam.''
Bu cevap karşısında Atatürk ne diyeceğini bilemez.
Daha sonra hatıralarını anlatırken de; ''Hayatta cevap veremediğim tek insan bu aksakallı ihtiyar olmuştur.'' diye bu olaydan hüzünlenerek bahseder.


Ülkemizin kurucusu büyük önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü, buradan tekrar saygı ve minnetle anar, onun aziz hatırası önünde saygıyla eğilirim.

Kendisine ve onunla birlikte ülkemizi kurtarmak için savaşan en üst rütbedekinden en ast rütbedekine kadar tüm askerlere ve üniformasız kuvayı milliyecilere Allah'tan rahmet dilerim.
Mekanları cennet olsun.

Saygılar sunarım.
Mehmet Çanlı
10.11.2017.


9 Kasım 2017 Perşembe

Lübnan ve Suudi Arabistan'da neler oluyor?


takip ediyor musunuz, bilmiyorum.
lübnan başabakanı gittiği suudi arabistanda istifa ettiğini açıkladı. 
bir ülkenin başabakanı bir başka ülkede istifa ederse bunun anlamı ya alıkonuldu demektir ya da iltica etti demektir.
derken suudiler kendi içlerindeki, tüm islam ülkelerinde olduğu üzere hayli fazla olan, hırsız ve dolandırıcılara karşı harekete geçti. 
bu arada kendi vatandaşlarının lübnanı terk etmesini istedi. 
ben buradan LÜBNAN BAŞBAKANININ ALIKONULDUĞUNU ANLIYORUM.
ortadoğu her zaman bir sorundur ve o sorundan uzak duranlar her zaman kazançlıdır.
lübnan ve suudiler için gerçekleşen olayların bir musa (abede) yapımı olduğunu söylemeyeceğim. 

böyle şeyler kolaya kaçmaktır. 
gelinen noktada tüm suudiler ve lübnanlılar sorumludur. 
meslenin çözümü aynaya bakmalarında ve suçluyu görmelerinde saklıdır.


Güven Kaya

6 Kasım 2017 Pazartesi

Bizim yamukla işimiz olmaz kardeşim.


Oğlum Ankara'da bir Anadolu Lisesinde okuyor.
Üniversite sınavı yaklaştığı için kendisini bir dershaneye yazdırdık.
Bu yüzden okuldan sonra dershaneye gidiyor ve haftanın bazı günleri eve geç geliyor.
Dün akşam geç vakit eve geldiğinde suratı biraz asıktı.
''Ne var, ne yok? Bir sıkıntı mı var?'' diye sordum.
Anlatmaya başladı.
''Baba, geçenlerde seviye tespit sınavı yapıldı. Bu gün dershaneye gidince, herkesin aldığı nota göre yeni sınıflara ayrıldığını gördüm.''
Ben hemen lafa karıştım.
''Ne oldu? Notun düşük mü çıktı? Eğer öyleyse hiç üzülmene gerek yok. Bir daha ki sefere daha iyi not alırsın.'' dedim.
Oğlum güldü.
''Yok baba yaaaa.... Çok iyi not almışım. En iyi not alanları iki sınıfta topladılar. Ben ikinci sınıfın baştan üçüncüsüyüm. Yani aldığım not oldukça iyi.''
Ben şaşırmış bir şekilde sordum:
''Peki o zaman, bu suratın hali ne?''

Oğlum ''Uuuuffff! Çok sabırsızsın. Anlatıyorum işte.'' dedikten sonra anlatmaya başladı.
''Okuldan çıkınca dolmuşa binip Kızılay'a indim. Oradan da yürüyerek dershaneye gittim. Biraz halsiz ve yorgundum. Kapı girişine asılan duyuruyu okuyup yeni sınıfıma gittim. İçerdeki hiç kimseyi tanımıyordum. Çoğu fen liselerinden gelmiş kişilerdi. Bir sıraya oturup defter ve kitabımı çıkardım. O sırada telefonuma mesaj geldi. Ben de telefonu çıkarıp mesajı okumaya başladım. Okulda benim katıldığım felsefe kulübünden bir arkadaş göndermiş. Kulüpteki faaliyetlerle ilgili bir şey soruyordu. Ben de ona cevap verdim. O tekrar başka bir şey sorunca ben tamamen bu konuya daldım. O sırada elinde bir kitap olan, dağınık, şişman ve aynı filmlerde gördüğümüz süper zeka tiplere benzer bir oğlan yanıma geldi ve heyecanla 'Yamukla aran nasıl?' diye sordu. Ben de kafamı telefondan kaldırıp 'Ben onu tanımıyorum. Sınıfa yeni geldim.' diye cevap verdim. Bunun üzerine o çocuk suratını asarak geri döndü ve sitem ederek tahtaya doğru yürümeye başladı. 'Ne var bu kadar kızacak kardeşim. Alt tarafı bir şey soracaktım. Bir de benimle kafa yapıyorsun. İstemiyorsan adam gibi söyleseydin.' ''
Ben tekrar araya girdim.

''Vay hıyar vaaay... Ne var ki söylediğinde. Sorunlu bir çocuk herhalde. Ha bu arada, o yamuk kimse bir müddet laubali olma. Bak bakalım gerçekten yamuk mu? Ona göre konuşup konuşmayacağına karar verirsin. Bizim yamuk adamlarla işimiz olmaz. ''
Oğlum yine araya girmeme kızdı ama son söylediğim cümleyi duyunca güldü ve anlatmaya devam etti.
''Baba, sen konuyu anlamadın herhalde? Oğlan matematikte yamuklarla ilgili bir soruyu çözememiş, sınıftaki diğer öğrencilere sormuş, onlar da çözemeyince bir de bana sormak istemiş. Ben ise sınıftaki birinden bahsediyor zannettim. Oğlan söylenmeye başlayınca bende jeton düştü. Ama sınıftaki herkes gülmeye başlayınca mal gibi ortada kaldım ve biraz mahcup duruma düştüm. Ona canım sıkıldı.''dedi.

Ben, hiç bozuntuya vemeden işi şakaya vurdum.
''Boş ver oğlum. Bizim yamuklarla işimiz olmaz. İster matematikte olsun ister gerçek hayatta.''


Saygılar sunarım.

Mehmet Çanlı
6.11.2017

5 Kasım 2017 Pazar

Türkiye'nin iki yakası neden bir araya gelmiyor?


Evde internette emaillerime bakıyordum.
Dışarıdan gelen iş makinesi ve araç seslerini duyunca, dışarıda neler oluyor diye görmek için balkona çıktım.
Gördüklerime inanamadım.
İş makineleri asfalt yolu kazıyorlardı.
Şimdi diyeceksiniz ki ne var bunda?
Belediye ne güzel çalışıyor.
Hizmet ediyor filan.
Eyvallah.
Belediyenin işi o zaten.
Halka hizmet etmek.
Halktan aldığı vergilerle halkın ihtiyaçlarını karşılamak.
Haklısınız.
Ama benim itirazım buna değil.
Milletin vergilerinin har vurulup harman savurulmasına.
Niye mi böyle diyorum?
Anlatayım.
Bu yol iki yıl önce onarım gördü.
Bir hafta boyunca iş makineleri çalışıp asfaltın bozuk yerlerini onardı.
Oh ne güzel, belediye çalışıyor diye sevindik.
Ama geçen sene aynı yola, asfalt kesilerek fiber optik kablo döşenmeye başlandı. 
Bu da 15 gün kadar sürdü.
Sonuçta asfalt tekrar bozuldu.
Sonra belediye yolun neredeyse tamamını asfaltladı.
Şükürler olsun, belediye yolumuzu yapıyor.
Çalışıyor adamlar, dedik ve yine mutlu olduk.
Ama bu gün de bu kazıyı görünce artık n'oluyo lan dedim.
Arkadaş şimdi ne yapacaksınız?
Bu nasıl bir şeydir ki dün attığınız asfaltı bugün bozacak kadar acil bir durum yarattı?
Biz her yıl sokakta iş makinesi gürültüsü ve yollardaki çukurları çekmek zorunda mıyız.
Ayrıca bunu hep bu aylarda yapmanızın sebebini de anlayamadım.
Yağmur yağsın da millet çamura bulansın diye mi bu mevsimi seçiyorsunuz?


Biraz dünyayı dolaşın da insanlar nasıl belediyecilik yapıyor görün.
Bir süre İngiltere'de yaşadım.
Adamlar 1800'lerde yaptıkları yolları inşa ederlerken bu gün ortaya çıkabilecek ihtiyaçları bile düşünerek ona göre yapmışlar.
Siz daha bir sene sonrasını bile planlayamıyormusunuz?
Her yıl asfalt bozulup tekrar yapılır mı?
Bu değirmenin suyu nereden geliyor?
Babanızın cebinden mi harcıyorsunuz o paraları?
Milletin parasını çarçur etmeye utanmıyor musunuz?
Böyle plansız programsız ve düşüncesizce yalap şalap işler yaparsanız, sonra belediyelerin milyon dolarlarca borcu olur tabi.
Bunun vebalini yine biz vergi artırımı olarak ödemek zorunda mıyız?
Siz doğru dürüst iş yapmayı beceremiyorsanız bunun vebalini neden biz çekelim.
Kafanız hiç çalışmıyorsa niye o koltuklarda oturuyorsunuz?
Size hesap soran yok mu?
Ben hesabımı sandıkta veririm riyakarlığı ile beni ikna edemezsiniz.
Milletin parasının hesabı sandıkta değil mahkemede verilir.
Buna dur diyecek bir devlet yetkilisi, bunlara hesap soracak bir savcı yok mudur?
Yazıktır, günahtır kardeşim.
Bu fakir milletin parasını çarçur etmeyin.
Bir şey yapacaksanız önce bir kaç saatinizi ayırın da yapacağınız şeyin 10 yıl sonrası için neler getirip neler götüreceğini hesaplayın.
Vaz geçtim 10 yıldan, hiç olmazsa seneye ne yapacağınızı düşünüp bu sene yolları yolları ona göre onarın.
Böyle yaparsanız,  dün yaptığınızı bugün bozmak zorunda kalmazsınız.

Saygılar sunarım.
Mehmet Çanlı
4.11.2017.

Savaşta en önce çocuklar ölür.


        Bu akşam sinemaya gittim. Son günlerde basında hakkında bazı spekülasyonlar yapılan ''AYLA'' filmini izledim. Bana göre çok güzel ve çok duygusal bir filmdi. O yüzden film boyunca kendimi tutamayarak ağladım. Filmin konusu Kore savaşında (1950'lerde), komünistlerin bir Güney Kore köyüne saldırması sonucu tüm ailesi ölen 4 yaşındaki bir kızın Türk askerlerince bulunması, bundan sonra da Kore'den ayrılıncaya kadar bakılması ve ona kendi çocuğu gibi ilgi gösteren bir astsubayın başından geçen olaylarla ilgili. Bu film beni çok etkiledi çünkü kendi yaşamımda da çocuklarla ilgili benzer ve hatta daha kötü olaylara şahit oldum. Şimdi bunların bazılarını anlatacağım.
       Görev yaptığım bir yerde en yüksek devlet görevlisi bendim. Bu sebeple okullardaki törenler dahil devlet adına yapılan her resmi olayı ben veya benim bilgim dahilinde diğer devlet memurları yapıyordu. Bu görevde köylerdeki okullara sık sık gittiğimden, bir köyün okulunda öğretmenlerin çok sevdiği, zeka ve yeteneklerini anlata anlata bitiremediği bir küçük kızla tanıştım. Hakikaten hayran olunacak bir çocuktu. Ailesini sorduğumda bizim koruculardan birinin kızı olduğunu öğrendim. Kızın annesi ölmüş, babası da ölümcül bir hastalığa yakalanmıştı.
       Bir süre sonra kızın bu ortamda zebil olacağını, ama bir şehirde yaşasa muhtemelen çok başarılı olacağını düşünerek kendi kendime üzüntü duymaya başladım. Okula ve köye gittiğimde bu kızı gördükçe üzüntüm daha da arttı. Kızcağız, benim onunla ilgilendiğimi gördüğünden olsa gerek, köye veya okula gittiğimde bana her zaman, nereden topladığını bilmediğim, bir demet çiçek getirirdi.
      İki yıl sonra, bu görev yerimden ayrılma tarihi yaklaşırken ben, eğer bu kızı verirlerse evlat edinmeye karar verdim. Kızın babası çok hasta olduğundan onunla konuşmak yerine amcasının oğluyla konuştum. Ama kızı bana evlatlık veremeyeceklerini, çünkü
okul bittikten kısa süre sonra bir akrabasıyla evlendireceklerini, bunun sözünün çoktan verildiğini  söyledi. Bölgenin gelenekleri hala eski düzen yürüdüğünden bu konuda ısrar etmek bir fayda sağlamayacağı gibi olumsuz olaylara da sebep olabilirdi. Bu yüzden çok fazla ısrar edemedim. Ayla filmini izlerken o kız aklıma geldi.

       Bizim 1984 yılından beri yaşadığımız PKK terörü sebebiyle Ayla'dan da kötü bir son yaşayan çocuklar da gördüm. Mesela 1995/96 yıllarında PKK'lı teröristler Silopi'nin bir köyünü bastılar. Köyde asker ve koruculardan yaralılar vardı ve iki kişi de ölmüştü. Teröristlerce öldürülen bu iki kişinin biri 8-10 yaşlarında, diğeri ise daha yürümeyi yeni öğrenmiş bir çocuktu. Daha da acı olan bu çocukların uzaktan köye atılan terörist mermileriyle tesadüfen değil, bilakis yakın mesafeden ve seri atışla öldürülmüş olmasıydı. Çocukların vücutlarında çok sayıda mermi deliği vardı.
     Bu baskına katılan ve daha sonra teslim olan bir teröristten öğrenildiğine göre, köye sızan bir grup, bir evden çocuk ağlaması duyunca gruptaki teröristlerden biri silahını pencereden içeri sokarak içeriyi seri atışla taramış. Neden küçücük çocuklara ateş ettiği sorulduğunda ise verdiği cevap kan donduran cinsten. ''Yılanın yavrusu da yılandır.'' Meğer bu iki çocuğun babası korucuymuş. Korucu (onlar için) yılan olduğuna göre çocuğu da öldürülmeyi hak ediyormuş çünkü yılan yavrusu olduklarından büyüyünce onun gibi bir yılan olacakmış.

     Diğer örnek ise Şırnak ile Eruh arasındaki bir köyden. Köy 90'larda teröristlerce basılmış. Baskına katılan teröristlerden biri de o köylüymüş ve baskında köyün içine girenlerin içinde o da varmış. Akşam karanlığında birden bire karşısına bir adamla bir küçük çocuk çıkınca seri ateşle ikisini de öldürmüş. Ölenlerin yanına gittiğinde adamın dedesi olduğunu, çocuğun da bir akrabasının çocuğu olduğunu görmüş. Ama hiçbir şey olmamış gibi çatışmaya devam etmiş.

Daha sonra, henüz vicdanını tam olarak kaybetmemiş bazı teröristler dedesini ve akrabasının çocuğunu öldürdüğü için üzüntü duyup duymadığını sorunca bu terörist şu cevabı vermiş: ''Soreştir, olur böyle şeyler. Neden üzüleyim ki?'' Yani diyor ki, savaştayız ve savaşta böyle şeyler olur.

    Bir örnek daha vererek PKK ile ilgili örneklere son vermek istiyorum. Bilenler bilir, Eruh'tan Şırnak'a giderken Görendoruk Köyü yakınlarında sol tarafta Mercimek Tepe vardır. Bu tepenin arka tarafında avuç içi gibi bir sırt ve devamında da bir dere vardır. İşte bu avuç içi gibi yerde, 1990'lı yıllarda, bir göçer ailesi çadır kurmuş hayvanlarını otlatıyormuş. Bu ailenin reisi, göçer aşiretinin de reisiymiş. Bu adam kendisi PKK'ya yardım etmediği gibi aşiretinin etmesine de müsaade etmiyormuş. Bu sebeple aşiretten bazı kişiler teröristleri görünce askeri birliklere haber vermiş ve çıkan çatışmalarda bazı teröristler ölmüş.

     Bunun üzerine PKK, adamı takibe almış. Bahsettiğim bölgede çadır kurduğunu görünce, bir gece yarısı çadırı basmışlar. Adamın elini ayağını bağlamışlar. Gece ısınmak ve yemek yapmak için yaktığı ateşe çok miktarda odun atıp büyük bir köz yığını oluşturmuşlar.

Adamın iki küçük çocuğu varmış. 15-16 yaşında olanı adamın ve karısının gözü önünde kurşuna dizerek hemen öldürmüşler. Adam bunun acısıyla kıvranırken karısı bayılıp kendinden geçmiş. Ancak teröristler bununla da yetinmemiş. Daha emekleme çağındaki diğer çocuğu uzun bir sopanın ucuna bağlamışlar ve adamın gözü önünde canlı canlı  közde kızartmışlar. Ondan sonra da adamı öldürmeden çekip gitmişler.

Zavallı adam aklını yitirmiş ve bir müddet mecnun gibi dolaştıktan sonra kahırdan ölmüş.

    İki örnek te Ankara'dan vereyim. Evime yakın bir yerde arabamla kırmızı ışığa denk gelip durduğumda en küçüğü 3/4 yaşlarında ve en büyüğü 6/7 yaşlarında üç çocuk gelip para istiyordu. Çocuklar çok fazla Türkçe bilmediğinden nereli olduklarını sordum. Suriyeli olduklarını söylediler. Anneleri, yolun kenarında oturmuş çocuklarını dilendiriyordu. Son zamanlarda ortalarda görünmeyen bu çocukların ayaklarında çorap, üstlerinde ise doğru dürüst bir kıyafet yoktu.

      2/3 gün önce de bir büyük marketten birşeyler alıp çıkarken yolumu gençten bir kadın kesti. Ben para isteyecek diye düşünürken bozuk bir Türkçe ile ''Abi, bize de yiyecek bir şeyler alır mısın?'' dedi. Kucağında 2/3 yaşlarında ve yanında da 3/4 yaşlarında bir kız çocuğu vardı. Çocukların ayakları çıplak, üstleri başları kir içindeydi.

Kadına nereli olduğunu sordum. Önce Suriyeli olduğunu söyledi. Ardından, biraz da çekinerek, Suriyeli Kürt olduğunu söyledi. Ben kadına bu çocuklarla bu soğuk havada dilenmemesini, kaymakamlığa gidip yardım istemesini söyleyince bana kimlik ve pasaportu olmadığını, Türkiye'ye kaçak olarak girdiğini, bu sebeple kaymakamlığın yardım etmediğini söyledi. Kocasının nerede olduğunu sordum, askerde dedi. Suriye'de askermiş.

Kimin askeri olduğunu sormadım. 3,5 milyon Suriyeliyi ülkeye almakla övünen ama onların ve özellikle de küçücük çocukların ortada aç bihaç kalmasını umursamayanlar hakkında içimden burada söyleyemeyeceğim bazı sözler söyledim.

     Bu akşam AYLA filmini seyredince bir defa daha anladım ki her türlü silahlı çatışma, bu çatışmaya hiçbir katkısı  olmayan masum çocukları vuruyor en önce. Kore'de Aylalar öksüz ve kimsesiz kalıyor. Doğuda teröristler babasına kızınca çocuklarını öldürüyor. Suriye'de erkekler birbirini öldürürken çocuklar Ankara'da zebil oluyor.

   
    Saygılar sunarım.
    Mehmet Çanlı
    (3.11.2017.)

3 Kasım 2017 Cuma

Türk Yunan İlişkilerinin Tarihsel Gelişimi (1929-1939)




1929 ekonomik buhranı dünya siyasetinde çok önemli bazı olumsuz gelişmelere sebep oldu. Çünkü kendi kendine yeterlilik eğilimleri ve yürütme gücü artmış milliyetçilik akımları her yerde güçlendi. Otoriter rejimler saygınlık kazanırken, demokratik rejimler zayıfladı. Statükonun değişmesinden yana olan ülkeler otoriter rejimlere geçtiler. Bunun sonucunda anti revizyonist ülkelerle revizyonist ülkeler arasında çelişki gittikçe arttı.
1’nci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan ve büyük toprak kayıplarına uğrayan ülkelerden biri olan Bulgaristan, revizyonist politikalar uygulamaya ve Yunanistan’dan toprak talebinde bulunmaya başladı. Bu durum; İtalyan ve Bulgar tehdidini hisseden Romanya, Yunanistan, Yugoslavya ve Türkiye’yi birbirine yaklaştırdı.
Uluslararası Barış Bürosunun 6-10 Ekim 1929’da Atina’da düzenlediği Evrensel Barış Kongresi’nde gelişmelerden tedirginlik duyan anti revizyonist Yunanistan’ın eski başbakanlarından Papanastasiu bir Balkan birliği kurulması görüşünü ortaya attı. İlgi ile karşılanan bu görüş üzerine 5 Ekim 1930’da Atina’da; Yunanistan, Türkiye, Bulgaristan, Yugoslavya, Romanya ve Arnavutluk’un resmî olmayan temsilcileri arasında ilk Balkan Konferansı toplandı. Konferansta Balkan ülkeleri arasında siyasal, ekonomik, teknik ve kültürel işbirliği konuları ele alındı.
Hem İtalya, hem de Bulgaristan tehdidini hisseden ve Balkan Savaşları ile 1’nci Dünya Savaşı’ndan en fazla toprak kazancıyla çıkan Yunanistan bu revizyonist tehditten en fazla tedirgin olan ülke konumundaydı. Bu sebeple Türkiye ile ilişkilerini düzeltme yoluna gitti ve 10 Haziran 1930 tarihinde Ahali Mübadele Antlaşması’na imza koydu. Bu önemli uzlaşmalığın giderilmesinden sonra, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkiler hızla düzelmeye başlamıştır.
Bunun üzerine, Yunan Başbakanı Elefteros K. Venizelos 27 Ekim – 1 Kasım 1930 tarihleri arasında Ankara’yı ziyaret etti. Görüşmelerde 10 Haziran 1930 tarihli antlaşma dikkate alınarak Türk-Yunan dostluğu ve ortak çalışma esasları taraflarca kabul edildi. Ziyaret sırasında 30 Ekim 1930’da Ankara’da ‘’Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaşma ve Hakem Antlaşması’’ imzalandı. Antlaşmaya bir de ‘’Deniz Kuvvetlerinin Sınırlandırılmasına İlişkin Protokol’’ eklendi. Antlaşmaya göre taraflar birbirlerine karşı yöneltilmiş siyasî ve ekonomik antlaşmalara katılmamayı, taraflardan biri saldırıya uğrarsa diğerinin tarafsız kalması ve uyuşmazlıkların diplomasi yoluyla çözülmesi gibi konularda mutabakat sağlandı. Ekli protokolde ise deniz silâhları için harcamaların önlenmesi ve deniz kuvvetlerinin sınırlandırılması prensipleri açıklandı. Türk-Yunan dostluğunun temel taşını teşkil eden bu belgeler gelecekteki Balkan Paktı’nın çekirdeğini oluşturmuştur.
Gelişmelerden rahatsız olan Atatürk, seçim dolayısıyla 26 Mayıs 1931’de ulusa hitap eden beyannamede “Yurtta sulh, cihanda sulh” için çalıştığını ifade etti.
İlki Atina’da yapılan Balkan Konferansı’nın ikincisi Ekim 1931’de İstanbul’da, üçüncüsü Ekim 1932’de Bükreş’te dördüncüsü de Kasım 1933’te Selanik’te yapıldı. Toplantılar resmî temsilcilerden oluşmadığı için kesin sonuç alınamadı. Bu arada Bulgaristan, ileride Yugoslavya, Yunanistan ve Romanya’dan toprak talebine yol açabilecek azınlık konuları üzerinde durunca ve İtalya’nın etkisinde kalan Arnavutluk Bulgaristan’ı izleyince Balkan Konferansı’nı sürdürmenin yararlı olamayacağı anlaşıldı.
Ocak 1933 tarihinde iktidara gelen ve 23 Mart 1933 tarihinde çıkardığı kanunla Almanya’nın yönetimini tek başına ele geçirerek diktatörlüğünü kuran Adolf Hitler, Avrupa’da güvenlik endişelerinin daha da artmasına sebep oldu. NAZİ Partisi ideolojisinin Hayat Alanı iddiası içinde bulunan Balkan devletlerinin endişeleri daha da arttı.
Türkiye yeni gelişen tehlikeye karşı sınırlarının güvenliğini artırmak için ittifak arayışlarını artırdı. Balkanlarda ittifak kurmak için en öncelikli ülkenin Yunanistan olduğu değerlendiriliyordu. Çünkü; Balkanlarda sınırımız olan iki ülke bulunuyor, bunlardan Bulgaristan revizyonist politikalar izliyor ve Yunanistan’da bu politikaların birinci hedefini teşkil ediyordu. Bu sebeple Türkiye ilk olarak Yunanistan ile işbirliğinin yollarını aramaya başladı. Aynı şekilde Yunanistan da bir güven sorunu yaşadığından Türkiye ile yakınlaşma çabası içerisindeydi.
Dostluk ve Hakemlik Antlaşması’ndan sonra Yunanlılar daha ileri giderek Balkanlar’da barış ve güvenliği sağlamak için Türkiye ile yeni bir antlaşmaya ihtiyaç duydular. Nitekim bu amaçla Türkiye ile Yunanistan arasında ‘’Samimi Antlaşma Misakı’’ 14 Eylül 1933’te Ankara’da imzalandı. (Özgören, Aydın. Tar.Uzm., Atatürk Dönemi Türk Yunan İlişkilerine Bir Bakış.) Buna göre; Türkiye ile Yunanistan sınır dokunulmazlığı güvence altına alındı. Taraflar arasında, özel çıkarları sağlamak için, sürekli danışmanlık ve işbirliği kabul edildi. On yıllık bir süre için yapılan antlaşmayla diplomatik temsilcilere ortak çalışma esasları kararlaştırıldı.
26 Eylül 1933’te Atatürk ve Venizelos İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda bir görüşme yaptılar. Görüşmede Türk-Yunan dostluğunun yanı sıra Balkan Antlaşması üzerinde de duruldu. İki devlet ittifakı Balkanlar’da genişletmek istiyordu. Nitekim Türkiye; 17 Ekim 1933’te Romanya, 27 Kasım 1933’te Yugoslavya ile Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması imzalayarak bu devletleri Balkan Paktı çizgisine yaklaştırdı. İlişkilerin gelişmesi sonucu Venizelos bir jest yaparak 12 Ocak 1934 tarihinde Atatürk’ü Nobel barış ödülüne aday gösterdi.
Türkiye, İtalya’dan kendisine yönelebilecek bir dış müdahaleyi karşılamak amacıyla Balkan Devletleri arasında bir işbirliği sağlamayı başardı. Balkanlar’da statükonun korunmasını amaç edinen Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya arasında 9 Şubat 1934’te Balkan Paktı kuruldu.
Balkan Paktı, dört devletin Balkan sınırlarını ortaklaşa savunmasını öngörmekte idi. Pakt, Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya arasında güvenlik ve yardımlaşma hükümleri ortaya koyan bir antlaşmadır. 9 Şubat 1934’te Atina’da imzalanan ve üç maddeden oluşan bu Pakt’a göre; Türkiye, Yugoslavya, Yunanistan ve Romanya’nın tüm Balkan sınırlarının güvenliğini karşılıklı olarak güvence altına alırlar, Pakt’ta imzası bulunan taraflar çıkarlarını bozabilecek gelişmeler karşısında aralarında görüşmeler yaparak sorunları çözerler, taraflar birbirlerine haber vermeden Balkan ülkelerine karşı siyasal eylemde bulunmazlar ve tarafların izni olmadan siyasal bir yükümlülüğü üstlenmezler. Her Balkan devleti pakta katılmaya müracaat edebilir. Fakat bu katılım talebi diğer imzası bulunan devletlerin onaylamasından sonra geçerli olacaktır.
Pakt devletleri dış politikalarında farklı görüşlere sahipti. Yunanistan sadece Bulgaristan ile sınır garantisi isterken Arnavutluk ile sınır garantisi istemiyordu. Bununla beraber Yunanistan, İtalya’nın himayesinde olan Arnavutluk’un sınırına tecavüz edemiyordu. Aslında Yunanistan’ın İtalya ile savaş riskini göze alması mümkün değildi. Ayrıca Yunanistan, İtalyan-Arnavut ortak saldırısına karşı Yugoslavya’yı korumak istemiyordu.
Türkiye ise, Pakt imzalandıktan sonra Lozan ile silahtan arındırılmış Boğazların silahlandırılması üzerinde duruyordu. Bu arada Romanya, Bulgaristan’ın sınırlarını genişletmek istemesi sonucunda Neuilly Antlaşması’nın bazı hükümlerini değiştirilmesinden korkuyordu.
İtalya’nın 1935’te Etiyopya’ya saldırması ve Güney Doğu Avrupa’nın savunucusu Fransa’nın saldırgana karşı pasif kalması Paktı olumsuz etkiledi. Pakt’ın yeterliliğine güvenemeyen üyeler yeni ittifaklar ve antlaşmalar kurma yoluna gitmeye başladılar.
Bütün bu problemler Belgrat’ta Mayıs 1936’da yapılan üçüncü Balkan Konseyi toplantısında görüşüldü. Toplantıda, Yunanistan’ın İtalya hakkındaki rezervi ile Türkiye’nin Boğazları silahlandırması kabul edildi. Yunanistan ile Türkiye bu sorunların çözümünde birbirini sonuna kadar desteklediler. Ayrıca Türkiye ve Yunanistan, Bulgaristan’ın denize çıkış talebine de karşı çıktılar.
Bu arada; yakın ilişkileri sürdürmek isteyen Yunanistan tarafından; bir jest olarak Cumhuriyetin 10’uncu yılı münasebetiyle, 29 Ekim 1933’te kapısına tanıtıcı plaket takılan Atatürk’ün Selanik’teki evi,  sahibinden satın alınıp 19 Şubat 1937 tarihinde boşaltılmayı müteakip anahtarı Selanik konsolosumuza teslim edilerek müze haline getirilmiştir.
1937 yılına gelinceye kadar büyük devletlerle ittifak bağı kurmamış tek Balkan devleti Türkiye idi. Türkiye, her şeyden önce Sovyetler Birliği ile yakın dostluk politikası izledi. Güvenliğin uzak bir devletin ittifakı ile değil, kuzey komşusu ile yakın ilişkiler kurarak sağlanabileceği gerçeğini takip etti. 1935'de 1925 tarihli Türkiye-Sovyetler Birliği Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması on yıl süreyle uzatıldı. Türkiye Balkan Antantı'na SSCB'yle savaşa sürüklenmeyeceğine ilişkin çekince koymuştu.Nitekim 10 Nisan 1936 tarihinde Boğazların silahlandırılması konusunda Türkiye’nin ilgili devletlere verdiği nota SSCB’nin de desteği ile kabul gördü. Fakat 1937’den itibaren İtalya’nın Akdeniz’de artan tehdidine karşı Türkiye, İngiltere’ye yaklaşarak Avrupa ittifakına girme ihtiyacını hissetti.
1937’de Yugoslavya ile Bulgaristan aralarında dostluk ve saldırmazlık paktı imzalandı. Bu antlaşma Balkan Paktı’nın ana dokusunu zedeledi. 1938 yılına gelindiğinde Avrupa’da Roma-Berlin Ekseni korku ve tedirginlik yaratmaya başladı. 27 Şubat 1938’de Ankara’da toplanan Balkan Konseyi Toplantısı’nda Türkiye, Pakt devletlerinin dayanışmasının güçlendirilmesi gerektiğini savundu.
27 Nisan 1938’de Atina’da, 1930 ve 1933 Türk-Yunan antlaşmalarına ek bir antlaşma yapıldı. Böyle bir antlaşma yapmaya Avrupa’daki siyasî gelişmeler neden olmuştu. Bilhassa Balkanlar’da bir İtalyan saldırısı ihtimali ve Bulgaristan’ın Yunanistan için endişe verici tutumu Türkiye ile Yunanistan’ın dayanışma içinde olmasında etkili oldu. Bu nedenlerle yapılan 1938 Türk-Yunan Antlaşması’nda; taraflardan biri savaşırsa diğerinin tarafsız kalması, taraflardan biri, üçüncü bir veya birkaç devletin saldırısına uğrarsa diğerinin barışçı çözüm için çaba sarf etmesi, yıkıcı ve bölücü faaliyetlere karşı işbirliği ilkesi ve daha önce yapılan antlaşma hükümlerinin korunması kararlaştırıldı.
İkinci Dünya Savaşı’nın yaklaştığı bir zamanda Türkiye ve Yunanistan, bu antlaşmayı; dayanışmayı kuvvetlendirmek, saldırı halinde birbirlerine karşı tarafsızlığını korumak ve siyasal destek sağlamak amacıyla yaptılar. Taraflardan biri taarruza uğradığı takdirde diğeri onun silâh, mühimmat, erzak gibi malzemesinin topraklarından geçişine izin verecek, gerektiğinde yardım edecekti. Taraflardan biri düşmanca bir harekete maruz kalırsa diğeri çare bulmak için bütün gücüyle çalışacaktı. Bundan önce yapılan antlaşmalara bağlı kalındığı gibi bu antlaşma hükümleri on sene daha uzamış olacaktı.
Almanlar, Avusturya ile birleşip, Çekoslavakya’yı parçalayıp Balkanlara da yaklaşınca bu durum Türkiye’yi endişelendi. Bunun üzerine Türkiye, Balkan Paktı’nı canlandırmaya çalıştı. Şubat 1939 Bükreş Balkan Paktı Konferansı’nda Türk Dışişleri Bakanı, Almanya’nın Balkanlar için oluşturduğu tehlikeye dikkat çekti. Fakat Balkan devlet adamları ikna edilemedi. II. Dünya Savaşı başladıktan sonra da Türkiye, Balkan Devletleri arasında arabuluculuk yapmak istedi. Müttefiklerini ortak tehlike karşısında ortak hareket etmeğe teşvik etti. Ne yazık ki Türkiye’nin çabaları neticesiz kalmıştır.