.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

3 Kasım 2017 Cuma

Türk Müziğinin Tarihi Gelişimi: 3. Selim Döneminden Cumhuriyete Kadar.




Osmanlı İmparatorluğu’nun, kurulmasından itibaren hızla ve sürekli biçimde genişlemesi ile Batı ile ilk dönemlerinden beri bir teması olmuştur. Bu dönemde temaslar genellikle; savaşlar, barış antlaşmaları, sınır bölgelerindeki temaslar, ülkeye gelip giden tüccarlar, gezginler, İstanbul’a gelen yabancı ülke elçileri vb. şekilde meydana gelmiş ve bu temaslardan galip ve kazançlı çıkan Osmanlılar, korkulan, saygı duyulan ve taklit edilen taraf olmuştur. Bu dönemde Batılılar, Osmanlı’nın askeri sisteminden müziğine kadar birçok alana ilgi göstermiş, bu konularda araştırmalar yapmış ve genelde taklit eden konumunda olmuşlardır. Osmanlılar ise; tüfek ve top yapımı gibi daha çok askeri ve teknik konuları hemen alarak kendisine adapte etmiş, ancak gücünden kaynaklanan özgüven ve daha çok dini temel alarak gösterilen anakronizm sebebiyle Batı ile çok fazla ilgilenmemiş, kültürel açıdan da çok fazla bir alışveriş içine girmemiştir.
Fakat 17’nci yüzyılın sonlarından itibaren alınmaya başlanan askeri yenilgiler devlet adamlarında ve sarayda bir şeylerin ters gittiği duygusu uyandırmış, bunun için güçlenen ve başarılı olan Batı devletlerine gözlerin çevrilmesi ihtiyacı hissedilmiştir. Başlangıçtan itibaren başta askerlik olmak üzere bazı kurumlarda reformlar yapılması, bazı teknik ve malzemenin de Batı’dan alınması düşünülmüştür. Ancak, Müslüman Osmanlı’nın kültürü, inancı, kurumları ve sisteminin kâfir Batı devletlerinden her halükarda üstün olduğu, devletin güçlü olduğu dönemdeki sistemin dejenere olduğu için işlerin kötü gittiği, bunun düzeltilmesi durumunda her şeyin düzeleceği, fakat teknik konulardaki (özellikle askeri malzeme ve silahlar) yeniliklerde Batı’dan faydalanabileceği düşüncesi ile hareket edilmiştir. Devlet eliyle, kurumların yeniden ıslahı ve genellikle askeri konularda yapılan bu yenilikler, köklü ve sürekli olamamış, padişahtan padişaha değişmiş ve başarı sağlayamamıştır.
İlk defa, daha şehzadeliği sırasında Batı hakkında incelemeler yapan, Fransa kralı ile mektuplaşarak ondan bilgiler almaya çalışan 3’ncü Selim, bu yüzeysel değişikliklerin bir sonuç vermeyeceği, reformların eski dönemlerin sistemlerine dönmekle değil Batı’daki bazı sistemleri Osmanlı’ya uygulayarak, hatta kopyalayarak köklü bir değişimle yapılacağını düşünmeye başlamıştır. Bunun sonucu olarak, 3’ncü Selim tahta geçince, herkesin gözü bu örnek alınacak Batıya çevrilmiş fakat bilgi kanalları yetersiz kalmıştır. Bunun üzere Avrupa’nın önemli devletlerinin başkentlerine elçilikler açılmış ve birer misyon gönderilmiştir. Bu misyonların gittiği ülke hakkında gönderdiği bilgiler hem bir istihbarat, hem de yenilik yapılacak ordu vb. sistemler için birer örnek ve bilgi kaynağı haline gelmiştir. Bu misyonlar sadece bu devletlerin devlet kurumları hakkında bilgi vermekle kalmamış, bulunulan ülkelerdeki kültürel yapı ve faaliyetler hakkında da bilgiler göndermiştir. Bunun yanında yapılan ekonomik antlaşmalarla imtiyazlar elde eden, liberal ve sanayi devrimleri ile sanayi ve ticaret kapasiteleri artan Batılı devletlerle ticaret artmış, gelen giden, ihracat ve ithalat yapan yabancı insan sayısı artmıştır. Böylece iletişim kanalları artmaya başlamıştır.
3’ncü Selim’in tahttan indirilmesi sonucu tahta geçen 2’nci Mahmut iktidarını yerleştirdikten sonra Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırmış, önce iptal ettiği yabancı ülkelerdeki elçilikleri tekrar ve kalıcı olarak açmış, en önemlisi de dış ilişkilerde kilit bir rol oynayan Rum asıllı elçilik tercümanlarını Mora isyanı sonrası yerlerinden atarak Türk kökenli gençleri bu göreve getirmesi, bunların dil eğitimini sağlamak maksadıyla ‘’Tercüme Bürosu’’ kurması sonucu Batı ile etkileşim kanalları iyice artmıştır. Devleti kurtaracağını düşündüğü Batılılaşma politikasına direnç gösterecek kurumları ortadan kaldırması veya etkisiz hale getirmesinin ardından devletin kurumlarını Batılı tarzda hızla yeniden düzenlemeye başlamıştır. Bu maksatla Batı’dan birçok subay, öğretmen ve teknik uzman getirmiştir. Bu da Batı kültür ve anlayışının yayılmasını hızlandırıcı bir etki yaratmıştır. Bu dönemde Batıya gönderilmeye başlanan öğrenciler de batı kültürünün ilerideki taşıyıcıları olmuştur.
Bu değişimlerden konumuzla ilgili olan unsurlardan en önemlisi aslında askeri bir konu olan Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılarak yerine Batı tarzı bir ordu kurulması olmuştur.
1826 yılında, 2’nci Mahmut’un yeniçeri ocağı ile beraber mehterhaneyi de ortadan kaldırması ve Mızıka-i Hümayun’un kurulması ile birlikte mehter ve nevbet müziği, çağını tamamlamıştır. Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:56)
2’nci Mahmut, bunun üzerine bir cesur adım daha atar ve 1826 yılında kurulan yeni orduya uygun Batılı bir bando kurulması yolunda çalışmaları başlatır ve Avrupa’dan ünlü müzisyenlerin çağrılmasına karar verilir. (Murat Meriç, Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği, Pop Dedik, s:118)
Serasker Hüsrev Paşa tarafından, 1827’de, Sardunya’dan, kurulması düşünülen ordu bandosuna benzer bir toplulukta görev alacak olanları yetiştirmek üzere, bir şef gönderilmesini istemesi üzerine, Sardunya yetkililerince gönderilen Giuseppe Donizetti, Müzikayı Hümayun’un başına geçmiş, 1831’de, Üsküdar’da açılan müzik mektebinin de yöneticiliğini üslenmiştir. Bu kuruluş bir bakıma o dönemin konservatuarıdır. Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:66)
Dönizetti’nin ölümünün ardından bayrağı Callisto Guatelli devralır. Batı müziği Türkiye’ye bu yolla adım atar. Donizetti Paşa’nın çalışmalarıyla yerleşen ve gelişen Batı müziği kısa zamanda kabul edilir. Bando’nun repertuarı hızla genişler.  Başta, İtalya’dan getirilen marşlar çalınır, sonra bunlar memlekete adapte edilir ve alternatif marşlar bestelenmeye başlar. Kısa sürede bando içinde marşlar besteleyen insanlar yetişir. 1833’te Saray Mızıka Mektebi kurulur. Bu, şimdiki Batı müziği konservatuarına eşdeğer bir okuldur ve ilktir. 2’nci Mahmut’un bandosu kısa sürede bir senfoni orkestrasına dönüştürülür. (Murat Meriç, Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği, Pop Dedik, s:118)
Mızıkayı Hümayun ile Türk müziğinde yeni arayışlara, yeni açılımlara yönelme çalışmalarına başlanmıştır. ‘’Mızıkayı Hümayun’un fasıl heyetinde içinde ise, ney ile flütü bir araya getiren bir düzen vardı. Takımın, Batı musikisinin peşrev ve saz semaileri, hafif şarkılar, köçekçeler ve oyun havalarının armonize edilmesinden oluşan özel bir repertuarı vardı. Geleneksel musikinin Batı sazlarına göre armonize edilmesi hevesinin ilk örnekleridir bu. Ayrıca, Abdülaziz zamanında, ünlü Çuhaciyan operetleri de, Türk musikisine özgü melodi kuruluşunu Batı tekniğiyle birleştirerek bir sentez kurmaktaydı. Türkiye’de çok sesli müzik eğitimi ve öğretimi veren ve ilk konservatuar sayılabilecek Müzikayı Hümayun’da yetişen kişilerle, çeşitli ordu birliklerinde kurulan bandolar belirli ölçüde de olsa Türk halkına çok sesli müzik zevkini aşılamıştır. Mızıkayı Hümayun’un Türk tarihindeki asıl önemi ise, müzik ve müzik eğitimcisi açısından belli bir birikimi Cumhuriyet Türkiye’sine aktarabilecek sanatçılar yetiştirmiş olmasıdır.
Bu süreçte Saray, yalnız dışarıdan sanatçı almakla kalmamış, kendi sanatçılarını yetiştirmek yoluna da gitmiş, Enderun-u Hümayun’da ve özellikle seferli koğuşunda içoğlanlarına bir sanat okulu gibi; müzik ve spor gösterilerinin yanında çeşitli oyunlar öğretilmiştir. Ayrıca, saray kadınlarına da bu eğitimler uygulanmıştır.
2’nci Mahmut’tan sonra tahta çıkan Abdülmecit, daha köklü bir batılılaşma politikaları uygulamış, Tanzimat’ın ilanı gibi devletin ve toplumun yüzyıllar süren yapılanmasını değiştirmiş, ancak halk bu kadar kısa sürede değişemediği için Tanzimatla oluşan hukuk vb. alanlarındaki ikilik gibi toplumun değişik kesimlerinde ve bu arada müzik dünyasında da bir ikilik ve depresyon yaşanmıştır. Klasik Türk Musikisi saray çevresinde giderek daha az ilgi görürken Batı müziğinin etkisi artmaya devam etmiştir.
Bu çabaların sonucu Türkiye’ye; opera ve bale gibi Batı müziğinin daha seçkin türleri de çeşitli kumpanya ve gruplar tarafından getirilmiş, gerekli ilgiyi de görünce hızla yayılmaya başlamıştır.
Ülkemizde oynanan ilk opera temsili, 1797’de, Topkapı Sarayı’nda, Ağayeri’nde Frenklerin oynadığı, çalgılı, çengili oyundur. Bu temsiller ve bunların saray ile İstanbul’un kalburüstü takımı arasındaki etkileri de yaygınlaşmıştır. Sarayın bu ilgisi ve 1839’dan başlayarak tiyatro binalarının sayısının artması sonucu; İstanbul ve İzmir Avrupa’nın büyük sanat merkezleri durumuna gelmiş; İtalya, Fransa, Almanya, Viyana ve hatta Kafkasya’dan tiyatro, opera ve bale toplulukları gelerek temsiller vermişlerdir.
Bu gelişmelerin etkisiyle Basko adında bir İtalyan, ülkesinden topladığı bir sanatçı grubuyla, Beyoğlu’nda bir tiyatro binası kurmuş ve 1841-1842 yılları arasında operalar oynamışlardır. Basko’nun bu işi bırakmasından sonra, temsillerini oynadığı binayı Mihail Naum satın almış ve İtalya’dan opera sanatçıları getirerek İstanbul’da opera temsillerinin devamını sağlamıştır.
İlk Türkçe oyunlardan, Abdülhak Hamit’in babası Hayrullah Efendi’nin 1844’te yazdığı Hikâye-i İbrahim Paşa be İbrahim-i Gülşeni adlı oyun ile İbrahim Şinasi’nin 1859’da yazdığı Şair Evlenmesi adlı komedyası önemli eserler arasındadır.
Türk gençleri, 1846 yılında, daha çok ders nitelikli olarak Müzikli sahne oyunları oynamaya başlamışlardır. 1848 yılında, Bellini’nin ‘’Sonnambula’’ operasından bir perdeyi İtalyanca olarak oynamışlardır. (Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:56)
Abdülaziz’in (1830-1876) padişahlığı sırasında, batı müziği çalışmalarından yalnız bandoya önem verilmiş, öteki dallar bırakılarak, Türk gençlerinin opera çalışmalarından da vazgeçilmiştir. (Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:58)Öte yandan 1867’de Paris’i ziyaret eden Abdülaziz, operaya giden ilk padişah olmuştur. Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:81)
Oyunlar geniş bir ilgi görüp, gelir getirir hale gelince birçok yerli müzik ve gösteri grubu kurulmaya başlar. Ancak Osmanlı tiyatrosunun kurucusu sayılan Güllü Agop, 16 Mayıs 1870’te saraydan icazet ve yetki alınca; Türkçe yazılı oyunları oynamak artık onun tekelindedir. Bu imtiyaza karşı çıkan diğer topluluklar, müzikli oyunlara ve tuluat tiyatrosuna yönelir. Bu, Batı müziğini geliştirecek iki akım doğurur: Operet ve kanto.  
Batı müziği seyrini sürdürürken, sarayda icra edilen geleneksel müzik varlığını sürdürmekte ve Klasik Batı müziği de henüz popülarite kazanmamıştır. Bu yüzden, zamanla halkın kendi içinden ama halk müziğinden bağımsız bir tür gelişir: Kanto.
Kaynaklar kantoyu ‘’tuluat tiyatrolarında oyundan önce genellikle kadın sanatçıların, şarkı söyleyip dans ederek yaptığı gösteri’’ ya da ‘’bu gösteri sırasında söylenen şarkı’’ olarak tanımlar. 1870 yıllarında ortaya çıkar ve işgal yıllarına dek hızla yayılır. Donizetti Paşa’nın kurduğu ve geliştirdiği bando daha geri plandadır o dönemde. Batı müziğinin altyapısını oluşturmuştur ancak yapısı gereği popüler şarkılar üretememiştir. Bu minvalde, halkın içinden çıkan ve gelişen kantolar, ilk popüler Batı müziği örnekleri olarak kabul edilebilir.
Kanto, İtalyancada ‘’şarkı söylemek’’ anlamına gelir. Bu sözcük, şarkıları, oyunlar sırasında söylenen geleneksel şarkılardan ayırmak için seçilmiştir. Kantolara eşlik eden küçük orkestralar tümüyle Batı sazlarından oluşur. (Murat Meriç, Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği, Pop Dedik, s:120)
Kanto Direklerarası’nda ortaya çıkmıştır. Direklerarası İstanbul’un eğlence hayatında yepyeni bir soluktur. Eğlence, 1871’deki büyük yangından sonra Haliç’e taşınır ancak bu arada şekli değişir. Kantonun ilk örnekleri, Güllü Agop Tiyatrosu’ndaki oyunlara ‘’programı çeşitlendirmek’’ amacıyla eklenen şarkılardır ve bunlar ‘’baletto, raks, şanson, şansonet’’ adlarıyla karşımıza çıkar. Sonradan ‘’kısa etekli, kol ve bir dereceye kadar göğüs açık fistanlar’’ giyen hanımların ortaya çıkışıyla bu şarkılar giderek bozulmaya, ortam farklı bir hal almaya başlar. (Murat Meriç, Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği, Pop Dedik, s:147) Kanto başta oyunları kuvvetlendiren, seyirci akışını sağlayan bir ‘’çekici’’yken, sonrasında asıl amaç haline gelmiştir. Kantocunun başarısı şarkısını söylerken vücudunu iyi kullanıp kullanmamasıyla ölçülür. Topluluk dinleyici değil, daha ziyade seyircidir. (Murat Meriç, Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği, Pop Dedik, s:149) Bu sebeple o dönemde yaşamış birçok yazar yazılarında kantoyu küçümseyici ve katı bir şekilde eleştiren yazılar yazmışlardır.
Birkaç örnek dışında, çok yakın bir zamana kadar da pek kimsenin ilgilenmediği, yok saydığı, hatta hor gördüğü bir türdür kanto. Kanto memlekete özgü bir türdür. Bunun için özgündür. Hatta fazlasıyla yerel olduğu bile söylenebilir. Plakları saymazsak memleket sathında yayılmamıştır. Yapısı itibarıyla batılı, söylenişiyle doğulu, çalınışıyla geleneksel, anlatılarıyla asridir. (Murat Meriç, Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği, Pop Dedik,s:142-143)
Kantonun en önemli yanlarından biri, kadın erkek ilişkilerinin gelişme aşamasıyla çakışma biçimidir ama bu türün dinamizminin yalnız erotizme, gevşeyen tabular arasında serbestlik bulmaya başlayan bastırılmış cinselliğe indirgenmesi de doğru olmaz. Kantoda mizahi bir yön daima vardır. Murat Belge, 1980 yılında, Milliyet Gaztesi Sanat ekinde ‘’Kantolar’’ yazı dizisinde kantonun; ‘’batılılaşma sürecinin durmadan yarattığı şokları hafifleterek ve komikleştirerek dayanılır kılan bir tür olduğunu’’ söyler ve ekler: ‘’Kanto günahkârdır, günahı yumuşatmak için de mizahi ve hafiftir.’’ (Murat Meriç, Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği, Pop Dedik, s:153)
Enstrümanların artırılması ve operetlerin gelişerek tuluat tiyatrosunun yerini alması, ilerleyen yıllarda kantonun pabucunu dama atar. Sahne sanatçıları, tuluat tiyatrolarından operetlere yönelir. Yerli operetlerin bestelenmeye başlanması da, Batı müziğinin evrimi ve yayılması açısından önemli dönüm noktalarından birisidir. Kantolar operetlere evrilir ve Batı müziği, popüler anlamda yeni bir tür kazanır. Bu tür, daha batılı ve çok seslidir. (Murat Meriç, Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği, Pop Dedik, s:120)
Operete ‘’halk için yapılan opera’’ demek yanlış olmayacaktır. Klasik operaya nazaran daha ‘’hafif’’ ve kolay anlaşılır bir yanı vardır operetlerin; renklidir ve eğlencelidir. Bir anlamda daha poptur. Murat Meriç, Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği, Pop Dedik, s:155)
Türkiye’de operet tarihi, Dikran Çuhacıyan’ın yazdığı ve oynadığı operakomiklerle başlar. Çuhacıyan’ın ilk sahnelediği opereti 1872 tarihli Arif’in Hilesi’dir. Çuhacıyan’ın asıl ses getiren opereti 1876 yılının başında sahnelenen Leblebici Horhor Ağa’dır. Tümüyle yerli ilk operet ise Osman Nuri ve M.Muslihiddin Beyler’in yazdığı, Haydar Bey’in bestelediği; Pembe Kız’dır. Murat Meriç, Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği, Pop Dedik, s:156)
1919’da Muhipzade Celal ile Kaptanzade Ali Rıza Bey’in İstanbul Operet Heyeti’ni kurmasıyla yeni bir dönem başlar. İstanbul Operet Heyeti, Batı’nın çoksesli müziğini bir kenara koyup operetleri ‘’saz refakati ile’’ sahnelemeyi uygun görür. Bu kadarla da kalmaz, ‘’konusunu ve müziğini Türk tarihinden alan operetler gerçekleştirmek’’ için bir adım atar. Murat Meriç, Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği, Pop Dedik, s:157)
Bütün bu ‘’milli’’ çabaların ardında, o dönem operet sahnelerinde ciddi bir hâkimiyeti bulunan Ermeni besteci ve solistlerin tekelini kırma hevesi yatmaktadır. Murat Meriç, Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği, Pop Dedik, s:158)
Bunlardan başka, bir dönem çok popüler olmuş ve daha sonra tamamen unutulmuş bir müzik türü de vardır: Estudiantina. Kantoyla eş zamanlı olarak yine Galata’da doğan ve bugüne kadar göz ardı edilen bir müzik tarzıdır estudiantina. O dönem, müzik dükkânlarının ithal ettiği çalgılardan biri olan mandolin, estudiantina orkestralarının temel sazı olarak bir popüler kent müziğinin doğmasına yol açmıştır. Estudiantina,; gençlerin, varlıklı çevrelerin ve Batı yaşamına özlem duyanların müziğidir. Mandolin, gitar, armonika gibi yeni çalgılarla icra edilen, ‘’yayımlanan yüzlerce plakla ‘popülerlik’ çizgisi yakalayan’’ bu müzik, ancak ‘’20-25 yıl’’ yaşayabilmiştir. (Murat Meriç, Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği, Pop Dedik,s:121)
Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde ülkemize girmiş diğer önemli bir müzik türü de ‘’tango’’ dur. 19’uncu yüzyılın sonlarına doğru Arjantin’de ortaya çıkan tango, 1900’lü yılların başında, neredeyse Avrupa’yla aynı anda üzerinde bulunduğumuz topraklara gelir. Murat Meriç, Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği, Pop Dedik, s:171)  Aslında yoksulların sesini duyuran bir müzik olarak ortaya çıkan tango bizde daha elit bir müzik olarak algılanır ancak esas gelişmesini cumhuriyet döneminde yapar.
Osmanlı’nın son dönemlerinde Türk müziğinin gelişimi için değişik okul ve kurumlar da kurulmuştur. 1908 Meşrutiyetinin ilk günlerinde kurulan ve özel Türk Müziği konservatuarı olan Darül Musiki-i Osmanî, 1914 yılına kadar Koska’da, daha sonra Çemberlitaş’ta çalışmalarını sürdürmüştür. 1913’te kurulan ve hem Batı hem de Türk müziği kısımları olan Darül Bedayi savaş koşullarında gelişemeyince, yerine 1917’de benzeri bir kurum olan Darülelhan kurulmuştur.
Osmanlının son dönemlerinde popüler müziklerin yayılması veya bazı müzik türlerinin ve müzisyenlerinin popüler hale gelmesinin önemli bir sebebi de plakların yayımlanmaya başlamasıdır.
İlk Türkçe kayıtlar, 1893’te Amerika’nın Chikago gerçekleşmiştir. Mayıs 1900’de, The Gramaphone Company uzmanlarından William Sinkler Darby, İstanbul’a gelerek bazı kayıtlar yapar. 7 inç’lik plaklara zaptedilen Türkçe ve Rumca 176 kayıt, Türkiye’de kayıt tarihinin başlangıcı olarak kabul edilir.
Memlekette ilk yerli plak şirketinin sahibi Blumenthal biraderlerdir. 1906’da, Odeon’un Türkiye distribütörlüğünü alırlar. 1911-1912 yıllarında kendi plak şirketleri Orfeon’u kurarlar. Tamburi Cemil Bey’in ilk plaklarını basan şirket Orfeon’dur. 1912’de, ilk plak fabrikası, Blumenthal biraderler tarafından Feriköy’de kurulur. (Murat Meriç, Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği, Pop Dedik, s:130)
Tüm bu batılılaşma hareketlerine, batı müziğine yönelişe ve yeni türlerin ortaya çıkmasına rağmen, yine de Osmanlı Klasik musikisi etkinliğini yitirmemiştir. Müzikayı Hümayun içinde, tekkelerde ve seçkin çevrelerde bu müzik yaygın olarak ilgi görmeye ve icra edilmeye devam edilmiştir. İronik olarak bugün herkesin adını sayabileceği ilk üç büyük Osmanlı Klasik Musikisi bestecisinden ikisi (Dede Efendi ve Hacı Arif Bey) bu dönemde yaşamıştır.
Hamamizade İsmail Dede Efendi; (1778-1846) günümüzde Dede Efendi diye anılır. 1798'de bestelediği, "Zülfündedir benim baht-ı siyahım" dizesiyle başlayan şarkı, büyük merak uyandırdı. 1805'te üç yaşındaki oğlunu, 1810'da ikinci oğlunu yitirdi. "Bir gonca femin yâresi vardır ciğerimde" dizesiyle başlayan bestesi büyük oğlunun ölümünden duyduğu acıyı dile getirir. Türk müziğinde ilk kez kişisel bir konunun işlendiği bu mersiye, Tanzimat öncesinin kişiselliğe ve duygusallığa açılma eğilimi içinde gözlenen kendine özgü romantik bir duyarlığın müziğe yansıması sayılabilir.
İsmail Dede, 3’ncü Selim, 2’nci Mahmut ve Abdülmecit zamanında sarayda ki yerini korudu. 1839'da bestelediği Ferahfeza Ayin'nden sonra bestecilik yaşamında görece bir durgunluk göze çarpar. Abdülmecit sarayını çok yadırgamıştır. Saraydaki havanın birdenbire "alafrangalaşması", Batı müziği zevkiyle yetişen yeni padişah zamanında Dede'nin bu çevreden uzaklaşmasına yol açtı. İsmail Dede, Osmanlı tarihinin en bunalımlı dönemlerinden birinde yaşadı. Bir uygarlık ve kültür değişimi üzerinde daha da hızlanan bir toplumsal çöküş ortamında yetişti. Selim döneminin sınırlı Batılılaşma eğilimlerini, 2’nci Mahmut döneminin hem Doğu'ya hem de Batı'ya yönelişlerini, Abdülmecid'in toplu bir yenileşmeyi öngören Batıcılığını izledi. Muzikayı Hümayûn ile ilk resmi Batı müziği öğreniminin başlaması, onu etkiledi. Yaşama biçiminde, kültür ve sanatta görülen "yeni" ile "eski" "geleneksel" ile "yabancı" arasındaki çatışmaya bu değişme süreci yol açmıştır. Dönemin bu çelişkileri, huzursuzlukları onun müziğini etkilemiştir.
Bir kentli, İstanbullu bir halk adamı olarak İstanbul halkının eğlencelerine eşlik eden hafif müziğe de değer vermişti. Rumeli türkülerini, serhad havalarını öğrenmişti. Bestelediği köçekçeler, türküler, hafif şarkılar, saraydan çok, kentli halka seslenir. Din dışı büyük formlardaki çeşitli yapıtların yanı sıra, Mevlevi ayinlerinde de halk ezgisi üslubuyla bestelenmiş bölümler vardır.
Genel olarak Klasik üsluba bağlı kalmış olmakla birlikte, çağdaşlarında bulunmayan bir yenilik çabası da görülür. Sanatının ayrı bir yönü olan bu özellik, Klasik üslubu içerden değiştirmek isteyen bir anlayışın ürünüdür. Yenilikleri, öncelikle melodi yapısında görülür
Yenilikçi yanı, duyarlık bakımından, Romantizme açık bir özellik gösterir. Yenilikçiliğin bir başka yönü, Batı müziğiyle olan ilişkisindedir. Muzika-yı Hümayun’un kuruluşuyla saraya giren İtalyan müziğini dinleme olanağı bulmuştur. Kulak gücüyle kavramaya çalıştığı Batı müziğinin etkisi bazı yapıtlarında, özellikle "Yine bir gülnihal.." şarkısında açıkça olduğu görülür.
Yaşadığı dönemin karşıt yönlerinin onun sanatında bir uzlaşmaya vardığı söylenebilir. Klasik üsluba bağlı kendisinden sonraki bütün bestecileri etkilemiştir.
Dede Efendi'nin hemen hemen her formda bestesi vardır. Her yapıtında sanatının ayrı bir özelliğiyle ortaya çıkar. İkiyüz yetmişten çok yapıtı aslına uygun bir biçimde günümüze ulaşmıştır.
Hacı Arif Bey;  (1831-1885)  Aldığı musiki dersleri ve yeteneği sayesinde Muzikayı Hümayun'a girdi. Arif Bey, haremdeki cariyelerin musiki hocalığı görevini de yürütüyordu. Çeşm-i Dilber adlı bir cariyeye âşık oldu. İki çocukları oldu. Ama bu evlilik yürümedi. Arif Bey, "Niçin terk eyleyip gittin a zalim", "Düşer mi şanına ey şeh-i hûban" dizeleriyle başlayan kürdîlihicazkâr şarkılarını terk edilmenin acısı üzerine besteledi.
     Bir süre sonra, gene haremdeki musiki dersleri hocalığıyla görevlendirildi ve Zülf-i Nigar Hanım'a âşık oldu. Zülf-i Nigâr'ın kısa bir süre sonra veremden öldü. "Olmaz ilaç sine-i sadpareme" ve "Kemer çehre peri rû tende canımsın-Nigârım dilberim ruh-i revanım" şarkıları bu acının ürünleridir.
1861'de, Saray Fasıl Topluluğu'na "ser hanende" olarak alındı. 1871'de, Sultan Abdülaziz'in ölümünden sonra Müzikayı Hümayun'da girişilen tasfiye sonucu Arif Bey de açığa alındı ancak bir süre sonra yeniden Saray'da görevlendirildi. Arif Bey ölünceye kadar Muzika-yı Hümayun'daki derslerine devam etti.
Hacı Arif Bey Türk Musiki'sinin en büyük bestecilerinden biridir. Klasik dönem bestecilerinin pek kullanmadıkları şarkı formuna yepyeni bir kimlik kazandırmış, bir şarkı bestecisi olarak yeni bir çığır açmıştır. Arif Bey'den sonra "şarkı", bestecilerin en çok işledikleri form olmuştur. Şarkı formlarının kesin kurallara bağlanması ilk kez Arif Bey'in eserleriyle gerçekleşebilmiştir.
Hacı Arif Bey nota bilmiyordu, herhangi bir saz da çalmazdı. Ama çok güçlü bir hafızası vardı. Bine yakın eser bestelediği söylenir, ancak 337 parçası notalarıyla günümüze kalmıştır.
Osmanlı makam musikisi bu dönemde bir yandan da eleştirilmeye, reddedilmeye ve kötülenmeye başlanmıştır. Cumhuriyet dönemimde bir dönem bu müziğin yasaklanmasına kadar giden yolun taşları bu dönemde döşenmeye başlanmıştır.

Makam musikisi konusunda yapılan eleştiriler bu müziğin bizim müziğimiz olmadığı noktasında yoğunlaşmaktadır. Bu fikir, nedendir bilinmez ama müzisyenlerden, aydınlara ve hatta bazı padişahlara kadar taraftar bulabilmiştir.
Şair Ziya Paşa’nın 1868’de yayımlanan ‘’Şiir ve İnşa’’ başlıklı ünlü makalesin bu konuda önemli bir ipucu verir.  Şair bu makalesinde divan edebiyatının Acem, Arap edebiyatının etkisinde geliştiğini ileri sürerek bu edebiyat mirasını bir kalemde reddeder, asıl Türk şiirinin halk şiiri sayılması gerektiği görüşünü ortaya atar. Buradan divan şiiri- halk şiiri ayrımı musikiye uygulandığında aynı şeylerin Osmanlı musikisi-halk musikisine de uygulanabileceği sonucu çıkarılabilir.
Ama asıl eleştiriler Osmanlı’da Türkçülük açımının gelişmesi ile birlikte başlamış ve giderek artmıştır. 1893’te yayımlanmaya başlayan İkdam Gazetesi’nde Necip Asım Türk musikisinin halk musikisi olduğunu ileri sürmüş, Arap-Acem etkisinde olduğunu söylediği Osmanlı musikisine tutkun olanları eleştirmiş, yeni musikinin de halk musikisi ve batı musikisi senteziyle gerçekleşeceğini söylemiştir. (Bülent Aksoy, Geçmişin Musiki Mirasına Bakışlar., s:142) Bu görüş Cumhuriyet dönemine kadar etkilerini sürdürecek gelişmelerin de temelini atmıştır.
Ancak bu yaklaşım sadece milliyetçiler arasında değil, İslamcılığın sembolü olmuş Padişah 2’nci Abdülhamit tarafından bile savunulmuştur. Son Posta Gazetesinin 1 Eylül 1931 tarihli sayısında Sultan 2’nci Abdülhamit’in bu gazeteye ölümünden kısa bir süre önce (1918 yılı) verdiği bir mülakat yayımlanmıştır. Musiki zevki konusunda sorulan bir soruyu şöyle cevaplandırmış; ‘’Doğrusu, alaturka musikiden hoşlanmam. İnsana uyku getirir. Alafranga musikiyi tercih ederim. Bilhassa opera ve operetler pek hoşuma gider. Hem size bir şey söyleyeyim mi? Alaturka dediğimiz makamlar Türklere ait değildir. Yunanlılardan, Acemlerden, Araplardan alınmıştır. Türk çalgısı davulla zurnadır derler ya; bunda da tereddütlerim vardır. Bu iki çalgı da Arapların imiş. Bir tarihte, Türkistan taraflarında seyahat etmiş bir zattan tahkik ettim. O tarafın köylerinde eskiden beri çalınan çalgı sazmış. Bizde de Anadolu’nun asıl Türk köylerinde daima saz çalınırmış.’’ (Bülent Aksoy, Geçmişin Musiki Mirasına Bakışlar., s:142)
Osmanlı müziğine karşı bu reddedişi ileride Türkçülük ideolojisi ile birleştirerek formüle edecek olan Ziya Gökalp Cumhuriyet kadrolarını da etkileyerek bu müziğin gelişiminde önemli (olumsuz) rol oynayacaktır.

Saygılar sunarım.



Türk Müziğinin Tarihi Gelişimi (Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşundan Sultan Sultan 3. Selim Dönemine Kadar)




Osmanlı İmparatorluğu döneminde (1299-1923) Türk müziğinin oluşumuna başlıca üç unsur; yaylacı-hayvancı, köylü ve şehirli Türk kültürleri belirleyici olmuştur. Bunun sonucu olarak İstanbul ve merkeze yakın büyük şehirlerde Klasik müzik gelişirken, taşrada halk arasında Halk müziği gelişmiştir. Bu iki müzik te, bulundukları bölgedeki eski müziklerle ve diğer etnik grupların müzikleri ile etkileşim içinde bulunmuş olmakla birlikte esasta Türk kültürü kökenli olarak gelişim göstermişlerdir. Yani bu müziklere rengini Osmanlı-Türk kültürü vermiştir.
Halk musikisi hep Anadolu’da ve Rumeli’de, hatta belki de imparatorluğun başka bölgelerinde yaşayan köylü halk için yazılmış, köylü halka götürülmüştür. Klasik musiki diye tanımlanan ince saz musikisi ise sarayın, konakların duvarları arasında yankılanmış, musikiden anlayanlardan, musiki tutkunlarından, üst sınıf insanlardan oluşan seçkinlerin zevkine hitap etmiştir. (Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:62)
Bir okula ya da o çağın seçkinlerine dayanan ve daha çok şehirlerde oluşan bir diğer müzik de Tekke Müziği olmuştur. Ancak bu şehir ve tekke müzikleri arasında çeşitli tür farklılıkları vardır. Mesela tüm Osmanlılar döneminde en yaygın tarikatlardan olan Bektaşilerin tekke müziği kaynağını genellikle halk müziğinden ve nefeslerden alıyor ama müziğin icrasında halk müziği çalgıları ile birlikte klasik Türk müziği çalgılarını da kullanıyorken diğer önemli bir tarikat olan Mevlevilerin tekkeleri Klasik Türk Müziği formlarını, makamlarını ve çalgılarını kullanmaktaydı. Bazı inanç formları ve ritüelleri benzer olduğu için aynı grupta değerlendirilen Alevi müziği de Bektaşi müziğinden içerik, ezgi ve kullanılan enstrümanlar açısından farklılıklar göstermekteydi. Alevi müziği Bektaşi müziğinden farklı olarak bir şehirli müziği değil kırsal kesimde yaşayan (göçer ve köylü) insanların müziğidir. Bu sebeple de diğer kültürlerle daha az etkileşime girdiğinden Türk halk müziği çalgıları ve formlarını kullanmaktadır. Bu müziklerin dili de hala saf Türkçedir. Bektaşi ve Mevlevi müzikleri dini ağırlıklı olmalarından dolayı ‘’Tasavvuf Müziği’’ diye tanımlanırken bunların dışında kalan ve Klasik Türk müziğinden de farklı olan, her mezhep ve inançtan insanlar arasında yaygın olan müzik Halk Müziği olarak tanımlanmaktadır. Osmanlı Klasik müzisyenleri nasıl saray ve köklü aileleri tarafından desteklenmişse, halk müziğinin icracıları ve yayıcıları olan ozanlarda halk tarafından desteklenmiş ve beslenmiştir.

Osmanlı camiasının makam musikisine duyduğu ilgiyi ilkin saray çevresinde görürüz. Daha 2’nci Murat zamanında yazılıp sultana sunulan musiki kitapları, sarayın musikiye duyduğu ilgiyi açıkça yansıtır. (Bülent Aksoy, Geçmişin Musiki Mirasına Bakışlar., s:39) Fatih Sultan Mehmet’e de Sefiyüddin ve Maragalı Abdülkadir gibi teorisyenlerin kitapları tercüme edilerek sunulmuş ve büyük ilgi görmüştür.
Musikisi daha çok Maragalı Abdülkadir üzerinden geldi İstanbul’a. Abdülkadir’in oğlu Abdülaziz ve torunu Mahmut babaları ile dedelerinin musikisini Osmanlı sarayında uzun süre yaşattılar. Mahmut Kanuni Süleyman zamanında (1520-1566) sarayda hala görevliydi. Osmanlı öncesindeki büyük geleneğin son temsilcisinin (Mahmut) de ölümünden sonra o gelenekle kurulan bağ koptu. Onaltıncı yüzyılın sonlarında musiki hayatı köklü bir dönüşüm sürecine girdi. Yeni musiki yerli görenekle kuruldu. İslam dünyasının geniş bir bölümünde üretilen makam musikisinden ayrışmış bir Osmanlı üslubu ortaya çıktı. Bu yeni üslubun oluşması Anadolu ve çevresindeki bölgelerin yerel musiki göreneklerinin payı bir kenara bırakılarak anlaşılamaz. (Bülent Aksoy, Geçmişin Musiki Mirasına Bakışlar. s:40)
Makam musikisi ile halk musikisi, dini ve mezhep gruplarının musikisi iç içe yaşadı ve birbirini etkiledi. Makam musikisinin en gelişmiş olduğu zamanlarda bile bu musikiyi dinleyenler diğer musiki çeşitlerinden tamamen kopmuş değildiler. Halk musikisi ve dini musikinin yaygın olduğu çevreler de makam musikisinden tamamen yalıtılmış ve kopuk olduğu söylenemez. Çünkü toplumun her kesimi bir şekilde birbirleriyle temas etmekte ve birbirinden etkilenmekteydi. En basitinden bir örnek verecek olursak; köy ve kırsal kesimde yaşayan, bu ortamın kültürünü teneffüs eden tımarlı sipahiler, sefere giderken yan yana geldikleri ve daha çok şehirlerde konuşlu yeniçerilerle hemen hemen her yıl yaz mevsimi boyunca bir araya geliyordu. Şimdi, mehter takımının her iki grubun müzik kültüründen etkilenmemiş olması düşünülebilir mi? Köyden gelen askerin sazıyla söylediği türküyü şehirden gelen askerin dinlememesi ve bundan etkilenmemesi mümkün mü? Sonra, köy köy gezen ozanlar, dedeler vb. halk müziği icracıları geçtikleri şehirlerde tekke ve makam müziğini hiç dinlememiş ve bundan hiç etkilenmemiş olabilir mi? Bu ozanların böyle yerlerde temas ettikleri değişik müzik türleri icracılarını etkilememesi mümkün mü? Elbette ki hayır. Bu etkilenmeyi; bir takım halk ozanlarından geriye kalan eserlerde ve makam musikisinin en güçlü olduğu dönemlerde bu musiki hakkında kitaplar yazmış önemli kuramcıların yazılarında da görüyoruz.
Bunlardan Ali Ufki’nin eserinde makam musikisinin yanında halk musikisi eserlerinin de ezgilerini vermesine bakınca, 17’nci yüzyılda saray çevresinde de bir halk müziğinin var olduğunu ve tüm canlılığıyla yaşadığı görülmektedir. Bu durum Kantemiroğlu’nun notasını verdiği halk musikisi eserlerinden de anlaşılmaktadır.
Özellikle 4’ncü Murat döneminde saz şairleri çoğalıyor, birçoğu da büyük ün kazanıyor. Paşa konaklarında, yeniçeri ocağında ve toplumun geniş bir kesiminde âşıkların, çöğür şairlerinin destanları, koşmaları dinleniyor. Sarayda türküler okunuyor. (Bülent Aksoy, Geçmişin Musiki Mirasına Bakışlar. s:41)
Makam musikisi 17’nci Yüzyıldan itibaren gelişiminin en üst seviyesine ulaşmış, bu dönemden itibaren bazı önemli kuramcı ve besteciler de ortaya çıkmıştır. 17’nci yüzyıldan itibaren eski ebced notasını yeniden düzenleyerek kullanan veya yeni nota çalışmaları yapan,  nota kullanarak kendi dönemlerinin eserlerini kayıt altına alan bazı müzik adamları ortaya çıkmıştır.
Bunlardan, asıl adı Albert Bobowski olan Ali Ufki, şair ve dilciliğinin yanı sıra, santur çalan bir besteci ve müzisyendir. Mecmua-i Saz-ü Söz (Saz ve Söz Dergisi, 1650 dolayları) adlı çalışmasında, halk ve klasik müziğe ilişkin örnekleri ve ezgileri notaya dökerek mevcut birikimi belgelendirmeyi amaçlamıştır. Kantemiroğlu olarak bilinen Dimitrie, Türklerin kullandığı ebced notasını yeniden düzenleyerek (1700 civarı) yüzlerce müzik eserini notaya almış ve günümüze ulaşmalarını sağlamıştır. Kantemiroğlu’nun çağdaşı olan ve Türk notacılığının önemli bir ismi olan Nayi Osman Dede (Ölm.1730)’nin nota yazısı da Kantemiroğlu’na benzerdir. Bir diğer nota mucidi olan Osman Dede’nin torunu Abdulbaki Nasır Dede (1756-1812)’ye bizzat 3’ncü selim bir nota yazısı ısmarlamıştır. Nota yazılarının sonuncusu ve en çok tutulanı Hamparsum Notası’dır. 1813-1815 yıllarında Hamparsun Limonciyan (1768-1839) tarafından bulunan bu nota yazısı, kolay ve pratik olduğu için oldukça yaygınlaşmıştır. (Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:59)
Aynı zamanda, eserleri ve isimleri bugün de bilinen çok önemli besteciler de yetişmiş, bunlar nusiki kültürümüzü en üst seviyelere taşımıştır. Bu dönemde; Post (1630-1694), Itri (1640-1712), Tab’i Mustafa (1700-1786), İsmail Dede Efendi (1778-1846), Zekai Dede (1825-1897) ve Hacı Arif Bey (1831-1885) gibi klasik formda güçlü eserler vermiş besteciler yetişmiştir.
Bunlardan Itri, İsmail Dede Efendi ve Hacı Arif Bey günümüzde de müzikle doğrudan ilgili olmayan kişilerin bile ismini bildikleri derin etkiler bırakan müzik adamlarıdır.
Bestekâr Buhurizade Mustafa  Itri (1640-1712) hayatı boyunca birçok padişah ve devlet adamından himaye görmüştür. Dini müziğin en seçkin örneklerini veren Itri, bütün Müslümanların hep bir ağızdan okuduğu salâvat-ı şerif ve tekbir isimli besteleri ile dünyanın en yaygın bestecileri arasına girmiştir. Bini aşkın eserinden kırk kadarı günümüze ulaşabilmiştir. Buhurizade   Mustafa Itri, müziğe dair kuramsal  ve pratik katkıları açısından yaşadığı dönemden sonrasını etkileyen en önemli bilgi kaynaklarından biridir. (http://www.tuluyhanugurlu.com/dede%20efendi.html İnternet Sitesi) Diğer iki besteci hakkında ileride kendi dönemleri anlatılırken bilgi verilecektir.
Osmanlılarda askeri müzik (mehter) ise daha ilk padişah olan Osman zamanında hayat bulmuş, savaşlarda ve çeşitli törenlerde adet olunan biçimiyle çalınmıştır. Osmanlı mehter örgütü 1’nci Murat zamanında (1360-1389), yeniçeri birliklerinin kurulması ile gelişmiştir. (Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:55) Bu musiki takımı, yeniçerilere yardımcı bir askeri kurum haline gelmiş, Osmanlı sultanlarının soyu ile özdeşleşmiştir. Aslında yeniçeri kıtalarının bir parçası olan mehter takımları, işlevleri artıp genişledikçe, bütünüyle yeniçeri ocağına bağlı olmaktan çıkmıştır. (Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:55)
Mehter müziğini, manevi anlamından savaş sırasındaki anlamına ve simgelediği bütün anlamlarına kadar, adeta dallanıp budaklanmış kültürel yapısıyla askerlik, tören ve eğlence etkinliklerini dini öğelerle birleştiren bir müzik olma özelliği gösterir. Tarihteki mehterin dayanağı saltanat kurumudur, yeniçeri mehteri saltanatın simgesi ve sembolüdür. Dolayısıyla mehter, sultanın egemen ideolojisinin müzik diline dönüşümüdür.
Mehter müziğinin repertuarını bestelenen mehter havaları oluştururken, repertuara Türk Halk Müziği ve Sanat Müziği eserleri de girmiştir. Mehter müziği makamları da Türk Sanat Müziği makamları ile aynıdır. (Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:54)
Bu müzik Batı’nın ilgisini daha çok çekmiştir. Çünkü askeri bir müzik olduğu kadar tören ve gösterilerde de kullanılmış, halka ve dolayısıyla yabancılara da açık alanlarda icra edildiğinden en erken dönemlerinden itibaren dikkatleri üzerine çekebilmiştir. Bu sebeple, Batı müziği Türk müziğini etkilemeye başlamadan yıllar önce Mehter batı müziğini etkilemiş, özellikle batı ordularında kurulan askeri bandolara da örnek olmuştur. Batı müziği, özellikle askeri müziği; nekkare, davul, zil gibi enstrümanları Mehter takımı vasıtasıyla alarak bandolarına koymuşlardır. Mozart vb. ünlü bestecilerin de Türk müziği ve kültüründen etkilenerek bazı bestelerinin Alla Turka kısımlarını yapmışlardır.
Polonya Kralı 2’nci August’a (1697-1733) Osmanlı sarayından armağan olarak tam bir mehter takımı gönderilmiştir. 12-15 kişilik bir mehter ekibinin Rus Çariçesi 2’nci Anna’nın sarayına gittiği, yine bir ekibin 1741’de Viyana’yı, 1750’de Berlin’i ziyaret ettiği saptanmıştır. Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:81)
Öte yandan, Osmanlı’nın erken dönemlerinden itibaren bazı Batı müziği örneklerinin İstanbul’a gelerek icrada bulundukları da bilinmektedir. Örneğin; 2’nci Fransuva, Osmanlılardan aldığı borç para ve yardımdan dolayı Kanuni’ye bir müzik topluluğu göndermiş, Kanuni bu müziğin ordunun savaşçılığını olumsuz etkileyebileceğini düşündüğünden bu grubu en kısa zamanda geri göndermiştir. (Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:81) Ancak bu ve benzeri münferit temaslar dışında köklü bir etkileşim olmamıştır.

Saygılar sunarım.

Başlangıçtan Osmanlı İmparatorluğu'na Kadar Türk Müziği'nin Tarihi Gelişimi



Dünya üzerinde yaşayan her toplum kendine has bir müzik kültürü ortaya çıkarmıştır. Bu müzik kültürünün oluşumunda; yaşadığı coğrafya, iklim koşulları, din, yaşam tarzı, temas ettiği diğer toplumlarla etkileşim vb. unsurlar etkili olmuştur. Türkler de, tarihin en eski dönemlerinden beri kendilerine has bir müzik kültürü geliştirmişler, bu kültür; din ve yaşam tarzı değiştikçe, yaşadıkları coğrafyaları terk edip iklim ve yeryüzü şekillerinin değiştiği yeni coğrafyalara göç ettikçe ve diğer kültürlerle etkileşime geçtikçe değişerek gelişmiştir.
Türklerin kendilerine özgü kültür tarihi genel olarak ‘’Altay dönemi’’ ile başlar. (Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:13) M.Ö. 3000’den itibaren Altay Türk Kültürü, aynı zamanda Altay Türk Müziği’nin de belirleyicisidir. Altaylılar; Orhun kıyıları, Moğol bozkırları ve İrtiş boylarına etkide bulunarak ve M.Ö.2. binden itibaren ilk yurtlarından ayrılarak gelecekteki Orta Asya Türk müzik kültürünün temellerini hazırlamışlardır. (Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:14) Orta Asya’da M.Ö.1. binden itibaren gelişmiş bir müzik kültürü görülmeye başlamıştır. Orta Asya’da değişik bölgelerde yapılan kazılarda ortaya çıkan bulgularda ve tespit edilen kaya resimlerinde; def gibi vurmalı çalgılara, flüt’e, ney’e, zurna’ya ve daha birçok müzik aletine rastlanmaktadır. M.Ö. 1. Yüzyıldan M.S. 1. Yüzyıla kadar olan döneme ait bulunan heykellerin elinde değişik müzik aletleri olduğu görülmüştür. Tambur, dutar, çapraz flüt, balaban, dombra, topluluklarda en çok kullanılan enstrümanlardır. (Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:14)
Türk müziğinin ilk dönemlerindeki karakteri; mitik ve epik, sade ama içten ve coşkuluydu. Türklerde müzik diğer toplumlarda da olduğu gibi muhtemelen önce dini alanda kullanılmaya başlayarak diğer alanlara doğru gelişme göstermiştir.
Dini alanda müzik deyince başlangıç olarak şaman müziğinden bahsedilebilir. Aynı ezgisel motifin, tekrarından kurulu biçiminden oluşan müzik, ritim açısından şamanın hareketlerine bağımlı ve çeşitliydi. Sözler doğaçtan kurulu olup, melodi ve ritim önemliydi. Müziğin ana temelini insan sesi oluşturmaktaydı. ‘’Şaman müziği’’ denilen, ‘’büyüsel-dinsel-törensel’’ lik özelliği olan müzik, bağı(sihir)’nın bir yardımcısıydı. Uzun zaman bir zevk işi gibi değil, bir büyüleme aracı olarak kullanıldı. (Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:14) Bağı müziğinin etki alanı oldukça genişti. Yağmur yağdırmak, havayı açtırmak, hastalıkları iyi etmek, cinleri veya ölüleri davet etmek bibi konular hep bu müziğin konuları içindeydi. Şamanlar zaman içinde kahramanlık cönkleri vb değişik konularda da söz söyleyip bir müzik aleti eşliğinde bunu kitlelere duyurmaya başlayınca başlangıçta tamamen dini içerikli olan bu müziğin ilgi alanı da genişledi. Bu şaman ve onun yaptığı müzik zaman içinde değişime uğradı ve şaman ozan adını aldı.


Uzun zaman bağının (sihir) etkisinde ve işlevinde olan müzik, örgütlenerek, kurumlaşarak Hun Kağanlığı’na bağlı bir askeri müzik topluluğu olarak ‘’tuğ takımı’’ görüntüsü aldı. Müziğe büyük bir güç atfedildi. Öyle ki, sancak ve askeri müzik birbirinden ayrılmayan bir bütün halini aldı. Hükümdar bir kişiye beylik vereceği zaman, öteki alametleri ile birlikte davul ve sancak ta verirdi. Özellikle savaşta, askeri müzik takımı ile davullar ve hakani kös, ordunun hareketine bir düzen verme görevini de üstlenmişlerdir.(Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:14)  
Türk devletleri ve onların kurumlaşmış müzikleri geliştikçe temasa geçtikleri devletler ve halkların müziklerinden de etkilenmiş ancak onları da etkilemiştir. Hunlar ve Göktürkler zamanında Çin sarayında Türk sazlarından oluşan müzik gruplarının kurulduğu, Türk müziklerini çaldıkları, bazı (Türk) müzik ve dans gruplarının gösteriler yaptığı tarihi kayıtlarda görülmektedir.
Zamanla göçebe hayat tarzından yarı göçebe yaşama geçen Türklerin müziği de bu yaşam tarzına uygun olarak evirilmiştir. Bunun etkisi ile dini ve askeri müziğin yanında gelişimini sürdüren halkın günlük hayatını anlatan ve dans edilen müzik türlerinde de büyük gelişmeler olmuştur.
Uygurlar döneminde yerleşik hayata geçen bir kısım Türkler Manihaizm dinini kabul edince, bu dinin ritüelleri için müzik konusuna daha fazla önem vermişler ve büyük ilerlemeler kaydetmişlerdir. Bazı seyahatnamelerde, Uygurların sazları notadan çaldığına dair bilgiler bulunmaktadır. Çin, Hint ve İran kültürleri ile etkileşim içinde olan Uygurlarda diğer kültürel alanlarla birlikte müzikte de büyük gelişmeler olmuştur. Klasik Türk çalgılarının yanında yeni birçok çalgı aleti de yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Karahanlılar devrinde (840-1212), en eski dönemlerden beri kullanılan temel çalgı aleti kopuzun yanında tambur da yaygın şekilde kullanılmaya başlanmıştır. Bununla bağlantılı olarak Türk müziğinde yeni türler ve biçimler belirmeye başlamıştır. Türk müzik kültürü, sanat ve müzik merkezi durumuna gelen Gazne (Gazneliler;962-1187) kentinde çok yönlü bir değişim ve gelişim gösterdi. (Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:35) Fars, Arap ve Hint müzik kültürleriyle yaşanan yoğun etkileşim sonucunda makamsal müziğin belli özellikleri edinildi. Klasik şiirle birlikte klasik müzik ortaya çıkmaya başladı. 


Selçuklulardan (1040-1157/1308) itibaren müzik, daha sonraları iyice belirginleşecek olan yapılanmasını oluşturarak varlığını sürdürdü:’’ Kırsal kesimde ve geniş halk kitleleri arasında halk müziği olarak; devlet kapısında ve orduda, nevbet (nöbet) mehter müziği olarak; tekke ve tarikatlarda dinsel yada tasavvuf müziği olarak; başta saray olmak üzere, kimi yöneticilerin ve ileri gelen ailelerin konaklarında sanat/klasik müzik türünde.’’ (Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:36)
Müziğin gelişmesine paralel olarak, müzik teorisinde de birçok önemli kişi yetişti. Farabi (870-950), İbni Sina (980-1037), Urmiyeli Safiyüddin (1224-1294) ve Timurlular (1370-1507) döneminde de Abdülkadir Maragi (1353-1435) gibi müzik kuramcıları tarafından Türk müziği irdelendi ve incelendi. (Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:36)
Bunlardan Farabi’nin müzik açısından önemi, doğu müziği teorisine ilişkin ilk eserleri yazmış olmasıdır. Farabi bu eserlerinde; müziğin fizik ve fizyolojik esaslarını ele almış, çalgılar hakkında etraflı sayılacak ilk araştırmaları yapmış ve böylece, kendisinin de incelediği Yunan bilginlerini aşmıştır. Farabi, müziği, matematik, geometri vb. gibi talimi ilimler kategorisine sokmuştur.
İbni Sina, Farabi’den etkilenmiştir. İbni Sina, müziğin (eski Yunanda bazı filozofların kabul ettiğinin aksine) gökle ilişkilendirilmesini reddetmiş, müziği iki açıdan incelemiştir: Seslerin uyum ve uyumsuzluğu, usuller ve bunların ezgi ile olan ilişkisi.
Tek sesli müziğin kurumlarına ve kurallarına ait ilk önemli çalışma ise Urmiyeli Sefiyüddin tarafından yapılmıştır. Önemli olan onun müzik sistemini saptaması ve makamların özelliğini belirtmesidir. Urmevi (Sefiyüddin)’nin bir diğer özelliği nota yazısındaki tekniği geliştirmesidir. Önceki bilginlerden farklı olarak yaşayan musikiyi inceleyip sekizli aralığını, 17 ses aralığı halinde ebcet harfleri ile göstermiş ve onun bu sistemi asırlarca yaşamıştır. (Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:45)
Safiyüddin’den sonra Türk müziğinin kuralları üzerinde çalışan ve müzikoloji yönünden etkili olan Abdülkadir Maragi;’’ Türkler‘in mizacına en uygun makamlar üç adettir: uşşak, neva, buselik. Bu makamlar cesareti artırırlar.’’ diyerek müzik ve kişilik arasında bağ olduğunu belirtmiştir. Maragi’nin eserleri Farsça olmasına rağmen kendi döneminden başlayarak Türkiye’deki müziğin etkileyicisi olmuştur. Bunda en önemli etken, Meragi’nin eserlerinden birinin Sultan 2’nci Mehmet’e sunulması, ayrıca oğlu ve torununun İstanbul’a gelerek onun müzik görüşlerini Türk sanatçılara aktarmasıdır. (Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:36)

Saygılar Sunarım.
Mehmet Çanlı


Türk Yunan İlişkilerinin Tarihi Gelişimi (1919-1929)




Bu dönemde Türk-Yunan ilişkileri 1. Dünya Savaşı sonunda yenilenlerin topraklarını paylaşmak ve galiplere uygun bir dünya düzeni kurmak için toplanan Paris Barış Konferansı'nın etkisi altında başladı. 18 Ocak 1919’da toplanan Paris Barış Konferansı’na 32 ülkenin temsilcileri katıldı. Konferansın amacı, savaşı kaybeden devletlerle yapılacak barışın koşullarını görüşmekti. İngilizler ve Fransızlar, konferansa Yunanlıları davet ederek, Osmanlı Devleti’nde nüfus yönünden çoğunluk oluşturdukları bölgeler üzerinde haklarını savunmalarını istediler. Konferansta; Yunanistan’a büyük destek veren İngilizler, Yunanlıların, konferansa sundukları İzmir ve yöresine ilişkin sahte belgeleri gerçek belgeler olarak kabul ettiler. Konferansa katılan Yunanlıların amaçları; Batı Anadolu’yu ve Trakya’yı ele geçirerek Ege Denizi çevresinde büyük bir Yunan devleti kurmaktı. Bu amaçla Yunan Başbakanı Venizelos, İzmir ve çevresi ile Trakya’nın Yunanistan’a verilmesini istedi.
Savaş sırasında yapılan ve Osmanlı ülkesinin paylaşılmasını öngören antlaşmalarda Batı Anadolu ve Akdeniz Bölgesi’nin İtalyanlara verilmesi kabul edilmişti. Önceden buna karşı çıkmayan İngilizler, konferansta Batı Anadolu’nun İtalya’ya bırakılmasına karşı çıktılar. Güçlü bir ülke olan İtalya’nın Doğu Akdeniz’de egemen olması, İngiltere’nin sömürgelerine giden yollarının güvenliğini tehlikeye sokabilirdi. Bu sebeple İngiltere, Doğu Akdeniz’de güçlü bir İtalya yerine kendi güdümlerindeki Yunanistan’ın olmasını istiyordu. Bunun üzerine İtalya, daha önce kendisine bırakılan Batı Anadolu’nun Yunanistan’a verilmesinden dolayı konferansı terk etti.
Konferansın bu ortamından faydalanan Yunan Başbakanı Venizelos, Türklerin, İzmir’de Rumları yok etmeye hazırlandıklarını, İtalya’nın da İzmir’e asker çıkarmak üzere olduğunu iddia etti. Venizelos’un bu iddiasını gerçek kabul eden İngiltere ve Fransa, Yunan ordusunun İzmir’i işgal etmesini kararlaştırdılar. İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edilmesine karar verilmesi, İtalya’nın, İngiltere ve Fransa ile arasının açılmasına neden oldu. İngiltere’nin de yardımıyla 15 Mayıs 1919’da İzmir önlerine güçlü bir donanma gönderen Yunanlılar, aynı gün karaya asker çıkardılar.

Paris Konferansı’nda büyük devletlerin desteğini alan Yunanlılar, 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’i işgal ederek Batı Anadolu içlerine doğru ilerlemeye başladılar. Ancak Kuvvâ-i Milliye kuvvetleri Yunanlıların bekledikleri gibi ilerlemelerine müsaade etmiyordu. Bu arada İtilaf Devletleri, San Remo Konferansı’nda hazırladıkları Sevr Antlaşması’nı Osmanlı Devleti’ne imzalatabilmek amacıyla yeni bir strateji geliştirmişlerdi. Buna göre İtilaf Devletleri işgalleri altındaki bölgelerde baskılarını arttırırlarken Yunanlılar Anadolu’daki işgal sahalarını genişletecek ve Doğu Trakya’yı işgal edeceklerdi.
Mondros Ateşkes Antlaşması’nın ardından İtilaf Devletleri Boğazlar bölgesini kontrol altına almışlar, İstanbul, İzmit, Çanakkale ve Gelibolu’yu işgal etmişler, Fransızlar, Doğu Trakya’yı denetimleri altına almışlardı. (Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi (ATAM) İtilaf Devletleri’nin Türk-Yunan Savaşı’nda Tarafsızlık İlanı (13 Mayıs 1921) Dr. Abdurrahman BOZKURT)
Yunanlılar İzmir ve çevresini işgal edip konumlarını sağlama almak için ilerlemeye devam ederken, 23 Temmuz-17 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum Kongresi toplandı. Burada ülkenin bütünlüğünün korunması ve her türlü işgale karşı direnme kararı alındı. 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında toplanan Sivas Kongresi’nde aynı hususlar teyit edilerek işgallere karşı kurulmuş olan teşkilatlar, ‘’Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’’ adı altında birleştirildi. Bu tarihten sonra Yunanlılara karşı oluşmuş direniş hareketleri tek elden yürütülmeye başlandı. Atatürk’ün başkanlığında bir Heyet-i Temsiliye tesis edildi ve bu heyet 27 Aralık 1919 tarihinde Ankara’ya taşınarak faaliyetlerini buradan yürütmeye başladı.
Anadolu’nun baskı ve ısrarı sonucu, 12 Ocak 1920’de, toplanan son Osmanlı Mebuslar Meclisi 28 Ocak’ta Misak-ı Milli kararını aldı. Bunun üzerine 16 Mart 1920 tarihinde İstanbul resmen işgal edildi ve birçok mebus İngilizlerce tutuklandı. Bunun üzerine 18 Mart 1920 tarihinde Mebuslar Meclisi son toplantısını yaparak kendini süresiz olarak tatil etti ve 11 Nisan’da da Padişah tarafından feshedildi. Bu meclisten katılabilenler ve seçilen yeni üyelerden oluşan yeni meclis, TBMM adıyla, 23 Nisan 1920 tarihinde, Ankara’da toplandı.
Bu arada; Yunan Ordusu’nun Doğu Trakya’yı işgal etmek üzere ileri harekatı üzerine 9-14 Mayıs 1920 yılında her kesimden halk temsilcilerince toplanan Edirne Kongresi’nde Yunan ilerlemesine karşı direniş kararı alındı ve bölgesel seferberliğe gidildi. Ancak kurulan birlikler Yunan ilerleyişini durduramadı. 22 Haziran 1920’de saldırıya geçen Yunankuvvetleri; Doğu Trakya’da Edirne, Kırklareli ve Tekirdağ’ı, Anadolu’da ise; Bursa, Balıkesir, Uşak ve Nazilli’yi işgal ettiler.
San Remo Konferansı’nda esasları kararlaştırılan Sevr Antlaşması Osmanlı Hükümeti tarafından imzalanmasına rağmen TBMM tarafından protesto edilerek reddedildi. Sevr Antlaşması, Yunan işgallerine hukuki bir zemin kazandırıyordu. Ancak Anadolu’nun direnişi sonucu uygulanamıyordu.
Yunanlılarla çatışmalar Kuvva-i Milliye ve düzenli birlikler tarafından sürdürülüyor, Yunan ilerleyişi amaçladıkları gibi gitmiyordu. Yunan birliklerinin durumunun bir saldırı için uygun olduğunu değerlendiren Ali Fuat Paşa’nın kendi inisiyatifiyle 25 Ekim 1920 tarihinde giriştiği bir taarruz harekâtı yapıldı. Taarruz başarısız olunca Yunanlılar ileri harekâta geçerek İnegöl ve Yenişehir’i aldı ve Dumlupınar’a kadar ilerlediler.
Bu sırada 28 Ekim 1920 tarihinde doğu cephesinde başlayan taarruzumuz başarılı olunca 2/3 Aralık 1920 tarihinde Ermenilerle Gümrü Antlaşması imzalandı. Böylece doğu cephesinde çatışmalar sona erdi ve tüm imkânlarımızı batıda Yunanlılara karşı kullanma imkânı kazandık.

Türk kuvvetleri 1921 yılı başına kadar Kuvva-i Milliye diye tabir edilen düzensiz gönüllü kuvvetler ve mevcut düzenli askeri birliklerin karışımı bir yapı içerisinde Yunan kuvvetleri ile mücadele ediyordu. Ocak 1921 tarihinde Çerkez Ethem isyanının bastırılması ile birlikte tamamen düzenli orduya geçildi.
1921 yılı başlarında Yunanlılar, Trakya’da İstanbul sınırına dayanmışlar, Çerkez Ethem ayaklanmasının yarattığı ortamdan da faydalanarak Batı Anadolu’da Eskişehir, Kütahya ve Ankara’yı ele geçirmek üzere harekete geçmişlerdi. 6 Ocak günü başlayan Yunan taarruzlarının Afyon istikametindeki ilerleyişi 7 Ocak günü, Eskişehir istikametinde ilerleyişleri ise 9/10 Ocak’ta 1’nci İnönü Muharebesi sonucu püskürtüldü.
Bu başarılarla prestiji artan Ankara Yönetimi, o sırada Emperyalist Avrupa’nın en büyük düşmanı konumunda olan, Sovyetler birliği ile bir anlaşma imzalamak ve destek sağlamak maksadıyla Moskova’ya bir heyet gönderdi. Bu heyet 1 Mart 1921 tarihinde Moskova'da Afganistan ile bir dostluk antlaşması imzalanmış, ilk defa bir devlet tarafından tanınmıştır.(Vikipedi) 16 Mart 1921 Moskova Antlaşması ile de Türk-Rus sınırı çizilmiş ve Rus desteği sağlanmıştır. (Vikipedi) Bu durum doğu cephesinde çatışmaları sonlandırmış ve batıya birlik ve silah kaydırmamıza imkân vermiştir.
Yunanlıların ikinci ilerleme teşebbüsleri de 31 Mart/1 Nisan 1921 tarihli 2’nci İnönü muharebesi ile durduruldu. Fakat 10 Temmuz’da başlayan yeni Yunan taarruzu esnasında Kütahya-Eskişehir muharebelerini kaybeden ordumuz Sakarya Nehri’nin doğusuna kadar geri çekilmiştir. Bunun üzerine; Doğu cephesinden 1 Tümen, güney cephesinden 2 Tümen ve Amasya’dan bir Tümen batı cephesine kaydırılmıştır.
Yunanlılar bu başarılarından faydalanmak için kısa bir hazırlıktan sonra ileri harekâta başlamışlardır. Türk ordusunu imha etmek ve Ankara’yı ele geçirmek maksadıyla taarruza başlayan Yunan Ordusu ile ilk çatışmalar 23 Ağustos tarihinde başladı. 22 gün süren çatışmalar sonucunda başarılı olamayan Yunanlılar yenilgiyi kabul ederek eski mevzilerine çekildiler.
Sakarya Savaşı sonucunda Yunanlılar doruk noktasına ulaşmışlar ve artı taarruz edecek güçleri kalmamıştır. Artık amaçları ele geçirdikleri toprakları muhafaza etmektir. Yunanlılar savunma hazırlıklarına girişirken inisiyatifi ele geçiren Türk Ordusu da taarruz için hazırlıklara başlamıştır. Sakarya zaferinin uluslar arası etkileri de büyük olmuştur. Bu zaferden sonra Sovyet Rusya’nın aracılığıyla üç Sovyet Cumhuriyeti; Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan ile 13 Ekim 1921'de Kars Antlaşması imzalanmış, doğu sınırları tamamen güvence altına alınmıştır. Ayrıca; 20 Ekim 1921 Ankara Antlaşması ile Fransızlarla yapılan Barış Antlaşması sonucu Suriye sınırı çizilmiştir. Böylece İzmir’in Yunanlılara verilmesinden sonra İngiltere ile arası açılan İtalya’dan başka, Sovyetler Birliği’nden ve Fransa’dan da silah ve malzeme temini mümkün olmuştur. Bu antlaşmayla aynı zamanda Yunanistan’ı destekleyen İngiliz-Fransız cephesi de parçalanmıştır.
Bütün bunlara Yunanistan’da yaşanan siyasi gelişmeler eklenince İtilaf Devletleri’nin takip ettikleri politikalarda değişikliğe gitmeleri kaçınılmaz olmuştur.
Öte yandan 1920 yılı sonlarına doğru Atina’da işler karışmıştı. Venizelos’un işbaşına gelmesinde; İngiltere ve Fransa’nın desteği, Yunanistan’a vaat edilen Osmanlı toprakları ve Yunanistan’da yaşanan mali sıkıntılar belirleyici olmuştu. Venizelos Hükümeti’nin Türk topraklarını işgal etmek için yaptığı harcamalar mali sıkıntıları daha da artırmış, yaşanan mali sıkıntılardan bu kez Kral Konstantin taraftarları yararlanmak üzere harekete geçmişler, Venizelos’a karşı birleşik bir muhalefet cephesi kurmuşlardı. Bu ortam içerisinde Kral Aleksandr’ın ölümü (25 Ekim 1920) işleri daha da karıştırmıştı. General Kunduriyotis, Kral naipliğine atanmış, yeni Kral’ın seçimi için 3 Aralık 1920 tarihinde halk oylaması yapılmasına karar verilmişti. 14 Kasım 1920 tarihinde yapılan seçimlerden Venizelos büyük bir hezimetle çıkmış, yapılan halkoylaması sonucunda İngiltere ve Fransa aleyhtarı Kral Konstantin tahtına dönmüştü.
Yunanistan’da yaşanan bu gelişmeler İtilaf Devletleri tarafından kaygıyla takip ediliyordu. İtilaf Devletleri Kral’ı resmen tanımasalar da hükümeti ile gayri resmi temaslarda bulunmaya devam ettiler. Bununla birlikte İngiltere ve Fransa, Yunanistan’a verdikleri mali desteği kestiler. İtilaf Devletleri’nin Türk-Yunan Savaşı’na yaklaşımları değişmeye başlamıştı.

Yaşanan gelişmeler üzerine İtilaf Devletleri Londra’da bir konferans toplamaya karar verdiler. 12 Mart 1921 tarihinde toplanan konferansta Sevr Antlaşması tarafların kabul edebileceği bir hale getirilecek; Milli Mücadele Hareketi de daha fazla gelişmeden sona erdirilecekti. Ancak İtilaf Devletleri, Londra Konferansı’ndan bekledikleri neticeyi alamamışlar, bundan sonra Yunan Ordusu’nun başlatacağı yeni harekâta umut bağlamışlardı. Yunan Ordusu’nun başarısızlığı, İtilaf Devletleri’nin Türk-Yunan Savaşı’na yaklaşımlarında ciddi değişiklikleri gündeme getirdi.
Yunanlıların müttefik işgali altındaki Boğazlar bölgesindeki faaliyetleri de bu değişimi doğrudan etkiledi. Yunanlılar, işgal altındaki İstanbul’u askeri bir üs ve iaşe kaynağı olarak kullanıyorlardı. Patrikhane’nin ve İstanbul’un işgalinden sonra şehre gelen Yunan denizcilerinin çabalarıyla kurulan Yunan Milli Müdafaa teşkilatı başta İstanbul olmak üzere Anadolu’nun muhtelif bölgelerindeki Rum gençlerini Yunan ordusuna kazandırmak için çaba sarf ediyor, Milli Mücadeleye katılacağını düşündükleri yolcuların Boğazlardan geçişine de engel olmaya çalışıyorlardı.  Yunanistan’la ilişkileri kesilen Osmanlı hükümeti bu hareketi Müttefik Yüksek Komiserleri nezdinde protesto etti.
Yunanlıların Boğazlar bölgesini askeri bir üs olarak kullanmalarına, Rumları askere almalarına ve Türk yolcuları taşıyan gemilere yönelik hareketlerine engel olamayan Osmanlı hükümeti, İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı’na müracaat ederek Yunanlıların bu tür faaliyetlerine engel olunmasını talep etti.
Yunanistan ve Türkiye’de yaşanan siyasi olaylarla birlikte Yunanlıların Boğazlar bölgesindeki faaliyetleri İtilaf Devletleri’nde tarafsızlık fikrini gündeme getirdi. Yunanistan’ın Anadolu’daki mücadelesini başından beri destekleyen İngiltere’de ilk kez böylesine radikal bir değişiklik gündeme alınmıştı. İngiliz hükümeti Yunanlılarla Türkler arasında ayrım yapmadıklarını kanıtlamak amacıyla, Ankara hükümetine yönelik sınırlandırmaları da kaldırmaya karar verdi.
21 Nisan 1921 tarihinde Yunanistan Dışişleri Bakanı, Fransa ve İtalya’nın “Kemalistlere” silah sattığını iddia ederek İngiltere’nin, Yunanlılara savaş malzemesi satılmasına engel olmasının adil olmadığını ileri sürmüştü. İngiliz hükümeti, “biz tarafsızlığımızı ilan ettik. Yunanlılara da Türklere de savaş malzemesi gönderme izni vermeyeceğiz.” şeklindeki izahatı ile Yunanistan’a ve TBMM hükümetine aynı mesafede olduğunu göstermeye çalışmıştı. Bu izahat İngiliz hükümetinin takip ettiği politikalarda köklü bir dönüşümün eşiğinde olduğunun işaretiydi.
26 Nisan 1921 tarihinde İngiliz hükümeti hiç beklenmedik bir anda Fransız ve İtalyan hükümetlerine müracaat ederek İtilaf Devletleri’nin, Türk-Yunan Savaşı’nda tarafsız olduklarını ilan etmelerini önermişti. Bunda; Sovyetler Birliği’nin Orta Asya ve Kafkasya’da ilerlemesini tamamlayarak İngiliz işgal bölgeleri ile temas etmeleri ve 16 Mart tarihli Moskova Antlaşması ile Türkiye’nin tamamen Rus etkisine girme tehlikesinden duydukları endişe de etkili olmuştur. Ayrıca Hindistan İngiliz valisinin Türkiye’nin Yunanistan ile savaşında İngilizlerin Yunanistan’a verdiği desteğin Hint Müslümanlarının tepki gösterdiği ve bunun bir isyana sebep olabileceği şeklindeki ısrarlı raporları da bu değişimde etkili olmuştur.
10 Ağustos 1921 tarihinde Paris’te toplanan Yüksek Konsey özel şirketlerin ticaret yapma özgürlüğüne hiçbir şekilde müdahale edilmeyeceğini kararlaştırdı. Bu kararla savaş malzemesi satan özel şirketlere getirilen sınırlama kaldırılmıştı. Özel şirketler hem Yunanlılara hem de Türklere savaş malzemesi satma hakkına sahip olacaklardı. Yunanlılar bir süre daha İstanbul’u donanma üssü olarak kullanmaya devam edeceklerdi.
İngiliz Dışişleri Bakanı Curzon, taraflar arasında arabuluculuk yapılmasını teklif etmiş, yapılan iki teşebbüsün başarısızlıkla neticelendiğini ifade etmişti. Bunun üzerine Yüksek Konsey, taraflar arasında arabuluculuk yapma zamanının gelmediğine kanaat getirmişti. Yüksek Konsey son olarak Sevr Antlaşması ve Boğazların güvenliği meselelerini ele almıştı. Yüksek Konsey kararları Yunanistan’ın en büyük destekçisi İngiltere’nin desteğini de kaybettiğini göstermişti. (Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi (ATAM) İtilaf Devletleri’nin Türk-Yunan Savaşı’nda Tarafsızlık İlanı (13 Mayıs 1921) Dr. Abdurrahman BOZKURT)
Müttefik şirketlerinin ve hatta Sovyet Rusya’nın Ankara hükümetine savaş malzemesi satışına izin verilmesi Yunan hükümetinin tepkisine neden olmuştu. Daha önce İngiliz, Fransız ve İtalyan bandıralı gemilere müdahalede bulunmayan Yunan yetkililer, Fransız ve İtalyanlara ait gemilere müdahale etmeye başlamışlardı. Fransız ve İtalyan hükümetleri de bu müdahalelerden dolayı Yunanistan’ı protesto ediyorlardı. Bu aşamada İngiltere, Yunanlıların savaş malzemesi taşıyan gemileri arama ve ablukaya alma haklarını yok saymamakla birlikte, Kemalistlere askeri malzeme ulaştıran gemilerin engellenmesi meselesine müdahil olmayacağını açıklamıştı. İngiltere yaptığı açıklama ile işin içinden sıyrılmış Yunanistan’ı müttefikleri ile karşı karşıya bırakmıştı. Sakarya Savaşı’ndan sonra yapılan bu açıklama, Yunanistan’ın İngiltere’nin desteğini büyük ölçüde kaybettiğinin göstergesi idi. (Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi (ATAM) İtilaf Devletleri’nin Türk-Yunan Savaşı’nda Tarafsızlık İlanı (13 Mayıs 1921) Dr. Abdurrahman BOZKURT)
Sakarya Meydan Muharebesinden sonra Türk Ordusu uzun süre hazırlıklarını yaparak taarruz için her türlü ikmalini tamamlamaya çalıştı. Nihayetinde; 26 Ağustos 1922 tarihinde Büyük Taarruz başladı. 30 Ağustos günü, Dumlupınar bölgesinde yapılan meydan muharebesinde Yunanlıların ana kuvvetleri imha edildi. Bundan sonra batı istikametinde devam eden taarruzlarımız hızla gelişerek birliklerimiz 9 Eylül günü İzmir’e ulaştılar. Yunan orduları imha edilmiş, kalanları da Yunanistan’a kaçmıştı. Birliklerimiz İstanbul istikametinde ilerleyerek tarafsız bölgeye ulaştılar. Bunun üzerine İngiliz yetkililer müdahale ederek bir ateşkes önerisinde bulundular. 11 Ekim 1922 tarihinde imzalanan Mudanya Mütarekesi ile Türkiye-Yunanistan arasındaki savaşın sona ermesine, Doğu Trakya’nın 15 gün içerisinde Yunanlılar tarafından boşaltılarak Müttefiklere bırakılmasına, 30 gün içerisinde de TBMM Hükümetine teslimine ve bölgenin güvenliği 8000 kişilik bir Türk Jandarma birliği tarafından sağlanmasına karar verilmiştir. Buna karşılık olarak da Türk tarafı Çanakkale ve İstanbul Boğazları’nda sınırları ateşkesle çizilmiş olan kıyı şeridini tarafsız bölge olarak kabul etmiştir. Görüşmelere katılmayan Yunanlılar 14 Ekim tarihinde bu ateşkesi kabul ettiler. (Lewis, Bernard: Modern Türkiye’nin Doğuşu, s.343)

Bu mütarekeden sonra bir barış antlaşması yapabilmek için İsviçre’nin Lozan şehrinde heyetler arası görüşmelere başlandı. 21 Kasım 1922’de ilk toplantısı yapılan Lozan Konferansı’na iki ülke arasında ağırlıklı olarak; sınırlar, azınlıklar, Fener Rum Patrikhanesi, nüfus mübadelesi gibi sorunlar tartışılmıştır. Görüşmelerin olumlu bir şekilde ilerlememesi üzerine ilişkiler gerilmiş, Yunanlılar Mudanya Mütarekesi’ni ihlâl ederek Ocak 1923’te Meriç’in sağ tarafında yığınak yapmaya başlamışlar, bunun üzerine Müttefik Hükümetleri, 17 Ocak 1923 tarihinde Yunanistan’a bir nota vererek Mudanya Mütarekesi hükümlerine uymaya mecbur etmişlerdir.
Mevcut sorunlardan sınır meselesi çözümlenmiş ve ayrıca diğer sorunlarla ilgili olarak da 30 Ocak 1923’te iki ülke arasında “Türk ve Rum Nüfus Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol” imzalanmıştır. Ancak bu protokolün uygulanışında ortaya çıkan problemler, özellikle Lozan’da ele alınan “Fener Rum Patrikhanesi” ve “Nüfus Mübadelesi” konuları 1930’lu yıllara kadar Türk-Yunan ilişkilerini etkileyen başlıca konular olmuşlardır.(Atatürk Dönemi Türk-Yunan Siyasi İlişkileri Esra SARIKOYUNCU DEĞERLİ)
Trakya’da; Meriç Nehri sınır olarak kabul edilmiş, Karaağaç savaş tazminatı olarak Türkiye’ye bırakılmış, Ege Denizinde; İmroz, Bozcaada ve İtalyanlara bırakılan Oniki Ada hariç tüm Doğu Ege adaları, silahsızlandırılmak koşuluyla, Yunanistan’a bırakılmıştır. (Özgören, Aydın. Tar.Uzm., Atatürk Dönemi Türk Yunan İlişkilerine Bir Bakış.)
Patrikhane konusunda sözlü bir anlaşma yapılmış, tek başına bir kurum olarak Lozan’da yer almamıştır. Yapılan sözlü antlaşmaya göre sadece İstanbul’da kalacak olan Ortodoks Rumların dini işlerinden sorumlu olacak olan Patrikhane’nin eski statüsü son bulmuş, yeni statüsünün belirlenmesi ise azınlık hukuku çerçevesinde Türkiye’ye bırakılmıştır. Lozan Barış Konferansı esnasında 30 Ocak 1923 tarihinde imzalanan “Türk ve Rum Nüfus Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol” ile Türkiye’deki Ortodoks Rumlar ile Yunanistan’daki Müslümanların mübadele edilecekleri ve İstanbul Rum halkı ile Batı Trakya Müslüman halkının bu mübadele dışında tutularak “yerleşik (etabli)” sayılacağı kararlaştırılmıştı. Mübadele 1923’de başlamış ve önemli bir sorunla karşılaşmadan Nisan 1925’e kadar bir kısım Rum ve Türk halklarının mübadelesi sağlamıştır. Ancak sözleşmenin ikinci maddesinde yer alan “établis” kelimesinin Türk ve Yunan komisyon üyelerince farklı yorumlanması iki ülke arasındaki ilişkileri kopma noktasına getiren “etabli sorunu” da denilen anlaşmazlığa yol açmıştır. Türk tarafı kimlerin 30 Teşrinievvel 1918 tarihinden önce “sakin bulundukları”nın ancak Türk kanunlarına göre tespit edilebileceğini ileri sürmüştür. Yunan tarafı ise maddeyi 30 Ekim 1918 tarihinden önce herhangi bir şekilde İstanbul’da bulunan her Rum’un “yerleşmiş” kabul edildiği şeklinde yorumlamıştır. Anlaşma sağlanamayınca Yunanistan, Milletler Cemiyeti Antlaşması’nın 11. maddesine dayanarak konunun Cemiyet bünyesinde ele alınmasını talep etmiştir. Ancak Cemiyetin görüşü de çözümü sağlayamamış ve konu La Haye Daimi Adalet Divanı’na sevk edilmiştir. 16 Ocak ile 21 Şubat 1925 tarihleri arasında yapılan görüşmelerde, Yunan ve Türk temsilcilerinin tezleri sözlü ve yazılı ifadeleriyle birlikte ele alındıktan sonra Adalet Divanı özetle 21 Şubat 1925 tarihinde görüş bildirmiştir. Ancak ihtilafı bu mütalaa da çözememiştir. Bu sorunun çözüme kavuşturulamaması iki ülke arasındaki ilişkileri de gerginleştirmiştir. Yunan hükümeti bu aşamada Batı Trakya’daki Müslüman-Türk halkının mal varlığına el koymakla kalmamış ayrıca bölgeye Türkiye’den gelen mübadil Rumları yerleştirmiştir. Türkiye’nin, Atina yönetiminin bu uygulamasına İstanbul’daki Rumların mallarına el koyarak karşılık vermesi ise iki ülkeyi savaşın eşiğine getirmiştir. Ancak daha sonra Patrik sorununun çözümlenmesinin de etkisiyle iki devlet arasında gerginleşen ilişkiler yumuşama dönemine girmiş ve iki taraf arasında gerçekleştirilen görüşmeler sonucunda 21 Haziran 1925’de Muhtelit Mübadele Komisyonu’nun Türk ve Yunan temsilcileri tarafından Ankara Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma ile Türkiye, 30 Ekim 1918’den önce ve o sıralarda İstanbul’da mevcut bulunan tüm Rumlara yerleşik sıfatı tanıyordu. Ayrıca pasaportları olmaksızın ülkelerini terk edenler hariç olmak üzere yerleşik sıfatı tanınan Batı Trakya Müslümanları ve İstanbul Rumları ülkelerine serbestçe dönebileceklerdi. Eğer söz konusu kişilere mallarını iade etmek mümkün değilse tazminat ödenecekti. Böylece Türkiye ülkeyi terk etmiş bulunan birçok Rum’un dönüşünü engellerken Yunanistan’da Batı Trakya’daki Müslüman mülklerine yerleştirmiş olduğu bir kısım Rum’u bu mülklerden çıkarmak zorunda kalmıyordu. Ancak, iki ülke arasında temel anlaşmazlık sorunlarına çözüm getiren bu antlaşma uygulanamamıştır. Bunun en önemli sebebi Mihalakopulos hükümetinin düşürülmesi sonucunda 25 Haziran 1925’te iktidara gelerek cunta rejimi kuran General Pangalos’un Lozan’ı revize etmek temeline oturttuğu ihtiraslı bir dış siyaset gütmesiydi. Ayrıca General Pangalos’un antlaşmanın onayını geciktirmesi Türkiye’yi güvensizliğe itmiştir. Dolayısıyla Türkiye bu son antlaşmayı gözden geçirme ve uygulamasının güvence altına alınması için yeni adımlar atma kararı almıştır. Ankara’nın bu yaklaşımı sonucunda, Pangolos’un Ağustos 1926’da devrilmesinin ardından kurulan yeni koalisyon hükümetinin Türkiye ile görüşme masasına oturması, mevcut sorunların etraflıca ele alınmasını sağlamıştır. Karşılıklı görüşmeler Şubat-Aralık 1926 tarihleri arasında gerçekleşmiştir. Böylece 1 Aralık 1926’da Atina Antlaşması imzalanmıştır. Bu son belge taraflarca 1927 Şubatı’nda onaylanıp, 23 Haziran 1927’de yürürlüğe girmiştir. (Atatürk Dönemi Türk-Yunan Siyasi İlişkileri Esra SARIKOYUNCU DEĞERLİ)
Buna rağmen iki ülke arasındaki gerginlik 1929 yılına kadar devam etmiş, 1929’da ilişkiler iyice gerginleştiğinden taraflar deniz kuvvetlerini güçlendirmeye başlamıştır. Türk-Yunan gerginliğine yol açan bu gelişmeler her ne kadar savaşa dönüşmemiş olsa da 1930 yılına kadar sıcaklığını korumuştur.  
Lozan Antlaşması’ndan sonra iki ülke arasında ilişkiler inişli çıkışlı devam ederken, Avrupa’da köklü değişiklikler olmaya başladı. 1’nci Dünya Savaşı kaybeden ülkeler kadar kazananları da savaştan olumsuz etkilemişti. Savaşın getirdiği harcamalar sonucu İngiltere, Fransa ve İtalya ekonomileri zayıflamış, Sovyetler Birliği yayılmacı rejimi ve planlı ekonomisi ile batı dünyasına yeni bir güç haline gelmeye başlamıştı. ABD ise; savaştan sonra yeni bir güç olarak denge unsuru olarak oluşan boşluğu doldurabilecekken Avrupa meselelerinden kendini soyutlayarak kendi içine ve Amerika kıtasına odaklanmıştı.
Savaş sonrasının insafsız antlaşmaları ile elleri kolları bağlanmış olan mağlup devletler de, ağır toprak kayıpları ve çöken ekonomileri ile derin sosyal problemler yaşamaya başlamıştır. Demokratik yönetimlerin bu duruma çözüm bulamaması sonucu yapılan barış antlaşmalarını tanımayacakları yönünde söylemler geliştiren otokratik parti ve siyasi akımların güçlenmesine sebep olmuştur. Bu durum da Avrupa’da kurulan barışın kısa süre içinde yok olacağı yönünde endişeleri artırmıştır.

Değişim önce Akdeniz ve Balkan ülkelerinde etkisini göstermeye başladı. Savaştan toprak ve ekonomik çıkar yönünden pek kazançlı çıkmayan, aksine ekonomisi de zayıflayan İtalya iç çekişmelerle karşı karşıya geldi. Komünist akımlara karşı bir denge unsuru olarak görülen Mussolini’nin Faşist Partisi bu boşluğu doldurarak 1925 yılında İtalya’da yönetimi ele geçirdi. Faşist dikta yönetiminde belirli bir toparlanma yaşayan İtalya gözünü dışarıya çevirerek yayılmacı söylemler oluşturmaya başladı. İtalya’nın Akdeniz’deki faaliyetleri ve Mussolini’nin İtalya’nın yayılma alanı olarak Küçük Asya’dan bahsetmesi Türkiye’yi çok endişelendirdi. Bu durum başta komşuları olmak üzere İtalyan tehdidini hisseden ülkelerde de tedirginlik oluşturdu. Bu tedirginlik Balkan ülkelerini yeni ittifak ve güvenlik arayışlarına yönlendirdi. Türkiye, 1926’da Balkan Devletleri arasında karşılıklı sınırların güvence altına alınması amacıyla toplu bir güvenlik sisteminin kurulması yolunda bir girişimde bulundu ise de bundan bir sonuç alınamadı. Daha sonra Balkan Devletleri arasında bazı pürüzler ortadan kalkınca bir anlaşma havası oluştu.

Saygılar sunarım.

Mehmet Çanlı.
2.11.2017.

Türk Yunan İlişkilerinin Tarihsel Gelişimi (1915-1919)



I. Dünya Savaşı başladığında birçok ülkede olduğu gibi Yunanistan’da da savaşa girilip girilmemesi konusunda tartışmalar yaşanmıştı. Başbakan Venizelos İtilaf Devletleri saflarında savaşa girilmesini savunduğu halde Kral Konstantin ülkesinin savaşa girmesine taraftar değildi. İngiltere ve Fransa’nın, Osmanlı topraklarını içeren vaatlerinden cesaret alan Venizelos, 1915 Mart’ında Yunanistan’ın savaşa girmesi amacıyla Kral’a bir muhtıra vermişti. Kral’ın bu talepleri kabul etmemesi üzerine Venizelos başbakanlıktan çekilmiş, Gunaris’in başbakanlığında kurulan geçici hükümet, 1915 Haziran’ında Yunanistan’ı seçime götürmüştü. Yapılan seçimleri Venizelos kazanmasına rağmen Gunaris iktidarı teslim etmek istememiş, kısa bir krizin ardından Konstantin devreye girerek Venizelos’u işbaşına çağırmak zorunda kalmıştı. Bununla birlikte Kral’la, Venizelos arasındaki buzlar erimemişti. 1915 Aralık ayında yapılan seçimleri boykot eden Venizelos, 29 Eylül 1916 tarihinde Selanik’e giderek burada Etnik-i Amina (Milli Savunma) adlı bir ihtilal hükümeti kurmuştu. Yunanistan’da artık biri kral taraftarı Atina hükümeti, diğeri Venizelos’un başında olduğu ihtilalcı Selanik hükümeti olmak üzere iki hükümet vardı. Venizelos, I. Dünya Savaşı’na girilmesine taraftar olduğundan İngiltere ve Fransa ona destek olmak amacıyla Atina hükümetini denizden ablukaya almıştı. Abluka altında halkın zaruri ihtiyaçlarını karşılayamayacak hale gelen Atina hükümeti, müşterek İngiliz-Fransız birliklerinin Pire’ye çıkarak Atina’nın kontrolünü ele geçirmeleri sonucunda görevden çekilmek zorunda kaldı. Konstantin de tahtından feragat ederek yerini oğlu Aleksandr’a bırakmış, Yunanistan’ı terk etmişti. Bu gelişmeler üzerine Atina’ya gelen Venizelos yeni hükümeti kurmuştu. İttifak Devletleri ile ilişkilerini kesen Venizelos hükümeti, 1 Temmuz 1917 tarihinde Osmanlı Devleti’ne savaş açmıştı. Çalkantılı bir dönemden geçen Yunanistan, 1918 yılı Eylül ayında Makedonya Cephesi’ndeki çatışmalara fiilen katılabilmiş, kısa bir süre sonra da savaş sona ermiştir. (BOZKURT, DR.ABDURRAHMAN; Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi (ATAM),İtilaf Devletleri’nin Türk-Yunan Savaşı’nda Tarafsızlık İlanı (13 Mayıs 1921))
1918 yılı sonlarına doğru İttifak Devletlerinin savaşı kazanma umutları kalmamıştı. 29 Eylül 1918’de Bulgaristan savaştan çekilince, Osmanlı Devleti’nin Almanya ile bağlantısı kesilmiş, Trakya ile İstanbul, Yunanistan üzerinden gelebilecek saldırılara açık kalmıştı. Bu arada Almanya da; 3 Ekim 1918’de, ateşkes anlaşması önerisinde bulundu.  Bütün bu gelişmeler üzerine, İttihat ve Terakki Partisi Hükümeti, Sadrazam Talat Paşa’ya ateşkes için girişimde bulunma yetkisi verdi. Osmanlı Hükümeti, Wilson İlkeleri ışığı altında bir ateşkesi imzalamaya hazır olduğunu bildirdi. Talat Paşa’nın yerine sadrazamlığa getirilen Tevfik Paşa, İsviçre aracılığı ile ateşkes için başvuruyu yinelemiş ancak olumlu bir cevap alamamıştı. Ateşkes imzasını başaramadığı için görevden ayrılan Tevfik Paşa’nın yerine Ahmet İzzet Paşa sadrazam atandı. Sonunda büyük uğraşlar neticesinde Anlaşma Devletleri ateşkes görüşmelerine razı oldular.
İngilizler, 23 Ekimde Osmanlı Hükümetine, Limni Adası’nın Mondros Limanı’nda ateşkes görüşmelerinin yapılacağını ve Anlaşma Devletleri adına İngiliz Amirali Calthorpe’nin yetkili olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Bahriye (Denizcilik) Bakanı Rauf Bey (Orbay) başkanlığındaki bir kurul hemen Mondros’a gönderildi. Beş gün süren görüşmeler sonunda 30 Ekim 1918 günü Osmanlı Devleti ile Anlaşma Devletleri arasında “Mondros Ateşkes Antlaşması” imzalandı. 31 Ekim günü yürürlüğe giren ve 25 maddeden oluşan bu kısa, ama çok önemli antlaşmanın hükümleri arasında bulunan ünlü 7’ci madde ile bir tehdit karşısında “stratejik noktaları işgal etme” hakkının verilmesi, Osmanlı Devleti’nin daha barış antlaşması bile beklenilmeden İtilaf Devletleri’nce parçalanıp paylaşılacağının göstergesi olmuştur.

Türk-Yunan İlişkilerinin Tarihsel Gelişimi (1912-1915)




1912 yılına gelindiğinde Balkanlardaki Hristiyan unsurların tamamı Osmanlı İmparatorluğu'ndan ayrılarak kendi bağımsız ulus devletlerini kurmuş durumdaydılar. Bu ulus devletler Osmanlı İmparatorluğu'ndan yeni bazı topraklar almak istiyorlardı. Fakat hemen her Balkan devleti aynı bölge üzerinde hak iddia ettiği için sadece Osmanlı ile değil, bir birleri ile de çatışma halindeydiler. Üzerinde anlaştıkları tek şey, Osmanlıları Balkanlar’dan atma arzusuydu. Onları bu yönde hareket etmekten alıkoyan şeyler, ganimetin paylaşımına ilişkin anlaşmazlık ve Osmanlı ordusundan duyulan korkuydu. (Zücher Eric Jan: Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s.162) Ama 1911-1912 yıllarında yukarıda bahsedilen gelişmelerin de etkisiyle bu durum değişti. Trablusgarp savaşı Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi ve askeri zayıflığını ortaya çıkarmış, üstüne iç siyasi istikrarsızlık ta eklenince, bu durum Balkan Devletlerini harekete geçmek için cesaretlendirmişti. 13 Mart 1912’de, Bulgaristan ile Sırbistan bir ittifak yaptı. Anlaşma resmi olarak savunma nitelikliydi ama aslında Balkanlar’daki Türk topraklarının işgalini hedefliyordu. Buna çok benzer bir antlaşma Yunanistan ve Bulgaristan arasında 29 Mayıs 1912’de yapıldı. Karadağ ve Sırbistan da aynı yılın Ekim ayı başında bir antlaşma yaptılar.
2 Ekim 1912’de, müttefik Balkan Devletleri, Bab-ı Ali’ye, Makedonya’da yabancı denetiminde geniş bir ıslahat yapılması için ültimatom verdiler. Osmanlı İmparatorluğu, bu ültimatoma; ıslahat konusunda ılımlı fakat egemenliğinden feragat konusunda olumsuz cevap verince, 8 Ekim günü, Karadağ savaş ilan etti. Hemen ardından bunu diğerleri takip etti. Osmanlı ordusu kısa sürede tüm cephelerde yenilerek Çatalca’ya kadar tüm Balkan topraklarını kaybetti.
Osmanlı yönetimi 3 Aralık’ta ateşkesi kabul etti ve 13 Aralık’ta Londra Konferansı toplandı. Bu konferansta Balkan devletleri toprak paylaşımı konusunda anlaşamayınca bir sonuç alınamadı. Bu esnada (22 Ocak’ta) İstanbul’da bir darbe ile hükümet değişti. Yeni hükümet savaşa devam kararı aldı, fakat Edirne’nin düşmesi ve girişilen karşı taarruzların başarısız olması sonucu 16 Nisan’da yeni bir ateşkes yapıldı. 30 Mayıs’ta imzalanan Londra Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu; Midye-Enez hattı batısındaki tüm topraklarını kaybetti. Yunanistan; Balkanlarda işgal ettiği topraklara ilaveten Girit Adası’nı da kazanıyor, Ege Denizindeki diğer adaların kaderi ise büyük devletlerin kararına bırakılıyordu.
Londra Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu ve ittifak devletleri arasında sorun çözülmüş gibi görünüyor ancak müttefikler kendi aralarında kazanılan toprakların paylaşımı konusunda anlaşamıyorlardı. Anlaşmazlığın esasını; Bulgarların, Sırbistan’ın ele geçirdiği Manastır ve Ohri ile Yunanistan’ın ele geçirdiği Selanik’in kendisine verilmesi gerektiğini öne sürmesi oluşturuyordu. Bu talepler karşısında Yunanistan ile Sırbistan Bulgaristan’a karşı 1 Haziran 1913 tarihinde bir ittifak antlaşması yaptılar. Bu antlaşmayı öğrenen Bulgaristan erken davranarak 29 Mayıs’ta baskın şeklinde her iki devlete aynı anda saldırdı ancak yenildi. Fırsatı değerlendiren Osmanlı Ordusu da Bulgarlara saldırarak Edirne’yi geri aldı.
Yunanistan, savaş öncesinde, milli hedeflerine uygun olarak silahlanmış, Ege adalarını almak ve Ege Denizi’nin kontrolü hedefine uygun olarak güçlü bir deniz kuvveti oluşturmuştu. Aksine Osmanlı İmparatorluğu’nun Abdülaziz döneminde güçlendirilmiş oldukça büyük donanması Abdülhamid’in bir askeri darbe yaparlar endişesi ile çürümeye terk edilerek zayıflamıştı. Yunanistan’ın elinde, savaş zamanında çok etkili olan Averof Zırhlı Kruvazör’ünün yanında üç zırhlı, çok sayıda torpidobot ve yardımcı gemi bulunmaktaydı. Bu güçle mücadele edemeyecek kadar zayıf olan donanmamız Ege Denizi’ne çıkamadı. Yunanlılar; Limni, Taşoz, Semadirek, İmroz, Bozcaada, Ayastrati Adası, Midilli, Sakız ve Sisam adalarını işgal ettiler. (Akad Tanju:20. Yüzyıl Savaşları, s.163,164,165)
30 Mayıs 1913’te Londra Antlaşması ile Selanik, Güney Makedonya ve Girit Yunanistan’a verilmiş, Oniki Ada dışındaki Ege Adaları’nın geleceği ise büyük devletlere bırakılmıştı. İkinci Balkan Savaşı’ndan da galip çıkan Yunanistan; Bükreş Antlaşması (10 Ağustos 1913) ile Bulgaristan’ın Birinci Balkan Savaşı sonunda aldığı Selanik, Serez, Drama ve Dedeağaç’ı da ele geçirdi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun fiili olarak komşusu durumunda sadece Yunanistan ve Bulgaristan kalmıştı. Bulgarlarla yapılan İstanbul Antlaşması’ndan sonra Yunanistan ile 14 Kasım 1913’te Atina Antlaşması yapıldı. Görüşmelere Temmuz ayında başlanmış ancak bazı güçlüklerle karşılaşılmıştı. Atina Hükümeti; Yunan uyrukluların kapitülasyonlardan faydalanmalarını, İstanbul’daki Rum Patriği’ne Fatih Sultan Mehmet zamanında verilmiş olan imtiyazların tekrar tam olarak verilmesini, camilere yapılmış vakıflar dışında kalanların Yunan Hükümeti’ne ait olmasını istemekte idi. Bundan başka; Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Rumların, Yunanistan’daki Türklerle karşılık esasına dayanılarak, bağımsız ve özel askeri birlikler durumunda askerlik hizmetlerini yapmayı öneriyordu. Ayrıca Türk hükümetinden savaş halinde bulunduğu sırada el koymuş olduğu Yunan gemileri için 3 milyon Türk Lirası zarar ve ziyan parası istiyordu.
Osmanlı hükümeti bu istekleri kabul etmedi. İlişkiler gerilince, Yunanistan yeni bir savaşı göze alamayarak antlaşmayı imzaladı. Yunanlıların kapitülasyonlar ve Patrikhane’nin imtiyazları ile ilgili istekleri Balkan Savaşı öncesindeki gibi bırakılmış, Rumların askerliği hususundaki istek dikkate alınmamış, 2’nci Abdülhamit’in Yunanistan’daki emlaki işi ile Yunan gemilerine el konulmasından doğan sorunun Lahey Adalet Divanı’na gönderilmesi kabul edilmiş, Yunanistan’daki Müslümanların Bulgaristan ile yapılmış olan İstanbul Antlaşması’ndaki statüye benzer bir statüye tabi olacakları tespit edilmişti. (Karal, Enver Ziya: Osmanlı Tarihi 9’uncu Cilt, s.346-347) Diğer bir sorun olan adaların statüsü konusu Londra Antlaşması gereği büyük devletlerin kararına bırakılmıştı.
14 Şubat 1914 tarihinde büyük devletler bir notayla kararlarını bildirdiler. İmroz, Bozcaada ve Meis Türkiye’ye verildi, İtalyan işgali altındaki Oniki Ada hariç Yunanlılar tarafından ele geçirilmiş tüm Ege adaları askersiz duruma getirilmek şartıyla Yunanistan’a verildi. Bu savaşların sonunda Yunanistan; Girit ile birlikte Selanik dâhil Güney Makedonya, Güney Epir ve İtalya’nın elindeki 12 ada hariç neredeyse bütün Ege adalarını ele geçirerek topraklarını iki katına çıkardı. (Özgören, Aydın. Tar.Uzm., Atatürk Dönemi Türk Yunan İlişkilerine Bir Bakış.)
Bu sırada Avrupa’nın büyük devletleri hızla kendi aralarında iki blok halinde gruplaşıyordu. Osmanlı İmparatorluğu daha Abdülhamit zamanında, 1871 tarihinde büyük bir güç haline gelen Almanya’ya yakınlaşmış, bu devleti İngiltere, Fransa ve Rusya gibi geleneksel güçlere karşı bir denge unsuru olarak görmüştü. Bu durum İttihatçılar zamanında da-özellikle de 23 Ocak 1913’te bir darbe ile devletin yönetimini ele geçiren Talat, Cemal ve Enver Paşaların yönetime gelmesinden sonra- gelişerek devam etti.
İki bloğa ayrılan o günün Avrupa’sında desteksiz kalmak istemeyen Osmanlı İmparatorluğu; İngiltere, Fransa ve Rusya gibi devletlerle de değişik zamanlarda ittifak arayışına girmişse de bu devletlerin Osmanlı toprakları üzerindeki hedefleri sebebiyle bir antlaşma mümkün olmadı. Hükümet yetkilileri müttefiksiz kalmak endişesiyle Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya’nın oluşturduğu bloğa yakınlaştılar. Bu durumun doğal sonucu olarak ta Almanya’ya ile, savaşın hemen başlangıcında, bir ittifak antlaşması imzalandı.  Savaşın başlaması ve hızla yayılma eğilimi göstermesi ile Almanya, Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa girmesi yönünde baskılarını artırdı. Bab-ı Ali Bulgaristan ve Romanya ile de bir ittifak anlaşması imzalamak için görüşmelerde bulundu. Bulgaristan ile bir savunma anlaşması yapılırken Romanya herhangi bir anlaşmaya yanaşmadı. Yunan diplomatları ile Ege adalarının Osmanlılara geri verilmesi konusundaki görüşmeler de çıkmazda kaldı. (Karal, Enver Ziya: Osmanlı Tarihi 9’uncu Cilt, s.346-389)
Artan Alman baskısının da etkisi ile, Osmanlı Donanması’nın 29 Ekim 1914 tarihinde Karadeniz’de Rus limanları ve gemilerine karşı bir saldırı düzenledi ve Osmanlı İmparatorluğu fiilen savaşa katılmış oldu.

Saygılar Sunarım.

Mehmet Çanlı
2.11.2017.