.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

3 Kasım 2017 Cuma

Türk Yunan İlişkilerinin Tarihi Gelişimi (1919-1929)




Bu dönemde Türk-Yunan ilişkileri 1. Dünya Savaşı sonunda yenilenlerin topraklarını paylaşmak ve galiplere uygun bir dünya düzeni kurmak için toplanan Paris Barış Konferansı'nın etkisi altında başladı. 18 Ocak 1919’da toplanan Paris Barış Konferansı’na 32 ülkenin temsilcileri katıldı. Konferansın amacı, savaşı kaybeden devletlerle yapılacak barışın koşullarını görüşmekti. İngilizler ve Fransızlar, konferansa Yunanlıları davet ederek, Osmanlı Devleti’nde nüfus yönünden çoğunluk oluşturdukları bölgeler üzerinde haklarını savunmalarını istediler. Konferansta; Yunanistan’a büyük destek veren İngilizler, Yunanlıların, konferansa sundukları İzmir ve yöresine ilişkin sahte belgeleri gerçek belgeler olarak kabul ettiler. Konferansa katılan Yunanlıların amaçları; Batı Anadolu’yu ve Trakya’yı ele geçirerek Ege Denizi çevresinde büyük bir Yunan devleti kurmaktı. Bu amaçla Yunan Başbakanı Venizelos, İzmir ve çevresi ile Trakya’nın Yunanistan’a verilmesini istedi.
Savaş sırasında yapılan ve Osmanlı ülkesinin paylaşılmasını öngören antlaşmalarda Batı Anadolu ve Akdeniz Bölgesi’nin İtalyanlara verilmesi kabul edilmişti. Önceden buna karşı çıkmayan İngilizler, konferansta Batı Anadolu’nun İtalya’ya bırakılmasına karşı çıktılar. Güçlü bir ülke olan İtalya’nın Doğu Akdeniz’de egemen olması, İngiltere’nin sömürgelerine giden yollarının güvenliğini tehlikeye sokabilirdi. Bu sebeple İngiltere, Doğu Akdeniz’de güçlü bir İtalya yerine kendi güdümlerindeki Yunanistan’ın olmasını istiyordu. Bunun üzerine İtalya, daha önce kendisine bırakılan Batı Anadolu’nun Yunanistan’a verilmesinden dolayı konferansı terk etti.
Konferansın bu ortamından faydalanan Yunan Başbakanı Venizelos, Türklerin, İzmir’de Rumları yok etmeye hazırlandıklarını, İtalya’nın da İzmir’e asker çıkarmak üzere olduğunu iddia etti. Venizelos’un bu iddiasını gerçek kabul eden İngiltere ve Fransa, Yunan ordusunun İzmir’i işgal etmesini kararlaştırdılar. İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edilmesine karar verilmesi, İtalya’nın, İngiltere ve Fransa ile arasının açılmasına neden oldu. İngiltere’nin de yardımıyla 15 Mayıs 1919’da İzmir önlerine güçlü bir donanma gönderen Yunanlılar, aynı gün karaya asker çıkardılar.

Paris Konferansı’nda büyük devletlerin desteğini alan Yunanlılar, 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’i işgal ederek Batı Anadolu içlerine doğru ilerlemeye başladılar. Ancak Kuvvâ-i Milliye kuvvetleri Yunanlıların bekledikleri gibi ilerlemelerine müsaade etmiyordu. Bu arada İtilaf Devletleri, San Remo Konferansı’nda hazırladıkları Sevr Antlaşması’nı Osmanlı Devleti’ne imzalatabilmek amacıyla yeni bir strateji geliştirmişlerdi. Buna göre İtilaf Devletleri işgalleri altındaki bölgelerde baskılarını arttırırlarken Yunanlılar Anadolu’daki işgal sahalarını genişletecek ve Doğu Trakya’yı işgal edeceklerdi.
Mondros Ateşkes Antlaşması’nın ardından İtilaf Devletleri Boğazlar bölgesini kontrol altına almışlar, İstanbul, İzmit, Çanakkale ve Gelibolu’yu işgal etmişler, Fransızlar, Doğu Trakya’yı denetimleri altına almışlardı. (Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi (ATAM) İtilaf Devletleri’nin Türk-Yunan Savaşı’nda Tarafsızlık İlanı (13 Mayıs 1921) Dr. Abdurrahman BOZKURT)
Yunanlılar İzmir ve çevresini işgal edip konumlarını sağlama almak için ilerlemeye devam ederken, 23 Temmuz-17 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum Kongresi toplandı. Burada ülkenin bütünlüğünün korunması ve her türlü işgale karşı direnme kararı alındı. 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında toplanan Sivas Kongresi’nde aynı hususlar teyit edilerek işgallere karşı kurulmuş olan teşkilatlar, ‘’Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’’ adı altında birleştirildi. Bu tarihten sonra Yunanlılara karşı oluşmuş direniş hareketleri tek elden yürütülmeye başlandı. Atatürk’ün başkanlığında bir Heyet-i Temsiliye tesis edildi ve bu heyet 27 Aralık 1919 tarihinde Ankara’ya taşınarak faaliyetlerini buradan yürütmeye başladı.
Anadolu’nun baskı ve ısrarı sonucu, 12 Ocak 1920’de, toplanan son Osmanlı Mebuslar Meclisi 28 Ocak’ta Misak-ı Milli kararını aldı. Bunun üzerine 16 Mart 1920 tarihinde İstanbul resmen işgal edildi ve birçok mebus İngilizlerce tutuklandı. Bunun üzerine 18 Mart 1920 tarihinde Mebuslar Meclisi son toplantısını yaparak kendini süresiz olarak tatil etti ve 11 Nisan’da da Padişah tarafından feshedildi. Bu meclisten katılabilenler ve seçilen yeni üyelerden oluşan yeni meclis, TBMM adıyla, 23 Nisan 1920 tarihinde, Ankara’da toplandı.
Bu arada; Yunan Ordusu’nun Doğu Trakya’yı işgal etmek üzere ileri harekatı üzerine 9-14 Mayıs 1920 yılında her kesimden halk temsilcilerince toplanan Edirne Kongresi’nde Yunan ilerlemesine karşı direniş kararı alındı ve bölgesel seferberliğe gidildi. Ancak kurulan birlikler Yunan ilerleyişini durduramadı. 22 Haziran 1920’de saldırıya geçen Yunankuvvetleri; Doğu Trakya’da Edirne, Kırklareli ve Tekirdağ’ı, Anadolu’da ise; Bursa, Balıkesir, Uşak ve Nazilli’yi işgal ettiler.
San Remo Konferansı’nda esasları kararlaştırılan Sevr Antlaşması Osmanlı Hükümeti tarafından imzalanmasına rağmen TBMM tarafından protesto edilerek reddedildi. Sevr Antlaşması, Yunan işgallerine hukuki bir zemin kazandırıyordu. Ancak Anadolu’nun direnişi sonucu uygulanamıyordu.
Yunanlılarla çatışmalar Kuvva-i Milliye ve düzenli birlikler tarafından sürdürülüyor, Yunan ilerleyişi amaçladıkları gibi gitmiyordu. Yunan birliklerinin durumunun bir saldırı için uygun olduğunu değerlendiren Ali Fuat Paşa’nın kendi inisiyatifiyle 25 Ekim 1920 tarihinde giriştiği bir taarruz harekâtı yapıldı. Taarruz başarısız olunca Yunanlılar ileri harekâta geçerek İnegöl ve Yenişehir’i aldı ve Dumlupınar’a kadar ilerlediler.
Bu sırada 28 Ekim 1920 tarihinde doğu cephesinde başlayan taarruzumuz başarılı olunca 2/3 Aralık 1920 tarihinde Ermenilerle Gümrü Antlaşması imzalandı. Böylece doğu cephesinde çatışmalar sona erdi ve tüm imkânlarımızı batıda Yunanlılara karşı kullanma imkânı kazandık.

Türk kuvvetleri 1921 yılı başına kadar Kuvva-i Milliye diye tabir edilen düzensiz gönüllü kuvvetler ve mevcut düzenli askeri birliklerin karışımı bir yapı içerisinde Yunan kuvvetleri ile mücadele ediyordu. Ocak 1921 tarihinde Çerkez Ethem isyanının bastırılması ile birlikte tamamen düzenli orduya geçildi.
1921 yılı başlarında Yunanlılar, Trakya’da İstanbul sınırına dayanmışlar, Çerkez Ethem ayaklanmasının yarattığı ortamdan da faydalanarak Batı Anadolu’da Eskişehir, Kütahya ve Ankara’yı ele geçirmek üzere harekete geçmişlerdi. 6 Ocak günü başlayan Yunan taarruzlarının Afyon istikametindeki ilerleyişi 7 Ocak günü, Eskişehir istikametinde ilerleyişleri ise 9/10 Ocak’ta 1’nci İnönü Muharebesi sonucu püskürtüldü.
Bu başarılarla prestiji artan Ankara Yönetimi, o sırada Emperyalist Avrupa’nın en büyük düşmanı konumunda olan, Sovyetler birliği ile bir anlaşma imzalamak ve destek sağlamak maksadıyla Moskova’ya bir heyet gönderdi. Bu heyet 1 Mart 1921 tarihinde Moskova'da Afganistan ile bir dostluk antlaşması imzalanmış, ilk defa bir devlet tarafından tanınmıştır.(Vikipedi) 16 Mart 1921 Moskova Antlaşması ile de Türk-Rus sınırı çizilmiş ve Rus desteği sağlanmıştır. (Vikipedi) Bu durum doğu cephesinde çatışmaları sonlandırmış ve batıya birlik ve silah kaydırmamıza imkân vermiştir.
Yunanlıların ikinci ilerleme teşebbüsleri de 31 Mart/1 Nisan 1921 tarihli 2’nci İnönü muharebesi ile durduruldu. Fakat 10 Temmuz’da başlayan yeni Yunan taarruzu esnasında Kütahya-Eskişehir muharebelerini kaybeden ordumuz Sakarya Nehri’nin doğusuna kadar geri çekilmiştir. Bunun üzerine; Doğu cephesinden 1 Tümen, güney cephesinden 2 Tümen ve Amasya’dan bir Tümen batı cephesine kaydırılmıştır.
Yunanlılar bu başarılarından faydalanmak için kısa bir hazırlıktan sonra ileri harekâta başlamışlardır. Türk ordusunu imha etmek ve Ankara’yı ele geçirmek maksadıyla taarruza başlayan Yunan Ordusu ile ilk çatışmalar 23 Ağustos tarihinde başladı. 22 gün süren çatışmalar sonucunda başarılı olamayan Yunanlılar yenilgiyi kabul ederek eski mevzilerine çekildiler.
Sakarya Savaşı sonucunda Yunanlılar doruk noktasına ulaşmışlar ve artı taarruz edecek güçleri kalmamıştır. Artık amaçları ele geçirdikleri toprakları muhafaza etmektir. Yunanlılar savunma hazırlıklarına girişirken inisiyatifi ele geçiren Türk Ordusu da taarruz için hazırlıklara başlamıştır. Sakarya zaferinin uluslar arası etkileri de büyük olmuştur. Bu zaferden sonra Sovyet Rusya’nın aracılığıyla üç Sovyet Cumhuriyeti; Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan ile 13 Ekim 1921'de Kars Antlaşması imzalanmış, doğu sınırları tamamen güvence altına alınmıştır. Ayrıca; 20 Ekim 1921 Ankara Antlaşması ile Fransızlarla yapılan Barış Antlaşması sonucu Suriye sınırı çizilmiştir. Böylece İzmir’in Yunanlılara verilmesinden sonra İngiltere ile arası açılan İtalya’dan başka, Sovyetler Birliği’nden ve Fransa’dan da silah ve malzeme temini mümkün olmuştur. Bu antlaşmayla aynı zamanda Yunanistan’ı destekleyen İngiliz-Fransız cephesi de parçalanmıştır.
Bütün bunlara Yunanistan’da yaşanan siyasi gelişmeler eklenince İtilaf Devletleri’nin takip ettikleri politikalarda değişikliğe gitmeleri kaçınılmaz olmuştur.
Öte yandan 1920 yılı sonlarına doğru Atina’da işler karışmıştı. Venizelos’un işbaşına gelmesinde; İngiltere ve Fransa’nın desteği, Yunanistan’a vaat edilen Osmanlı toprakları ve Yunanistan’da yaşanan mali sıkıntılar belirleyici olmuştu. Venizelos Hükümeti’nin Türk topraklarını işgal etmek için yaptığı harcamalar mali sıkıntıları daha da artırmış, yaşanan mali sıkıntılardan bu kez Kral Konstantin taraftarları yararlanmak üzere harekete geçmişler, Venizelos’a karşı birleşik bir muhalefet cephesi kurmuşlardı. Bu ortam içerisinde Kral Aleksandr’ın ölümü (25 Ekim 1920) işleri daha da karıştırmıştı. General Kunduriyotis, Kral naipliğine atanmış, yeni Kral’ın seçimi için 3 Aralık 1920 tarihinde halk oylaması yapılmasına karar verilmişti. 14 Kasım 1920 tarihinde yapılan seçimlerden Venizelos büyük bir hezimetle çıkmış, yapılan halkoylaması sonucunda İngiltere ve Fransa aleyhtarı Kral Konstantin tahtına dönmüştü.
Yunanistan’da yaşanan bu gelişmeler İtilaf Devletleri tarafından kaygıyla takip ediliyordu. İtilaf Devletleri Kral’ı resmen tanımasalar da hükümeti ile gayri resmi temaslarda bulunmaya devam ettiler. Bununla birlikte İngiltere ve Fransa, Yunanistan’a verdikleri mali desteği kestiler. İtilaf Devletleri’nin Türk-Yunan Savaşı’na yaklaşımları değişmeye başlamıştı.

Yaşanan gelişmeler üzerine İtilaf Devletleri Londra’da bir konferans toplamaya karar verdiler. 12 Mart 1921 tarihinde toplanan konferansta Sevr Antlaşması tarafların kabul edebileceği bir hale getirilecek; Milli Mücadele Hareketi de daha fazla gelişmeden sona erdirilecekti. Ancak İtilaf Devletleri, Londra Konferansı’ndan bekledikleri neticeyi alamamışlar, bundan sonra Yunan Ordusu’nun başlatacağı yeni harekâta umut bağlamışlardı. Yunan Ordusu’nun başarısızlığı, İtilaf Devletleri’nin Türk-Yunan Savaşı’na yaklaşımlarında ciddi değişiklikleri gündeme getirdi.
Yunanlıların müttefik işgali altındaki Boğazlar bölgesindeki faaliyetleri de bu değişimi doğrudan etkiledi. Yunanlılar, işgal altındaki İstanbul’u askeri bir üs ve iaşe kaynağı olarak kullanıyorlardı. Patrikhane’nin ve İstanbul’un işgalinden sonra şehre gelen Yunan denizcilerinin çabalarıyla kurulan Yunan Milli Müdafaa teşkilatı başta İstanbul olmak üzere Anadolu’nun muhtelif bölgelerindeki Rum gençlerini Yunan ordusuna kazandırmak için çaba sarf ediyor, Milli Mücadeleye katılacağını düşündükleri yolcuların Boğazlardan geçişine de engel olmaya çalışıyorlardı.  Yunanistan’la ilişkileri kesilen Osmanlı hükümeti bu hareketi Müttefik Yüksek Komiserleri nezdinde protesto etti.
Yunanlıların Boğazlar bölgesini askeri bir üs olarak kullanmalarına, Rumları askere almalarına ve Türk yolcuları taşıyan gemilere yönelik hareketlerine engel olamayan Osmanlı hükümeti, İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı’na müracaat ederek Yunanlıların bu tür faaliyetlerine engel olunmasını talep etti.
Yunanistan ve Türkiye’de yaşanan siyasi olaylarla birlikte Yunanlıların Boğazlar bölgesindeki faaliyetleri İtilaf Devletleri’nde tarafsızlık fikrini gündeme getirdi. Yunanistan’ın Anadolu’daki mücadelesini başından beri destekleyen İngiltere’de ilk kez böylesine radikal bir değişiklik gündeme alınmıştı. İngiliz hükümeti Yunanlılarla Türkler arasında ayrım yapmadıklarını kanıtlamak amacıyla, Ankara hükümetine yönelik sınırlandırmaları da kaldırmaya karar verdi.
21 Nisan 1921 tarihinde Yunanistan Dışişleri Bakanı, Fransa ve İtalya’nın “Kemalistlere” silah sattığını iddia ederek İngiltere’nin, Yunanlılara savaş malzemesi satılmasına engel olmasının adil olmadığını ileri sürmüştü. İngiliz hükümeti, “biz tarafsızlığımızı ilan ettik. Yunanlılara da Türklere de savaş malzemesi gönderme izni vermeyeceğiz.” şeklindeki izahatı ile Yunanistan’a ve TBMM hükümetine aynı mesafede olduğunu göstermeye çalışmıştı. Bu izahat İngiliz hükümetinin takip ettiği politikalarda köklü bir dönüşümün eşiğinde olduğunun işaretiydi.
26 Nisan 1921 tarihinde İngiliz hükümeti hiç beklenmedik bir anda Fransız ve İtalyan hükümetlerine müracaat ederek İtilaf Devletleri’nin, Türk-Yunan Savaşı’nda tarafsız olduklarını ilan etmelerini önermişti. Bunda; Sovyetler Birliği’nin Orta Asya ve Kafkasya’da ilerlemesini tamamlayarak İngiliz işgal bölgeleri ile temas etmeleri ve 16 Mart tarihli Moskova Antlaşması ile Türkiye’nin tamamen Rus etkisine girme tehlikesinden duydukları endişe de etkili olmuştur. Ayrıca Hindistan İngiliz valisinin Türkiye’nin Yunanistan ile savaşında İngilizlerin Yunanistan’a verdiği desteğin Hint Müslümanlarının tepki gösterdiği ve bunun bir isyana sebep olabileceği şeklindeki ısrarlı raporları da bu değişimde etkili olmuştur.
10 Ağustos 1921 tarihinde Paris’te toplanan Yüksek Konsey özel şirketlerin ticaret yapma özgürlüğüne hiçbir şekilde müdahale edilmeyeceğini kararlaştırdı. Bu kararla savaş malzemesi satan özel şirketlere getirilen sınırlama kaldırılmıştı. Özel şirketler hem Yunanlılara hem de Türklere savaş malzemesi satma hakkına sahip olacaklardı. Yunanlılar bir süre daha İstanbul’u donanma üssü olarak kullanmaya devam edeceklerdi.
İngiliz Dışişleri Bakanı Curzon, taraflar arasında arabuluculuk yapılmasını teklif etmiş, yapılan iki teşebbüsün başarısızlıkla neticelendiğini ifade etmişti. Bunun üzerine Yüksek Konsey, taraflar arasında arabuluculuk yapma zamanının gelmediğine kanaat getirmişti. Yüksek Konsey son olarak Sevr Antlaşması ve Boğazların güvenliği meselelerini ele almıştı. Yüksek Konsey kararları Yunanistan’ın en büyük destekçisi İngiltere’nin desteğini de kaybettiğini göstermişti. (Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi (ATAM) İtilaf Devletleri’nin Türk-Yunan Savaşı’nda Tarafsızlık İlanı (13 Mayıs 1921) Dr. Abdurrahman BOZKURT)
Müttefik şirketlerinin ve hatta Sovyet Rusya’nın Ankara hükümetine savaş malzemesi satışına izin verilmesi Yunan hükümetinin tepkisine neden olmuştu. Daha önce İngiliz, Fransız ve İtalyan bandıralı gemilere müdahalede bulunmayan Yunan yetkililer, Fransız ve İtalyanlara ait gemilere müdahale etmeye başlamışlardı. Fransız ve İtalyan hükümetleri de bu müdahalelerden dolayı Yunanistan’ı protesto ediyorlardı. Bu aşamada İngiltere, Yunanlıların savaş malzemesi taşıyan gemileri arama ve ablukaya alma haklarını yok saymamakla birlikte, Kemalistlere askeri malzeme ulaştıran gemilerin engellenmesi meselesine müdahil olmayacağını açıklamıştı. İngiltere yaptığı açıklama ile işin içinden sıyrılmış Yunanistan’ı müttefikleri ile karşı karşıya bırakmıştı. Sakarya Savaşı’ndan sonra yapılan bu açıklama, Yunanistan’ın İngiltere’nin desteğini büyük ölçüde kaybettiğinin göstergesi idi. (Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi (ATAM) İtilaf Devletleri’nin Türk-Yunan Savaşı’nda Tarafsızlık İlanı (13 Mayıs 1921) Dr. Abdurrahman BOZKURT)
Sakarya Meydan Muharebesinden sonra Türk Ordusu uzun süre hazırlıklarını yaparak taarruz için her türlü ikmalini tamamlamaya çalıştı. Nihayetinde; 26 Ağustos 1922 tarihinde Büyük Taarruz başladı. 30 Ağustos günü, Dumlupınar bölgesinde yapılan meydan muharebesinde Yunanlıların ana kuvvetleri imha edildi. Bundan sonra batı istikametinde devam eden taarruzlarımız hızla gelişerek birliklerimiz 9 Eylül günü İzmir’e ulaştılar. Yunan orduları imha edilmiş, kalanları da Yunanistan’a kaçmıştı. Birliklerimiz İstanbul istikametinde ilerleyerek tarafsız bölgeye ulaştılar. Bunun üzerine İngiliz yetkililer müdahale ederek bir ateşkes önerisinde bulundular. 11 Ekim 1922 tarihinde imzalanan Mudanya Mütarekesi ile Türkiye-Yunanistan arasındaki savaşın sona ermesine, Doğu Trakya’nın 15 gün içerisinde Yunanlılar tarafından boşaltılarak Müttefiklere bırakılmasına, 30 gün içerisinde de TBMM Hükümetine teslimine ve bölgenin güvenliği 8000 kişilik bir Türk Jandarma birliği tarafından sağlanmasına karar verilmiştir. Buna karşılık olarak da Türk tarafı Çanakkale ve İstanbul Boğazları’nda sınırları ateşkesle çizilmiş olan kıyı şeridini tarafsız bölge olarak kabul etmiştir. Görüşmelere katılmayan Yunanlılar 14 Ekim tarihinde bu ateşkesi kabul ettiler. (Lewis, Bernard: Modern Türkiye’nin Doğuşu, s.343)

Bu mütarekeden sonra bir barış antlaşması yapabilmek için İsviçre’nin Lozan şehrinde heyetler arası görüşmelere başlandı. 21 Kasım 1922’de ilk toplantısı yapılan Lozan Konferansı’na iki ülke arasında ağırlıklı olarak; sınırlar, azınlıklar, Fener Rum Patrikhanesi, nüfus mübadelesi gibi sorunlar tartışılmıştır. Görüşmelerin olumlu bir şekilde ilerlememesi üzerine ilişkiler gerilmiş, Yunanlılar Mudanya Mütarekesi’ni ihlâl ederek Ocak 1923’te Meriç’in sağ tarafında yığınak yapmaya başlamışlar, bunun üzerine Müttefik Hükümetleri, 17 Ocak 1923 tarihinde Yunanistan’a bir nota vererek Mudanya Mütarekesi hükümlerine uymaya mecbur etmişlerdir.
Mevcut sorunlardan sınır meselesi çözümlenmiş ve ayrıca diğer sorunlarla ilgili olarak da 30 Ocak 1923’te iki ülke arasında “Türk ve Rum Nüfus Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol” imzalanmıştır. Ancak bu protokolün uygulanışında ortaya çıkan problemler, özellikle Lozan’da ele alınan “Fener Rum Patrikhanesi” ve “Nüfus Mübadelesi” konuları 1930’lu yıllara kadar Türk-Yunan ilişkilerini etkileyen başlıca konular olmuşlardır.(Atatürk Dönemi Türk-Yunan Siyasi İlişkileri Esra SARIKOYUNCU DEĞERLİ)
Trakya’da; Meriç Nehri sınır olarak kabul edilmiş, Karaağaç savaş tazminatı olarak Türkiye’ye bırakılmış, Ege Denizinde; İmroz, Bozcaada ve İtalyanlara bırakılan Oniki Ada hariç tüm Doğu Ege adaları, silahsızlandırılmak koşuluyla, Yunanistan’a bırakılmıştır. (Özgören, Aydın. Tar.Uzm., Atatürk Dönemi Türk Yunan İlişkilerine Bir Bakış.)
Patrikhane konusunda sözlü bir anlaşma yapılmış, tek başına bir kurum olarak Lozan’da yer almamıştır. Yapılan sözlü antlaşmaya göre sadece İstanbul’da kalacak olan Ortodoks Rumların dini işlerinden sorumlu olacak olan Patrikhane’nin eski statüsü son bulmuş, yeni statüsünün belirlenmesi ise azınlık hukuku çerçevesinde Türkiye’ye bırakılmıştır. Lozan Barış Konferansı esnasında 30 Ocak 1923 tarihinde imzalanan “Türk ve Rum Nüfus Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol” ile Türkiye’deki Ortodoks Rumlar ile Yunanistan’daki Müslümanların mübadele edilecekleri ve İstanbul Rum halkı ile Batı Trakya Müslüman halkının bu mübadele dışında tutularak “yerleşik (etabli)” sayılacağı kararlaştırılmıştı. Mübadele 1923’de başlamış ve önemli bir sorunla karşılaşmadan Nisan 1925’e kadar bir kısım Rum ve Türk halklarının mübadelesi sağlamıştır. Ancak sözleşmenin ikinci maddesinde yer alan “établis” kelimesinin Türk ve Yunan komisyon üyelerince farklı yorumlanması iki ülke arasındaki ilişkileri kopma noktasına getiren “etabli sorunu” da denilen anlaşmazlığa yol açmıştır. Türk tarafı kimlerin 30 Teşrinievvel 1918 tarihinden önce “sakin bulundukları”nın ancak Türk kanunlarına göre tespit edilebileceğini ileri sürmüştür. Yunan tarafı ise maddeyi 30 Ekim 1918 tarihinden önce herhangi bir şekilde İstanbul’da bulunan her Rum’un “yerleşmiş” kabul edildiği şeklinde yorumlamıştır. Anlaşma sağlanamayınca Yunanistan, Milletler Cemiyeti Antlaşması’nın 11. maddesine dayanarak konunun Cemiyet bünyesinde ele alınmasını talep etmiştir. Ancak Cemiyetin görüşü de çözümü sağlayamamış ve konu La Haye Daimi Adalet Divanı’na sevk edilmiştir. 16 Ocak ile 21 Şubat 1925 tarihleri arasında yapılan görüşmelerde, Yunan ve Türk temsilcilerinin tezleri sözlü ve yazılı ifadeleriyle birlikte ele alındıktan sonra Adalet Divanı özetle 21 Şubat 1925 tarihinde görüş bildirmiştir. Ancak ihtilafı bu mütalaa da çözememiştir. Bu sorunun çözüme kavuşturulamaması iki ülke arasındaki ilişkileri de gerginleştirmiştir. Yunan hükümeti bu aşamada Batı Trakya’daki Müslüman-Türk halkının mal varlığına el koymakla kalmamış ayrıca bölgeye Türkiye’den gelen mübadil Rumları yerleştirmiştir. Türkiye’nin, Atina yönetiminin bu uygulamasına İstanbul’daki Rumların mallarına el koyarak karşılık vermesi ise iki ülkeyi savaşın eşiğine getirmiştir. Ancak daha sonra Patrik sorununun çözümlenmesinin de etkisiyle iki devlet arasında gerginleşen ilişkiler yumuşama dönemine girmiş ve iki taraf arasında gerçekleştirilen görüşmeler sonucunda 21 Haziran 1925’de Muhtelit Mübadele Komisyonu’nun Türk ve Yunan temsilcileri tarafından Ankara Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma ile Türkiye, 30 Ekim 1918’den önce ve o sıralarda İstanbul’da mevcut bulunan tüm Rumlara yerleşik sıfatı tanıyordu. Ayrıca pasaportları olmaksızın ülkelerini terk edenler hariç olmak üzere yerleşik sıfatı tanınan Batı Trakya Müslümanları ve İstanbul Rumları ülkelerine serbestçe dönebileceklerdi. Eğer söz konusu kişilere mallarını iade etmek mümkün değilse tazminat ödenecekti. Böylece Türkiye ülkeyi terk etmiş bulunan birçok Rum’un dönüşünü engellerken Yunanistan’da Batı Trakya’daki Müslüman mülklerine yerleştirmiş olduğu bir kısım Rum’u bu mülklerden çıkarmak zorunda kalmıyordu. Ancak, iki ülke arasında temel anlaşmazlık sorunlarına çözüm getiren bu antlaşma uygulanamamıştır. Bunun en önemli sebebi Mihalakopulos hükümetinin düşürülmesi sonucunda 25 Haziran 1925’te iktidara gelerek cunta rejimi kuran General Pangalos’un Lozan’ı revize etmek temeline oturttuğu ihtiraslı bir dış siyaset gütmesiydi. Ayrıca General Pangalos’un antlaşmanın onayını geciktirmesi Türkiye’yi güvensizliğe itmiştir. Dolayısıyla Türkiye bu son antlaşmayı gözden geçirme ve uygulamasının güvence altına alınması için yeni adımlar atma kararı almıştır. Ankara’nın bu yaklaşımı sonucunda, Pangolos’un Ağustos 1926’da devrilmesinin ardından kurulan yeni koalisyon hükümetinin Türkiye ile görüşme masasına oturması, mevcut sorunların etraflıca ele alınmasını sağlamıştır. Karşılıklı görüşmeler Şubat-Aralık 1926 tarihleri arasında gerçekleşmiştir. Böylece 1 Aralık 1926’da Atina Antlaşması imzalanmıştır. Bu son belge taraflarca 1927 Şubatı’nda onaylanıp, 23 Haziran 1927’de yürürlüğe girmiştir. (Atatürk Dönemi Türk-Yunan Siyasi İlişkileri Esra SARIKOYUNCU DEĞERLİ)
Buna rağmen iki ülke arasındaki gerginlik 1929 yılına kadar devam etmiş, 1929’da ilişkiler iyice gerginleştiğinden taraflar deniz kuvvetlerini güçlendirmeye başlamıştır. Türk-Yunan gerginliğine yol açan bu gelişmeler her ne kadar savaşa dönüşmemiş olsa da 1930 yılına kadar sıcaklığını korumuştur.  
Lozan Antlaşması’ndan sonra iki ülke arasında ilişkiler inişli çıkışlı devam ederken, Avrupa’da köklü değişiklikler olmaya başladı. 1’nci Dünya Savaşı kaybeden ülkeler kadar kazananları da savaştan olumsuz etkilemişti. Savaşın getirdiği harcamalar sonucu İngiltere, Fransa ve İtalya ekonomileri zayıflamış, Sovyetler Birliği yayılmacı rejimi ve planlı ekonomisi ile batı dünyasına yeni bir güç haline gelmeye başlamıştı. ABD ise; savaştan sonra yeni bir güç olarak denge unsuru olarak oluşan boşluğu doldurabilecekken Avrupa meselelerinden kendini soyutlayarak kendi içine ve Amerika kıtasına odaklanmıştı.
Savaş sonrasının insafsız antlaşmaları ile elleri kolları bağlanmış olan mağlup devletler de, ağır toprak kayıpları ve çöken ekonomileri ile derin sosyal problemler yaşamaya başlamıştır. Demokratik yönetimlerin bu duruma çözüm bulamaması sonucu yapılan barış antlaşmalarını tanımayacakları yönünde söylemler geliştiren otokratik parti ve siyasi akımların güçlenmesine sebep olmuştur. Bu durum da Avrupa’da kurulan barışın kısa süre içinde yok olacağı yönünde endişeleri artırmıştır.

Değişim önce Akdeniz ve Balkan ülkelerinde etkisini göstermeye başladı. Savaştan toprak ve ekonomik çıkar yönünden pek kazançlı çıkmayan, aksine ekonomisi de zayıflayan İtalya iç çekişmelerle karşı karşıya geldi. Komünist akımlara karşı bir denge unsuru olarak görülen Mussolini’nin Faşist Partisi bu boşluğu doldurarak 1925 yılında İtalya’da yönetimi ele geçirdi. Faşist dikta yönetiminde belirli bir toparlanma yaşayan İtalya gözünü dışarıya çevirerek yayılmacı söylemler oluşturmaya başladı. İtalya’nın Akdeniz’deki faaliyetleri ve Mussolini’nin İtalya’nın yayılma alanı olarak Küçük Asya’dan bahsetmesi Türkiye’yi çok endişelendirdi. Bu durum başta komşuları olmak üzere İtalyan tehdidini hisseden ülkelerde de tedirginlik oluşturdu. Bu tedirginlik Balkan ülkelerini yeni ittifak ve güvenlik arayışlarına yönlendirdi. Türkiye, 1926’da Balkan Devletleri arasında karşılıklı sınırların güvence altına alınması amacıyla toplu bir güvenlik sisteminin kurulması yolunda bir girişimde bulundu ise de bundan bir sonuç alınamadı. Daha sonra Balkan Devletleri arasında bazı pürüzler ortadan kalkınca bir anlaşma havası oluştu.

Saygılar sunarım.

Mehmet Çanlı.
2.11.2017.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder