.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

27 Mayıs 2014 Salı

Kurtuluş Savaşı Sırasında Çıkan İsyanlar ve Meydana Geldikleri Bölgeler.



İç isyanlarla ilgili makaleyi okumak için lütfen tıklayınız.

Burada benim açımdan dikkat çeken husus şudur. Sivas'tan doğudaki isyanlar etnik ve dini temelli ayrılıkçı isyanlarmış.
Diğer isyanlar ise Osmanlı hükümeti ve İtilaf Devletleri'nin desteğiyle çıkan isyanlar. Bu isyanlar Ankara'yı çevreleyecek ve Ankara-İstanbul yaklaşma istikametini tıkayacak şekilde çıkmışlar.

18 Mart 2014 Salı

Ukrayna üzerinde Batı ve Rus mücadelesinin gerçek sebepleri. Ukrayna neden önemli bir ülkedir?



Ukrayna neden önemli bir ülkedir?




Understand the geopolitical importance of Ukraine and much more!

Harita Stratfor Stesinden alınmıştır.

Haftalardır dünya devlet başkanının koltuğunu terk etmek zorunda kaldığı Ukrayna'daki krizle meşgul durumdadır. Ülkedeki etnik ve kültürel bölünmeler daha önce hiç olmadığı kadar belirginleşmiş durumda. ABD ve Rusya soğuk savaş döneminden beri nadiren olan bir şekilde tehlikeli oyunu kazanmak için olaylara angaje oluyorlar. 

Fakat ön planda görünen başlık konularının ardında Ukrayna'da yaşananlar bizi direkt olarak etkileyebilir mi?

Evet, tamamen mümkün.

Kelebek etkisi denilen bir durum var. Ekonomi, güvenlik ve politik alanlarda neredeyse farkedilmeyecek kadar küçük gelişmeler ortaya çıktıkları yerden dışa doğru dairesel olarak genişleyebilirler ve olayın başladığı yerden çok uzaklardaki insanlar, şirketler ve endüstrileri etkileyebilirler.
İşte Ukrayna'daki gelişmeler de böyle bir risk taşımaktadır.
Ukrayna'nın şu andaki Batı ve Rusya mücadele alanında önemli bir odak noktası ve sınır (yani çatışma) bölgesidir. 
Ukrayna; Rusya'nın yüzyıllardır devam ettirdiği sıcak denizlere inme politikasının kilit noktası olan Kırım'a sahiptir. Bu bölge Rus deniz kuvvetleri için en hayati üs durumundadır. Bu bölge aynı zamanda antik dönemlerden beri Çin ve Avrupa arasındaki önemli ticaret yollarından biri olan step yolunun batıdaki ucudur.
Bundan başka Ukrayna önemli bir tarım potansiyeli ile daha çok doğu ve güneydoğusunda yoğunlaşmış önemli sanayi bölgelerine sahiptir.
Daha da önemlisi Rus doğalgazını Avrupa'ya taşıyan önemli boru hatlarını üzerinde bulundurmaktadır. Yani Ukrayna; Avrupa'nın sanayi ve şehir kullanımı için ihtiyaç duyduğu, Rusya'nın da ekonomisini krizlere girmeden yürütebilmesini (Rus ekonomisi önemli bir şekilde karbon yakıtlarının yurt dışına yapılacak ihracatına bağımlıdır.) sağlayacak doğalgaz ve petrolün geçtiği bölgede adeta bu hattın boğazını tutmuş bir pozisyondadır.
Bu sebeple Ukrayna Avrupa ve Rusya için ABD için ifade ettiğinden daha büyük anlamlar taşımaktadır. Bu durum bu ülkelerin krize yaklaşımlarına da etki etmektedir. Rusya ve Avrupa krize daha temkinli yaklaşırken ABD daha agressif hareket etmiş ve Avrupa'dan bağımsız politikalar takip etmiştir. 
Bunun üzerine Putin Kafkaslarda da yaptığı gibi etnik Rusları kullanarak yayılmacı bir strateji için önemli adımlar atmıştır. Fakat bu durum Rusya için de risk taşıdığından uluslararası arenada ihtiyatlı davranmaya özen göstermektedir. Mesela aynı şeyi, yani bağımsızlık ilanı için referandum vb. yi Tataristan yaparsa ne olacak. Rusya etnik oyunu ile kendi kafasına silah sıkma riski taşımıyor mu?

Tüm bunlara bakarak diyebiliriz ki ileriki günlerde bu krizin etkileri dünya çapında yayılabilir. 

Rusya Ukrayna'dan vazgeçemez. 
Avrupa da öyle. 
Öyleyse gerilimin seyrini ABD'nin tavrı belirleyecek.

Burada üzücü olan tek şey Türkiye'nin pasif tutumu.
Halbuki bu krizden doğrudan etkilenecek ülkelerin başında Türkiye geliyor.

Bakalım, zaman neler gösterecek?
Hükumet yerel seçimlerden kafasını kaldırıp etrafımıza ne zaman bakacak?
Yoksa hükumet belediye başkanlıklarını kazanmak için ülke çıkarlarını görmezden mi gelecek?

17 Mart 2014 Pazartesi

Türkiye'ye neler oluyor? Toplum cinnet mi geçiriyor?


Ekmek almaya giden küçücük bir çocuk ölüyor.

Bir taraf hemen başlıyor: Katil polis, faşist polis vb. slogan atmaya.

Buna sebep olan polisin yanında bu tür olaylara karşı olanlar da var ama hemen bir genelleme....

Yani küçücük bir çocuğun ölümü siyasi malzeme oluyor.

Ama arkasından yine genç bir insan ölüyor.

Bu sefer yine aynı kesimden bazıları; ''O çocuk 1453 denilen faşist örgütün elemanıydı.'' diye paylaşım yapıyor facebook'ta.

Yani diyor ki o faşist olduğundan ölmeyi hak etti.....

Bundan daha da vahimi; ilk ölen küçük çocuğun elinde taş ve sapan olduğu halde polise taş attığını gösteren birtakım resimler sürülüyor ortaya paylaşım sitelerinde.

Ülkeyi sükunet içinde tutması gereken, ölen her iki çocuğun da güven içinde yaşamasını sağlamakla görevli olan başbakan bunun tam tersini yapıyor.

O küçük çocuğa terörist muamelesi yapıyor ve ölümünü sanki haklı ve normal göstermeye çalışıyor.

Tabii başta parti örgütü olmak üzere her türden yalaka, vicdansız da onu takip ediyor.

İki gencecik çocuk ölmüş......

Yahu azıcık insaflı olun....

Azıcık insan olmaya çalışın....


Bana en çok koyan söz ise; ''O çocuk polise taş atıyormuş. Anarşistmiş, teröristmiş.'' saçmalıkları.

Kardeşim; öyle olmadığını sizde pekala biliyorsunuz ama, farz edelim ki doğru söylüyorsunuz.

Polise taş atmanın cezası ölüm müdür?

Bu kararı siz veya onun ölümüne sebep olan kişiler nasıl verebilir?

En küçük suçta bile mahkeme karşısında yargılanmadan kimse mahkum edilemez.

Siz küçücük çocuğu onun yokluğunda nasıl yargılayıp cezaya reva görürsünüz.

Size sorarım....

Madem bu çocuk polise taş attı diye ölümü ona reva görüyorsunuz............

O zaman; polislere, askerlere, koruculara, öğretmenlere, imamlara ve hatta kundaktaki bebeklere kurşun atan, onları acımasızca katleden PKK teröristlerine neden bu kadar hoşgörülüsünüz?

Gerçek teröristle mücadeleye gelince analar ağlamasın edebiyatı.....

Açılım, saçılım.....

Ama küçücük bir çocuğa gelince:

''E, o da polise taş attı.'' aymazlığı.

O çocuğun anası ana değil mi?

Teröristbaşı ile görüşmeye gelince koşa koşa gitmeler, hudut kapılarında eli kanlı teröristlerin gönlü hoş olsun diye gümrük binalarında  aklayıcı paklayıcı özel çadır mahkemeleri kurmalar.....

Ama küçücük çocuğa gelince ''polise taş atmış!'' demeler.

O çocuğun ailesini hiç ziyaret ettiniz mi?

O çocuk hastahanede yatarken ziyaret ettiniz mi?

Sorumluları bulup yasal işlem yaptınız mı?

Lafı uzatmaya gerek yok....

Hepinizi kınıyorum.

Küçücük çocukların ölümlerini politika malzemesi haline getirenleri, onların ölümlerinden sorumlu oldukları halde o çocuklara sorumluluk yüklemeye çalışanları şiddetle kınıyorum.

Yaptıklarınızdan ve söylediklerinizden utanın.

Küçücük çocuklardan terörist olmaz.

Çocuklara ölüm reva görülmez.

Hiç kimsenin ölümüne sevinilmez.

Kendinden olmadığını düşündüklerine ölüm normalmiş gibi davranılmaz.

Tekrar tekrar söylüyorum

Hiç kimse böyle ölmesin, öldürülmesin.

Hele çocuklar asla ölmesin ve öldürülmesin.

Ama bazıları da çıkıp ısrarla; ''Birileri ölmek zorunda!'' diyorsa.....

Ben de onlara şunu diyorum...

''Öyleyse siz ölün.'' 

Çocuklar ölmesin. 

18 Şubat 2014 Salı

ABD'de ve Türkiye'de İstihbarat teşkilatları skandalları. (Sızıntılar, yasadışı dinlemeler, bunların sonuçları ve alınan tedbirlerdeki farklılıklar.)


İstihbarat Testi (ABD,Almanya, Rusya, Sinyal İstihbaratı, NSA, İstihbarata Karşı Koyma, Siber İstihbarat, Siber Savaş)



Shephard Firmasının Digital Battle Space dergisi editörü Andrew White'nin derginin Şubat 2014 sayısında ABD İstihbaratı ve Snowden hakkında bir yorum yazdı.

ABD İstihbarat Toplumunun paryası Edward Snowden için görev tamamlandı mı?

Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA) personelinin ABD'nin istihbarat faaliyetlerinin detaylarını gösteren dokümanları sızdırmasının ardından bir yıldan az (5 Haziran 2013) bir zaman geçti, peki bunun sonucu ne olacak?

17 Ocak günü Başkan Obama, Adalet Bakanlığı'na, NSA ile içerde ve dışarıda istihbarat toplayan diğer organizasyonlarda yapılacak reform ile ilgili, çok büyük merakla beklenen, konuşmasını yaptı. Obama, Bağımsızlık savaşından ve İç Savaş'tan Soğuk Savaş ve Terörle Savaş dönemine kadar çok gerilere giderek verdiği örneklerle istihbarat toplama faaliyetlerini savundu. Bununla birlikte; teknoloji sınırları ortadan kaldırırken ve bireylere büyük karışıklıklar yaratma imkanı sağlarken globalleşmenin ve İnternet'in tehditleri daha akut hale getirdiği uyarısında bulundu.
9/11 sonrası yapılan istihbarat transformasyonlarını (dönüşümlerini) vurgulayan Obama, Amerikan toplumunun o zaman istihbarat organlarının yeteneklerinin artırılmasını istediğini iddia etti. Ayrıca; elde edilen başarıların bilinmediğini (kamuoyuna yansımadığını) ileri sürdü ve başarısızlıkların bazen ne kadar felakete sebep olabileceğini vurguladı. 

Onun konuşmasında altı çizilecek bir cümle varsa o da şudur: Obama; ''İnanıyorum ki,  yeni bir denetim programının denenmesi, bizim 9/11'den beri uyguladığımız, açık uçlu savaş temelli  yaklaşımları terk etme çabalarımızda gerekli bir ileri adımdı.''
Obama'nın değişiklikleri şunları içermektedir: Yönetim birimlerinin hatalarını önlemek maksadıyla, içerde ve dışarda uygulanacak sinyal istihbaratı (SİGİNT) faaliyetleri için yeni bir başkanlık direktifi vermek, şeffaflığı artırmak ve ABD vatandaşlarının özel yaşamlarının korunmasını güçlendirmek ve son olarak mevcut yasalara uygun olarak yabancı hedeflere karşı uygulanan faaliyetlerin daha fazla korunmasını (sızmaya karşı) sağlamak.

ABD yönetimini en çok sıkıntıya düşüren sızıntılardan biri Almanya başbakanı Angela Merker de dahil olmak üzere yabancı liderlerin konuşmalarının dinlenmesi idi. Obama, bu konu ile ilgili olarak istihbarat birimlerine şu talimatı verdi: '' Yabancı ülkelerdeki karşıtlarınız ile koordinasyon ve işbirliğini artırın ve güveni tekrar sağlayacak şekilde beraber çalışın.''

Başkan aynı zamanda telefon kayıtlarını tasnif eden, hükumetin talebi dışında bu kadar geniş bilgiyi toplayan ve kaydeden 215'nci Kitlesel Veri Programı Kısmı'nın dönüşümünü de duyurdu: '' Biz mevcut üç basamaklı sistem yerine sadece terörist organizasyonlarla bağlantılı telefonlar listesinden iki basamakta elde edilen numaraları dinleyeceğiz. 215'inci Kısım için diğer alternatif seçenekler 28 Mart tarihinde program yeniden onaylanma (izin verme) için geldiğinde değerlendirilecektir.''

Sivil Haklar grupları bu tedbirlerin pek te yeterli olmadığını iddia etmektedirler fakat Obama'nın böyle programları uygulamanın gizlilik için gerekli olduğu doğru tespiti, gelecekte yapılması planlanan herhangi değişikliklerin yürürlüğe sokulmasının tüm bağımsız birimler için zorluklar yaratacağını kesinleştiriyor.

Konuşmada, Snowden'in bilgileri sızdırma yöntemi de kınanıyordu. Obama bunu şöyle ifade etti: '' Eğer hükumetin politikalarına karşı olan herhangi bir kişi, kamuya açık olmayan gizli bilgileri eline geçirebilirse o zaman biz insanlarımızın güvenliğini sağlayamayız veya dış politikayı idare edemeyiz.''

Obama'nın bahse konu reformları Snowden üzerine iyice düşünerek hazırlanmış. Buna rağmen, onun gizliliğini ihlal ettiği birimler tarafından gelecekte geri kabul edilip edilmeyeceği ABD istihbarat uygulamalarının geleceği kadar bir gizem olarak ortada durmaktadır.

Gördüğünüz gibi İstihbarat servislerinin başı sadece bizde belada değil. ABD istihbaratı da büyük sıkıntılarla karşı karşıya. Hatta bu sıkıntılar ABD'nin Almanya gibi büyük ülkeler başta olmak üzere bir çok ülke ile ilişkilerinde kırılmalara yol açıyor. İlginç olan şu ki; onlardaki sıkıntı da bizde olduğu gibi Sinyal İstihbaratı (SİGİNT) konusunda.

Bir ABD istihbaratçısının bu bilgileri kopyalayıp dünya basınına sızdırdığı ve elindeki belgelerle Rusya'ya sığındığı zaman bu olay tüm dünyada büyük yankı uyandırmıştı.

Ülke içinde yapılan yasadışı telefon dinlemeleri, dışarıda ise yabancı ülke liderlerinin dinlenmesi vb. konular hem ülke içinde hemde dünya çapında büyük tepkilere sebep oldu. Yönetim bu durumdan doğan tepkileri dikkate alarak derhal çalışmalara başladı ve alacağı tedbirleri hem ABD hem de dünya kamuoyuna açıkladı. 

Bilindiği gibi bizde de yasadışı dinlemeler ve bunların gazeteler ve internet yayınları vasıtasıyla sızdırılması ve özel hayatı hiçe sayan davranışlar uzun süredir yaşanmaktadır. Ancak bizde hükumetin tavrı ABD hükumetinin tavrı gibi olmamıştır. Yayımlanan görüşmeler önceleri askerlerle ilgili olduğundan, başta hükumet olmak üzere tüm ülkede; demokrat, liberal vb. yabancı dillerden alınma sıfatlarla tv. ekranlarını ve gazete köşelerini işgal eden zevat tarafından alkışlarla karşılandı. Bunlar demokratikleşmenin vasıtaları olarak kutsandı. İnsanların ne çektiği, bunların hukuka veya ahlaka uygun olup olmadığı hiç konuşulmadı. 

Fakat gün geldi işler tersine döndü. Bu sefer bazı gazetecilerin, hükumet üyeleri ve onların ailelerinin ve cemaat liderlerinin ses ve görüntüleri yayımlanmaya başladı. Cemaat-Hükumet savaşı adeta ses ve görüntü yayını üzerinden zirveye çıktı. Şimdi herkes bu yayımların özel hayata müdahale (ki şimdikilerin çoğu aslında kamuyunu ilgilendiren yolsuzluklarla ilgilidir, özel hayat denerek geçiştirilecek şeyler de değildir ama...) olduğu akla geldi. 

Başta hükumet olmak üzere birçok çevre, bunları yaptıklarını düşündükleri çevrelere, ağza alınmayacak hakaretler ediyor ve küfürler savuruyorlar. Karşılığında ise daha çok yayım ve naklen beddua ile karşılaşıyorlar.

Nihayet hükumet bu konuda tedbir olarak yasal düzenlemeye de gitti. Fakat tuhaftır, ABD'de olduğu gibi sızıntıları önlemek ve yasa dışı dinlemelerin önünü kesmek yerine insanların tayini ve internetin kısıtlanması gibi acayip bir tepki geliştirdi.

Şimdi bakıyorum da, ABD'de konu halkın korunması ve özel hayatın gizliliği, yani insanların özgürlüğü iken bizde insanların hak ve özgürlüklerinden bahseden yok. Sadece sansür, baskı vb. var.

Kaç yıldır hükumet çevrelerince hep söylenir ya;'' Demokratikleşiyoruuuuuuz.... Normalleşiyoruuuuuz....'' diye.

Sizin demokrasiniz buysa, sizin normalleşmeniz buysa, ben almıyayım kardeşiiiiim......

Saygılar sunarım.


15 Şubat 2014 Cumartesi

ABD'nin Rusya Politikasının Yeni Boyutları


ABD'nin Rusya Politikasının Yeni Boyutları

  Print  Text Size 
Stratfor
Dünyadaki en stratejik bölgelerinin bazıları üzerinde yaşanan mücadeleler bu hafta ilginç bir kırılmaya sebep oldu.
Yeni açıklanan Almanya'nın ulusal strateji doktrini, Berlin'in dünya üzerinde iddialarının seviyesini yükselttiğini göstermektedir. Almanya kısa bir süre önce de Ukrayna üzerinde ilgisini açıkça göstermişti. 
Bu hafta ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Victoria Nuland, tele konferans şeklindeki açıklamalarında Avrupa Birliğini ve onun güçsüzlüğünü güçlü bir şekilde eleştirdi ve ABD'nin Ukrayna büyükelçisine Rusya'nın neler olduğunu görüp harekete geçmesine fırsat bırakmadan hızlı davranmasını ve AB'yi işe karıştırmadan özel bir muhalefet koalisyonu oluşturulmasını tavsiye etti.
Bu durum yeni bir kırılmadır çünkü ABD'nin Ukrayna'daki politikasını yeniden spot altına alıyor ve ABD'nin Almanya ve Rusya politikalarını da yeni bir boyuta taşıyor. 
ABD dış politikası geçen beş yıl içerisinde değişime uğradı. Önceden ABD dış politikası İslam Dünyası üzerinde odaklanmıştı ve daha da önemlisi, güç kullanımını ABD politikalarını kabul ettirmek için uygulanacak en son çare olarak değilde ilk seçenek olarak görüyordu. Bu sadece Afganistan ve Irak için değil, aynı zamanda Afrika veya herhangi bir yer için de böyleydi. Maksat bir düşman askeri kuvvetini imha etmek olduğunda bu strateji başarılı idi. Fakat bu, ülkeleri işgal etmek ve onların iç ve dış politikalarını şekillendirmek  maksadıyla  kullanmak  için yapıldığında çok daha zordu. Çünkü ordunun yapısal olarak sınırlılıkları vardır.
Alternatif olarak her bölgede ortaya çıkan hizipleşmelerde güçler dengesi stratejisi uygulayarak ABD'yi tehdit edebilecek bölgesel güçlerin ortaya çıkmasının önünü kesmeye ve karışıklıkları önlemeye çalışılmaktaydı. 
Eski politikaların en iyi örneği Libya'dır. Libya'da, ABD; Muammer Kaddafi'yi indirmek için özel kuvvetler ve hava kuvvetlerini kullanarak müdahalede bulundu. Batının, Kaddafi'yi Batı'ya ve ABD'ye yakın bir rejimle değiştirme çabası başarısız oldu. 
Yeni strateji ise Suriye'de görülebilir. ABD burada, doğrudan müdahale yerine , savaşan tarafları enerjilerini birbirleri üzerinde harcayacakları ve her iki tarafın da eylemlerini ABD'ye tehdit oluşturacak şekillerde yöneltmelerini engelleyecek şekilde tarafları destekledi. 
Bunun arkasında ABD politikasında motive ederek harekete geçmekten daha fazla iş yapmayı amaçlayan dış politikadaki kırılma vardır. Bir tarafta, ABD için en iyi seçim olmamakla birlikte tek pratik seçim olarak gördükleri  Suriye modelini destekleyenler vardır. Diğer tarafta ise, Libya'da gördüğümüz gibi, ahlaki nedenler öne sürenler ve tiranları indirmenin kendisinin de önemli bir şey olduğunu düşünenler vardır. Libya'da elde edilen sonuçlar, bu grubu savunma durumuna sokmuş durumda ve bunlar bir müdahalenin ahlaki durumu nasıl yükselteceğini açıklamak zorundalar. Bu hizbin Irak'a karşı eğilim göstermesinden beri bu grup Irak tipi bir savaşta bir müdahalenin nasıl dejenere olmayacağını göstermek zorunda kaldılar. Bunu yapmak zor, onun için bütün retorik için ABD, güçler dengesi modelini uygulamayı seçmek zorunda kalıyor.
Ukrayna'daki jeopolitik savaş.
ABD'nin 2004 yılında, Ukrayna'daki turuncu devrimde Rusya karşıtı grupları destekleyip göreceli olarak batı yanlısı ve Rusya karşıtı bir hükumetin kurulmasını sağladığından beri Rusya ABD'nin karşısına bir sorun olarak çıkmaya başladı. Ruslar bu hareketi, ABD istihbaratı tarafından Rusya karşıtı bir Ukrayna yaratmak için yapılan bir operasyon olarak okudu ve bu durumun Rusya'nın ekonomik ve stratejik çıkarlarına doğrudan tehdit oluşturduğunu değerlendirdi. Bundan da öte Rusya, Turuncu Devrimin ve daha sonraki Gül Devriminin bir benzerinin gelecekte Rusya'da da gerçekleştirilebileceğini gördü. Rusyanın buna cevabı kendi örtülü operasyon kabiliyetini kullanmak şeklinde oldu. Bununla bağlantılı olarak Ukrayna hükumetini devirmek için doğal gazı ekonomik baskı aracı olarak ve Gürcistan savaşını Rusya'nın askeri kapasitesinin ne seviyede olduğunu hatırlatmak için kullandı. Bu hareketler ve batı yardımlarının hayal kırıklığı yaratacak seviyede kalması Kiev'de daha da Rusya karşıtı bir hükumetin ortaya çıkmasını, Rus korkusunu azaltmasını ve kendilerine güvenlerinin artmasını imkansız hale getirdi. Zamanla Moskova, daha etkili olmaya başladı ve Orta Doğu'da, Suriye, İran ve diğer bölgelerde mevcut durumlara müdahil olarak kartlarını oynamaya başladı.
Washington'un iki seçeneği vardı. Biri; kendini kabul ettirmek için güçler dengesini kabul etmek ki bu durumda Rusya'ya karşı AB'ye dayanması gerekirdi. Diğeri de, kuvvetler dengesi modelini uygulamaya devam etmek fakat pasif kalmamamaktı.
ABD'nin Avrupa'da AB'ye güvenmesi Rusya'yı bloke etmeye yetmez, onun için tamamen pasif bir model işe yaramazdı. Diğer seçenek ise Rusları engellemek için en alt seviyede müdahale ve Orta Doğu'da karşı hamlelerde bulunmaktı. Bu da; Rusya karşıtı ve Avrupa yanlısı göstericilere sınırlı ve gizli olmayan bir destek vermek, Batı yanlısı ve Rusya karşıtı bir hükumetin Ukrayna'da tekrar kurulmasını desteklemek anlamına geliyordu. Suriye bölgesi de Kremlin'e hala manevra yapmak için bir alan sağlamakla birlikte ABD-İran görüşmeleri de Washington'a Rusya'yı  dikkate değer şekilde İran kartını kullanmasını engelleyemedi. 
ABD, eski Sovyetler Birliği bölgesine müdahale etmek için hazırlıklı değil. Rusya küresel bir güç değil ve onun askeri gücünün birçok zayıf yönü var fakat bölgesindeki en güçlü oyuncu ve Gürcistan ile yaptığı savaş gösterdi ki eski Sovyetler Birliği çevresinda kuvvet kullanabiliyor. Şu anda, ABD Ordusunun da birçok zayıflığı var. İslam dünyasının merkezinde 10 yıldan fazla savaşmış olduğundan ABD Ordusu, eski Sovyetler Birliği ile alakası olmayan bir savaş türüne odaklanmış durumdadır. ABD'nin eski Sovyetler Birliği'nin çevresindeki müttefiklerinin yapısı yıpranmış durumda, savaşı desteklemiyorlar ve  geleneksel olarak ABD'nin savaştığı her savaştan sonra kaçınılmaz olan savaş sonrası kesintiler kabiliyetlerini azaltıyor. Doğrudan bir müdahale, eğer bu mümkün olsaydı (Ama değil) bile, bir seçenek değildir. Dikkate alınabilecek tek güç ilişkisi sadece belirli bir yerde ve belirli bir zamanda ortaya çıkabilir. Bu durumda bile, Rusya topraklarına ne kadar büyük bir ABD gücü girerse bu durum Rusya için o kadar büyük bir avantaja sebep olur.
Buna rağmen, ABD  Turuncu Devrim öncesinde aynı şeyi yaptı. Hem insan hakları savunucuları ve hem de güç dengesi savunucularının desteklediği müdahale türünü destekledi. Ukrayna cumhurbaşkanı Viktor Yakunovich'in Avrupa ile daha yakın ilişki kurmayı reddeden kararını ve sonrasında hükumetin protestocuları bastırmak için uyguladığı tedbirleri protesto eden göstericilere ekonomik ve psikolojik destek vererek ABD'ye minimum risk ve tepki oluşturacak şekilde Ukrayna'da rejim değişikliği imkanını muhafaza etti.  
 Alman Yaklaşımından Duyulan Memnuniyetsizlik.
Sorunu yaratan Alman tarafının davranışları olmuştur. Almanlar protesto gruplarından birinin lideri olan Vitali Klitscko'yu kontrolleri altında bulundurmaktadırlar. ABD, Almanya'nın bir arka sırasına düşmüş görünüyor. Gerçekten, Berlin'in, dünya çapında daha etkin bir rol oynamaya hazırlandığını belirten açıklaması Alman dış politikasında tarihi bir değişimdir.
Bu bildiri bundan da önemlidir çünkü yıllardır Almanya ekonomik ve stratejik konularda Rusya'ya giderek daha da yakınlaşmaktadır. Her iki ülke de ABD'nin Orta Doğu ve Güneybatı Asya'da uyguladığı agresif politikalardan rahatsız. Her iki ülke de Avrupa ekonomik krizinin ortasında yeni ekonomik ilişkiler yaratmak ve ABD'yi dizginlemek ihtiyacı duymaktadırlar.
Almanya'nın hareketinin gözardı edilmemesi gerekmekle birlikte bunun anlamı göründüğü kadar açık değil. Telekonferansta Nuland Almanların Klitschko ve Ukrayna'daki diğer çabalarını gözardı etti. Bu şu anlama gelebilir; '' Strateji Amerikan beklentileri için çok cılızdır.'' (Berlin, herşeye rağmen Rusya ile karşı karşıya gelmek konusunda çok büyük bir risk alamaz.) . Veya bu şu anlama da gelebilir; ''Almanlar daha etkin olmayı planladıklarını söylerken onların yeni girişimi ABD çabalarının önünü kesmek anlamına geliyordu.'' Bu haftaki gelişmelere bakınca Almanların ne demek istedikleri açıklığa kavuşmuş değil.
Açık olan şey ise ABD'nin Almanya ve AB'den memnun olmadığıdır. Mantıken bu ABD'nin rejim karşıtlarını destekleme konusunda Almanya'dan daha agresif davranmaya niyeti olduğu anlamına gelmektedir. Bu insan hakları savunucuları için hassas bir sorun veya öyle olmalı.Yakunobich Ukrayna'nın seçilmiş devlet başkanıdır ve anayasa değişiklikleri ve parlemento seçimleri öyle olmasa da, kendisi genel olarak dürüst yapıldığı konusunda konsensüs olan bir seçimin galibidir. Avrupa Birliği ile olan anlaşmayı onaylamazken de kendi yasal yetkileri içinde davranıyordu. Eğer göstericiler, onun fikirlerine katılmıyorlar diye seçilmiş bir devlet başkanını görevden indirebilirlerse anayasanın altını oyan bir cumhurbaşkanını indirecekler. O göstericileri bastırmak konusunda sert davranmış olsa bile bu durum onun seçimlerini ortadan kaldırmaz. 
Güç dengesi politikası açısından yine de bu büyük bir etki yaratır. Avrupa taraftarı bir Ukrayna, muğlak bile olsa Rusya için önemli bir stratejik problem yaratır. Bu durum, sanki Teksas Rusya taraftarı olmuş ve Missisipi Nehri sistemi, petrol üretimi, Ortabatı ve Güneybatı kırılgan hale gelmiş gibi olur. Rusya'nın Suriye ve İran'a angaje olma imkanı daralır. Moskova'nın odaklanması Ukrayna üzerinde olmalı. 
Göstericileri kullanarak Rusya için büyük bir problem yaratmak iki şey yapar. Rusya için stratejik bir meydan okuma ortaya çıkarır ve onları savunmaya iter. İkinci olarak ta, bu durum Rusya'ya, Washington'un ABD'ye meydan okumayı zorlaştıran seçeneklere ve kapasiteye sahip olduğunu hatırlatır. Ve bu öyle bir şekil alır ki insan hakları savunucuları anayasal sorunlara rağmen bunu alkışlarlar, İran'ın söylemlerinin düşmanları memnun olur ve Polonya'dan Romanya'ya kadar Merkezi Avrupalılar bunu ABD'nin bölgeye taahhütü olarak görürler. ABD tekrar Rusya ve Almanya'ya bir alternatif olarak ortaya çıkar. Bu değerli bir başarı olur.
Eğer biz bunu böyle tanımlayabilirsek, bunun bir zayıf tarafı şu ki; bunun nasıl çalışacabileceğini görmek zor. Rusya'nın Ukrayna üzerinde belirgin bir ekonomik baskısı var, Avrupa taraftarı göstericilerin çoğunluğu oluşturduğu net olarak bilinmiyor ve Rusya'nın Ukrayna'da örtülü operasyon yapabilme kabiliyeti ABD'den daha fazla. Federal Güvenlik Servisi ve Dış İstihbarat Servisi uzun zamandır Ukraynalılar hakkında dosya topluyor. Rusya'nın Soçi Olimpiyatlarından sonra kozlarını oynayacağını bekleyebiliriz.
Diğer taraftan eğer oyun başarısız olsa bile ABD gösterecek ki o oyunun arkasında duruyor ve Ruslar çevrelerine bakmalılar ve ABD'nin bir sonraki seferde nerede harekete geçeceğini araştırmalılar.  Birisini savunma durumuna sokmak için ilk darbenin işe yaramasına gerek yoktur. Karşı taraf için, en beklemediği anda yeni bir darbe geleceğini anlamak yeterli olacaktır.
ABD'nin müdahil olmak için belirgin bir istekliliği merkezi Avrupa'nın beklentilerini değiştirecek, Merkezi Avrupa ile Almanya arasındaki tasiyonun yükselmesine sebep olacak ve ABD için bir açık kapı yaratacaktır.
Rusya Üzarindeki Baskı
Elbette ki asıl soru Rusya'nın ABD'ye cevap verip vermeyeceği verecekse nerede veceğidir. Hatta Rusya'nın ABD faaliyetlerini dikkate alıp almayacağıdır.  
Bir anlamda Suriye Rusya'nın hamlesi ve buda karşı hamledir. Belki de Rusya oyundan çekilecektir. Bunun için birçok sebep te mevcut. Ekonomileri baskı altında. Almanya ABD ile birlikte hareket etmez ama ondan da ayrılamaz. Ve eğer ABD Merkezi Avrupa'da bahsi yükseltirse Rusya girişimleri çözülecektir. 
Eger Ruslar şimdi bir Amerika için bir sorun iseler, ki öyleler, ve eğer ABD doğrudan müdahele moduna tekrar dönmezse, ki dönemezler, bu strateji bir anlam taşır. Çok yakında Ruslara bir sorun yaratır ve güvensizlik duygusu başka bir yerde onların hareketlerini engelleyebilir. En iyisi de bu, Rusya'yı dengeleyemeyecek bir rejim yaratabilir fakat boru hatlarını ve limanları savunmasız (Özellikle de ABD yardımıyla) bir hale sokabilir.
Nuland'ın telekonferans şeklindeki açıklaması bu kadar can sıkıcı değildi. O dünyaya, Ukrayna'da izlenen yola Almanya'nın değil de ABD'nin öncülük ettiğini gösterdi. Nuland'ın AB eleştirisi ve Rus tehtidini halledilmesi gereken bir mesele olarak açıklaması ABD politikasını onaylar niteliktedir: ABD savaşa girmeyecek ancak pasif davranma zamanı sona ermiştir.

Read more: New Dimensions of U.S. Foreign Policy Toward Russia | Stratfor 
Follow us: @stratfor on Twitter | Stratfor on Facebook

14 Şubat 2014 Cuma

İran'ın Atlantik Okyanusu'ndaki sembolik güç gösterisi: İran gemileri Kuzey Atlantik bölgesine gidiyor.



İran'ın Atlantik Okyanusu'ndaki sembolik güç gösterisi: İran gemileri Kuzey Atlantik bölgesine gidiyor. (ABD-İran görüşmeleri, iki ülkenin iç kamuoyu, propaganda, İran'ın iç sorunları.)


Yine Stratfor'dan bir tercüme. Bu sefer konu İran ve ABD görüşmeleri temelinde İran'ın denizlerdeki faaliyetlerinin analizi.

Özet:

Tahran, 8 Şubat'ta Kuzey Atlantik Okyanusuna bir fırkateyn ve bir destek gemisi gönderdiğini ve bunların ABD deniz egemenlik sınırlarına kadar yaklaşacağını açıkladı. Bu durum İranlıların ABD'ye yakın bölgelere deniz gücü gönderme niyetini ilan ettiği ilk olay değil. İran bu şekilde 2011 yılında da iki deklarasyon yayınladı ama bu dediğini gerçekleştirmedi.

Bununla birlikte son açıklamanın ardından İranlı amiral Afşin Rezayi Haddad İran filosunun gerçekten yolda olduğunu ve şimdiden Güney Afrika sahillerinden Güney Atlantik Okyanusu'na yaklaşmakta olduğunu söyledi. İran'ın Kuzey Atlantik Okyanusu'na deniz araçları göndermesi tamamen sembolik bir hareket, bu durum herhangi bir askeri risk oluşturmuyor. İran, bu faaliyetini tehdit teşkil etmeyecek şekilde sadece bayrak göstermek maksadıyla yapıyor. Bu hareketiyle sadece İran'da ABD-İran görüşmelerinden endişe duyan radikalleri yatıştırmaya çalışıyor.

Analiz:
 İran ve P-5+1 grubu (5 BM Daimi üyesi ve Almanya'dan oluşan grup) arasında devam eden nükleer görüşmeleri devam ederken İran Deniz Kuvvetleri'nin operasyonu politik olarak duyarlı bir tartışmanın odağında olacak.
ABD ve İran arasında on yıllardır devam eden düşmanlık her iki ülkede de dikkatli bir şekilde idare edilmesi gereken bağnaz kesimler oluşmasına sebep oldu. Bu kesimler dikkatle idare edilmeli çünkü bunlar herhangi bir potansiyel anlaşmayı engelleyebilirler. Görüşmelere hakim olan politik retorik, her iki tarafın da çok fazla taviz vermediği garantiler ve uyarılarla uyumlu olarak görüşmelerin herhangi bir şekilde kesildiği zamanlarda,  kutuplaşmaya sebep olabilir gibi görünüyor.

ABD için bu retorik mevcut yaptırımların etkinliğinin garantisinin devam ettiği anlamına gelmektedir.  Buna mukabil İran, durdurmak istemediği nükleer programda fazla bir değişiklik yapmamak için kararlılıkla direnmektedir. Her iki taraf ta birbirlerine askeri seçeneğin her zaman masada olduğunu hatırlatmaktan geri kalmamaktadır. İran Deniz Kuvvetleri tarafından Atlantik'e doğru yapılan bu manevra ve bunun kamuoyuna ilan edilmesi Tahran ve Washington arasında devan eden dinamiklerle de uyuşmaktadır.

İranlıların gerçekten Kuzey Atlantiğe doğru intikallerine devam edip etmeyecekleri henüz net değil fakat şunu önemle belirtelim ki bunu yapmak onların imkan ve kabiliyetleri dahilindedir (Bu kapasiteleri var.). İran Deniz Kuvvetleri ağırlıklı olarak İran Körfezi bölgesinde yapılacak operasyonlar için uygun olan küçük devriye gemileri ve sür'atli taarruz füze botlarından oluşmaktadır. Bu gemiler İran'dan fazla uzakta konumlandırmak için uygun değiller ancak İran, ilan ettiği Atlantik görevindeki  gibi uzak mesafeli görevleri yerine getirebilecek daha dört fırkateyne de sahiptir. İran'ın bu uzak mesafeli açık deniz kapasiteleri de sınırlıdır; özellikle de Batı Atlantik'e kadar gitmeye cüret edildiğinde, savaş gemilerine özellikli gemiler eşlik etmek zorundadır. 

İranlılar'ın deniz kuvvetlerini desteklemek için kullandıkları bir gemi de; uzayabilecek olan böyle görevlerde yakıt, yiyecek, temiz su ve mühimmat desteği sağlayacak olan, ikmal gemisidir. Bu gemi; 1970'lerin sonlarında İngiltere'de imal edilen ve 1984'te İran'a satılan OI sınıfı dizaynı olan  Kharg isimli gemidir. Bu gemi olmadan,  az sayıda İran fırkateyni; İranlıların bir Atlantik görevinde pek tercih etmeyecekleri bir metod olan, yol boyunca düzenli liman ziyaretleri yapmak seçeneği dışında uzun mesafeli görevleri yerine getiremez.

Dünya okyanuslarında dolaşan İran gemileri hakkında medya raporları İran içinde milli gururu okşamaktadır. İran sürekli olarak askeri yetenekleri hakkında hem dış düşmanlarına gözdağı vermek hem de ülke içinde propaganda yapmak için abartılıgösterilerde bulunmaktadır.

Atlantiğe, özellikle de ABD kara sularına yakın bölgelere askeri gemiler gönderebilmesi, İran Deniz Kuvvetleri'nin ulaştığı seviyeyi göstermek açısından iyi bir yöntemdir. Bu, birçok İranlı radikalin, İran Körfezi'nde istikrarsızlık yaratan ABD  deniz gücü varlığını görüp te köpürdüğü bir zamanda   özellikle önemlidir. Haddad'ın söylediği gibi böyle bir harekatın birinci maksadı bir mesaj göndermektir: İran ABD'ye kendi ilacının tadını tattırmak istemektedir.

Bununla birlikte bir İran filosunu Kuzey Atlantiğe konumlandırmak potansiyeli ABD'yi endişelendirmekten ziyade ulusal ilgiyi buraya kanalize etmekte çok daha etkili olacaktır. Su götürmez gerçek şudur: Tahran'ın deniz kuvvetleri ile yaptığı bu harekat ABD'ye hiçbir tehdit teşkil etmemektedir. Eğer bir şey varsa o da; İran gemilerinin İran karasularından bu kadar uzakta seyrederken Atlantiğin açık sularında çok savunmasız olduğudur. İran Deniz Kuvvetleri açık deniz operasyonlarında ABD Deniz Kuvvetleri ile yarışmayı umut bile edemez. En iyi İran deniz platformları bile, silahların menzili, hız, karşı tedbirler ve tespit mesafesi gibi konularda mukayese edilebilecek herhangi bir ABD deniz platformuna göre çok sınırlı kapasitelere sahiptirler. İran Deniz Kuvvetleri'nin oluşturabileceği gerçek tehdit İran Körfezinde, özellikle de stratejik Hürmüz Boğazı'nda deniz trafiğini engellemektir. 

 Atlantiğe yapıldığı ilan edilen İran harekatı İran Silahlı Kuvvetleri hakkında daha büyük bir gerçeğin diğer bir güçlü hatırlatmasıdır: Çok eski ve yaşlı malzemelerine rağmen İranlılar sahip olduklarını korumaya devam etmekte ve eğitimlerini ciddi bir şekilde yapmaktadırlar.
 Yaşlı gemileri kullanarak yapılan herhangi bir uzun görevde, daha önce 2005'te Porto Riko yakınlarında su üzerinde mahsur kalıp ABD'den yardım isteyen 40 yaşındaki Fas çıkarma gemisinde görüldüğü gibi, kuvvetli bir arıza riski vardır. 

İran Deniz Kuvvetleri tamamen çalışamaz duruma gelmekten veya bir limana tamir için girmek zorunda kalmaktan kaçındığı sürece Atlantiğe gemi göndermek, ülke içindeki iç ayrılıkları yatıştırırken,   ABD'ye gücünü ve kapasitesini göstermek açısından ancak sembolik olarak bir mana ifade eder.

Read more: The Iranian Navy: A Symbolic Show of Force in the Atlantic | Stratfor
Follow us: @stratfor on Twitter | Stratfor on Facebook

10 Şubat 2014 Pazartesi

Ege Bölgesinde kuraklık. (Kaplıcalar, Ilıcalar, Yerel Seçimler, Barajlar, Susuzluk, Balıkesir, Sındırgı, Manisa, Ege Bölgesi)


Daha önce Manisa ve Balıkesir bölgesindeki izlenimlerimle ilgili bir yazı yazmıştım. Bu gün bu illerde gördüklerimle ilgili düşüncelerimi yazmaya devam edeceğim.

Öncelikle politikayla ilgili olmayan ama tüm Türkiye'yi etkileyecek olan bir durumdan bahsedeyim.
Balıkesir'in Sındırgı ilçesine gittim.
Ilıcaları meşhurmuş.
Bir hotele gidip biraz Ankara'nın soğuk havasını üzerimden atayım dedim.
Hotelin lobisinde; hotelin tanıtım broşürlerinde resimlere baktım.,
Hotelin resmine bakınca arka planda bulunan büyük bir gölet resmi görünce şaşırdım.
Çünkü gelirken gölet filan görmemiştim.
Hotelde sigara satılmadığından akşam üzeri arabayla yakın bir benzinliğe gidip sigara aldım.
Yolda göleti yine görememiştim.
Benzinciye sordum.
''Hemen hotelin arka tarafında bir baraj olduğunu, fakat bu yıl yağış olmadığından barajda hiç su olmadığını söyledi.''
Merak edip dönerken kontrol ettim.
Daha bir gece önce çok şiddetli yağmur yağmasına rağmen barajın en derin yerinde ancak birkaç havuzu dolduracak kadar su olduğunu gördüm.
Toprak bir gece önce yağan yağmuru yutmuştu sanki.

Sındırgı'dan sonra Balıkesir'e gittim.
Balıkesir'de pek seçim atmosferi yoktu.
Konuştuğum kişilerden anladığım kadarıyla AKP'nin hiç şansı yokmuş.
CHP'nin de öyle.
MHP kesin alır diyorlar.

Balıkesir'den Manisa'ya dönerken yolda bir baraj daha dikkatimi çekti.
Bu barajda da hiç su yoktu.
Bu durum hiç iyiye işaret değil.
Bu yıl kuraklık olabilir.
Bahar yağmurları da yağmaz sa çiftçiyi zor bir yıl bekliyor.
Sulu tarım yapılan tüm Ege Bölgesi için aynı tehlike mevcut.
Böyle giderse önümüzdeki yıl sulama masrafları dahil giderler artarken tarımsal üretim düşebilir.
Çiftçi sefalet çekebilir.
Zaten ekonomide genel bir durgunluk başladı.
Tarımsal üretim de azalırsa durum daha da kötüleşebilir.
Avrupa ülkelerinde tarımın ekonomideki payı %1-2.
Tarımdan geçimini sağlayanlar da o kadar.
Ama ülkemizde tarımın ekonomideki payı hala oldukça yüksek.
Tarımdan geçimini sağlayan insan sayısı ise daha da yüksek.
Kuraklık tarımı, dolayısıyla ekonomiyi vurabilir.
Şehir ve ilçelerin içme suyu sorunu yaşamaları da kuvvetle muhtemel.
Yetkililerin şimdiden tedbir alması şart.
Yoksa iş işten geçtikten sonra kimseye faydası olmaz.
Belediye başkan adayları da bu konuya dikkat etmeli.
Yarın seçilirlerse sorunu kucaklarında bulacaklar.

Saygılar sunarım.


9 Şubat 2014 Pazar

Ahmet Davutoğlu'nun hukuk ve devlet anlayışı. Paralel devlet mi yoksa teğet devlet mi daha kötü? Türkiye'de mahkemelere ihtiyaç var mı?


Bir süredir Montesquieu'nun ''Kanunların Ruhu Üzerine'' isimli kitabını okuyorum. Kitabın neredeyse sonuna geldim. Dün Manisa ve Balıkesir bölgesinde edindiğim izlenimleri yazmış ve bu gün de yazmaya devam edeceğimi söylemiştim. O sebeple bu akşam kitabı okurken bu yazıyı yazmak için kitabı bırakıp yazmaya başlamadan önce televizyon kanallarına bir göz atayım dedim. Bir kanalda gördüğüm alt yazı dikkatimi çekti. Önce inanamadım ve yazının tekrar geçmesini bekledim. Yazıyı doğru okumuşum.

Yazı, sayın Dışişleri Bakanımızın bir demeci ile ilgiliydi. Dışişleri Bakanımız; ''Biz sadece iki makama hesap veririz. Bir; Hak'ka, iki; Halk'a. Başka hiç bir makama hesap vermez, hiç bir makamın önüne çıkmayız.'' demiş.

Yani diyor ki; ''Biz ne halt yersek yiyelim, kimseye bunun hesabını vermeyiz. Bizden kimse de hesap soramaz. Biz doğrudan Allah'a hesap veriyoruz. Karadenizlinin dediği gibi: Biz direkt bağlıyız. Halk bizi bu makamlara seçtiyse onlar da bir sonraki seçime kadar beklemek zorunda. O zamana kadar yine her istediğimiz haltı yeriz ve kimseye hesap vermeyiz. Madem halk bizi seçti, herkes bize katlanmak zorunda.

Dışişleri Bakanımız sadece bir politikacı değil, aynı zamanda, yıllarca yerli ve yabancı üniversitelerde ders vermiş bir profesör. Muhtemelen ''Kanunların Ruhu Üzerine'' isimli kitabı kendisi de okumuştur. Bu kitabı okuyup böyle konuşuyorsa bu kitabı okumanın bir anlamı yoktur diye düşündüm. Koskoca profesör ve devletin bakanı bu kitaptan böyle bir sonuç çıkardıysa benim gibi bir kişiye ne faydası olur ki bu kitabın? Onun için kitabı okumayı bırakıp kütüphaneme kaldırmaya karar verdim. Belki köye giderken soba tutuşturmak için kullanmak maksadıyla götürürüm.

Bir bakanımız; ''Ben; kanuna, savcıya, hakime hesap vermem!'' diyorsa böyle bir ülkede kanunla ilgili bir şey okumak abesle iştigal etmekten başka bir şey değildir.

Demek ki ülkemizde tek sahip olunması gereken ''güç'' imiş.

Baksanıza, eline siyasi gücü geçiren kişiler, kendilerinin üzerindeki tek güç olarak tanrıyı gördüğünden başka birine hesap vermeyeceğini söylüyor.

Güçler ayrılığı filan hikaye yani.

Yasama ve yargı sadece yürütmenin elindeki bir oyuncak olmuş.

Ne kanun, ne nizam, ne ahlak ne de başka bir şeye gerek yokmuş.

Filmde Kemal Sunal'ın dediği gibi: ''Ağa poku üzerinde pok mu olurmuş?''

Namaz niyaz oldu mu, bir de bir şekilde halkın oyunu aldın mı, her yol mubah.....

Adamlar yolsuzlukla suçlanıyorlar, hesap vermeleri gereken yer tüm dünyada mahkemeler ama nerdeee?

Onlar ''Allah'' a hesap verirlermiş.

Bir de sandık başında halka.

Kardeşim bu sizin yaptığınız sadece siyasi ve dini bir suç değil ki.....

Mevcut hukuka göre de suç işliyorsunuz.....

Çaldığınız paralarda benim de hakkım var.....

Bana hesabı nasıl vereceksiniz?


Bu konuya başlarken aklımda birçok husus vardı.

Çok uzun bir yazı yazacaktım ama yazmaya başlar başlamaz canım daha da sıkıldı.

Ne oldu bu memlekete böyle?

Biz nasıl bu duruma geldik?

Var mı bunun başka bir örneği dünyada?

Bilen, duyan varsa bana da söylesin lütfen.

Saygılar sunarım.



8 Şubat 2014 Cumartesi

Manisa'dan seçim tahmin ve değerlendirmeleri. (MHP, AKP, CHP)

10 gündür, okulların yarıyıl tatilinden yararlanarak, Ege bölgesinde, Manisa ve Balıkesir civarında tatil yapıyordum. Bu vesileyle bazı köylülerle, ilçelerde ve iki ilde yaşayan insanlarla konuşma fırsatı buldum.

Öncelikle Manisa ili için konuştuklarımız hakkında biraz bilgi vereyim. Konuşmalarımızın genel hatlarından da bahsedeceğim ama öncelikle yerel yönetim seçimleri hakkında izlenimlerimden bahsedeyim.

Manisa'da AKP milletvekili Tanrıverdi'yi belediye başkanlığına aday göstermiş.
Bence çok doğru bir seçim yapmışlar.
Tanrıverdi Manisa'da genelde hakkında çok olumsuz konuşulmayan bir aday.
Arınç'ın desteklediği bir aday da değil.
Bu da bir başka avantaj.
Neden mi?
Manisa'da Bülent Arınç ve onun tayfası olan bazı kişiler, özellikle de bir milletvekili pek sevilmiyor.
Arınç ve avanesi Manisa'ya karıştıkça Manisa'da AKP'nin oyu düşüyor.
Zaten AKP'de bunu bildiğinden kendisini son milletvekili seçimlerinde Bursa'dan aday göstermişti.
Tanrıverdi ise Arınç ve avanesinin pek sevmediği ve daha çok Manisa'da yerli halktan AKP'lilerin sevdiği birisi.
O yüzden Tanrıverdi için iyi bir seçim diyorum.

Karşısındaki en güçlü aday ise MHP'nin adayı Cengiz Ergün.
Cengiz Ergün Manisa'da, benim ömrüm boyunca gördüğüm belediye başkanları arasında, en çok hizmet yapan başkanlardan biri.
Belki de birincisi.

Şehrin içinde kalan otobüs garajını, İstanbul tarafındaki çıkışa, Gediz Nehri kıyısına taşımış ve inşaat bitmek üzere.
Nehirde de daha önceden her yıl yaşanan su taşkınlarına karşı çalışma yaptırmış.

Manisa'daki meslek odalarını tek bir binaya taşıyacak bir inşaatı başlatmış ve bu inşaat ta devam ediyor.

Manisa'da belki de en önemli konu araç park sorunudur.
Tarihi bir şehir olan Manisa'nın son 20 yıldır oldukça büyüdüğünü Manisa'yı gören herkes bilir.
Manisa'nın tarihi binalarının bulunduğu bölgelerde dar sokaklar sebebiyle park sorunu olduğu gibi son 20 yılda yapılan binaların bulunduğu bölgelerde de eski belediye başkanlarının şehircilikten bi-haber olması sebebiyle araç park yeri ihtiyacı hiç düşünülmemiş.
Yeni Manisa bölgesinde bu sorun pek yaşanmasa da Manisa'nın İzmir-İstanbul ana yolunun Spil Dağı tarafında kalan bölümünde (eski Manisa) hemen hemen her yerde araç park etmek için gece ve gündüz yer bulmak neredeyse imkansız.
İşte bu soruna da önemli bir çözüm olacak şekilde (şu anda Ağaoğlu inşaat tarafından restore ediliyor olması da ayrıca oldukça dikkat çekici olan) hükumet konağı karşısında bir yeraltı otoparkı inşaatı devam etmektedir.

Eskiden Manisa içinde herkesin bildiği Kırtık Dere'nin üzeri kapatılarak geçmiş belediye başkanlarının biri tarafından yol yapılmıştı.
Burada araç trafiği kahve önünde oturan insanları ezecek şekilde (Bir dolmuş hattı da buradan geçtiğinden trafik oldukça yoğun oluyordu.) geçiyordu.
Çok iyi bir çevre düzenlemesi de yoktu.
Şimdi buradaki yol yek şerit haline getiriliyor ve araç park yerleri de olacak şekilde insanların dışarıda rahatça oturabileceği şekilde düzenleme yapılıyor.
Bu bölüm Kıssık Parkı ile devam ederek garaja kadar yeni bir düzenlemeye tabi tutulmuş.
İnşaat işleri kısa süre sonra bitecek.

Manisa-İzmir yolu Manisa'nın iki bölümü arasında (yeni ve eski Manisa) araçla gidiş gelişlerin en sıkıntılı olduğu yer idi.
Buraya alt geçitler yapılmış ve yıllardır süren bu sorun çözülmüş.
Bu yolda ayrıca Kurtuluş Savaşı ile ilgili bir anıt ta yapılmış.
Çevre yolu da kullanılmaya başladığından trafik oldukça rahatlamış.

Bunlar sadece il merkezinde görünen somut hizmetler.
Manisa köylerinden bazılarına da gittim.
Bazı köylere ise gitmemekle birlikte karşılaştığım köylülerle konuştum.
Bana söylenen Cengiz Ergin; ilçe, belde ve köylerin tamamına, hangi partiden yerel yöneticisi olduğuna bakmadan her türlü hizmeti getiriyormuş.
Camilerden, mezarlıklardan köy yollarına kadar her türlü hizmeti götürmüş.

Bu arada, geçen yaz gördüğüm ve çok şaşırdığım bir uygulamayı da burada belirtmeden geçemeyeceğim.
Geçen yaz hangi köye gittiysem Cengiz Ergin tarafından görevlendirilmiş genç kız ve erkeklerden oluşan gruplar, köylerde ev ev dolaşarak herkesin ne ihtiyacı olduğunu, köylerinde nasıl bir hizmet istediklerini, Manisa ve İlçelerde nasıl bir hizmet istediklerini soruyor, herkesle bire bir ilgileniyor ve talepleri not ediyorlardı.
Bu gidişimde bu tespitler çerçevesinde hizmetlerin götürüldüğünü gördüm.
Bu uygulamaya neden şaşırdığımı soran olabilir.
Ben şimdiye kadar ne MHP'de, ne de CHP'de böyle bir modern belediyecilik ve ihtiyaçları bizzat halka sorarak yerinde tespit etme olayını görmemiştim.

Neyse....

Gelelim CHP adayına.
Önce bu aday için yazın Manisa'da kahvehanelerde konuşulanları aktarayım.
Bu şahıs çevresi olan, bayağı bir oy alabilecek bir kişiymiş.
AKP, yazın yaptırdığı anketlerde kendi aday adaylarından en fazla destek alanın oy potansiyeli %17 olarak çıkarken Cengiz Ergün'ün oyu ise %67 çıkıyormuş.
AKP, Manisa'da belediye seçimini kazanamayacağını anlayınca şu andaki CHP adayına adamlar göndermiş.
Demiş ki; ''Manisa büyükşehir oluyor. Sen de aday ol. Eğer kazanırsan zaten sorun yok. Ama kazanamazsan bile yeni oluşturulacak belediye kadrolarından (rakam da telaffuz ediyorlardı ama aklımda kalmamış.) büyük bölümüne senin istediğin adamları işe alacağız.''
Tabii bunlar kahve muhabbetleri ama adı geçen kişinin aday olduğunu görünce acaba doğru mudur diye düşünmedim değil.

Diğer parti adaylarının ise hiç şansı olmadığından isimleri yazılı afiş bile görmedim.

Genel kanaat şu: CHP'nin Manisa'daki oyu belli.
Yani kazanma şansı sıfır.
Olay AKP ve MHP arasında geçecek.
Hangi partinin taraftarlarıyla konuşsam en az %60 oyla seçimi kazanacaklarını iddia ediyorlar.
Ama benim gördüğüm bu abartıdan başka bir şey değil.

Hizmete bakarsak Cengiz Ergün kazanır.
İl genelinde milletvekili sayısı olarak ise AKP'nin üstünlüğü var.

Bu sebeple, seçmen son sözünü söylemeden kesin sonucu tahmin etmek oldukça zor.

Yazı oldukça uzadı.

Onun için şimdilik burada bırakıyorum.

Bu konuda ve diğer hususlarda gözlemlerimi yarın da yazacağım.

Saygılar sunarım.


24 Ocak 2014 Cuma

Çin neden hızla silahlanıyor? Tek kutuplu yeni dünya düzeni hikayesi bitti. Şimdi sırada çok kutuplu en yeni dünya düzeni var. Dünyada güç mücadelesi ne durumda ve ağırlık merkezi hangi bölgeye kaydı? Çin-ABD-Japonya arasında denizde bir savaş mümkün mü?


Bir müddettir Çin ile (Özellikle Çin'in silahlanması ile) ve dünyada güç mücadelesinin hangi bölgelerde yoğunlaşmaya başladığı ile ilgili olarak bu blogta yazılar yazıyorum. Bu gün ABD kaynaklı bazı düşünce kuruluşları ve strateji şirketlerinin İnternet sitelerini biraz inceledim. Gördüğüm kadarıyla onlar da dikkatlerini Çin'deki gelişmeler ile Pasifik bölgesinde son zamanlarda yaşanan gelişmeler üzerinde toplamışlar. Bu sebeple, benim  daha önce de bahsettiğim konuların bir kaçını burada tekrar aktarmakta fayda mülahaza ediyorum

Çin'in; ilk uçak gemisini denize indirmesi, nükleer denizaltı filosunu genişletmesi ve ''carrier- killer'' diye isimlendirilen süpersonik füzeleri başarıyla denemesi göz önüne alındığında artık Çin'in askeri açıdan büyümesi ve gelişmesi, ne ABD, ne AB, ne Japonya ne de bölgedeki diğer devletler ile bölgede çıkarları olan bölge dışı devletler tarafından görmemezlikten gelinemez. Bu konu ile ilgili yayınları incelediğimde bu konunun başta ABD olmak üzere diğer devletlerin sadece dikkatini çekmekle kalmadığını, aynı zamanda onları  endişeye de sevk ettiğini gördüm.

Çin'in bu askeri gelişiminin, ABD ve AB ülkelerini endişelendirmesinin bir sebebi de; (AB ülkelerinin savunma harcamalarını iyice azalttığı ve 10 yıl kadar Afganistan ve Ortadoğu'da yaptığı harekatların ardından yaşadığı ekonomik sorunlar sebebiyle ABD'nin de  savunma harcamalarını azaltacağını açıkladığı  bir dönemde) Çin'in ABD ve NATO ile aradaki  farkı çok kısa sürede kapabilecek ve hatta geçebilecek olması ihtimalidir.

Çin şu anda ekonomik çıkarları açısında dünyaya global olarak bakarken askeri açıdan henüz bölgesel bazda hareket etmektedir. ABD; dünya çapındaki tek askeri güç konumunu; gerek araç, silah ve birlik sayısı, gerekse dünyanın dört bir yanına her bölgeyi kapsayacak şekilde dağılmış üsleri ve karargahları ile hala muhafaza etmektedir. Çin sanırım kısa vadede buna meydan okuyacak seviyeye gelemeyeceğini düşündüğünden veya çıkarlarının öncelikle yakın çevresindeki bölgelerde daha hayati olduğunu düşündüğünden olsa gerek, kendi çevresindeki denizlerde güç dengesini sağlamaya ve bunu uzay boyutu ile desteklemeye çalışmaktadır. Doğrudan doğruya ABD ile karşı karşıya gelmeden bölgesinde, özellikle de Güney Çin Denizinde etki sahasını genişletmeye başlamıştır. 

Bu durum başta Japonya olmak üzere, bölgede Çin yayılmasından endişe duyan tüm devletlerde kaygı uyandırmış ve şimdiden bazı küçük ada ve adacıkların aidiyeti konusunda gerginlikler ortaya çıkmış durumdadır. ABD, hem bölgede Çin'den endişe duyan devletlere desteğini göstermek hem de Çin'in ilan ettiği deniz egemenlik alanlarını tanımadığını fiilen göstermek maksadıyla deniz kuvvetleri ile bölgede bazı manevralar ve bayrak gösterme faaliyetleri icra etmiştir. Çin, ABD faaliyetlerine müdahale etmemekle birlikte ilan ettiği yetki ve egemenlik alanlarından vazgeçtiğini de ifade etmemiştir. 

Çin, tüm Pasifik bölgesinde bir güç mücadelesine hazırlanıyor görünmekle birlikte, öncelikle; birçok devletin egemenlik iddialarının birbiriyle çatıştığı, aynı zamanda çok önemli bir deniz ticaret yolu olan Güney Çin Denizinde etki alanını artırmaya öncelik veriyor. Son günlerdeki gelişmeler incelendiğinde; şu anda,  Çin ile komşuları ve ABD arasında mücadelenin de esas olarak bu denizde odaklandığı görülmektedir.

Bu arada Türkiye ne yapıyor diye kendimize bir bakalım. 

Şu anda; paralel devlet-teğet devlet kavgası, Suriye İç Savaşı, Irak vb. bölgesel konulara  çok fazla kanalize olduğumuzdan ve Pasifik'te  pek bir etkinliğimiz de olmadığından sanırım hükumetimiz bu konuyu pek fazla dikkate almamaktadır. Ancak bu davranış tarzı; Türkiye bölgesel güç oldu iddiasında bulunan bir yönetim için çok hatalı bir yaklaşımdır. Eğer bölgesel güç isek, bölgemizi etkileyecek tüm olaylarla ilgilenmemiz gerekir. 

Askeri literatürde dikkat edilmesi gereken alanlar iki kategoride tarif edilir. Bunlardan biri ''Etki Alanı'', diğeri de ''İlgi Alanı'' dır. Bu terimleri asker olmayan kişiler tarafından da anlaşılacak şekilde açıklarsak, Etki Alanı; mevcut gücümüzle doğrudan etkide bulunabileceğimiz ve o alanda olan gelişmelerin de bizi doğrudan etkileyebileceği alanlardır. Türkiye'nin gücünü dikkate alırsak bunu bizim için kendi yakın çevremiz (komşularımız, biraz abartıyla söyleyecek olursak Balkanlar, Kafkasya, Ortadoğu, Doğu Akdeniz ve Karadeniz) olarak tanımlayabiliriz. İlgi alanı ise; şu anda bizi doğrudan etkilemese bile o bölgede meydana gelecek gelişmelerin yakın bir gelecekte bizi etkileyebileceği bölgelerdir. 

Bu tarif çerçevesinde bakarsak Pasifik bölgesindeki gelişmeler her halükarda bizim ilgi alanımızda olmak zorundadır. Çünkü dünya güç mücadelesi bu bölgeye kayarken bizim bundan etkilenmememiz mümkün değildir. Bu bölgedeki mücadele aynı zamanda önemli bir deniz ticaret yolu üzerinde yapılan mücadeledir. Biz de ticaret yapan bir ülke olarak tüm ticaret yolları üzerindeki gelişmeleri takip etmeliyiz. 

Bundan başka; Çin'de ülkeleri işgal edilmiş Müslüman Türk Uygurlar bulunmaktadır. Bu tür bölgesel mücadelelerde büyük güçler birbirlerinin yumuşak karın bölgelerine bel altı vuruşlar yaparlar. Çin'in en önemli yumuşak karnı; Uygurlar, Tibetliler ve İç Moğolistan Moğollarıdır. Bu mücadelede bu saydığım unsurların silahlı ve silahsız olarak Çin'e karşı direnişleri artacaktır. Zaten şimdi bile Uygurlara karşı acımasız katliamlar yapan Çin, bu durumda çok daha fazla kan dökecektir. Bu durum da  ister istemez bizi ilgilendirecektir.

Diğer bir husus ta şudur: Güç mücadelesi Pasifik bölgesine kaymaya başlayınca dünya üzerindeki ittifak ilişkileri de buna uygun olarak yeniden şekillenmeye başlamıştır. Çin'e karşı; ABD, Japonya, Avusturalya, Filipinler ve diğer bazı bölge devletleri, aralarındaki müttefiklik durumunu güçlendirerek yeni bir aşamaya taşımaktadırlar. Çin ise Şangay 5'lisi ile Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ve Rusya ile işbirliği içindedir. Çin; batıda sorunlar yaşadığı Hindistan'a karşı Pakistan ile ittifak halindedir. Ortadoğu'da petrol ihtiyacını garanti altına almak için İran ile işbirliği içindedir. Görüldüğü gibi Pasifik'teki mücadelenin sınırları daha şimdiden bizim sınırımıza ulaşmış durumdadır.

Bu konuda söylenecek dahaçok şey var. 
Ancak yazıyı daha fazla uzatmamanın uygun olduğunu düşündüğümden burada kesiyorum. 


Kısa bir şekilde özetleyecek olursak:
ABD'nin dünya liderliği yarışında yeni rakibi Çin'dir. 
Çin hızla silahlanarak ABD'yi yetişmeye çalışmaktadır.
Bugün geldiği durumda gücünü sınamak için çevresinde bazı faaliyetlere başlamıştır. 
Bundan sonra güç mücadelesi Atlantik'ten Pasifik bölgesine kayacaktır. 
Bu mücadele gün geçtikçe daha da şiddetlenecek gibi görünmektedir.
Türkiye bu gelişmeleri takip ederek pozisyonunu ona göre ayarlamaya başlamalıdır. 

Saygılar sunarım.