.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}
Güncel Olaylar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Güncel Olaylar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Mart 2022 Pazar

Putin ve Zelenski'nin liderlik özellikleri.

 Savaş başladığından beri Putin ve Zelenski'nin liderlik özelliklerini anlamaya ve karşılaştırmaya çalışıyorum. Gördüğüm kadarıyla Putin ülkenin dizginlerini elinde tutan otoriter ve biraz da askeri özellikler taşıyan bir liderlik sergiliyor. Son ve tek karar mercii kendisi. Bakanları karargah subayları gibi. Putin'in bildirdiği ana fikir çerçevesinde ve bu fikre uygun olarak çalışıp teklifte bulunuyorlar. Çözüm önerileri Putin'in ana fikri ile uyumlu değilse, en son istihbarat teşkilatının televizyon kameraları karşısında maruz kaldığı gibi fırça yiyorlar. Yani karar ve hal tarzları üzerinde büyük bir etkileri yok. Putin onların fikirlerini alıyormuş gibi yapıp aslında kendisinin en başta aldığı kararları teyit ettirdikten sonra hepsine emirlerini ve oynayacakları rolleri veriyor. Onlar da buna göre rol kesiyorlar. Bu sebeple Rusya'da kamera karşısına çıkıp konuşanlar çoğunlukla bakanlar oluyor.

Putin ise otoriter liderliğin de gereği olarak çok sık kendini göstermiyor.

Sadece çok önemli konularda zaman zaman kameralar karşısına geçip açıklamalar yapıyor.

Bu açıklamalar da askeri birliklerdeki komutanların konuşmaları gibi; kararlı, kesin ve buyurucu oluyor.

Ukrayna'da ise durum tam tersi.

Anladığım kadarıyla bürokratlar detaylı şekilde çalışıp bakanlarla birlikte uygulanacak politikaları, stratejileri ve taktikleri belirliyor.

Muhtemelen kararlar ana hatları ile belirlenince Zelenski'ye sunulup fikri alınıyor.

Aktör olduğundan, yani askeri ve devlet yönetimi ile ilgili konularda pek fazla bilgisi olmadığı için küçük bazı düzeltmeler dışında bu kararlara fazla müdahale etmediğini söylemek mümkün.

Kararlar netleşip Zelenski'ye onaylatılınca herkes işine bakıyor.

Uygulanan politikaların, strateji ve taktiklerin kamuoyuna yansıtılması için rol kesme işi de Zelenski'ye veriliyor.

Bu sebeple Ukraynalı bakanlar nadiren kameralar karşısında açıklama yaparken Zelenski her gün kameralar karşısında açıklama yapıyor.

Aktör olduğundan ve kameralara alışık olduğundan iyi de rol kesiyor.

Bu değerlendirmeler çerçevesinde Putin ve Zelenski'nin liderliğini ve kararlarını karşılaştıracak olursak; Rusya'da alınan kararların tek kişinin düşünceleri çerçevesinde alındığını Ukrayna'da ise sürecin daha demokratik, daha kolektif işlediği ve kararların alınması üzerinde profesyonellerin değerlendirmelerinin daha etkili olduğu söylenebilir.

Otoriter ve tek kişinin karar aldığı sistemlerin avantajı kararların hızla alınıp hızla uygulanabilmesidir.

Bu sistemin zafiyeti, bir kişinin karar alırken hata yapma olasılığının daha yüksek olması ve alınan kararların liderden korkulduğu kadar icra edilmesi, yani sahiplenilmemesi sebebiyle inançla icra edilememesidir.

Demokratik liderliğin avantajı ise kararların alt yapısının aşağıdan yukarıya doğru profesyonellerin ve alt kadroların katılımıyla oluşması, liderin koordinatör ve onay makamı olarak görev yapması sebebiyle daha doğru kararlar alınabilmesidir.

Ayrıca kolektif alınan kararlar herkes tarafından benimsendiğinden inançla ve sonuna kadar uygulanabilmektedir.

Bu sistemin en önemli zafiyeti ise karar alma sürecinin biraz uzun sürmesidir.

Bu sebeple ani kararlar almak gereken kriz anlarında sorunlar yaşanabilmektedir.




9 Ocak 2022 Pazar

Tutmayacağınız sözler vermeyin.

 Kral, dondurucu bir kış gecesinde sarayın bahçesinde gezerken gördüğü nöbetçi askere yaklaşıp;

"Üşümüyor musun asker?" diye sormuş.

Asker:

"Üşümüyorum sayın kralım. Ben soğuğa alışığım."

Kral:

"Olsun... Ben yine de sana hemen sıcak tutacak elbise getirmelerini emredeceğim." deyip gitmiş.

Ancak bahçede dolaştıktan sonra saraya girdiğinde emri vermeyi unutmuş.

Ertesi gün, duvarın yanında muhafızın soğuktan donmuş cesedini bulmuşlar.

Duvarın üzerinde şöyle bir yazı varmış:

"Kralım, ben soğuğa alışkındım; fakat senin sıcak elbise vaadin beni öldürdü..."

Türlü türlü vaatlerle, insanları bekleterek bir umuda bağlayarak kesinlikle imtihan etmeyin. 

Çünkü insan, bekledikçe değişir. 

Beklettiğiniz kişi hakkınızda telâfisi imkânsız  olumsuz düşüncelere girer. 

Yerine getirmeyeceğiniz sözler verdirseniz; önce umudu öldürürsünüz.

Ardından sevgi, saygı, güven, dostluk ve muhabbet ölür.

Dahası, insanlık ölür.

25 Ağustos 2020 Salı

Sorun Çözmede Yeni Yaklaşımlar

Sorunları çözmek için iki yaklaşım olduğunu öğrenmiştik. 
Birincisi reaktif yaklaşım. 
Yani bir olayın olmasını beklemek ve olunca reaksiyon göstermek. 
Bu yaklaşımın ilkel hale geldiğini, 21. yüzyılda orduların, bu arada tüm insanların yeni bir yaklaşıma ihtiyaç duyduğunu söylemişti öğretmenlerimiz. 
Bu yaklaşımın adi proaktif yaklaşımdır. 
Henüz hiçbir sorun olmamasına rağmen muhtemel sorunların neler olabileceğini araştırmak ve muhtemel çözüm önerilerini değerlendirerek sorunları ortaya çıkmadan önce ortadan kaldırmak olarak tanımlanabilir. 
Özet olarak reaktif yaklaşım; deprem olunca veya sel basınca müdahale etmek, proaktif yaklaşım ise deprem olmadan önce bütün bilimsel araştırmaları yapmak, deprem bölgelerini tespit etmek, toplanma alanları belirlemek, kurtarma teşkilatları kurup eğitmek, zayıf binaları sağlamlaştırmak, cok zayıf olanları yıkıp yeniden yapmak veya başka yere inşa etmek, sele karşı dere yataklarını temizlemek, dere yataklarında yapılaşmaya izin vermemek, mevcut yapıları yıkarak dereleri açmak vb. faaliyetlerden oluşuyor. 
Reaktif yaklaşım sürekli kriz yönetimi gerektirir. 
Bu yüzden krizi ne kadar iyi yönetirse yönetsin sık sık krizle karşılasan yönetici iyi yönetici değildir derlerdi hocalarımız.

21 Temmuz 2020 Salı

İngiltere neden zengin, biz neden zengin değiliz?

Londra'da Richmond bölgesinde çok büyük bir park var. Halka açık ağaçlık bir alan olan bu park kadar büyük bir parkı ben Türkiye'de görmedim. Bu parka girince ilk dikkatimi çeken insanlarin da dolaştığı her yerde serbest bir şekilde dolaşan geyik sürüleri oldu. Ama beni en çok şaşırtan bu değildi. Zaman zaman gittiğim bu parkta bir gün yanında durduğum bir tabela dikkatimi çekti. Yanlış hatırlamıyorsam tabelada bir böcek resmi vardı. Tabelenın altinda ise toprakta bir delik ve bu deliklerden çıkan böcekler bulunuyordu. İlgimi çektiginden tabelayi okudum. Yazilara gore bir polis memuru (Aklimda oyle kalmış, başka bir memur da olabilir.) emekli olduktan sonra parkta dolaşırken benim durdugum yerde durmuş ve böcek yuvasi dikkatini çekmiş. Böceklerin daha once gordugu hicbir bocege benzemedigini fark edince her gun gelip sabahtan aksama kadar bocekleri incelemeye baslamis. Gün geçtikçe merakı daha da artmış. Izin alarak yuvanin hemen yanina bir çadır kurmuş. Sanırım iki yıl kadar yuvanin yaninda yatmış. Araştirmalari ve incelemeleri sonucunda bu boceklerin sadece parka özgü bir tür oldugunu tespit etmiş. Üreme ve beslenme özellikleri de dahil böcekler hakkında bir kitap yazmış. Şimdi "Eeeee! Ne olmuş yani?" diyenler olduğunu duyar gibiyim. Ne mi olmuş? İşte İngiltere'de bu tür insanlar olduğu için İngiltere'nin kişi başına düşen milli geliri bizim 7/8 katımız. Bizde Avrupa'nin tamamindan fazla endemik tür var ama ben kendini bunları araştırmaya adayan tek bir kişi olduğunu ne diydum, ne gordum. Richmond Park'ta olan o böcekler bizdeki bir parkta olsa birileri şikayet eder, belediye de ekip gonderip zehirlerdi. Bu yüzden bizde yüzyıllarca Türkülerimizi konu olan Allı Turnalar bile yok oldu. Bircok endemik tür yok olmaya devam ediyor. Konunun diger bir boyutu da insan niteligi. Emekli olan bir Ingiliz memur kendisine hiçbir maddi kazanç getirmemesine rağmen alalade bir bocegi arastirmak icin 2 yil ugrasiyor. Bizde ise insanlar birakin arastirmayi kitap bile okumuyor. Çocukken köyde bazı dini konularda konuşulanlari dinlerken aklima yatmayan şeyler olurdu. Bunu sordugumda "Hoca öyle dedi."cevabini alirdim. Kimse okumayinca herkes kendi kafasina gore otorite kabul ettigi bir kisi ne derse ona inaniyor. Ulkemizde bu kadar cok tarikat ve murit olmasinin sebebi de bu bence. Okuyup arastirmak yerine, tembel tembel oturup birileri ne derse ona inaniyoruz. Ben Anadolu'nun en batisinda dogup buyudum. Bu durum doguya dogru gittikce daha da vahim bir hal aliyor. Ornegin doguda bir yerde calisirken 14/15 çocugu olan bir adam tanidim. O kadar fakir idi ki çocuklari karnini doyurmak için karga da dahil ne bulursa avlayip yiyorlardi. Adama, neden bu kadar fakirken bu kadar cok cocuk yaptin diye sorunca "Allah verdi." dedi. "Dogum kontrolu yapsaydin Allah vermezdi." dedigimde ise sanki şeytan görmüş gibi gerildi. "Tövbe komutanim, dogum kontrolü cok buyuk gunah." dedi. Bunu nereden cikardigini sordum. "Melle (İmam) öyle soyluyor. Dogum kontrolü yapmak kendi çocugunu oldurmek demektir." diye cevap verdi. Bu konuyu sadece dindar insanlarda geçerli bir şey olarak düşünüyorsaniz, sosyal medyaya bakin derim. Ateist, deist, hristiyan veya başka bir inançta veya inançsizlikta oldugunu soyleyen kişiler de ayni. Hiçbir dayanagi olmayan seylere mutlak dogru gibi inaniyorlar. Cunku soylenen veya yazilanlar dogru mu diye merak edip 10 dakika bile arastirmiyorlar. Kendi genel bakis acilarina gore uygun gelen her seyi mutlak dogru kabul ediyorlar ve inançla savunuyorlar. Benim anladigim kadariyla ulkemizde ister dindar ister dinsiz olsun cogu insanin dusuncelerinden ziyade inançlari var. Inanmak çaba gerektirmiyor çunku. Arastirip ogrenmek ve dusunmek ise zaman ve emek gerektiriyor. Sanirim bedensel ve zihinsel bir tembellik hali ruhumuza islemis. Bu yuzden hangi parti gelse ulke duzelmiyor.

Kadına karşı uygulanan şiddet ve alınması gereken tedbirler

Yabanci ulkelerde karşılaştıgim Türk vatandaşlari hakkinda bazi gozlemlerim beni oldukça şaşırttı. Bunlardan en guncel olanini anlatacagim. Benim gordugum kadariyla yabanci bir kadinla evlenen Turk erkeklerinin cocuklarinin hemen hemen hicbiri Turkce konusamiyor veya konusmuyordu. Fakat ilginç bir şekilde yabanci bir erkekle evli Türk kadinlarinin cocuklarinin hemen hemen hepsi Turkce konusuyordu. Dahası, bu çocuklar Türk kulturune de yakin idiler. Benim bu gozlemimden cikardigim sonuc, her ne kadar ataerkil kulturel aliskanliklarimiz bizi bunu kabul etmekten alikoysa da, toplum kadinlarin eseridir. Kadinlar çocuklari sadece dogurmaz, şekillendirir ve yetiştirir de. O çocuklar da toplumu olusturur. Bu sebeple toplumun iyi veya kotu ozelliklerinden sorumlu olanin kadin oldugu soylenebilir. Bu çikarimi son zamanlarda iyice artan kadina şiddet olaylarina uyarlamak da mumkundur. Kadina şiddet, hamasetle, kanunla, laf uretmekle duzelmez. Kadinlar erkek cocuklarini kiz cocuklarina şiddet uygulamayacak sekilde yetistirmelidir. Bunun icin de kadinlar bu konuda devlet eliyle egitilmelidir. Egitim derken universite okumaktan bahsetmiyorum. Kadinlara annelik ve cocuk yetistirme egitimi verilmelidir. Aile bakanligi bu konuda harekete gecmelidir. Şiddetin kötü oldugu okullarda da ogretilmelidir. Sadece ninni gibi ders anlatmayla degil, uygulamayla da egitim yerlestirilmelidir. Şiddetle buyuyen çocuk şiddeti kendini ifade tarzi olarak icsellestirir. Evde terlik ve supurge ile, okulda cetvel ile, askerde başka yollarla terbiye edilen çocuklarin yetiskin olunca ayni seyleri yapmamasini istemek saçmaliktan başka bir sey degildir. En basit bir araç olan bisiklet tamiri için bile bir kişi çırak olarak yillarca eğitim gorurken cocuklari hayat icin dogumdan itibaren hazirlamamanin bir mantigi yoktur. Okullarda cocuklara ders verecek ogretmenleri yillarca bu iş icin eğitirken, çocuklarin kişiliğini inşa eden basta anneler olmak uzere aile uyelerini çocuk yetiştirme konusunda egitmemek de ayni sacmaliktir. Bazi ulkelerde bu konuda son derece sıkı tedbirler uygulanmaktadir. Ornegin tanidigim birinin eşi 2/3 yasindaki cocugunu doktora goturmus. Muayene sirasinda cocuk annesine tokat atmis ve tirnaklariyla elini çizmiş. Bunu goren doktor durumu rapor edince kadin, adam ve cocuk 6 ay boyunca psikologa gitmek zorunda kaldi. Eger ebeveynlerinin evde cocuga veya birbirlerine siddet uyguladigi tespit edilseydi cocuga sosyal guvenlik kurumu koruma saglayacakmis. Bunun icin de cocuk aileden alinacakmis. Bizde de bu konuda bir seyler yapilmasi sart. Aksi takdirde bu gun bir kesimi, yarin baska bir kesimi topa tutarak kendimizi tatmin etmekten baska bir sey yapamayiz. Unutmayin, çocuk gordugunu yapar.

14 Temmuz 2020 Salı

Azerbaycan'da Türk Subayı Olarak Gördüklerim

Bir zamanlar Azerbaycan askerlerini eğitmek için göreve gitmiştim. 

Azerbaycan askerlerinin Türkiye'deki askerlerden hiç bir farkı yoktu. 

Ayni ruh hali, ayni kültür, ayni saflıkta idiler. 

Köylere gidince köylülerin de bizim köylülerden bir farkı olmadığını gördüm. 

Bir gün, sınır güvenliğini yerinde görmek için birkaç ev bulunan bir köyden geçtik. 

Köy çeşmesinde  su almak için durunca yaşlı bir amca ile teyze gördük. 

Konuşmamızdan Türkiye'den geldiğimizi anlamışlar. 

Yanımıza gelip evlerine davet ettiler. 

İşimiz olduğunu, sınıra gideceğimizi söyleyince amca, bir dakika durun dedi. 

Bir sepet dolusu ceviz getirip arabaya koydu. 

Dönüşte de yolumuzu beklemişler. 

Tavuk kesip yemek hazırladıklarını söyleyip zorla evlerine davet ettiler. 

Avludaki kümeste hiç tavuk yoktu. 

Topu topu üç tavukları varmış. 

Onları da kesip bizi ağırlamak için pişirdiklerini anlayınca çok üzülmüştük.

1 Haziran 2020 Pazartesi

Amerika'daki Karışıklıkların Sonu Ne Olur?

Amerika'daki olaylar yıllar suren bir birikimin sonucu. 
Ama neden şimdi patlak verdi? 
Sanırım Corona'nın sebep olduğu ekonomik çöküntü ve kısıtlamaların yaratageldiği stres yüzünden. 
Peki bu olaylar ABD'nin geleceğini etkiler mi? 
Yani bir devrime sebep olur mu? 
Sanmam. 
Elbette bazı şeyleri değiştirir ama bu değişim köklü olmaz. 
Çünkü gördüğüm kadarıyla olaylar örgütlü değil. 
Bir ideolojileri yok. 
Daha da önemlisi bir stratejileri yok. 
Lenin gibi oportünist bir dahi çıkmazsa bu olaylar ABD'nin gazini almaktan başka bir işe yaramaz. 
Bir süre her yeri harap ettikten sonra kendiliğinden ortadan kalkar. 
Zaten isyan ideolojik olmaktan çok çapulculuk gibi görünüyor. İsyancılar rejimin kalelerinden çok dükkanlara sildiriyorlar. 
Yağma çoğu isyancının temel amacı gibi. 
Buyuk firmalara tepki olayı da söylemden ibaret. 
Bu firmalara tepkisi olan mağazaları yakar. 
Ama isyancılar mağazaları soyuyor. 
Lüks tüketim mallarını arabasına dolduran olay yerinden hızla uzaklaşıyor.

30 Mayıs 2020 Cumartesi

Korona Salgını Sonrası'nda Herşey Değişecek mi?

Internet ortaminda gordugum kadariyla bazi akademisyenler ve politikacilar da dahil bircok kisi salgindan sonra dunyanin degisecegini ve yeni bir dunya kurulacagini yaziyor. Bu iddialara iki itirazim var. Birincisi degisimin salgindan sonra meydana gelecegi onermesine. Sanki salgin sirasinda her sey degismemis gibi dusunmek bana sacma geliyor. Salgin oncesini goz onune getirin. 3/4 aydir hersey degismedi mi? Tum dunya evlerine kapandi mesela. Saglik ve tarim en onemli sektor oldu simdiden. Dukkanlar ve kafeler kapandi ama internet uzerinden ve telefonla alisveris patladi. Market zincirleri karlari patlama yapti. Suriye'de savas durdu. Çin basta olmak uzere bircok bolgede hava kirliligi azaldi. Toplu tasima sistemi coktu. Herkes kendi arabasini kullaniyor. Savasları dualariyla kazandiran, duai veya okunmus su vb. ile hastalari iyilestiren tarikat liderleri salgin konusunda fetva vermeye doktorlar yetkili dedi. Bunlardan biri omreye gidenleri ve camilerin gec kapatilmasini elestirdi. Uzatmaya gerek yok. Zaten hersey degisiyor. Degisim salgin sonrasinda ortaya cikacak bir sey degil, surekli bir olay. Bir filozofun dedigi gibi degisim kanunu disinda her sey her an degisiyor. Bahsettigi degisim kanunu da; "Her sey degismeye mahkumdur." cumlesinden olusuyor. Gelelim ikinci itirazima. Her sey degisse bile daha once hic gormedigimiz bir dunya ortaya cikmayacak. Degisim surekli olduguna gore yarin sadece bugunun yeni bir safhaya evrilmesi olacak. Yarin da evlerde yasayacagiz. Arabalara binecegiz. Yani bu gun var olan hersey yarin da varolacak. Degisim hic gormedigimiz bir dunyaya uyanmak gibi olmayacak. Kelimenin anlamindan da anlasilacagi gibi sadece varolan seyler degisecek. Hic varolmayan seyler olmayacak. Ustelik degisimin daha iyi olacagini dusunenler de, daha kotu olacagini dusunenler de yaniliyor. Hayat ongörülemez bir karmaşadan ibarettir. Yarinin nasil olacagini ongormek mumkun degildir. Gozle gorulmeyecek kadar kucuk bir virusun kendi yapisi icinde hic de onemli olmayan bir mutasyonu (degisimi) tum dunyayi bir anda degistirdigine gore hayata ve evrene bir duzen degil kaos hakim demektir. Bu yuzden hayal aleminde yasamanin manasi yok. Degisime adapte olarak yasamaya devam edecegiz. Buyuk devrimler degil kucuk kucuk cok sayida evrim (adaptasyon) sayesinde hayatta kalacagiz. Ayni salginda oldugu gibi. Bu gun insanoglu uzaya gidecek kadar yuksek bir teknolojiye ulasti ama hayatta kalmak icin yapabildigimiz tek sey üç kuruşluk alalade bir maske takmak ve evde oturmaktan ibaret.

6 Mayıs 2020 Çarşamba

Londra'da sokak hayvanları, Ankara'da sokak hayvanları ve iki toplumun sokak hayvanları ile ilişkileri arasındaki farklar.

Görmeyenler şaşıracaktır ama Londra'da insanlar ve kuğu, ordek, karabatak, tilki ve geyiklerle iç ice yasamaktadir. 
Bizde ise sokaklarda Osmanli'dan beri hiç eksik olmayan hayvanlar, kediler, kopekler, guvercinler ve kumrular. 
Gordugum kadariyla Ingilizlerin beraber yasadiklari hayvanlarla iliskileri ile bizim beraber yasadigimiz hayvanlarla olan iliskimiz cok farkli. 
Mesela ingilizler bu hayvanlari kisirlastirmiyor, beslemiyor fakat surekli takip ve kontrol ediyor. 
Geyik nufusu fazla artarsa en yaslidan baslayarak bazi haynanlari kesip satiyorlar. 
Nufusu sabit tutmaya calisiyorlar. 
Bizim iliskimiz ise doneme gore degisiyor. 
Bir zamanlar belediyeler kedi kopekleri yakalayip olduruyordu. 
Sonra sehir disina atmaya basladilar. 
Bu gunlerde ise bazi belediyeler barinaklar yapip bu hayvanlari buralarda toplarken bazilari da sokaklarda muhafaza edip asi yapiyor ve kupe takiyor. 
Ama tum belediyeler hayvanlari kisirlastiriyor. 
Bircok hayvan dernegi ve gonulluler hayvanlari besliyorlar. 
Bir haftadir sabah hava aydinlanirken balkona cikip sokak kopeklerini izliyorum. 
Hayvanlar vahsi dogada oldugu gibi suruler olusturmus ve bolgeler belirleyerek sahiplenmisler. 
Hava aydinlanirken devriyeye cikiyorlar. 
Bolge savaslari yapiyorlar. 
Anladigim kadariyla gayet etkili strateji ve taktikleri de var. 
Bence sokak hayvanlari konusu ulke capinda ele alinip tartisilmali. 
Hayvanlardan insanlara gecen viruslerin ne kadar buyuk krizlere sebep olabilecegini yasayarak ogrendigimiz bu gunlerde konu tum yonleri ile ele alinip ortak bir kara verilmeli. 
Hayvanlarla insanlar arasindaki iliskileri duzenleyen yasalar yapilmali.

Mahallede Köpek Savaşları

Bizim mahallede bir kopek yavruladi. 
Kisirlastirma basarili olmamis herhalde. 
Kişın ortasinda yavruladigindan mahalleden biri külübe yapti iki tane. 
Mahalleli de yemek birakti surekli olarak. 
Bence bu iste bir sorun var. 
Bazen mahallede 20 civarina cikiyor kopek sayisi. 
Butun gece yukari mahalleden gelen cete ile kavga ediyorlar. 
Kavgalar cok acimasiz geciyor. 
Ust mahallenin surusu yine geldi 2 gun once. 
Bizim mahalledeki suru bildigin askeri usullerle yaklasti. 
Onde dort kopekten olusan uç vardi. 
Yukari mahallenin kopekleri de benzer bir duzen almisti. 
Bizim uctaki 4 kopek yukari mahallenin surusunden bir kopegin uzerine cullanip yakaladi. 
Yukari mahallenin kopekleri onu kurtarmak icin hamle yapinca arkadaki kopekler hucuma gecip onlari geri pusturttu. 
Uctaki 4 kopek yakaladiklari yukari mahalleden bir kopegi sokak arasina surukledi. 
Havlamalardan katliam yaptiklari anlasiliyordu ama ben goremiyordum. 
Bir sure sonra sesler kesildi. 
Dort kopek gorundu. 
Surunun yanina geldiler agir agri. 
Bir sure sonra da surukledikleri kopek ortaya cikti. 
Ayagi sekiyor ve adeta surunerek yuruyordu. 
Yol lambasinin isigindan her yerinin kan icinde oldugunu gordum. 
Agir agir yuruyerek kendi surusunun yanina gitti. 
Suru onu alip mahalleden uzaklasti. 
Hayvanlar gayet planli savasiyorlar. 
Bunlar ac kalirsa insanlara da saldirirlar. 
Nitekim gecen yaz bir kiz cocuguna saldirdiklarini gordum. 
Apartmandan bir adamla beraber kosup bagirip cagirarak cocugu kurtardik. 
Tamam hayvanlari ben de seviyorum. 
Zaman zaman yemek de veriyorum. 
Ama bu isin bazi riskleri oldugu da ortada. 
Bu konu tartisilip insani bir cozum yolu bulunsa iyi olur.

27 Aralık 2017 Çarşamba

Tımarhanede yaşıyorum.



Bazen, sanki tımarhanede yaşıyorum da bunun farkında değilim gibi hissediyorum.

Bu gün arabayla bir yere giderken radyodan dinlediğim bir reklam yine böyle hissetmeme sebep oldu.

Reklam bir bankanın reklamı.

Reklamda isim üzerinden insanlar yönlendirilerek bankanın halkın bankası ve hatta halkçı bir banka olduğu imajı yaratılmaya çalışılıyor.

Güzel bir reklam olabilirdi.

Eğer bu banka son yıllarda bazı devlet ve hükümet yetkilileri ile yaptığı milyar dolarlık yolsuzluk ve hukuksuzluktan şu anda Amerika'da yargılanan (pardon itirafçı olan) birinin işlerini gördüğü banka olarak çalışmasaydı.

Eğer bu bankanın bir görevlisinin evinde ayakkabı kutularında rüşvet paraları bulunmasaydı.

Ve eğer bu bankanın bir başka görevlisi yaptığı yolsuzluklardan dolayı şu anda ABD'de yargılanmasaydı.


Bu konu benim uzun süredir dikkatimi çekiyor.

Bu memlekette kim ne değilse kendisini o gibi göstermeye çalışıyor.

Kim neyse kendisini o değil gibi gösteriyor.

Hatta öyle olanların en büyük düşmanı gibi bile görünebiliyor.

Yolsuzlukların bankası kendisini halkın bankası olarak tanıtmaya çalışabiliyor.

Laikler ahlaksızdır diyen tarikat mensuplarının sadece ahlaksız değil aynı zamanda sapık oldukları ortaya çıkıyor.

Homoseksüeller hakkında söylemediğini bırakmayan ve hatta homoseksüel yürüyüşlerine saldıran tipler homoseksüel çıkıyor.

Delikanlı geçinen tipler nedense oğlan veya oğlancı çıkıyor.

Muhafazakarlığıyla öne çıkan bir partide önemli görevler üslenmiş biri bir erkek çocukla basılıyor.

Memleketin soyadı Türk olan en tanınan kişisi, Türk değil.

Hatta Türk düşmanı bir terör örgütünün borazanlığını yapıyor.

Bazı dindar Müslümanlar, bir bakıyorsun din değiştiriyor.

Herkese FETÖ'cü diyenler Fetö'den tutuklanabiliyor.

Yıllardır Fetö'nün dizi dibinden ayrılmayanlar şimdi herkese Fetö'cü diyor.


Bu konuyla ilgili olarak en çok kafayı yiyecek gibi olduğum bir olayı hala hatırlıyorum.

Bir zamanlar çok sık karşılaştığım biri vardı.

Bu şahıs neredeyse her adımında etraftan duyulacak şekilde besmele çeker ve her konuşmasına Allah izin verirse, Allaha şükürler olsun, Allah büyüktür gibi cümlelerle giriş yapardı.

Ben de bu kişinin çok dindar biri olduğunu düşünerek yanında dikkatli konuşurdum.

Sonra bir gün tesadüfen bir yerde rastladım.

Oturmuş kafayı çekiyordu.

Şaşırdım ve hemen yanına oturdum.

Biraz sohbet ettikten sonra bana ateist olduğunu söyledi.

Neden çok dindarmış gibi görünmeye çalıştığını sordum.

Ticaretle uğraştığını ve ticaret yaptığı kişilerin çok dindar olduğunu söyledi.

Onlara dindar görünmek için uzun süre böyle davranmış.

''Şimdi de ağzım öyle alıştı ki istemsiz olarak her yerde öyle konuşuyorum.'' dedi.


''Peki...'' dedim.

''Kişiliğine ve inancına bu kadar ters davrandığına göre  ne kadar kazanıyorsun?''

Adam mal varlığını ve aylık kazancını söyledi.

Duyduklarım karşısında çok şaşırdım.

Ve gayri ihtiyari olarak ''Maşallah!'' dedim.

Adam gülümsedi.

''Allah razı olsun. Allah size de versin inşallah. Daha iyileri sizin olsun inşallah. Daha fazla kazanç size nasip olsun inşallah.'' diye cevap verdi.

Hemen kalktım.

Gidip başka bir masaya oturdum.

Bu nasıl iştir anlayabilmiş değilim.

Anlayan varsa, anlatırsa sevinirim.

(Not: Bu bahsettiğim olay yeni değildir. 1990'lı yıllarda yaşanmıştır.)

Saygılar sunarım.

M.Ç.
27.12.2017.

16 Aralık 2017 Cumartesi

1. Dünya Savaşı'nda Arap İhanetinin İçyüzü.

Bu gün bir kitap okurken kitapta verilen bir bilgiyi, son günlerde Araplar 1. Dünya Savaşı sırasında bizi arkadan vurdu diyenlerle hayır vurmadı diyenler arasında sanal alemde yapılan tartışmalarla ilgili olduğu için Facebook'ta paylaştım.

Bu yazıyı aşağıda veriyorum.

''İtilaf Devletlerinin ezilen milletlere verdikleri sözlere sadakatları sonucunda hiçbir ırk Araplar kadar karlı çıkmış değildir. 

Araplar; Irak, Arabistan, Suriye ve Ürdün'de şimdiden bağımsızlıklarını kazanmışlardır.

Arapların çoğunun savaş boyunca Türkler tarafında çarpıştığı da unutulmamalıdır. 

Özellikle Filistinli Araplar Türk hakimiyeti için çarpışmışlardır.'' 

Lloyd George, 1919. (Kaynak: David Fromkin, Barışa Son Veren Barış, Epsilon Yayınları, s.355.)

Bu paylaşımın ardından özelden ve paylaşımın altına yorum yazarak bazı meslektaşlarım tarafından yorumlar yapıldı. 

Bunlardan biri papağan gibi aynı ''arkadan vurma''safsatalarını tekrar etmeyip, gerçekleri, hem de İngilizlerin ağzından olanını göz önüne serdiğin için eleştiri bile alabilirsin şeklindeydi. 

Ben de bunun üzerine, paylaşımdaki maksadın yanlış anlaşıldığını düşünerek konu hakkındaki görüşlerimi aynı paylaşımın altında yazdım.

Belki bir faydası olur düşüncesiyle bu görüşlerimi aşağıda bilginize sunuyorum.

''Ben Arapları savunmuyorum. 

Yanlış anlaşılmasın. 

Evet Arapların bir kısmı Şerif Hüseyin ve oğulları arkasından giderek İngilizlerle birlik olup Türk ordusunu arkadan vurdu.

Yaptıkları işkence ve cinayetler her türlü tarifin ötesindeydi.
İnönü dahil o bölgedeki muharebelere katılanlar 1917'yılından itibaren Arap saldırılarının Türk ordusunu çok fazla yıprattığını, bu durumun Suriye'de genel bir Osmanlı aleyhtarlığını güçlendirdiğini yazmaktadır. 

Yukarıdaki ifadede de İngilizlerin Araplarla olan ilişkisi açıkça görülmektedir. 

Ama o dönemde Araplar aynen bu gün olduğu gibi birçok gruba bölünmüş ve aralarında fikir birliği yoktu. 

Bir grup Şerif Hüseyin'in arkasındaki feodal, kabileci ve bir nevi ırkçı Araptan oluşuyordu. 
Bunlar ihanetin en uç noktasındaydılar. 

Suudiler de Osmanlı aleyhtarıydılar. 

Dini bir tarikat yapısında olan bu grup (bir nevi şimdiki fetöcüler gibiydiler) Şerif Hüseyin ile iktidar mücadelesi yapmakla birlikte İngiliz desteğini de arıyordu. 

Ama İngilizlerin yazdığı senaryoda baş rolde Şerif Hüseyin'in oğullarından en gösterişlisi olan Faysal vardı. 

Öte yandan daha savaş öncesinde Suriye'de milliyetçi akımlar çok güçlüydü. 

Birçok dernek ve örgüt vardı. 

Bunlar Arap milliyetçisi ve ayrılıkçıydılar. 

Ama Cemal Paşa bu hareketi büyük ölçüde akamete uğrattı. 

Bir de ilkel Arap aşiretleri var. 

Bunlar ise yağmacı ve çapulculuklarıyla kendilerini göstermişlerdi. 

İngiliz yenilince ona saldırıp soygun yapıyor, Osmanlı geri çekilince de Osmanlı'ya saldırıp soygun yapıyordu. 

Mesela Kanal Harekatlarına bu bedevi aşiretlerinden katılan çok sayıda silahlı aşiret mensubu var.

Ama Osmanlı çekilirken yağma yapan aşiretler de var.

En çok Türk kanı akıtan ve cinayetler işleyenler Faysal'ın adamları ile bu aşiretlerdi. 

Ama öte yandan son ana kadar ve hatta Milli Mücadele zamanında bile bizimle birlikte olan Araplar da vardı. 

Onların da hakkını yememek lazım. 

Araplar haindir veya Araplar din kardeşimizdir diye başlayan her türlü cümle daha başlangıçtan sakattır. 

Çünkü her Arap ihanet etmediği gibi din kardeşi olmamız da önemli bir miktarda Arap'ın Hristiyanlarla bir olup bizi arkadan vurmasına engel olmamıştır. 

Bu sebeple bu gün Türkiye'nin bölge politikası bu tür söylemlere göre değil salt milli çıkarlarımıza göre oluşturulmalıdır.

Saygılar sunarım.
Mehmet Çanlı
16.12.2017.

15 Aralık 2017 Cuma

Değişim nereden başlamalı?


Eski defterleri karıştırırken (mecazi anlamda değil, gerçekten eskiden kalan ve kumpas sürecinde geceleri ev baskınları yapan FETÖ savcı ve polislerine malzeme vermemek için ne var ne yok yakarken her nasıl olduysa bulup imha edemediğim) 1999-2000 yıllarında kaydettiğim bir not ilgimi çekti.

''Biraz dinleyebilir misiniz?'' başlıklı bir önceki yazımda kimsenin kimseyi dinlemediğini yazmıştım.

Bu not ise kimseyi değiştirmeye çalışmamak gerektiği ile ilgili.

Çok beğendiğim için burada paylaşıyorum.

Umarım sizin de hoşunuza gider.

En önemlisi de...

Umarın bir faydası olur.


Benim de bazı resmi törenler ve Londra'ya gelen misafirleri gezdirmek için içine girdiğim, ayrıca hemen hemen her gün önünden geçtiğim Londra/İngiltere'deki Westminster Katedrali'nin bodrumunda bir Hristiyan din adamının mezar taşında şunlar yazılıymış:

''Ben genç ve düşlerim henüz sonsuzken, dünyayı değiştirmek isterdim.

Biraz yaşlanıp aklım başına gelince dünyanın değişmeyeceğini anladım.

Bunun üzerine düşlerimi biraz kısıtlamaya karar verdim.

Böylece ülkeyi değiştirmeye karar verdim.

Ama iyice yaşlanınca anladım ki onun da değişeceği filan yoktu.

Bunun üzerine çevremi ve ailemi değiştirmeye karar verdim.

Fakat gördüm ki onların da değişmesi mümkün değildi.

Ölüm döşeğinde yatarken birden aklım başıma geldi.

Eğer önce kendimi değiştirseydim muhtemelen her şeyi değiştirebilirdim.

Ben değişince ailem ve çevrem de değişebilirdi.

Bundan aldığım cesaret ve güçle, ve tabii ki onların da yardımıyla ülkeyi değiştirebilirdim.

Eğer ülkeyi değiştirebilseydim, kim bilir, belki dünyayı da değiştirebilirdim.''

Bu adam gibi ölüm döşeğine düşmeden önce aklımızı başımıza alsak mı acaba?

Yani....

Hiç kimseyi değiştirmeye çalışmadan....

Ve hiç kimseyi değişmeye zorlamadan....

Kendimizi değiştirmeye.....

Daha iyi bir insan olmaya...

Daha hoşgörülü ve makul biri olmaya...

Çalışsak mı?....

Hem başarı ihtimali daha yüksek...

Hem de daha kolay bir yöntem değil mi bu?

Saygılar sunarım.

M.Ç.
14.12.2017.



13 Aralık 2017 Çarşamba

Biraz dinleyebilir misiniz?



Son yıllarda ve özellikle de son günlerde Türkiye'de tüm siyasi, kültürel, dini vb. grupların kronikleşmiş bir hale gelen bir hastalığı var.
Bu durum sıradan insanlarda da oldukça yaygın.
Hastalık herkesin sürekli konuşması.
Ama dinlememesi.
Sanırım bu durum biraz, AKP'nin iktidara geldiği günden itibaren tüm basın ve yayın organlarını tedrici bir şekilde ele geçirerek sonunda ülkede neredeyse tek sesli bir basın oluşturmasından da kaynaklanıyor.
Bu durum hükumetin kamuoyunu istediği zaman istediği şeye inandırması ve istediği zaman esas problemlerden, yani hükumetin başına bela olacak problemlerden başka yere yönlendirmesi için oldukça kullanışlı olduğundan hükümet bu durumdan memnun.
Ama anlayamadığım şey kendisini hükumete muhalif olarak lanse eden partilerin ve değişik çevrelerin de aynı şekilde dinlemeden, anlamadan tek yönlü vaazlar şeklinde konuşması.
Durum böyle olunca girdiğimiz kısır döngüden bir türlü çıkamıyoruz.
Bunun en son örneği de bu günlerde yaşanıyor.

Zarrab davası ve CHP'nin açıkladığı belgeler tam hükumeti zor duruma sokmaya başlamıştı ki hemen Amerika'daki bir manyağın abuk subuk bir açıklamasına sarılan hükümet gündemi değiştiriverdi.
Şimdi toplumun büyük bir kısmı Zarrab davasını ve Man Adası olayını bir yana bırakıp Kudüs olayına odaklandı.
Bunlar muhalefetin ve bazı gazetecilerin Zarrab ve yolsuzlukla ilgili söylemlerini dinlemiyor.
Muhalefet te bu konuda kendi kendine konuşmak zorunda kalıyor.
Ama onlar da hükümet çevrelerini dinlemiyor.
Böylece iktidarıyla muhalefetiyle toplum belli sloganlar arkasında telef ediliyor.
Bence toplum uzun süredir salak yerine konuluyor.
Daha da ötesi, salaklaştırılmaya çalışılıyor.
Kurulmuş saat gibi işaret gelince hemen zil çalmaya başlıyor insanlar.
Düşünmek yok.
Değerlendirmek yok.
Yorum yapmak yok.

Çünkü kimse kimseyi dinlemiyor.
Dinlemeyen insan da anlayamaz.
Anlamayan insan ise düşünemez.
Düşünemeyen insan da değerlendiremez.
Sadece kendisine dikte edilenleri söyler ve yapar.
Yorum yapamaz, çünkü yorum yapmak için farklı düşüncelerin de bilinmesi gerekir.
Ama kimse kimseyi dinlemediğinden herkes kendi grubundan söylenenlerden başka bir şey bilmez.
Bu sebeple yorum da yapamaz.
Böylece koyun sürülerindekine benzer bir refleks hakim olur topluma.
Nasıl ki koyun sürülerilerinde bazen , sürünün başındaki koyun uçuruma düşünce veya atlayınca bütün sürü de arkasından uçuruma atlıyorsa (Bu sanılandan daha çok rastlanan bir durumdur. Gençliğimde koyun gütmüş biri olarak iyi biliyorum.) toplumda şu anda oluşmuş ve neredeyse sürüleşmiş siyasi partiler ve diğer gruplar da lider veya lider grubunun arkasından uçuruma atlamaktan başka bir şey yapmıyor maalesef.
Bu sadece hükümet partisine has bir durum değil.
Diğer partilerde de, parti liderinin ani yol değiştirmesine parti mensuplarının ne kadar çabuk uyum sağlayıp dün söylediklerinin tam tersini bu gün inançla savunduklarını görüyorsunuz.
Ülkenin büyük bir kısmı sanki derin bir hipnoz halinde yaşıyor.
Bir parmak şıklatmayla herkes her şeyi yapıyor.

Ülkenin kurtulması için insanlarımızın bu hipnozdan uyanması ve bu durumdan kurtulması gerekiyor.
Bunun için de önce dinlemeyi öğrenmek gerekiyor.
Ama masal dinler gibi değil.
Anlamak için dinlemek gerekiyor.
Ve açık fikirlilikle dinlemek gerekiyor.
Eğer bunu yapabilirsek zamanla her sorunu çözeriz.
Bunu yapıp yapamayacağımıza dair örnek mi istiyorsunuz?
Hemen bir örnek vereyim.
1919 yılında Osmanlı İmparatorluğu yıkılmak üzereydi.
Ülke paylaşılmış ve içerde de bölünmeler yaşanıyordu.
Çoğu insan padişahın peşine takılmış gidiyordu.
Padişah Damat Ferit'in peşine, o da İngilizlerin peşine takılmıştı.
İngilizlerin bizi nereye götürdüğü de malum.
Aynı koyun sürüsü pisikolojisi hakimdi ülkeye.
Ama bir kişi, daha doğrusu bir kişiyi lider kabul eden bazı insanlar çıktı ortaya.
Ve imkansız görünen şeyi yaptı.
Ülkeyi kurtardı ve yeni bir devlet kurdu.
Kurtuluş Savaşı'nı herkes biliyordur.
Atatürk'ü de bilmeyen yoktur sanırım.
Ama çoğu insan onun başarısının sebebini tam olarak bilmez.
Herkesin bir fikri vardır belki.
Ama bu fikirler, bu başarısının sebebinin ne olduğuyla ilgili kendi açıklamalarıyla pek uyuşmaz nedense.
Onun resimlerine bakanlar da dikkat etmez ne yaptığına.
Atatürk'ün insanlarla ve özellikle sıradan insanlarla konuşurken çekilmiş resimlerine bir bakın isterseniz.

O resimlerde de göreceğiniz gibi insanları çok dikkatle dinlediğini anlayacaksınız.
Öyle kulağıyla filan değil.
Beyniyle de değil sadece.
Tüm varlığıyla karşısındaki insanları dinlediğini fark edeceksiniz.
Nitekim bunu kendisi de açıkça ifade etmektedir.
Örneğin Profesör Pittard'ın eşi, roman ve tarihi kitap yazarı Noelle Royer bir gün Atatürk'e bütün hedeflerine başarıyla ulaşmasının sırrını sormuş.
Atatürk şu cevabı vermiş:
''İnsanları dikkatle dinlerim. Durur, durur tekrar dinlerim.''
Sonra sanki o insanları dinlediği anlar gözünde canlanmış gibi bir süre boşluğa bakıp tekrarlamış.
''Durur, durur dinlerim.''
Sonra da susup bu kadının söyleyeceklerini dinlemeye başlamış.
İşte başarısı ispat edilmiş bir yöntem.
Biraz dinleyelim.
Dinlediklerimizi anlamaya çalışalım.
Anladıklarımız hakkında biraz düşünelim.
Sonra bunları birbirleriyle kıyaslayalım ve değerlendirelim.
Ve en sonunda da buna göre hareket edelim.
Yoksa gidişimiz gidiş değil.
Çünkü yolumuz yol değil.

Saygılar sunarım.

M.Ç.
13.12.2017.



12 Aralık 2017 Salı

NATO'da Toplantı ve Tatbikatlar



(Bu yazıyı daha önce yayımlamıştım. Ancak nasıl olduysa yazı blogda bozulmuş. Blogu kontrol ederken yazının görünmediğini fark ettim. Onun için yeniden yayımlıyorum.) Son günlerde hem basında, hem siyaset dünyasında ve hem de sosyal medyada herkes NATO hakkında bir şeyler söylüyor. Çünkü Norveç'te oldukça can sıkıcı ve mutlaka hesabı sorulması gereken bir olay yaşandı. Madem konuyu bilen veya bilmeyen herkes birşeyler söylüyor, ben de burada bildiğim bazı şeylerden bahsedeyim dedim.

Öncelikle şunu söyleyeyim: Ben NATO'da hiç çalışmadım. Ancak 2008-2010 yılları arasında Londra'da görev yaparken, Londra'nın hemen dışındaki Nato üssü ile Londra'ya araba ile iki saat mesafede bulunan diğer NATO üslerine giderek bazı sosyal faaliyetlere, inceleme gezilerine ve toplantılara katıldım. Londra'ya yakın olan üste iki denizci Türk subayı görev yapıyordu. Bu subaylarla ailece de görüşüyorduk. Kuzey'deki üste ise bir karacı binbaşı bir yıl süreyle görev yaptı ama mesafe oldukça fazla olduğundan onunla ancak birkaç defa görüşebildim. Bu arada birçok yabancı subay ve sivil NATO çalışanıyla da sohbet etme imkanım oldu.

Öncelikle NATO'da çalışan subaylarla yaptığım görüşmeler ve sohbetlerde NATO hakkında söylediklerinden kısaca bahsedeyim. Türk ve yabancı subayların çoğunun, kendi aralarında eğlenmek için de olsa, NATO hakkında küçümseyici bazı söylemleri var. Örneğin NATO kelimesinin North Atlantic Treaty Organization (Kuzey Atlantik Antlaşması Organizasyonu, Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilatı veya Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü olarak tercüme edilebilir) olan açılımı hakkında bazı komik ve aynı zamanda küçümseyici açılımlar uyduruyorlar.

Bu uydurma açılımlardan aklımda kalanlardan biri ''No Action Talk Only'', yani ''Eylem Yok Sadece Konuş'' açılımıdır. Bununla, NATO ''hiçbir şey yapmayan ama sürekli konuşup duran bir örgüt'' demek istiyorlardı. Aklımda kalan diğer bir kısaltma ise ''North Atlantic Travel Organization'', yani ''Kuzey Atlantik Seyahat Organizasyonu'' dur. Bununla da NATO'nun, çalışanlarının sürekli olarak ülkeler ve kıtalar arasında seyahatler yaptığı ama işe yarar hiçbir şey yapmadığı bir örgüt olduğu ima ediliyordu.

Bu açılımlar, size manasız gelebilir ama Türk ve yabancı NATO çalışanı subaylar bu tür kısaltmalara kahkahalarla gülüyor ve gördüğüm kadarıyla NATO'yu bu şekilde küçümserken oldukça eğleniyorlardı.

Bu iki açılımın nereden çıktığını merak edip sohbet arasında bazı NATO çalışanlarına  sordum. Söylediklerine göre No Action Talk Only açılımı, NATO'nun sürekli olarak gerekli veya gereksiz bazı tatbikatlar yapması ama dünya üzerindeki (Bosna'da olduğu gibi) bir çok soruna ya müdahale etmemesi veya çok geç müdahale etmesini eleştirmek için uydurulmuş.

North Atlantic Travel Organization kısaltması ise NATO'nun sürekli olarak toplantılar yapması ve bu toplantılara hemen her yerdeki NATO üslerinden çalışanların katılmasından kaynaklanıyormuş. Örneğin Belçika/Mons'ta DAEŞ hakkında bir toplantı yapılınca bütün Avrupa'ya yayılmış NATO üslerinden ilgili şubelerde çalışanlar bu toplantıya katılıyormuş.

Bu sebeple NATO çalışanları sürekli olarak geziyorlarmış. Buna ben de şahidim, çünkü zaman zaman bizim NATO'da çalışan personeli bazı faaliyetlere iştirak etmeleri veya bir yerde bir şeyler yeyip sohbet etmek için davet ettiğimde çoğu zaman Londra ve hatta İngiltere dışında olduklarını söylüyorlardı. Herhangi bir toplantı veya iş sebebiyle çalıştıkları yere gittiğimde de yurt dışında oldukları için onları ofislerinde bulamadığım oluyordu.

Çalışanlar bu toplantıları; seyahatler sebebiyle günlük işlerine vakit ayıramadıkları ve aileleriyle pek ilgilenemedikleri gibi, hiçbir işe yaramayan bu toplantılarda NATO'nun parasının da çarçur edildiğini düşündükleri için eleştiriyorlardı. Çünkü her toplantıya katılan kişinin (kişinin diyorum çünkü NATO'da sadece subaylar değil çok sayıda sivil uzman da çalışıyor) yol ve konaklama masraflarını NATO karşılıyormuş. Bu sebeple NATO'nun mevcut bütçesinin önemli bir kısmı bu seyahatler için harcanıyormuş.

Londra'da bulunduğum süre içinde bu anlattığım ilişkiler dışında bazı NATO tatbikatlarına da katıldım. Bu tatbikatlar, Türkiye'de benzerlerine benim de katıldığım, bilgisayar üzerinden oynanan ve oğlumun şu sıralar internet üzerinden oynadığı savaş oyunlarına benziyordu. Savaş yeteneklerinden ziyade planlama ve karar verme yeteneklerini geliştirmeye yarayan sanal savaşlardı. Sadece  savaş sanal ortamda yapılmıyordu. Savaşa katılan ordular ve bu orduların bağlı olduğu devletler ile savaşın üzerinde yapıldığı coğrafya da bilgisayar üzerinde yaratılmış ve dünyada olmayan devlet, ordu ve arazi kesimleriydi.

Ayrıca, Türkiye'den gelen üst rütbeli generalleri NATO üslerindeki toplantılara ve inceleme gezilerine de götürdüm. Fakat bunların hepsini burada yazmak hem çok uzun sürer,  hem de okuması sıkıcı olabilir. Onun için bunlardan daha sonra yazacağım yazılarda bahsedeceğim.

Buraya kadar yazdıklarımı okuyanlar, şimdi konuyu nereye bağlayacağımı merak ediyordur. Hiç dolandırmadan söyleyeyim. Bizde NATO bir bilinmez gizemli örgüt veya her şeyden sorumlu ve her şeyi kontrol eden bir şeytani yapı gibi abartılı bir kurum olarak algılanıyor. Son günlerde Atatürk ve Erdoğan'ın resim ve isimlerinin bir NATO tatbikatında olumsuz bir durumda kullanılması ile ilgili yazıların çoğu da bu psikoloji ile yazılıyor.

Bu yazılardan bazılarında oldukça mantıklı ve makul iddialar var. Bazı yazılar ise, NATO'nun ne olduğunu bilmeyen ve hatta hayatı boyunca herhangi bir NATO üssünün yanından bile geçmeyen kişilerce yazılan spekülatif şeyler gibi görünüyor. Bu sebeple, bu farklı şeyler söyleyen yazıları okuyan ve NATO hakkında hiçbir somut bilgisi olmayan halkımızın çoğunun kafası karışıyor.

Muhtemelen benim yukarıda yazdıklarımı okuduktan sonra da bazılarının kafası karışmıştır. Onun için burada kendi düşüncemi açık bir şekilde belirtmekte fayda görüyorum. Bence NATO, bazılarının abarttığı gibi her şeyden sorumlu şeytani bir örgüt değil, ama kimsenin kullanmadığı ve önemsenmeyecek bir organizasyon da değil. Diğer her örgüt ve organizasyon gibi NATO da sadece bir vasıtadan ibaret. Her vasıta gibi onun kime fayda kime zarar vereceği de onu kullananların yeteneklerine bağlı.


NATO'da her şey uzun vadeli planlanır ama birçok ulustan birçok farklı insanın çalıştığı böyle devasa bir organizasyonda her an bir manyak çıkıp ters bir şey de yapabilir. Muhtemelen böyle şeyler yapanlar bunun bedelini ağır öder ama yine de bunu göze alıp istediği bir şeyi yapan kişiler çıkabilir. Bu sebeple Norveç'te yaşananlar, bazılarının iddia ettiği gibi birilerinin mesaj vermek için organize ettiği bir faaliyet te olabilir ama sadece bir manyağın siyasi veya etnik motivasyonlarla yaptığı bir şey de olabilir.

Onun için, durum tam olarak aydınlanmadan spekülatif bir şekilde ortaya atılan birçok iddia gibi NATO'dan çıkalım söylemlerini de saçma buluyorum. Unutmamak lazım ki NATO, her şeyden önce şu andaki en büyük ve aynı zamanda en uzun ömürlü savunma örgütü. Ve en önemlisi de üyelerine soğuk savaş boyunca ve soğuk savaş sonrasında güvenlik sağlamayı başarmış oldukça başarılı bir örgüt. Zaten bu sebeple birçok ülke hala bu örgüte katılmak için çalışıyor.

Bu konuda yorum yapanlar ve bu yorumlardan etkilenecek olan karar vericiler bu perspektifi iyi kavrayarak hareket ederlerse bence hem ülkemiz hem de kendileri için daha hayırlı olur.

Saygılar sunarım.

Mehmet Çanlı
21.11.2017.