.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}
Tarih Yazıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tarih Yazıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Ağustos 2023 Çarşamba

Atatürk, en çok kimi beğenir, kimi takdir eder kime hayranlık duyardı?

 Konunun başlığı ile ilgili hususları daha önce başka kaynaklarda da okumuştum ama bugün Atatürk'ün 1921'den 1938'e kadar yakınında bulunmuş ve onun yurt gezilerine katılmış bir edebiyat öğretmeni ve gazeteci olan İsmail Habib Sevük'ün "Atatürk'le Beraber" isimli kitabında tekrar görünce bunu blog'ta yazmanın uygun olacağını düşündüm.

Atatürk'ün tarih boyunca yaşamış tüm insanlar arasında en hayran olduğu kişi peygamberimiz Hazreti Muhammed imiş. Onun peygamberliği yanında çok beğendiği ve hayran olduğu özelliği, o zamana kadar birbiriyle mücadele eden kabileler halinde yaşayan ve çok uzun süredir doğru dürüst bir devlet kuramamış olan Arapları bir araya getirerek yoktan bir devlet kurmasıymış. Onun bu devleti kurarken kullandığı yöntemler ve gösterdiği liderliğe hayranlığını sık sık dile getirirmiş.

Osmanlı padişahları arasında Fatih Sultan Mehmet'i çok beğendiği çeşitli kaynaklarda geçse de cihangirliğinden veya halifeliği Mısır'dan alıp Osmanlı hanedanına kazandırdığından olsa gerek en beğendiği ve saygıyla andığı padişah Yavuz Sultan Selim imiş. 3 Mart 1924 tarihinde halifeliğin kaldırılması ile ilgili kanun mecliste görüşülürken yaptığı konuşmada ondan Hazreti Yavuz diye bahsetmiş.

Büyük komutanlar arasında ise en çok Timur'u takdir edermiş. Kendisini Timur'a benzeten veya Timur'dan üstün göstermeye çalışanlara hep karşı çıkarmış. "O sizin yerinizde olsa , yaptıklarınızı yapabilir miydi?" diye soranlara ise daima; "Bunu bilemem, ama ben onun yerinde olsaydım, yaptıklarını yapamazdım." diye cevap verirmiş.

14 Ağustos 2023 Pazartesi

Atatürk'ün en hoşlanmadığı şeyler nelerdir?

 Atatürk ile uzun süre beraber olan, onun gezilerine katılan, meclisinde bulunan kişilerin hemen hepsinin söylediği gibi Atatürk, riyakar ve yağcı insanlardan hiç hoşlanmazmış. Böyle insanları zaman zaman azarladığı olurmuş. En çok kızdığı yağcılık ise kendisine herkesten üstün olağanüstü bir kişi olduğunu söylenmesiymiş.

Örneğin, 1923 yılında Mersin ziyaretinde, bu şehirden milletvekili seçilmiş ve mecliste Atatürk'ün en sıkı muhaliflerinden olan biri Atatürk nereye gitse hemen orada bitiyormuş. Atatürk yanındakilere, bu adamın kendisinin en büyük muhaliflerinden olduğunu, buna hiçbir itirazı olmadığını, ama halkın huzurunda iken her yerde yanına yanaşıp aynı resim karesine girmesinden rahatsız olduğunu, çünkü seçim bölgesindeki halka Atatürk'ün çok yakını imajı vererek riyakarlık yaptığını, bu sebeple adamı hiç sevmediğini söylemiş.

Ayrıca, bu adamı bir şekilde meşgul edip yanına yaklaşmasını engellemelerini istemiş. Ancak adam bir yolunu bulup yeniden Atatürk'ün yanına yaklaşmış. Bunun üzerine Atatürk adamı; "Seni buraya teşrifat memuru mu yaptılar be adam? Çekil, git!" diye azarlamış.

Aynı gezide yenilen bir yemekte belediye başkanı yemekleri bizzat getirip servis etmeye çalışınca bunu yağcılık olarak değerlendiren Atatürk; "Belediye reisleri hizmetkarlık yapmaz. Lütfen yerinize buyurunuz!" diye kendisini uyarmış. Millet bahçesinde kendisi ve eşi için tahtı andırır bir yer yapıp iki yaldızlı koltuk koyulduğunu görünce de kızmış. "Bu ne maskaralık!" diyerek diğerlerinin oturduğu iki sandalye alıp birine kendi oturmuş diğerini de eşine vermiş.

Bu gezi sırasında kendisini aşırı öven konuşmalar yapıldığı için konuşma yapılmasına izin vermemeye başlamış. Bu durum canını sıkmış. Fakat ısrarlı ricalar üzerine Türk Ocağı başkanı Doktor Reşit Galip'e konuşma yapma izni vermiş. Başkan konuşmasının sonunda "Senin asıl büyüklüğün, bütün o büyüklüklerine rağmen milletin bir ferdiyim diye övünmendir." deyince Atatürk'ün yüzü gülmeye başlamış. 

Atatürk, her zaman milletin bir ferdi olduğunu, kurtuluş savaşının milletin eseri olduğunu, kendisinin buna milletin bir ferdi olarak katkı sağladığını söylermiş. Atatürk ayrıca, Kurtuluş Savaşı'nda en büyük payın çiftçiler olduğunu söylermiş. Mersindeki bir toplantıda da "Eğer bu millet çiftçi olmasaydı, biz bu davayı başaramazdık." demiştir. Yani "Çiftçi milletin efendisidir." sözünü laf olsun diye değil, buna inandığı için söylemiştir.

Atatürk'ü Örnek Alan Liderler: Amanullah Han, Şah Rıza Pehlevi ve Adolf Hitler.

İsmail Habip Sevük, 1922-1939 yılları arasında Atatürk ile birlikte katıldığı gezilerdeki hatıralarını, çeşitli gazetelerde birçok makale halinde yazmıştır. 1939'da Atatürk öldükten sonra, bu yazılarını bir araya toplayarak "Atatürk İçin" isminde bir kitap halinde yayımlamıştır.

Bu kitap, dili sadeleştirilerek "Atatürk'le beraber" ismiyle Lütfü Tınç tarafından yeniden düzenlenmiş ve 2008 yılında Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yeniden yayınlanmıştır. Kitap oldukça ilgi görmüş olmalı ki 2021 yılında yedinci baskısını yapmıştır. 

Yedinci baskısını okurken daha kitabın başlarında bir konu dikkatimi çekti. Biz, Atatürk'ün önderliğinde gerçekleştirilen Milli Mücadele'nin sömürge olmaktan kurtulmak maksadıyla harekete geçen birçok ulus için örnek olduğunu değişik kaynaklardan biliyoruz. 

Kuzey Afrika başta olmak üzere dünyanın değişik bölgelerindeki birçok yerde bağımsızlık mücadelesine girişen liderlerin onun başarılarından cesaret alarak harekete geçtiği ve onun yolunu takip ettiği birçok yerde yazılıp çizilmiştir. Sadece bağımsızlık mücadelesi değil yaptığı devrimler de başta İslam ülkeleri olmak üzere birçok ülke tarafından örnek alınmıştır. 

Daha sonra bir darbeyle iktidardan düşünce Ankara'ya gelen Afganistan Kralı Emanullah Han ve Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara'ya gelerek Atatürk ile görüşmeler yapan İran Şahı Rıza Pehlevi, onu örnek alarak ülkelerinde reformlar yapmaya çalışanların en bilinenleridir. 

Bu kişiler, onun kadar başarılı olamasalar da reformlarında Atatürk'ü örnek aldıklarını kamuoyundan da gizlememişlerdir. Örneğin İran Şahı, Ankara'ya Atatürk'ü ziyarete giderken gazetecilere "Ustamızı görmeye gidiyorum." demiştir.

Ancak, 1. Dünya Savaşı'ndan bizim gibi mağlup olarak çıkmış ve ağır koşulları olan bir barış anlaşması imzalamak zorunda kalmış bir Avrupa ülkesinde de Atatürk'ün başarılarından etkilenen kişiler olduğunu bilmiyordum. İsmail Habip Sevük'ün kitabını okurken böyle bir ülke olduğundan bahsediliyor.

Yazarın belirttiğine göre, Atatürk'ün İtilaf Devletleri ile mücadele ederek Türkiye'ye dayatılmak istenen Sevr Antlaşması'nı tarihin çöplüğüne atmasından etkilenenlerden biri de Hitler'dir. Siirt milletvekili Mahmut Soydan, 1933 yılında Berlin'i ziyaret ettiğinde başbakan Hitler ile de görüşmüştür. 

Bu görüşmede Hitler, "Yaptığım işe başlarken ve bunda başarılı olacağıma inanırken hep sizin şefinizin mücadelesini örnek aldım." demiş. İsmail Habib Sevük'ün belirttiğine göre Hitler, 1939 yılında Atatürk öldükten sonra bu sözünü çeşitli ülkelerin gazetecileri ile görüşürken tekrar etmiş ve şöyle demiş: "Ben kendime Atatürk'ü örnek aldım. Çünkü Atatürk dünya galiplerine ilk şahlanan, haksızlığı ilk tepeleyip hakkı ilk muzaffer edendir."

Gerçi Hitler, Atatürk'ü tam anlayamamıştır. "Yurtta sulh, cihanda sulh." diyen, "Savaş zorunlu olmadıkça bir cinayettir." diyen ve devletin başına geçtikten ölümüne kadar daima barışçı politikalar takip eden Atatürk'ün aksine tüm dünyayı savaşa sürüklemiştir. 

Ayrıca Hitler, "Ne mutlu Türk'üm diyene!" ve "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir." diyerek ırkçılıktan uzak sübjektif milliyetçiliği savunan Atatürk'ün aksine, ırkçılığı ideolojisinin temeli yapmıştır. 


16 Aralık 2017 Cumartesi

1. Dünya Savaşı'nda Arap İhanetinin İçyüzü.

Bu gün bir kitap okurken kitapta verilen bir bilgiyi, son günlerde Araplar 1. Dünya Savaşı sırasında bizi arkadan vurdu diyenlerle hayır vurmadı diyenler arasında sanal alemde yapılan tartışmalarla ilgili olduğu için Facebook'ta paylaştım.

Bu yazıyı aşağıda veriyorum.

''İtilaf Devletlerinin ezilen milletlere verdikleri sözlere sadakatları sonucunda hiçbir ırk Araplar kadar karlı çıkmış değildir. 

Araplar; Irak, Arabistan, Suriye ve Ürdün'de şimdiden bağımsızlıklarını kazanmışlardır.

Arapların çoğunun savaş boyunca Türkler tarafında çarpıştığı da unutulmamalıdır. 

Özellikle Filistinli Araplar Türk hakimiyeti için çarpışmışlardır.'' 

Lloyd George, 1919. (Kaynak: David Fromkin, Barışa Son Veren Barış, Epsilon Yayınları, s.355.)

Bu paylaşımın ardından özelden ve paylaşımın altına yorum yazarak bazı meslektaşlarım tarafından yorumlar yapıldı. 

Bunlardan biri papağan gibi aynı ''arkadan vurma''safsatalarını tekrar etmeyip, gerçekleri, hem de İngilizlerin ağzından olanını göz önüne serdiğin için eleştiri bile alabilirsin şeklindeydi. 

Ben de bunun üzerine, paylaşımdaki maksadın yanlış anlaşıldığını düşünerek konu hakkındaki görüşlerimi aynı paylaşımın altında yazdım.

Belki bir faydası olur düşüncesiyle bu görüşlerimi aşağıda bilginize sunuyorum.

''Ben Arapları savunmuyorum. 

Yanlış anlaşılmasın. 

Evet Arapların bir kısmı Şerif Hüseyin ve oğulları arkasından giderek İngilizlerle birlik olup Türk ordusunu arkadan vurdu.

Yaptıkları işkence ve cinayetler her türlü tarifin ötesindeydi.
İnönü dahil o bölgedeki muharebelere katılanlar 1917'yılından itibaren Arap saldırılarının Türk ordusunu çok fazla yıprattığını, bu durumun Suriye'de genel bir Osmanlı aleyhtarlığını güçlendirdiğini yazmaktadır. 

Yukarıdaki ifadede de İngilizlerin Araplarla olan ilişkisi açıkça görülmektedir. 

Ama o dönemde Araplar aynen bu gün olduğu gibi birçok gruba bölünmüş ve aralarında fikir birliği yoktu. 

Bir grup Şerif Hüseyin'in arkasındaki feodal, kabileci ve bir nevi ırkçı Araptan oluşuyordu. 
Bunlar ihanetin en uç noktasındaydılar. 

Suudiler de Osmanlı aleyhtarıydılar. 

Dini bir tarikat yapısında olan bu grup (bir nevi şimdiki fetöcüler gibiydiler) Şerif Hüseyin ile iktidar mücadelesi yapmakla birlikte İngiliz desteğini de arıyordu. 

Ama İngilizlerin yazdığı senaryoda baş rolde Şerif Hüseyin'in oğullarından en gösterişlisi olan Faysal vardı. 

Öte yandan daha savaş öncesinde Suriye'de milliyetçi akımlar çok güçlüydü. 

Birçok dernek ve örgüt vardı. 

Bunlar Arap milliyetçisi ve ayrılıkçıydılar. 

Ama Cemal Paşa bu hareketi büyük ölçüde akamete uğrattı. 

Bir de ilkel Arap aşiretleri var. 

Bunlar ise yağmacı ve çapulculuklarıyla kendilerini göstermişlerdi. 

İngiliz yenilince ona saldırıp soygun yapıyor, Osmanlı geri çekilince de Osmanlı'ya saldırıp soygun yapıyordu. 

Mesela Kanal Harekatlarına bu bedevi aşiretlerinden katılan çok sayıda silahlı aşiret mensubu var.

Ama Osmanlı çekilirken yağma yapan aşiretler de var.

En çok Türk kanı akıtan ve cinayetler işleyenler Faysal'ın adamları ile bu aşiretlerdi. 

Ama öte yandan son ana kadar ve hatta Milli Mücadele zamanında bile bizimle birlikte olan Araplar da vardı. 

Onların da hakkını yememek lazım. 

Araplar haindir veya Araplar din kardeşimizdir diye başlayan her türlü cümle daha başlangıçtan sakattır. 

Çünkü her Arap ihanet etmediği gibi din kardeşi olmamız da önemli bir miktarda Arap'ın Hristiyanlarla bir olup bizi arkadan vurmasına engel olmamıştır. 

Bu sebeple bu gün Türkiye'nin bölge politikası bu tür söylemlere göre değil salt milli çıkarlarımıza göre oluşturulmalıdır.

Saygılar sunarım.
Mehmet Çanlı
16.12.2017.

29 Kasım 2017 Çarşamba

Isle of Man, namıdeğer Man Adası ve İngiltere'deki Türk Şehitlikleri..




   
2008-2010 yıllarında Londra’da görev yaptım. Bu gün CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yakın akrabalarının Isle of Man (Man Adası)'da 1 Sterlin’e bir şirket kurdukları ve bu şirkete milyonlarca dolar gönderdiklerine dair açıklamasını televizyondan izleyince hemen o günler aklıma geldi.

     Bu ada benim o zamanlar ilgilendiğim ve hakkında biraz araştırma yaptığım bir adaydı. Çünkü İngiltere’de bulunan üç Türk şehitliğinden biri de bu adada bulunuyordu. Birinci Dünya Savaşı sırasında çeşitli cephelerde savaşırken esir olmuş Osmanlı askerlerinden bir kısmı bu adaya getirilmiş ve bunlardan yedisi bu adada hayatını kaybetmiş.

   
Bu yedi Türk askeri burada vefat edince, esir kampının karşısındaki Patrick Kilisesi’nin bahçesine gömülmüşler. Bu şehitlikteki askerler karacı olduğu için buraya kara şehitliği diyorduk. Ben de Kara Askeri Ataşesi olduğum için bu şehitlikle yakından ilgileniyordum. Şimdiye kadar, adını her duyduğumda bana bu şehitleri hatırlatan adanın, bundan sonra bu yolsuzluk iddialarını da hatırlatacak olması çok üzücü.

     İkinci şehitlik Surrey eyaletinin Brookwood kentindeki çok büyük bir mezarlıktaydı. Bu şehitlikte 2. Dünya Savaşı sırasında İngiltere’ye pilotluk eğitimi için giden ve bazıları kaza sonucu uçağın düşmesiyle, bazıları ise Alman saldırıları sırasında silahsız uçaklarla eğitim uçuşu yaparken yakalanıp Almanlar tarafından uçaklarının düşürülmesiyle şehit olmuşlar. Bu pilotlarla beraber eğitim gören ve daha sonra Hava Kuvvetleri’nden ayrılarak dünyanın hemen her yerinde pilot olarak maceralı bir hayat yaşayan bir subayın anıları Londra Büyükelçiliği Kara Ataşesi kitaplığında vardı.


   
Bu kitabı okuduktan bir süre sonra bu kişi ile tanıştım. İlerlemiş yaşına rağmen hala çılgın bir adamdı.  Onun anlattığına göre önce pilot eğitimi için 1941 devresinden seçilen 20 teğmen İngiltere’ye gitmek için yola çıkmış fakat Almanlar bu gemiyi batırınca bütün pilotlar şehit olmuş. Bunun üzerine 1942’de seçilen yeni subaylar önce Kahire’ye, oradan Kuzey Afrika üzerinden Atlantik’e ve oradan da İngiltere’ye gitmişler. Bundan sonraki yıllarda da bu eğitimler devam etmiş ve toplamda 300 pilot eğitim almış. Bunların 11’i şehit olmuş. Tren ve bisiklet kazasında ölenlerle birlikte toplam zayiat 14 kişiymiş.

     Biz her yıl bu şehitlikte 18 Mart günü tören yapıyor ve değişik sebeplerle bölgeye gittiğimizde de şehitliği ziyaret ediyorduk.  Bu şehitlikte havacı subaylar çoğunlukta olduğundan buraya hava şehitliği diyorduk. Bu şehitlikte, hakkında bilgi bulamadığım ve sanırım Osmanlı zamanından kalma bir karacı yüzbaşının da mezarı vardı. Galiba bu şehitliğin bulunduğu mezarlıkta başka bir bölümdeymiş ama şehitlik yapılınca buraya taşınmış. Zaten bu mezar, diğer mezarlarla aynı hizada değil şehitliğin bir köşesindeydi. Bu şehitlikte ayrıca 1959’da Adnan Menderes'in de içinde olduğu ve iniş esnasında düşen THY uçağında şehit olan Türk havacıları için de bir kitabe vardı.


   
Diğer bir şehitlik ise Britanya Adası’nın güneyinde, deniz kenarında güzel bir şehir olan Portsmouth’taydı.  Buradaki şehitlerin tamamı denizci olduğu için biz bu şehitliğe deniz şehitliği diyorduk. Bu şehitle Osmanlı devrinde eğitim için İngiltere'ye giden Mir'at-ı Zafer ve Sirağ-ı Bahr-i Birik isimli iki gemimizin personeliymiş. Bu şehitlerin tamamı salgın bir hastalık sebebiyle ölmüş ve buraya defnedilmişler. Yıl 1850-1851.  Burada da 22 şehidin mezarı bulunmaktadır.

     Saygılar sunarım.

     Mehmet Çanlı

     28.11.2017.


3 Kasım 2017 Cuma

Türk Yunan İlişkilerinin Tarihsel Gelişimi (1929-1939)




1929 ekonomik buhranı dünya siyasetinde çok önemli bazı olumsuz gelişmelere sebep oldu. Çünkü kendi kendine yeterlilik eğilimleri ve yürütme gücü artmış milliyetçilik akımları her yerde güçlendi. Otoriter rejimler saygınlık kazanırken, demokratik rejimler zayıfladı. Statükonun değişmesinden yana olan ülkeler otoriter rejimlere geçtiler. Bunun sonucunda anti revizyonist ülkelerle revizyonist ülkeler arasında çelişki gittikçe arttı.
1’nci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan ve büyük toprak kayıplarına uğrayan ülkelerden biri olan Bulgaristan, revizyonist politikalar uygulamaya ve Yunanistan’dan toprak talebinde bulunmaya başladı. Bu durum; İtalyan ve Bulgar tehdidini hisseden Romanya, Yunanistan, Yugoslavya ve Türkiye’yi birbirine yaklaştırdı.
Uluslararası Barış Bürosunun 6-10 Ekim 1929’da Atina’da düzenlediği Evrensel Barış Kongresi’nde gelişmelerden tedirginlik duyan anti revizyonist Yunanistan’ın eski başbakanlarından Papanastasiu bir Balkan birliği kurulması görüşünü ortaya attı. İlgi ile karşılanan bu görüş üzerine 5 Ekim 1930’da Atina’da; Yunanistan, Türkiye, Bulgaristan, Yugoslavya, Romanya ve Arnavutluk’un resmî olmayan temsilcileri arasında ilk Balkan Konferansı toplandı. Konferansta Balkan ülkeleri arasında siyasal, ekonomik, teknik ve kültürel işbirliği konuları ele alındı.
Hem İtalya, hem de Bulgaristan tehdidini hisseden ve Balkan Savaşları ile 1’nci Dünya Savaşı’ndan en fazla toprak kazancıyla çıkan Yunanistan bu revizyonist tehditten en fazla tedirgin olan ülke konumundaydı. Bu sebeple Türkiye ile ilişkilerini düzeltme yoluna gitti ve 10 Haziran 1930 tarihinde Ahali Mübadele Antlaşması’na imza koydu. Bu önemli uzlaşmalığın giderilmesinden sonra, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkiler hızla düzelmeye başlamıştır.
Bunun üzerine, Yunan Başbakanı Elefteros K. Venizelos 27 Ekim – 1 Kasım 1930 tarihleri arasında Ankara’yı ziyaret etti. Görüşmelerde 10 Haziran 1930 tarihli antlaşma dikkate alınarak Türk-Yunan dostluğu ve ortak çalışma esasları taraflarca kabul edildi. Ziyaret sırasında 30 Ekim 1930’da Ankara’da ‘’Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaşma ve Hakem Antlaşması’’ imzalandı. Antlaşmaya bir de ‘’Deniz Kuvvetlerinin Sınırlandırılmasına İlişkin Protokol’’ eklendi. Antlaşmaya göre taraflar birbirlerine karşı yöneltilmiş siyasî ve ekonomik antlaşmalara katılmamayı, taraflardan biri saldırıya uğrarsa diğerinin tarafsız kalması ve uyuşmazlıkların diplomasi yoluyla çözülmesi gibi konularda mutabakat sağlandı. Ekli protokolde ise deniz silâhları için harcamaların önlenmesi ve deniz kuvvetlerinin sınırlandırılması prensipleri açıklandı. Türk-Yunan dostluğunun temel taşını teşkil eden bu belgeler gelecekteki Balkan Paktı’nın çekirdeğini oluşturmuştur.
Gelişmelerden rahatsız olan Atatürk, seçim dolayısıyla 26 Mayıs 1931’de ulusa hitap eden beyannamede “Yurtta sulh, cihanda sulh” için çalıştığını ifade etti.
İlki Atina’da yapılan Balkan Konferansı’nın ikincisi Ekim 1931’de İstanbul’da, üçüncüsü Ekim 1932’de Bükreş’te dördüncüsü de Kasım 1933’te Selanik’te yapıldı. Toplantılar resmî temsilcilerden oluşmadığı için kesin sonuç alınamadı. Bu arada Bulgaristan, ileride Yugoslavya, Yunanistan ve Romanya’dan toprak talebine yol açabilecek azınlık konuları üzerinde durunca ve İtalya’nın etkisinde kalan Arnavutluk Bulgaristan’ı izleyince Balkan Konferansı’nı sürdürmenin yararlı olamayacağı anlaşıldı.
Ocak 1933 tarihinde iktidara gelen ve 23 Mart 1933 tarihinde çıkardığı kanunla Almanya’nın yönetimini tek başına ele geçirerek diktatörlüğünü kuran Adolf Hitler, Avrupa’da güvenlik endişelerinin daha da artmasına sebep oldu. NAZİ Partisi ideolojisinin Hayat Alanı iddiası içinde bulunan Balkan devletlerinin endişeleri daha da arttı.
Türkiye yeni gelişen tehlikeye karşı sınırlarının güvenliğini artırmak için ittifak arayışlarını artırdı. Balkanlarda ittifak kurmak için en öncelikli ülkenin Yunanistan olduğu değerlendiriliyordu. Çünkü; Balkanlarda sınırımız olan iki ülke bulunuyor, bunlardan Bulgaristan revizyonist politikalar izliyor ve Yunanistan’da bu politikaların birinci hedefini teşkil ediyordu. Bu sebeple Türkiye ilk olarak Yunanistan ile işbirliğinin yollarını aramaya başladı. Aynı şekilde Yunanistan da bir güven sorunu yaşadığından Türkiye ile yakınlaşma çabası içerisindeydi.
Dostluk ve Hakemlik Antlaşması’ndan sonra Yunanlılar daha ileri giderek Balkanlar’da barış ve güvenliği sağlamak için Türkiye ile yeni bir antlaşmaya ihtiyaç duydular. Nitekim bu amaçla Türkiye ile Yunanistan arasında ‘’Samimi Antlaşma Misakı’’ 14 Eylül 1933’te Ankara’da imzalandı. (Özgören, Aydın. Tar.Uzm., Atatürk Dönemi Türk Yunan İlişkilerine Bir Bakış.) Buna göre; Türkiye ile Yunanistan sınır dokunulmazlığı güvence altına alındı. Taraflar arasında, özel çıkarları sağlamak için, sürekli danışmanlık ve işbirliği kabul edildi. On yıllık bir süre için yapılan antlaşmayla diplomatik temsilcilere ortak çalışma esasları kararlaştırıldı.
26 Eylül 1933’te Atatürk ve Venizelos İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda bir görüşme yaptılar. Görüşmede Türk-Yunan dostluğunun yanı sıra Balkan Antlaşması üzerinde de duruldu. İki devlet ittifakı Balkanlar’da genişletmek istiyordu. Nitekim Türkiye; 17 Ekim 1933’te Romanya, 27 Kasım 1933’te Yugoslavya ile Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması imzalayarak bu devletleri Balkan Paktı çizgisine yaklaştırdı. İlişkilerin gelişmesi sonucu Venizelos bir jest yaparak 12 Ocak 1934 tarihinde Atatürk’ü Nobel barış ödülüne aday gösterdi.
Türkiye, İtalya’dan kendisine yönelebilecek bir dış müdahaleyi karşılamak amacıyla Balkan Devletleri arasında bir işbirliği sağlamayı başardı. Balkanlar’da statükonun korunmasını amaç edinen Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya arasında 9 Şubat 1934’te Balkan Paktı kuruldu.
Balkan Paktı, dört devletin Balkan sınırlarını ortaklaşa savunmasını öngörmekte idi. Pakt, Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya arasında güvenlik ve yardımlaşma hükümleri ortaya koyan bir antlaşmadır. 9 Şubat 1934’te Atina’da imzalanan ve üç maddeden oluşan bu Pakt’a göre; Türkiye, Yugoslavya, Yunanistan ve Romanya’nın tüm Balkan sınırlarının güvenliğini karşılıklı olarak güvence altına alırlar, Pakt’ta imzası bulunan taraflar çıkarlarını bozabilecek gelişmeler karşısında aralarında görüşmeler yaparak sorunları çözerler, taraflar birbirlerine haber vermeden Balkan ülkelerine karşı siyasal eylemde bulunmazlar ve tarafların izni olmadan siyasal bir yükümlülüğü üstlenmezler. Her Balkan devleti pakta katılmaya müracaat edebilir. Fakat bu katılım talebi diğer imzası bulunan devletlerin onaylamasından sonra geçerli olacaktır.
Pakt devletleri dış politikalarında farklı görüşlere sahipti. Yunanistan sadece Bulgaristan ile sınır garantisi isterken Arnavutluk ile sınır garantisi istemiyordu. Bununla beraber Yunanistan, İtalya’nın himayesinde olan Arnavutluk’un sınırına tecavüz edemiyordu. Aslında Yunanistan’ın İtalya ile savaş riskini göze alması mümkün değildi. Ayrıca Yunanistan, İtalyan-Arnavut ortak saldırısına karşı Yugoslavya’yı korumak istemiyordu.
Türkiye ise, Pakt imzalandıktan sonra Lozan ile silahtan arındırılmış Boğazların silahlandırılması üzerinde duruyordu. Bu arada Romanya, Bulgaristan’ın sınırlarını genişletmek istemesi sonucunda Neuilly Antlaşması’nın bazı hükümlerini değiştirilmesinden korkuyordu.
İtalya’nın 1935’te Etiyopya’ya saldırması ve Güney Doğu Avrupa’nın savunucusu Fransa’nın saldırgana karşı pasif kalması Paktı olumsuz etkiledi. Pakt’ın yeterliliğine güvenemeyen üyeler yeni ittifaklar ve antlaşmalar kurma yoluna gitmeye başladılar.
Bütün bu problemler Belgrat’ta Mayıs 1936’da yapılan üçüncü Balkan Konseyi toplantısında görüşüldü. Toplantıda, Yunanistan’ın İtalya hakkındaki rezervi ile Türkiye’nin Boğazları silahlandırması kabul edildi. Yunanistan ile Türkiye bu sorunların çözümünde birbirini sonuna kadar desteklediler. Ayrıca Türkiye ve Yunanistan, Bulgaristan’ın denize çıkış talebine de karşı çıktılar.
Bu arada; yakın ilişkileri sürdürmek isteyen Yunanistan tarafından; bir jest olarak Cumhuriyetin 10’uncu yılı münasebetiyle, 29 Ekim 1933’te kapısına tanıtıcı plaket takılan Atatürk’ün Selanik’teki evi,  sahibinden satın alınıp 19 Şubat 1937 tarihinde boşaltılmayı müteakip anahtarı Selanik konsolosumuza teslim edilerek müze haline getirilmiştir.
1937 yılına gelinceye kadar büyük devletlerle ittifak bağı kurmamış tek Balkan devleti Türkiye idi. Türkiye, her şeyden önce Sovyetler Birliği ile yakın dostluk politikası izledi. Güvenliğin uzak bir devletin ittifakı ile değil, kuzey komşusu ile yakın ilişkiler kurarak sağlanabileceği gerçeğini takip etti. 1935'de 1925 tarihli Türkiye-Sovyetler Birliği Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması on yıl süreyle uzatıldı. Türkiye Balkan Antantı'na SSCB'yle savaşa sürüklenmeyeceğine ilişkin çekince koymuştu.Nitekim 10 Nisan 1936 tarihinde Boğazların silahlandırılması konusunda Türkiye’nin ilgili devletlere verdiği nota SSCB’nin de desteği ile kabul gördü. Fakat 1937’den itibaren İtalya’nın Akdeniz’de artan tehdidine karşı Türkiye, İngiltere’ye yaklaşarak Avrupa ittifakına girme ihtiyacını hissetti.
1937’de Yugoslavya ile Bulgaristan aralarında dostluk ve saldırmazlık paktı imzalandı. Bu antlaşma Balkan Paktı’nın ana dokusunu zedeledi. 1938 yılına gelindiğinde Avrupa’da Roma-Berlin Ekseni korku ve tedirginlik yaratmaya başladı. 27 Şubat 1938’de Ankara’da toplanan Balkan Konseyi Toplantısı’nda Türkiye, Pakt devletlerinin dayanışmasının güçlendirilmesi gerektiğini savundu.
27 Nisan 1938’de Atina’da, 1930 ve 1933 Türk-Yunan antlaşmalarına ek bir antlaşma yapıldı. Böyle bir antlaşma yapmaya Avrupa’daki siyasî gelişmeler neden olmuştu. Bilhassa Balkanlar’da bir İtalyan saldırısı ihtimali ve Bulgaristan’ın Yunanistan için endişe verici tutumu Türkiye ile Yunanistan’ın dayanışma içinde olmasında etkili oldu. Bu nedenlerle yapılan 1938 Türk-Yunan Antlaşması’nda; taraflardan biri savaşırsa diğerinin tarafsız kalması, taraflardan biri, üçüncü bir veya birkaç devletin saldırısına uğrarsa diğerinin barışçı çözüm için çaba sarf etmesi, yıkıcı ve bölücü faaliyetlere karşı işbirliği ilkesi ve daha önce yapılan antlaşma hükümlerinin korunması kararlaştırıldı.
İkinci Dünya Savaşı’nın yaklaştığı bir zamanda Türkiye ve Yunanistan, bu antlaşmayı; dayanışmayı kuvvetlendirmek, saldırı halinde birbirlerine karşı tarafsızlığını korumak ve siyasal destek sağlamak amacıyla yaptılar. Taraflardan biri taarruza uğradığı takdirde diğeri onun silâh, mühimmat, erzak gibi malzemesinin topraklarından geçişine izin verecek, gerektiğinde yardım edecekti. Taraflardan biri düşmanca bir harekete maruz kalırsa diğeri çare bulmak için bütün gücüyle çalışacaktı. Bundan önce yapılan antlaşmalara bağlı kalındığı gibi bu antlaşma hükümleri on sene daha uzamış olacaktı.
Almanlar, Avusturya ile birleşip, Çekoslavakya’yı parçalayıp Balkanlara da yaklaşınca bu durum Türkiye’yi endişelendi. Bunun üzerine Türkiye, Balkan Paktı’nı canlandırmaya çalıştı. Şubat 1939 Bükreş Balkan Paktı Konferansı’nda Türk Dışişleri Bakanı, Almanya’nın Balkanlar için oluşturduğu tehlikeye dikkat çekti. Fakat Balkan devlet adamları ikna edilemedi. II. Dünya Savaşı başladıktan sonra da Türkiye, Balkan Devletleri arasında arabuluculuk yapmak istedi. Müttefiklerini ortak tehlike karşısında ortak hareket etmeğe teşvik etti. Ne yazık ki Türkiye’nin çabaları neticesiz kalmıştır.

Türk Müziğinin Tarihi Gelişimi: 3. Selim Döneminden Cumhuriyete Kadar.




Osmanlı İmparatorluğu’nun, kurulmasından itibaren hızla ve sürekli biçimde genişlemesi ile Batı ile ilk dönemlerinden beri bir teması olmuştur. Bu dönemde temaslar genellikle; savaşlar, barış antlaşmaları, sınır bölgelerindeki temaslar, ülkeye gelip giden tüccarlar, gezginler, İstanbul’a gelen yabancı ülke elçileri vb. şekilde meydana gelmiş ve bu temaslardan galip ve kazançlı çıkan Osmanlılar, korkulan, saygı duyulan ve taklit edilen taraf olmuştur. Bu dönemde Batılılar, Osmanlı’nın askeri sisteminden müziğine kadar birçok alana ilgi göstermiş, bu konularda araştırmalar yapmış ve genelde taklit eden konumunda olmuşlardır. Osmanlılar ise; tüfek ve top yapımı gibi daha çok askeri ve teknik konuları hemen alarak kendisine adapte etmiş, ancak gücünden kaynaklanan özgüven ve daha çok dini temel alarak gösterilen anakronizm sebebiyle Batı ile çok fazla ilgilenmemiş, kültürel açıdan da çok fazla bir alışveriş içine girmemiştir.
Fakat 17’nci yüzyılın sonlarından itibaren alınmaya başlanan askeri yenilgiler devlet adamlarında ve sarayda bir şeylerin ters gittiği duygusu uyandırmış, bunun için güçlenen ve başarılı olan Batı devletlerine gözlerin çevrilmesi ihtiyacı hissedilmiştir. Başlangıçtan itibaren başta askerlik olmak üzere bazı kurumlarda reformlar yapılması, bazı teknik ve malzemenin de Batı’dan alınması düşünülmüştür. Ancak, Müslüman Osmanlı’nın kültürü, inancı, kurumları ve sisteminin kâfir Batı devletlerinden her halükarda üstün olduğu, devletin güçlü olduğu dönemdeki sistemin dejenere olduğu için işlerin kötü gittiği, bunun düzeltilmesi durumunda her şeyin düzeleceği, fakat teknik konulardaki (özellikle askeri malzeme ve silahlar) yeniliklerde Batı’dan faydalanabileceği düşüncesi ile hareket edilmiştir. Devlet eliyle, kurumların yeniden ıslahı ve genellikle askeri konularda yapılan bu yenilikler, köklü ve sürekli olamamış, padişahtan padişaha değişmiş ve başarı sağlayamamıştır.
İlk defa, daha şehzadeliği sırasında Batı hakkında incelemeler yapan, Fransa kralı ile mektuplaşarak ondan bilgiler almaya çalışan 3’ncü Selim, bu yüzeysel değişikliklerin bir sonuç vermeyeceği, reformların eski dönemlerin sistemlerine dönmekle değil Batı’daki bazı sistemleri Osmanlı’ya uygulayarak, hatta kopyalayarak köklü bir değişimle yapılacağını düşünmeye başlamıştır. Bunun sonucu olarak, 3’ncü Selim tahta geçince, herkesin gözü bu örnek alınacak Batıya çevrilmiş fakat bilgi kanalları yetersiz kalmıştır. Bunun üzere Avrupa’nın önemli devletlerinin başkentlerine elçilikler açılmış ve birer misyon gönderilmiştir. Bu misyonların gittiği ülke hakkında gönderdiği bilgiler hem bir istihbarat, hem de yenilik yapılacak ordu vb. sistemler için birer örnek ve bilgi kaynağı haline gelmiştir. Bu misyonlar sadece bu devletlerin devlet kurumları hakkında bilgi vermekle kalmamış, bulunulan ülkelerdeki kültürel yapı ve faaliyetler hakkında da bilgiler göndermiştir. Bunun yanında yapılan ekonomik antlaşmalarla imtiyazlar elde eden, liberal ve sanayi devrimleri ile sanayi ve ticaret kapasiteleri artan Batılı devletlerle ticaret artmış, gelen giden, ihracat ve ithalat yapan yabancı insan sayısı artmıştır. Böylece iletişim kanalları artmaya başlamıştır.
3’ncü Selim’in tahttan indirilmesi sonucu tahta geçen 2’nci Mahmut iktidarını yerleştirdikten sonra Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırmış, önce iptal ettiği yabancı ülkelerdeki elçilikleri tekrar ve kalıcı olarak açmış, en önemlisi de dış ilişkilerde kilit bir rol oynayan Rum asıllı elçilik tercümanlarını Mora isyanı sonrası yerlerinden atarak Türk kökenli gençleri bu göreve getirmesi, bunların dil eğitimini sağlamak maksadıyla ‘’Tercüme Bürosu’’ kurması sonucu Batı ile etkileşim kanalları iyice artmıştır. Devleti kurtaracağını düşündüğü Batılılaşma politikasına direnç gösterecek kurumları ortadan kaldırması veya etkisiz hale getirmesinin ardından devletin kurumlarını Batılı tarzda hızla yeniden düzenlemeye başlamıştır. Bu maksatla Batı’dan birçok subay, öğretmen ve teknik uzman getirmiştir. Bu da Batı kültür ve anlayışının yayılmasını hızlandırıcı bir etki yaratmıştır. Bu dönemde Batıya gönderilmeye başlanan öğrenciler de batı kültürünün ilerideki taşıyıcıları olmuştur.
Bu değişimlerden konumuzla ilgili olan unsurlardan en önemlisi aslında askeri bir konu olan Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılarak yerine Batı tarzı bir ordu kurulması olmuştur.
1826 yılında, 2’nci Mahmut’un yeniçeri ocağı ile beraber mehterhaneyi de ortadan kaldırması ve Mızıka-i Hümayun’un kurulması ile birlikte mehter ve nevbet müziği, çağını tamamlamıştır. Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:56)
2’nci Mahmut, bunun üzerine bir cesur adım daha atar ve 1826 yılında kurulan yeni orduya uygun Batılı bir bando kurulması yolunda çalışmaları başlatır ve Avrupa’dan ünlü müzisyenlerin çağrılmasına karar verilir. (Murat Meriç, Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği, Pop Dedik, s:118)
Serasker Hüsrev Paşa tarafından, 1827’de, Sardunya’dan, kurulması düşünülen ordu bandosuna benzer bir toplulukta görev alacak olanları yetiştirmek üzere, bir şef gönderilmesini istemesi üzerine, Sardunya yetkililerince gönderilen Giuseppe Donizetti, Müzikayı Hümayun’un başına geçmiş, 1831’de, Üsküdar’da açılan müzik mektebinin de yöneticiliğini üslenmiştir. Bu kuruluş bir bakıma o dönemin konservatuarıdır. Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:66)
Dönizetti’nin ölümünün ardından bayrağı Callisto Guatelli devralır. Batı müziği Türkiye’ye bu yolla adım atar. Donizetti Paşa’nın çalışmalarıyla yerleşen ve gelişen Batı müziği kısa zamanda kabul edilir. Bando’nun repertuarı hızla genişler.  Başta, İtalya’dan getirilen marşlar çalınır, sonra bunlar memlekete adapte edilir ve alternatif marşlar bestelenmeye başlar. Kısa sürede bando içinde marşlar besteleyen insanlar yetişir. 1833’te Saray Mızıka Mektebi kurulur. Bu, şimdiki Batı müziği konservatuarına eşdeğer bir okuldur ve ilktir. 2’nci Mahmut’un bandosu kısa sürede bir senfoni orkestrasına dönüştürülür. (Murat Meriç, Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği, Pop Dedik, s:118)
Mızıkayı Hümayun ile Türk müziğinde yeni arayışlara, yeni açılımlara yönelme çalışmalarına başlanmıştır. ‘’Mızıkayı Hümayun’un fasıl heyetinde içinde ise, ney ile flütü bir araya getiren bir düzen vardı. Takımın, Batı musikisinin peşrev ve saz semaileri, hafif şarkılar, köçekçeler ve oyun havalarının armonize edilmesinden oluşan özel bir repertuarı vardı. Geleneksel musikinin Batı sazlarına göre armonize edilmesi hevesinin ilk örnekleridir bu. Ayrıca, Abdülaziz zamanında, ünlü Çuhaciyan operetleri de, Türk musikisine özgü melodi kuruluşunu Batı tekniğiyle birleştirerek bir sentez kurmaktaydı. Türkiye’de çok sesli müzik eğitimi ve öğretimi veren ve ilk konservatuar sayılabilecek Müzikayı Hümayun’da yetişen kişilerle, çeşitli ordu birliklerinde kurulan bandolar belirli ölçüde de olsa Türk halkına çok sesli müzik zevkini aşılamıştır. Mızıkayı Hümayun’un Türk tarihindeki asıl önemi ise, müzik ve müzik eğitimcisi açısından belli bir birikimi Cumhuriyet Türkiye’sine aktarabilecek sanatçılar yetiştirmiş olmasıdır.
Bu süreçte Saray, yalnız dışarıdan sanatçı almakla kalmamış, kendi sanatçılarını yetiştirmek yoluna da gitmiş, Enderun-u Hümayun’da ve özellikle seferli koğuşunda içoğlanlarına bir sanat okulu gibi; müzik ve spor gösterilerinin yanında çeşitli oyunlar öğretilmiştir. Ayrıca, saray kadınlarına da bu eğitimler uygulanmıştır.
2’nci Mahmut’tan sonra tahta çıkan Abdülmecit, daha köklü bir batılılaşma politikaları uygulamış, Tanzimat’ın ilanı gibi devletin ve toplumun yüzyıllar süren yapılanmasını değiştirmiş, ancak halk bu kadar kısa sürede değişemediği için Tanzimatla oluşan hukuk vb. alanlarındaki ikilik gibi toplumun değişik kesimlerinde ve bu arada müzik dünyasında da bir ikilik ve depresyon yaşanmıştır. Klasik Türk Musikisi saray çevresinde giderek daha az ilgi görürken Batı müziğinin etkisi artmaya devam etmiştir.
Bu çabaların sonucu Türkiye’ye; opera ve bale gibi Batı müziğinin daha seçkin türleri de çeşitli kumpanya ve gruplar tarafından getirilmiş, gerekli ilgiyi de görünce hızla yayılmaya başlamıştır.
Ülkemizde oynanan ilk opera temsili, 1797’de, Topkapı Sarayı’nda, Ağayeri’nde Frenklerin oynadığı, çalgılı, çengili oyundur. Bu temsiller ve bunların saray ile İstanbul’un kalburüstü takımı arasındaki etkileri de yaygınlaşmıştır. Sarayın bu ilgisi ve 1839’dan başlayarak tiyatro binalarının sayısının artması sonucu; İstanbul ve İzmir Avrupa’nın büyük sanat merkezleri durumuna gelmiş; İtalya, Fransa, Almanya, Viyana ve hatta Kafkasya’dan tiyatro, opera ve bale toplulukları gelerek temsiller vermişlerdir.
Bu gelişmelerin etkisiyle Basko adında bir İtalyan, ülkesinden topladığı bir sanatçı grubuyla, Beyoğlu’nda bir tiyatro binası kurmuş ve 1841-1842 yılları arasında operalar oynamışlardır. Basko’nun bu işi bırakmasından sonra, temsillerini oynadığı binayı Mihail Naum satın almış ve İtalya’dan opera sanatçıları getirerek İstanbul’da opera temsillerinin devamını sağlamıştır.
İlk Türkçe oyunlardan, Abdülhak Hamit’in babası Hayrullah Efendi’nin 1844’te yazdığı Hikâye-i İbrahim Paşa be İbrahim-i Gülşeni adlı oyun ile İbrahim Şinasi’nin 1859’da yazdığı Şair Evlenmesi adlı komedyası önemli eserler arasındadır.
Türk gençleri, 1846 yılında, daha çok ders nitelikli olarak Müzikli sahne oyunları oynamaya başlamışlardır. 1848 yılında, Bellini’nin ‘’Sonnambula’’ operasından bir perdeyi İtalyanca olarak oynamışlardır. (Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:56)
Abdülaziz’in (1830-1876) padişahlığı sırasında, batı müziği çalışmalarından yalnız bandoya önem verilmiş, öteki dallar bırakılarak, Türk gençlerinin opera çalışmalarından da vazgeçilmiştir. (Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:58)Öte yandan 1867’de Paris’i ziyaret eden Abdülaziz, operaya giden ilk padişah olmuştur. Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:81)
Oyunlar geniş bir ilgi görüp, gelir getirir hale gelince birçok yerli müzik ve gösteri grubu kurulmaya başlar. Ancak Osmanlı tiyatrosunun kurucusu sayılan Güllü Agop, 16 Mayıs 1870’te saraydan icazet ve yetki alınca; Türkçe yazılı oyunları oynamak artık onun tekelindedir. Bu imtiyaza karşı çıkan diğer topluluklar, müzikli oyunlara ve tuluat tiyatrosuna yönelir. Bu, Batı müziğini geliştirecek iki akım doğurur: Operet ve kanto.  
Batı müziği seyrini sürdürürken, sarayda icra edilen geleneksel müzik varlığını sürdürmekte ve Klasik Batı müziği de henüz popülarite kazanmamıştır. Bu yüzden, zamanla halkın kendi içinden ama halk müziğinden bağımsız bir tür gelişir: Kanto.
Kaynaklar kantoyu ‘’tuluat tiyatrolarında oyundan önce genellikle kadın sanatçıların, şarkı söyleyip dans ederek yaptığı gösteri’’ ya da ‘’bu gösteri sırasında söylenen şarkı’’ olarak tanımlar. 1870 yıllarında ortaya çıkar ve işgal yıllarına dek hızla yayılır. Donizetti Paşa’nın kurduğu ve geliştirdiği bando daha geri plandadır o dönemde. Batı müziğinin altyapısını oluşturmuştur ancak yapısı gereği popüler şarkılar üretememiştir. Bu minvalde, halkın içinden çıkan ve gelişen kantolar, ilk popüler Batı müziği örnekleri olarak kabul edilebilir.
Kanto, İtalyancada ‘’şarkı söylemek’’ anlamına gelir. Bu sözcük, şarkıları, oyunlar sırasında söylenen geleneksel şarkılardan ayırmak için seçilmiştir. Kantolara eşlik eden küçük orkestralar tümüyle Batı sazlarından oluşur. (Murat Meriç, Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği, Pop Dedik, s:120)
Kanto Direklerarası’nda ortaya çıkmıştır. Direklerarası İstanbul’un eğlence hayatında yepyeni bir soluktur. Eğlence, 1871’deki büyük yangından sonra Haliç’e taşınır ancak bu arada şekli değişir. Kantonun ilk örnekleri, Güllü Agop Tiyatrosu’ndaki oyunlara ‘’programı çeşitlendirmek’’ amacıyla eklenen şarkılardır ve bunlar ‘’baletto, raks, şanson, şansonet’’ adlarıyla karşımıza çıkar. Sonradan ‘’kısa etekli, kol ve bir dereceye kadar göğüs açık fistanlar’’ giyen hanımların ortaya çıkışıyla bu şarkılar giderek bozulmaya, ortam farklı bir hal almaya başlar. (Murat Meriç, Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği, Pop Dedik, s:147) Kanto başta oyunları kuvvetlendiren, seyirci akışını sağlayan bir ‘’çekici’’yken, sonrasında asıl amaç haline gelmiştir. Kantocunun başarısı şarkısını söylerken vücudunu iyi kullanıp kullanmamasıyla ölçülür. Topluluk dinleyici değil, daha ziyade seyircidir. (Murat Meriç, Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği, Pop Dedik, s:149) Bu sebeple o dönemde yaşamış birçok yazar yazılarında kantoyu küçümseyici ve katı bir şekilde eleştiren yazılar yazmışlardır.
Birkaç örnek dışında, çok yakın bir zamana kadar da pek kimsenin ilgilenmediği, yok saydığı, hatta hor gördüğü bir türdür kanto. Kanto memlekete özgü bir türdür. Bunun için özgündür. Hatta fazlasıyla yerel olduğu bile söylenebilir. Plakları saymazsak memleket sathında yayılmamıştır. Yapısı itibarıyla batılı, söylenişiyle doğulu, çalınışıyla geleneksel, anlatılarıyla asridir. (Murat Meriç, Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği, Pop Dedik,s:142-143)
Kantonun en önemli yanlarından biri, kadın erkek ilişkilerinin gelişme aşamasıyla çakışma biçimidir ama bu türün dinamizminin yalnız erotizme, gevşeyen tabular arasında serbestlik bulmaya başlayan bastırılmış cinselliğe indirgenmesi de doğru olmaz. Kantoda mizahi bir yön daima vardır. Murat Belge, 1980 yılında, Milliyet Gaztesi Sanat ekinde ‘’Kantolar’’ yazı dizisinde kantonun; ‘’batılılaşma sürecinin durmadan yarattığı şokları hafifleterek ve komikleştirerek dayanılır kılan bir tür olduğunu’’ söyler ve ekler: ‘’Kanto günahkârdır, günahı yumuşatmak için de mizahi ve hafiftir.’’ (Murat Meriç, Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği, Pop Dedik, s:153)
Enstrümanların artırılması ve operetlerin gelişerek tuluat tiyatrosunun yerini alması, ilerleyen yıllarda kantonun pabucunu dama atar. Sahne sanatçıları, tuluat tiyatrolarından operetlere yönelir. Yerli operetlerin bestelenmeye başlanması da, Batı müziğinin evrimi ve yayılması açısından önemli dönüm noktalarından birisidir. Kantolar operetlere evrilir ve Batı müziği, popüler anlamda yeni bir tür kazanır. Bu tür, daha batılı ve çok seslidir. (Murat Meriç, Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği, Pop Dedik, s:120)
Operete ‘’halk için yapılan opera’’ demek yanlış olmayacaktır. Klasik operaya nazaran daha ‘’hafif’’ ve kolay anlaşılır bir yanı vardır operetlerin; renklidir ve eğlencelidir. Bir anlamda daha poptur. Murat Meriç, Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği, Pop Dedik, s:155)
Türkiye’de operet tarihi, Dikran Çuhacıyan’ın yazdığı ve oynadığı operakomiklerle başlar. Çuhacıyan’ın ilk sahnelediği opereti 1872 tarihli Arif’in Hilesi’dir. Çuhacıyan’ın asıl ses getiren opereti 1876 yılının başında sahnelenen Leblebici Horhor Ağa’dır. Tümüyle yerli ilk operet ise Osman Nuri ve M.Muslihiddin Beyler’in yazdığı, Haydar Bey’in bestelediği; Pembe Kız’dır. Murat Meriç, Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği, Pop Dedik, s:156)
1919’da Muhipzade Celal ile Kaptanzade Ali Rıza Bey’in İstanbul Operet Heyeti’ni kurmasıyla yeni bir dönem başlar. İstanbul Operet Heyeti, Batı’nın çoksesli müziğini bir kenara koyup operetleri ‘’saz refakati ile’’ sahnelemeyi uygun görür. Bu kadarla da kalmaz, ‘’konusunu ve müziğini Türk tarihinden alan operetler gerçekleştirmek’’ için bir adım atar. Murat Meriç, Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği, Pop Dedik, s:157)
Bütün bu ‘’milli’’ çabaların ardında, o dönem operet sahnelerinde ciddi bir hâkimiyeti bulunan Ermeni besteci ve solistlerin tekelini kırma hevesi yatmaktadır. Murat Meriç, Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği, Pop Dedik, s:158)
Bunlardan başka, bir dönem çok popüler olmuş ve daha sonra tamamen unutulmuş bir müzik türü de vardır: Estudiantina. Kantoyla eş zamanlı olarak yine Galata’da doğan ve bugüne kadar göz ardı edilen bir müzik tarzıdır estudiantina. O dönem, müzik dükkânlarının ithal ettiği çalgılardan biri olan mandolin, estudiantina orkestralarının temel sazı olarak bir popüler kent müziğinin doğmasına yol açmıştır. Estudiantina,; gençlerin, varlıklı çevrelerin ve Batı yaşamına özlem duyanların müziğidir. Mandolin, gitar, armonika gibi yeni çalgılarla icra edilen, ‘’yayımlanan yüzlerce plakla ‘popülerlik’ çizgisi yakalayan’’ bu müzik, ancak ‘’20-25 yıl’’ yaşayabilmiştir. (Murat Meriç, Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği, Pop Dedik,s:121)
Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde ülkemize girmiş diğer önemli bir müzik türü de ‘’tango’’ dur. 19’uncu yüzyılın sonlarına doğru Arjantin’de ortaya çıkan tango, 1900’lü yılların başında, neredeyse Avrupa’yla aynı anda üzerinde bulunduğumuz topraklara gelir. Murat Meriç, Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği, Pop Dedik, s:171)  Aslında yoksulların sesini duyuran bir müzik olarak ortaya çıkan tango bizde daha elit bir müzik olarak algılanır ancak esas gelişmesini cumhuriyet döneminde yapar.
Osmanlı’nın son dönemlerinde Türk müziğinin gelişimi için değişik okul ve kurumlar da kurulmuştur. 1908 Meşrutiyetinin ilk günlerinde kurulan ve özel Türk Müziği konservatuarı olan Darül Musiki-i Osmanî, 1914 yılına kadar Koska’da, daha sonra Çemberlitaş’ta çalışmalarını sürdürmüştür. 1913’te kurulan ve hem Batı hem de Türk müziği kısımları olan Darül Bedayi savaş koşullarında gelişemeyince, yerine 1917’de benzeri bir kurum olan Darülelhan kurulmuştur.
Osmanlının son dönemlerinde popüler müziklerin yayılması veya bazı müzik türlerinin ve müzisyenlerinin popüler hale gelmesinin önemli bir sebebi de plakların yayımlanmaya başlamasıdır.
İlk Türkçe kayıtlar, 1893’te Amerika’nın Chikago gerçekleşmiştir. Mayıs 1900’de, The Gramaphone Company uzmanlarından William Sinkler Darby, İstanbul’a gelerek bazı kayıtlar yapar. 7 inç’lik plaklara zaptedilen Türkçe ve Rumca 176 kayıt, Türkiye’de kayıt tarihinin başlangıcı olarak kabul edilir.
Memlekette ilk yerli plak şirketinin sahibi Blumenthal biraderlerdir. 1906’da, Odeon’un Türkiye distribütörlüğünü alırlar. 1911-1912 yıllarında kendi plak şirketleri Orfeon’u kurarlar. Tamburi Cemil Bey’in ilk plaklarını basan şirket Orfeon’dur. 1912’de, ilk plak fabrikası, Blumenthal biraderler tarafından Feriköy’de kurulur. (Murat Meriç, Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği, Pop Dedik, s:130)
Tüm bu batılılaşma hareketlerine, batı müziğine yönelişe ve yeni türlerin ortaya çıkmasına rağmen, yine de Osmanlı Klasik musikisi etkinliğini yitirmemiştir. Müzikayı Hümayun içinde, tekkelerde ve seçkin çevrelerde bu müzik yaygın olarak ilgi görmeye ve icra edilmeye devam edilmiştir. İronik olarak bugün herkesin adını sayabileceği ilk üç büyük Osmanlı Klasik Musikisi bestecisinden ikisi (Dede Efendi ve Hacı Arif Bey) bu dönemde yaşamıştır.
Hamamizade İsmail Dede Efendi; (1778-1846) günümüzde Dede Efendi diye anılır. 1798'de bestelediği, "Zülfündedir benim baht-ı siyahım" dizesiyle başlayan şarkı, büyük merak uyandırdı. 1805'te üç yaşındaki oğlunu, 1810'da ikinci oğlunu yitirdi. "Bir gonca femin yâresi vardır ciğerimde" dizesiyle başlayan bestesi büyük oğlunun ölümünden duyduğu acıyı dile getirir. Türk müziğinde ilk kez kişisel bir konunun işlendiği bu mersiye, Tanzimat öncesinin kişiselliğe ve duygusallığa açılma eğilimi içinde gözlenen kendine özgü romantik bir duyarlığın müziğe yansıması sayılabilir.
İsmail Dede, 3’ncü Selim, 2’nci Mahmut ve Abdülmecit zamanında sarayda ki yerini korudu. 1839'da bestelediği Ferahfeza Ayin'nden sonra bestecilik yaşamında görece bir durgunluk göze çarpar. Abdülmecit sarayını çok yadırgamıştır. Saraydaki havanın birdenbire "alafrangalaşması", Batı müziği zevkiyle yetişen yeni padişah zamanında Dede'nin bu çevreden uzaklaşmasına yol açtı. İsmail Dede, Osmanlı tarihinin en bunalımlı dönemlerinden birinde yaşadı. Bir uygarlık ve kültür değişimi üzerinde daha da hızlanan bir toplumsal çöküş ortamında yetişti. Selim döneminin sınırlı Batılılaşma eğilimlerini, 2’nci Mahmut döneminin hem Doğu'ya hem de Batı'ya yönelişlerini, Abdülmecid'in toplu bir yenileşmeyi öngören Batıcılığını izledi. Muzikayı Hümayûn ile ilk resmi Batı müziği öğreniminin başlaması, onu etkiledi. Yaşama biçiminde, kültür ve sanatta görülen "yeni" ile "eski" "geleneksel" ile "yabancı" arasındaki çatışmaya bu değişme süreci yol açmıştır. Dönemin bu çelişkileri, huzursuzlukları onun müziğini etkilemiştir.
Bir kentli, İstanbullu bir halk adamı olarak İstanbul halkının eğlencelerine eşlik eden hafif müziğe de değer vermişti. Rumeli türkülerini, serhad havalarını öğrenmişti. Bestelediği köçekçeler, türküler, hafif şarkılar, saraydan çok, kentli halka seslenir. Din dışı büyük formlardaki çeşitli yapıtların yanı sıra, Mevlevi ayinlerinde de halk ezgisi üslubuyla bestelenmiş bölümler vardır.
Genel olarak Klasik üsluba bağlı kalmış olmakla birlikte, çağdaşlarında bulunmayan bir yenilik çabası da görülür. Sanatının ayrı bir yönü olan bu özellik, Klasik üslubu içerden değiştirmek isteyen bir anlayışın ürünüdür. Yenilikleri, öncelikle melodi yapısında görülür
Yenilikçi yanı, duyarlık bakımından, Romantizme açık bir özellik gösterir. Yenilikçiliğin bir başka yönü, Batı müziğiyle olan ilişkisindedir. Muzika-yı Hümayun’un kuruluşuyla saraya giren İtalyan müziğini dinleme olanağı bulmuştur. Kulak gücüyle kavramaya çalıştığı Batı müziğinin etkisi bazı yapıtlarında, özellikle "Yine bir gülnihal.." şarkısında açıkça olduğu görülür.
Yaşadığı dönemin karşıt yönlerinin onun sanatında bir uzlaşmaya vardığı söylenebilir. Klasik üsluba bağlı kendisinden sonraki bütün bestecileri etkilemiştir.
Dede Efendi'nin hemen hemen her formda bestesi vardır. Her yapıtında sanatının ayrı bir özelliğiyle ortaya çıkar. İkiyüz yetmişten çok yapıtı aslına uygun bir biçimde günümüze ulaşmıştır.
Hacı Arif Bey;  (1831-1885)  Aldığı musiki dersleri ve yeteneği sayesinde Muzikayı Hümayun'a girdi. Arif Bey, haremdeki cariyelerin musiki hocalığı görevini de yürütüyordu. Çeşm-i Dilber adlı bir cariyeye âşık oldu. İki çocukları oldu. Ama bu evlilik yürümedi. Arif Bey, "Niçin terk eyleyip gittin a zalim", "Düşer mi şanına ey şeh-i hûban" dizeleriyle başlayan kürdîlihicazkâr şarkılarını terk edilmenin acısı üzerine besteledi.
     Bir süre sonra, gene haremdeki musiki dersleri hocalığıyla görevlendirildi ve Zülf-i Nigar Hanım'a âşık oldu. Zülf-i Nigâr'ın kısa bir süre sonra veremden öldü. "Olmaz ilaç sine-i sadpareme" ve "Kemer çehre peri rû tende canımsın-Nigârım dilberim ruh-i revanım" şarkıları bu acının ürünleridir.
1861'de, Saray Fasıl Topluluğu'na "ser hanende" olarak alındı. 1871'de, Sultan Abdülaziz'in ölümünden sonra Müzikayı Hümayun'da girişilen tasfiye sonucu Arif Bey de açığa alındı ancak bir süre sonra yeniden Saray'da görevlendirildi. Arif Bey ölünceye kadar Muzika-yı Hümayun'daki derslerine devam etti.
Hacı Arif Bey Türk Musiki'sinin en büyük bestecilerinden biridir. Klasik dönem bestecilerinin pek kullanmadıkları şarkı formuna yepyeni bir kimlik kazandırmış, bir şarkı bestecisi olarak yeni bir çığır açmıştır. Arif Bey'den sonra "şarkı", bestecilerin en çok işledikleri form olmuştur. Şarkı formlarının kesin kurallara bağlanması ilk kez Arif Bey'in eserleriyle gerçekleşebilmiştir.
Hacı Arif Bey nota bilmiyordu, herhangi bir saz da çalmazdı. Ama çok güçlü bir hafızası vardı. Bine yakın eser bestelediği söylenir, ancak 337 parçası notalarıyla günümüze kalmıştır.
Osmanlı makam musikisi bu dönemde bir yandan da eleştirilmeye, reddedilmeye ve kötülenmeye başlanmıştır. Cumhuriyet dönemimde bir dönem bu müziğin yasaklanmasına kadar giden yolun taşları bu dönemde döşenmeye başlanmıştır.

Makam musikisi konusunda yapılan eleştiriler bu müziğin bizim müziğimiz olmadığı noktasında yoğunlaşmaktadır. Bu fikir, nedendir bilinmez ama müzisyenlerden, aydınlara ve hatta bazı padişahlara kadar taraftar bulabilmiştir.
Şair Ziya Paşa’nın 1868’de yayımlanan ‘’Şiir ve İnşa’’ başlıklı ünlü makalesin bu konuda önemli bir ipucu verir.  Şair bu makalesinde divan edebiyatının Acem, Arap edebiyatının etkisinde geliştiğini ileri sürerek bu edebiyat mirasını bir kalemde reddeder, asıl Türk şiirinin halk şiiri sayılması gerektiği görüşünü ortaya atar. Buradan divan şiiri- halk şiiri ayrımı musikiye uygulandığında aynı şeylerin Osmanlı musikisi-halk musikisine de uygulanabileceği sonucu çıkarılabilir.
Ama asıl eleştiriler Osmanlı’da Türkçülük açımının gelişmesi ile birlikte başlamış ve giderek artmıştır. 1893’te yayımlanmaya başlayan İkdam Gazetesi’nde Necip Asım Türk musikisinin halk musikisi olduğunu ileri sürmüş, Arap-Acem etkisinde olduğunu söylediği Osmanlı musikisine tutkun olanları eleştirmiş, yeni musikinin de halk musikisi ve batı musikisi senteziyle gerçekleşeceğini söylemiştir. (Bülent Aksoy, Geçmişin Musiki Mirasına Bakışlar., s:142) Bu görüş Cumhuriyet dönemine kadar etkilerini sürdürecek gelişmelerin de temelini atmıştır.
Ancak bu yaklaşım sadece milliyetçiler arasında değil, İslamcılığın sembolü olmuş Padişah 2’nci Abdülhamit tarafından bile savunulmuştur. Son Posta Gazetesinin 1 Eylül 1931 tarihli sayısında Sultan 2’nci Abdülhamit’in bu gazeteye ölümünden kısa bir süre önce (1918 yılı) verdiği bir mülakat yayımlanmıştır. Musiki zevki konusunda sorulan bir soruyu şöyle cevaplandırmış; ‘’Doğrusu, alaturka musikiden hoşlanmam. İnsana uyku getirir. Alafranga musikiyi tercih ederim. Bilhassa opera ve operetler pek hoşuma gider. Hem size bir şey söyleyeyim mi? Alaturka dediğimiz makamlar Türklere ait değildir. Yunanlılardan, Acemlerden, Araplardan alınmıştır. Türk çalgısı davulla zurnadır derler ya; bunda da tereddütlerim vardır. Bu iki çalgı da Arapların imiş. Bir tarihte, Türkistan taraflarında seyahat etmiş bir zattan tahkik ettim. O tarafın köylerinde eskiden beri çalınan çalgı sazmış. Bizde de Anadolu’nun asıl Türk köylerinde daima saz çalınırmış.’’ (Bülent Aksoy, Geçmişin Musiki Mirasına Bakışlar., s:142)
Osmanlı müziğine karşı bu reddedişi ileride Türkçülük ideolojisi ile birleştirerek formüle edecek olan Ziya Gökalp Cumhuriyet kadrolarını da etkileyerek bu müziğin gelişiminde önemli (olumsuz) rol oynayacaktır.

Saygılar sunarım.



Türk Müziğinin Tarihi Gelişimi (Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşundan Sultan Sultan 3. Selim Dönemine Kadar)




Osmanlı İmparatorluğu döneminde (1299-1923) Türk müziğinin oluşumuna başlıca üç unsur; yaylacı-hayvancı, köylü ve şehirli Türk kültürleri belirleyici olmuştur. Bunun sonucu olarak İstanbul ve merkeze yakın büyük şehirlerde Klasik müzik gelişirken, taşrada halk arasında Halk müziği gelişmiştir. Bu iki müzik te, bulundukları bölgedeki eski müziklerle ve diğer etnik grupların müzikleri ile etkileşim içinde bulunmuş olmakla birlikte esasta Türk kültürü kökenli olarak gelişim göstermişlerdir. Yani bu müziklere rengini Osmanlı-Türk kültürü vermiştir.
Halk musikisi hep Anadolu’da ve Rumeli’de, hatta belki de imparatorluğun başka bölgelerinde yaşayan köylü halk için yazılmış, köylü halka götürülmüştür. Klasik musiki diye tanımlanan ince saz musikisi ise sarayın, konakların duvarları arasında yankılanmış, musikiden anlayanlardan, musiki tutkunlarından, üst sınıf insanlardan oluşan seçkinlerin zevkine hitap etmiştir. (Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:62)
Bir okula ya da o çağın seçkinlerine dayanan ve daha çok şehirlerde oluşan bir diğer müzik de Tekke Müziği olmuştur. Ancak bu şehir ve tekke müzikleri arasında çeşitli tür farklılıkları vardır. Mesela tüm Osmanlılar döneminde en yaygın tarikatlardan olan Bektaşilerin tekke müziği kaynağını genellikle halk müziğinden ve nefeslerden alıyor ama müziğin icrasında halk müziği çalgıları ile birlikte klasik Türk müziği çalgılarını da kullanıyorken diğer önemli bir tarikat olan Mevlevilerin tekkeleri Klasik Türk Müziği formlarını, makamlarını ve çalgılarını kullanmaktaydı. Bazı inanç formları ve ritüelleri benzer olduğu için aynı grupta değerlendirilen Alevi müziği de Bektaşi müziğinden içerik, ezgi ve kullanılan enstrümanlar açısından farklılıklar göstermekteydi. Alevi müziği Bektaşi müziğinden farklı olarak bir şehirli müziği değil kırsal kesimde yaşayan (göçer ve köylü) insanların müziğidir. Bu sebeple de diğer kültürlerle daha az etkileşime girdiğinden Türk halk müziği çalgıları ve formlarını kullanmaktadır. Bu müziklerin dili de hala saf Türkçedir. Bektaşi ve Mevlevi müzikleri dini ağırlıklı olmalarından dolayı ‘’Tasavvuf Müziği’’ diye tanımlanırken bunların dışında kalan ve Klasik Türk müziğinden de farklı olan, her mezhep ve inançtan insanlar arasında yaygın olan müzik Halk Müziği olarak tanımlanmaktadır. Osmanlı Klasik müzisyenleri nasıl saray ve köklü aileleri tarafından desteklenmişse, halk müziğinin icracıları ve yayıcıları olan ozanlarda halk tarafından desteklenmiş ve beslenmiştir.

Osmanlı camiasının makam musikisine duyduğu ilgiyi ilkin saray çevresinde görürüz. Daha 2’nci Murat zamanında yazılıp sultana sunulan musiki kitapları, sarayın musikiye duyduğu ilgiyi açıkça yansıtır. (Bülent Aksoy, Geçmişin Musiki Mirasına Bakışlar., s:39) Fatih Sultan Mehmet’e de Sefiyüddin ve Maragalı Abdülkadir gibi teorisyenlerin kitapları tercüme edilerek sunulmuş ve büyük ilgi görmüştür.
Musikisi daha çok Maragalı Abdülkadir üzerinden geldi İstanbul’a. Abdülkadir’in oğlu Abdülaziz ve torunu Mahmut babaları ile dedelerinin musikisini Osmanlı sarayında uzun süre yaşattılar. Mahmut Kanuni Süleyman zamanında (1520-1566) sarayda hala görevliydi. Osmanlı öncesindeki büyük geleneğin son temsilcisinin (Mahmut) de ölümünden sonra o gelenekle kurulan bağ koptu. Onaltıncı yüzyılın sonlarında musiki hayatı köklü bir dönüşüm sürecine girdi. Yeni musiki yerli görenekle kuruldu. İslam dünyasının geniş bir bölümünde üretilen makam musikisinden ayrışmış bir Osmanlı üslubu ortaya çıktı. Bu yeni üslubun oluşması Anadolu ve çevresindeki bölgelerin yerel musiki göreneklerinin payı bir kenara bırakılarak anlaşılamaz. (Bülent Aksoy, Geçmişin Musiki Mirasına Bakışlar. s:40)
Makam musikisi ile halk musikisi, dini ve mezhep gruplarının musikisi iç içe yaşadı ve birbirini etkiledi. Makam musikisinin en gelişmiş olduğu zamanlarda bile bu musikiyi dinleyenler diğer musiki çeşitlerinden tamamen kopmuş değildiler. Halk musikisi ve dini musikinin yaygın olduğu çevreler de makam musikisinden tamamen yalıtılmış ve kopuk olduğu söylenemez. Çünkü toplumun her kesimi bir şekilde birbirleriyle temas etmekte ve birbirinden etkilenmekteydi. En basitinden bir örnek verecek olursak; köy ve kırsal kesimde yaşayan, bu ortamın kültürünü teneffüs eden tımarlı sipahiler, sefere giderken yan yana geldikleri ve daha çok şehirlerde konuşlu yeniçerilerle hemen hemen her yıl yaz mevsimi boyunca bir araya geliyordu. Şimdi, mehter takımının her iki grubun müzik kültüründen etkilenmemiş olması düşünülebilir mi? Köyden gelen askerin sazıyla söylediği türküyü şehirden gelen askerin dinlememesi ve bundan etkilenmemesi mümkün mü? Sonra, köy köy gezen ozanlar, dedeler vb. halk müziği icracıları geçtikleri şehirlerde tekke ve makam müziğini hiç dinlememiş ve bundan hiç etkilenmemiş olabilir mi? Bu ozanların böyle yerlerde temas ettikleri değişik müzik türleri icracılarını etkilememesi mümkün mü? Elbette ki hayır. Bu etkilenmeyi; bir takım halk ozanlarından geriye kalan eserlerde ve makam musikisinin en güçlü olduğu dönemlerde bu musiki hakkında kitaplar yazmış önemli kuramcıların yazılarında da görüyoruz.
Bunlardan Ali Ufki’nin eserinde makam musikisinin yanında halk musikisi eserlerinin de ezgilerini vermesine bakınca, 17’nci yüzyılda saray çevresinde de bir halk müziğinin var olduğunu ve tüm canlılığıyla yaşadığı görülmektedir. Bu durum Kantemiroğlu’nun notasını verdiği halk musikisi eserlerinden de anlaşılmaktadır.
Özellikle 4’ncü Murat döneminde saz şairleri çoğalıyor, birçoğu da büyük ün kazanıyor. Paşa konaklarında, yeniçeri ocağında ve toplumun geniş bir kesiminde âşıkların, çöğür şairlerinin destanları, koşmaları dinleniyor. Sarayda türküler okunuyor. (Bülent Aksoy, Geçmişin Musiki Mirasına Bakışlar. s:41)
Makam musikisi 17’nci Yüzyıldan itibaren gelişiminin en üst seviyesine ulaşmış, bu dönemden itibaren bazı önemli kuramcı ve besteciler de ortaya çıkmıştır. 17’nci yüzyıldan itibaren eski ebced notasını yeniden düzenleyerek kullanan veya yeni nota çalışmaları yapan,  nota kullanarak kendi dönemlerinin eserlerini kayıt altına alan bazı müzik adamları ortaya çıkmıştır.
Bunlardan, asıl adı Albert Bobowski olan Ali Ufki, şair ve dilciliğinin yanı sıra, santur çalan bir besteci ve müzisyendir. Mecmua-i Saz-ü Söz (Saz ve Söz Dergisi, 1650 dolayları) adlı çalışmasında, halk ve klasik müziğe ilişkin örnekleri ve ezgileri notaya dökerek mevcut birikimi belgelendirmeyi amaçlamıştır. Kantemiroğlu olarak bilinen Dimitrie, Türklerin kullandığı ebced notasını yeniden düzenleyerek (1700 civarı) yüzlerce müzik eserini notaya almış ve günümüze ulaşmalarını sağlamıştır. Kantemiroğlu’nun çağdaşı olan ve Türk notacılığının önemli bir ismi olan Nayi Osman Dede (Ölm.1730)’nin nota yazısı da Kantemiroğlu’na benzerdir. Bir diğer nota mucidi olan Osman Dede’nin torunu Abdulbaki Nasır Dede (1756-1812)’ye bizzat 3’ncü selim bir nota yazısı ısmarlamıştır. Nota yazılarının sonuncusu ve en çok tutulanı Hamparsum Notası’dır. 1813-1815 yıllarında Hamparsun Limonciyan (1768-1839) tarafından bulunan bu nota yazısı, kolay ve pratik olduğu için oldukça yaygınlaşmıştır. (Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:59)
Aynı zamanda, eserleri ve isimleri bugün de bilinen çok önemli besteciler de yetişmiş, bunlar nusiki kültürümüzü en üst seviyelere taşımıştır. Bu dönemde; Post (1630-1694), Itri (1640-1712), Tab’i Mustafa (1700-1786), İsmail Dede Efendi (1778-1846), Zekai Dede (1825-1897) ve Hacı Arif Bey (1831-1885) gibi klasik formda güçlü eserler vermiş besteciler yetişmiştir.
Bunlardan Itri, İsmail Dede Efendi ve Hacı Arif Bey günümüzde de müzikle doğrudan ilgili olmayan kişilerin bile ismini bildikleri derin etkiler bırakan müzik adamlarıdır.
Bestekâr Buhurizade Mustafa  Itri (1640-1712) hayatı boyunca birçok padişah ve devlet adamından himaye görmüştür. Dini müziğin en seçkin örneklerini veren Itri, bütün Müslümanların hep bir ağızdan okuduğu salâvat-ı şerif ve tekbir isimli besteleri ile dünyanın en yaygın bestecileri arasına girmiştir. Bini aşkın eserinden kırk kadarı günümüze ulaşabilmiştir. Buhurizade   Mustafa Itri, müziğe dair kuramsal  ve pratik katkıları açısından yaşadığı dönemden sonrasını etkileyen en önemli bilgi kaynaklarından biridir. (http://www.tuluyhanugurlu.com/dede%20efendi.html İnternet Sitesi) Diğer iki besteci hakkında ileride kendi dönemleri anlatılırken bilgi verilecektir.
Osmanlılarda askeri müzik (mehter) ise daha ilk padişah olan Osman zamanında hayat bulmuş, savaşlarda ve çeşitli törenlerde adet olunan biçimiyle çalınmıştır. Osmanlı mehter örgütü 1’nci Murat zamanında (1360-1389), yeniçeri birliklerinin kurulması ile gelişmiştir. (Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:55) Bu musiki takımı, yeniçerilere yardımcı bir askeri kurum haline gelmiş, Osmanlı sultanlarının soyu ile özdeşleşmiştir. Aslında yeniçeri kıtalarının bir parçası olan mehter takımları, işlevleri artıp genişledikçe, bütünüyle yeniçeri ocağına bağlı olmaktan çıkmıştır. (Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:55)
Mehter müziğini, manevi anlamından savaş sırasındaki anlamına ve simgelediği bütün anlamlarına kadar, adeta dallanıp budaklanmış kültürel yapısıyla askerlik, tören ve eğlence etkinliklerini dini öğelerle birleştiren bir müzik olma özelliği gösterir. Tarihteki mehterin dayanağı saltanat kurumudur, yeniçeri mehteri saltanatın simgesi ve sembolüdür. Dolayısıyla mehter, sultanın egemen ideolojisinin müzik diline dönüşümüdür.
Mehter müziğinin repertuarını bestelenen mehter havaları oluştururken, repertuara Türk Halk Müziği ve Sanat Müziği eserleri de girmiştir. Mehter müziği makamları da Türk Sanat Müziği makamları ile aynıdır. (Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:54)
Bu müzik Batı’nın ilgisini daha çok çekmiştir. Çünkü askeri bir müzik olduğu kadar tören ve gösterilerde de kullanılmış, halka ve dolayısıyla yabancılara da açık alanlarda icra edildiğinden en erken dönemlerinden itibaren dikkatleri üzerine çekebilmiştir. Bu sebeple, Batı müziği Türk müziğini etkilemeye başlamadan yıllar önce Mehter batı müziğini etkilemiş, özellikle batı ordularında kurulan askeri bandolara da örnek olmuştur. Batı müziği, özellikle askeri müziği; nekkare, davul, zil gibi enstrümanları Mehter takımı vasıtasıyla alarak bandolarına koymuşlardır. Mozart vb. ünlü bestecilerin de Türk müziği ve kültüründen etkilenerek bazı bestelerinin Alla Turka kısımlarını yapmışlardır.
Polonya Kralı 2’nci August’a (1697-1733) Osmanlı sarayından armağan olarak tam bir mehter takımı gönderilmiştir. 12-15 kişilik bir mehter ekibinin Rus Çariçesi 2’nci Anna’nın sarayına gittiği, yine bir ekibin 1741’de Viyana’yı, 1750’de Berlin’i ziyaret ettiği saptanmıştır. Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:81)
Öte yandan, Osmanlı’nın erken dönemlerinden itibaren bazı Batı müziği örneklerinin İstanbul’a gelerek icrada bulundukları da bilinmektedir. Örneğin; 2’nci Fransuva, Osmanlılardan aldığı borç para ve yardımdan dolayı Kanuni’ye bir müzik topluluğu göndermiş, Kanuni bu müziğin ordunun savaşçılığını olumsuz etkileyebileceğini düşündüğünden bu grubu en kısa zamanda geri göndermiştir. (Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:81) Ancak bu ve benzeri münferit temaslar dışında köklü bir etkileşim olmamıştır.

Saygılar sunarım.