.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}
Tarih Yazıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tarih Yazıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Kasım 2017 Cuma

Başlangıçtan Osmanlı İmparatorluğu'na Kadar Türk Müziği'nin Tarihi Gelişimi



Dünya üzerinde yaşayan her toplum kendine has bir müzik kültürü ortaya çıkarmıştır. Bu müzik kültürünün oluşumunda; yaşadığı coğrafya, iklim koşulları, din, yaşam tarzı, temas ettiği diğer toplumlarla etkileşim vb. unsurlar etkili olmuştur. Türkler de, tarihin en eski dönemlerinden beri kendilerine has bir müzik kültürü geliştirmişler, bu kültür; din ve yaşam tarzı değiştikçe, yaşadıkları coğrafyaları terk edip iklim ve yeryüzü şekillerinin değiştiği yeni coğrafyalara göç ettikçe ve diğer kültürlerle etkileşime geçtikçe değişerek gelişmiştir.
Türklerin kendilerine özgü kültür tarihi genel olarak ‘’Altay dönemi’’ ile başlar. (Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:13) M.Ö. 3000’den itibaren Altay Türk Kültürü, aynı zamanda Altay Türk Müziği’nin de belirleyicisidir. Altaylılar; Orhun kıyıları, Moğol bozkırları ve İrtiş boylarına etkide bulunarak ve M.Ö.2. binden itibaren ilk yurtlarından ayrılarak gelecekteki Orta Asya Türk müzik kültürünün temellerini hazırlamışlardır. (Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:14) Orta Asya’da M.Ö.1. binden itibaren gelişmiş bir müzik kültürü görülmeye başlamıştır. Orta Asya’da değişik bölgelerde yapılan kazılarda ortaya çıkan bulgularda ve tespit edilen kaya resimlerinde; def gibi vurmalı çalgılara, flüt’e, ney’e, zurna’ya ve daha birçok müzik aletine rastlanmaktadır. M.Ö. 1. Yüzyıldan M.S. 1. Yüzyıla kadar olan döneme ait bulunan heykellerin elinde değişik müzik aletleri olduğu görülmüştür. Tambur, dutar, çapraz flüt, balaban, dombra, topluluklarda en çok kullanılan enstrümanlardır. (Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:14)
Türk müziğinin ilk dönemlerindeki karakteri; mitik ve epik, sade ama içten ve coşkuluydu. Türklerde müzik diğer toplumlarda da olduğu gibi muhtemelen önce dini alanda kullanılmaya başlayarak diğer alanlara doğru gelişme göstermiştir.
Dini alanda müzik deyince başlangıç olarak şaman müziğinden bahsedilebilir. Aynı ezgisel motifin, tekrarından kurulu biçiminden oluşan müzik, ritim açısından şamanın hareketlerine bağımlı ve çeşitliydi. Sözler doğaçtan kurulu olup, melodi ve ritim önemliydi. Müziğin ana temelini insan sesi oluşturmaktaydı. ‘’Şaman müziği’’ denilen, ‘’büyüsel-dinsel-törensel’’ lik özelliği olan müzik, bağı(sihir)’nın bir yardımcısıydı. Uzun zaman bir zevk işi gibi değil, bir büyüleme aracı olarak kullanıldı. (Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:14) Bağı müziğinin etki alanı oldukça genişti. Yağmur yağdırmak, havayı açtırmak, hastalıkları iyi etmek, cinleri veya ölüleri davet etmek bibi konular hep bu müziğin konuları içindeydi. Şamanlar zaman içinde kahramanlık cönkleri vb değişik konularda da söz söyleyip bir müzik aleti eşliğinde bunu kitlelere duyurmaya başlayınca başlangıçta tamamen dini içerikli olan bu müziğin ilgi alanı da genişledi. Bu şaman ve onun yaptığı müzik zaman içinde değişime uğradı ve şaman ozan adını aldı.


Uzun zaman bağının (sihir) etkisinde ve işlevinde olan müzik, örgütlenerek, kurumlaşarak Hun Kağanlığı’na bağlı bir askeri müzik topluluğu olarak ‘’tuğ takımı’’ görüntüsü aldı. Müziğe büyük bir güç atfedildi. Öyle ki, sancak ve askeri müzik birbirinden ayrılmayan bir bütün halini aldı. Hükümdar bir kişiye beylik vereceği zaman, öteki alametleri ile birlikte davul ve sancak ta verirdi. Özellikle savaşta, askeri müzik takımı ile davullar ve hakani kös, ordunun hareketine bir düzen verme görevini de üstlenmişlerdir.(Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:14)  
Türk devletleri ve onların kurumlaşmış müzikleri geliştikçe temasa geçtikleri devletler ve halkların müziklerinden de etkilenmiş ancak onları da etkilemiştir. Hunlar ve Göktürkler zamanında Çin sarayında Türk sazlarından oluşan müzik gruplarının kurulduğu, Türk müziklerini çaldıkları, bazı (Türk) müzik ve dans gruplarının gösteriler yaptığı tarihi kayıtlarda görülmektedir.
Zamanla göçebe hayat tarzından yarı göçebe yaşama geçen Türklerin müziği de bu yaşam tarzına uygun olarak evirilmiştir. Bunun etkisi ile dini ve askeri müziğin yanında gelişimini sürdüren halkın günlük hayatını anlatan ve dans edilen müzik türlerinde de büyük gelişmeler olmuştur.
Uygurlar döneminde yerleşik hayata geçen bir kısım Türkler Manihaizm dinini kabul edince, bu dinin ritüelleri için müzik konusuna daha fazla önem vermişler ve büyük ilerlemeler kaydetmişlerdir. Bazı seyahatnamelerde, Uygurların sazları notadan çaldığına dair bilgiler bulunmaktadır. Çin, Hint ve İran kültürleri ile etkileşim içinde olan Uygurlarda diğer kültürel alanlarla birlikte müzikte de büyük gelişmeler olmuştur. Klasik Türk çalgılarının yanında yeni birçok çalgı aleti de yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Karahanlılar devrinde (840-1212), en eski dönemlerden beri kullanılan temel çalgı aleti kopuzun yanında tambur da yaygın şekilde kullanılmaya başlanmıştır. Bununla bağlantılı olarak Türk müziğinde yeni türler ve biçimler belirmeye başlamıştır. Türk müzik kültürü, sanat ve müzik merkezi durumuna gelen Gazne (Gazneliler;962-1187) kentinde çok yönlü bir değişim ve gelişim gösterdi. (Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:35) Fars, Arap ve Hint müzik kültürleriyle yaşanan yoğun etkileşim sonucunda makamsal müziğin belli özellikleri edinildi. Klasik şiirle birlikte klasik müzik ortaya çıkmaya başladı. 


Selçuklulardan (1040-1157/1308) itibaren müzik, daha sonraları iyice belirginleşecek olan yapılanmasını oluşturarak varlığını sürdürdü:’’ Kırsal kesimde ve geniş halk kitleleri arasında halk müziği olarak; devlet kapısında ve orduda, nevbet (nöbet) mehter müziği olarak; tekke ve tarikatlarda dinsel yada tasavvuf müziği olarak; başta saray olmak üzere, kimi yöneticilerin ve ileri gelen ailelerin konaklarında sanat/klasik müzik türünde.’’ (Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:36)
Müziğin gelişmesine paralel olarak, müzik teorisinde de birçok önemli kişi yetişti. Farabi (870-950), İbni Sina (980-1037), Urmiyeli Safiyüddin (1224-1294) ve Timurlular (1370-1507) döneminde de Abdülkadir Maragi (1353-1435) gibi müzik kuramcıları tarafından Türk müziği irdelendi ve incelendi. (Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:36)
Bunlardan Farabi’nin müzik açısından önemi, doğu müziği teorisine ilişkin ilk eserleri yazmış olmasıdır. Farabi bu eserlerinde; müziğin fizik ve fizyolojik esaslarını ele almış, çalgılar hakkında etraflı sayılacak ilk araştırmaları yapmış ve böylece, kendisinin de incelediği Yunan bilginlerini aşmıştır. Farabi, müziği, matematik, geometri vb. gibi talimi ilimler kategorisine sokmuştur.
İbni Sina, Farabi’den etkilenmiştir. İbni Sina, müziğin (eski Yunanda bazı filozofların kabul ettiğinin aksine) gökle ilişkilendirilmesini reddetmiş, müziği iki açıdan incelemiştir: Seslerin uyum ve uyumsuzluğu, usuller ve bunların ezgi ile olan ilişkisi.
Tek sesli müziğin kurumlarına ve kurallarına ait ilk önemli çalışma ise Urmiyeli Sefiyüddin tarafından yapılmıştır. Önemli olan onun müzik sistemini saptaması ve makamların özelliğini belirtmesidir. Urmevi (Sefiyüddin)’nin bir diğer özelliği nota yazısındaki tekniği geliştirmesidir. Önceki bilginlerden farklı olarak yaşayan musikiyi inceleyip sekizli aralığını, 17 ses aralığı halinde ebcet harfleri ile göstermiş ve onun bu sistemi asırlarca yaşamıştır. (Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:45)
Safiyüddin’den sonra Türk müziğinin kuralları üzerinde çalışan ve müzikoloji yönünden etkili olan Abdülkadir Maragi;’’ Türkler‘in mizacına en uygun makamlar üç adettir: uşşak, neva, buselik. Bu makamlar cesareti artırırlar.’’ diyerek müzik ve kişilik arasında bağ olduğunu belirtmiştir. Maragi’nin eserleri Farsça olmasına rağmen kendi döneminden başlayarak Türkiye’deki müziğin etkileyicisi olmuştur. Bunda en önemli etken, Meragi’nin eserlerinden birinin Sultan 2’nci Mehmet’e sunulması, ayrıca oğlu ve torununun İstanbul’a gelerek onun müzik görüşlerini Türk sanatçılara aktarmasıdır. (Ogün Atilla BUDAK, Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi, s:36)

Saygılar Sunarım.
Mehmet Çanlı


Türk Yunan İlişkilerinin Tarihi Gelişimi (1919-1929)




Bu dönemde Türk-Yunan ilişkileri 1. Dünya Savaşı sonunda yenilenlerin topraklarını paylaşmak ve galiplere uygun bir dünya düzeni kurmak için toplanan Paris Barış Konferansı'nın etkisi altında başladı. 18 Ocak 1919’da toplanan Paris Barış Konferansı’na 32 ülkenin temsilcileri katıldı. Konferansın amacı, savaşı kaybeden devletlerle yapılacak barışın koşullarını görüşmekti. İngilizler ve Fransızlar, konferansa Yunanlıları davet ederek, Osmanlı Devleti’nde nüfus yönünden çoğunluk oluşturdukları bölgeler üzerinde haklarını savunmalarını istediler. Konferansta; Yunanistan’a büyük destek veren İngilizler, Yunanlıların, konferansa sundukları İzmir ve yöresine ilişkin sahte belgeleri gerçek belgeler olarak kabul ettiler. Konferansa katılan Yunanlıların amaçları; Batı Anadolu’yu ve Trakya’yı ele geçirerek Ege Denizi çevresinde büyük bir Yunan devleti kurmaktı. Bu amaçla Yunan Başbakanı Venizelos, İzmir ve çevresi ile Trakya’nın Yunanistan’a verilmesini istedi.
Savaş sırasında yapılan ve Osmanlı ülkesinin paylaşılmasını öngören antlaşmalarda Batı Anadolu ve Akdeniz Bölgesi’nin İtalyanlara verilmesi kabul edilmişti. Önceden buna karşı çıkmayan İngilizler, konferansta Batı Anadolu’nun İtalya’ya bırakılmasına karşı çıktılar. Güçlü bir ülke olan İtalya’nın Doğu Akdeniz’de egemen olması, İngiltere’nin sömürgelerine giden yollarının güvenliğini tehlikeye sokabilirdi. Bu sebeple İngiltere, Doğu Akdeniz’de güçlü bir İtalya yerine kendi güdümlerindeki Yunanistan’ın olmasını istiyordu. Bunun üzerine İtalya, daha önce kendisine bırakılan Batı Anadolu’nun Yunanistan’a verilmesinden dolayı konferansı terk etti.
Konferansın bu ortamından faydalanan Yunan Başbakanı Venizelos, Türklerin, İzmir’de Rumları yok etmeye hazırlandıklarını, İtalya’nın da İzmir’e asker çıkarmak üzere olduğunu iddia etti. Venizelos’un bu iddiasını gerçek kabul eden İngiltere ve Fransa, Yunan ordusunun İzmir’i işgal etmesini kararlaştırdılar. İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edilmesine karar verilmesi, İtalya’nın, İngiltere ve Fransa ile arasının açılmasına neden oldu. İngiltere’nin de yardımıyla 15 Mayıs 1919’da İzmir önlerine güçlü bir donanma gönderen Yunanlılar, aynı gün karaya asker çıkardılar.

Paris Konferansı’nda büyük devletlerin desteğini alan Yunanlılar, 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’i işgal ederek Batı Anadolu içlerine doğru ilerlemeye başladılar. Ancak Kuvvâ-i Milliye kuvvetleri Yunanlıların bekledikleri gibi ilerlemelerine müsaade etmiyordu. Bu arada İtilaf Devletleri, San Remo Konferansı’nda hazırladıkları Sevr Antlaşması’nı Osmanlı Devleti’ne imzalatabilmek amacıyla yeni bir strateji geliştirmişlerdi. Buna göre İtilaf Devletleri işgalleri altındaki bölgelerde baskılarını arttırırlarken Yunanlılar Anadolu’daki işgal sahalarını genişletecek ve Doğu Trakya’yı işgal edeceklerdi.
Mondros Ateşkes Antlaşması’nın ardından İtilaf Devletleri Boğazlar bölgesini kontrol altına almışlar, İstanbul, İzmit, Çanakkale ve Gelibolu’yu işgal etmişler, Fransızlar, Doğu Trakya’yı denetimleri altına almışlardı. (Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi (ATAM) İtilaf Devletleri’nin Türk-Yunan Savaşı’nda Tarafsızlık İlanı (13 Mayıs 1921) Dr. Abdurrahman BOZKURT)
Yunanlılar İzmir ve çevresini işgal edip konumlarını sağlama almak için ilerlemeye devam ederken, 23 Temmuz-17 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum Kongresi toplandı. Burada ülkenin bütünlüğünün korunması ve her türlü işgale karşı direnme kararı alındı. 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında toplanan Sivas Kongresi’nde aynı hususlar teyit edilerek işgallere karşı kurulmuş olan teşkilatlar, ‘’Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’’ adı altında birleştirildi. Bu tarihten sonra Yunanlılara karşı oluşmuş direniş hareketleri tek elden yürütülmeye başlandı. Atatürk’ün başkanlığında bir Heyet-i Temsiliye tesis edildi ve bu heyet 27 Aralık 1919 tarihinde Ankara’ya taşınarak faaliyetlerini buradan yürütmeye başladı.
Anadolu’nun baskı ve ısrarı sonucu, 12 Ocak 1920’de, toplanan son Osmanlı Mebuslar Meclisi 28 Ocak’ta Misak-ı Milli kararını aldı. Bunun üzerine 16 Mart 1920 tarihinde İstanbul resmen işgal edildi ve birçok mebus İngilizlerce tutuklandı. Bunun üzerine 18 Mart 1920 tarihinde Mebuslar Meclisi son toplantısını yaparak kendini süresiz olarak tatil etti ve 11 Nisan’da da Padişah tarafından feshedildi. Bu meclisten katılabilenler ve seçilen yeni üyelerden oluşan yeni meclis, TBMM adıyla, 23 Nisan 1920 tarihinde, Ankara’da toplandı.
Bu arada; Yunan Ordusu’nun Doğu Trakya’yı işgal etmek üzere ileri harekatı üzerine 9-14 Mayıs 1920 yılında her kesimden halk temsilcilerince toplanan Edirne Kongresi’nde Yunan ilerlemesine karşı direniş kararı alındı ve bölgesel seferberliğe gidildi. Ancak kurulan birlikler Yunan ilerleyişini durduramadı. 22 Haziran 1920’de saldırıya geçen Yunankuvvetleri; Doğu Trakya’da Edirne, Kırklareli ve Tekirdağ’ı, Anadolu’da ise; Bursa, Balıkesir, Uşak ve Nazilli’yi işgal ettiler.
San Remo Konferansı’nda esasları kararlaştırılan Sevr Antlaşması Osmanlı Hükümeti tarafından imzalanmasına rağmen TBMM tarafından protesto edilerek reddedildi. Sevr Antlaşması, Yunan işgallerine hukuki bir zemin kazandırıyordu. Ancak Anadolu’nun direnişi sonucu uygulanamıyordu.
Yunanlılarla çatışmalar Kuvva-i Milliye ve düzenli birlikler tarafından sürdürülüyor, Yunan ilerleyişi amaçladıkları gibi gitmiyordu. Yunan birliklerinin durumunun bir saldırı için uygun olduğunu değerlendiren Ali Fuat Paşa’nın kendi inisiyatifiyle 25 Ekim 1920 tarihinde giriştiği bir taarruz harekâtı yapıldı. Taarruz başarısız olunca Yunanlılar ileri harekâta geçerek İnegöl ve Yenişehir’i aldı ve Dumlupınar’a kadar ilerlediler.
Bu sırada 28 Ekim 1920 tarihinde doğu cephesinde başlayan taarruzumuz başarılı olunca 2/3 Aralık 1920 tarihinde Ermenilerle Gümrü Antlaşması imzalandı. Böylece doğu cephesinde çatışmalar sona erdi ve tüm imkânlarımızı batıda Yunanlılara karşı kullanma imkânı kazandık.

Türk kuvvetleri 1921 yılı başına kadar Kuvva-i Milliye diye tabir edilen düzensiz gönüllü kuvvetler ve mevcut düzenli askeri birliklerin karışımı bir yapı içerisinde Yunan kuvvetleri ile mücadele ediyordu. Ocak 1921 tarihinde Çerkez Ethem isyanının bastırılması ile birlikte tamamen düzenli orduya geçildi.
1921 yılı başlarında Yunanlılar, Trakya’da İstanbul sınırına dayanmışlar, Çerkez Ethem ayaklanmasının yarattığı ortamdan da faydalanarak Batı Anadolu’da Eskişehir, Kütahya ve Ankara’yı ele geçirmek üzere harekete geçmişlerdi. 6 Ocak günü başlayan Yunan taarruzlarının Afyon istikametindeki ilerleyişi 7 Ocak günü, Eskişehir istikametinde ilerleyişleri ise 9/10 Ocak’ta 1’nci İnönü Muharebesi sonucu püskürtüldü.
Bu başarılarla prestiji artan Ankara Yönetimi, o sırada Emperyalist Avrupa’nın en büyük düşmanı konumunda olan, Sovyetler birliği ile bir anlaşma imzalamak ve destek sağlamak maksadıyla Moskova’ya bir heyet gönderdi. Bu heyet 1 Mart 1921 tarihinde Moskova'da Afganistan ile bir dostluk antlaşması imzalanmış, ilk defa bir devlet tarafından tanınmıştır.(Vikipedi) 16 Mart 1921 Moskova Antlaşması ile de Türk-Rus sınırı çizilmiş ve Rus desteği sağlanmıştır. (Vikipedi) Bu durum doğu cephesinde çatışmaları sonlandırmış ve batıya birlik ve silah kaydırmamıza imkân vermiştir.
Yunanlıların ikinci ilerleme teşebbüsleri de 31 Mart/1 Nisan 1921 tarihli 2’nci İnönü muharebesi ile durduruldu. Fakat 10 Temmuz’da başlayan yeni Yunan taarruzu esnasında Kütahya-Eskişehir muharebelerini kaybeden ordumuz Sakarya Nehri’nin doğusuna kadar geri çekilmiştir. Bunun üzerine; Doğu cephesinden 1 Tümen, güney cephesinden 2 Tümen ve Amasya’dan bir Tümen batı cephesine kaydırılmıştır.
Yunanlılar bu başarılarından faydalanmak için kısa bir hazırlıktan sonra ileri harekâta başlamışlardır. Türk ordusunu imha etmek ve Ankara’yı ele geçirmek maksadıyla taarruza başlayan Yunan Ordusu ile ilk çatışmalar 23 Ağustos tarihinde başladı. 22 gün süren çatışmalar sonucunda başarılı olamayan Yunanlılar yenilgiyi kabul ederek eski mevzilerine çekildiler.
Sakarya Savaşı sonucunda Yunanlılar doruk noktasına ulaşmışlar ve artı taarruz edecek güçleri kalmamıştır. Artık amaçları ele geçirdikleri toprakları muhafaza etmektir. Yunanlılar savunma hazırlıklarına girişirken inisiyatifi ele geçiren Türk Ordusu da taarruz için hazırlıklara başlamıştır. Sakarya zaferinin uluslar arası etkileri de büyük olmuştur. Bu zaferden sonra Sovyet Rusya’nın aracılığıyla üç Sovyet Cumhuriyeti; Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan ile 13 Ekim 1921'de Kars Antlaşması imzalanmış, doğu sınırları tamamen güvence altına alınmıştır. Ayrıca; 20 Ekim 1921 Ankara Antlaşması ile Fransızlarla yapılan Barış Antlaşması sonucu Suriye sınırı çizilmiştir. Böylece İzmir’in Yunanlılara verilmesinden sonra İngiltere ile arası açılan İtalya’dan başka, Sovyetler Birliği’nden ve Fransa’dan da silah ve malzeme temini mümkün olmuştur. Bu antlaşmayla aynı zamanda Yunanistan’ı destekleyen İngiliz-Fransız cephesi de parçalanmıştır.
Bütün bunlara Yunanistan’da yaşanan siyasi gelişmeler eklenince İtilaf Devletleri’nin takip ettikleri politikalarda değişikliğe gitmeleri kaçınılmaz olmuştur.
Öte yandan 1920 yılı sonlarına doğru Atina’da işler karışmıştı. Venizelos’un işbaşına gelmesinde; İngiltere ve Fransa’nın desteği, Yunanistan’a vaat edilen Osmanlı toprakları ve Yunanistan’da yaşanan mali sıkıntılar belirleyici olmuştu. Venizelos Hükümeti’nin Türk topraklarını işgal etmek için yaptığı harcamalar mali sıkıntıları daha da artırmış, yaşanan mali sıkıntılardan bu kez Kral Konstantin taraftarları yararlanmak üzere harekete geçmişler, Venizelos’a karşı birleşik bir muhalefet cephesi kurmuşlardı. Bu ortam içerisinde Kral Aleksandr’ın ölümü (25 Ekim 1920) işleri daha da karıştırmıştı. General Kunduriyotis, Kral naipliğine atanmış, yeni Kral’ın seçimi için 3 Aralık 1920 tarihinde halk oylaması yapılmasına karar verilmişti. 14 Kasım 1920 tarihinde yapılan seçimlerden Venizelos büyük bir hezimetle çıkmış, yapılan halkoylaması sonucunda İngiltere ve Fransa aleyhtarı Kral Konstantin tahtına dönmüştü.
Yunanistan’da yaşanan bu gelişmeler İtilaf Devletleri tarafından kaygıyla takip ediliyordu. İtilaf Devletleri Kral’ı resmen tanımasalar da hükümeti ile gayri resmi temaslarda bulunmaya devam ettiler. Bununla birlikte İngiltere ve Fransa, Yunanistan’a verdikleri mali desteği kestiler. İtilaf Devletleri’nin Türk-Yunan Savaşı’na yaklaşımları değişmeye başlamıştı.

Yaşanan gelişmeler üzerine İtilaf Devletleri Londra’da bir konferans toplamaya karar verdiler. 12 Mart 1921 tarihinde toplanan konferansta Sevr Antlaşması tarafların kabul edebileceği bir hale getirilecek; Milli Mücadele Hareketi de daha fazla gelişmeden sona erdirilecekti. Ancak İtilaf Devletleri, Londra Konferansı’ndan bekledikleri neticeyi alamamışlar, bundan sonra Yunan Ordusu’nun başlatacağı yeni harekâta umut bağlamışlardı. Yunan Ordusu’nun başarısızlığı, İtilaf Devletleri’nin Türk-Yunan Savaşı’na yaklaşımlarında ciddi değişiklikleri gündeme getirdi.
Yunanlıların müttefik işgali altındaki Boğazlar bölgesindeki faaliyetleri de bu değişimi doğrudan etkiledi. Yunanlılar, işgal altındaki İstanbul’u askeri bir üs ve iaşe kaynağı olarak kullanıyorlardı. Patrikhane’nin ve İstanbul’un işgalinden sonra şehre gelen Yunan denizcilerinin çabalarıyla kurulan Yunan Milli Müdafaa teşkilatı başta İstanbul olmak üzere Anadolu’nun muhtelif bölgelerindeki Rum gençlerini Yunan ordusuna kazandırmak için çaba sarf ediyor, Milli Mücadeleye katılacağını düşündükleri yolcuların Boğazlardan geçişine de engel olmaya çalışıyorlardı.  Yunanistan’la ilişkileri kesilen Osmanlı hükümeti bu hareketi Müttefik Yüksek Komiserleri nezdinde protesto etti.
Yunanlıların Boğazlar bölgesini askeri bir üs olarak kullanmalarına, Rumları askere almalarına ve Türk yolcuları taşıyan gemilere yönelik hareketlerine engel olamayan Osmanlı hükümeti, İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı’na müracaat ederek Yunanlıların bu tür faaliyetlerine engel olunmasını talep etti.
Yunanistan ve Türkiye’de yaşanan siyasi olaylarla birlikte Yunanlıların Boğazlar bölgesindeki faaliyetleri İtilaf Devletleri’nde tarafsızlık fikrini gündeme getirdi. Yunanistan’ın Anadolu’daki mücadelesini başından beri destekleyen İngiltere’de ilk kez böylesine radikal bir değişiklik gündeme alınmıştı. İngiliz hükümeti Yunanlılarla Türkler arasında ayrım yapmadıklarını kanıtlamak amacıyla, Ankara hükümetine yönelik sınırlandırmaları da kaldırmaya karar verdi.
21 Nisan 1921 tarihinde Yunanistan Dışişleri Bakanı, Fransa ve İtalya’nın “Kemalistlere” silah sattığını iddia ederek İngiltere’nin, Yunanlılara savaş malzemesi satılmasına engel olmasının adil olmadığını ileri sürmüştü. İngiliz hükümeti, “biz tarafsızlığımızı ilan ettik. Yunanlılara da Türklere de savaş malzemesi gönderme izni vermeyeceğiz.” şeklindeki izahatı ile Yunanistan’a ve TBMM hükümetine aynı mesafede olduğunu göstermeye çalışmıştı. Bu izahat İngiliz hükümetinin takip ettiği politikalarda köklü bir dönüşümün eşiğinde olduğunun işaretiydi.
26 Nisan 1921 tarihinde İngiliz hükümeti hiç beklenmedik bir anda Fransız ve İtalyan hükümetlerine müracaat ederek İtilaf Devletleri’nin, Türk-Yunan Savaşı’nda tarafsız olduklarını ilan etmelerini önermişti. Bunda; Sovyetler Birliği’nin Orta Asya ve Kafkasya’da ilerlemesini tamamlayarak İngiliz işgal bölgeleri ile temas etmeleri ve 16 Mart tarihli Moskova Antlaşması ile Türkiye’nin tamamen Rus etkisine girme tehlikesinden duydukları endişe de etkili olmuştur. Ayrıca Hindistan İngiliz valisinin Türkiye’nin Yunanistan ile savaşında İngilizlerin Yunanistan’a verdiği desteğin Hint Müslümanlarının tepki gösterdiği ve bunun bir isyana sebep olabileceği şeklindeki ısrarlı raporları da bu değişimde etkili olmuştur.
10 Ağustos 1921 tarihinde Paris’te toplanan Yüksek Konsey özel şirketlerin ticaret yapma özgürlüğüne hiçbir şekilde müdahale edilmeyeceğini kararlaştırdı. Bu kararla savaş malzemesi satan özel şirketlere getirilen sınırlama kaldırılmıştı. Özel şirketler hem Yunanlılara hem de Türklere savaş malzemesi satma hakkına sahip olacaklardı. Yunanlılar bir süre daha İstanbul’u donanma üssü olarak kullanmaya devam edeceklerdi.
İngiliz Dışişleri Bakanı Curzon, taraflar arasında arabuluculuk yapılmasını teklif etmiş, yapılan iki teşebbüsün başarısızlıkla neticelendiğini ifade etmişti. Bunun üzerine Yüksek Konsey, taraflar arasında arabuluculuk yapma zamanının gelmediğine kanaat getirmişti. Yüksek Konsey son olarak Sevr Antlaşması ve Boğazların güvenliği meselelerini ele almıştı. Yüksek Konsey kararları Yunanistan’ın en büyük destekçisi İngiltere’nin desteğini de kaybettiğini göstermişti. (Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi (ATAM) İtilaf Devletleri’nin Türk-Yunan Savaşı’nda Tarafsızlık İlanı (13 Mayıs 1921) Dr. Abdurrahman BOZKURT)
Müttefik şirketlerinin ve hatta Sovyet Rusya’nın Ankara hükümetine savaş malzemesi satışına izin verilmesi Yunan hükümetinin tepkisine neden olmuştu. Daha önce İngiliz, Fransız ve İtalyan bandıralı gemilere müdahalede bulunmayan Yunan yetkililer, Fransız ve İtalyanlara ait gemilere müdahale etmeye başlamışlardı. Fransız ve İtalyan hükümetleri de bu müdahalelerden dolayı Yunanistan’ı protesto ediyorlardı. Bu aşamada İngiltere, Yunanlıların savaş malzemesi taşıyan gemileri arama ve ablukaya alma haklarını yok saymamakla birlikte, Kemalistlere askeri malzeme ulaştıran gemilerin engellenmesi meselesine müdahil olmayacağını açıklamıştı. İngiltere yaptığı açıklama ile işin içinden sıyrılmış Yunanistan’ı müttefikleri ile karşı karşıya bırakmıştı. Sakarya Savaşı’ndan sonra yapılan bu açıklama, Yunanistan’ın İngiltere’nin desteğini büyük ölçüde kaybettiğinin göstergesi idi. (Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi (ATAM) İtilaf Devletleri’nin Türk-Yunan Savaşı’nda Tarafsızlık İlanı (13 Mayıs 1921) Dr. Abdurrahman BOZKURT)
Sakarya Meydan Muharebesinden sonra Türk Ordusu uzun süre hazırlıklarını yaparak taarruz için her türlü ikmalini tamamlamaya çalıştı. Nihayetinde; 26 Ağustos 1922 tarihinde Büyük Taarruz başladı. 30 Ağustos günü, Dumlupınar bölgesinde yapılan meydan muharebesinde Yunanlıların ana kuvvetleri imha edildi. Bundan sonra batı istikametinde devam eden taarruzlarımız hızla gelişerek birliklerimiz 9 Eylül günü İzmir’e ulaştılar. Yunan orduları imha edilmiş, kalanları da Yunanistan’a kaçmıştı. Birliklerimiz İstanbul istikametinde ilerleyerek tarafsız bölgeye ulaştılar. Bunun üzerine İngiliz yetkililer müdahale ederek bir ateşkes önerisinde bulundular. 11 Ekim 1922 tarihinde imzalanan Mudanya Mütarekesi ile Türkiye-Yunanistan arasındaki savaşın sona ermesine, Doğu Trakya’nın 15 gün içerisinde Yunanlılar tarafından boşaltılarak Müttefiklere bırakılmasına, 30 gün içerisinde de TBMM Hükümetine teslimine ve bölgenin güvenliği 8000 kişilik bir Türk Jandarma birliği tarafından sağlanmasına karar verilmiştir. Buna karşılık olarak da Türk tarafı Çanakkale ve İstanbul Boğazları’nda sınırları ateşkesle çizilmiş olan kıyı şeridini tarafsız bölge olarak kabul etmiştir. Görüşmelere katılmayan Yunanlılar 14 Ekim tarihinde bu ateşkesi kabul ettiler. (Lewis, Bernard: Modern Türkiye’nin Doğuşu, s.343)

Bu mütarekeden sonra bir barış antlaşması yapabilmek için İsviçre’nin Lozan şehrinde heyetler arası görüşmelere başlandı. 21 Kasım 1922’de ilk toplantısı yapılan Lozan Konferansı’na iki ülke arasında ağırlıklı olarak; sınırlar, azınlıklar, Fener Rum Patrikhanesi, nüfus mübadelesi gibi sorunlar tartışılmıştır. Görüşmelerin olumlu bir şekilde ilerlememesi üzerine ilişkiler gerilmiş, Yunanlılar Mudanya Mütarekesi’ni ihlâl ederek Ocak 1923’te Meriç’in sağ tarafında yığınak yapmaya başlamışlar, bunun üzerine Müttefik Hükümetleri, 17 Ocak 1923 tarihinde Yunanistan’a bir nota vererek Mudanya Mütarekesi hükümlerine uymaya mecbur etmişlerdir.
Mevcut sorunlardan sınır meselesi çözümlenmiş ve ayrıca diğer sorunlarla ilgili olarak da 30 Ocak 1923’te iki ülke arasında “Türk ve Rum Nüfus Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol” imzalanmıştır. Ancak bu protokolün uygulanışında ortaya çıkan problemler, özellikle Lozan’da ele alınan “Fener Rum Patrikhanesi” ve “Nüfus Mübadelesi” konuları 1930’lu yıllara kadar Türk-Yunan ilişkilerini etkileyen başlıca konular olmuşlardır.(Atatürk Dönemi Türk-Yunan Siyasi İlişkileri Esra SARIKOYUNCU DEĞERLİ)
Trakya’da; Meriç Nehri sınır olarak kabul edilmiş, Karaağaç savaş tazminatı olarak Türkiye’ye bırakılmış, Ege Denizinde; İmroz, Bozcaada ve İtalyanlara bırakılan Oniki Ada hariç tüm Doğu Ege adaları, silahsızlandırılmak koşuluyla, Yunanistan’a bırakılmıştır. (Özgören, Aydın. Tar.Uzm., Atatürk Dönemi Türk Yunan İlişkilerine Bir Bakış.)
Patrikhane konusunda sözlü bir anlaşma yapılmış, tek başına bir kurum olarak Lozan’da yer almamıştır. Yapılan sözlü antlaşmaya göre sadece İstanbul’da kalacak olan Ortodoks Rumların dini işlerinden sorumlu olacak olan Patrikhane’nin eski statüsü son bulmuş, yeni statüsünün belirlenmesi ise azınlık hukuku çerçevesinde Türkiye’ye bırakılmıştır. Lozan Barış Konferansı esnasında 30 Ocak 1923 tarihinde imzalanan “Türk ve Rum Nüfus Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol” ile Türkiye’deki Ortodoks Rumlar ile Yunanistan’daki Müslümanların mübadele edilecekleri ve İstanbul Rum halkı ile Batı Trakya Müslüman halkının bu mübadele dışında tutularak “yerleşik (etabli)” sayılacağı kararlaştırılmıştı. Mübadele 1923’de başlamış ve önemli bir sorunla karşılaşmadan Nisan 1925’e kadar bir kısım Rum ve Türk halklarının mübadelesi sağlamıştır. Ancak sözleşmenin ikinci maddesinde yer alan “établis” kelimesinin Türk ve Yunan komisyon üyelerince farklı yorumlanması iki ülke arasındaki ilişkileri kopma noktasına getiren “etabli sorunu” da denilen anlaşmazlığa yol açmıştır. Türk tarafı kimlerin 30 Teşrinievvel 1918 tarihinden önce “sakin bulundukları”nın ancak Türk kanunlarına göre tespit edilebileceğini ileri sürmüştür. Yunan tarafı ise maddeyi 30 Ekim 1918 tarihinden önce herhangi bir şekilde İstanbul’da bulunan her Rum’un “yerleşmiş” kabul edildiği şeklinde yorumlamıştır. Anlaşma sağlanamayınca Yunanistan, Milletler Cemiyeti Antlaşması’nın 11. maddesine dayanarak konunun Cemiyet bünyesinde ele alınmasını talep etmiştir. Ancak Cemiyetin görüşü de çözümü sağlayamamış ve konu La Haye Daimi Adalet Divanı’na sevk edilmiştir. 16 Ocak ile 21 Şubat 1925 tarihleri arasında yapılan görüşmelerde, Yunan ve Türk temsilcilerinin tezleri sözlü ve yazılı ifadeleriyle birlikte ele alındıktan sonra Adalet Divanı özetle 21 Şubat 1925 tarihinde görüş bildirmiştir. Ancak ihtilafı bu mütalaa da çözememiştir. Bu sorunun çözüme kavuşturulamaması iki ülke arasındaki ilişkileri de gerginleştirmiştir. Yunan hükümeti bu aşamada Batı Trakya’daki Müslüman-Türk halkının mal varlığına el koymakla kalmamış ayrıca bölgeye Türkiye’den gelen mübadil Rumları yerleştirmiştir. Türkiye’nin, Atina yönetiminin bu uygulamasına İstanbul’daki Rumların mallarına el koyarak karşılık vermesi ise iki ülkeyi savaşın eşiğine getirmiştir. Ancak daha sonra Patrik sorununun çözümlenmesinin de etkisiyle iki devlet arasında gerginleşen ilişkiler yumuşama dönemine girmiş ve iki taraf arasında gerçekleştirilen görüşmeler sonucunda 21 Haziran 1925’de Muhtelit Mübadele Komisyonu’nun Türk ve Yunan temsilcileri tarafından Ankara Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma ile Türkiye, 30 Ekim 1918’den önce ve o sıralarda İstanbul’da mevcut bulunan tüm Rumlara yerleşik sıfatı tanıyordu. Ayrıca pasaportları olmaksızın ülkelerini terk edenler hariç olmak üzere yerleşik sıfatı tanınan Batı Trakya Müslümanları ve İstanbul Rumları ülkelerine serbestçe dönebileceklerdi. Eğer söz konusu kişilere mallarını iade etmek mümkün değilse tazminat ödenecekti. Böylece Türkiye ülkeyi terk etmiş bulunan birçok Rum’un dönüşünü engellerken Yunanistan’da Batı Trakya’daki Müslüman mülklerine yerleştirmiş olduğu bir kısım Rum’u bu mülklerden çıkarmak zorunda kalmıyordu. Ancak, iki ülke arasında temel anlaşmazlık sorunlarına çözüm getiren bu antlaşma uygulanamamıştır. Bunun en önemli sebebi Mihalakopulos hükümetinin düşürülmesi sonucunda 25 Haziran 1925’te iktidara gelerek cunta rejimi kuran General Pangalos’un Lozan’ı revize etmek temeline oturttuğu ihtiraslı bir dış siyaset gütmesiydi. Ayrıca General Pangalos’un antlaşmanın onayını geciktirmesi Türkiye’yi güvensizliğe itmiştir. Dolayısıyla Türkiye bu son antlaşmayı gözden geçirme ve uygulamasının güvence altına alınması için yeni adımlar atma kararı almıştır. Ankara’nın bu yaklaşımı sonucunda, Pangolos’un Ağustos 1926’da devrilmesinin ardından kurulan yeni koalisyon hükümetinin Türkiye ile görüşme masasına oturması, mevcut sorunların etraflıca ele alınmasını sağlamıştır. Karşılıklı görüşmeler Şubat-Aralık 1926 tarihleri arasında gerçekleşmiştir. Böylece 1 Aralık 1926’da Atina Antlaşması imzalanmıştır. Bu son belge taraflarca 1927 Şubatı’nda onaylanıp, 23 Haziran 1927’de yürürlüğe girmiştir. (Atatürk Dönemi Türk-Yunan Siyasi İlişkileri Esra SARIKOYUNCU DEĞERLİ)
Buna rağmen iki ülke arasındaki gerginlik 1929 yılına kadar devam etmiş, 1929’da ilişkiler iyice gerginleştiğinden taraflar deniz kuvvetlerini güçlendirmeye başlamıştır. Türk-Yunan gerginliğine yol açan bu gelişmeler her ne kadar savaşa dönüşmemiş olsa da 1930 yılına kadar sıcaklığını korumuştur.  
Lozan Antlaşması’ndan sonra iki ülke arasında ilişkiler inişli çıkışlı devam ederken, Avrupa’da köklü değişiklikler olmaya başladı. 1’nci Dünya Savaşı kaybeden ülkeler kadar kazananları da savaştan olumsuz etkilemişti. Savaşın getirdiği harcamalar sonucu İngiltere, Fransa ve İtalya ekonomileri zayıflamış, Sovyetler Birliği yayılmacı rejimi ve planlı ekonomisi ile batı dünyasına yeni bir güç haline gelmeye başlamıştı. ABD ise; savaştan sonra yeni bir güç olarak denge unsuru olarak oluşan boşluğu doldurabilecekken Avrupa meselelerinden kendini soyutlayarak kendi içine ve Amerika kıtasına odaklanmıştı.
Savaş sonrasının insafsız antlaşmaları ile elleri kolları bağlanmış olan mağlup devletler de, ağır toprak kayıpları ve çöken ekonomileri ile derin sosyal problemler yaşamaya başlamıştır. Demokratik yönetimlerin bu duruma çözüm bulamaması sonucu yapılan barış antlaşmalarını tanımayacakları yönünde söylemler geliştiren otokratik parti ve siyasi akımların güçlenmesine sebep olmuştur. Bu durum da Avrupa’da kurulan barışın kısa süre içinde yok olacağı yönünde endişeleri artırmıştır.

Değişim önce Akdeniz ve Balkan ülkelerinde etkisini göstermeye başladı. Savaştan toprak ve ekonomik çıkar yönünden pek kazançlı çıkmayan, aksine ekonomisi de zayıflayan İtalya iç çekişmelerle karşı karşıya geldi. Komünist akımlara karşı bir denge unsuru olarak görülen Mussolini’nin Faşist Partisi bu boşluğu doldurarak 1925 yılında İtalya’da yönetimi ele geçirdi. Faşist dikta yönetiminde belirli bir toparlanma yaşayan İtalya gözünü dışarıya çevirerek yayılmacı söylemler oluşturmaya başladı. İtalya’nın Akdeniz’deki faaliyetleri ve Mussolini’nin İtalya’nın yayılma alanı olarak Küçük Asya’dan bahsetmesi Türkiye’yi çok endişelendirdi. Bu durum başta komşuları olmak üzere İtalyan tehdidini hisseden ülkelerde de tedirginlik oluşturdu. Bu tedirginlik Balkan ülkelerini yeni ittifak ve güvenlik arayışlarına yönlendirdi. Türkiye, 1926’da Balkan Devletleri arasında karşılıklı sınırların güvence altına alınması amacıyla toplu bir güvenlik sisteminin kurulması yolunda bir girişimde bulundu ise de bundan bir sonuç alınamadı. Daha sonra Balkan Devletleri arasında bazı pürüzler ortadan kalkınca bir anlaşma havası oluştu.

Saygılar sunarım.

Mehmet Çanlı.
2.11.2017.

Türk Yunan İlişkilerinin Tarihsel Gelişimi (1915-1919)



I. Dünya Savaşı başladığında birçok ülkede olduğu gibi Yunanistan’da da savaşa girilip girilmemesi konusunda tartışmalar yaşanmıştı. Başbakan Venizelos İtilaf Devletleri saflarında savaşa girilmesini savunduğu halde Kral Konstantin ülkesinin savaşa girmesine taraftar değildi. İngiltere ve Fransa’nın, Osmanlı topraklarını içeren vaatlerinden cesaret alan Venizelos, 1915 Mart’ında Yunanistan’ın savaşa girmesi amacıyla Kral’a bir muhtıra vermişti. Kral’ın bu talepleri kabul etmemesi üzerine Venizelos başbakanlıktan çekilmiş, Gunaris’in başbakanlığında kurulan geçici hükümet, 1915 Haziran’ında Yunanistan’ı seçime götürmüştü. Yapılan seçimleri Venizelos kazanmasına rağmen Gunaris iktidarı teslim etmek istememiş, kısa bir krizin ardından Konstantin devreye girerek Venizelos’u işbaşına çağırmak zorunda kalmıştı. Bununla birlikte Kral’la, Venizelos arasındaki buzlar erimemişti. 1915 Aralık ayında yapılan seçimleri boykot eden Venizelos, 29 Eylül 1916 tarihinde Selanik’e giderek burada Etnik-i Amina (Milli Savunma) adlı bir ihtilal hükümeti kurmuştu. Yunanistan’da artık biri kral taraftarı Atina hükümeti, diğeri Venizelos’un başında olduğu ihtilalcı Selanik hükümeti olmak üzere iki hükümet vardı. Venizelos, I. Dünya Savaşı’na girilmesine taraftar olduğundan İngiltere ve Fransa ona destek olmak amacıyla Atina hükümetini denizden ablukaya almıştı. Abluka altında halkın zaruri ihtiyaçlarını karşılayamayacak hale gelen Atina hükümeti, müşterek İngiliz-Fransız birliklerinin Pire’ye çıkarak Atina’nın kontrolünü ele geçirmeleri sonucunda görevden çekilmek zorunda kaldı. Konstantin de tahtından feragat ederek yerini oğlu Aleksandr’a bırakmış, Yunanistan’ı terk etmişti. Bu gelişmeler üzerine Atina’ya gelen Venizelos yeni hükümeti kurmuştu. İttifak Devletleri ile ilişkilerini kesen Venizelos hükümeti, 1 Temmuz 1917 tarihinde Osmanlı Devleti’ne savaş açmıştı. Çalkantılı bir dönemden geçen Yunanistan, 1918 yılı Eylül ayında Makedonya Cephesi’ndeki çatışmalara fiilen katılabilmiş, kısa bir süre sonra da savaş sona ermiştir. (BOZKURT, DR.ABDURRAHMAN; Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi (ATAM),İtilaf Devletleri’nin Türk-Yunan Savaşı’nda Tarafsızlık İlanı (13 Mayıs 1921))
1918 yılı sonlarına doğru İttifak Devletlerinin savaşı kazanma umutları kalmamıştı. 29 Eylül 1918’de Bulgaristan savaştan çekilince, Osmanlı Devleti’nin Almanya ile bağlantısı kesilmiş, Trakya ile İstanbul, Yunanistan üzerinden gelebilecek saldırılara açık kalmıştı. Bu arada Almanya da; 3 Ekim 1918’de, ateşkes anlaşması önerisinde bulundu.  Bütün bu gelişmeler üzerine, İttihat ve Terakki Partisi Hükümeti, Sadrazam Talat Paşa’ya ateşkes için girişimde bulunma yetkisi verdi. Osmanlı Hükümeti, Wilson İlkeleri ışığı altında bir ateşkesi imzalamaya hazır olduğunu bildirdi. Talat Paşa’nın yerine sadrazamlığa getirilen Tevfik Paşa, İsviçre aracılığı ile ateşkes için başvuruyu yinelemiş ancak olumlu bir cevap alamamıştı. Ateşkes imzasını başaramadığı için görevden ayrılan Tevfik Paşa’nın yerine Ahmet İzzet Paşa sadrazam atandı. Sonunda büyük uğraşlar neticesinde Anlaşma Devletleri ateşkes görüşmelerine razı oldular.
İngilizler, 23 Ekimde Osmanlı Hükümetine, Limni Adası’nın Mondros Limanı’nda ateşkes görüşmelerinin yapılacağını ve Anlaşma Devletleri adına İngiliz Amirali Calthorpe’nin yetkili olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Bahriye (Denizcilik) Bakanı Rauf Bey (Orbay) başkanlığındaki bir kurul hemen Mondros’a gönderildi. Beş gün süren görüşmeler sonunda 30 Ekim 1918 günü Osmanlı Devleti ile Anlaşma Devletleri arasında “Mondros Ateşkes Antlaşması” imzalandı. 31 Ekim günü yürürlüğe giren ve 25 maddeden oluşan bu kısa, ama çok önemli antlaşmanın hükümleri arasında bulunan ünlü 7’ci madde ile bir tehdit karşısında “stratejik noktaları işgal etme” hakkının verilmesi, Osmanlı Devleti’nin daha barış antlaşması bile beklenilmeden İtilaf Devletleri’nce parçalanıp paylaşılacağının göstergesi olmuştur.

Türk-Yunan İlişkilerinin Tarihsel Gelişimi (1912-1915)




1912 yılına gelindiğinde Balkanlardaki Hristiyan unsurların tamamı Osmanlı İmparatorluğu'ndan ayrılarak kendi bağımsız ulus devletlerini kurmuş durumdaydılar. Bu ulus devletler Osmanlı İmparatorluğu'ndan yeni bazı topraklar almak istiyorlardı. Fakat hemen her Balkan devleti aynı bölge üzerinde hak iddia ettiği için sadece Osmanlı ile değil, bir birleri ile de çatışma halindeydiler. Üzerinde anlaştıkları tek şey, Osmanlıları Balkanlar’dan atma arzusuydu. Onları bu yönde hareket etmekten alıkoyan şeyler, ganimetin paylaşımına ilişkin anlaşmazlık ve Osmanlı ordusundan duyulan korkuydu. (Zücher Eric Jan: Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s.162) Ama 1911-1912 yıllarında yukarıda bahsedilen gelişmelerin de etkisiyle bu durum değişti. Trablusgarp savaşı Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi ve askeri zayıflığını ortaya çıkarmış, üstüne iç siyasi istikrarsızlık ta eklenince, bu durum Balkan Devletlerini harekete geçmek için cesaretlendirmişti. 13 Mart 1912’de, Bulgaristan ile Sırbistan bir ittifak yaptı. Anlaşma resmi olarak savunma nitelikliydi ama aslında Balkanlar’daki Türk topraklarının işgalini hedefliyordu. Buna çok benzer bir antlaşma Yunanistan ve Bulgaristan arasında 29 Mayıs 1912’de yapıldı. Karadağ ve Sırbistan da aynı yılın Ekim ayı başında bir antlaşma yaptılar.
2 Ekim 1912’de, müttefik Balkan Devletleri, Bab-ı Ali’ye, Makedonya’da yabancı denetiminde geniş bir ıslahat yapılması için ültimatom verdiler. Osmanlı İmparatorluğu, bu ültimatoma; ıslahat konusunda ılımlı fakat egemenliğinden feragat konusunda olumsuz cevap verince, 8 Ekim günü, Karadağ savaş ilan etti. Hemen ardından bunu diğerleri takip etti. Osmanlı ordusu kısa sürede tüm cephelerde yenilerek Çatalca’ya kadar tüm Balkan topraklarını kaybetti.
Osmanlı yönetimi 3 Aralık’ta ateşkesi kabul etti ve 13 Aralık’ta Londra Konferansı toplandı. Bu konferansta Balkan devletleri toprak paylaşımı konusunda anlaşamayınca bir sonuç alınamadı. Bu esnada (22 Ocak’ta) İstanbul’da bir darbe ile hükümet değişti. Yeni hükümet savaşa devam kararı aldı, fakat Edirne’nin düşmesi ve girişilen karşı taarruzların başarısız olması sonucu 16 Nisan’da yeni bir ateşkes yapıldı. 30 Mayıs’ta imzalanan Londra Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu; Midye-Enez hattı batısındaki tüm topraklarını kaybetti. Yunanistan; Balkanlarda işgal ettiği topraklara ilaveten Girit Adası’nı da kazanıyor, Ege Denizindeki diğer adaların kaderi ise büyük devletlerin kararına bırakılıyordu.
Londra Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu ve ittifak devletleri arasında sorun çözülmüş gibi görünüyor ancak müttefikler kendi aralarında kazanılan toprakların paylaşımı konusunda anlaşamıyorlardı. Anlaşmazlığın esasını; Bulgarların, Sırbistan’ın ele geçirdiği Manastır ve Ohri ile Yunanistan’ın ele geçirdiği Selanik’in kendisine verilmesi gerektiğini öne sürmesi oluşturuyordu. Bu talepler karşısında Yunanistan ile Sırbistan Bulgaristan’a karşı 1 Haziran 1913 tarihinde bir ittifak antlaşması yaptılar. Bu antlaşmayı öğrenen Bulgaristan erken davranarak 29 Mayıs’ta baskın şeklinde her iki devlete aynı anda saldırdı ancak yenildi. Fırsatı değerlendiren Osmanlı Ordusu da Bulgarlara saldırarak Edirne’yi geri aldı.
Yunanistan, savaş öncesinde, milli hedeflerine uygun olarak silahlanmış, Ege adalarını almak ve Ege Denizi’nin kontrolü hedefine uygun olarak güçlü bir deniz kuvveti oluşturmuştu. Aksine Osmanlı İmparatorluğu’nun Abdülaziz döneminde güçlendirilmiş oldukça büyük donanması Abdülhamid’in bir askeri darbe yaparlar endişesi ile çürümeye terk edilerek zayıflamıştı. Yunanistan’ın elinde, savaş zamanında çok etkili olan Averof Zırhlı Kruvazör’ünün yanında üç zırhlı, çok sayıda torpidobot ve yardımcı gemi bulunmaktaydı. Bu güçle mücadele edemeyecek kadar zayıf olan donanmamız Ege Denizi’ne çıkamadı. Yunanlılar; Limni, Taşoz, Semadirek, İmroz, Bozcaada, Ayastrati Adası, Midilli, Sakız ve Sisam adalarını işgal ettiler. (Akad Tanju:20. Yüzyıl Savaşları, s.163,164,165)
30 Mayıs 1913’te Londra Antlaşması ile Selanik, Güney Makedonya ve Girit Yunanistan’a verilmiş, Oniki Ada dışındaki Ege Adaları’nın geleceği ise büyük devletlere bırakılmıştı. İkinci Balkan Savaşı’ndan da galip çıkan Yunanistan; Bükreş Antlaşması (10 Ağustos 1913) ile Bulgaristan’ın Birinci Balkan Savaşı sonunda aldığı Selanik, Serez, Drama ve Dedeağaç’ı da ele geçirdi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun fiili olarak komşusu durumunda sadece Yunanistan ve Bulgaristan kalmıştı. Bulgarlarla yapılan İstanbul Antlaşması’ndan sonra Yunanistan ile 14 Kasım 1913’te Atina Antlaşması yapıldı. Görüşmelere Temmuz ayında başlanmış ancak bazı güçlüklerle karşılaşılmıştı. Atina Hükümeti; Yunan uyrukluların kapitülasyonlardan faydalanmalarını, İstanbul’daki Rum Patriği’ne Fatih Sultan Mehmet zamanında verilmiş olan imtiyazların tekrar tam olarak verilmesini, camilere yapılmış vakıflar dışında kalanların Yunan Hükümeti’ne ait olmasını istemekte idi. Bundan başka; Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Rumların, Yunanistan’daki Türklerle karşılık esasına dayanılarak, bağımsız ve özel askeri birlikler durumunda askerlik hizmetlerini yapmayı öneriyordu. Ayrıca Türk hükümetinden savaş halinde bulunduğu sırada el koymuş olduğu Yunan gemileri için 3 milyon Türk Lirası zarar ve ziyan parası istiyordu.
Osmanlı hükümeti bu istekleri kabul etmedi. İlişkiler gerilince, Yunanistan yeni bir savaşı göze alamayarak antlaşmayı imzaladı. Yunanlıların kapitülasyonlar ve Patrikhane’nin imtiyazları ile ilgili istekleri Balkan Savaşı öncesindeki gibi bırakılmış, Rumların askerliği hususundaki istek dikkate alınmamış, 2’nci Abdülhamit’in Yunanistan’daki emlaki işi ile Yunan gemilerine el konulmasından doğan sorunun Lahey Adalet Divanı’na gönderilmesi kabul edilmiş, Yunanistan’daki Müslümanların Bulgaristan ile yapılmış olan İstanbul Antlaşması’ndaki statüye benzer bir statüye tabi olacakları tespit edilmişti. (Karal, Enver Ziya: Osmanlı Tarihi 9’uncu Cilt, s.346-347) Diğer bir sorun olan adaların statüsü konusu Londra Antlaşması gereği büyük devletlerin kararına bırakılmıştı.
14 Şubat 1914 tarihinde büyük devletler bir notayla kararlarını bildirdiler. İmroz, Bozcaada ve Meis Türkiye’ye verildi, İtalyan işgali altındaki Oniki Ada hariç Yunanlılar tarafından ele geçirilmiş tüm Ege adaları askersiz duruma getirilmek şartıyla Yunanistan’a verildi. Bu savaşların sonunda Yunanistan; Girit ile birlikte Selanik dâhil Güney Makedonya, Güney Epir ve İtalya’nın elindeki 12 ada hariç neredeyse bütün Ege adalarını ele geçirerek topraklarını iki katına çıkardı. (Özgören, Aydın. Tar.Uzm., Atatürk Dönemi Türk Yunan İlişkilerine Bir Bakış.)
Bu sırada Avrupa’nın büyük devletleri hızla kendi aralarında iki blok halinde gruplaşıyordu. Osmanlı İmparatorluğu daha Abdülhamit zamanında, 1871 tarihinde büyük bir güç haline gelen Almanya’ya yakınlaşmış, bu devleti İngiltere, Fransa ve Rusya gibi geleneksel güçlere karşı bir denge unsuru olarak görmüştü. Bu durum İttihatçılar zamanında da-özellikle de 23 Ocak 1913’te bir darbe ile devletin yönetimini ele geçiren Talat, Cemal ve Enver Paşaların yönetime gelmesinden sonra- gelişerek devam etti.
İki bloğa ayrılan o günün Avrupa’sında desteksiz kalmak istemeyen Osmanlı İmparatorluğu; İngiltere, Fransa ve Rusya gibi devletlerle de değişik zamanlarda ittifak arayışına girmişse de bu devletlerin Osmanlı toprakları üzerindeki hedefleri sebebiyle bir antlaşma mümkün olmadı. Hükümet yetkilileri müttefiksiz kalmak endişesiyle Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya’nın oluşturduğu bloğa yakınlaştılar. Bu durumun doğal sonucu olarak ta Almanya’ya ile, savaşın hemen başlangıcında, bir ittifak antlaşması imzalandı.  Savaşın başlaması ve hızla yayılma eğilimi göstermesi ile Almanya, Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa girmesi yönünde baskılarını artırdı. Bab-ı Ali Bulgaristan ve Romanya ile de bir ittifak anlaşması imzalamak için görüşmelerde bulundu. Bulgaristan ile bir savunma anlaşması yapılırken Romanya herhangi bir anlaşmaya yanaşmadı. Yunan diplomatları ile Ege adalarının Osmanlılara geri verilmesi konusundaki görüşmeler de çıkmazda kaldı. (Karal, Enver Ziya: Osmanlı Tarihi 9’uncu Cilt, s.346-389)
Artan Alman baskısının da etkisi ile, Osmanlı Donanması’nın 29 Ekim 1914 tarihinde Karadeniz’de Rus limanları ve gemilerine karşı bir saldırı düzenledi ve Osmanlı İmparatorluğu fiilen savaşa katılmış oldu.

Saygılar Sunarım.

Mehmet Çanlı
2.11.2017.

Türk Yunan İlişkilerinin Tarihsel Gelişimi (1821'den 1912'ye Kadar )




Türkler 1071 Malazgirt Zaferi ile Anadolu’ya adım attıktan kısa bir süre sonra Yunanlılar ile temasa geçtiler. Alparslan’ın komutanları kısa süre içinde Anadolu’yu baştanbaşa aşarak İstanbul önlerine kadar geldiler. (Sevim Ali: Ünlü Selçuklu Komutanları, s.26)
Anadolu’da kurulan Selçuklu Devleti’nin başkenti Yunanlıların yoğun olarak yaşadığı bölgelerden biri olan İznik oldu. Bu dönemde bir Yunan devleti yoktu. Başta Yunanlılar olmak üzere batılı tarihçiler tarafından 17’nci Yüzyıldan itibaren Bizans İmparatorluğu olarak isimlendirilen ve başkenti İstanbul (Konstantinopolis, Byzantium) olan devletin (bizzat kendi yöneticileri tarafından da kaydedilen) ismi Doğu Roma İmparatorluğu’dur. Bunlar kendilerini her zaman Romalı olarak adlandırmışlar, imparatorlarını Roma Hükümdarları, eski Roma Caesar’larının mirasçıları saymışlardır. (Ostrogorsky Georg: Bizans Devleti Tarihi, s.25) Bizans İmparatorluğu diye bir devlet asla var olmamıştır. (Mango Cyril: Bizans, Yeni Roma İmparatorluğu, s.9) Bu imparatorluk 1453 yılında yıkılana kadar gerek diğer devletlerce ve gerekse kendi resmi yazışmalarında bu isimle anılmıştır.
 Bu devlet tarafından, bizim bugün Yunanlı olarak ifade ettiğimiz insanlar, kendi tebaaları içinde ayrı bir etnik grup olarak tanımlanmakta ve Grek diye adlandırılmakta idi. Bununla birlikte, resmi bir devlet olarak var olmasalar bile Yunan Halkı ile Türk Halkı’nın, Selçuklu Devleti, beylikler ve Osmanlı İmparatorluğu dönemlerinde sürekli bir teması olmuştur. Bu sebeple denilebilir ki Türklerin Anadolu’ya geldikten sonra en uzun süre beraber yaşadığı uluslardan biri Yunan Ulusu olmuştur. Hatta bunlar bu günkü Yunan Ulusu kimliğini de Türkler, özellikle de Osmanlılar sayesinde oluşturmuş, korumuş ve geliştirmişlerdir. Çünkü Anadolu ve Balkanlarda yaşayan Ortodoks Hıristiyanlar o zamanlar din ve mezhep birlikteliği hariç kültürel ve dilsel olarak bütünlük oluşturmuyorlardı. (Mango Cyril: Bizans, Yeni Roma İmparatorluğu, s.253) Bu Ortodoks Hıristiyanlardan Osmanlılar döneminde bir devletleri olan Sırp ve Bulgarlar gibi uluslar kendi milli kimliklerini korurlarken tarihi süreç içinde Türkçe, Arapça vb diller konuşan birçok unsur Yunanlılaşmışlardır.
Bunda en büyük etken Osmanlı Millet Sistemi ve Fener Ortodoks Kilisesi olmuştur. 19. yüzyılın sonlarına kadar Yunan Ulusu, Türklerin egemenliği altında Osmanlı Devleti’nin sosyo-ekonomik yaşantısında olduğu kadar, askeri ve siyasi yaşamında da etkin roller üstlenerek aynı kadere ortak olmuşlardır. Osmanlı Devleti’nin azınlıkları dinsel ayrıma tabi tutarak sınıflandırması ve azınlıkları mensup oldukları kiliseler aracılığı ile denetlemesi, kilise yönetimlerinin alacağı kararların Osmanlı yönetiminin garantisi altında uygulanmasına yol açmıştır. Bu yolla azınlıklar üzerinde etkin bir rol üstlenen kiliselerin gücü, Osmanlı Devleti’nin Balkanlar ve Avrupa’da sınırlarını genişletmesine bağlı olarak artmıştır. Özellikle Fener Ortodoks Kilisesi’nin yetki ve haklarının genişletilmesi ve bunların yönetimin etkin garantisi altında bulunması, bir yandan kilisenin dinsel/etnik azınlıklar üzerindeki denetimini artırırken, diğer yandan da ekonomik ve siyasi çıkarlar sağlamak çabasındaki azınlıkların kilise ile işbirliği ilişkilerini sağlamlaştırmıştır. Fener Kilisesi tüm Ortodoks unsurları, başta Yunan dili ile ibadet zorunluluğu olmak üzere asimile etmeye çalışmıştır. Sırp ve Bulgar Kiliseleri zaman içinde bağımsızlığını kazanarak ulusal kilise haline gelmiş ancak diğer unsurlar, özellikle de Anadolu’da yaşayan değişik diller konuşan Ortodokslar Fener’e bağımlı kalmışlar ve zaman içinde asimile olarak Yunanlılaşmışlardır.
Osmanlı Devleti’nin azınlıklara yönelik yaklaşımı içerisinde Rum/Yunanlıların ayrıcalıklı konumları, Osmanlı Devleti’nin gerileme sürecine girmesiyle değişim geçirmeye başlamıştır. 1789 Fransız Devrimi’nin yaymaya başladığı vatandaşlık hakları ve ulusçuluk anlayışı, farklı etnik ve dinsel toplulukları bünyesinde barındıran ve üstelik sosyo-ekonomik açıdan gerilemeye başlayan Osmanlı Devleti’nde de etkisini göstermiştir. Bu bağlamda, Avrupa ile yakın ilişkileri bulunan Balkan halkları arasında ulusçu yaklaşımlar yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin Avrupa’da baş gösteren ulusçuluk akımından etkilenmesi, ekonomik ve toplumsal yapısında değişiklik yapamaması, askeri başarısızlıklarla desteklenince çöküş sürecini hızlandırmış ve sonuçta, Osmanlı Devleti, Avrupa ve Balkanlarda topraklarını kaybetmeye başlamıştır.
Hıristiyan kökenli halklar içerisinde ulus bilincinin yerleşmeye başlamasıyla birlikte, Osmanlı Devleti’ne karşı yoğun bir bağımsızlık mücadelesi başlamıştır. Bu başkaldırı hareketi kilise tarafından da desteklenen çeşitli cemiyetler tarafından yürütülmüştür.
1814 yılında Odessa’da kurulan Filiki Eterya cemiyeti, birkaç yıl içinde Balkanlar’ın her tarafında hücreler kurdu. Örgütün başında,1820’den itibaren, Fenerli seçkin bir Rum aileye mensup ve Rus ordusunda bir general olan Aleksandros İpsilanti bulunuyordu. 1821’de İpsilanti ve ekibi, topyekûn bir isyan için zamanın geldiğine hükmetmiş ve bu isyanın Boğdan ve Eflâk’ın istilasıyla başlamasını tasarlamışlardı. Onların amacı sırf bir Yunan ulusal devleti değil, yeni bir Bizans İmparatorluğu yaratmak için Balkanlarda genel bir isyanın meydana getirilmesiydi.
Fakat bunların başlattığı isyan destek görmedi ve başarısız oldu. Ancak bu örgütün programından etkilenen Rumlar, Mora ve Ege adalarında bir isyan başlattılar. Osmanlı Ordusu 1821-1824 yıllarında onları yenmeyi başaramadı. 1824 yılında Mora’nın neredeyse tümü ve birçok ada isyancıların kontrolüne geçmişti.
İsyanın başarısına bir ölçüde, Osmanlı yönetiminin 1820-1822 yıllarında, Balkan ayanlarının en güçlüsü olan Yanyalı Ali Paşa (Tepedelenli veya Tepelenli Ali Paşa)’yı askeri yolla bastırmaya çalışmasının neden olduğu öne sürülür. Osmanlılar Ali Paşa’yı bertaraf etmekle, bölgeyi etkin şekilde denetleyebilen tek gücü de ortadan kaldırmış oldular.
Mısır askerleri Padişah’ın isteği üzerine, 1825 yılında Mora’ya çıktılar. Yeniçerilerin aksine, son derece başarılı oldular ve iki yıl içinde Mora’nın çoğunu zapt ettiler. Askeri felakete rağmen, Yunan isyanını Avrupa’nın müdahalesi kurtardı. Avrupa’da, bilhassa İngiltere ve Rusya, Rum isyancılarına sevgi ve yakınlık duyuyordu. İngiltere’de bu Helen severliğin kaynakları, Klasik Yunan Uygarlığı’na olan hayranlık idi. Rusya’da Yunanlılara olan sevgi ve yakınlığın ardındaki temel itici güç ise, Ortodoks Kilisesi içindeki dinsel dayanışmaydı. Fakat bu sevgi ve yakınlığı siyasi desteğe dönüştüren güç Rusya oldu. Rusya diğer devletleri isyana müdahaleye razı etmeye çalıştı ancak diğer büyük devletler kurulacak özerk Yunanistan’ın Rusya’nın kukla devleti olacağını düşündüğünden buna pek hevesli değillerdi. Rusya 1825 yılında, diğer güçlerle bir anlaşmaya varılamadığı takdirde Yunan İsyanı’na yalnız başına müdahale edeceğini duyurdu. Bunun üzerine İngiltere, Fransa ve Rusya Haziran 1827’de, tarafları ateşkese zorlamak maksadıyla müdahale etmeye karar verdiler. Padişah arabuluculuk teklifini geri çevirdiğinde bu üç devletin donanmaları Navarin’de bulunan Osmanlı ve Mısır donanmalarına saldırarak bunları imha ettiler. Osmanlı İmparatorluğu’nun bu duruma rağmen direnmesi sonucunda Osmanlı-Rus savaşı çıktı. 1829 yılında Ruslar, Edirne’yi işgal ettiler. Eylül 1829’da yapılan Edirne Anlaşması ile Osmanlılar, Yunanistan’ın bağımsızlığını kabul etmek zorunda kaldı. Fakat İngiltere, Fransa ve Avusturya’nın uysal bir Osmanlı İmparatorluğu’nu Rusya’nın nüfuzu altındaki güçlü bir Yunanistan’a tercih etmelerinden dolayı bağımsız Yunanistan, isyancıların hedeflerine göre oldukça küçük bir devlet olarak kuruldu. (Zücher Eric Jan: Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s.56-62)
Yunanistan’ın siyasal sınırları belirlenmiş bir devlet olarak ortaya çıkması 3 Şubat 1830 tarihinde Londra’da Fransa, İngiltere ve Rusya arasında akdedilen Yunanistan’ın bağımsızlığına ilişkin protokol ile gerçekleşmiştir. Bu protokolün ikinci maddesinin son paragrafına göre; Şeytan (Kuzey Sporat) Adaları ve Skyro Adası ile Eğriboz (Negropont) Adası’nın tamamı, Amargo Adası da dâhil 36º-39º Kuzey Enlemi ile 26º Doğu Boylamı arasında yer alan antik adıyla Kiklat Adaları Yunanistan’a ait olacaktı. İngiltere, Rusya ve Fransa aldıkları bu kararlarını bir nota ile 8 Nisan 1830’da Osmanlı Devleti’ne bildirmişler, Osmanlı Devleti de, 24 Nisan 1830 tarihli bir nota ile Yunanistan’ın bağımsızlığını resmen tanımak zorunda kalmıştır.
Bu gelişmeler sonucunda Yunan milliyetçileri arasında; Eski Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans İmparatorluğu)’nun yeniden kurulması esasına dayanan Megali İdea (Büyük Ülkü) nihai amaç olarak belirlenmiş ve bu topraklara sahip olan Osmanlı İmparatorluğu aleyhine yayılmacı ve saldırgan bir politika takip edilmiştir. Böylece, bir yandan Osmanlı Devleti toprak kaybetme sürecini yaşarken, diğer yandan da, Yunanistan’ın genişleme süreci içerisinde olmasıyla ortaya çıkan ve etkileri bakımından günümüzde de yoğun olarak ilişkilerde gözlemlenen bir uyuşmazlığın ilk izleri ortaya çıkmaya başlamıştı.
Bu savaşın diğer bir sonucu da Osmanlı Ordusu’nda reform hareketleri için uygun bir ortam oluşturmasıdır. Yeniçerilerin Yunan isyanındaki başarısızlıklarına kızan Sultan 2’nci Mahmut’un Mayıs 1826’da verdiği emir, her ne kadar yeni ordunun adına Muallem Asakir-i Mansure-i Muhammediye deniyorsa da, aslında Nizamı Cedit ordusunun yeniden canlandırılmasıydı. Beklendiği gibi Yeniçeriler konumlarının zayıflatılmasına isyan ettiler, ancak Padişah hazırlıklıydı. Yeniçeriler saraya doğru yürümek için toplandıklarında, Sultanın topçuları tarafından katledildiler ve kışlaları ateşe verildi. (Zücher Eric Jan: Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s.68)Ertesi gün yeniçeri ocağı resmen lağıv edildi. Ve daha çok Mısır örneği takip edilerek silahlı kuvvetler yeniden teşkilatlanmaya başlandı.
Mora Yarımadası üzerinde bağımsız bir devlet haline gelen Yunanistan ilk hedef olarak Ege Adaları ve Balkanlarda kuzeye doğru, Ege Denizinde doğuya doğru yayılma çabaları içine girmiştir. Bu maksatla; Adalardaki ve Balkanlar’daki Yunan Ortodoks kökenli insanları ayaklandırarak Avrupa devletlerinin de yardım ve baskısıyla topraklarını genişletmeye çalışmıştır. Bunun için ilk büyük girişim Girit adasında olmuştur. 1866 yılında, Osmanlı’nın adadaki kötü yönetimine karşı yapıldığı iddia edilen protestolar kısa sürede Yunanistan’la birleşmeyi talep eden bir isyana dönüştü. Bu durum adadaki isyana katılmak isteyen Yunan kamuoyunu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Müslüman kamuoyunu ayağa kaldırmış ve 1867’de iki ülke savaşın eşiğine gelmiştir. Rusya, Avrupa’nın isyancılar lehine müdahale etmesinde ve Girit’in Yunanistan’a verilmesinde ısrar etmiş ancak duydukları tereddüt diğer devletleri doğrudan eyleme geçmekten alıkoymuştu. Avrupalı güçlerin müşterek baskısı, Babıâli’yi isyancılar için genel bir af ve Girit Eyaleti idaresinde Hıristiyanlara daha fazla nüfuz sağlayan reformlar yapmaya zorlamıştı. Ama yabancı müdahalesi daha ileriye gitmemiş ve 1868 yılı sonunda isyan sona ermişti. (Zücher Eric Jan: Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s.91)
1869’da açılan Süveyş Kanalı İngiltere ve Fransa’nın tüm ilgisinin Mısır’a yönelmesine sebep oldu. Fakat 1871 yılında Fransa ve Avusturya-Macaristan imparatorluğunu yenerek Alman birliğini kuran Prusya (Almanya)’nın yeni bir güç olarak ortaya çıkması Avrupa ve Balkanlar’daki uluslar arası güç dengesini kökünden değiştirmiştir. Bu gelişme sonucu Fransa’nın Avrupa’daki gücü zayıflamış ve daha çok iç işlerine odaklanmasına sebep olmuştur. Avusturya-Macaristan ise batıya doğru genişleme imkânları ortadan kalkınca dikkatini Balkanlara yöneltmiş, Ege ve Akdeniz’e doğru yayılmaya yönelik politikalar geliştirmiştir. Bu durum ise Balkanlarda ve İstanbul’da gözü olan Rusya ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun güç mücadelesi içine girmesi ile sonuçlanmıştır. Avrupa’da güçler dengesini temel politikası olarak belirleyen İngiltere daha önce Akdeniz’e çıkmasının Mısır ve Süveyş Kanalı’na tehdit teşkil etmesine sebep olacağını düşündüğünden Rusya’nın yayılmacı politikalarına karşı Osmanlı İmparatorluğu’nu desteklerken bu politikasından vazgeçmiş ve Almanya’yı dengelemek için Rusya ile yakınlaşmıştır. İngiltere ayrıca Balkanların büyük devletlerin eline geçmesini çıkarlarına aykırı gördüğünden küçük balkan devletlerinin genişlemesi ve güçlenmesini desteklemeye başlamıştır.
Mevcut konjonktürden faydalanan Rusya, Avusturya-Macaristan ile; Osmanlı’nın Balkan topraklarını paylaşma konusunda anlaşmış, Osmanlı’daki rejim değişikliğinden de yararlanarak, 24 Nisan 1877 tarihinde, saldırıya geçmiştir. Ruslar kısa sürede; Kafkaslar’dan Doğu Anadolu içlerine, Balkanlar’dan ise İstanbul’a sadece 12 kilometre mesafedeki Yeşilköy’e kadar ilerlemişlerdir. (Zücher Eric Jan: Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s.117-118)
İstanbul ve boğazların Rus egemenliğine girmesinden korkan başta İngiltere ve Avusturya olmak üzere diğer büyük devletler güç kullanma tehdidiyle müdahale ederek düzenledikleri Berlin Konferansı ile Rus ilerlemesini sınırlandırmışlardır. Bu anlaşma neticesinde Avusturya; Bosna-Hersek’i İngiltere ise; Yunanistan’ın Megali İdea sınırları içinde olan Kıbrıs’ı fiilen işgal etmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu'na ait olan Tesalya ve İyon Denizi kıyısındaki Arta Limanı, 1878 Berlin Antlaşması uyarınca 1881 yılında Yunanistan'a verilmiştir. Bu genişlemeden sonra Yunanistan’ın yeni hedefi Epir (Yanya Vilayeti) ve Girit adasıydı. Bu bölgelerdeki nüfusun yaklaşık üçte ikisini oluşturan Osmanlı Rumları Yunanistan tarafından Osmanlı İmparatorluğu'na karşı devamlı kışkırtılıyordu. Fakat bundan sonra Avrupa devletleri daha çok kendi aralarındaki dengeler ve mücadeleler sebebiyle Osmanlı üzerindeki baskılarını azaltmışlar, ilgilerini Balkanlardan çekmişlerdir. Bu dönemde Abdülhamit; büyük devletler arasındaki bu mücadeleden yararlanarak güçler dengesi politikası uygulamış ve İngiltere, Fransa ve Rusya’ya karşı bir denge oluşturmak maksadıyla Almanya ve Avusturya’ya dayanma yoluna gitmiş, Balkan devletlerini dengelemek için ise kiliseler arası mücadeleyi körükleyerek bunların birlik oluşturmasını engellemiştir.
Bu durumu doğru bir şekilde değerlendiremeyen ve toprak kazanmaya çalışan Yunanistan’ın Girit’teki isyanı desteklemesi sebebiyle Osmanlı İmparatorluğu ile ilişkileri gerilmiş ve 1897 yılında yapılan savaşta yalnız başına kalarak ağır bir yenilgiye uğramış, ancak büyük devletlerin desteği ile toprak kaybından kurtulduğu gibi Girit için özerklik elde etmiştir.
Batıda ilerleme imkânları azalan Rusya doğu sınırlarına dönmüş ancak 1905’te Japonya’ya mağlup olunca dış politikasında ağırlığını tekrar Balkanlar’a vermiş, burada da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun çıkarları ile karşılaşmıştır.Bu tarihten sonra Balkanlar artık büyük devletlerin mücadele alanı haline gelmiştir.
1908 yılında 2’nci Meşrutiyet’in ilanı ile ortaya çıkan istikrarsızlıktan yararlanan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, fiilen işgali altında bulunan Bosna-Hersek bölgesini resmen ilhak etmiş, Bulgaristan Doğu Rumeli ile birleşerek bağımsızlığını ilan etmiş, Girit ise Yunanistan ile birleşmişti. Bunların her ikisi de Berlin Antlaşması esaslarına aykırı idi. Bosna-Hersek’in ilhakı aslında hiçbir şeyi değiştirmedi, çünkü Bosna-Hersek zaten Avusturya’nın elindeydi. (Troçki Lev (Çev:Tansel Güney): Balkan Savaşları, s.7) Ancak Osmanlı yönetimi bunu protesto ederek tazminat istedi ve Avusturya mallarına karşı bir protesto başlattı.
İlginç bir şekilde Bosna-Hersek işgali; başta Rus milliyetçileri olmak üzere Sırbistan ve diğer Slav unsurlarının Osmanlılardan daha fazla tepkisini çekti, çünkü Bosna-Hersek halkının etnik olarak Slav olduğu, bu sebeple Avusturya’nın bir Osmanlı toprağını değil, Slav halkı ve toprağını ele geçirdiği öne sürülüyordu. Bu durum Balkanlarda Germen-Slav bloklaşmasını daha da artırmıştır.
1909 yılında Avrupa devlet adamları ve siyesi yazarlarca Balkanlar’ın Rusya’sı diye gösterilen Bulgaristan’ın, Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlarda elinde kalan son toprak parçasının büyük bir bölümünü teşkil eden Makedonya’da ağır basması ve 1908 yılında Jön Türk akımının Türkiye’ye bir hareketlilik kazandırması, Yunan halkının tedirgin olmasına ve bu nedenle yönetime tepki göstermesine sebep olmuştur. Sivil otoritenin çaresiz kalması sonucunda Yunanistan’da 1909 yılında bir askeri darbe yaşanmıştır. Cunta liderleri hükümeti kendileri kurmaya teşebbüs etmeyerek Girit’te devlet adamlığı yönünden sivrilmiş Elefterios Venizelos’u hükümetin başına geçirmişlerdir. Venizelos, Ege’yi; bir Yunan denizine, Yunanistan’ı; iki kıtaya uzanan, beş denize açılan bir ülke yapmayı hayal etmekteydi. Venizelos için artık, inandığı Megali İdea düşünün hızla gerçeğe dönüştürülmesi için uygun fırsatları kollamak kalıyordu. Bu fırsatların ilki 1912 Balkan Savaşında ortaya çıktı.(Özgören, Aydın. Tar.Uzm., Atatürk Dönemi Türk Yunan İlişkilerine Bir Bakış.)
1911’de İtalyanlar Trablusgarp ve daha sonra 12 Ada’ya asker çıkardılar. 17 Ekim 1912 tarihli Uşi Antlaşması’yla; Trablusgarp ve 12 ada İtalyanlara bırakıldı. 1815 Viyana antlaşması ve 1856 Paris Antlaşmalarına göre Osmanlı İmparatorluğunun toprak bütünlüğü garanti edilmiş olmasına rağmen Avusturya’nın Bosna Hersek’i işgali, Bulgaristan’ın bağımsızlığı ve İtalya’nın Trablusgarp ve 12 adayı işgaline hiçbir Avrupa devleti ses çıkarmadı. Bu durum Osmanlı’nın Balkanlar’daki topraklarında gözü olan devletleri bu bölgeleri ele geçirmek konusunda cesaretlendirdi. Fakat 1897 Yunanistan yenilgisinden sonra tek başına Osmanlı ile mücadele edemeyeceklerini anlayan Balkan Devletleri, Rusya’nın da teşvikiyle gizli antlaşmalar yaparak bu bölgeleri aralarında paylaşma ve ittifak antlaşmaları imzalama yoluna gittiler.
Osmanlı imparatorluğu; Avusturya ile ilişkilerini geliştirip, Arnavutlar’a bağımsızlık veya yarı bağımsızlık vererek desteklerini sağlamak ve Yunanistan ile yakınlaşarak kendisine karşı kurulabilecek ittifakları parçalamak yerine tam tersi tedbirler alarak, Balkanlarda kendi sonunu getirecek şu takım adımlar atmıştır.
1909 yılında, meclise getirilen; ilk ve ortaokullarda Türkçe eğitim görülmesi, bundan başka her bölgede orada yaşayanların ana dillerinin de kullanılması, özel okulların ise devletin denetimine sokulması hakkında kanun tüm azınlıklar arasında tepki ile karşılandı. Bu kanun; Fener Kilisesi ve onun uzantıları tarafından da büyük bir direniş ve düşmanlıkla karşılanmıştı. Bu durum silahlı direniş ve Yunanistan’a katılma yönünde Rum azınlık arasında yoğun bir propaganda faaliyetiyle sonuçlandı. (Karal,Enver Ziya: Osmanlı Tarihi 9’uncu Cilt, s.129)
Osmanlı Hükümeti, 3 Temmuz 1910 yılında uzun yıllar tartışılacak önemli bir adım daha atarak kiliseler kanununu çıkardı. Bulgarlar, 1871 yılında Fener Kilisesinden ayrılarak Ekserhane adıyla kendi kiliselerini kurmuşlardı. Yeni kilise kuruluşunu engelleyemeyen Fener mevcut kilise binaları ve mallarının dağıtım ve yetkileri konusunda direnerek Ekserhane’nin yerleşmesi ve kurumsallaşmasını engellemeye çalışıyordu. Bu çekişme Yunanlılar ve Bulgarlar arasında gerilim ve çatışmalara sebep oluyordu. Abdülhamit’in kasıtlı olarak kullandığı bu ikiliği, yeni yönetim, devlet kasasından harcamalar yaparak düzeltmeye çalışmakla, hem Yunanistan ve Bulgaristan arasında, hem de Osmanlı vatandaşı Yunanlı ve Bulgarlar arasında çatışmaları önleyerek Osmanlı İmparatorluğu aleyhine işbirliğine gidebilmelerini mümkün hale getirdi. (Karal, Enver Ziya: Osmanlı Tarihi 9’uncu Cilt, s.132)
İttihat ve Terakki Cemiyeti, Meşrutiyetin duyurulması için Makedonya çeteleri ile işbirliği yapmak zorunda kalmıştı.(Karal, Enver Ziya: Osmanlı Tarihi 9’uncu Cilt, s.135) Meşrutiyetin ilanı ile Balkanlardaki Müslüman ve Hıristiyan azınlıklar siyasal kulüpler kurmuşlar ve çeteler bu siyasal kulüplerle bağlantıya geçerek daha da güçlenmişlerdi. Çetelerin de desteği ile bu kulüpler, kendi etnik gruplarının milliyetçiliği propagandasını yapan siyasal partiler durumuna geldiler. Bu ayrıştırıcı unsurlarla mücadele etmek maksadıyla 16 Ağustos 1908 tarihinde, etnik grup adıyla kulüp kurulmasını yasaklayan bir kanun çıkarıldı ve mevcutları da kapatıldı. Başta Bulgarlar olmak üzere bu kulüplerin üyeleri çetelere katıldılar. Bunun üzerine 27 Eylül 1908 tarihinde çeteciliği yasaklayan bir kanun tasarısı hazırlanarak derhal yürütülmeye başlandı. Bu da çatışma demekti.
Bu sırada çıkan Arnavutluk isyanı çok sert bir şekilde bastırılarak, Arnavutların elindeki silahlar toplandı. 1909, 1910 ve 1912 yılında toplam dört Arnavutluk isyanı oldu. Bu isyanlar da sert bir şekilde bastırıldı. Bu şekilde Balkanlarda Hıristiyan Rum ve Slav unsurlara karşı bir denge unsuru ve müttefik olan Müslüman Arnavutlar zayıflatılmış oldu.


Saygılar Sunarım.
Mehmet Çanlı
3.11.2017.