.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}
Tarih Yazıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tarih Yazıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Ekim 2017 Pazar

Barzani'nin Bağımsızlık Referandumu ve Kuzey Irak Hakkında Lozan'da Konuşulanlar.


     Barzani emminin kendi kendini yasal hale getirmeyi amaçladığı referandum, Ata mirası Misak-ı Milli sınırları içinde yapılmıştır. Barzani, iki yıl önce bulunduğu makamı kaybetmiş ama kendini hala o bölgenin sorumlusu gibi göstermeye devam etmiştir. Çünkü seçim yapıldığında kazanamayacağını kendi de bilmektedir. Kazanmasının tek yolunun bölgeye bağımsızlık getirmesinden geçtiğini değerlendirmiş ve referandum sonucunun istediği gibi olmasıyla da 1 Kasım 2017 de seçim yapılacağını karara bağlamıştır.
     Referandumun gerekçesi Irak anayasasının 140. maddesidir. Anayasaya girmesine neden olan ise 1918 yılında ABD başkanı Wilson’ın ileri sürdüğü görüşlerdir. Konuya girmeden önce Wilson emmi ilkelerinde neler yazıyor bakalım. ABD Başkanı Wilson tarafından 8 Ocak 1918 günlü Kongre toplantısında okunan ve tarihe Wilson prensipleri diye geçen Birinci Dünya Savaşı’na ilişkin 14 maddelik Amerikan savaş amaçları bildirisi özetle şöyledir:

     Madde 1. Barış görüşmeleri kamuoyuna açık olarak yapılmalı ve görüşmeler sonunda varılacak antlaşmanın hükümleri de yine açık olmalıdır. Gizli antlaşmalara son verilmelidir.
     Madde 2. Denizlerin, karasuları dışında kalan bölümleri, uluslararası antlaşmaların gerektirdiği özel durumlar dışında savaşta ve barışta herkesin özgür ve serbest kullanımına açık olmalıdır.
     Madde 3. Ekonomik engeller olabildiğince kaldırılmalı, ticaret serbestisi ve fırsat eşitliği sağlanmalıdır.
     Madde 4. Ulusların silahlanması, iç güvenliğin gerektirdiği en alt düzeylerde olmalı, bu konuda yeterli garantilerin verilmesi sağlanmalıdır.
     Madde 5. Tüm sömürgecilik savları, ilgili halkların çıkarlarını ve egemenlik istemlerini dikkate alacak biçimde eşitlikçi ve hakkaniyete uygun düzenlemelere tabi tutulmalıdır.
     Madde 6. İşgal altındaki Rus toprakları boşaltılarak, Ruslara kendi kurumlarını seçme hakkının tanınması sağlanmalı ve onlara istedikleri/gereksinim duydukları her türlü yardım yapılmalıdır. 
     Madde 7. Belçika toprakları boşaltılmalı ve bu devletin ulusal egemenliği yeniden kurulmalıdır.
     Madde 8. 1871’de Almanya’ya geçen Alsace-Lorainne, Fransa’ya iade edilmelidir.
     Madde 9. İtalya’nın sınırları ulusal esaslara göre yeniden çizilmelidir.
     Madde 10. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu içindeki halkların özerk gelişmeleri sağlanmalıdır.
     Madde 11. Romanya, Sırbistan ve Karadağ toprakları boşaltılmalı, Sırbistan’ın denize çıkışı sağlanmalıdır. Tarihsel savları ve ulusal bağları dikkate alınarak çizilecek sınırları içinde Balkan devletlerinin dostça ilişkiler kurmaları sağlanmalı, siyasi ve ekonomik bağımsızlıkları ile toprak bütünlükleri uluslararası güvence altına alınmalıdır.
     Madde 12. Osmanlı İmparatorluğu’nun, nüfusunun çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu bölümlerinde Türk egemenliği güvence altına alınmalı; İmparatorluk sınırları içindeki diğer ulusların yaşam güvenlikleri ve özerk gelişimleri sağlanmalıdır. Çanakkale Boğazı, uluslararası güvenceler altında tüm gemilere ve ticarete sürekli olarak açık hale getirilmelidir.
     Madde 13. Polonyalıların yaşadığı topraklarda, denize açılımı olan, siyasal ve ekonomik bağımsızlığı ile toprak bütünlüğü uluslararası antlaşmalarla güvence altına alınmış bir Polonya Devleti kurulmalıdır.
     Madde 14. Özel antlaşmalarla, küçük, büyük tüm devletlerin siyasi bağımsızlıklarını ve toprak bütünlüklerini karşılıklı olarak güvence altına alacak bir uluslar birliği kurulmalıdır.
     Milletleri parçalamaya, etniklere ise sözde bağımsızlık vermeye özde ise sömürgecilerin işbirlikçisi yapmaya yönelik olan bu maddeler, bazen ismi anılarak bazen de anılmaksızın, günümüzde dahi kullanılmakta olup, ismine de “kendi kaderini kendi tayin etme hakkı” denmektedir.
     Sömürgecilerin geçmişte hiç devlet olmamış ve gelecekte de asla olamayacak olan etnikleri kandırmaya yönelik çabalarının edebi bir halidir bu tanımlama. Uluslararası kullanımı ise self determinasyondur. Kendi kaderini kendi tayin etme (self determinasyonun) sürecinde hep nüfus öne çıkarılmıştır.
     Nüfusu öne çıkaranlar sömürgeciler ve onlara bilerek veya bilmeyerek alet olan etniklerdir. Akla uygun gibi görünen bu gerekçenin, esasında iyi incelendiğinde, gelecek için daha karanlık tablolar çizdiği görülmektedir.
     Musul, Kerkük, Erbil illerini içine alan misakı milli sınırları belirlenirken nüfusun yanında ve ondan daha önce etnoğrafya gerekleri gözetilmiştir. Zaten Lozan Konferansında Türk tezi etnoğrafik gerekler üzerine, İngiliz tezi ise petrol üzerine kurulmuş olup, onlar bunu nüfus sosu ile sunmuşlardır. Konferans süresince çetin tartışmalara neden olan Musul meselesini ismet İnönü “Musul bizim için vatan, kendileri için petrol meselesidir ” diye özetlemiştir.

     Türk-Kürt ayrımı yapılmadan çoğunluğun Türk olduğu vurgulanan konferansta, İsmet İnönü, Musul’u meydana getiren unsurları şu şekilde göstermiştir:

      Türk 146.960
      Kürt 263.830
      Arap 43.210
      Yezidi 18.000
      Gayri Müslim 31.000
     TOPLAM 503.000

     İngilizler ise rakamları daha değişik göstermişlerdir:

     Türk 65.895
     Kürt 452.720
     Arap 185.763
     Hıristiyan 62.225
     Yahudi 16.865
     TOPLAM 785.468

     Bir başka kaynakta ise rakamlar daha değişik olarak karşımıza çıkmaktadır. Türklere göre, İngilizlere göre ve Irak Hükümetine göre (1921-1924 arasında) nüfus durumu şu şekildedir.

     Türk 35.000 14.895 38.652
     Kürt 104.000 149.820 494.007
     Arap 28.000 170.663 166.941
     Musevi 31.000 67.090 73.263
     Yezidi 18.000 30.000 26.257

     Rakamların dramatik bir şekilde birbirlerinden çok farklı olduğu görülmektedir. Rakamlarda oynama olduğunu söylememek için saf olmak gerekir. Bu kaynakların dışında başka kaynakları incelediğimizde de daha değişik rakamlara ulaşmak mümkündür.
     Başta Mustafa Kemal olmak üzere, Misak-ı milli için sınırlarını çizen kişilerin, bu bölgedeki nüfusun etnik ayrımcılığa gidildiğinde Türklerin aleyhinde olduğunu bilmediklerini söylemek cahillikle eşdeğerdir. Burada asıl olan meselenin nüfustan ziyade “millet meselesi ve etnoğrafik değerler” olmasıdır.

     Türk tarafı bunları Lozan Konferansında dile getirmiştir ancak bu bir güç ve süreç meselesidir. İstenileni almak mümkün olmamıştır. Lozan Konferansındaki Türk görüşü özetle şöyledir:

     -Musul vilayetinde oturanlar yeniden Türkiye’ye bağlanmayı ısrarla istemektedirler: çünkü sömürgeleşmiş bir halk olmaktan çıkarak, bağımsız bir devletin yurttaşları olacaklarını bilmektedirler.
     -Coğrafi ve siyasal bakımlardan, bu vilayet, Anadolu’yu tamamlayan bir parçadır. Musul ancak Anadolu’ya bağlı kalmakla gerçek çıkış yerleri olan Akdeniz limanlarıyla sıkı ilişki kurabilir.
     -Hukuki bakımdan hala Osmanlı devletinin bir parçası olan Musul için İngiltere’nin yapacağı bütün anlaşmaların ve sözleşmelerin hukuki açıdan hiçbir değeri olmaz.
     -Anadolu’nun güney kesimlerini birleştiren yolların kavşak noktası olan Musul’un ticaret ilişkilerimiz ve bölgenin güvenilirliği bakımından Türkiye’nin elinde olması zorunludur.
     -Musul vilayeti, Türkiye’nin birçok başka parçaları gibi, savaşın durmasından sonra ve yapılmış sözleşmelere aykırı olarak Türkiye’den alınmıştır. Bu yüzden, aynı durumda kalmış öteki bölgeler gibi, Musul’un da Türkiye’ye verilmesi gerekir.
   
     Yukarıda sıralanan ve gerçekçi gerekçelerle desteklenmiş görüşü şu anda ülkeyi yönetenlerin üretebileceğini sanmıyorum. Hatta anlayabileceklerini da sanmıyorum. Bu işler oradan buradan gelecek paraların hesabını yapmaya benzemez. İşte bu durumda tüm yük, vatanın gerçek sevdalılarına düşmektedir. Önemli olan bu yükü taşıyacak gücümüzün olup, olmadığıdır.

Güven Kaya
28.10.2014.

Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

28 Ekim 2017 Cumartesi

İstiklal Madalyası'nın Sırları.


      Geçen gün bir arkadaşla bir yerde buluşup biraz sohbet ettik. Arkadaş, yakın zaman önce Kahramanmaraş’a gittiğinden orada çektiği resimleri gösterdi. 1996-1998 yılları arasında Islahiye’de görev yaptığımdan Kahramanmaraş’a birçok defa gitmiştim. Bundan sonra da 2005-2007 yılları arasında Kahramanmaraş’ta görev yaptım. Bu sebeple şehrin resimlerine, biraz da özlemle dikkatli bir şekilde baktım.
      Şehrin değişik tarihi ve doğal güzelliklerine özlemle bakarken birden bire Kahramanmaraş’a verilen istiklal madalyasının resmi dikkatimi çekti. Ne yalan söyleyeyim, daha önce de istiklal madalyası resmi ve hatta madalyanın kendisini gördüğüm halde madalyanın üzerindeki kabartmaya hiç dikkat etmemiştim. Bu sefer, nedendir bilmem, madalyanın üzerindeki kabartma dikkatimi çekti. Çünkü madalyanın üzerinde bir yerleşim yeri olduğu anlaşılan evler, sağ tarafında minaresi açıkça belli olan bir cami ve altında da kağnı ile cephane taşıyan bir köylü kadının kabartma şeklindeki resmi vardı. Bu şeklin üzerinde de ışık haleleri bulunuyordu.
      İstiklal madalyası üzerinde cami resmi olduğu ilk defa dikkatimi çektiğinden eve gelince istiklal madalyası hakkında biraz araştırma yaptım. 4 Nisan 1921 tarihinde TBMM tarafından çıkarılan 66 sayılı kanunla istiklal madalyası verilmesine karar verilmiş ve Osmanlı dönemine ilişkin tüm madalya ve nişanlar iptal edilmiş.
      İstiklal Madalyası, Milli Mücadele’de yararlılık ve cephelerde kahramanlık gösteren sivil ve asker kişilerle o dönemde savaşa katılan alayların sancaklarına ve Erzurum ve Sivas kongrelerine katılanlara verilmiş.
      Bu madalyalar 1 Kasım 1926 tarihine kadar TBMM tarafından verilirken bu tarihten itibaren müracaat edenlere Millî Savunma Bakanlığınca verilmiş. 1926 yılına kadar 6.920 madalya verilmiş. Bundan sonra, 1968'de 1005 sayılı yasanın (1 Mart 1968 tarihi itibariyle) kabulüne kadar geçen 47 yıl içinde verilen madalyalarla birlikte; madalya verilen kişi sayısı 95.261’e ulaşmış.
      İstiklal madalyası sadece kişilere değil şehir ve sancaklara da verilmiş. 30 Ocak 1929 gün ve 3579 sayılı kanunla; Kurtuluş Savaşı’nda cephede görev yapan alay sancaklarına İstiklal Madalyası verilmiş. Ayrıca iki şehir ve bir ilçeye de istiklal madalyası verilmiş. Bunlar Kahramanmaraş Gaziantep ve İnebolu’dur.
      İlk defa istiklal madalyası verilen yerleşim yeri İnebolu olmuş. İnebolu, 9 Nisan 1924 tarihli TBMM kararıyla, beyaz şeritli istiklal madalyası ile ödüllendirilmiş. İstiklal madalyası alan ilk şehir olan Kahramanmaraş ta, 5 Nisan 1925'te kırmızı şeritli istiklal madalyası ile ödüllendirilmiş. Çünkü Meclis'ten gelen ve şehirde Kurtuluş Savaşı'na katılanların bildirilmesini isteyen yazıya şehrin ileri gelenlerinin Maraş’ta milli mücadele’ye katılmayan hiç kimse yoktur” cevabı üzerine TBMM, madalyayı bütün şehir halkına verme kararı almış. Gaziantep ise, ancak 2008 yılında istiklal madalyasını alabilmiş.
      Bu genel bilgilerin ardından şimdi de madalyanın şekline ve benim dikkatimi çeken kabartmasına gelelim. İstiklal Madalyası`nın şekli mecliste uzun tartışmalar sonucu belirlenmiştir. Bu işle, Mustafa Kemal tarafından İstiklal Madalyası yasa tasarısını hazırlamak için görevlendirilen Mustafa Necati Uğural ilgilenmiştir. Bu çalışmalar sonucunda istiklal madalyasının tasarımı Mesrur İzzet Bey tarafından yapılmış. İzzet Bey aynı zamanda ilk madeni para ve pulların da tasarımını yapan kişidir.
      İstiklal madalyası oval şeklindedir. İstiklal madalyası pirinçten yapılmıştır. Çapı 35x40 mm, ağırlığı 15.55 gramdır. Ön yüzünde; üstte Ankara şehrinin, ortada TBMM Binası`nın resmi bulunan madalyanın arkasında zafer ve barışa işaret eden güneş ışınları görülmektedir. Meclis`in sağında 23 Nisan bilgiyi, orak ve tırpanlar tarıma önem verileceğini, iki taraftaki meşaleler de barışı anlatır. En altta kağnısıyla birlikte bir köylü kadını görülmektedir.
      Madalyanın öteki yüzünde ay yıldızla çevrilmiş olarak Misak-ı Milli sınırlarını gösteren Türkiye Haritası vardır. Bu harita üzerindeki tek yıldız Ankara şehrini işaret etmekte, yıldızdan çıkan ışınlardan birisi Kars`a kadar uzanmaktadır. En altta madalyanın yapılış yılı olan 1 Teşrinisani 1338 (1 Kasım 1922) tarihi bulunmaktadır.
      T.B.M.M`ce verilen ilk madalyaların kurdele rengi yeşildir. Ancak daha sonra milletvekillerine yeşil, cephede bulunanlara kırmızı, cephe gerisinde çalışanlara beyaz renkte kurdelesi olan madalyalar verilmiştir. Cephede görev almış milletvekillerinin madalya şeritleri yarı kırmızı, yarı yeşil renklidir.
      Tüm bu bilgilerin ışığı altında şimdi, iğrenç ağızlarından salyalar akarak; keşke Yunanlılar galip gelseydi veya cumhuriyet bir devre arasıydı gibi aşağılık sözler sarf edenleri ve Atatürk’ü dinsiz göstererek bu iğrençliklerinin üzerine tüy dikenleri düşündükçe ne söyleyeceğimi tam olarak bilemiyorum.
      Ama biliyorum ki Milli Mücadele sırasında herkes düşmanla savaşmadı. Bazıları da İngiliz, Fransız ve Yunan altınlarını alarak mücadelenin en sıkıntılı dönemlerinde milli kuvvetleri arkasından vurdu. Bazıları ise ‘’Yunan ordusu, hilafet ordusudur.’’ diye iğrenç (sözde) fetvalar yayımlamaktan bile çekinmedi.
      Şimdi bu lafları edenler, sanırım bu ikinci sınıf aşağılık işleri yapanların torunları olmalı diye düşünüyorum. Yoksa kendi kontrolünde hazırlanan bir madalyaya cami resmi koyduran bir kahramanı, bu ülkenin kurucusunu dinsizlikle suçlayacak kadar alçalmazlardı.

      Saygılar sunarım.
      Mehmet Çanlı
      28.10.2017.
      Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

27 Ekim 2017 Cuma

İktidar ve İktidarsızlık

Türklerde İktidar ve İktidarsızlığın Sebepleri: Arkan sağlamsa güç kazanır, arkana dikkat etmezsen sırtından bıçaklanırsın.

     Türk tarihinin başlangıcından beri Türk devletlerinde iktidar olgusu, her zaman diğer devletlere göre oldukça farklı olmuştur. Örneğin Türk İmparatorluklarının ilki olan Hun imparatorluğunun büyük hakanı Mete, yaptığı bir askeri darbe ile babasını kendi askerlerine oklatıp öldürterek iktidara gelmiştir. Okuduğum kaynaklar, darbenin ortaya çıkması ve halk tarafından kabul görmesinin temelinde Mete’nin babasının Çinli genç karısıyla oldukça iyi vakit geçirirken ülkede ekonominin giderek bozulması ve Hunların ekonomik, siyasi ve kültürel olarak Çin’in bir sömürgesi haline gelmeye başlamasıdır diye yazıyorlar. Ayrıca Hunların arasına; başta din adamı, danışman ve tüccarlar olmak üzere çok sayıda Çinli göçmen de gelmiş. Bu durum da doğal olarak halkta ve seçkinlerde bir rahatsızlık yaratmış.
     Peki, kimdi bu darbeyi yapanlar? Neden darbe yapmışlardır? Darbeyi planlayanların en başında gelen kişi Mete’nin kendisidir. Çünkü babası, genç bir Çinli kadınla evlenince o kadından olan oğlunu veliaht ilan edeceği dedikoduları ortalıkta dolaşmaya başlamıştır. Bu durum Mete’nin gelecekteki hakanlığının ortadan kalkması demektir. Bu sebeple Mete, babasına karşı harekete geçmeye karar vermiş ve kendisi gibi bu durumdan mağdur olanları hemen çevresine toplayabilmiştir. Ülkeyi Çinlileştiren ve ekonomiyi umursamayan babasını halk satmakta bir mahzur görmemiş ve Mete ve adamlarını desteklemiştir.
     Diğer Türk devlet ve imparatorluklarındaki iktidarlar da genellikle iç sorunlardan dolayı ortadan kalkmış ve bu iktidarı, daima, iktidara en yakın olan kişiler ortadan kaldırmıştır.  Mesela Hindistan’da kurulan Delhi Sultanlığı gibi Türk devletlerinin hakanlarının neredeyse yarısından fazlası, orduyu ve seçkin sınıfları yanına alan kendi çocukları tarafından tahttan indirilmiştir. Bu durum diğer Türk devletlerinde de değişmemiştir. Timur, ordu komutanı olduğu hanı ekarte edip yerine geçmiş, Memluk Türk devletleri kurulurken iktidardaki kişi daima kendine en yakın ordu komutanları tarafından iktidardan indirilmiştir. Bu durum Yavuz Sultan Selim’in babasını tahttan indirmesinde de görülmektedir.
   Buradan da şu sonuç çıkmaktadır. Türk devletlerinde iktidar olanlar en fazla kendi yakın çevrelerine, özellikle de kendilerine en yakın olup zaman içinde bu konumunu kaybedenlere veya kaybetme endişesi yaşayanlara dikkat etmelidir. Buna en çok dikkat etmeleri gereken zaman ise ülkede istikrarın ve ekonominin bozulduğu dönemlerdir. Ekonomik sıkıntıların en önemlisi ise develüasyon ve enflasyondur. Çünkü başarılı olan bütün askeri darbelerde, isyanlarda ve saray darbelerinde esas sebebin, paranın değer kaybı ve buna bağlı olarak hayat pahalılığı olduğu görülmektedir. Bu iki husus olmadığında da zaman zaman darbe veya isyan girişimleri olmuş ancak bunlar pek başarılı olamamışlardır. Demek ki Türk devletlerinde iktidarda olanlar, en yakınlarındakilere ve özellikle de artık eski konumlarını kaybetmiş olanlara enflasyon ve devalüasyon olduğu dönemlerde çok daha fazla dikkat etmelidirler.
     Bu durum Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşanan iktidar değişikliklerinde de açıkça görülmektedir. İmparatorluğun en heybetli padişahı olan Kanuni devrinde bile, ekonomik sorunlar ve özellikle de paranın değer kaybı sebebiyle birçok isyan ortaya çıkmıştır. Anadolu isyanlardan yangın yerine dönmüştür. Bu şartlarda iktidarının güvende olmadığını anladığından olsa gerek, Kanuni ancak kendi çocuklarını boğdurarak iktidarını devam ettirebilmiştir.
   Ancak her padişah onun kadar hırslı ve dirayetli olamamış ve bunun sonucunda Osmanlı Sultanlarının üçte biri askeri müdahaleler sonucu tahttan indirilmiştir. Görünürde başka birçok sebep olduğu ileri sürülse de gerçekte bu iktidar değişikliklerine daima; ekonomik darboğazlar, paranın değer kaybetmesi, yoğun göçlerin yarattığı problemler, yönetimde ortaya çıkan yolsuzluklar ve baskılar, kaybedilen savaşlar, doğal afetlerin yarattığı yıkımlar, başkentte ortaya çıkan yiyecek sıkıntısı vb. hususlar uygun ortam hazırlamıştır. Ama iktidar değişikliklerinde enflasyon ve devalüasyon hep temel itici güç olmuştur. (Bu maddelerden şu anda sanırım bir tek büyük doğal afetimiz yok. İnşallah olmaz ama başkentte açlık dâhil diğerleri mevcut. Açlık sorununu herkes hissetmeyebilir ama hisseden bir kesim var ve bu kesim sayıca her geçen gün çoğalıyorlar. Nereden mi biliyorum? Geçen yıl Kızılay’a indiğimde her 10-15 dakikada bir, biri önümü kesip, ‘’açım, yardım edin’’ derken şu sıralarda bu 8-10 dakikaya düştü. Hele genellikle Collins mağazasının önünde veya metro girişinde duran bir kadın var, evlere şenlik. ‘’Vallahi billahi açım, açlıktan geberiyorum! Ölüyorum aaabi..’’  diye bağıra bağıra dileniyor hep. Bu gün yerinde yoktu. Başına bir şey filan gelmemiştir inşallah. Açlıktan öldüğünü sanmam, çünkü açım diye bağırsa da oldukça kilolu ve her geçen gün daha fazla kilo alıyor Biraz da saf bir kadın. Sanırım birileri onu dilendirip, para kazanıyor.)
     Ekonomik durum, özellikle de devalüasyon ve enflasyon iktidarlar için o kadar önemlidir ki ülkede istikrar bozulsa da ekonomi sağlamsa iktidarlar bu sorunun üstesinden gelebilmelerine rağmen enflasyon ve devalüasyon yüksek olduğunda aynı beceriyi hiçbir zaman gösterememişlerdir. Ekonomik bozulma iktidarı değiştirmeye, Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. Mesela İnönü 2. Dünya Savaşı’nı çok başarılı bir şekilde atlatmış olmasına rağmen insanların aklında çocuklarının savaşta ölmediği değil yiyecek karneleri ve gıda kıtlığı kalmış, bunun sonucunda da 1950 seçimlerinde iktidarı kaybetmiştir. Gerçi bu ona has bir durum değildir. İngiltere’yi savaştan zaferle çıkaran Chirchill de savaş sonrasında yapılan seçimlerde hezimete uğrayarak iktidardan düşmüştür. İnsanlar zafere değil, çektikleri ekonomik sıkıntılara göre oy vermişlerdir.
     Menderes, ilk iki döneminde boçlanmaya dayalı hızlı büyüme sayesinde hiçbir iktidar sorunu yaşamazken üçüncü döneminde dış borçları ödemede yaşanmaya başlayan sıkıntı, kuraklık sebebiyle tarım üretiminin düşmesi gibi sebepler sonucu kendi partisi içindeki kişilerle bile sorun yaşamaya başlamış ancak durumu doğru olarak idrak edip uygun önlemleri almadığı için bir askeri darbeyle iktidardan düşmüştür.
     İnceleyenler, 1970 muhtırası ve 1980 darbesi öncesinde de yine enflasyon ve develüasyonun çıldırmış durumda olduğunu göreceklerdir. Bu durum aynı dönemde sadece darbelere değil, seçimlerde sandığa da yansımıştır. Ecevit ne zaman iktidara gelse darboğazlar, enflasyon ve devalüasyon sebebiyle iktidarı kaybetmiştir. 1980 sonrasında da bu durum devem etmiş ve Özal’ın ANAP’ı ekonominin bozulması sebebiyle erimiştir.
    Çiller’in ve Erbakan’ın iktidarlarının sona ermesinin altında da esas olarak enflasyon ve devalüasyon vardır. Ecevit-Bahçeli ve Yılmaz hükümeti de ekonomik krizle yıkılmıştır. Bu üç parti ekonomik bozguna paralel olarak seçimlerde de bozguna uğramış ve bunlardan DSP ve ANAP bu seçimlerde neredeyse tarihten silinmişlerdir. İlginç bir şekilde bu dönemde yine Ecevit’e ilk darbeyi, aynı eski Türk devletlerinde olduğu gibi, oğlum dediği söylenen kişi ve ABD’den apar topar getirtip bakan yaptığı kişi vurmuştur.
   Tüm bunlar göstermektedir ki bu ülke, siyasi ve sosyal istikrarsızlıkları bile bir yere kadar kaldırmaktadır ama ekonomik istikrarsızlık durumunda hükumetlere tahammül edememektedir. Bu durumda ilk önce iktidarda olanların en yakınındaki kişiler iktidara darbe vurmak için muhalefetle yarış halinde davranmaktadır.
   Enflasyon ve devalüasyondan sonra iktidarların devrilmesine sebep olan ikinci şey de göç olgusudur. İç göç ve dışarıdan ülkeye yapılan kitlesel göçler her zaman iktidarların sonunu hazırlayan bir faktör olmuştur. Balkan Savaşı’ndan sonra savaştan kaçanların yarattığı travma sebebiyle iktidar darbeyle yıkılmış, DP döneminde köyden kente göçün yarattığı sorunlar hükümetin yıkılmasına katkıda bulunmuş, 1990’lı yıllardaki doğudan batıya göç muhtemelen dönemin hükümetlerini zorlayan bir husus olmuştur.  Bu söylediklerimi pek makul bulmayanlar olabilir ama onlara göçün ne kadar yıkıcı bir etkisi olduğunu şu basit örnekle gösterebilirim. Orta Asya’da ve Doğu Avrupa’da bazı göçebe kavimlerin, canları sıkılıp tası tarağı toplayarak Batı’ya doğru göç etmesi Avrupa düzenini çok uzun bir süre allak bullak etmeye yetmiş ve hatta bu göç hareketi dünya üzerinde kurulmuş en büyük imparatorluklardan biri olan Roma İmparatorluğu’nu yıkmıştır.
   Şimdi bu yazıyı okuyanlardan bazıları; ‘’Bu kadar şeyi niye anlatıyorsun?’’ diye soruyor olabilir. Anlatayım. Bu gün biraz dolaştım. Bazı iş yerlerindeki tanıdıklarıma ve bazı bankalara uğradım. İş yerlerindekilerin tamamı ağır bir ekonomik sorun yaşandığını ve işlerin zor olduğunu söylediler. Bankacılar ise daha da moral bozucu şeyler anlattılar. Söylediklerine göre dolar çıldırmış. Yukarıya doğru hızla çıkıyormuş. Ama bu bile iyi günlerimizmiş. Ocak ayında, doların resmen patlayacağına dair kuvvetli bir beklenti varmış.
  Tabi bu duyduklarım beni çok üzdü. Ülke insanı gibi kendim de ekonomik sıkıntılarla karşılaşabileceğim için açıkçası endişelendim. Ama açıkçası kendime çok ta dert etmedim. Ben ekonomik bir çöküş durumunda biraz sıkıntı yaşasam da, mevcut konumumda pek fazla değişiklik olmaz diye düşünüyorum. Sonuçta şimdi de emekli bir adamım, o zaman da bu durumun değişeceğini sanmıyorum. Yani benim çocukların darbe, seçim veya referandum yapıp benim emekli konumumu elimden alacaklarını sanmıyorum.
   Ancak, eğer ben iktidarda olan biri olsaydım çok fazla endişe eder ve hemen etrafıma daha dikkatli bakmaya başlardım. Çünkü Türk tarihinde iktidarları düşüren her şey bu gün var. Göç sorunu desek etraf Suriyelilerden geçilmiyor. Enflasyon desek, hükümet her yıl enflasyonu düşük göstermek için endeksi değiştirse bile, haftalık gıda alışverişimden enflasyonun resmi rakamların en az iki katı olduğunu biliyorum. İstikrasızlık desek, memleket korku tünelinden daha heyecanlı. Bir gün bir yerde bomba patlıyor, ertesi gün doğudan şehit haberi, bir başka gün yüzlerce memura operasyon yapılıyor. Hatta olmayacak zamanda ve olmayacak saatte darbeler bile yapılıyor.
    Aynı durum dış dünya ile ilişkilerimizde de görülüyor. Hükümetimiz her gün bir başkası ile kanlı bıçaklı veya kanka oluyor. Bir gün ABD’nin büyük Ortadoğu projesinin taşeronu, ertesi gün bir bakıyorsunuz İsrail’e ‘’one minute’’ deyip Arap aşığı olmuşlar ve İslam birliğinden ve Türkiye’nin bu birliğin lideri olacağından dem vuruyorlar. Bir sonraki gün ise Arapların yarısıyla kavga edip İsrail ile can ciğer kuzu sarması durumları. Ama bu da uzun sürmüyor ve hemen ABD’nin kucağından kalkıp Rus’un kucağına oturma çabası içine giriliyor, Rus uçağı askerlerimizi bombalayınca da birden bire Turan ülküsü hatırlanıyor.  Bu, daldan dala konma manevraları şimdiye kadar durumu idare etmiş olabilir, ama şimdi durum çok daha vahim. İktidar düşürenlerin en acımasızı olan, paranın değer kaybı yani devalüasyon her geçen gün hızla büyüyen bir canavara dönmek üzere. Avrupa ve ABD’nin de bunu daha da kötüleştirmek için bize ekonomik manipülasyonlar yapmaya başladıkları konuşuluyor. Bir de Trump’un başkanlık görevini Obama’dan aldıktan sonrası için yapılan kâbus gibi senaryolar var. Trump gelir gelmez dolar yarış atı gibi şaha kalkacak diyorlar.
     Bir iktidar her şeye rağmen ayakta kalabilir ama bu canavarın büyümesini durduramazsa iktidarda kalamaz. Böyle bir durumda bırakın masa örtüsüyle sokağa çıkıp bu yola kefenle çıktık diyen maskaraları, iktidara en yakın kişiler bile terk ediverir treni birden bire. Hatta iktidarda olanlar, genellikle ilk darbeyi en yakınlarından yer.
    Zaten ben hayatım boyunca yabancılardan kimseye zarar geldiğini de görmedim. Her ağacın kurdu kendi içinde yaşar. Onun için ben iktidarda olsam etrafıma çok dikkat ederdim. Özellikle de bir zamanlar bana çok yakın olup eski konumunu kaybemiş ve şimdi biraz uzaklaşmış olanlara.

Saygılar sunarım.

Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

25 Ekim 2017 Çarşamba

Çöl Fırtınası Harekatı:5


Körfez Harekatından alınan dersler.

1.1982 yılında ortaya atılan kara-hava muharebeleri konsepti ilk defa burada uygulanmıştır. Kara harekatı ile birlikte amfibi harekat ta yapıldığından bu doktrin denizlerde de uygulanmıştır.
 2. Yüksel teknoloji ürünü silahların, stratejik amaçlarla, önemli hedeflere karşı kullanılmasını öngören Ayrımcı Caydırıcılık konsepti operatif sanata yeni bir boyut kazandırmıştır.
 3. Teknolojik üstünlüğün sayıca üstünlüğe galip geldiği bir defa daha görülmüştür.
 4. Uzayda konuşlu füze ikaz sistemlerinin görevlerini başarıyla yerine getirdiği görülmüştür. Bu sayede Irak füzelerini ve muhtemel hedeflerini 3 dakika içinde belirlemek ve hedef alınan ülkeyi ikaz etmek mümkün olmuştur.
 5. Uzayda konuşlu sistemler istihbarat temininde başarıyla kullanılsalar bile taktik istihbarat için uçakların ve insansız hava araçlarının icra ettiği keşif harekatına hala ihtiyaç olduğu anlaşılmıştır.
 6.Emir komuta sisteminin aksaksız olarak yürütülmesi için mümkün olduğu kadar basit olması gerektiği anlaşılmıştır.
 7. Kara muharebesi 100 saatten kısa bir sürede sona ermiş ve hızın ve manevranın muharebedeki önemi bir defa daha görülmüştür. Bu muharebelerde taarruz savunmaya, hız ve hareket sabit konumdaki ise zırh ve tahkimata üstün gelmiştir.
8. Kimyasal tehdide karşı savunmanın önemi anlaşılmıştır. Özellikle muharebe alanında kullanılan zırhlı araçların kimyasal tehdide karşı korunaklı olması ve personel için uygun kimyasal koruma teçhizatı bulunmasının önemi anlaşılmıştır. Çünkü kimyasal mühimmatın kullanıldığı ortamlarda da ateş ve manevra yapılmak zorunda kalınabileceği görülmüştür.
 9.Muharebelerin sadece gündüz değil gece de icra edilmeye devam edilmeye başlanması sebebiyle gece görüş cihazları ve termal kamera gibi cihazların önemi artmıştır.
 10. Silah ve silah sistemlerinin menzil, çap ve etki sahası açısından birbirleriyle koordine edilerek birbirlerinin eksiklerini tamamlayacak şekilde kullanılmasının büyük bir sinerji yarattığı ortaya çıkmıştır.
 11. Psikolojik harekattan azami şekilde faydalanılmıştır. Bu husus bir savaşın tarihte ilk defa naklen televizyon ekranlarından tüm dünyada seyredilmesi sebebiyle özellikle büyük etki yaratmıştır.
 12. Yüksek teknolojili sistemlerle elektronik olarak hava harp silah ve teçhizatına karşı uygulandığı hava harekatlarında, paket taarruzlarla yoğunluk istenilen hedeflere teksif edilerek zayiat verilmeden düşman üzerine çok şiddetli darbeler indirilebileceği görülmüştür.
 13. Lojistik sistemde de büyük yenilikler ortaya çıkmıştır.İkmal Bakım Bölgeleri (İBB) ve İkmal Noktaları Serisi (İNS) gibi klasik ikmal yerleri uygulaması yerine ikmal faaliyetleri ileri lojistik üsler tesis edilerek sağlanmıştır.

Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

Çöl Fırtınası Harekatı:4



Irak ordusunun yenilmesinin muhtemel sebepleri.
 -Katı ve merkezi emir komuta sistemi ve bundan kaynaklanan Irak'lı birlik komutanlarının inisiyatif kullanma isteksizliği.
 -Çöl koşullarında örtü ve korumadan mahrum bir şekilde hava saldırılarına hassas kara birlikleri ve lojistik sistemler.
 -Savunmaya dayanan muharebe anlayışı ve derin harekat icra etmek için sınırlı kabiliyet.
 -Uzun ikmal ve ulaştırma yollar.
 -Sevk ve idaresi zor bir lojistik sistem.
 -Yetersiz eğitim seviyesindeki birlikler.
 -Koalisyon kuvvetlerini gücünü göz ardı etmek.
 -ABD'lilerin üstün teknolojisi karşısında Irak ordusunun düşük teknolojisi.
 -Iraklı liderlerin ve generallerin koalisyon kuvvetlerinin gücünü göz ardı etmesi.
 -Sınırlı hava harekatı yeteneği.
 -Etkisiz bir dış istihbarat.

Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

Çöl Fırtınası Harekatı: 3. Bölüm.


Harekatın İcrası.

Saddam Hüseyin'in 1990 yılında Kuveyt'i işgal etmesi üzerine Suudi Arabistan'ın çağrısıyla oluşturulan koalisyon kuvvetleri bölgeye yakın yerlere yığınaklanırken, CENTCOM tarafından dört safhalı bir askeri harekat planı hazırlandı. Bu harekatın ilk üç safhası hava harekatlarından oluşuyordu.

1. Safha olan stratejik hava harekatı safhası; 17-23 Ocak 1991 tarihleri arasında icra edildi. Bu harekat ile; Irak hava savunma sistemleri scud füzeleri ve komuta kontrol sistemlerine taarruz edilerek Irak ordusunun sevk ve idare sistemi işlemez hale getirildi. Hava hakimiyeti tam olarak sağlandı ve Irak uçaklarının %35'i havadayken, bir kısmı da yerdeyken vurularak imha edildi.

2. Safha olan Kuveyt harekat alanında bulunan Irak kuvvetlerine yönelik hava harekatı safhası 24 Ocak günü gerçekleştirildi ve Kuveyt'teki mobil hava savunma sistemlerinin etkisiz hale getirilmesine çalışıldı.

 3. Safha olan Kuveyt harekat alanını tecrit etmeye ve Irak cumhuriyet muhafızlarının muharebe etkinliğinin yok edilmesine yönelik hava harekatı safhası; 25 Ocak-23 Şubat tarihleri arasında gerçekleştirildi. Böylece Kuveyt'teki Irak kuvvetlerinin iyice yıpratılmasına çalışıldı.

 4. Safha olan kara harekat safhası; 24-28 Şubat tarihleri arasında gerçekleştirildi. Bu harekat sırasında tarafların kuvvet yapısı şöyleydi: Irak kara kuvvetleri; 7 kolordu, 8 cumhuriyet muhafızları (zırhlı) tümeni, 5 mekanize tümen, 50 piyade tümeni, 2 başkanlık muhafız tugayı ve 3 özel kuvvet tugayından oluşuyordu. Irak'ın elinde ayrıca; modernize edilerek menzili 550 kilometreye çıkarılmış olan 400 kadar El-Hüseyin (scud ss-1) füzesi bulunuyordu.

 Bu kuvvetleri şu şekilde tertiplenmişti: Irak kara birlikleri, kuvvet çoğunluğu ile Irak-Kuveyt sınırına tertiplenmişti. Bu birlikler; Irak-Kuveyt sınırı boyunca iki savunma kuşağı şeklinde tertiplendi. Cumhuriyet muhafızları ise harekat alanı ihtiyatı olarak bu savunma kuşaklarının gerisinde konuşlandı. Bir kısım birlikler de Kuveyt'i savunmak için Kuveyt'te mevzilendirildi.

Irak genelkurmayı; arazi şartlarını, tarihi tecrübeleri ve yol şebekesinin kısıtlı olmasını dikkate alarak koalisyon kuvvetlerinin taarruz ederken çölün iç kesimlerini kullanmayacaklarını düşündüğünden Kuveyt şehri-Basra istikametinde yapılacak bir taarruza göre birliklerini tertiplemişti.

Bu tertiplenme tam da geri kafalı ilkel bir diktatörün yönettiği bir orduya yakışır bir tertiplenmeydi. Iraklılar Kuveyt'i terk etmeyerek kabadayı olduklarını göstermişler ama koalisyon güçlerine karşı Kuveyt'i uygun bir şekilde savunmayı akıl edememişler ve esas olarak Irak'ı savunmayı düşünmüşlerdi. Akıllarınca koalisyon güçleri çok istedikleri Kuveyt'e saldırıp orayı alsalar da Irak'a girmeyeceklerdi. Eğer girmeye niyet ederlerse de sınırda onları karşılayıp durduracaklardı.

Fakat bu hatalı düşünceye göre yapılan bu yanlış plan sebebiyle 18. ABD hava indirme kolordusu ve 7. ABD kolordusu cephesinde savunma için sadece 5 Irak tümeni yerleştirmişlerdi. Çünkü koalisyon kuvvetleri Kuveyt'e tali bir taarruz yaparken asıl taarruzu savunma hatlarında tertiplenen Irak ordusunun asıl kısmının yan ve gerilerine saldırmayı planlamıştı. Bu hatalı değerlendirme ise Iraklıların kısa süre içinde hezimete uğramasına sebep oldu.

Koalisyon kuvvetleri Iraklıların tahminlerinin aksine taarruz için şu şekilde tertiplenmişti: Koalisyon birlikleri; Batıdan doğuya 18. ABD hava indirme kolordusu, 7. ABD kolordusu, 4. birleşik Arap kolordusu ve 3. ABD deniz piyade kolordusu taarruz kademesinde ve 1. ABD keşif tümeni ihtiyatta olacak şekilde taarruz için tertiplendi.

Bu birliklerin görevleri ise şu şekilde belirlenmişti:

18. hava indirme kolordusu; Rafha'dan As salman'a kadar uzanan bir hat boyunca Fırat vadisindeki An nasıriyah bölgesine taarruz edecek, As salman bölgesini ele geçirecek ve bu bölgede bir ileri üs tesis etmeyi müteakip uçar birlik harekatı icra ederek Irak ordusunun ana çekilme yolu olan 8 numaralı otoyolu kesecekti. Müteakiben güneyinde taarruz eden 7. kolordu ile birleşerek bu kuvvetin kuzey ve batı yan emniyetini sağlayacak ve cumhuriyet muhafızlarına saldıracaktı.

7. kolordu; emirle, Irak savunma cephesini Al batın vadisi istikametinde yaracak ve ikinci kademe kuvvetlerini imha ettikten sonra cumhuriyet muhafızlarına karşı kütle halinde bir zırhlı birlik taarruzu yapacaktı.

 Doğuda taarruz edecek olan 4. birleşik Arap kolordusu ve 3. deniz piyade kolordusu; birbirleriyle koordineli olarak Kuveyt'i işgal etmiş olan Irak birliklerine taarruz edecek , Kuveyt'i işgalden kurtaracak ve düşmanı asıl taarruzun yeri hakkında yanıltacaktı.

Bu maksatla deniz piyade kolordusundan bir tugayı Basra Körfezi'ndeki Faylaka adasına amfibi harekat icra edecekti.

 Bunun sonucunda koalisyon güçlerinin taarruzları kısa süre içinde büyük bir başarı kazandı ve neredeyse tüm Irak ordusu imha edilerek etkisiz hale getirildi.

Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

Çöl Fırtınası Harekatı: 2. Bölüm.


İttifakın oluşumu ve planlama faaliyetleri. 1990 yılında, Arap dünyasının lideri olmak isteyen Saddam Hüseyin bir gece ansızın Kuveyt'i işgal ettiğinde, şu anda çoğu insanın tahmin edeceğinin aksine, Irak'ın bir askeri operasyonla ve zorla Kuveyt'ten çıkarılması için yapılan çağrı ABD'den değil Suudi Arabistan'dan geldi. Çünkü Suudi Arabistan da Irak gibi Arap Dünyasının liderliğine oynayan ve Araplar arasında ağırlığı olan bir devletti. Halbuki şimdi Irak, Kuveyt'i işgal ederek Suudilere meydan okuyordu. Bu işgal silah zoruyla kaldırılmazsa Irak muhtemelen diğer körfez ülkelerini de işgal edecek ve elde edeceği büyük petrol rezervleriyle kısa sürede daha da fazla silahlanarak Suudi Arabistan'ı da işgal edebilecekti. Bu ise Suudi Arabistan gibi Suudi hanedanının da sonu demekti. Bu sebeple hemen harekete geçen Suudi Arabistan'ın çağrısı üzerine 14'ü Müslüman toplam 33 ülkenin katılımıyla geniş bir koalisyon oluşturuldu. Bunun üzerine, büyük kısmı ABD'li general (meşhur çöl ayısı) Schwarzkoph'un emrine, bir kısmı ise harekat kontrolüne verilen koalisyon kuvvetlerinin yapacağı harekatın planlamasına başlandı. Planlama faaliyetleri, ABD'nin Dahran'daki üssüne konuşlanan Centkom karargahınca yürütüldü. Bu planlama faaliyetinde harekatın askeri amacı, stratejik makamlar tarafından; ''öncelik Kuveyt'teki işgal ordusu olmak üzere, Irak silahlı kuvvetlerinin yurt içi ile her türlü irtibatını en kısa sürede kesmek, Irak ordusunun savaşma azim ve iradesini kırmak ve muharebeye devam imkan ve kabiliyetini yok etmek suretiyle politik amacı gerçekleştirmek''olarak belirlendi. Politik amaç ise Irak'ı Kuveyt'ten çıkararak Kuveyt'in bağımsız bir devlet olarak varlığını korumak ve Saddam tarafından zorla bozulan Ortadoğu'daki dengelerin yeniden kurulmasını sağlamaktı.
 Yapılan çalışmalar sonucunda dört safhadan oluşan bir harekat planı hazırlandı:
 1. Safha; stratejik hava harekatı safhası.
 2. Safha; Kuveyt harekat alanında bulunan Irak kuvvetlerine yönelik hava harekatı safhası.
 3. Safha; Kuveyt harekat alanını tecrit etmeye ve Irak cumhuriyet muhafızlarının (Irak'ın doğrudan devlet başkanına bağlı olan en seçkin birlikleri) muharebe etkinliğinin yok edilmesine yönelik hava harekatı safhası.
 4. Safha; Kuveyt'te bulunan Irak kara birliklerine yönelik kara harekatı safhası.

 Bu planlamaya göre harekatın icrası ile ilgili olarak ta şu hususlar tespit edildi:
 -Hava taarruzları ile Irak birliklerinin muharebe gücünün en az yarıya indirilmesi ve özellikle bazı özel tugayların daha da yıpratılarak mevcudunun bir tabur seviyesine indirilmesi (Yani diyorlar ki, ben hava kuvvetleriyle Irak'ın kara birliklerini yok edeceğim, geriye kalan üç beş kişiyi de dostlar alışverişte görsün misali kara birliklerini göndererek avlayacağım).
 -Kara birliklerinin taarruzu sırasında sadece bazı kritik bölgelerdeki Irak kuvvetleri ile yakın temasa geçilmesi, diğer kuvvetlerin kuşatılarak teslim alınması.
 -Cumhuriyet muhafızlarının, taarruzun sıklet merkezi bölgesinde kullanılmasını önlemek için bu birlikleri yanlış yöne kanalize edilmesi için operatif aldatma yapılması.
 -Engellerden geçit açma gibi kritik faaliyetleri örtmek için birçok yerde taktik aldatmalar yapılması.

 Bu genel hususlar çerçevesinde kara harekatının (taarruzun) menevra planı ise şu şekilde belirlendi:
 Batıdan doğuya; 18. ABD hava indirme kolordusu, 7. ABD kolordusu, 4. birleşik Arap kolordusu ve 1. ABD keşif tümeni taarruz kademesinde, 1. ABD keşif tümeni ihtiyatta ve asıl taarruz 7. ABD kolordusu bölgesinde olmak üzere taarruz edilecektir.

Çöl Fırtınası Harekatı: 1. Bölüm.


Çöl Fırtınası Harekatının sebepleri ve genel olarak icrası. Sovyetler Birliği'nin Gorbaçov'un iktidara gelmesinin ardından Glasnost ve Prestorika gibi iki temel açılımla dağılma sürecine girmesi soğuk savaşın da artık sona ermek üzere olduğunu gösteriyordu. 2. Dünya Savaşı'ndan itibaren dünyaya hakim olan iki kutuplu (Bağlantısızlar ve diğer devletler gerçek anlamda bir kutup olmayı hiçbir zaman başaramadılar.) düzen, kendi içinde disiplinli ve sabit bir yapı ortaya çıkarmıştı. 

Ancak soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte iki kutuptaki dominant devletlerin etkisi ile ortaya çıkmış olan stabil yapı yavaş yavaş ortadan kalkmaya başladı. Bunun ardından birçok bölgede yeni mücadeleler ve çatışmalar yaşanmaya başladı. 

Bu çatışmaların ilki Ortadoğu'da meydana geldi. Irak'ın başına bir darbe ile gelen ve uzun süredir Baas Rejimi denilen ve Arap milliyetçiliğine dayanan baskıcı bir yönetim ile Irak'ı demir yumruğuyla yöneten diktatör Saddam Hüseyin, ortaya çıkan yeni şartların kendisinin Arap liderliğini ele geçirmesi için uygun olduğunu düşünmeye başladı. 

Fakat liderlik için para veya Ortadoğu'daki en kolay para kazanma yolu olan petrol gerekiyordu. Gerçi Irak'ın oldukça önemli petrol rezervleri vardı ama Saddam, İran savaşında ülke ekonomisini mahvetmiş ve kurduğu büyük ordular ve bu ordulara aldığı silahlar sebebiyle kendi rezervleri Irak için yeterli gelmiyordu. 

Bu sebeple Saddam, uzun süredir sınır anlaşmazlıkları yaşadığı ve petrol kaynaklarını çalmakla itham ettiği Kuveyt'i işgal etmeye karar verdi. Kuveyt sadece petrol kaynağı aşısından değil, Okyanus'a çıkan bir kapı olması açısından da önemliydi ve bu haliyle Irak'ı Ortadoğu'da lider konumuna çıkaracak bir yapıdaydı. İşte bu sebeple Saddam Hüseyin, 1990 yılında Kuveyt'i işgal etti. 

Bu işgal bütün dünyada şiddetle kınandı, ancak sesi en fazla çıkan tabii ki Ortadoğu'yu tam bir sömürge haline getirebileceği uygun bir ortamın doğmak üzere olduğunu düşünen ABD idi. Bu konu doğal olarak BM gündemine de geldi ve 2 Ağustos 1990 günü BM, Irak'ın Kuveyt'i işgalini kınadı. 

Fakat Saddam, tıpkı tüm diğer diktatörler gibi, kendini dünya lideri, korkusuz, asla geri adım atmayan, dik duran ve eğilmeyen bir megaloman olduğundan yaklaşan tehlikeyi mantıklı bir şekilde değerlendirip politik manevralarla bu işin içinden çıkmaya çalışacağına 8 Ağustos günü Kuveyt'i ilhak ettiklerini ilan etti. Bunun üzerine ABD, aynı gün içinde bazı askeri birliklerini bölgeye göndermeye başladı. 

Saddam, buna rağmen tavrını değiştirmemekte inat etmeye devam etti. Ayrıca, bunu bir Müslüman-Hristiyan çatışması gibi göstermeye çalışarak cihat ilan etti. Ama bunu hiç kimse ciddiye almadı ve 10 Ağustos'ta toplanan Arap Birliği, işgal ve ilhakı kınadığı gibi körfeze askeri kuvvet gönderilmesi kararı aldı. 

Bunun ardında BM'de 26 Ağustos günü, Irak'a ambargo uygulanmasına karar verdi. Saddam bedava petrol verme vaadi ile ambargoyu delmeye çalıştı fakat başarılı olamadı. 

 29 Ağustos günü, artık okun yaydan çıkmak üzere olduğunun ilk ciddi işareti ortaya çıktı. BM, Irak'ın 15 Ocak 1991 tarihine kadar Kuveyt'i boşaltmaması durumunda, Irak'a karşı kuvvet kullanmaya izin veren 687 sayılı kararı aldı. 

Fakat Saddam hala işin ciddiyetini anlayamadı veya anladıysa da ilkel bir kabadayılık dürtüsüyle geri çekilmek yerine kendisini yok olmaya, ülkesini de paramparça olmaya götürecek yolda yürümeye devam etti. 

Bunun üzerine, 17 Ocak günü BM şemsiyesi altında ve ABD liderliğinde oluşturulan koalisyon, Irak'a karşı hava harekatına başladı. Bu olay, tarihte ilk defa bütün dünyanın bir ülkenin bombalanmasını naklen seyrettiği bir sürecin başlamasına sebep oldu. Irak, ülkesindeki yabancı gazete ve televizyonları toprakları dışına çıkarmadığı için televizyonlar tüm bombardımanı saniyesi saniyesine dünyaya yayınladı. 

Bu hava harekatı sonucunda Irak'ın geri kalmış Sovyet teknolojisiyle üretilmiş hava savunma sistemleri hiçbir işe yaramadan imha edildi. Çünkü ABD ordusu ve kısmen de diğer NATO üyesi Avrupa ülkeleri orduları, bilgisayarların ağırlıklı olarak kullanıldığı postmodern bir savaş icra ediyorlardı. Doğal olarak, hem silah teknolojisi, hem bilgi seviyesi ve hem de zihniyet açısından oldukça ilkel bir ordu olan Irak ordusu yapılan saldırılara cevap veremedi. 

 Bunun üzerine Saddam, uzun menzilli füzeleri kullanarak karşılık vermeyi denedi.  Bunu yaparken gözettiği diğer bir husus ta, en azından İran'ı, bazı küçük İslam ülkelerini ve terör örgütlerini yanına çekebilmek için füzeleri İsrail'deki hedeflere yolladı. İlk füzeler 18 Ocak günü Hayfa ve Tel Aviv'e atıldı. Saddam'ın amacı İsrail'i karşılık vermeye zorlamak ve karşılık verince de bunu bir dinler arası mücadeleye dönüştürerek propaganda yapmaktı. 

Fakat ABD buna izin vermedi. İsrail'e ve bölgedeki saldırıya uğrama ihtimali olan diğer ülkelere vatansever anlamına gelen Patriot Füzesavar sistemleri gönderdi. Bu sistemler, Irak füzelerini havada iken vurarak etkisiz hale getirmede oldukça başarılı olunca bundan sonra her füze tehdidinde tehdit altındaki ülkelerin hemen kiralamak veya satın almak için harekete geçtiği füzeler oldu. 

Bu sırada koalisyon kuvvetlerinin yığınaklanması tamamlandı ve BM, 19 Şubat 1991 günü, Kuveyt'in koşulsuz olarak boşaltılması için Saddam'a son olarak 23 Şubat'a kadar süre tanındı. Fakat Saddam yine geri adım atmadı. 

Bunun üzerine, 24 Şubat günü saat sabahın üçünde kara harekatı başladı. Saddam'ın büyük ve hantal Tümenleri, ABD'nin ve diğer koalisyon üyelerinin çevik zırhlı, mekanize ve hava indirme tümen ve tugayları karşısında bir varlık gösteremedi. 

Silahlı helikopterlerin zırhlı birliklerle koordineli olarak Irak tümenlerine karşı kullanılmasıyla Irak tankları hiçbir hareket gösteremeden imha edildi. 

27 Şubat günü koalisyon güçleri Kuveyt şehrine girdi ve Irak ateşkes istedi. 

3 Mart günü çatışmalar sona erdi ve taraflar ateşkes görüşmelerine başladılar.

Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

13 Mayıs 2016 Cuma

İnsan Topluluklarının Çoğalması ve Kitlesel Savaşların Ortaya Çıkışı. Multiplying of the human societies and emergence of massive battles.




İnsan Topluluklarının Çoğalması ve Kitlesel Savaşların Ortaya Çıkışı. Multiplying of the human societies and emergence of massive battles.

(Savaşlar, İnsan, Nüfus artışı)

     Tüm bunların sonucunda grubumuzun tehdit değerlendirmesinde değişimler meydana gelmeye başlamıştır. Eskiden değişik yırtıcı hayvanlar esas tehdit olarak kabul edilirken artık kendileriyle aynı cinsten fakat farklı gruplara mensup insanlar tehdit değerlendirmesinde giderek daha üst sıralara yükselmeye başlamıştır. Muhtemeldir ki insanların, diğer insanlarla, gruplar halinde karşılıklı savaştığı ilk planlı askeri hareketler bu evrede ortaya çıkmıştır. İnsanların o zamanlar kendilerine saldıran yırtıcılara karşı savunma maksatlı, hayvan sürülerine karşı saldırı maksatlı birçok yöntem geliştirmeye başlamalarının uzun bir tarihi vardır. Bunlardan belli bazı taktik ve stratejiler geliştirmişler, bölgelerine giren yabancı insanlarla yaptıkları tesadüf muharebelerinden de hayli çok yakın çatışma tecrübeleri edinmişlerdir. Yani insanlarla henüz kitlesel bir harp yapmamış olsalar da hayvanlarla girdikleri mücadelelerde askeri kültürün oluşmasına yetecek kadar bir şiddet uygulama tecrübeleri vardır.
Av partilerinin savaş taktikleri geliştirmek için kullanıldığı, tarihin her döneminde görülmektedir. İnsanoğlu, dünyaya yayılmaya başladığı ilk dönemde olduğu gibi bunu günümüze hayli yakın tarihlere kadar uygulamaya devam etmiştir. Cengiz Han’ın bir sefere çıkmadan önce, bozkırda tüm askerlerinin katılımıyla haftalar hatta aylar süren kitlesel av partileri düzenlediği bilinmektedir. Bu avlar esnasında günümüzde yapılan askeri tatbikatlarda olduğu gibi ordunun eğitimi ve mevcut tekniklerin geliştirilmesi, yeni taktik ve stratejilerin bulunması gibi faaliyetler yapılmıştır. Aynı şekilde av partilerinde ortaya çıkan uygulamaları askeri taktikler ve stratejiler halinde kullanan bazı Afrika kabilelerinin bu sayede kabile hudutlarını genişleterek devlet olarak kabul edilebilecek bazı yapılar oluşturdukları da bilinmektedir. Burada ilginç bir husus, sadece insanların yaptığı avların değil, yırtıcı hayvanların avlanırken kullandıkları yöntemlerin de gözlemlenerek askeri taktik ve strateji olarak geliştirilmesidir. Tüm bu sebeplerle, yakın zamana kadar birçok ülkede köpeklerin de kullanıldığı sürek avları; kralların, askerlerin ve seçkinlerin en yaygın uyguladıkları bir spor dalı olmaya devam etmiştir.
Burada, takip ettiğimiz insan grubuna dönecek olursak; şimdiye kadar nasıl av hayvanı sürülerinin yaşam alanları takip edilip hangi mevsimde tam olarak nerede bulundukları tespit ediliyor, bazen de bu hayvanların durumlarını ve toplu yaşadıkları yerleri tespit etmek için küçük keşif kolları gönderiliyorsa, şimdi de bu yeni düşmanlar (diğer insan toplulukları) hakkında sistemli olarak bilgi toplanmaya başlanır. Karşılaşılan gruplar uzaktan takip edilerek gittikleri yönler, yaşadıkları yerler, bu yerlere gitmek için uygun yaklaşma istikametleri belirlenmeye çalışılır. Artık, insanoğlunun kendi türünden olan canlıların oluşturduğu diğer gruplarla kıyamete kadar sürecek sistemli ve planlı şiddet uygulama faaliyetleri, yani savaşlar başlamak üzeredir.
Uzun süredir komşu bölgelerde yaşayan insan toplulukları hakkında bilgi toplanmakta olduğundan artık hangi yönde ve ne kadar uzakta hangi grupların yaşadığı, bu gruplara mensup insan sayısı, ne tür silahlar kullandıkları, bölgelerindeki su ve yiyecek kaynakları, bu grupların yaşadıkları bölgelerin savunmaya ve saldırıya uygunluk durumları hakkında yeterince bilgi toplanmıştır.
Sonunda, artık hayli kalabalıklaşmış bir klan haline gelen gurubumuzun yaşlıları ve lider konumunda olan kişileri toplanarak bir durum değerlendirmesi yaparlar. Eğer amaçları artan nüfus için yeni yaşam alanları bulmaksa, bu amaca en uygun hedeflerin hangileri olduğuna, yok eğer kendi bölgelerine çok sık girdiklerinden klanlarına saldırabileceğini düşündükleri bir komşu klanı etkisiz hale getirmekse, bunlardan saldırı için hangisinin en uygun olduğuna karar verirler.
Bu karar verildikten sonra saldırı planlarının yapılmasına ve yeni silahların hazırlanmasına hız verilir. Toplumun eli silah tutan erkekleri askeri bir hiyerarşi oluşturacak şekilde teşkilatlandırılır. Keşifler artırılır ve keşfe karşı koyma tedbirleri alınır. Savaşçılar grubu, saldırı için klanın yanından ayrılıp yaşam alanı dışına çıktığında, fırsatı değerlendirmek isteyebilecek diğer gruplara karşı geride bırakılacak insanlardan klanı savunabilecek şekilde bir savunma grubu teşkil edilir. Klanın yaşadığı bölgede doğal engellerden de yararlanılarak arazi düzenlenir ve savunma tedbirleri kuvvetlendirilir. Savaş kararı verilip toplum savaşa göre yeniden teşkilatlanınca savaşamayacak durumda olanlara da bazı görevler düşer. Bunlardan yetenekli olanlar mızrak ve bıçak gibi silahlar yaparak savaşçılara verir. Bunun karşılığı olarak kendilerine av hayvanlarından pay veya avların kürklerinden elbise vb. şeyler verilir. Artık tarihin ilk orduları ile birlikte ilk savaş sanayii ve ticareti de başlamak üzeredir. Hazırlıklar tamamlanınca, son planlama ve koordinasyonun yapılması ve emirlerin verilmesi için bir toplantı daha yapılır. Bu toplantıdan sonra artık savaş başlamak üzeredir.
Öncelikle geride kalanların savunmalarını güçlendirmek için bazı yetenekli kişiler mağara ağızlarına taş ve çamur kullanarak duvarlar örerler, mağaraların önlerine geçişi engelleyecek genişlik ve derinlikte hendekler kazılır ve böylece ilk savaş intikamcılığı başlamış olur. Sağa sola renkli taşlarla resimler çizen birileri mağara duvarlarına daha önce çizdiği av sahnelerinin yanına savaş hazırlıklarını gösteren resimler çizer. Ölüleri gömen, hastaların içine giren kötü ruhları kovan, tanrılar ve ruhlarla konuşan şaman, savaşa gidecek olanları desteklesin ve korusunlar diye tanrılara ve ruhlara çağrı yapmak için bir ağaç kütüğüne vurarak çıkardığı seslerle ritmik bir şarkı söylemeye ve dans etmeye başlar. Tanrıları simgeleyen resimler ve basit heykellerin yapımı da bu dönemde artış gösterir. Hayvanların gözlemlenmesi ve tesadüfler sonucu edinilen deneyimlerden; hastalıkların iyileştirilmesinde, yaralanmalarda kanın durdurulması ve yaranın iyileştirilmesinde işe yarayan bitkiler ve yöntemler keşfedilir. Yemekleri muhafaza etmek için uygun taşlardan ve ağaç parçalarından basit kaplar yapılır. Yine tesadüfen ateşte kalan kilin sertleştiği öğrenildiğinden kilden kap kacak ve testi gibi eşyalar üretilmeye başlanır.
Askeri bir yapı olarak örgütlenen gençler, yaşam alanının giriş ve çıkış bölgelerine, topluluğun yaşadığı mağaralara gelen yaklaşma istikametlerine küçük askeri birimler halinde gözetleme, keşif ve pusu gibi askeri faaliyetler için gece gündüz gönderilmeye başlanır. Yaklaşan düşman küçükse bu kollar tarafından etkisiz hale getirilir. Eğer kalabalıksa merkezdeki orduya, haberci gönderilerek veya değişik hayvan sesleri taklit edilerek haber verilir. Belki de bazı ağaç kütükleri, ses çıkarma özelliklerinden yararlanılarak bir sopayla belli ritimler çıkaracak şekilde vurularak alarm ve haberleşme maksadıyla kullanılır. Haberi alan askeri grup hemen olay yerine doğru yola çıkar. Yabancı grup takip edilir. Pusuya düşürülerek veya doğrudan saldırılar yapılarak etkisiz hale getirilir. Öldürülen bu yabancıların silah ve eşyaları ilk savaş ganimetleri olarak savaşçılar arasında paylaşılır. Kıtlık dönemlerinde bu yabancıların besin olarak görüldüğü ve yenildiği de olur. Bazı bilim adamlarının iddialarına göre bu gün yaşayan insanların hemen hemen hepsinin atalarının geçmişte bazı dönemlerde yamyamlık deneyiminden geçtikleri iddia edilmektedir. Hatta bu alışkanlık bazı Uzakdoğu bölgelerinde yaşayan kabilelerde yakın zamana kadar devam etmiştir.
Zamanla grubumuzun yabancılarla, gerek kendi bölgelerinde gerekse komşu bölgelerde karşılaşmaları ve çatışmaları giderek artar. Hayat daha zor ve daha tehlikeli bir hale gelmiştir. Bu gelişmeler esnasında, sel, kuraklık vb. bazı doğal afet ve kıtlık dönemleri de yaşanmaya devam etmektedir. Bu dönemler yiyecek arayan yabancı grupların hareketlerini daha da artırır. Bu sebeple karşılıklı çatışmalar ve yamyamlık artar.
Klan lideri, ihtiyarlar ve savaş grubu liderleri ile toplanıp yeniden durum muhakemesi yapar. Uzun süredir araştırdıkları komşu gruplardan en büyüğünün kendilerine saldırılar yapabilecek en büyük tehdit olduğu ve erken davranılarak bu gruba bir baskın yapılmasına karar verilir.
Uzun süredir karşılaşılan bu grup üzerinde keşif ve gözetleme faaliyetleri artırılır. Yaşadıkları yer kesin olarak tespit edilir. Savunma tedbirleri, yaşadıkları yerin coğrafi özellikleri, savunmaya uygunluk derecesi ve saldırı için uygun yaklaşma istikametleri, emniyet tedbirlerinin en zayıf olduğu zamanlar tespit edilerek saldırı zamanı belirlenir.
Artık nüfus oldukça artmıştır. Komşu bölgelerden yapılan ihlaller de arttığından gıda temin etmek daha sıkıntılı bir hale gelmiştir. Komşu bölgelerde de nüfus hızla artmakta olduğundan artık bir an önce eyleme geçerek henüz belirli bir üstünlükleri varken komşu bölgelerdeki tehdidin büyümeden ortadan kaldırılması gerekmektedir. Şu andaki nüfuslarıyla ancak tek bir gruba saldırmaya yetecek kadar güçleri vardır. Çevrelerindeki grupların birleşmesi, ittifak yapması veya bir grubun diğer gruba saldırarak o grubun nüfusuna da el koyması durumunda yalnız başına bu tehditleri ortadan kaldıramayacak duruma düşme ihtimali vardır. Yani harekete geçmek için zaman gittikçe daralmaktadır. Bu sebeple hemen, en yakındaki, en büyük tehdit oluşturan gruba saldırmaya karar verilir.
Sabah, her zaman ava çıkarken yaptıkları gibi, mağaralar bölgesinde toplanan grup, herkesin hazır olduğu tespit edildikten sonra yola çıkar. Bu şimdiye kadar yapılan yolculuklardan biraz farklı bir yolculuktur. Her savaşçı tüm silahlarını yanına almıştır. Vücutlarını korumak için ağaç kabuklarından ve kalın hayvan derilerinden basit zırhlar yapılarak bunlarla vücutlarının hayati bölgeleri kapatılmıştır.
Grup bütün gün yürüdükten sonra yaşam alanı sınırı yakınındaki bir ağaçlıklı tepeye çıkarak hava tamamen kararana kadar gizlenir. Saldırı yapılacak grubun yaşadığı bölgenin son keşifleri yapılır ve gece saldırıyı yapacak büyük grubun hedefe doğru yönlendirilmesi için belirli yerlere kılavuzlar yerleştirilir. Keşifler tamamlanınca, eğer gerekiyorsa, planda son değişiklikler yapılır. Saldırı yapılacak grubun uyumaya başladığı saatlerde gizlenilen yerden yola çıkılır. Hedefe belli bir mesafeye kadar yaklaşılınca, görevli unsurlar plana uygun olarak saldırı bölgesini çepeçevre kuşatacak şekilde arazide uygun yerlere yerleşmek üzere gönderilir. Sonra saldırıyı fiilen gerçekleştirecek ve hedefe girecek grubun hedefe yaklaşırken ve hedefi etkisiz hale getirdikten sonra geriye çekilirken bir karşı saldırıya uğraması durumuna karşı gerekli tedbirleri alabilecek yerlere emniyet unsurları yerleştirilir. Bu unsurlar da yerini aldıktan sonra hava aydınlanmaya yakın bir zamanda saldırı grubu hedefe yaklaşır.
Daha henüz hava aydınlanmadan ve hedef bölgesindeki nöbetçiler üzerine uyku çökmüş ve hedefte kimse uykudan uyanmamışken, birden bire tüm hücum grubu hedefe saldırır. Kısa ve şiddetli bir saldırıyla hedef bölgesinde tüm yetişkin erkekler öldürülür. Gerçi bazı kadın ve erkekler kargaşadan faydalanıp kaçmış veya yakın bölgelere saklanmıştır ancak bunlar da dış çevrede gözetleme yapan emniyet unsuru tarafından tespit edilip imha edilir. Kaçıp saklanabilen pek az kimse olur. Her savaşçı ele geçirdiği kadın ve çocukları merkezi bir bölgeye getirerek buradaki savaşçıların gözetimine bırakır. Tekrar tekrar geri dönülerek bölgedeki silah, araç ve yiyecekler toplanır ve aynı şekilde merkezi bölgede toplanır. Eğer grubumuz tamamen veya klanlarının bir kısmı ile ele geçirilen yere yerleşmeyi düşünmüyorsa burası yakılarak ve varsa basit duvar yapıları yıkılarak artık barınılamaz hale getirilir.
İşler tamamlanınca hedef bölgesinde fazla oyalanmadan, saldırı grubu ganimetlerle birlikte saldırı bölgesini terk ederek toplanma bölgesine hareket eder. Onlardan sonra kuşatma yapan unsur ve nihayet emniyet unsuru da toplanma bölgesine gelince geceden bırakılan kılavuzların bulunduğu bölgelerden geri dönülür. Karanlık basmadan kendi yaşadıkları yere veya en azında yakınında emniyetli bir bölgeye kadar gidebilmek için hızlı hareket edilir. Saldırı esnasında ölenler ve ağır yaralı olanlar saldırı bölgesine gömüldüğü için hızlarını yavaşlatacak pek fazla bir şey yoktur. Ganimetlerden bir kısmı da alınan esirlere taşıtılmaktadır.
Akşama doğru, klanın barındığı mağaralar bölgesine varıldığında savaşçılar; yaşlılar, kadınlar ve çocuklar tarafından karşılanır. Klanın totemi mağaraların önündeki düz bir alana çıkarılmış, büyük bir ateş yakılmıştır. Şaman gelen savaşçı grubunu kutsamak ve saldırı başarıyla sonuçlandığı için kutsal ruhlara ve tanrılara teşekkür etmek maksadıyla basit vurmalı çalgılar eşliğinde dans ederek bir tören yapar. Trans haline girerek bu savaşta ölen ve daha önce ölmüş olan kişilerin ruhlarıyla konuşur. Şaman töreni tamamlayınca aynı zamanda klanın doktoru olduğundan yaralıların tedavisi için gerekli işleri yapar. Bundan sonra esir alınan kadın ve çocuklar, gösterilen kahramanlıkla da orantılı olarak, reis ve şaman tarafından klan içinde bölüştürülür. Klan reisi ve savaş grubunun liderleri en fazla kadın ve çocuğu alarak klan içinde daha güçlü aileler haline gelirler.
Tarım veya sanayi üretimi henüz ortaya çıkmadığından klasik anlamda işgücünden yararlanmak maksadıyla yapılan kölelik henüz yoktur. Klanda komün bir yaşam olduğundan eş ve çocuklar ile kişisel silahlar hariç sahiplik duygusu da yoktur. Bu sebeple yeni kadın ve çocuklar köleden ziyade aileye katılan yeni üyeler olarak kabul edilirler. Böylece, klan içinde sadece doğurganlık oranları ile değil aynı zamanda aileye katılan esirler sebebiyle de bazı aileler daha kalabalık ve dolayısıyla daha güçlü, bazıları da daha güçsüz hale gelir. Bu durum klanın iç hiyerarşisinde değişikliğe ve yeni bir yapılanmaya sebep olur. Özellikle lider konumunda olanlarla savaşta büyük başarılar gösterenler toplum içinde daha saygın bir konuma yükselmeye başlarlar. Ganimet olayı diğer aileleri de motive ettiğinden artık askerlik cazip bir meslek haline gelmeye başlamıştır.
Şimdi toplumda; yönetici aileler, asker aileler, din adamları ve yukarıda yaptıkları bazı işlerden bahsettiğimiz diğerleri olarak belirgin bir sınıflaşmaya doğru gidilmeye başlanmıştır. Böylece geleceğin aristokratlarının ve krallarının içinden çıkacağı güçlü aile yapılarının temelleri de atılmıştır.
Klanımız, kölelerin de katılımıyla, oldukça büyümüş, kadın sayısının artışıyla birlikte doğum oranlarında da bir artış olmuştur. Böylece; gıda, giyecek, silah ve alet yapımında kullanılacak malzeme ihtiyacı da artmıştır. Gerçi saldırı sonucunda imha edilen grubun bölgesi de klanımızın yaşam alanına eklendiğinden yaşam alanı da büyümüştür. Ancak buna rağmen yine de kıtlık dönemlerinde kaynaklar yetersiz kalabilmektedir. Ayrıca yeni ele geçirilen bölgedeki topluluğun ortadan kalktığını fark eden başka topluluklar boş olduğunu düşündükleri bu grubun bölgesine girmeye, belki de kendi yaşam bölgelerinden daha verimli olduğu için buraya yerleşmeye başladıklarından bu durum yeni çatışma ve mücadeleleri de beraberinde getirir.
Bu çatışmalar ve daha önce bahsedilen tesadüf muharebeleri ile birlikte artık yanı başlarında işgalci bir saldırgan grup olduğunu öğrenen bazı komşu gruplar klanımızı kendi varlıkları için önemli bir tehdit olarak görmeye başlarlar. Bu sebeple gerek tek başlarına, gerekse diğer komşu gruplarla birleşerek klanımıza saldırılar düzenlerler.
Artık toplumun birinci seviyedeki sorunu, dolayısıyla birinci derecedeki önceliği her geçen gün artan saldırganlara karşı klanın ve onun topraklarının korunmasıdır. Gerçi topraklar yapay engellerle kesin olarak çizilmemiştir. Genellikle bir nehir, bir dağ, bir yar gibi doğal engellerin başladığı yerlerde bitmektedir. Ama genel de olsa klanın sahiplendiği belirli bir alan vardır.
Çatışmaların ve tehditlerin arttığı bu dönemde toplum buna uyum gösterecek şekilde değişim geçirir. Klan, eli silah tutan tüm erkeklerin savaşçı olduğu, diğerlerinin de kalan işleri yüklendiği askeri bir topluma doğru dönüşmeye başlar. Klanımız artık, bu günkü ifadesiyle asker millet diye tanımlanacak asker klana dönüşmektedir.
Savaşların artmasıyla, askerlerin ve onların söz geçiremediği, tanrılarla irtibatta olan tek unsur olan din adamlarının toplumdaki etkinlikleri giderek artmaktadır. Bunun sonucu olarak klan lideri öldüğünde liderliği bir askeri lider ele geçirir. Din adamları da tek güç olan askeri grupla mücadele edemeyeceği için askerlerle işbirliği yaparlar ve onların liderliğini güçlendirecek şekilde dini argümanlar geliştirirler. Tabii bu iş karşılıksız değildir. Bu destek karşılığında din adamları da bir özerklik ve dokunulmazlık kazanırlar. Ganimetlerden, bunların kazanılmasında hiçbir katkıları olmadığı halde, klan liderine yakın bir pay alırlar.
Öte yandan liderin gün geçtikçe artan eşleri ve çocukları, zorla ele geçirdiği liderlik konumunda ona nesiller boyu sürebilecek kalıcı bir güç kazandırır. Bu çocuklarından kendi çevresinde merkezi bir askeri ve siyasi güç oluşur. Bu güç liderin yakın arkadaşları olan ve yine nüfus olarak oldukça güçlenmiş olan kişilerle birlikte daha da etkili hale gelir. Klan liderinin etrafında toplananlar; askeri ve idari yönetici kadrosunu oluştururlar. Bunlar, genel halk kitlesinin üstünde bir statüleri olmakla birlikte her zaman klan liderinin en az bir kademe altındadırlar. Bunlar, çok uzun yıllar varlığını ve etkinliğini sürdürecek ilk aristokratları teşkil ederler.
Bu değişimler komşu guruplarda da benzer dinamikler içinde devam eder. Çevrede bulunan ve savaşlarda yenilen gruplar ya tamamen ortadan kalkarlar, ya daha güçlü bir gruba katılarak o grup içinde erirler veya bölgeden uzaklaşarak henüz insanların yaşamadığı uzak bölgelere göç ederler. Böylece insan ırkı dünyanın her köşesine doğru yayılmaya başlar. Bu sayede insanların yaşayabileceği tüm alanlar yavaş yavaş iskân edilmeye başlanır. Bu göçler genellikle savaşlar sebebiyle yaşanmakla birlikte; depremler, kuraklık, sel vb. doğal afetlerle birlikte daha da kitleselleşir.
Bu savaşlar ve göçler sonucunda belli bölgelere yerleşerek hızla çoğalan insan toplulukları birbiriyle gün geçtikçe daha çok karşılaşırlar. Her karşılaşmada birbirleri ile çatıştıklarından yoğun ölümler olur ancak yine de yenen grup yenilenlerin kadın ve çocuklarına el koyduğu için daha savaşçı ve daha yetenekli klanlar diğerleriyle ırksal ve kültürel olarak karışarak daha büyük topluluklar haline gelirler. Saldırı ve yok olma riskini göze alamayan küçük gruplar da bu gruba katılınca, grubun büyümesi daha da hızlanır. Hem sayısal olarak büyümek, hem de başka ırk ve kültürlerin aynı potada erimesi sebebiyle toplum belirli bir dönüşüme uğrar, yani değişir ve gelişir.
Yeni katılanların geliştirdikleri aletler, teknikler ve sistemler işe yarıyorsa yeni grup tarafından aynen benimsenir. Dolayısıyla bu temas ve birleşmelerle daha gelişkin bir toplum ortaya çıkmaya başlar. Artık yavaş yavaş gelişkin sayılabilecek bir dil, genellikle doğa güçlerinin kutsallığına dayanan bir din ve toplumun kendisine has ortak bir kültür oluşmaktadır.

Şimdiye kadar yaşam alanındaki mağaralar vb. yerlerde yaşayan ama sürekli bir yere bağlı kalmayarak yaşam bölgesi içinde sürekli yer değiştiren klanımız artık hep birlikte yer değiştirmek ve tüm mensupları ile aynı anda, aynı yerde konaklamak için çok fazla büyümüştür. Bu durumda, klan içinde oluşan bazı küçük gruplar büyük kısımdan ayrılırlar ve bir tehlike anında kalana kısa sürede sığınabilecek kadar yakın fakat klan liderinin sürekli ve yakından kontrolünden kurtulabilecek kadar uzak bir mesafede yarı bağımsız gruplar halinde yaşamaya başlarlar. Bunlar da aynı yaşam bölgesinde dolaşmakta veya bazen de işgal edilen yeni bölgelere yerleşmektedirler. Bu gruplar genel olarak; klan içi çekişme ve kavgalar yüzünden veya klan liderinin klan üzerindeki kontrolünün gün geçtikçe artmasından rahatsız olan ve bundan uzaklaşarak daha özerk yaşamak isteyen ikinci derece güçlü aileler tarafından oluşturulur. Dolayısıyla orta çağ Avrupa’sında veya Orta Asya steplerindeki göçebeler arasında olduğu gibi birçok bölgesel gücün merkezi bir güce zayıf bağlarla bağlı olduğu federal veya konfedere bir yapı oluşturulur. Bu yapıdaki küçük gruplar da, klanın büyük grubundaki sistemleri taklit ederek kendi askeri yapılarını oluştururlar. Bu yapılar ortak bir dış düşmanla mücadele etmek gerektiğinde askeri güçlerini merkezi yapının lideri komutasında birleştirerek ortak hareket ederlerken bir yandan da yaşam bölgesindeki kaynakların daha fazlasına sahip olmak ve merkezi gücü devirerek yerine geçmek için kendi içlerinde sürekli olarak mücadele ederler.

30.12.2015. M.Ç.

İnsanoğlunun Ortaya Çıkışı ve Silah Geliştirme Sürecinin Başlangıcı. Emergence of human being and the starting of arm developing process.




 İnsanoğlunun Ortaya Çıkışı ve Silah Geliştirme Sürecinin Başlangıcı. Emergence of human being and the starting of arm developing process.
İnsanoğlunun yaradılışı ile ilgili olarak her dinin kendine has bir öyküsü vardır. Bizim asıl konumuz bu olmadığından dinlerin anlattığı yaradılış hikâyelerine ayrı ayrı girmeyeceğiz. Ancak, incelememizde konuyu irdelemeye çalışırken büyük dinlerin kutsal kitaplarında geçen ortak söyleminden yola çıkacağız.
Dünyada en yaygın olan tek tanrılı üç büyük dinin (İslam, Hristiyanlık ve Musevilik) anlattığı ortak öyküye göre ilk insan olan (Hz.) Âdem tanrı tarafından balçıktan (su ve toprak karışımından) yaratılmış ve kendisine bir ruh üflenmiştir. Daha sonra (Hz.) Âdem’in kaburga kemiğinden, bir nevi mitoz bölünme ile, kendisine eş olsun diye Havva yaratılmıştır. Tanrı’nın özel olarak yarattığı bu çift yine Tanrı’nın özel olarak onlar için yarattığı, yeme-içme sorunu, yani beslenme sorunu olmayan, güvenlik problemleri yaşanmayan, onları yiyebilecek doğal düşmanlarının bulunmadığı, ısınma, barınma, sağlık problemleri gibi sorunların bulunmadığı cennete konulmuşlardır.
Burada yaşamaya başlayan (Hz.) Âdem ve Havva’dan tanrının istediği tek bir şey vardır. O da, kendilerine yasaklanan bir cennet ağacının (genellikle elma olarak tasvir edilen) meyvesini yememeleridir. Fakat kendilerine sunulan sınırsız imkânlara ve tanrının yarattığı tüm canlılara göre üstün olan tekâmül etmiş bir canlı olmalarına rağmen (Hz.) Âdem ve Havva’nın bazı zayıflıkları da vardır. Ve maalesef bu zayıflıkları şeytan tarafından bilinmektedir. Tanrının baş meleği olan ve kendisinden daha mükemmel bir canlı yarattığı için tanrıya isyan eden Şeytan, Tanrı’nın bu yaratım işlemiyle hata ettiğini savunmaktadır. Bu iddiasını ispat etmek için Tanrı ile bir anlaşmaya varır. Buna göre; Tanrı Şeytan’ı kıyamete kadar eylemlerinde serbest bırakacaktır. Şeytan bu süre içinde, Tanrı’nın ‘’Şimdiye kadar yarattığım ve bundan sonra da yaratacağım canlılar arasında en mükemmel varlık.’’ dediği (Hz.) Âdem ve Havva’nın o kadar da mükemmel olmadıklarını, hatta tam tersine hatalı ve eksik yaratıklar olduklarını ispat etmeye çalışacaktır. Şeytan’ın iddiasına göre insanoğlu; fırsat bulunca en büyük günahlar da dâhil birçok günah işleyecek, Tanrı’nın emirlerine uymayı bırakacak, yasaklarını çiğnemeye başlayacak, hatta Tanrı’ya isyan edecek ve ona şirk koşacaktır. Tanrı bu meydan okumayı kabul etmiş ve Şeytan’ı bu iddiasını ispat etmekte serbest bırakmıştır. Şeytan, evrende isyan eden ilk canlı olmuş ve bundan sonra insanlar arasında da isyancılar daima, aynı şeytanın tanrı tarafından lanetlendiği gibi, insanlar tarafından lanetlenmiş ve en ağır cezaya layık kişiler olarak görülmüştür.
Şeytan, iddiasını ispatlamak için hemen işe koyulmuştur. Ama yüklendiği iş oldukça zor bir iştir ve sonunda, eğer dediğini ispatlayabilirse, haklı olduğunu göstermiş olmaktan kaynaklanan bir tatmin olma duygusundan başka, bir ödül de yoktur. Çünkü Tanrı’ya isyan ettiği için kıyamet günü geldiğinde her hâlükârda cehenneme atılarak cezalandırılacaktır. Ama Şeytan’ın benlik duygusu ve kendini beğenmişliği her türlü beklentisinden üstündür. Onun için, haklı olduğunu Tanrı’ya ispatlamak için hemen işe koyulur.
Şeytan’ın işinin çok sor olduğunu söylemiştik. Gerçekten de çok zor bir iş yüklenmiştir, çünkü insan düşünebilen, konuşarak iletişim kurabilen ve diğer canlılarda olmayan birçok vasfa sahip olan gerçekten de üstün bir yaratıktır. Bir de bulunduğu ortamın mükemmelliği göz önüne alındığında Şeytan’ın insanı kötü yola sürüklenmesi oldukça zor görünmektedir. Çünkü insanların içinde yaşadığı cennet kusursuz bir yerdir. Korunmak gereken hiçbir tehlike ve karşılanamayacak hiçbir ihtiyaç yoktur. Her şey anında ve eksiksiz bir şekilde yapılabilmektedir. Bu iki insan, Tanrı’nın varlığının şüphe götürmez kanıtları ile de her gün karşılaştıklarından onların kafasında bir şüphe ve kötülük yaratmak neredeyse imkânsız gibidir.
O zaman yapılması gereken tek bir şey vardır. İnsanoğlu, hata yapmalarına karşı korunaklı bir ortam sağlayan cennetten uzaklaştırılmalıdır. Bunun için Şeytan’ın onlara Cennet’ten kovulmalarına sebep olacak büyük bir günah işletmesi gerekmektedir. Peki, ama nasıl?
Şeytan hemen insanın zayıflıklarını araştırmaya başlar. Evet, insan pek çok zayıflığa sahiptir ama Cennet ortamında yaşadığı için bu zayıflıkların ortaya çıkarılması çok zordur. Ancak Şeytan yine de kullanabileceği bir insani zayıflık bulur; ‘’merak duygusu’’… Cennet kapısında dolaşan söylentileri dinleyerek bu duygunun kısa süre içinde bu ilk insanlarda, özellikle de Havva’da, had safhaya çıktığını öğrenir. Âdem daha dayanıklıdır ancak Havva, yanından geçerken meyvesini yemeleri yasaklanmış ağaca büyük bir merakla bakmaktadır. ‘’Bu ağacın meyvesinden yiyen var mı?’’ diye sormakta ve ‘’Acaba nasıl bir tadı var? Yiyenlerde nasıl bir değişime sebep oluyor?’’ diye merak etmektedir. Şeytan artık zayıf halkayı ve bu halkanın zayıf noktasını tespit etmiştir. Yani Aşil’in tendomu Havva’dır.
Şeytan bir gün, yılanın vücudunu kullanarak kaçak olarak Cennet’e girer. Yılanın ağzından konuşarak Havva’yı provoke etmeye ve onun yasak meyve ile ilgili merakını körüklemeye başlar. Bunun sonucunda Havva dayanamaz ve insanoğlunun ilk günahını işler. Tanrı’nın kesin emriyle yasaklanmış olmasına rağmen yasak ağacın yanına gider ve gözüne kestirdiği en parlak ve gösterişli yasak meyveyi kopararak yer. O sırada (Hz.) Âdem de oraya gelmiştir. Havva’yı yasak meyveyi yerken görünce ilk insani duygulardan birini yaşamaya başlar: Endişe…
Sonra bu duyguların arkası gelmeye devam eder. ‘’Şimdi Havva’ya ne olacak? Nasıl bir cezaya maruz kalacak?’’ diye düşünmeye başlar ve ‘’korkar’’… O sırada Havva’yı kandıran Şeytan’a çok ‘’kızar’’ ve ondan ‘’nefret’’ eder. Onu vücuduna girdiği yılanla birlikte oradan kovar… Fakat Havva kopardığı meyveyi yiyip bitirdiği halde hiçbir şey olmamıştır. (Hz.) Âdem sakinleşir gibi olur. Hatta Havva meyvenin tadının güzelliğinden bahsettikçe onun da merakı artar ve dayanamayarak o da güzel görünümlü bir meyve koparır ve yemeye başlar. Tam meyveyi bitirmiştir ki Tanrı hiddetle seslenir. ‘’Kendilerine koyduğu yasağı neden çiğnediklerini?’’ sorar ve bunun için cezalandırılacaklarını söyler. Şimdi ikisi de çok korkmaya başlamıştır. Cezalarının cennetten kovulmak olduğu kendilerine bildirilince bu korkuları daha da artar. Çok pişmandırlar ama pişmanlıkları artık bir anlam ifade etmez. Cennet’ten kovularak daha önce hiç bilmedikleri ve kendilerini nelerin beklediğini tahmin bile edemedikleri Dünya gezegenine sürgün edilirler.
O anda tüm duyguları en üst seviyeye ulaşmış durumdadır. Bu duygusal travma sonucunda gözlerindeki perde kalkar. Daha önce kendilerini bir enerji varlığı gibi algılamaktadırlar. O anda madde olduklarını ve savunmasız olduklarını fark ederler. Birbirlerinin vücutlarının farkına varırlar. Hem birbirlerinin, hem de tüm cennet sakinlerinin meraklı bakışları altında çıplak olduklarını fark ederler. Cinsiyetlerinin ve farklılıklarının farkına varmışlardır. Üzerlerine dikilen bakışlardan utanırlar. Durum çok kritiktir ve o anlıkta olsa bazı şeylerden korunmak için çözüm bulmaları gerektiğini düşünürler. Böylece bir insan tarafından yapılmış ilk eşyaları hemen orada icat ederler. İncir yapraklarından cinsel organları bölgelerini örtecek şekilde iptidai bir kıyafet yaparlar. Kısa süre içinde, insanoğlunun kıyamete kadar sürekli yaşayacakları temel duyguları yaşamışlar (merak, zevk/tad alma, endişe, korku, kızgınlık,  nefret vb.) ve artık giderek daha maddi bir varlık olmaya yani daha çok insan olmaya başlamışlardır.
Ondan sonra, nasıl olduğu bilinmeyen bir şekilde ayrı ayrı bölgelere gidecek şekilde dünyaya doğru bir yolculuğa çıkarlar. Soğuk, sıcak gibi hava olayları, vahşi hayvanların oluşturduğu tehdit, açlık, susuzluk, yalnızlık gibi daha önce hiç karşılaşmadıkları şeylerle mücadele ederek birbirlerini ararlar ve yine ne kadar olduğu tam olarak bilinmeyen bir zamanın geçmesinin ardından birbirlerini bulurlar. Bundan sonra, her dünya canlısı gibi ürerler ve çoğalmaya başlarlar. Şu anda dünya üzerinde yaşayan her renk ve dilden milyarlarca insan onların soyundan gelmişlerdir.
Bilim dünyasında geniş bir kabul gören ve evrim teorisi denen hikâyede ise dinlerin iddialarından ilk bakışta bazı önemli farklılıklar olduğu görülür. Bu teoriye göre insan diğer canlılardan ayrı olarak yaratılmış özel bir canlı değildir. İlk yaşam sularda, daha doğrusu suların karalarla birleştiği sığ yerlerdeki bataklıklarda ortaya çıkmıştır. Başlangıçta tek hücreli basit formdaki bir yaşam ortaya çıkmış (Bu ortaya çıkışın; bazı bilim adamlarınca dünyanın yapısında bulunan yağlar, amino asitler vb. sayesinde olduğu iddia edilirken bazılarınca da ilk tek hücreli canlı türlerinin göktaşları ile uzaydan geldiği iddia edilmektedir.), daha sonra, neden olduğu tam olarak açıklanamayan sebeplerle gerçekleşen mutasyonlar sonucunda bu tek hücreli canlı türlerinden giderek tekâmül etmiş ve daha karmaşık yapıdaki birçok canlı türü gelişmiştir. Bu türler de adına ‘’doğal seleksiyon’’ denilen bir sistem sayesinde gelişme ve tekâmüllerine devam etmişlerdir.
Yaşam, ilk var olduğu andan itibaren değişime uğrayarak çeşitlenirken bir yandan da kıyıya yakın kara parçalarına kök salmıştır. Bu yaşam türleri çoğalıp yeni değişimlere uğradıkça denizde ve kıyıda giderek artan sayıda ve çeşitlilikte yaşam türleri meydana gelmiştir. Bu yaşam türlerinden karaya çıkanlar yavaş yavaş kıyıdan uzaklaşarak karaların iç kesimlerine doğru yayılmış, karaya çıkan bazı türlerse (yunuslar gibi) bilinmeyen sebeplerle tekrar sulara dönerek suda gelişen diğer canlılarla beraber sulardaki yaşam çeşitliliğini oluşturmuştur. Kurbağalar gibi bazı türler de hem suda hem de karada yaşayabilecek şekilde evrimleşmişlerdir.
Başlangıçta sularda ortaya çıkan yaşam, karalarda da yaşanmaya uygun doğa ve iklim çeşitleri oluştukça karaların iç kesimlerine doğru ilerlemiş, bu ilerleyiş esnasında karşılaşılan doğa koşullarına göre yeni mutasyonlar ve yeni evrimler sonucunda milyonlarca değişik canlı türü ortaya çıkmıştır.
Yukarıda kısaca anlatmaya çalıştığımız ve bilim dünyasında halen birçok açıdan eleştirilen, evrim teorisine göre insanoğlu da deniz kenarında başlayıp karalara doğru yayıldıkça çeşitlenen bu yaşam süreci içinde belirli bir tarihten sonra ortaya çıkmıştır. Bu iddiada olanlara göre insanoğlu, insansı özellikler göstermeye başlamadan önce bir maymun türü veya maymuna benzer müstakil bir tür olarak Afrika ormanlarında, diğer maymunlar gibi, ağaçların tepesinde yaşıyormuş. Darwin’in evrim teorisi ile başlayıp daha sonra geliştirilen bu anlayışa göre, bu maymun türünün ağaçlardan inip ormandan çıkarak bu gün uzaya uydular gönderen bir türe dönüşmesi ile ilgili olarak birçok değişik iddia bulunmaktadır. Bunlardan birine göre bu maymun türü bir gün (İklim değişikliği vb. sebeplerle)  ormandan çıkarak geniş düzlüklerde yaşamaya karar vermiştir. Yeni yaşamaya başladığı yüksek otlarla dolu düzlüklerde ileriyi, belki de yakınlardaki yiyecek kaynaklarını veya kendilerine yaklaşan saldırganları görebilmek için, sık sık iki ayağı üzerinde dinelen bu canlı sonunda sürekli olarak iki ayağı üzerinde yürümeye başlamıştır. Böylece ön ayakları boşta ve işlevsiz kalan maymunumsu atalarımız, bu sayede bu ön ayaklarını sopa, taş, vb. den yapılan basit aletlerden faydalanmak için kullanmaya başlamışlardır.
Zamanla, iki ayak üzerinde yürümesi fiziksel olarak, alet kullanmaya ve sürekli karşılaştığı yeni sorunlara yeni çözümler bulmaya çalışması da zihinsel olarak giderek daha zeki bir tür olarak evrimleşmesine ve gelişmesine sebep olmuş ve insan diye tanımlayabileceğimiz ilk canlı türü oluşmaya başlamış. Bu insanlar gittikleri bölgelerde giderek çoğalmışlar ve çoğaldıkça da bulundukları ilk merkezden her yöne doğru yayılmaya başlamışlar. Yeni ortamlara gittikçe yeni şartlara uyum sağlamak ve yeni sorunlara yeni çözümler bulmak zorunda kaldıklarından fiziksel ve zihinsel olarak gelişmeye devam etmişler.
Bizim incelediğimiz konu açısından bu iki iddianın hangisinin doğru olduğunun bir önemi olmadığından bu konuya girmeyeceğiz. Çünkü ister cennetten kovulan (Hz.) Âdem ve Havva olsun, isterse de ormanı terk eden, belki de başka maymunlar veya kendi türlerinden güçlü bir grup tarafından kovularak düzlüklere açılan ilk insan çifti olsun ellerinde işe yarar hiçbir alet veya edevat ve hatta üzerlerinde bir kıyafet bile olmayan bu iki çıplak ve savunmasız insan aynı zor şartları göğüslemek zorunda kalmışlardır.
Burada bizim dikkatimizi çeken husus bu iki teori arasında aslında bizim inceleyeceğimiz konu açısından çok büyük benzerlikler olmasıdır. Yaradılışla ilgili olarak her iki teorinin başlangıç noktaları çok farklı olsa da dünyaya yayılıp insan ırkını oluşturmadan önceki son safhalar iki teoride de büyük benzerlikler göstermektedir. Dinlerin teorisinde dünya dışında olan cennette yaşarken insanın değişmesini gerektirmeyen oldukça güvenli bir ortam vardır. Bu durum bilimsel teoride bahsedilen orman için de aynıdır. Binyıllar, belki de milyonlarca yıllar boyunca oldukça güvenli ve gıda sıkıntısı da olmayan ormanda yaşayan insanın ataları buraya adapte olmakla yetinmiş, değişim ve gelişme için herhangi bir çaba göstermeye gerek duymamıştır. İster cennetten, ister ormandan ayrılmış veya atılmış olsun, ne zaman ki yaşadığı çevreyi değiştirmiş ve bunun sonucunda yeni zorluklar ve tehlikelerle karşılaşmış işte o zaman bu yeni ortama adapte olarak yaşamını sürdürmek için bazı yeni yetenekler geliştirmek ihtiyacını duymuş, bu yetenekler de onu geliştirmiş ve değiştirmiştir. Demek ki değişimin ve diğer her şeyin itici gücünü, bulunduğumuz bölgeyi terk ederek başka bölgelere göç etmek sebebiyle yeni ihtiyaçların ortaya çıkması oluşturmuştur.
Bu ihtiyaçların neler olacağını belirleyen temel faktör ise yaşanılan yeni coğrafyadır. Çünkü coğrafya değiştikçe iklim, hava ve arazi şartları değişmiştir. Böylece yiyecek türlerinde ve tehditlerde de belli bir değişim ortaya çıkmıştır. Bunu bir örnekle açıklayacak olursak; bu insanlardan bir kısmının yer değiştirerek bir deniz kenarına varıp orada yaşamaya başladığını düşünelim. Bir yerden sonra bu insanlar denizin yenilebilecek canlılarla dolu olduğunu fark etmiş ve bunları avlamak için yöntemler geliştirmiş olmalılar. Benzer şekilde, daha önce yaşadıkları yerlerde belki de hiç görmedikleri ve balıkları yiyerek beslenen bazı ayı vb. yırtıcılarla karşılaşmışlar, bunlara karşı mücadele edebilmek için yeni yöntemler ve silahlar geliştirmişlerdir. Buradan da şöyle bir sonuca varabiliriz; insanın her türlü gelişiminde, dolayısıyla askeri açıdan gelişmesinde de coğrafya belirleyici bir unsur olmuştur.
Şimdi tekrar konumuza dönerek dünyaya atılan veya ormandan kovulan çiftimizin nasıl bir hayat sürdüğüne bakacak olursak, muhtemelen yaşadıkları bölgede bulunan meyveleri, bitki köklerini, hayvan yuvalarında buldukları yumurtaları, yakalayabildikleri küçük hayvanları, özellikle de küçük sürüngenleri, yırtıcı hayvanların avlarından arta kalan leşleri vb. şeyleri yiyerek yaşamlarını sürdürmüşlerdir.
Tabii cennetten/ormandan ayrıldıktan sonra yeni bazı tehditlerle de karşılaşmışlardır. Onları potansiyel yiyecek olarak gören etoburlardan korunmak için ağaçlara, yüksek kayalara tırmanmışlar, mağaralara ve dar oyuklara girerek gizlenmişlerdir. Ancak bazen kaçacak yer bulamadıklarında veya kaçmaya fırsat kalmadığı zamanlarda etraflarında buldukları kuru dalları ve elleriyle atabilecekleri büyüklükte taşları kullanarak bu hayvanlarla mücadele etmişlerdir. Bunlar belki de ilk silah kullanma becerilerini ve askeri yöntemlerin temellerini attıkları anlardır. Böylece ilk insanlar değişik hayvanlara karşı bu yöntemleri kullanarak deneyim kazanmış ve başarılı oldukları savunma araç ve yöntemlerini geliştirmeye başlamış olmalılar.
Bu insanlar zamanla, buldukları düz ve sağlam dal parçalarının uçlarını kayalara sürterek ilk delici silahlarını yaptılar. Bu silahların ucunun her hayvanın derisini delemediğini veya delse de kırılarak kısa sürede elden çıktığını görünce çevrelerinde buldukları sivri taşları veya opsidyenleri[1] sert taşlara sürterek daha da sivriltip keskinleştirdiler ve buldukları sarmaşıklarla veya deri parçalarıyla düz ve uzun dalların ucuna monte ederek ilk gerçek mızraklarını yaptılar.
Zamanla taş ve opsidyenlerden bıçak yapmayı da öğrendiler. Bunu da hem bir yakın dövüş silahı hem de yiyeceklerini veya kaldıkları mağaraların ağızlarını kapattıkları dal ve sazları kesmek için kullanmaya başladılar. Bu basit silahları geliştirmekle avcılık yetenekleri ve dolayısıyla tükettikleri protein oranı arttı. Bu beyin kapasitelerinin artışına yardım ederken bol yiyecek üreme oranlarında ve nüfuslarında da hızlı bir artışa sebep oldu.
Yıllar geçtikçe küçük fakat giderek büyüyen bir topluluk haline geldiler. Bu topluluk genel olarak belli bir bölgede dolaşarak avcı toplayıcı bir yaşamın temellerini atmaya başladı. Başlangıçta toplumun lideri babayken, babanın ölmesiyle birlikte en güçlü erkek çocuk toplum liderliğini ele geçirdi. Toplum büyüyüp geliştikçe yavaş yavaş belli bir iş bölümü ve sınıflaşma ortaya çıkmaya başladı. Kadınlar çocukların bakımı ve toplanan meyvelerin muhafazası gibi işlerle uğraşırken genç erkekler avcı grupları olarak başlayan ilk askeri gruplar şeklinde teşkilatlandılar. Yaşlılar grubun yönetimi ve yakın savunması ile kavgaları ayırma ve adil bir sonuca ulaştırma gibi görevleri üslendiler. Ölen kişilerin vahşi hayvanlar tarafından parçalanmaması için ölü gömme adetleri ve buna bağlı olarak bu işleri yapan bazı insanlar ortaya çıktı. Ölülerle haşır neşir olan bu insanlar ölüler dünyası ve ruhlarla ilişki kurmaya başladılar ve belki de ilk olarak güneş, ay, şimşek gibi doğal oluşumlara tapınma veya totemler yapma ve bunlara tapınma işlemini yürüten bir sınıf haline geldiler. Çünkü cennetten/ormandan ayrıldıkları zamandan sonra gittikleri yeni yerlerde, eğer varsa, eski inançlarını unuttular ve yeni bölgeye uygun yeni tanrılar, inançlar ve dinler oluşturdular.
Ateşin kullanılması insan için yeni bir devrimsel sürece sebep oldu. Yaban hayvanları ateşten korktuklarından mağaraların girişine savunma maksatlı ateş yakmaya başladılar. Tesadüfen, ateşte pişen etin daha lezzetli ve sindiriminin daha kolay olduğunu öğrendiler. Belki de bu sebeple yeterince güvenli hale getirebildikleri mağaralar bölgesine daha fazla bağımlı kalarak, göçebelikten yarı göçebe bir hayata geçmeye başladılar. Bu mağaralardan bir gündüz süresi mesafeye kadar olan bölge topluluğun av ve yaşam bölgesi olarak kabul edilerek faaliyetlerine devam ettiler. Çünkü gece olunca herkesin geri dönmesi ve mağaralara girerek güvenlik tedbirlerini almaları gerekiyordu. Gece demek tehlike demekti. Gece avlanan yırtıcılar oldukça fazlaydı ve gerek kendileri gerekse mağaralar bölgesinde kalan kadın, çocuk, yaşlı, hasta ve sakat akrabaları geceleyin tehlikeye daha fazla açık bir durumda kalabilirlerdi.
Yıllar geçtikçe zaman zaman yaşam alanlarının sınırlarının ötesine geçmek zorunda kaldıkları durumlar da yaşadılar. Bu durumlarda komşu bölgelerde yaşayan bazı başka insan gruplarının olduğunu öğrendiler. Bu gruplardan bazı avcılar veya kaçaklar onların bölgelerine girmeye başladılar. Bu karşılaşmalar genellikle kısa süreler için oluyor ve her iki gruba mensup insanlar ellerinde mızraklar ve obsidyenden yapılmış bıçaklar olduğu halde her an bir saldırıya karşılık verecek şekilde birbirlerini uzaktan süzerek kendi bölgelerinde emniyetli yerlere çekiliyorlardı.
 Komşu topluluklar benzer bir coğrafyada yaşadıklarından ve benzer bir yaşam tarzı sürdürdüklerinden iletişim için birbirine yakın sesler çıkararak anlaşsalar da birbirlerinden tamamen yalıtılmış toplumlar halinde yaşadıklarından çok az kelimelerden oluşan ama birbirinden farklı diller oluşturmaya başladılar. Bu sebeple tesadüfi karşılaşmalar sırasında belirli bazı işaretler ve vücut dili hariç birbirleriyle tam olarak sözlü iletişim kuramamaktadırlar.
Zamanla nüfus daha da artıp, bizim takip ettiğimiz grubun yaşam alanına, farklı gruplardan daha çok insan girip çıktıkça karşılaşılan yabancı insan sayısı ve karşılaşma oranlarında artış yaşanmaya başlamıştır. Bu karşılaşmalarda; avlanmak için aynı hayvan sürüsünü takip etme, avlanan bir hayvanın birden fazla grup tarafından sahiplenilmesi veya buna benzer başka sebeplerle ara sıra küçük çatışmalar yaşanmaya başlanmıştır. Grubumuzun yaşam alanına giren insan sayısının artması ve her geçen gün daha farklı gruplara ait kişilerle temasa geçilmesi sebebiyle değişik insan gruplarının yaşam alanlarının kesişim noktalarında tesadüfi çatışmaların oranı gün geçtikçe artmaya devam etmiştir.




30. 12. 2015  M.Ç.