.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

13 Mayıs 2016 Cuma

İnsanoğlunun Ortaya Çıkışı ve Silah Geliştirme Sürecinin Başlangıcı. Emergence of human being and the starting of arm developing process.




 İnsanoğlunun Ortaya Çıkışı ve Silah Geliştirme Sürecinin Başlangıcı. Emergence of human being and the starting of arm developing process.
İnsanoğlunun yaradılışı ile ilgili olarak her dinin kendine has bir öyküsü vardır. Bizim asıl konumuz bu olmadığından dinlerin anlattığı yaradılış hikâyelerine ayrı ayrı girmeyeceğiz. Ancak, incelememizde konuyu irdelemeye çalışırken büyük dinlerin kutsal kitaplarında geçen ortak söyleminden yola çıkacağız.
Dünyada en yaygın olan tek tanrılı üç büyük dinin (İslam, Hristiyanlık ve Musevilik) anlattığı ortak öyküye göre ilk insan olan (Hz.) Âdem tanrı tarafından balçıktan (su ve toprak karışımından) yaratılmış ve kendisine bir ruh üflenmiştir. Daha sonra (Hz.) Âdem’in kaburga kemiğinden, bir nevi mitoz bölünme ile, kendisine eş olsun diye Havva yaratılmıştır. Tanrı’nın özel olarak yarattığı bu çift yine Tanrı’nın özel olarak onlar için yarattığı, yeme-içme sorunu, yani beslenme sorunu olmayan, güvenlik problemleri yaşanmayan, onları yiyebilecek doğal düşmanlarının bulunmadığı, ısınma, barınma, sağlık problemleri gibi sorunların bulunmadığı cennete konulmuşlardır.
Burada yaşamaya başlayan (Hz.) Âdem ve Havva’dan tanrının istediği tek bir şey vardır. O da, kendilerine yasaklanan bir cennet ağacının (genellikle elma olarak tasvir edilen) meyvesini yememeleridir. Fakat kendilerine sunulan sınırsız imkânlara ve tanrının yarattığı tüm canlılara göre üstün olan tekâmül etmiş bir canlı olmalarına rağmen (Hz.) Âdem ve Havva’nın bazı zayıflıkları da vardır. Ve maalesef bu zayıflıkları şeytan tarafından bilinmektedir. Tanrının baş meleği olan ve kendisinden daha mükemmel bir canlı yarattığı için tanrıya isyan eden Şeytan, Tanrı’nın bu yaratım işlemiyle hata ettiğini savunmaktadır. Bu iddiasını ispat etmek için Tanrı ile bir anlaşmaya varır. Buna göre; Tanrı Şeytan’ı kıyamete kadar eylemlerinde serbest bırakacaktır. Şeytan bu süre içinde, Tanrı’nın ‘’Şimdiye kadar yarattığım ve bundan sonra da yaratacağım canlılar arasında en mükemmel varlık.’’ dediği (Hz.) Âdem ve Havva’nın o kadar da mükemmel olmadıklarını, hatta tam tersine hatalı ve eksik yaratıklar olduklarını ispat etmeye çalışacaktır. Şeytan’ın iddiasına göre insanoğlu; fırsat bulunca en büyük günahlar da dâhil birçok günah işleyecek, Tanrı’nın emirlerine uymayı bırakacak, yasaklarını çiğnemeye başlayacak, hatta Tanrı’ya isyan edecek ve ona şirk koşacaktır. Tanrı bu meydan okumayı kabul etmiş ve Şeytan’ı bu iddiasını ispat etmekte serbest bırakmıştır. Şeytan, evrende isyan eden ilk canlı olmuş ve bundan sonra insanlar arasında da isyancılar daima, aynı şeytanın tanrı tarafından lanetlendiği gibi, insanlar tarafından lanetlenmiş ve en ağır cezaya layık kişiler olarak görülmüştür.
Şeytan, iddiasını ispatlamak için hemen işe koyulmuştur. Ama yüklendiği iş oldukça zor bir iştir ve sonunda, eğer dediğini ispatlayabilirse, haklı olduğunu göstermiş olmaktan kaynaklanan bir tatmin olma duygusundan başka, bir ödül de yoktur. Çünkü Tanrı’ya isyan ettiği için kıyamet günü geldiğinde her hâlükârda cehenneme atılarak cezalandırılacaktır. Ama Şeytan’ın benlik duygusu ve kendini beğenmişliği her türlü beklentisinden üstündür. Onun için, haklı olduğunu Tanrı’ya ispatlamak için hemen işe koyulur.
Şeytan’ın işinin çok sor olduğunu söylemiştik. Gerçekten de çok zor bir iş yüklenmiştir, çünkü insan düşünebilen, konuşarak iletişim kurabilen ve diğer canlılarda olmayan birçok vasfa sahip olan gerçekten de üstün bir yaratıktır. Bir de bulunduğu ortamın mükemmelliği göz önüne alındığında Şeytan’ın insanı kötü yola sürüklenmesi oldukça zor görünmektedir. Çünkü insanların içinde yaşadığı cennet kusursuz bir yerdir. Korunmak gereken hiçbir tehlike ve karşılanamayacak hiçbir ihtiyaç yoktur. Her şey anında ve eksiksiz bir şekilde yapılabilmektedir. Bu iki insan, Tanrı’nın varlığının şüphe götürmez kanıtları ile de her gün karşılaştıklarından onların kafasında bir şüphe ve kötülük yaratmak neredeyse imkânsız gibidir.
O zaman yapılması gereken tek bir şey vardır. İnsanoğlu, hata yapmalarına karşı korunaklı bir ortam sağlayan cennetten uzaklaştırılmalıdır. Bunun için Şeytan’ın onlara Cennet’ten kovulmalarına sebep olacak büyük bir günah işletmesi gerekmektedir. Peki, ama nasıl?
Şeytan hemen insanın zayıflıklarını araştırmaya başlar. Evet, insan pek çok zayıflığa sahiptir ama Cennet ortamında yaşadığı için bu zayıflıkların ortaya çıkarılması çok zordur. Ancak Şeytan yine de kullanabileceği bir insani zayıflık bulur; ‘’merak duygusu’’… Cennet kapısında dolaşan söylentileri dinleyerek bu duygunun kısa süre içinde bu ilk insanlarda, özellikle de Havva’da, had safhaya çıktığını öğrenir. Âdem daha dayanıklıdır ancak Havva, yanından geçerken meyvesini yemeleri yasaklanmış ağaca büyük bir merakla bakmaktadır. ‘’Bu ağacın meyvesinden yiyen var mı?’’ diye sormakta ve ‘’Acaba nasıl bir tadı var? Yiyenlerde nasıl bir değişime sebep oluyor?’’ diye merak etmektedir. Şeytan artık zayıf halkayı ve bu halkanın zayıf noktasını tespit etmiştir. Yani Aşil’in tendomu Havva’dır.
Şeytan bir gün, yılanın vücudunu kullanarak kaçak olarak Cennet’e girer. Yılanın ağzından konuşarak Havva’yı provoke etmeye ve onun yasak meyve ile ilgili merakını körüklemeye başlar. Bunun sonucunda Havva dayanamaz ve insanoğlunun ilk günahını işler. Tanrı’nın kesin emriyle yasaklanmış olmasına rağmen yasak ağacın yanına gider ve gözüne kestirdiği en parlak ve gösterişli yasak meyveyi kopararak yer. O sırada (Hz.) Âdem de oraya gelmiştir. Havva’yı yasak meyveyi yerken görünce ilk insani duygulardan birini yaşamaya başlar: Endişe…
Sonra bu duyguların arkası gelmeye devam eder. ‘’Şimdi Havva’ya ne olacak? Nasıl bir cezaya maruz kalacak?’’ diye düşünmeye başlar ve ‘’korkar’’… O sırada Havva’yı kandıran Şeytan’a çok ‘’kızar’’ ve ondan ‘’nefret’’ eder. Onu vücuduna girdiği yılanla birlikte oradan kovar… Fakat Havva kopardığı meyveyi yiyip bitirdiği halde hiçbir şey olmamıştır. (Hz.) Âdem sakinleşir gibi olur. Hatta Havva meyvenin tadının güzelliğinden bahsettikçe onun da merakı artar ve dayanamayarak o da güzel görünümlü bir meyve koparır ve yemeye başlar. Tam meyveyi bitirmiştir ki Tanrı hiddetle seslenir. ‘’Kendilerine koyduğu yasağı neden çiğnediklerini?’’ sorar ve bunun için cezalandırılacaklarını söyler. Şimdi ikisi de çok korkmaya başlamıştır. Cezalarının cennetten kovulmak olduğu kendilerine bildirilince bu korkuları daha da artar. Çok pişmandırlar ama pişmanlıkları artık bir anlam ifade etmez. Cennet’ten kovularak daha önce hiç bilmedikleri ve kendilerini nelerin beklediğini tahmin bile edemedikleri Dünya gezegenine sürgün edilirler.
O anda tüm duyguları en üst seviyeye ulaşmış durumdadır. Bu duygusal travma sonucunda gözlerindeki perde kalkar. Daha önce kendilerini bir enerji varlığı gibi algılamaktadırlar. O anda madde olduklarını ve savunmasız olduklarını fark ederler. Birbirlerinin vücutlarının farkına varırlar. Hem birbirlerinin, hem de tüm cennet sakinlerinin meraklı bakışları altında çıplak olduklarını fark ederler. Cinsiyetlerinin ve farklılıklarının farkına varmışlardır. Üzerlerine dikilen bakışlardan utanırlar. Durum çok kritiktir ve o anlıkta olsa bazı şeylerden korunmak için çözüm bulmaları gerektiğini düşünürler. Böylece bir insan tarafından yapılmış ilk eşyaları hemen orada icat ederler. İncir yapraklarından cinsel organları bölgelerini örtecek şekilde iptidai bir kıyafet yaparlar. Kısa süre içinde, insanoğlunun kıyamete kadar sürekli yaşayacakları temel duyguları yaşamışlar (merak, zevk/tad alma, endişe, korku, kızgınlık,  nefret vb.) ve artık giderek daha maddi bir varlık olmaya yani daha çok insan olmaya başlamışlardır.
Ondan sonra, nasıl olduğu bilinmeyen bir şekilde ayrı ayrı bölgelere gidecek şekilde dünyaya doğru bir yolculuğa çıkarlar. Soğuk, sıcak gibi hava olayları, vahşi hayvanların oluşturduğu tehdit, açlık, susuzluk, yalnızlık gibi daha önce hiç karşılaşmadıkları şeylerle mücadele ederek birbirlerini ararlar ve yine ne kadar olduğu tam olarak bilinmeyen bir zamanın geçmesinin ardından birbirlerini bulurlar. Bundan sonra, her dünya canlısı gibi ürerler ve çoğalmaya başlarlar. Şu anda dünya üzerinde yaşayan her renk ve dilden milyarlarca insan onların soyundan gelmişlerdir.
Bilim dünyasında geniş bir kabul gören ve evrim teorisi denen hikâyede ise dinlerin iddialarından ilk bakışta bazı önemli farklılıklar olduğu görülür. Bu teoriye göre insan diğer canlılardan ayrı olarak yaratılmış özel bir canlı değildir. İlk yaşam sularda, daha doğrusu suların karalarla birleştiği sığ yerlerdeki bataklıklarda ortaya çıkmıştır. Başlangıçta tek hücreli basit formdaki bir yaşam ortaya çıkmış (Bu ortaya çıkışın; bazı bilim adamlarınca dünyanın yapısında bulunan yağlar, amino asitler vb. sayesinde olduğu iddia edilirken bazılarınca da ilk tek hücreli canlı türlerinin göktaşları ile uzaydan geldiği iddia edilmektedir.), daha sonra, neden olduğu tam olarak açıklanamayan sebeplerle gerçekleşen mutasyonlar sonucunda bu tek hücreli canlı türlerinden giderek tekâmül etmiş ve daha karmaşık yapıdaki birçok canlı türü gelişmiştir. Bu türler de adına ‘’doğal seleksiyon’’ denilen bir sistem sayesinde gelişme ve tekâmüllerine devam etmişlerdir.
Yaşam, ilk var olduğu andan itibaren değişime uğrayarak çeşitlenirken bir yandan da kıyıya yakın kara parçalarına kök salmıştır. Bu yaşam türleri çoğalıp yeni değişimlere uğradıkça denizde ve kıyıda giderek artan sayıda ve çeşitlilikte yaşam türleri meydana gelmiştir. Bu yaşam türlerinden karaya çıkanlar yavaş yavaş kıyıdan uzaklaşarak karaların iç kesimlerine doğru yayılmış, karaya çıkan bazı türlerse (yunuslar gibi) bilinmeyen sebeplerle tekrar sulara dönerek suda gelişen diğer canlılarla beraber sulardaki yaşam çeşitliliğini oluşturmuştur. Kurbağalar gibi bazı türler de hem suda hem de karada yaşayabilecek şekilde evrimleşmişlerdir.
Başlangıçta sularda ortaya çıkan yaşam, karalarda da yaşanmaya uygun doğa ve iklim çeşitleri oluştukça karaların iç kesimlerine doğru ilerlemiş, bu ilerleyiş esnasında karşılaşılan doğa koşullarına göre yeni mutasyonlar ve yeni evrimler sonucunda milyonlarca değişik canlı türü ortaya çıkmıştır.
Yukarıda kısaca anlatmaya çalıştığımız ve bilim dünyasında halen birçok açıdan eleştirilen, evrim teorisine göre insanoğlu da deniz kenarında başlayıp karalara doğru yayıldıkça çeşitlenen bu yaşam süreci içinde belirli bir tarihten sonra ortaya çıkmıştır. Bu iddiada olanlara göre insanoğlu, insansı özellikler göstermeye başlamadan önce bir maymun türü veya maymuna benzer müstakil bir tür olarak Afrika ormanlarında, diğer maymunlar gibi, ağaçların tepesinde yaşıyormuş. Darwin’in evrim teorisi ile başlayıp daha sonra geliştirilen bu anlayışa göre, bu maymun türünün ağaçlardan inip ormandan çıkarak bu gün uzaya uydular gönderen bir türe dönüşmesi ile ilgili olarak birçok değişik iddia bulunmaktadır. Bunlardan birine göre bu maymun türü bir gün (İklim değişikliği vb. sebeplerle)  ormandan çıkarak geniş düzlüklerde yaşamaya karar vermiştir. Yeni yaşamaya başladığı yüksek otlarla dolu düzlüklerde ileriyi, belki de yakınlardaki yiyecek kaynaklarını veya kendilerine yaklaşan saldırganları görebilmek için, sık sık iki ayağı üzerinde dinelen bu canlı sonunda sürekli olarak iki ayağı üzerinde yürümeye başlamıştır. Böylece ön ayakları boşta ve işlevsiz kalan maymunumsu atalarımız, bu sayede bu ön ayaklarını sopa, taş, vb. den yapılan basit aletlerden faydalanmak için kullanmaya başlamışlardır.
Zamanla, iki ayak üzerinde yürümesi fiziksel olarak, alet kullanmaya ve sürekli karşılaştığı yeni sorunlara yeni çözümler bulmaya çalışması da zihinsel olarak giderek daha zeki bir tür olarak evrimleşmesine ve gelişmesine sebep olmuş ve insan diye tanımlayabileceğimiz ilk canlı türü oluşmaya başlamış. Bu insanlar gittikleri bölgelerde giderek çoğalmışlar ve çoğaldıkça da bulundukları ilk merkezden her yöne doğru yayılmaya başlamışlar. Yeni ortamlara gittikçe yeni şartlara uyum sağlamak ve yeni sorunlara yeni çözümler bulmak zorunda kaldıklarından fiziksel ve zihinsel olarak gelişmeye devam etmişler.
Bizim incelediğimiz konu açısından bu iki iddianın hangisinin doğru olduğunun bir önemi olmadığından bu konuya girmeyeceğiz. Çünkü ister cennetten kovulan (Hz.) Âdem ve Havva olsun, isterse de ormanı terk eden, belki de başka maymunlar veya kendi türlerinden güçlü bir grup tarafından kovularak düzlüklere açılan ilk insan çifti olsun ellerinde işe yarar hiçbir alet veya edevat ve hatta üzerlerinde bir kıyafet bile olmayan bu iki çıplak ve savunmasız insan aynı zor şartları göğüslemek zorunda kalmışlardır.
Burada bizim dikkatimizi çeken husus bu iki teori arasında aslında bizim inceleyeceğimiz konu açısından çok büyük benzerlikler olmasıdır. Yaradılışla ilgili olarak her iki teorinin başlangıç noktaları çok farklı olsa da dünyaya yayılıp insan ırkını oluşturmadan önceki son safhalar iki teoride de büyük benzerlikler göstermektedir. Dinlerin teorisinde dünya dışında olan cennette yaşarken insanın değişmesini gerektirmeyen oldukça güvenli bir ortam vardır. Bu durum bilimsel teoride bahsedilen orman için de aynıdır. Binyıllar, belki de milyonlarca yıllar boyunca oldukça güvenli ve gıda sıkıntısı da olmayan ormanda yaşayan insanın ataları buraya adapte olmakla yetinmiş, değişim ve gelişme için herhangi bir çaba göstermeye gerek duymamıştır. İster cennetten, ister ormandan ayrılmış veya atılmış olsun, ne zaman ki yaşadığı çevreyi değiştirmiş ve bunun sonucunda yeni zorluklar ve tehlikelerle karşılaşmış işte o zaman bu yeni ortama adapte olarak yaşamını sürdürmek için bazı yeni yetenekler geliştirmek ihtiyacını duymuş, bu yetenekler de onu geliştirmiş ve değiştirmiştir. Demek ki değişimin ve diğer her şeyin itici gücünü, bulunduğumuz bölgeyi terk ederek başka bölgelere göç etmek sebebiyle yeni ihtiyaçların ortaya çıkması oluşturmuştur.
Bu ihtiyaçların neler olacağını belirleyen temel faktör ise yaşanılan yeni coğrafyadır. Çünkü coğrafya değiştikçe iklim, hava ve arazi şartları değişmiştir. Böylece yiyecek türlerinde ve tehditlerde de belli bir değişim ortaya çıkmıştır. Bunu bir örnekle açıklayacak olursak; bu insanlardan bir kısmının yer değiştirerek bir deniz kenarına varıp orada yaşamaya başladığını düşünelim. Bir yerden sonra bu insanlar denizin yenilebilecek canlılarla dolu olduğunu fark etmiş ve bunları avlamak için yöntemler geliştirmiş olmalılar. Benzer şekilde, daha önce yaşadıkları yerlerde belki de hiç görmedikleri ve balıkları yiyerek beslenen bazı ayı vb. yırtıcılarla karşılaşmışlar, bunlara karşı mücadele edebilmek için yeni yöntemler ve silahlar geliştirmişlerdir. Buradan da şöyle bir sonuca varabiliriz; insanın her türlü gelişiminde, dolayısıyla askeri açıdan gelişmesinde de coğrafya belirleyici bir unsur olmuştur.
Şimdi tekrar konumuza dönerek dünyaya atılan veya ormandan kovulan çiftimizin nasıl bir hayat sürdüğüne bakacak olursak, muhtemelen yaşadıkları bölgede bulunan meyveleri, bitki köklerini, hayvan yuvalarında buldukları yumurtaları, yakalayabildikleri küçük hayvanları, özellikle de küçük sürüngenleri, yırtıcı hayvanların avlarından arta kalan leşleri vb. şeyleri yiyerek yaşamlarını sürdürmüşlerdir.
Tabii cennetten/ormandan ayrıldıktan sonra yeni bazı tehditlerle de karşılaşmışlardır. Onları potansiyel yiyecek olarak gören etoburlardan korunmak için ağaçlara, yüksek kayalara tırmanmışlar, mağaralara ve dar oyuklara girerek gizlenmişlerdir. Ancak bazen kaçacak yer bulamadıklarında veya kaçmaya fırsat kalmadığı zamanlarda etraflarında buldukları kuru dalları ve elleriyle atabilecekleri büyüklükte taşları kullanarak bu hayvanlarla mücadele etmişlerdir. Bunlar belki de ilk silah kullanma becerilerini ve askeri yöntemlerin temellerini attıkları anlardır. Böylece ilk insanlar değişik hayvanlara karşı bu yöntemleri kullanarak deneyim kazanmış ve başarılı oldukları savunma araç ve yöntemlerini geliştirmeye başlamış olmalılar.
Bu insanlar zamanla, buldukları düz ve sağlam dal parçalarının uçlarını kayalara sürterek ilk delici silahlarını yaptılar. Bu silahların ucunun her hayvanın derisini delemediğini veya delse de kırılarak kısa sürede elden çıktığını görünce çevrelerinde buldukları sivri taşları veya opsidyenleri[1] sert taşlara sürterek daha da sivriltip keskinleştirdiler ve buldukları sarmaşıklarla veya deri parçalarıyla düz ve uzun dalların ucuna monte ederek ilk gerçek mızraklarını yaptılar.
Zamanla taş ve opsidyenlerden bıçak yapmayı da öğrendiler. Bunu da hem bir yakın dövüş silahı hem de yiyeceklerini veya kaldıkları mağaraların ağızlarını kapattıkları dal ve sazları kesmek için kullanmaya başladılar. Bu basit silahları geliştirmekle avcılık yetenekleri ve dolayısıyla tükettikleri protein oranı arttı. Bu beyin kapasitelerinin artışına yardım ederken bol yiyecek üreme oranlarında ve nüfuslarında da hızlı bir artışa sebep oldu.
Yıllar geçtikçe küçük fakat giderek büyüyen bir topluluk haline geldiler. Bu topluluk genel olarak belli bir bölgede dolaşarak avcı toplayıcı bir yaşamın temellerini atmaya başladı. Başlangıçta toplumun lideri babayken, babanın ölmesiyle birlikte en güçlü erkek çocuk toplum liderliğini ele geçirdi. Toplum büyüyüp geliştikçe yavaş yavaş belli bir iş bölümü ve sınıflaşma ortaya çıkmaya başladı. Kadınlar çocukların bakımı ve toplanan meyvelerin muhafazası gibi işlerle uğraşırken genç erkekler avcı grupları olarak başlayan ilk askeri gruplar şeklinde teşkilatlandılar. Yaşlılar grubun yönetimi ve yakın savunması ile kavgaları ayırma ve adil bir sonuca ulaştırma gibi görevleri üslendiler. Ölen kişilerin vahşi hayvanlar tarafından parçalanmaması için ölü gömme adetleri ve buna bağlı olarak bu işleri yapan bazı insanlar ortaya çıktı. Ölülerle haşır neşir olan bu insanlar ölüler dünyası ve ruhlarla ilişki kurmaya başladılar ve belki de ilk olarak güneş, ay, şimşek gibi doğal oluşumlara tapınma veya totemler yapma ve bunlara tapınma işlemini yürüten bir sınıf haline geldiler. Çünkü cennetten/ormandan ayrıldıkları zamandan sonra gittikleri yeni yerlerde, eğer varsa, eski inançlarını unuttular ve yeni bölgeye uygun yeni tanrılar, inançlar ve dinler oluşturdular.
Ateşin kullanılması insan için yeni bir devrimsel sürece sebep oldu. Yaban hayvanları ateşten korktuklarından mağaraların girişine savunma maksatlı ateş yakmaya başladılar. Tesadüfen, ateşte pişen etin daha lezzetli ve sindiriminin daha kolay olduğunu öğrendiler. Belki de bu sebeple yeterince güvenli hale getirebildikleri mağaralar bölgesine daha fazla bağımlı kalarak, göçebelikten yarı göçebe bir hayata geçmeye başladılar. Bu mağaralardan bir gündüz süresi mesafeye kadar olan bölge topluluğun av ve yaşam bölgesi olarak kabul edilerek faaliyetlerine devam ettiler. Çünkü gece olunca herkesin geri dönmesi ve mağaralara girerek güvenlik tedbirlerini almaları gerekiyordu. Gece demek tehlike demekti. Gece avlanan yırtıcılar oldukça fazlaydı ve gerek kendileri gerekse mağaralar bölgesinde kalan kadın, çocuk, yaşlı, hasta ve sakat akrabaları geceleyin tehlikeye daha fazla açık bir durumda kalabilirlerdi.
Yıllar geçtikçe zaman zaman yaşam alanlarının sınırlarının ötesine geçmek zorunda kaldıkları durumlar da yaşadılar. Bu durumlarda komşu bölgelerde yaşayan bazı başka insan gruplarının olduğunu öğrendiler. Bu gruplardan bazı avcılar veya kaçaklar onların bölgelerine girmeye başladılar. Bu karşılaşmalar genellikle kısa süreler için oluyor ve her iki gruba mensup insanlar ellerinde mızraklar ve obsidyenden yapılmış bıçaklar olduğu halde her an bir saldırıya karşılık verecek şekilde birbirlerini uzaktan süzerek kendi bölgelerinde emniyetli yerlere çekiliyorlardı.
 Komşu topluluklar benzer bir coğrafyada yaşadıklarından ve benzer bir yaşam tarzı sürdürdüklerinden iletişim için birbirine yakın sesler çıkararak anlaşsalar da birbirlerinden tamamen yalıtılmış toplumlar halinde yaşadıklarından çok az kelimelerden oluşan ama birbirinden farklı diller oluşturmaya başladılar. Bu sebeple tesadüfi karşılaşmalar sırasında belirli bazı işaretler ve vücut dili hariç birbirleriyle tam olarak sözlü iletişim kuramamaktadırlar.
Zamanla nüfus daha da artıp, bizim takip ettiğimiz grubun yaşam alanına, farklı gruplardan daha çok insan girip çıktıkça karşılaşılan yabancı insan sayısı ve karşılaşma oranlarında artış yaşanmaya başlamıştır. Bu karşılaşmalarda; avlanmak için aynı hayvan sürüsünü takip etme, avlanan bir hayvanın birden fazla grup tarafından sahiplenilmesi veya buna benzer başka sebeplerle ara sıra küçük çatışmalar yaşanmaya başlanmıştır. Grubumuzun yaşam alanına giren insan sayısının artması ve her geçen gün daha farklı gruplara ait kişilerle temasa geçilmesi sebebiyle değişik insan gruplarının yaşam alanlarının kesişim noktalarında tesadüfi çatışmaların oranı gün geçtikçe artmaya devam etmiştir.




30. 12. 2015  M.Ç.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder