.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}
Sosyal Sorunlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sosyal Sorunlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Ocak 2022 Pazar

Adalet nasıl sağlanır?

1506 yılında Frankfurt'ta bir tüccar 800 lonca kaybeder. 

Yoldan geçen bir marangoz da tesadüfen bu tüccarın çantasını bulur. 

Son derece dindar olan marangoz cüzdanı bulduğunu kimseye söylemez.

Bu kadar çok para kaybının fark edilmemesinin mümkün olmadığını değerlendirir ve sahibinin bu parayı arayacağını düşünür.  

O zamanlar, 40 lonca ile iyi bir at satın alınabildiğinden 800 lonca yaklaşık 20 at bedeli kadardır.

Bir gün marangoz kiliseye gider. 

Rahip vaazdan sonra cemaate, "Bir tüccarın 800 lonca kaybettiğini ve bulanın 100 lonca ile ödüllendirileceğini" söyler.

Bunun üzerine marangoz parayı getirir ve Rahibe teslim eder.

Tüccar gelir ve parayı alır. 

Ancak Marangoz'a, vadetmiş olduğu 100 loncayı ödemeyi reddeder. 

Marangoz'a 5 lonca uzatır. 

Marangoz tüccara "sözünü tutmasını"  söyler. 

Açgözlü tüccar, vaat edilen 100 loncayı vermemek için "cüzdanında 800 değil 900 lonca olduğunu ve Marangoz'un çantadan para aldığını iddia eder." 

Rahip, hiddetle ayağa kalkar. 

"Marangozu tanıdığını, onun dürüst bir adam olduğunu ve asla böyle bir şey yapmayacağını" söyler. 

Tartışma kızışır. 

Rahip, Tüccar ve Marangoz'u alıp Frankfurt mahkemesine götürür.

Hakim Tüccar'a, "İncil'e elini  koyarak 900 lonca kaybettiğine dair  yemin etmesini" söyler. 

Tüccar, tereddüt etmeden elini İncil'e koyar ve yemin eder. 

Yargıç, Marangoz'a döner ve "800 lonca bulduğuna yemin etmesini" söyler. 

Marangoz da elini İncil'e bastırarak yemin eder.

Herkes merakla hakimin kararını beklemektedir. 

Hakim her şeyin gün gibi açık olduğunu belirterek şunları söyler:

“Marangoz 800 lonca buldu ve tüccar 900 lonca kaybetti. 

Yani marangozun bulduğu kese tüccarın değil. 

Dolayısıyla marangozun bulduğu   para, sahibi çıkmadığına göre Marangozun kendisine aittir. 

Tüccar ise  kaybettiği  900 loncasını aramaya devam edebilir.” 

Bu karar ile: fakir bir marangozun haklarını reddeden cimri bir tüccar adil bir yargıç tarafından cezalandırılmış ve bu olay Frankfurt tarihine geçmiştir.

19 Aralık 2021 Pazar

Erkekler nasıl yaşarlar?

 Tanrı eşeği yarattı ve ona dedi ki:

“Sen bir eşeksin. Sabahtan aksama kadar yorulmadan, yakınmadan çalışacaksın ve ağır yükleri sırtında taşıyacaksın. Ot yiyeceksin az akili olacaksın ve 50 yıl yaşayacaksın”.

Bunun üzerine eşek:

“50 sene böyle bir hayat için çok çok fazla, lütfen bana 20 yıldan fazla ömür verme!” diye dua etti.

Duası kabul oldu.

Tanrı köpeği yarattı ve ona dedi ki:

“Sen bir köpeksin. İnsanların mallarını koruyacaksın, onların en yakın dostu olacaksın. Geriye kalan artıkları yiyeceksin ve 25 yıl yasayacaksın.”

Köpek:

Tanrım, 25 yıl böyle yasamak çok fazla. Bana 10 yıl ver yeter.” diye dua etti.

Duası kabul oldu.

Tanrı maymunu yarattı ve ona dedi ki:

“Sen bir maymunsun. Ağaçtan ağaca sallanacak ve bir aptal gibi davranacaksın. İnsanları eğlendireceksin ve 20 yıl yasayacaksın.”

Maymun:

“20 sene dünyanın palyaçosu olarak yasamak çok fazla. Bana 10 seneden fazla verme.” diye dua etti.

Duası kabul edildi.

Tanrı erkeği yarattı ve ona dedi ki:

“Sen bir erkeksin. Dünyada yasayacak tek rasyonel düşünen canlı olacaksın. Diğer yaratılmışlara zekânı kullanarak hükmedeceksin. Dünya'yı yöneteceksin ve 20 yıl yasayacaksın.”

Erkek:

Tanrım, erkek olmak için 20 yıl yetmez. Lütfen bana eşekten artan 30 yılı, köpekten artan 15 yılı ve maymununun 10 yılını ver. ”

Duası kabul edildi.

Bu sebeple erkekler; 20 yıl erkek gibi yaşarlar, sonra evlenirler ve 30 sene eşek gibi çalışırlar, sonra çocukları için 15 yıl köpek gibi onları korurlar, bundan sonra da 10 yıl gibi yaşarlar. Aptal gibi davranırlar ve torunlarını eğlendirirler.”

10 Aralık 2021 Cuma

Beş liraya bu iş yapılmaz.

 Yaşlı bir adam emekliye ayrılır ve kendine bir lisenin yanında küçük bir ev alır. Emekliliğinin ilk bir kaç haftasını huzur içinde geçirir ama sonra ders yılı baslar. Okulların açıldığı ilk gün, dersten çıkan öğrenciler, yollarının üzerindeki her çöp bidonunu bağırıp çağırarak tekmelerler.

Bu çekilmez gürültü günlerce sürer ve yaşlı adam bir önlem almaya karar verir. 

Ertesi gün çocuklar gürültüyle evine doğru yaklaşırken, kapısının önüne çıkar onları durdurur ve:

"Çok tatlı çocuklarsınız, çok da eğleniyorsunuz. 

Bu neşenizi sürdürmenizi istiyorum sizden. 

Ben de sizlerin yaşındayken ayni şekilde gürültüler çıkarmaktan hoşlanırdım, bana gençliğimi hatırlatıyorsunuz. 

Eğer her gün buradan geçer ve gürültü yaparsanız size her gün 20tl vereceğim" der.

Bu teklif çocukların çok hoşuna gider ve gürültüyü sürdürürler.

Bir kaç gün sonra, yaşlı adam yine çocukların önüne çıkar ve onlara söyle der:

"Çocuklar enflasyon beni de etkilemeye başladı bundan böyle size sadece 10tl verebilirim." 

Çocuklar pek hoşlanmazlar ama yine devam ederler gürültüye. 

Aradan bir kaç gün daha geçer ve yaşlı adam yine karşılar onları: 

"Bakın" der, "Henüz maaşımı alamadım, bu yüzden size günde ancak 5tl verebilirim, tamam mı?"

"İmkansız bayım" der içlerinden biri, "Günde 5tl  için bu işi

yapacağımızı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. 

Biz işi bırakıyoruz..."


21 Temmuz 2020 Salı

İngiltere neden zengin, biz neden zengin değiliz?

Londra'da Richmond bölgesinde çok büyük bir park var. Halka açık ağaçlık bir alan olan bu park kadar büyük bir parkı ben Türkiye'de görmedim. Bu parka girince ilk dikkatimi çeken insanlarin da dolaştığı her yerde serbest bir şekilde dolaşan geyik sürüleri oldu. Ama beni en çok şaşırtan bu değildi. Zaman zaman gittiğim bu parkta bir gün yanında durduğum bir tabela dikkatimi çekti. Yanlış hatırlamıyorsam tabelada bir böcek resmi vardı. Tabelenın altinda ise toprakta bir delik ve bu deliklerden çıkan böcekler bulunuyordu. İlgimi çektiginden tabelayi okudum. Yazilara gore bir polis memuru (Aklimda oyle kalmış, başka bir memur da olabilir.) emekli olduktan sonra parkta dolaşırken benim durdugum yerde durmuş ve böcek yuvasi dikkatini çekmiş. Böceklerin daha once gordugu hicbir bocege benzemedigini fark edince her gun gelip sabahtan aksama kadar bocekleri incelemeye baslamis. Gün geçtikçe merakı daha da artmış. Izin alarak yuvanin hemen yanina bir çadır kurmuş. Sanırım iki yıl kadar yuvanin yaninda yatmış. Araştirmalari ve incelemeleri sonucunda bu boceklerin sadece parka özgü bir tür oldugunu tespit etmiş. Üreme ve beslenme özellikleri de dahil böcekler hakkında bir kitap yazmış. Şimdi "Eeeee! Ne olmuş yani?" diyenler olduğunu duyar gibiyim. Ne mi olmuş? İşte İngiltere'de bu tür insanlar olduğu için İngiltere'nin kişi başına düşen milli geliri bizim 7/8 katımız. Bizde Avrupa'nin tamamindan fazla endemik tür var ama ben kendini bunları araştırmaya adayan tek bir kişi olduğunu ne diydum, ne gordum. Richmond Park'ta olan o böcekler bizdeki bir parkta olsa birileri şikayet eder, belediye de ekip gonderip zehirlerdi. Bu yüzden bizde yüzyıllarca Türkülerimizi konu olan Allı Turnalar bile yok oldu. Bircok endemik tür yok olmaya devam ediyor. Konunun diger bir boyutu da insan niteligi. Emekli olan bir Ingiliz memur kendisine hiçbir maddi kazanç getirmemesine rağmen alalade bir bocegi arastirmak icin 2 yil ugrasiyor. Bizde ise insanlar birakin arastirmayi kitap bile okumuyor. Çocukken köyde bazı dini konularda konuşulanlari dinlerken aklima yatmayan şeyler olurdu. Bunu sordugumda "Hoca öyle dedi."cevabini alirdim. Kimse okumayinca herkes kendi kafasina gore otorite kabul ettigi bir kisi ne derse ona inaniyor. Ulkemizde bu kadar cok tarikat ve murit olmasinin sebebi de bu bence. Okuyup arastirmak yerine, tembel tembel oturup birileri ne derse ona inaniyoruz. Ben Anadolu'nun en batisinda dogup buyudum. Bu durum doguya dogru gittikce daha da vahim bir hal aliyor. Ornegin doguda bir yerde calisirken 14/15 çocugu olan bir adam tanidim. O kadar fakir idi ki çocuklari karnini doyurmak için karga da dahil ne bulursa avlayip yiyorlardi. Adama, neden bu kadar fakirken bu kadar cok cocuk yaptin diye sorunca "Allah verdi." dedi. "Dogum kontrolu yapsaydin Allah vermezdi." dedigimde ise sanki şeytan görmüş gibi gerildi. "Tövbe komutanim, dogum kontrolü cok buyuk gunah." dedi. Bunu nereden cikardigini sordum. "Melle (İmam) öyle soyluyor. Dogum kontrolü yapmak kendi çocugunu oldurmek demektir." diye cevap verdi. Bu konuyu sadece dindar insanlarda geçerli bir şey olarak düşünüyorsaniz, sosyal medyaya bakin derim. Ateist, deist, hristiyan veya başka bir inançta veya inançsizlikta oldugunu soyleyen kişiler de ayni. Hiçbir dayanagi olmayan seylere mutlak dogru gibi inaniyorlar. Cunku soylenen veya yazilanlar dogru mu diye merak edip 10 dakika bile arastirmiyorlar. Kendi genel bakis acilarina gore uygun gelen her seyi mutlak dogru kabul ediyorlar ve inançla savunuyorlar. Benim anladigim kadariyla ulkemizde ister dindar ister dinsiz olsun cogu insanin dusuncelerinden ziyade inançlari var. Inanmak çaba gerektirmiyor çunku. Arastirip ogrenmek ve dusunmek ise zaman ve emek gerektiriyor. Sanirim bedensel ve zihinsel bir tembellik hali ruhumuza islemis. Bu yuzden hangi parti gelse ulke duzelmiyor.

Kadına karşı uygulanan şiddet ve alınması gereken tedbirler

Yabanci ulkelerde karşılaştıgim Türk vatandaşlari hakkinda bazi gozlemlerim beni oldukça şaşırttı. Bunlardan en guncel olanini anlatacagim. Benim gordugum kadariyla yabanci bir kadinla evlenen Turk erkeklerinin cocuklarinin hemen hemen hicbiri Turkce konusamiyor veya konusmuyordu. Fakat ilginç bir şekilde yabanci bir erkekle evli Türk kadinlarinin cocuklarinin hemen hemen hepsi Turkce konusuyordu. Dahası, bu çocuklar Türk kulturune de yakin idiler. Benim bu gozlemimden cikardigim sonuc, her ne kadar ataerkil kulturel aliskanliklarimiz bizi bunu kabul etmekten alikoysa da, toplum kadinlarin eseridir. Kadinlar çocuklari sadece dogurmaz, şekillendirir ve yetiştirir de. O çocuklar da toplumu olusturur. Bu sebeple toplumun iyi veya kotu ozelliklerinden sorumlu olanin kadin oldugu soylenebilir. Bu çikarimi son zamanlarda iyice artan kadina şiddet olaylarina uyarlamak da mumkundur. Kadina şiddet, hamasetle, kanunla, laf uretmekle duzelmez. Kadinlar erkek cocuklarini kiz cocuklarina şiddet uygulamayacak sekilde yetistirmelidir. Bunun icin de kadinlar bu konuda devlet eliyle egitilmelidir. Egitim derken universite okumaktan bahsetmiyorum. Kadinlara annelik ve cocuk yetistirme egitimi verilmelidir. Aile bakanligi bu konuda harekete gecmelidir. Şiddetin kötü oldugu okullarda da ogretilmelidir. Sadece ninni gibi ders anlatmayla degil, uygulamayla da egitim yerlestirilmelidir. Şiddetle buyuyen çocuk şiddeti kendini ifade tarzi olarak icsellestirir. Evde terlik ve supurge ile, okulda cetvel ile, askerde başka yollarla terbiye edilen çocuklarin yetiskin olunca ayni seyleri yapmamasini istemek saçmaliktan başka bir sey degildir. En basit bir araç olan bisiklet tamiri için bile bir kişi çırak olarak yillarca eğitim gorurken cocuklari hayat icin dogumdan itibaren hazirlamamanin bir mantigi yoktur. Okullarda cocuklara ders verecek ogretmenleri yillarca bu iş icin eğitirken, çocuklarin kişiliğini inşa eden basta anneler olmak uzere aile uyelerini çocuk yetiştirme konusunda egitmemek de ayni sacmaliktir. Bazi ulkelerde bu konuda son derece sıkı tedbirler uygulanmaktadir. Ornegin tanidigim birinin eşi 2/3 yasindaki cocugunu doktora goturmus. Muayene sirasinda cocuk annesine tokat atmis ve tirnaklariyla elini çizmiş. Bunu goren doktor durumu rapor edince kadin, adam ve cocuk 6 ay boyunca psikologa gitmek zorunda kaldi. Eger ebeveynlerinin evde cocuga veya birbirlerine siddet uyguladigi tespit edilseydi cocuga sosyal guvenlik kurumu koruma saglayacakmis. Bunun icin de cocuk aileden alinacakmis. Bizde de bu konuda bir seyler yapilmasi sart. Aksi takdirde bu gun bir kesimi, yarin baska bir kesimi topa tutarak kendimizi tatmin etmekten baska bir sey yapamayiz. Unutmayin, çocuk gordugunu yapar.

1 Haziran 2020 Pazartesi

Amerika'daki Karışıklıkların Sonu Ne Olur?

Amerika'daki olaylar yıllar suren bir birikimin sonucu. 
Ama neden şimdi patlak verdi? 
Sanırım Corona'nın sebep olduğu ekonomik çöküntü ve kısıtlamaların yaratageldiği stres yüzünden. 
Peki bu olaylar ABD'nin geleceğini etkiler mi? 
Yani bir devrime sebep olur mu? 
Sanmam. 
Elbette bazı şeyleri değiştirir ama bu değişim köklü olmaz. 
Çünkü gördüğüm kadarıyla olaylar örgütlü değil. 
Bir ideolojileri yok. 
Daha da önemlisi bir stratejileri yok. 
Lenin gibi oportünist bir dahi çıkmazsa bu olaylar ABD'nin gazini almaktan başka bir işe yaramaz. 
Bir süre her yeri harap ettikten sonra kendiliğinden ortadan kalkar. 
Zaten isyan ideolojik olmaktan çok çapulculuk gibi görünüyor. İsyancılar rejimin kalelerinden çok dükkanlara sildiriyorlar. 
Yağma çoğu isyancının temel amacı gibi. 
Buyuk firmalara tepki olayı da söylemden ibaret. 
Bu firmalara tepkisi olan mağazaları yakar. 
Ama isyancılar mağazaları soyuyor. 
Lüks tüketim mallarını arabasına dolduran olay yerinden hızla uzaklaşıyor.

30 Mayıs 2020 Cumartesi

Korona Salgını Sonrası'nda Herşey Değişecek mi?

Internet ortaminda gordugum kadariyla bazi akademisyenler ve politikacilar da dahil bircok kisi salgindan sonra dunyanin degisecegini ve yeni bir dunya kurulacagini yaziyor. Bu iddialara iki itirazim var. Birincisi degisimin salgindan sonra meydana gelecegi onermesine. Sanki salgin sirasinda her sey degismemis gibi dusunmek bana sacma geliyor. Salgin oncesini goz onune getirin. 3/4 aydir hersey degismedi mi? Tum dunya evlerine kapandi mesela. Saglik ve tarim en onemli sektor oldu simdiden. Dukkanlar ve kafeler kapandi ama internet uzerinden ve telefonla alisveris patladi. Market zincirleri karlari patlama yapti. Suriye'de savas durdu. Çin basta olmak uzere bircok bolgede hava kirliligi azaldi. Toplu tasima sistemi coktu. Herkes kendi arabasini kullaniyor. Savasları dualariyla kazandiran, duai veya okunmus su vb. ile hastalari iyilestiren tarikat liderleri salgin konusunda fetva vermeye doktorlar yetkili dedi. Bunlardan biri omreye gidenleri ve camilerin gec kapatilmasini elestirdi. Uzatmaya gerek yok. Zaten hersey degisiyor. Degisim salgin sonrasinda ortaya cikacak bir sey degil, surekli bir olay. Bir filozofun dedigi gibi degisim kanunu disinda her sey her an degisiyor. Bahsettigi degisim kanunu da; "Her sey degismeye mahkumdur." cumlesinden olusuyor. Gelelim ikinci itirazima. Her sey degisse bile daha once hic gormedigimiz bir dunya ortaya cikmayacak. Degisim surekli olduguna gore yarin sadece bugunun yeni bir safhaya evrilmesi olacak. Yarin da evlerde yasayacagiz. Arabalara binecegiz. Yani bu gun var olan hersey yarin da varolacak. Degisim hic gormedigimiz bir dunyaya uyanmak gibi olmayacak. Kelimenin anlamindan da anlasilacagi gibi sadece varolan seyler degisecek. Hic varolmayan seyler olmayacak. Ustelik degisimin daha iyi olacagini dusunenler de, daha kotu olacagini dusunenler de yaniliyor. Hayat ongörülemez bir karmaşadan ibarettir. Yarinin nasil olacagini ongormek mumkun degildir. Gozle gorulmeyecek kadar kucuk bir virusun kendi yapisi icinde hic de onemli olmayan bir mutasyonu (degisimi) tum dunyayi bir anda degistirdigine gore hayata ve evrene bir duzen degil kaos hakim demektir. Bu yuzden hayal aleminde yasamanin manasi yok. Degisime adapte olarak yasamaya devam edecegiz. Buyuk devrimler degil kucuk kucuk cok sayida evrim (adaptasyon) sayesinde hayatta kalacagiz. Ayni salginda oldugu gibi. Bu gun insanoglu uzaya gidecek kadar yuksek bir teknolojiye ulasti ama hayatta kalmak icin yapabildigimiz tek sey üç kuruşluk alalade bir maske takmak ve evde oturmaktan ibaret.

6 Mayıs 2020 Çarşamba

Londra'da sokak hayvanları, Ankara'da sokak hayvanları ve iki toplumun sokak hayvanları ile ilişkileri arasındaki farklar.

Görmeyenler şaşıracaktır ama Londra'da insanlar ve kuğu, ordek, karabatak, tilki ve geyiklerle iç ice yasamaktadir. 
Bizde ise sokaklarda Osmanli'dan beri hiç eksik olmayan hayvanlar, kediler, kopekler, guvercinler ve kumrular. 
Gordugum kadariyla Ingilizlerin beraber yasadiklari hayvanlarla iliskileri ile bizim beraber yasadigimiz hayvanlarla olan iliskimiz cok farkli. 
Mesela ingilizler bu hayvanlari kisirlastirmiyor, beslemiyor fakat surekli takip ve kontrol ediyor. 
Geyik nufusu fazla artarsa en yaslidan baslayarak bazi haynanlari kesip satiyorlar. 
Nufusu sabit tutmaya calisiyorlar. 
Bizim iliskimiz ise doneme gore degisiyor. 
Bir zamanlar belediyeler kedi kopekleri yakalayip olduruyordu. 
Sonra sehir disina atmaya basladilar. 
Bu gunlerde ise bazi belediyeler barinaklar yapip bu hayvanlari buralarda toplarken bazilari da sokaklarda muhafaza edip asi yapiyor ve kupe takiyor. 
Ama tum belediyeler hayvanlari kisirlastiriyor. 
Bircok hayvan dernegi ve gonulluler hayvanlari besliyorlar. 
Bir haftadir sabah hava aydinlanirken balkona cikip sokak kopeklerini izliyorum. 
Hayvanlar vahsi dogada oldugu gibi suruler olusturmus ve bolgeler belirleyerek sahiplenmisler. 
Hava aydinlanirken devriyeye cikiyorlar. 
Bolge savaslari yapiyorlar. 
Anladigim kadariyla gayet etkili strateji ve taktikleri de var. 
Bence sokak hayvanlari konusu ulke capinda ele alinip tartisilmali. 
Hayvanlardan insanlara gecen viruslerin ne kadar buyuk krizlere sebep olabilecegini yasayarak ogrendigimiz bu gunlerde konu tum yonleri ile ele alinip ortak bir kara verilmeli. 
Hayvanlarla insanlar arasindaki iliskileri duzenleyen yasalar yapilmali.

10 Kasım 2017 Cuma

Bu 10 Kasım'da yaşanan sıradışı gelişmeler.



Bu gün 10 Kasım.
Ama sıradan bir 10 Kasım değil.
Çünkü bu gün Anıtkabir olağanüstü kalabalıktı.
Ne var bunda? 
Eskiden de böyle kalabalık oluyordu diyenler olabilir.
Evet.
Ama....
Bu gün bir başkaydı.
Eskiden, kalabalık olduğu zamanlarda bile, 10 Kasım sebebiyle bazı çevreler Atatürk'e iftira ve hakaret etme yarışına girerlerdi.
Bu gün soy ismi odunu güzel yanan bir ağaç olan bir gazeteci bozuntusu gibi birkaç kendini bilmez hariç böyle bir şey olmadı.
Bu 10 Kasım'da AKP'lilerden tarikatçılara kadar, orada görmeye pek alışık olmadığımız insanlar da Anıtkabir'deydi.
Gerçi samimi dindar insanlar, Anıtkabir'e her zaman gelip dua okumuşlardır.
Zaman zaman ziyaret ettiğimde, Atatürk aleyhine konuşanların en revaçta olduğu dönemlerde bile tesettürlü veya baş örtülü kadınları çocuklarıyla Anıtkabir'de dua okurken gördüm.
Sakallı, cüpbeli adamlar bile gördüm.
Ama bu sefer hemen herkes oradaydı.
Bazıları bunu 2019 seçimlerine yoruyor.
Bazıları da İYİ Parti'nin yükselişine.
Çünkü İYİ Parti hem dini hassasiyetlere saygılı hem de Atatürk'çü bir görüntüye sahip diyorlar.
Anketlerde, bu haliyle AKP'den çok oy alacağının ortaya çıktığını iddia ediyorlar.
Bazıları da; ülkenin bir kriz yaşadığını, her krizde olduğu gibi insanların geçmişten başarılı birini hatırladığını söylüyor.
Milletin çocuğu olmayınca bile bir yatır bulup mezar başında dua ettiğini söylüyorlar.
Sebep ne olursa olsun.
Ve kim ne derse desin.
Bence olan biten çok güzel.
Bu ülkenin kurucusu olan ve hayatını bu ülkeye adayan bir insanın böyle kalabalık bir şekilde anılması her şeye rağmen çok güzel.
İnşallah bundan sonra da böyle devam eder.
Herkes farklı siyasi görüşlere sahip olabilir.
Ama unutmamak lazım ki bu ülkede yaşayan herkes, bu ülkede yaşamasını önce Allah'a sonra da ona borçlu.
Onun için Atatürk herkesten saygı görmeyi hak ediyor.
Umarım bu 10 Kasım bir dönüm noktası olur.

Onun sadece devlet kuran sıradan bir lider değil, aynı zamanda büyük bir insan olduğunu da unutmamak lazım.
Ben burada bir tanesinden bahsederek yazıma son vermek istiyorum.

Atatürk yurt gezileri kapsamında Mersin'e gitmiştir.
Şehri gezerken etraftaki büyük binalar dikkatini çeker.
O sırada ak sakallı yaşlı bir adama denk gelir ve onunla sohbet etmeye başlar.
Bir süre sonra Atatürk yaşlı adama sorar:
''Burada çok güzel binalar gördüm. Şu karşıdaki köşk kimin?''
Adam cevap verir:
'' Kirkor'un paşam.''
''Ya şu ilerideki kocaman bina kimin?''
''Yorgo'nun paşam.''
''Şu sağ taraftaki han kimin?''
''O da Solomon'un paşam.''
Atatürk duydukları karşısında üzülmüştür. Biraz da kızgındır aslında.
Kızgınlığını belli edecek kadar yüksek sesle adama sorar:
''Peki, onlar bu binaları yaparken siz ne yapıyordunuz?''
Adam birden bire canlanır ve cevap verir:
''Biz, Arnavutluk dağlarında, Çanakkale'de, Kafkasya'da ve Arap çöllerinde savaşıyorduk paşam.''
Bu cevap karşısında Atatürk ne diyeceğini bilemez.
Daha sonra hatıralarını anlatırken de; ''Hayatta cevap veremediğim tek insan bu aksakallı ihtiyar olmuştur.'' diye bu olaydan hüzünlenerek bahseder.


Ülkemizin kurucusu büyük önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü, buradan tekrar saygı ve minnetle anar, onun aziz hatırası önünde saygıyla eğilirim.

Kendisine ve onunla birlikte ülkemizi kurtarmak için savaşan en üst rütbedekinden en ast rütbedekine kadar tüm askerlere ve üniformasız kuvayı milliyecilere Allah'tan rahmet dilerim.
Mekanları cennet olsun.

Saygılar sunarım.
Mehmet Çanlı
10.11.2017.


5 Kasım 2017 Pazar

Savaşta en önce çocuklar ölür.


        Bu akşam sinemaya gittim. Son günlerde basında hakkında bazı spekülasyonlar yapılan ''AYLA'' filmini izledim. Bana göre çok güzel ve çok duygusal bir filmdi. O yüzden film boyunca kendimi tutamayarak ağladım. Filmin konusu Kore savaşında (1950'lerde), komünistlerin bir Güney Kore köyüne saldırması sonucu tüm ailesi ölen 4 yaşındaki bir kızın Türk askerlerince bulunması, bundan sonra da Kore'den ayrılıncaya kadar bakılması ve ona kendi çocuğu gibi ilgi gösteren bir astsubayın başından geçen olaylarla ilgili. Bu film beni çok etkiledi çünkü kendi yaşamımda da çocuklarla ilgili benzer ve hatta daha kötü olaylara şahit oldum. Şimdi bunların bazılarını anlatacağım.
       Görev yaptığım bir yerde en yüksek devlet görevlisi bendim. Bu sebeple okullardaki törenler dahil devlet adına yapılan her resmi olayı ben veya benim bilgim dahilinde diğer devlet memurları yapıyordu. Bu görevde köylerdeki okullara sık sık gittiğimden, bir köyün okulunda öğretmenlerin çok sevdiği, zeka ve yeteneklerini anlata anlata bitiremediği bir küçük kızla tanıştım. Hakikaten hayran olunacak bir çocuktu. Ailesini sorduğumda bizim koruculardan birinin kızı olduğunu öğrendim. Kızın annesi ölmüş, babası da ölümcül bir hastalığa yakalanmıştı.
       Bir süre sonra kızın bu ortamda zebil olacağını, ama bir şehirde yaşasa muhtemelen çok başarılı olacağını düşünerek kendi kendime üzüntü duymaya başladım. Okula ve köye gittiğimde bu kızı gördükçe üzüntüm daha da arttı. Kızcağız, benim onunla ilgilendiğimi gördüğünden olsa gerek, köye veya okula gittiğimde bana her zaman, nereden topladığını bilmediğim, bir demet çiçek getirirdi.
      İki yıl sonra, bu görev yerimden ayrılma tarihi yaklaşırken ben, eğer bu kızı verirlerse evlat edinmeye karar verdim. Kızın babası çok hasta olduğundan onunla konuşmak yerine amcasının oğluyla konuştum. Ama kızı bana evlatlık veremeyeceklerini, çünkü
okul bittikten kısa süre sonra bir akrabasıyla evlendireceklerini, bunun sözünün çoktan verildiğini  söyledi. Bölgenin gelenekleri hala eski düzen yürüdüğünden bu konuda ısrar etmek bir fayda sağlamayacağı gibi olumsuz olaylara da sebep olabilirdi. Bu yüzden çok fazla ısrar edemedim. Ayla filmini izlerken o kız aklıma geldi.

       Bizim 1984 yılından beri yaşadığımız PKK terörü sebebiyle Ayla'dan da kötü bir son yaşayan çocuklar da gördüm. Mesela 1995/96 yıllarında PKK'lı teröristler Silopi'nin bir köyünü bastılar. Köyde asker ve koruculardan yaralılar vardı ve iki kişi de ölmüştü. Teröristlerce öldürülen bu iki kişinin biri 8-10 yaşlarında, diğeri ise daha yürümeyi yeni öğrenmiş bir çocuktu. Daha da acı olan bu çocukların uzaktan köye atılan terörist mermileriyle tesadüfen değil, bilakis yakın mesafeden ve seri atışla öldürülmüş olmasıydı. Çocukların vücutlarında çok sayıda mermi deliği vardı.
     Bu baskına katılan ve daha sonra teslim olan bir teröristten öğrenildiğine göre, köye sızan bir grup, bir evden çocuk ağlaması duyunca gruptaki teröristlerden biri silahını pencereden içeri sokarak içeriyi seri atışla taramış. Neden küçücük çocuklara ateş ettiği sorulduğunda ise verdiği cevap kan donduran cinsten. ''Yılanın yavrusu da yılandır.'' Meğer bu iki çocuğun babası korucuymuş. Korucu (onlar için) yılan olduğuna göre çocuğu da öldürülmeyi hak ediyormuş çünkü yılan yavrusu olduklarından büyüyünce onun gibi bir yılan olacakmış.

     Diğer örnek ise Şırnak ile Eruh arasındaki bir köyden. Köy 90'larda teröristlerce basılmış. Baskına katılan teröristlerden biri de o köylüymüş ve baskında köyün içine girenlerin içinde o da varmış. Akşam karanlığında birden bire karşısına bir adamla bir küçük çocuk çıkınca seri ateşle ikisini de öldürmüş. Ölenlerin yanına gittiğinde adamın dedesi olduğunu, çocuğun da bir akrabasının çocuğu olduğunu görmüş. Ama hiçbir şey olmamış gibi çatışmaya devam etmiş.

Daha sonra, henüz vicdanını tam olarak kaybetmemiş bazı teröristler dedesini ve akrabasının çocuğunu öldürdüğü için üzüntü duyup duymadığını sorunca bu terörist şu cevabı vermiş: ''Soreştir, olur böyle şeyler. Neden üzüleyim ki?'' Yani diyor ki, savaştayız ve savaşta böyle şeyler olur.

    Bir örnek daha vererek PKK ile ilgili örneklere son vermek istiyorum. Bilenler bilir, Eruh'tan Şırnak'a giderken Görendoruk Köyü yakınlarında sol tarafta Mercimek Tepe vardır. Bu tepenin arka tarafında avuç içi gibi bir sırt ve devamında da bir dere vardır. İşte bu avuç içi gibi yerde, 1990'lı yıllarda, bir göçer ailesi çadır kurmuş hayvanlarını otlatıyormuş. Bu ailenin reisi, göçer aşiretinin de reisiymiş. Bu adam kendisi PKK'ya yardım etmediği gibi aşiretinin etmesine de müsaade etmiyormuş. Bu sebeple aşiretten bazı kişiler teröristleri görünce askeri birliklere haber vermiş ve çıkan çatışmalarda bazı teröristler ölmüş.

     Bunun üzerine PKK, adamı takibe almış. Bahsettiğim bölgede çadır kurduğunu görünce, bir gece yarısı çadırı basmışlar. Adamın elini ayağını bağlamışlar. Gece ısınmak ve yemek yapmak için yaktığı ateşe çok miktarda odun atıp büyük bir köz yığını oluşturmuşlar.

Adamın iki küçük çocuğu varmış. 15-16 yaşında olanı adamın ve karısının gözü önünde kurşuna dizerek hemen öldürmüşler. Adam bunun acısıyla kıvranırken karısı bayılıp kendinden geçmiş. Ancak teröristler bununla da yetinmemiş. Daha emekleme çağındaki diğer çocuğu uzun bir sopanın ucuna bağlamışlar ve adamın gözü önünde canlı canlı  közde kızartmışlar. Ondan sonra da adamı öldürmeden çekip gitmişler.

Zavallı adam aklını yitirmiş ve bir müddet mecnun gibi dolaştıktan sonra kahırdan ölmüş.

    İki örnek te Ankara'dan vereyim. Evime yakın bir yerde arabamla kırmızı ışığa denk gelip durduğumda en küçüğü 3/4 yaşlarında ve en büyüğü 6/7 yaşlarında üç çocuk gelip para istiyordu. Çocuklar çok fazla Türkçe bilmediğinden nereli olduklarını sordum. Suriyeli olduklarını söylediler. Anneleri, yolun kenarında oturmuş çocuklarını dilendiriyordu. Son zamanlarda ortalarda görünmeyen bu çocukların ayaklarında çorap, üstlerinde ise doğru dürüst bir kıyafet yoktu.

      2/3 gün önce de bir büyük marketten birşeyler alıp çıkarken yolumu gençten bir kadın kesti. Ben para isteyecek diye düşünürken bozuk bir Türkçe ile ''Abi, bize de yiyecek bir şeyler alır mısın?'' dedi. Kucağında 2/3 yaşlarında ve yanında da 3/4 yaşlarında bir kız çocuğu vardı. Çocukların ayakları çıplak, üstleri başları kir içindeydi.

Kadına nereli olduğunu sordum. Önce Suriyeli olduğunu söyledi. Ardından, biraz da çekinerek, Suriyeli Kürt olduğunu söyledi. Ben kadına bu çocuklarla bu soğuk havada dilenmemesini, kaymakamlığa gidip yardım istemesini söyleyince bana kimlik ve pasaportu olmadığını, Türkiye'ye kaçak olarak girdiğini, bu sebeple kaymakamlığın yardım etmediğini söyledi. Kocasının nerede olduğunu sordum, askerde dedi. Suriye'de askermiş.

Kimin askeri olduğunu sormadım. 3,5 milyon Suriyeliyi ülkeye almakla övünen ama onların ve özellikle de küçücük çocukların ortada aç bihaç kalmasını umursamayanlar hakkında içimden burada söyleyemeyeceğim bazı sözler söyledim.

     Bu akşam AYLA filmini seyredince bir defa daha anladım ki her türlü silahlı çatışma, bu çatışmaya hiçbir katkısı  olmayan masum çocukları vuruyor en önce. Kore'de Aylalar öksüz ve kimsesiz kalıyor. Doğuda teröristler babasına kızınca çocuklarını öldürüyor. Suriye'de erkekler birbirini öldürürken çocuklar Ankara'da zebil oluyor.

   
    Saygılar sunarım.
    Mehmet Çanlı
    (3.11.2017.)

8 Ocak 2017 Pazar

Türkiye'de neden sürekli cami yapılıyor? Sebep dindarlık mı yoksa tembellik mi?


İnternette bazı paylaşımlar görünce bu konuda başımdan geçen bir olayı yazmak zorunluluğunu hissettim. 
İnternet paylaşımında; içinde iki cami olan küçük bir köy resmi ve altında da ''küçücük bir köye iki cami, bunlardan biri kütüphane olsaydı Türkiye şimdi daha iyi bir yerde olurdu'' diye de bir yazı vardı.
Önce ''Acaba?'' diye düşündüm fakat sonra eskiden şahit olduğum bir olay aklıma geldi.
Bu olayı düşününce kendi kendime dedim ki ''Camilerin çok olması, çoğu yerde dindarlıktan değil tembellikten.''
Neden mi bu sonuca vardım?
Anlatayım...
Muhtemelen siz de aynı sonuca varacaksınız....
Ben bir zamanlar 5000 nüfuslu bir yerde çalışmıştım. 
Yüzlerce yıl boyunca Osmanlı tek bir cami yapmış. 
Taştan yapılan adeta sanat eseri gibi bir yapı. 
Cumhuriyet döneminde ise 11 cami yapılmış.
Ama hepsi de gece kondu gibi. 
Sürekli benzin aldığım bir benzinliğin yaşlı bir sahibi vardı. 
Ara sıra sohbet ederdik. 
Bir gün baktım ki benzinliğin karşısındaki boş araziye cami yaptırma derneği levhası asılmış. 
Bunun ne olduğunu sorduğunda yaşlı adam ''Ya, diğer camiler uzak. Gidip gelmek zor oluyor. Şimdi bir de yaşlandığım için daha zor gidip geliyorum. O yüzden bu arsayı satın alıp bu taraflarda oturanlarla kurduğum cami yaptırma derneğine bağışladım. Hem işimiz görülür hem de sevaba girmiş oluruz.'' 
Duyduklarıma inanamamıştım.
''Peki... İmamın maaşını da sen mi ödeyeceksin?'' diye sordum. 
Adam şöyle bir yüzüme baktıktan sonra ''Ne münasebet. Koskoca Diyanet var. Onlar öder.'' dedi. 
Ben de; ''E o zaman sen nasıl bir hayır yaptığını sanıyorsun? Bu işten sana sevap yerine günah gelmesin sonra...'' deyince adam şaşırdı.
''O niye ki?'' diye mırıldandı. 
Dedim ki; ''A be dayı, 500 metre ötede cami varken sen sırf oraya gitmeye üşeniyorsun diye kapının önüne cami yaptırıyorsun. Sonra da o caminin imam maaşını, elektriğini, suyunu benim verdiğim vergilerle ödetiyorsun. Hem burada 12 tane cami var. 13. camiye ne gerek var?'' 
Adam hafifçe gülümsedi.
''Doğru söylüyorsun.... Diğer mahalleye geçen sene bir cami yapıldığında bende onlara senin bana söylediklerine benzer şeyler söylemiştim. Ama şimdi aynı şeyi biz yapıyoruz. Bizimki dindarlık değil tembellik galiba.'' dedi. 
Bunun üzerine ikimiz de gülüştük. 
Bir süre sonra da oradan ayrılıp eve gittim. 
Fakat sonra ne olduysa ben tayin olup gidene kadar o cami inşaatı başlamadı. 
Sonra ne yaptılar bilmiyorum.

Saygılar sunarım.

17 Eylül 2016 Cumartesi

Türkiye için FETÖ'den ve PKK'dan daha büyük tehlike...


FETÖ'cü bunlaaaaarrrrr....


Dün akşam üzeri Panora'da bankamatikten para çekiyordum. Bu sırada 55-60 yaşlarında, iyi giyimli ve kilolu bir adam, elindeki Kipa'ya ait alışveriş arabasını, bir yandan da kendi kendine söylenerek ittire ittire yanımdan geçti. Biraz sonra da KİPA'nın ürün iade bölümündeki görevlilerle bağıra bağıra bir şeyler söylemeye başladı. Sanırım oradaki çocuklar adamın dediğini anlayamadığı için bu adam birden bire deli gibi bağırmaya başladı. Sonra biraz önce sürmekte olduğu alışveriş arabasını hızla diğer arabalara doğru ittirerek gürültülü bir şekilde çarptı. Bu sırada, adamın hemen yakınlarında bazı kadınlar ve çocuklar vardı. Bu adamın dengesiz davranışları karşısında bu kadın ve çocuklar çok korktular. Bu durumu gören iki güvenlikçi hemen adama doğru yöneldi. Adam güvenlikçileri görünce bu sefer de; ''Şunlara bakın. Vatandaşa baskı yapmaya geliyorlar. FETÖ'cü bunlaaaaarrrr..'' diye bağırmaya başladı. Bunu duyan güvenlikçiler oldukları yerde durdular. FETÖ'cü sözü güvenlikçileri tedirgin ettiğinden olsa gerek adama müdahale etmekten vazgeçtiler. Bunun yerine adamın biraz önce bağırdığı görevlileri çağırıp onlarla konuşmaya başladılar. Bu fırsatta faydalanan herif te hızla oradan uzaklaştı. Bu durum beni çok sinirlendirdi.Bankamatikteki işimi bitirir bitirmez adamın arkasından gittim. Sanırım benim gibi bankamatikte para çekerken yanındaki çocuğu ve karısı adamın bağırmasından rahatsız olan biri de işini bitirir bitirmez adamın arkasından koşturmaya başladı. Hemşerim, dur bakalım, deli misin sen, ne bağırıyorsun filan diyerek adamın arkasından gittik. Fakat adam, yaşlı ve oldukça kilolu olmasına rağmen o kadar hızlı bir şekilde uzaklaşıyordu ki ben arkasından gitmekten vazgeçtim. Peki bu adam kimdi? Bence manyağın tekiydi. Ama bu tür manyaklar beni oldukça endişelendirmektedir. Çünkü son zamanlarda bu herif gibi aşağılık manyakların sayısı oldukça arttı ve her geçen gün daha da artıyor. Ayrıca bu tipler son günlerde her türlü komplekslerini ve aşağılık duygularını bu şekilde saçma sapan hareketlerle rahatça ve giderek artan bir oranda tatmin edebiliyorlar. Çünkü son on-onbeş yıldır bu tip adamların bunu yapması için uygun ortamlar hiç eksik olmuyor. Hani belgesellerdeki bazı hayvan türlerinin yaşam alanlarında bahsedilirken fauna derler ya işte son yıllarda Türkiye bu tür manyaklar için uygun bir fauna haline geldi maalesef. Bu adamlar belki eskiden de vardılar ama bu günlerdeki kadar rahat bir şekilde gemi azıya almamışlardı. Çünkü bunu yapmaları için bu günkü kadar uygun ortam yoktu. Sanırım 0n-onbeş yıldır ülkede yaşanan pisliklerin ve bu pislik sayesinde üreyen bakteri ve mikropların çıkardığı gaz o kadar arttı ki bu durum yerel bir iklim değişikliğine sebep oldu. Bu asalaklar, her yeni şarta anında uyum sağlayabilen canlı türleri olduklarından hemen mutasyona uğrayarak yeni duruma uyum sağladılar. Bu yüzden uyum sağlamakta zorlanan faydalı türlere göre daha hızlı çoğaldılar. Bu tipler bir zamanlar yaptıkları pislikleri kapatmak için insanlara Ergenekoncu, Balyozcu, darbeci veya casus diyorlardı şimdi de FETÖ'cü diyorlar. Aslında bu söyledikleri hiç umurlarında değil. Onların derdi bir türlü bastıramadıkları aşağılık komplekslerini tatmin etmek ve işledikleri suçları örtmekten başka birşey değil. Bence bunlar FETÖ'den daha zararlılar. Onun için bu tiplerin artışını sınırlamak için acilen önlem alınması gerekiyor. Artık ilaçlama mı yaparlar yoksa nüfuslarını azaltmak için ortama bunların doğal düşmanlarından mı bırakırlar onu bilmiyorum. Ama bu türün nüfusu acilen sınırlanarak faunadaki doğal dengenin yeniden sağlanması için tüm tedbirler acil bir şekilde alınmaya başlanmalıdır diye düşünüyorum.
Saygılar sunarım.


23 Haziran 2016 Perşembe

Türkiye'nin yaptığı yeni füzesavar sistemi. Dünya bizi kıskanıyor. Amerika ve İsrail ise çatlıyor.



Türkiye'nin yeni süper gizli silahının sırrı.


Geçenlerde kızımla bir yerde oturuyoruz. Üç-dört kişi bağıra bağıra bir şeyler konuşuyorlar. Daha aklı başında görünen ve biraz yaşlıca olan biri hükumeti eleştiriyor, diğerleri ise hükümet yanlısı sanırım. Ama onlardan sadece biri bağıra bağıra bir şeyler söylüyor. Her olumsuz şeyi Amerika'ya, Yahudilere filan yüklüyor. Bir ara, bu hükümet döneminde füzeleri istediği anda geri çeviren yeni bir silah yapıldığını, Türkiye'nin bu gelişmesi karşısında kendilerinin geri kalmalarına ve silahlarının artık Türkiye'ye etki etmeyecek olmasına kızan ABD ve İsrail'in bu hükumete düşmanlık yaptığını söyleyince kendimi tutamayıp güldüm. Bunu söyleyen şahıs, kendisi de bu bilgide bir yanlışlık olabileceği endişesinde olduğundan veya bu iddia kendisine de mantıksız gelmesine rağmen buna inanmayı seçtiğinden olsa gerek çevrede oturanların tepkilerini de takip ediyormuş anlaşılan. Hemen bana seslendi; ''Sen gülüyon ama bunu İsrail bile kabul etti. Geçenlerde, bu silah sisteminden rahatsız olduklarını açıkladılar. Bana inanmıyorsan onlara da mı inanmıyorsun?'' dedi. Ben aralarındaki tartışmaya katılmak istemiyordum ama sataşma olunca cevap vermek zorunda kaldım. Ve dedim ki: ''Arkadaşım, ben sana ve senin gibilere bir şey demiyorum. İzlediğiniz televizyonların ve okuduğunuz gazetelerin hepsi tek bir ağızmış gibi aynı saçma şeyleri söyleyerek sizi aptal yerine koyuyor ve siz de onlara inanıyorsunuz. Buna alıştım artık, bir şey de demiyorum, ama bu senin iddia ettiğin silah konusuna inanmak artık sınırı aşıyor. Çok gülünç. O kadar gülünç ki buna kargalar bile güler.''
Adam celallendi.'' Şimdi bırak bunları da İsrailin endişesine ne diyorsun onu anlat.Madem doğru değil İsrail neden böyle bir açıklama yaptı.''
Cevap verdim.''Kardeşim, değil İsrail, Cebrail bile söylese böyle bir şey mümkün değil. Zaten İsrail'in böyle bir şey söylediğini de bilmiyoruz. O da muhtemelen propaganda. Gelelim bunun neden saçma olduğuna. Bu saçma bir iddia çünkü fizik kurallarına aykırı. Tüm dünyada füzesavar sistemler gelen füzeyi başka bir füze ile vurmak üzerine tasarlanıyor. Ayrıca güdüm sistemlerini karıştıran sistemler de olabilir. Ama uçaklardan bile hızlı hareket eden bir füzeyi 90 derece geriye döndüremezsin. Böyle bir silah değil bizde, dünyadaki en gelişmiş silahları yapan ülkelerde de yok. Hatta varsa uzaylılar bile henüz bunu yapmayı başaramamışlardır.''
Adam hala direnmeye kararlı olarak lafa karıştı.
''Kardeşim, var böyle bir silah. Silahlı Kuvvetlere teslim edilmiş ve 3-4 sene önce kullanıma girmiş. Sen bunun silahlı kuvvetlerde olmadığını nereden biliyorsun ki. Şimdi burada bir asker olsa da sorsak ta, sen de inansan.''
Ben yine güldüm. ''Arkadaşım sen ne iş yapıyorsun bilmiyorum ama bakıyorum da TSK'nın silah envanteri senden soruluyor. Kendini teyit etmek için bir asker arıyorsun ya ben sana hemen bir kurmay albay bulayım.''
''Tamam, bul hadi.''
''Kardeşim, ben emekli kurmay albayım ve öyle bir silah TSK'da yok. Seni kim fişeklemişse fena gaza getirmiş. Keşke öyle bir silah yapmak mümkün olsa da onu da ilk olarak biz yapmış olsak ama maalesef bu tamamen palavra. Bence sen ara sıra seyrettiğin televizyonları izlemeyi bırak ta az sayıdaki yandaş olmayan kanala da bak.''
Adam bu sözler karşısında söyleyecek bir şey bulamadı. Bir iki yutkunduktan sonra; ''Yani şimdi bizi kekliyorlar mı diyorsunuz?''
''Valla durum ortada. Ne yaptıklarına sen karar ver.'' diye cevap verdikten sonra kızımla beraber oradan ayrıldım.
Olayın vehameti bu durumdadır. Birileri ne derse desin birileri bunu halka inandırmak için her türlü yöntemi kullanıyor ve bu tür saçmalıklara inanmaya hazır bir kitle de var maalesef.



12 Mart 2016 Cumartesi

Toplumların ilerlemesi için din mi yoksa dinsizlik mi (ateizm mi) daha uygundur?





Toplumların ilerlemesi için din mi yoksa dinsizlik mi (ateizm mi) daha uygundur? 

Klişe laflardan hiç hoşlanmıyorum. Ama maalesef sosyal medya bunlardan geçilmiyor. Bu klişelerden bu günlerde en gıcık olduğum din ile ilgili olanlar. Bunlar da iki gruba ayrılıyor. İlki; her türlü geri kalmışlığı ve kötülüğü dine bağlayıp din insanı geri bırakıyor anlamına gelen sözler, diğeri de her şeyin, hatta her bilimsel gerçeğin dinde var olduğunu belirten sözler. Adam yeni bir buluşu duyar duymaz hemen altına not düşüyor: ''Bu Kur'anda var.'' veya ''Peygamberimiz şu kadar yıl önce bunu söylemişti.'' Diğerleri de genelde dinlerin, özelde Müslüman ülkelerin geri kalmışlığı söz konusu olduğunda hemen puntoyu atıyor: ''Din toplumları geri bırakır.'' veya ''Din yüzünden bu hale geldik.'' gibi şeyler yazıyor.  
Bunların ikisi de ne dine, ne bilime ne de tarihi gerçeklere uygun değil diye düşünüyorum. Mesela biraz araştırırsak dünyada hala ok ve yay kullanan ve gelişmiş bir dini olmayan bir sürü topluluk olduğu gibi bir dini olan ama tarihte ve şu anda en modern toplumlar arasında olan ülkeler de var. Öte yandan her şey din kitaplarında yazıyor idiyse bunları neden o dinlerin din adamları değil de başka dinlerden veya ateist olan bilim adamları buluyor? Bence ne ateist olmak insanı ilerleten bir şey, ne dindar olmak insanı gerileten bir şey, ne de din kitaplarında her şey yazıyor. Zaten onlar adı üzerinde dini kitaplar, bilimsel konularla ilgili kitaplar değil. Bu sebeple fizik, kimya veya matematikten bahsetmelerini bekleyemeyeceğimiz kitaplar.    
Bu klişeleri uyduranlar bence bunları yazarken biraz düşünmeliler. Acaba yazdığımın en ufak bir doğru olma ihtimali var mı diye. O zaman yanıldıklarını kolayca anlayacaklar. Mesela şunu düşünsünler: O bahsettiğimiz, dini olmayan ilkel kabileler, dinsiz oldukları halde gayet geriler ve İsrail gibi kuruluşu bile dini bir motivasyona dayanan bazı ülkeler de dindar olmalarına rağmen oldukça ileriler. Öte yandan her şeyi dine, yani Kur'an ve Hadislere göre yaptığını iddia eden Suudi Arabistan veya İran da, o binlerce yıl önce söylendiği veya Kur'an'da yazıldığı iddia edilen hususlardan yararlanıp ta bir halt yapabilmiş değiller.  
Bence; tarih te, din de, bilim de, kültür de insanlık tarihiyle, yani insanla ilgili şeyler. Eğer bir toplumun insan kalitesi düşükse veya o toplumun gelişmesi için diğer şartlar uygun değilse yalnız başına din veya dinsizlik o topluma belki zarar verebilir ama kesinlikle bir fayda vermez. Bu yüzden artık ne zaman din karşıtlığı adına saçma sapan bir söz veya ne zaman her şeyi illa ki dine bağlamaya çalışan bir söz görsem kusacağım geliyor....
 Bu saçma şeyleri görmekten ben artık iyice sıkıldım ama bazıları hala sıkılmadı.Kardeşim bırakın bu boş muhabbetleri de çalışın. Bir şeyler üretin. Hiç kimseye veya hiçbir şeye çamur atmakla uğraşmayın. Yaşadığınız toplum eğer geri kalmışsa bunun sebebi toplumun diğer üyeleriyle birlikte aynı zamanda sizsiniz. Suçu başkasına yıkarak tembelliğinize bir bahane bulamazsınız. Ayrıca her şeyi dinde var deyip geçenlere de şunu söylüyorum; o bilimsel buluşları siz yapmıyorsanız eğer ''Bu hadiste veya Kur'an'da var.'' filan demeyim. Madem var neden sen bulmadın o zaman kardeşim?

M.Ç. 12.3.2004


21 Ekim 2014 Salı

Ankara'da yaşayan insanların son günlerde en sık yaşadıkları sorunlar.


Ankara'da yaşayan insanların son günlerde en sık yaşadıkları sorunlar. IŞİD, Suriye, Türkiye, Ankara, Dilenci, Güvenlik, Çocuk, Kadın vb. sorunlar.


Son günlerde Ankara'da sokakta dolaşmaya çekiniyorum. Yanlış anlamayın, kimseden korktuğum filan yok. Sıkıntım sokaklarda giderek artan ve içimi burkan dilencilik olayları. 
Daha dün Kızılay'a gittim. Dolmuştan inip Güven Park'a girer girmez beni kucağında daha bir yaşını bile doldurmamış bir çocukla bir kadın dilenci karşıladı. Çocuğu ile arapça ko-nuşmasından Suriyeli olduğunu düşündüm. Çıplak ayaklarıyla beton zemine, yere oturmuş bu genç kadın içimi burktu. Hava oldukça soğuk olduğundan kadının yanakları ve çıplak ayakları kıpkırmızı olmuştu.

Metro alt geçidinden geçip karşıya çıktığımda eski PTT binası önünde ağzı maskeli halde ve bir kadının kucağında yerde upuzun yatan 18-19 yaşlarında bir genç gördüm. Ankara'ya ameliyat için gelmiş ve yardım toplamak için anası ile birlikte dileniyor. Ama hani biz sosyal devlet olmuştuk. Sağlık hizmetleri bedavaydı. Çağ filan atlamıştık.

Işıklardan karşıya Garanti Bankası'nın bulunduğu tarafa geçtim ve Kolej (Cebeci) istikametinde yürümeye başladım. Bankadan 20-25 metre ilerde yerde bir mukavva üzerine kucaklarında 1-2 yaşlarında yarı çıplak bir çocuk bulunan maksimum 30 yaşlarında bir adam ve kadın gördüm. Önlerinde bir karton üzerinde ''Suriye'liyiz, açız, yardım edin.'' yazıyordu. Adamın üzerinde tişört ve yırtık bir ayakkabı, kadının üzerinde de ince basmadan bir entari vardı. Bir yandan dilenirlerken bir yandan da çocuklarıyla birlikte soğuktan titriyorlardı. 

Biraz ileri gidince ayağında yırtık bir terlik ve üzerinde eski bir tişörtle soğuktan mosmor kesilmiş en fazla 20 yaşlarında bir delikanlıyı oturup dilenirken gördüm. Onun da önünde Suriyeli olduğuna dair benzer şeyler yazan bir kağıt vardı. 50-60 metre ileride de bir başka Suriyeli.

İnsanın bu insanları görüp içi parçalanıyor. Beni ise bu iç parçalanmasına ilaveten üzen başka şeyler de var. 1991-1992 yıllarında Almanya'ya gitmiştim. Orada Afrika'daki iç savaşlardan gelmiş birçok mülteci gördüm. Almanca veya Türkçe bilmediklerinden iletişim sorunları vardı. Ama hemen hepsi İngilizce bildiğinden ne zaman Türk derneği ve camisine gelseler beni bulup dertlerini anlatıyorlar ve yardım istiyorlardı.

Bu sığınmacıların hepsi Alman devletinin kendilerine tahsis ettiği bir bölgedeki apartmanlarda kalıyorlardı. Bu bölgeden şehre çıkarken kapıdaki Alman görevliden izin alıyorlar ve çıkış defterine çıkış saatlerini kayıt ettiriyorlardı. Alman devleti bunların barınma ve yemek ihtiyaçlarını karşılıyor, kişisel ihtiyaçlarını karşılamak için cüzi miktarda bir paraya karşılık gelen fişler veriyordu. Bu sığınmacılar bu fişlerle alışveriş merkezleri ve dükkanlardan alışveriş yapıyorlardı. 

Akşam olunca da kaldıkları yerlere dönmek zorundaydılar. Orada ne başıboş gezen bir sığınmacı, ne de dilenen birini görmedim.

Bizim hükumetimiz neden bu insanları Türkiye'nin her yerine serebestçe gidecek şekilde kontrolsüz ve sahipsiz bırakıyor? Bunların yaptığı dilencilik  bizi etkileyen olumsuz sonuçlardan sadece bir tanesi. Bu insanlar; cinayet, fuhuş, uyuşturucu da dahil her türlü suça da açık bir şekilde yaşıyorlar. Görevliler uyuyor mu? Hükümet neden tedbir almıyor?

Genelde dilencilik, özelde Suriye'den gelenlerin dilenciliği her geçen gün giderek artıyor. Vatandaş aç ve çaresiz olmasa neden dilensin. Suriye'den gelenler belirli bir yaşam şartlarına sahip olsalar neden dilensin. Demek ki ülkemizin durumu giderek kötüye gidiyor. Açlık ve sefalet yayılıyor.

Öyle; bölgesel güç olduk, dünya devleti olduk hikayeleriyle büyük devlet olunmuyor. Büyük devlet olduysak bunun gereğini hükümet ve görevliler yapmak zorunda. Yoksa bu sorun önümüzdeki günlerde onulmaz yaralar açabilecek başka sorunlar yaratabilir. Benden söylemesi....

Saygılar sunarım. 21.10.2014.

17 Mart 2014 Pazartesi

Türkiye'ye neler oluyor? Toplum cinnet mi geçiriyor?


Ekmek almaya giden küçücük bir çocuk ölüyor.

Bir taraf hemen başlıyor: Katil polis, faşist polis vb. slogan atmaya.

Buna sebep olan polisin yanında bu tür olaylara karşı olanlar da var ama hemen bir genelleme....

Yani küçücük bir çocuğun ölümü siyasi malzeme oluyor.

Ama arkasından yine genç bir insan ölüyor.

Bu sefer yine aynı kesimden bazıları; ''O çocuk 1453 denilen faşist örgütün elemanıydı.'' diye paylaşım yapıyor facebook'ta.

Yani diyor ki o faşist olduğundan ölmeyi hak etti.....

Bundan daha da vahimi; ilk ölen küçük çocuğun elinde taş ve sapan olduğu halde polise taş attığını gösteren birtakım resimler sürülüyor ortaya paylaşım sitelerinde.

Ülkeyi sükunet içinde tutması gereken, ölen her iki çocuğun da güven içinde yaşamasını sağlamakla görevli olan başbakan bunun tam tersini yapıyor.

O küçük çocuğa terörist muamelesi yapıyor ve ölümünü sanki haklı ve normal göstermeye çalışıyor.

Tabii başta parti örgütü olmak üzere her türden yalaka, vicdansız da onu takip ediyor.

İki gencecik çocuk ölmüş......

Yahu azıcık insaflı olun....

Azıcık insan olmaya çalışın....


Bana en çok koyan söz ise; ''O çocuk polise taş atıyormuş. Anarşistmiş, teröristmiş.'' saçmalıkları.

Kardeşim; öyle olmadığını sizde pekala biliyorsunuz ama, farz edelim ki doğru söylüyorsunuz.

Polise taş atmanın cezası ölüm müdür?

Bu kararı siz veya onun ölümüne sebep olan kişiler nasıl verebilir?

En küçük suçta bile mahkeme karşısında yargılanmadan kimse mahkum edilemez.

Siz küçücük çocuğu onun yokluğunda nasıl yargılayıp cezaya reva görürsünüz.

Size sorarım....

Madem bu çocuk polise taş attı diye ölümü ona reva görüyorsunuz............

O zaman; polislere, askerlere, koruculara, öğretmenlere, imamlara ve hatta kundaktaki bebeklere kurşun atan, onları acımasızca katleden PKK teröristlerine neden bu kadar hoşgörülüsünüz?

Gerçek teröristle mücadeleye gelince analar ağlamasın edebiyatı.....

Açılım, saçılım.....

Ama küçücük bir çocuğa gelince:

''E, o da polise taş attı.'' aymazlığı.

O çocuğun anası ana değil mi?

Teröristbaşı ile görüşmeye gelince koşa koşa gitmeler, hudut kapılarında eli kanlı teröristlerin gönlü hoş olsun diye gümrük binalarında  aklayıcı paklayıcı özel çadır mahkemeleri kurmalar.....

Ama küçücük çocuğa gelince ''polise taş atmış!'' demeler.

O çocuğun ailesini hiç ziyaret ettiniz mi?

O çocuk hastahanede yatarken ziyaret ettiniz mi?

Sorumluları bulup yasal işlem yaptınız mı?

Lafı uzatmaya gerek yok....

Hepinizi kınıyorum.

Küçücük çocukların ölümlerini politika malzemesi haline getirenleri, onların ölümlerinden sorumlu oldukları halde o çocuklara sorumluluk yüklemeye çalışanları şiddetle kınıyorum.

Yaptıklarınızdan ve söylediklerinizden utanın.

Küçücük çocuklardan terörist olmaz.

Çocuklara ölüm reva görülmez.

Hiç kimsenin ölümüne sevinilmez.

Kendinden olmadığını düşündüklerine ölüm normalmiş gibi davranılmaz.

Tekrar tekrar söylüyorum

Hiç kimse böyle ölmesin, öldürülmesin.

Hele çocuklar asla ölmesin ve öldürülmesin.

Ama bazıları da çıkıp ısrarla; ''Birileri ölmek zorunda!'' diyorsa.....

Ben de onlara şunu diyorum...

''Öyleyse siz ölün.'' 

Çocuklar ölmesin. 

24 Aralık 2013 Salı

Polis Teşkilatının Sorunları:Genç polisler rahatsız.


Ulusal Post'ta (http://www.ulusalpost.com/polislerden-basbakana-sert-yanit-3756h.htm
okuduğum bir yazı üzerine Polis Kürsüsü adresine biraz baktım. Çok üzüldüm. 
Siyaset-Ordu-Tarikat/Cemaat çatışmasında da, Ordu tasfiyelerle pasifize edildikten sonra; Siyaset-Cemaat savaşında da hep arada kalan kurum Emniyet Teşkilatı oldu. 
Gezi olaylarında yine onlar öne sürüldü. Dolayısıyla sıradan insanlarda polise karşı bir antipati ve güvensizlik oluşturuldu.Ama ben dahil hiç kimse ''Yahu bu polislerin durumu nedir?'' diye düşünmedik.Bu sayfayı inceleyince aslında hatalı davrandığımızı düşündüm.

Osmanlı'da iktidarı ele geçirmeye çalışanlar ya Yeniçerileri veya Sipahileri kandırıp yanına çekmeye çalışırdı. Hangisi isyan etmişse yönetim de diğerini yanına çekip isyan edenlere karşı kullanırdı. Her ikisini de yanına çeken ise kesin başarı sağlardı.
Sipahiler bu süreçte etkisizleşince İstanbul'da tek etkin güç olarak Yeniçeriler kaldı. Bunların elebaşıları siyasi ve ekonomik hiziplerle işbirliği yaparak devletin başına istediklerini getirdiler. Arada, hiç bir menfaati olmadığı halde bu olaylara karışan sıradan yeniçeri askerleri halkın nefretini üzerilerine çektiler. Sadece halkın değil, baştaki Padişahların da nefretini kazandılar. O sebeple gücü eline geçiren 2'nci Mahmut, akıl almaz acımasızlıklarla Yeniçerileri son neferine kadar öldürmeye girişti. Ölen yeniçerilerin cesetlerini korkudan kimse sokaklardan kaldırıp defin edemedi. Ölü askerleri sokak köpekleri yedi.Ama onları kullananlar ortada görünmüyordu. Artık yeni güç padişahtı ve herkes padişaha yaranma peşine düştü.Padişahın baş yardımcısı ise yine bir yeniçeri ağasıydı.

Ben bu polislerimizi yeniçerilere benzetmek istemiyorum. Ama durumları en az onlar kadar kötü. Yukarıda kritik makamlardaki amirleri; politika ve cemaat sarmalında belirli odaklara yamanmış, altta acı çeken personelin durumunu hiç umursamamaktadırlar. Bakın, hiç sıradan polisten bahseden var mı? Bu insanlar ne yapıyor, ne sıkıntıları var, ne düşünüyorlar kimsenin umurunda yok. Varsa yoksa; falanca müdürlükleri cemaatin adamları işgal etmiş, şimdi onlar görevden alınıp hükumetin adamları bu görevlere atanıyormuş haberleri. Sanırım bu durum kurum tabanını çok rahatsız ediyor.

Polis demek; toplumun en problemli kesimi ile muhatap olan insan demektir. Hırsızı, dolandırıcıyı, teröristi, kaçakçıyı, uyuşturucu satıcısını biz her zaman görmeyiz ama polis hep bunlarla uğraşır. Yani sıkıntılı ve stresli bir iş yapıyorlar. Maaşları yeterli mi? Bence çoğu memur gibi değil. Sosyal imkanları nasıl? Oldukça yetersiz. Eğitim durumları nedir? Çok ta yüksek değil. Peki sorunları ile ilgilenen var mı? Siteden anladığım kadarıyla yok.

Ben çalışırken polis askerlerim de oldu.Çoğunluğu gariban, iyi niyetli, vatansever çocuklardı. Yamuk adam pek görmedim.Yamukluk üst seviyedeki bazı personelde sanırım. Akademide cemaatçi hocalarca yetiştirilen ve mezun olduktan sonra da yükselmek için politikacılar ve diğer güç odakları ile yakın ilişki içinde olanlarda. Alt seviyedekiler ise işin pisliğini kaldıran ve hep topun ağzında olan garibanlar. Bu adamlar bu kadar zor bir işle meşgulken bir de son zamanlardaki gerilimi yaşamak zorundalar. Türkiye bu strese dayanamazken bunlar nasıl dayanacak? Nitekim bu yıl polis intiharları rekor seviyelere çıkmış. 

Kim ne düşünürse düşünsün, ben polislerimiz için üzülüyorum. Tüm mesleki kariyerleri siyasetçilerin ve onların atadıkları (kendi adamları) amirlerin elinde. Polise sahip çıkılması lazım. Emniyet kurumuna sahip çıkılması lazım. Kurum da, polislerimiz de; cemaat ve siyaset sarmalından korunması lazım. 

Bu siteyi bir defa inceleyin. Göreceksiniz ki siz de en az benim kadar üzüleceksiniz.

Hani eskiden gazetelerde yazılar çıkardı; ''Genç subaylar rahatsız!'' diye. Benzetmek gibi olmasın ama genç polisler gerçekten rahatsız. Bunu da artık gizlemiyorlar. Bakın aşağıdaki yazıyı bu polis sayfasından aldım. Okuyunca rahatsızlığın seviyesi ve boyutunu siz de göreceksiniz.
Saygılar sunarım.

"HERKESİN" POLİSİ...

ne "kaldırımda yatmak" destan;
ne "eldeki tespih" hüsran..

ne "küflü kumanya" yiyen kahraman;
ne "lahmacun" yiyen oyunbozan..

utanmaz rüşvetçinin
haksız rekabetçinin
doymaz sitasetçinin
suçuna polisi çekmeyin..

karaların akların
gasp edilen "hakların"
kirli ittifakların
içine polisi çekmeyin..

birisi ordan gaz verdi
biri "komplo" dedi durdu
herkes göreceğini gördü
boşuna polisi çekmeyin..

İmza:
"bir yerin" değil, HERYERİN,
"birinin" değil, HERKESİN polisi ...