.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}
Siyasi Konularla İlgili Yazılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Siyasi Konularla İlgili Yazılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ağustos 2023 Cumartesi

"Senin gibi dostu olanın düşmana ihtiyacı olmaz."

 Eskiden çok kullanılan bir söz vardı.

Dost görünüp de düşmanı aratmayan insanlar için kullanılırdı:

"Senin gibi dostu olanın düşmana ihtiyacı olmaz."

Son zamanlarda kimi üstat diye cilalanan sahtekar, kimi de din adamı kılığına girmiş kifayetsiz tipleri görünce bu millet aynı şeyi söylese yeridir.

Biri "Keşke Yunan galip gelseydi." demişti.

Şimdi biri de "Hatay Arapların..." filan diye saçmalamış.

Bunlar "Lozan zafer mi hezimet mi?" diyen kanı bozuk tayfasından.

Açık açık söyleseler millet linç eder diye korkuyorlar.

Bu yüzden milleti adım adım Sevr'e giden yola sokmaya çalışıyorlar.

Ne diyelim?

Allah sizi nasıl uygun görüyorsa öyle yapsın.

11 Ağustos 2023 Cuma

Dünyanın hiçbir ülkesinde bizdeki kadar vatan haini yok. Üstelik kimseden de çekinmiyorlar.

Dünyanın hiçbir ülkesinde bizdeki kadar vatan haini yok. 

Üstelik kimseden de çekinmiyorlar.

İhanetlerini ortaya vurdukları videolar çekiyor ve yayınlıyorlar.

Daha da tuhafı, bazı insanlar tarafından alkışlanıyorlar.

Bu tipler şimdiye kadar Atatürk düşmanı gibi görünerek kendilerini kamufle ediyorlardı.

Artık vatan haini olduklarını açıkça söylüyorlar.

Kim mi bunlar? 

Söyleyeyim? 

Sevr'in uygulanamamasına üzüldüklerini söyleyemeyen, bunun yerine "Lozan zafer mi hezimet mi?" diye saçmalayan müptezeller.

Lozan'ın gizli maddeleri olduğuna saf insanları inandırmak için hiçbir fırsatı kaçırmayan yalancılar.

Keşke Yunan galip gelseydi diyen Yunan seviciler.

Bu kişinin Yunan ve İngiliz istihbaratına çalıştığını, ABD istihbaratı ile de teması olduğunu ben söylesem inanmazsınız.

Kendi konuşmalarını dinleyin.

Satır aralarında hepsini itiraf ediyor.

Şimdi yeni bir müptezel çıkmış.

Keşke Hatay Fransızlarda kalsaydı anlamına gelen cümleler kuruyor.

Hatay Arap ve Kürtlerin diyor açıkça.

İnanamazsınız, adam sen ne diyorsun hain diye hukuki takibata da maruz bırakılmıyor.

Bir de din adamı kıyafeti giyiyor.

Peki ama bunlar kime veya neye güveniyor?

10 Ağustos 2023 Perşembe

Cahiliye Devri adetleri.

 DİB, "Cahiliye devrindeki gibi günaydın demeyin." diye fetva vermiş.

Benim bildiğim, cahiliye devri Arapların İslam dini henüz gelmeden önce yaşadıkları döneme deniyor.

Araplar "Günaydın" mı diyorlarmış o zaman? 

"Günaydın." Türkçe bir kelime. Hiçbir Arap günaydın demez.

Adamın Türkçe ile bir sorunu mu var da böyle saçmalıyor acaba?

Yoksa yeni bir cahiliye devrine mi giriyoruz?

Tüm eğitimi Hristiyanlık üzerine olan birini DİB yaptıklarından İslam dininin Mekke'de ortaya çıktığını bilmiyor herhalde.

9 Ağustos 2023 Çarşamba

Türkiye'de yeni bir din mi ortaya çıktı?

Uzun süredir youtube videolarında bazı kişilerin görüntülerini seyrediyor, kullandıkları bazı ifadelere "cahildir, ne dediğini bilmiyordur" diyerek gülüp geçiyordum.

Sonra, aynı şeyleri tarikat mensupları olduğu anlaşılan bazı kişilerden de duymaya başladım, youtube videolarında.

Bu gün internette gördüm ki aynı ifadeleri Diyanet İşleri Başkanı da kullanmış.

Diğerleri gibi, Diyanet İşleri Başkanı'nın da söylediği ve benim anlamakta zorlandığım ifade şu: Zamları Allah yapıyor.

Elhamdülillah Müslümanım.

Azımsanamayacak kadar dini eğitim adlığımı düşünüyorum.

Hem ailemden hem de bizim gençliğimizde hemen hemen her camide görev yapan ama artık pek nadir bulunan aklı başında din adamlarından.

Onlardan öğrendiğim bir dua var.

Amentü diye bilinir ve bize imanın, yani İslam inancına sahip olmanın şartları diye öğretirlerdi.

İnternetten bulup kopyaladım, buraya yapıştırıyorum.

Unuttuğumdan değil, yazarak vakit kaybetmemek için.

Amentü duasının okunuşu;

Amentü billahi;

ve melaiketihi 

ve kütübihi 

ve rasulihi 

vel yevmil ahiri 

ve bil kaderi, hayrihi ve şerrihi minallahi Teala 

vel ba subadel mevt.

Hakkun Eşhedü en la ilahe illallah ve Eşhedü enne muhammeden abdühü ve rasulühü.

Bir kişiye Müslüman diyebilmek için veya bir kişinin Müslüman olarak kabul edilebilmesi için temel koşulların belirtildiği bu duadaki "ve bil kaderi, hayrihi ve şerrihi minallahi Teala" ifadesinin zamların Allah tarafından yapıldığına kaynak olarak gösterildiği kanaatindeyim.

Ancak, burada bir terslik var.

Bu ifadede, "kadere, hayır ve şerrin Allah'tan geldiğine" anlamına geliyor. 

Burada Allah zamları yapıyor diye bir ifade olmadığı ortada. 

DİB ve diğerlerinin söylemeye çalıştığı şey: "Şerrihi" ifadesindeki "şer", yani "hayırlı olmayan şeyler" Allahtan geliyor. Zamlar da hayırlı bir şey değil, dolayısıyla Allah'tan gelen bir şey. Bu yüzden zamlar sebebiyle hükümeti suçlamayın. Hükümete kızmayın. 

Sapkınlık da burada başlıyor.

Ama duada Allah'tan geldiği ifade edilen diğer şey, yani hayır konusunda aynı şeyi söylemiyorlar. 

Örneğin; "Zamları Allah yapıyor." diyen insanlara, "Yolları kim yaptı, köprüleri kim yaptı veya diğer olumlu şeyleri kim yaptı?" diye sorduğunuzda; "Erduvaaaan!" diye bağırıyorlar.

Bu ifadelerden "Hayır, Erdoğan'dan; şer ise Allah'tan geliyor." anlamı çıkıyor.

Sıradan insanların yaptıkları bu büyük hatayı fark etmediklerini varsayabiliriz. 

Ama tarikat mensubu bir torba sakalı olan zatların ve hele de Diyanet İşleri Başkanı'nın (Gerçi adamın İslam'la ilgili tek bir çalışması yok, makaleleri ve akademik unvanlarını kazandığı çalışmaları Hristiyanlıkla ilgili diyorlar ama buna takılmıyorum.) buradaki sakatlığı görmemesi mümkün değil.

Acaba bu zatlar yeni bir din mi icat ettiler yoksa başka bir saikle imanın şartlarını mı değiştiriyorlar?

Bu ifadeleri "şirk" sayılmaz mı?

Bence; eğer hala Müslümanım diyorlarsa iman tazelemelerinde ve hatalarından bir an önce dönmelerinde fayda var.

Tabii ben bir din adamı değil, sıradan bir Müslüman'ım. Ne yapmaları gerektiğini aklı başında bir din adamına danışsalar daha uygun olur.



6 Mart 2022 Pazar

Hangisi daha iyi devlet başkanı: İstihbaratçı Putin mi, komedyen Zelenski mi?

 Herkes Zelenski ve Putin'i karşılaştırırken birinin komedyen bir aktör, diğerinin istihbarat kökenli profesyonel bir yönetici olduğuna vurgu yapıp Putin'in yönetici olarak daha yetkin olduğunu iddia ediyor.

Ama 1981-1989 yılları arasındaki ABD başkanı Ronald Reagan da bir aktördü.

Kovboy filmleri çeviren çok da meşhur olmayan biriydi.

Aynı dönemdeki Sovyetler Birliği başkanları ise ya istihbarat örgütü veya komünist parti kökenli profesyonel yöneticilerdi.

Buna rağmen Reagan uyguladığı politikalarla Sovyetlerin tükenmesine, tıkanmasına ve yıkılmasına sebep oldu.

Reagan'a göre çok daha başarılı bir aktör olan Zelenski de Putin'in ve rejiminin yıkılmasına sebep olursa şaşırmam.

Nitekim adam sadece Reagan'dan daha başarılı bir aktör değil, kimsenin beklemediği kadar iyi, hatta Reagan'dan bile iyi bir performans gösteriyor.

Peşin hükümlü yorumlar yapıp komedyen diye adamı aşağılamamak lazım.

Gelecek ne gösterir bekleyip görmek lazım.

Putin ve Zelenski'nin liderlik özellikleri.

 Savaş başladığından beri Putin ve Zelenski'nin liderlik özelliklerini anlamaya ve karşılaştırmaya çalışıyorum. Gördüğüm kadarıyla Putin ülkenin dizginlerini elinde tutan otoriter ve biraz da askeri özellikler taşıyan bir liderlik sergiliyor. Son ve tek karar mercii kendisi. Bakanları karargah subayları gibi. Putin'in bildirdiği ana fikir çerçevesinde ve bu fikre uygun olarak çalışıp teklifte bulunuyorlar. Çözüm önerileri Putin'in ana fikri ile uyumlu değilse, en son istihbarat teşkilatının televizyon kameraları karşısında maruz kaldığı gibi fırça yiyorlar. Yani karar ve hal tarzları üzerinde büyük bir etkileri yok. Putin onların fikirlerini alıyormuş gibi yapıp aslında kendisinin en başta aldığı kararları teyit ettirdikten sonra hepsine emirlerini ve oynayacakları rolleri veriyor. Onlar da buna göre rol kesiyorlar. Bu sebeple Rusya'da kamera karşısına çıkıp konuşanlar çoğunlukla bakanlar oluyor.

Putin ise otoriter liderliğin de gereği olarak çok sık kendini göstermiyor.

Sadece çok önemli konularda zaman zaman kameralar karşısına geçip açıklamalar yapıyor.

Bu açıklamalar da askeri birliklerdeki komutanların konuşmaları gibi; kararlı, kesin ve buyurucu oluyor.

Ukrayna'da ise durum tam tersi.

Anladığım kadarıyla bürokratlar detaylı şekilde çalışıp bakanlarla birlikte uygulanacak politikaları, stratejileri ve taktikleri belirliyor.

Muhtemelen kararlar ana hatları ile belirlenince Zelenski'ye sunulup fikri alınıyor.

Aktör olduğundan, yani askeri ve devlet yönetimi ile ilgili konularda pek fazla bilgisi olmadığı için küçük bazı düzeltmeler dışında bu kararlara fazla müdahale etmediğini söylemek mümkün.

Kararlar netleşip Zelenski'ye onaylatılınca herkes işine bakıyor.

Uygulanan politikaların, strateji ve taktiklerin kamuoyuna yansıtılması için rol kesme işi de Zelenski'ye veriliyor.

Bu sebeple Ukraynalı bakanlar nadiren kameralar karşısında açıklama yaparken Zelenski her gün kameralar karşısında açıklama yapıyor.

Aktör olduğundan ve kameralara alışık olduğundan iyi de rol kesiyor.

Bu değerlendirmeler çerçevesinde Putin ve Zelenski'nin liderliğini ve kararlarını karşılaştıracak olursak; Rusya'da alınan kararların tek kişinin düşünceleri çerçevesinde alındığını Ukrayna'da ise sürecin daha demokratik, daha kolektif işlediği ve kararların alınması üzerinde profesyonellerin değerlendirmelerinin daha etkili olduğu söylenebilir.

Otoriter ve tek kişinin karar aldığı sistemlerin avantajı kararların hızla alınıp hızla uygulanabilmesidir.

Bu sistemin zafiyeti, bir kişinin karar alırken hata yapma olasılığının daha yüksek olması ve alınan kararların liderden korkulduğu kadar icra edilmesi, yani sahiplenilmemesi sebebiyle inançla icra edilememesidir.

Demokratik liderliğin avantajı ise kararların alt yapısının aşağıdan yukarıya doğru profesyonellerin ve alt kadroların katılımıyla oluşması, liderin koordinatör ve onay makamı olarak görev yapması sebebiyle daha doğru kararlar alınabilmesidir.

Ayrıca kolektif alınan kararlar herkes tarafından benimsendiğinden inançla ve sonuna kadar uygulanabilmektedir.

Bu sistemin en önemli zafiyeti ise karar alma sürecinin biraz uzun sürmesidir.

Bu sebeple ani kararlar almak gereken kriz anlarında sorunlar yaşanabilmektedir.




Avrupa ırkçıysa Araplar ne, biz neyiz?

 Suriyelileri almamak için her türlü taklayı atarken kendi kültürlerine yakın diye Ukraynalıları almakta sorun çıkarmayan Avrupa ülkelerini ben dahil birçok kişi eleştiriyor.

Avrupalıların ırkçılık, en azından kültürel ırkçılık yaptığı iddia ediliyor.

Çünkü Avrupalılar Ukraynalıları kendi kültürlerinden sarışın ve mavi gözlü insanlar oldukları için aldıklarını söylemekten çekinmiyor.

Ama biraz durup düşününce insanın aklına başka şeyler geliyor.

Avrupalıların kendi kültürlerinden olmayan kara derili veya en azından sarışın ve mavi gözlü olmayan Suriyelileri almaması ırkçılık olarak değerlendirilebilir ama kendi kültürlerinden, kendileri gibi siyah saçlı, kahverengi gözlü ve koyu tenli olmasına rağmen Arap devletlerinin Suriyeli göçmenleri almayacaklarını daha en baştan ilan etmeleri ve Suudi Arabistan ile körfez ülkelerinin tek bir Suriyeli göçmen almamalarını nasıl değerlendirmek gerekiyor?

Sanırım alemin tek geri zekalısı biziz.

Ne dilleri, ne kültürleri ne de başka bir şeyleri bize benzemeyen milyonlarca Suriyeli göçmeni aldık.

Şimdi de Ukrayna'dan ve Rusya'dan bazı kişilerin Türkiye'ye göç ettiğine dair haberler yapılıyor.

Daha da kötüsü bunları göçmen kamplarında tutmak yerine ülkenin her yerine dağılmalarına göz yumduk.

Yani iğneyi Avrupalılara batırırken çuvaldızı Arap devletlerine ve çuvaldızdan daha büyük ne varsa onu da kendimize batırmak gerekmiyor mu?

2 Mart 2022 Çarşamba

Ne Amerika, ne Rusya, ne Çin; her şey Türkiye için.

 Beni bilen bilir. Emperyalizme karşıyımdır. Ama bu konuda, emperyalizme karşı olduğunu söyleyen bazı kişilerden farklı olduğumu da söylemeden geçemeyeceğim. Emperyalizme karşı olduğunu söyleyenlerden çoğu, ABD emperyalizmine karşılar, emperyalizme değil. Muhtemelen emperyalizm deyince akıllarına sadece ABD, belki biraz da Batı Avrupa'nın büyük devletleri geliyor. Ben emperyalist ayrımı yapmıyorum. ABD ve Batı Avrupa devletleri kadar Rusya ve Çin'i de emperyalist devlet olarak görüyorum ve hepsinin canı cehenneme diyorum. Ülkenin tek politikasının Atatürk'ün de uyguladığı tam bağımsızlık olması gerektiğini düşünüyorum. Bu kadar lafı niye ettim? Ukrayna-Rusya savaşı çıkınca ABD'yi emperyalist görüp de Rusya'ya toz konduramayan bazı kişiler yine; "Rusya bize Kurtuluş Savaşı'nda şöyle yardım etti, böyle yardım etti" diye hikaye anlatmaya başladılar. Rusya bizim dostumuz, en zor zamanımızda yanımızda oldu demeye getiriyorlar. Oysa bu iddiada bazı büyük yanlışlar ve eksikler var. Örneğin Rusya 1914-1918 yılları arasında bize var gücü ile saldırdı. Neredeyse Sivas'a kadar Anadolu'nun doğu kesiminin tamamını işgal etti. Ermenileri silahlandırarak milyonlarca insanımızı katlettirdi veya yarı aç yarı tok, yalınayak başı kabak batıya göç etmesine sebep oldu. 1919'da batıya göçen ve açlıktan kırılan nüfus 1.000.000 kişiydi. Bundan neden bahsetmiyorlar? Üstelik 1919-1922 yılları arasında bize yardım eden Rusya değil Sovyetler Birliği idi. Yani çeşitli milletlerin kurduğu Bolşevik devletlerin birleşmesinden oluşan enternasyonalist bir rejim idi. Onlar da şartların zorlamasıyla ve kendi çıkarları için yaptılar bu yardımları. Eğer Anadolu'da bir milli hareket gelişirse Yunan, Ermeni, İngiliz ve Fransızlar, Bolşevik rejimi doğmadan yok etmek için yeterince asker gönderemeyeceklerdi. 1919'da Bolşevikler İngiliz, Fransız, Amerikalı ve Japonlar tarafından üç yandan saldırıya uğramışlardı. Mondros Mütarekesi sonrasında (1919 başlarında) Fransız ve Yunan birlikleri de Kırım'a da çıktılar. Bu gün Ukrayna-Rusya savaşının meydana geldiği bölgelerde Beyaz Rus generali Wrangel ile birlikte Bolşeviklere saldırdılar. Bolşevikler iç ve dış saldırılar sebebiyle yok olmanın eşiğine gelmişlerdi. Aynı bölgeden ve Kafkasya'dan yeni birlikleri gelmemesi onlar için hayati öneme sahipti. Yani Bolşevik Rusya'nın emniyeti ve yaşaması Anadolu'daki bağımsızlık hareketinin başarısına da bağlıydı. Bu yüzden bize yardım ettiler. O kadar büyütülecek kadar da değildi bu yardım. Çünkü zaten kendilerine de silah ve para lazımdı. Üstelik samimi bir dostluktan da kaynaklanmıyordu. Konjonktürel idi. Nitekim, 2. Dünya Savaşı sonrasında kendilerini yeterince güçlü ve emniyette hissedince Bolşeviklerin yaptıkları ilk şey bizden Erzurum'a kadar Doğu Anadolu topraklarını ve boğazlarda üs kurma hakkını istemek oldu. Sadece bu kadar da değil. Osmanlı ömrü boyunca en çok iki devletle savaştı ve yıkılmasına da bu iki devlet sebep oldu. Bunlardan biri Avusturya, diğeri ise Rusya idi. Biz Ruslarla ilk savaşımızı (daha önceki birkaç küçük çatışma hariç) 1560'larda Astarhan'da yaptık ve o tarihten sonra Osmanlı yıkılana kadar sürekli olarak savaştık. Bu savaşların tamamına yakınında mütecaviz taraf Ruslardı. Osmanlı'yı bütün balkanlardan, Karadeniz kuzeyinden ve Kafkaslardan (büyük katliam ve sürgünlerle nüfus yapısını da değiştiren) çıkaran Ruslardı. Balkan savaşını kışkırtan ve Avrupa kıtasından atılmamızı sağlayan da Ruslardı. Şimdi bunları söyleyince tarihi düşmanlık için kullanıp Ruslarla düşmanlık yaratalım dediğimi zannetmeyin. Ama 350 sene bize saldırdıkları halde, sadece 1919-1921 yılları arasında kendi güney kanatlarını savunalım diye verdikleri üç-beş top ve tüfek ile Orta Asya'daki Türklerden topladıkları paraları verdiler diye de Rus seviciliğinin alemi yok. Ayrıca ABD'nin kucağına oturmayalım diye gidip Rusya'nın veya Çin'in kucağına oturmak da bana pek mantıklı gelmiyor. Oturduğun şey aynı ise kime ait olduğunun bir önemi yok. Ama Avrasyacılık saçmalığı ortaya çıktıktan sonra maalesef Osmanlının yıkılma dönemindeki devlet görevlileri gibi bölündük. Onlar da kimisi İngilizci, kimisi Fransızcı, kimisi Rusçu idi. Milli Mücadele'de de İngiliz Muhipleri ve Amerikan mandacısı Wilson Prensipçileri vardı. Hatta İtalyan seviciler bile mevcuttu ama sayıları diğerlerine göre daha azdı. Atatürk Nutuk'ta bu kişileri uzun uzun anlatıp eleştirir. Bundan sonra da kendi fikrini açıklar: Ya istiklal, ya ölüm. Ayrıca tam bağımsızlık der, hakimiyet-i milliye der, irade-i milliye der, Misak-ı Milli der. Ben de onun gibi düşünüyorum. "Ne Amerika, Ne Rusya, Ne Çin, Her Şey Tam Bağımsız Türkiye İçin" diyorum. Ne Atlantik, ne Avrasya merkezli düşünüyorum. Anadolu'dan başka bir merkez filan da kabul etmiyorum. Eğer birileri bir birlik kurmak istiyorsa, gelip bizim etrafımızda, Anadolu'yu merkez alarak toplansınlar. Bu saatten sonra nhiç kimsenin uydusu olacak halimiz yok.

9 Ocak 2022 Pazar

Tutmayacağınız sözler vermeyin.

 Kral, dondurucu bir kış gecesinde sarayın bahçesinde gezerken gördüğü nöbetçi askere yaklaşıp;

"Üşümüyor musun asker?" diye sormuş.

Asker:

"Üşümüyorum sayın kralım. Ben soğuğa alışığım."

Kral:

"Olsun... Ben yine de sana hemen sıcak tutacak elbise getirmelerini emredeceğim." deyip gitmiş.

Ancak bahçede dolaştıktan sonra saraya girdiğinde emri vermeyi unutmuş.

Ertesi gün, duvarın yanında muhafızın soğuktan donmuş cesedini bulmuşlar.

Duvarın üzerinde şöyle bir yazı varmış:

"Kralım, ben soğuğa alışkındım; fakat senin sıcak elbise vaadin beni öldürdü..."

Türlü türlü vaatlerle, insanları bekleterek bir umuda bağlayarak kesinlikle imtihan etmeyin. 

Çünkü insan, bekledikçe değişir. 

Beklettiğiniz kişi hakkınızda telâfisi imkânsız  olumsuz düşüncelere girer. 

Yerine getirmeyeceğiniz sözler verdirseniz; önce umudu öldürürsünüz.

Ardından sevgi, saygı, güven, dostluk ve muhabbet ölür.

Dahası, insanlık ölür.

Adalet nasıl sağlanır?

1506 yılında Frankfurt'ta bir tüccar 800 lonca kaybeder. 

Yoldan geçen bir marangoz da tesadüfen bu tüccarın çantasını bulur. 

Son derece dindar olan marangoz cüzdanı bulduğunu kimseye söylemez.

Bu kadar çok para kaybının fark edilmemesinin mümkün olmadığını değerlendirir ve sahibinin bu parayı arayacağını düşünür.  

O zamanlar, 40 lonca ile iyi bir at satın alınabildiğinden 800 lonca yaklaşık 20 at bedeli kadardır.

Bir gün marangoz kiliseye gider. 

Rahip vaazdan sonra cemaate, "Bir tüccarın 800 lonca kaybettiğini ve bulanın 100 lonca ile ödüllendirileceğini" söyler.

Bunun üzerine marangoz parayı getirir ve Rahibe teslim eder.

Tüccar gelir ve parayı alır. 

Ancak Marangoz'a, vadetmiş olduğu 100 loncayı ödemeyi reddeder. 

Marangoz'a 5 lonca uzatır. 

Marangoz tüccara "sözünü tutmasını"  söyler. 

Açgözlü tüccar, vaat edilen 100 loncayı vermemek için "cüzdanında 800 değil 900 lonca olduğunu ve Marangoz'un çantadan para aldığını iddia eder." 

Rahip, hiddetle ayağa kalkar. 

"Marangozu tanıdığını, onun dürüst bir adam olduğunu ve asla böyle bir şey yapmayacağını" söyler. 

Tartışma kızışır. 

Rahip, Tüccar ve Marangoz'u alıp Frankfurt mahkemesine götürür.

Hakim Tüccar'a, "İncil'e elini  koyarak 900 lonca kaybettiğine dair  yemin etmesini" söyler. 

Tüccar, tereddüt etmeden elini İncil'e koyar ve yemin eder. 

Yargıç, Marangoz'a döner ve "800 lonca bulduğuna yemin etmesini" söyler. 

Marangoz da elini İncil'e bastırarak yemin eder.

Herkes merakla hakimin kararını beklemektedir. 

Hakim her şeyin gün gibi açık olduğunu belirterek şunları söyler:

“Marangoz 800 lonca buldu ve tüccar 900 lonca kaybetti. 

Yani marangozun bulduğu kese tüccarın değil. 

Dolayısıyla marangozun bulduğu   para, sahibi çıkmadığına göre Marangozun kendisine aittir. 

Tüccar ise  kaybettiği  900 loncasını aramaya devam edebilir.” 

Bu karar ile: fakir bir marangozun haklarını reddeden cimri bir tüccar adil bir yargıç tarafından cezalandırılmış ve bu olay Frankfurt tarihine geçmiştir.

19 Aralık 2021 Pazar

Estonya feribotu sendromu

Almanya'da inşa edilen Estonya Feribotu 1994'de kıyıya yakın bir yerde su alıp yan yatarak battı.

852 yolcu öldü, 137 kişi kurtuldu.

Ölenlerin %98’i yüzme biliyordu.

Peki bu 852 yolcu nasıl öldü?

Feribot 28 Eylül gece 00.30’da sert dalgalar nedeniyle su almaya başladı.

Su miktarının artmasıyla tahliye işlemi hemen başlatıldı.

Ancak 987 yolcudan sadece 137’si feribotu terk ettiler ve kurtuldular.

Geri kalan 852 yolcu ise gemi kaptanının:

“Sayın yolcularımız, lütfen panik yapmayın; dünyanın en güçlü feribotundasınız” sözlerine kanarak su boşaltma işlemini merakla izlemeye başladılar.

Saatler ilerledikçe feribot daha da yan yattı ama 852 yolcu izlemeye devam etti.

Saatler 01.50’de Estonya Feribotu tamamen sulara gömüldü.

852 yolcunun Feribotun su aldığını ve yan yatmaya başladığını görmelerine rağmen son saniyeye kadar izlemeleri psikoloji kitaplarında “Estonya Feribotu Sendromu” olarak yer almıştır.

O insanların davranış şekillerine psikoloji bilimi mantıklı bir açıklama getirememiştir.


10 Aralık 2021 Cuma

Beş liraya bu iş yapılmaz.

 Yaşlı bir adam emekliye ayrılır ve kendine bir lisenin yanında küçük bir ev alır. Emekliliğinin ilk bir kaç haftasını huzur içinde geçirir ama sonra ders yılı baslar. Okulların açıldığı ilk gün, dersten çıkan öğrenciler, yollarının üzerindeki her çöp bidonunu bağırıp çağırarak tekmelerler.

Bu çekilmez gürültü günlerce sürer ve yaşlı adam bir önlem almaya karar verir. 

Ertesi gün çocuklar gürültüyle evine doğru yaklaşırken, kapısının önüne çıkar onları durdurur ve:

"Çok tatlı çocuklarsınız, çok da eğleniyorsunuz. 

Bu neşenizi sürdürmenizi istiyorum sizden. 

Ben de sizlerin yaşındayken ayni şekilde gürültüler çıkarmaktan hoşlanırdım, bana gençliğimi hatırlatıyorsunuz. 

Eğer her gün buradan geçer ve gürültü yaparsanız size her gün 20tl vereceğim" der.

Bu teklif çocukların çok hoşuna gider ve gürültüyü sürdürürler.

Bir kaç gün sonra, yaşlı adam yine çocukların önüne çıkar ve onlara söyle der:

"Çocuklar enflasyon beni de etkilemeye başladı bundan böyle size sadece 10tl verebilirim." 

Çocuklar pek hoşlanmazlar ama yine devam ederler gürültüye. 

Aradan bir kaç gün daha geçer ve yaşlı adam yine karşılar onları: 

"Bakın" der, "Henüz maaşımı alamadım, bu yüzden size günde ancak 5tl verebilirim, tamam mı?"

"İmkansız bayım" der içlerinden biri, "Günde 5tl  için bu işi

yapacağımızı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. 

Biz işi bırakıyoruz..."


17 Kasım 2021 Çarşamba

Timur'un filleri.

 Aksak Timur, Akşehir’e gelirken yanında bir de erkek fil getirmiş.

Fil bu, bağ bahçe tanımıyor, önüne gelen yeri talan ediyormuş.

Bununla kalsa iyi, Akşehirliler fili beslemek için ambarda, kilerde ne varsa tüketmişler.

Bakmışlar böyle olmayacak, Hoca’ya:

– Aman Hocam, demişler, Hünkâr seni dinler; bir konuş da şu fil belasını başımızdan alsın.
– O zaman demiş, Hoca, toparlanın, o aksak mendebura derdimizi birlikte anlatalım.
Hoca önde, Akşehirliler arkada, huzura çıkmak için yola düşmüşler.
Otağın kapısına gelindiğinde Hoca arkasına bakmış ki in cin top oynuyor.
Bir Allah bir kendisi!
Ben yapacağımı biliyorum, diyerek huzura çıkmış.
Timur sormuş:
– Hayırdır, Hoca, yine ne istiyorsun?
– Hünkârım, demiş Hoca, Akşehirli sizin fili çok sevdi; ancak yalnızlığına üzülüp duruyor, ferman buyursanız da yanına bir de dişi fil getirseler.
Timur memnun:
– Çok yaşa Hoca, demiş, bunu nasıl düşünemedim. Var git müjdeyi hemen ver.
Hoca, otağın kapısından çıkınca, sağa sola saklanan Akşehirliler etrafını sarmışlar:
– Müjde bekleriz Hoca, fil ne zaman gidiyor?
Hoca müjdeyi vermiş:
– Alın size müjde, dişisi de yarın geliyor!

25 Ağustos 2020 Salı

Sorun Çözmede Yeni Yaklaşımlar

Sorunları çözmek için iki yaklaşım olduğunu öğrenmiştik. 
Birincisi reaktif yaklaşım. 
Yani bir olayın olmasını beklemek ve olunca reaksiyon göstermek. 
Bu yaklaşımın ilkel hale geldiğini, 21. yüzyılda orduların, bu arada tüm insanların yeni bir yaklaşıma ihtiyaç duyduğunu söylemişti öğretmenlerimiz. 
Bu yaklaşımın adi proaktif yaklaşımdır. 
Henüz hiçbir sorun olmamasına rağmen muhtemel sorunların neler olabileceğini araştırmak ve muhtemel çözüm önerilerini değerlendirerek sorunları ortaya çıkmadan önce ortadan kaldırmak olarak tanımlanabilir. 
Özet olarak reaktif yaklaşım; deprem olunca veya sel basınca müdahale etmek, proaktif yaklaşım ise deprem olmadan önce bütün bilimsel araştırmaları yapmak, deprem bölgelerini tespit etmek, toplanma alanları belirlemek, kurtarma teşkilatları kurup eğitmek, zayıf binaları sağlamlaştırmak, cok zayıf olanları yıkıp yeniden yapmak veya başka yere inşa etmek, sele karşı dere yataklarını temizlemek, dere yataklarında yapılaşmaya izin vermemek, mevcut yapıları yıkarak dereleri açmak vb. faaliyetlerden oluşuyor. 
Reaktif yaklaşım sürekli kriz yönetimi gerektirir. 
Bu yüzden krizi ne kadar iyi yönetirse yönetsin sık sık krizle karşılasan yönetici iyi yönetici değildir derlerdi hocalarımız.

Stratejinin temel unsuru olarak zaman olgusu ve liderlik.

Zaman, stratejinin üç unsurundan biri, belki de en önemlisidir. 
Bu sebeple tarihte çoğu zaman güçlü tarafın yenildiği görülür. 
Mekan sabit bir parametredir. 
 Kuvvet ise değişkendir. 
Kuvveti mekânın sağladığı avantajlardan da faydalanarak güçlendirmek veya en etkili şekilde kullanmak zamanı uygun kullanmaya bağlıdır. 
Bu yüzden basta Ataturk olmak üzere başarılı liderler için hep zamanlama ustası derler. 
Ataturk 31 Ekim 1918'de değil de neden 19 Mayış 1919'da Samsun'a çıktı? 
31 Ekim'de elinde fikri ve fiziki hazırlık için zaman yoktu. 
İçinde bulunduğu zamanın koşulları da uygun değildi. 
Bizde erken öten horozun kafasını keserler. 
Tarlaya tohumu sadece uygun mevsim koşullarının oluştuğu aylarda atarlar. 
Bundan önce de tarlayı sürer ve ekime hazırlarlar. 
Siyasi hareketler de böyledir. 
Lenin daha önce de devrim yapmaya çalıştı. 
Ama 1. Dünya Savaşı sonlarında ortaya çıkan yıkım olmasaydı belki de Bolşevik Rusya hiç var olmayacaktı. 
İyi lider, zamanı iyi kullanan ve zamanın şartlarını iyi değerlendiren liderdir.

21 Temmuz 2020 Salı

İngiltere neden zengin, biz neden zengin değiliz?

Londra'da Richmond bölgesinde çok büyük bir park var. Halka açık ağaçlık bir alan olan bu park kadar büyük bir parkı ben Türkiye'de görmedim. Bu parka girince ilk dikkatimi çeken insanlarin da dolaştığı her yerde serbest bir şekilde dolaşan geyik sürüleri oldu. Ama beni en çok şaşırtan bu değildi. Zaman zaman gittiğim bu parkta bir gün yanında durduğum bir tabela dikkatimi çekti. Yanlış hatırlamıyorsam tabelada bir böcek resmi vardı. Tabelenın altinda ise toprakta bir delik ve bu deliklerden çıkan böcekler bulunuyordu. İlgimi çektiginden tabelayi okudum. Yazilara gore bir polis memuru (Aklimda oyle kalmış, başka bir memur da olabilir.) emekli olduktan sonra parkta dolaşırken benim durdugum yerde durmuş ve böcek yuvasi dikkatini çekmiş. Böceklerin daha once gordugu hicbir bocege benzemedigini fark edince her gun gelip sabahtan aksama kadar bocekleri incelemeye baslamis. Gün geçtikçe merakı daha da artmış. Izin alarak yuvanin hemen yanina bir çadır kurmuş. Sanırım iki yıl kadar yuvanin yaninda yatmış. Araştirmalari ve incelemeleri sonucunda bu boceklerin sadece parka özgü bir tür oldugunu tespit etmiş. Üreme ve beslenme özellikleri de dahil böcekler hakkında bir kitap yazmış. Şimdi "Eeeee! Ne olmuş yani?" diyenler olduğunu duyar gibiyim. Ne mi olmuş? İşte İngiltere'de bu tür insanlar olduğu için İngiltere'nin kişi başına düşen milli geliri bizim 7/8 katımız. Bizde Avrupa'nin tamamindan fazla endemik tür var ama ben kendini bunları araştırmaya adayan tek bir kişi olduğunu ne diydum, ne gordum. Richmond Park'ta olan o böcekler bizdeki bir parkta olsa birileri şikayet eder, belediye de ekip gonderip zehirlerdi. Bu yüzden bizde yüzyıllarca Türkülerimizi konu olan Allı Turnalar bile yok oldu. Bircok endemik tür yok olmaya devam ediyor. Konunun diger bir boyutu da insan niteligi. Emekli olan bir Ingiliz memur kendisine hiçbir maddi kazanç getirmemesine rağmen alalade bir bocegi arastirmak icin 2 yil ugrasiyor. Bizde ise insanlar birakin arastirmayi kitap bile okumuyor. Çocukken köyde bazı dini konularda konuşulanlari dinlerken aklima yatmayan şeyler olurdu. Bunu sordugumda "Hoca öyle dedi."cevabini alirdim. Kimse okumayinca herkes kendi kafasina gore otorite kabul ettigi bir kisi ne derse ona inaniyor. Ulkemizde bu kadar cok tarikat ve murit olmasinin sebebi de bu bence. Okuyup arastirmak yerine, tembel tembel oturup birileri ne derse ona inaniyoruz. Ben Anadolu'nun en batisinda dogup buyudum. Bu durum doguya dogru gittikce daha da vahim bir hal aliyor. Ornegin doguda bir yerde calisirken 14/15 çocugu olan bir adam tanidim. O kadar fakir idi ki çocuklari karnini doyurmak için karga da dahil ne bulursa avlayip yiyorlardi. Adama, neden bu kadar fakirken bu kadar cok cocuk yaptin diye sorunca "Allah verdi." dedi. "Dogum kontrolu yapsaydin Allah vermezdi." dedigimde ise sanki şeytan görmüş gibi gerildi. "Tövbe komutanim, dogum kontrolü cok buyuk gunah." dedi. Bunu nereden cikardigini sordum. "Melle (İmam) öyle soyluyor. Dogum kontrolü yapmak kendi çocugunu oldurmek demektir." diye cevap verdi. Bu konuyu sadece dindar insanlarda geçerli bir şey olarak düşünüyorsaniz, sosyal medyaya bakin derim. Ateist, deist, hristiyan veya başka bir inançta veya inançsizlikta oldugunu soyleyen kişiler de ayni. Hiçbir dayanagi olmayan seylere mutlak dogru gibi inaniyorlar. Cunku soylenen veya yazilanlar dogru mu diye merak edip 10 dakika bile arastirmiyorlar. Kendi genel bakis acilarina gore uygun gelen her seyi mutlak dogru kabul ediyorlar ve inançla savunuyorlar. Benim anladigim kadariyla ulkemizde ister dindar ister dinsiz olsun cogu insanin dusuncelerinden ziyade inançlari var. Inanmak çaba gerektirmiyor çunku. Arastirip ogrenmek ve dusunmek ise zaman ve emek gerektiriyor. Sanirim bedensel ve zihinsel bir tembellik hali ruhumuza islemis. Bu yuzden hangi parti gelse ulke duzelmiyor.

1 Haziran 2020 Pazartesi

Amerika'daki Karışıklıkların Sonu Ne Olur?

Amerika'daki olaylar yıllar suren bir birikimin sonucu. 
Ama neden şimdi patlak verdi? 
Sanırım Corona'nın sebep olduğu ekonomik çöküntü ve kısıtlamaların yaratageldiği stres yüzünden. 
Peki bu olaylar ABD'nin geleceğini etkiler mi? 
Yani bir devrime sebep olur mu? 
Sanmam. 
Elbette bazı şeyleri değiştirir ama bu değişim köklü olmaz. 
Çünkü gördüğüm kadarıyla olaylar örgütlü değil. 
Bir ideolojileri yok. 
Daha da önemlisi bir stratejileri yok. 
Lenin gibi oportünist bir dahi çıkmazsa bu olaylar ABD'nin gazini almaktan başka bir işe yaramaz. 
Bir süre her yeri harap ettikten sonra kendiliğinden ortadan kalkar. 
Zaten isyan ideolojik olmaktan çok çapulculuk gibi görünüyor. İsyancılar rejimin kalelerinden çok dükkanlara sildiriyorlar. 
Yağma çoğu isyancının temel amacı gibi. 
Buyuk firmalara tepki olayı da söylemden ibaret. 
Bu firmalara tepkisi olan mağazaları yakar. 
Ama isyancılar mağazaları soyuyor. 
Lüks tüketim mallarını arabasına dolduran olay yerinden hızla uzaklaşıyor.

30 Mayıs 2020 Cumartesi

Korona Salgını Sonrası'nda Herşey Değişecek mi?

Internet ortaminda gordugum kadariyla bazi akademisyenler ve politikacilar da dahil bircok kisi salgindan sonra dunyanin degisecegini ve yeni bir dunya kurulacagini yaziyor. Bu iddialara iki itirazim var. Birincisi degisimin salgindan sonra meydana gelecegi onermesine. Sanki salgin sirasinda her sey degismemis gibi dusunmek bana sacma geliyor. Salgin oncesini goz onune getirin. 3/4 aydir hersey degismedi mi? Tum dunya evlerine kapandi mesela. Saglik ve tarim en onemli sektor oldu simdiden. Dukkanlar ve kafeler kapandi ama internet uzerinden ve telefonla alisveris patladi. Market zincirleri karlari patlama yapti. Suriye'de savas durdu. Çin basta olmak uzere bircok bolgede hava kirliligi azaldi. Toplu tasima sistemi coktu. Herkes kendi arabasini kullaniyor. Savasları dualariyla kazandiran, duai veya okunmus su vb. ile hastalari iyilestiren tarikat liderleri salgin konusunda fetva vermeye doktorlar yetkili dedi. Bunlardan biri omreye gidenleri ve camilerin gec kapatilmasini elestirdi. Uzatmaya gerek yok. Zaten hersey degisiyor. Degisim salgin sonrasinda ortaya cikacak bir sey degil, surekli bir olay. Bir filozofun dedigi gibi degisim kanunu disinda her sey her an degisiyor. Bahsettigi degisim kanunu da; "Her sey degismeye mahkumdur." cumlesinden olusuyor. Gelelim ikinci itirazima. Her sey degisse bile daha once hic gormedigimiz bir dunya ortaya cikmayacak. Degisim surekli olduguna gore yarin sadece bugunun yeni bir safhaya evrilmesi olacak. Yarin da evlerde yasayacagiz. Arabalara binecegiz. Yani bu gun var olan hersey yarin da varolacak. Degisim hic gormedigimiz bir dunyaya uyanmak gibi olmayacak. Kelimenin anlamindan da anlasilacagi gibi sadece varolan seyler degisecek. Hic varolmayan seyler olmayacak. Ustelik degisimin daha iyi olacagini dusunenler de, daha kotu olacagini dusunenler de yaniliyor. Hayat ongörülemez bir karmaşadan ibarettir. Yarinin nasil olacagini ongormek mumkun degildir. Gozle gorulmeyecek kadar kucuk bir virusun kendi yapisi icinde hic de onemli olmayan bir mutasyonu (degisimi) tum dunyayi bir anda degistirdigine gore hayata ve evrene bir duzen degil kaos hakim demektir. Bu yuzden hayal aleminde yasamanin manasi yok. Degisime adapte olarak yasamaya devam edecegiz. Buyuk devrimler degil kucuk kucuk cok sayida evrim (adaptasyon) sayesinde hayatta kalacagiz. Ayni salginda oldugu gibi. Bu gun insanoglu uzaya gidecek kadar yuksek bir teknolojiye ulasti ama hayatta kalmak icin yapabildigimiz tek sey üç kuruşluk alalade bir maske takmak ve evde oturmaktan ibaret.

13 Aralık 2017 Çarşamba

Biraz dinleyebilir misiniz?



Son yıllarda ve özellikle de son günlerde Türkiye'de tüm siyasi, kültürel, dini vb. grupların kronikleşmiş bir hale gelen bir hastalığı var.
Bu durum sıradan insanlarda da oldukça yaygın.
Hastalık herkesin sürekli konuşması.
Ama dinlememesi.
Sanırım bu durum biraz, AKP'nin iktidara geldiği günden itibaren tüm basın ve yayın organlarını tedrici bir şekilde ele geçirerek sonunda ülkede neredeyse tek sesli bir basın oluşturmasından da kaynaklanıyor.
Bu durum hükumetin kamuoyunu istediği zaman istediği şeye inandırması ve istediği zaman esas problemlerden, yani hükumetin başına bela olacak problemlerden başka yere yönlendirmesi için oldukça kullanışlı olduğundan hükümet bu durumdan memnun.
Ama anlayamadığım şey kendisini hükumete muhalif olarak lanse eden partilerin ve değişik çevrelerin de aynı şekilde dinlemeden, anlamadan tek yönlü vaazlar şeklinde konuşması.
Durum böyle olunca girdiğimiz kısır döngüden bir türlü çıkamıyoruz.
Bunun en son örneği de bu günlerde yaşanıyor.

Zarrab davası ve CHP'nin açıkladığı belgeler tam hükumeti zor duruma sokmaya başlamıştı ki hemen Amerika'daki bir manyağın abuk subuk bir açıklamasına sarılan hükümet gündemi değiştiriverdi.
Şimdi toplumun büyük bir kısmı Zarrab davasını ve Man Adası olayını bir yana bırakıp Kudüs olayına odaklandı.
Bunlar muhalefetin ve bazı gazetecilerin Zarrab ve yolsuzlukla ilgili söylemlerini dinlemiyor.
Muhalefet te bu konuda kendi kendine konuşmak zorunda kalıyor.
Ama onlar da hükümet çevrelerini dinlemiyor.
Böylece iktidarıyla muhalefetiyle toplum belli sloganlar arkasında telef ediliyor.
Bence toplum uzun süredir salak yerine konuluyor.
Daha da ötesi, salaklaştırılmaya çalışılıyor.
Kurulmuş saat gibi işaret gelince hemen zil çalmaya başlıyor insanlar.
Düşünmek yok.
Değerlendirmek yok.
Yorum yapmak yok.

Çünkü kimse kimseyi dinlemiyor.
Dinlemeyen insan da anlayamaz.
Anlamayan insan ise düşünemez.
Düşünemeyen insan da değerlendiremez.
Sadece kendisine dikte edilenleri söyler ve yapar.
Yorum yapamaz, çünkü yorum yapmak için farklı düşüncelerin de bilinmesi gerekir.
Ama kimse kimseyi dinlemediğinden herkes kendi grubundan söylenenlerden başka bir şey bilmez.
Bu sebeple yorum da yapamaz.
Böylece koyun sürülerindekine benzer bir refleks hakim olur topluma.
Nasıl ki koyun sürülerilerinde bazen , sürünün başındaki koyun uçuruma düşünce veya atlayınca bütün sürü de arkasından uçuruma atlıyorsa (Bu sanılandan daha çok rastlanan bir durumdur. Gençliğimde koyun gütmüş biri olarak iyi biliyorum.) toplumda şu anda oluşmuş ve neredeyse sürüleşmiş siyasi partiler ve diğer gruplar da lider veya lider grubunun arkasından uçuruma atlamaktan başka bir şey yapmıyor maalesef.
Bu sadece hükümet partisine has bir durum değil.
Diğer partilerde de, parti liderinin ani yol değiştirmesine parti mensuplarının ne kadar çabuk uyum sağlayıp dün söylediklerinin tam tersini bu gün inançla savunduklarını görüyorsunuz.
Ülkenin büyük bir kısmı sanki derin bir hipnoz halinde yaşıyor.
Bir parmak şıklatmayla herkes her şeyi yapıyor.

Ülkenin kurtulması için insanlarımızın bu hipnozdan uyanması ve bu durumdan kurtulması gerekiyor.
Bunun için de önce dinlemeyi öğrenmek gerekiyor.
Ama masal dinler gibi değil.
Anlamak için dinlemek gerekiyor.
Ve açık fikirlilikle dinlemek gerekiyor.
Eğer bunu yapabilirsek zamanla her sorunu çözeriz.
Bunu yapıp yapamayacağımıza dair örnek mi istiyorsunuz?
Hemen bir örnek vereyim.
1919 yılında Osmanlı İmparatorluğu yıkılmak üzereydi.
Ülke paylaşılmış ve içerde de bölünmeler yaşanıyordu.
Çoğu insan padişahın peşine takılmış gidiyordu.
Padişah Damat Ferit'in peşine, o da İngilizlerin peşine takılmıştı.
İngilizlerin bizi nereye götürdüğü de malum.
Aynı koyun sürüsü pisikolojisi hakimdi ülkeye.
Ama bir kişi, daha doğrusu bir kişiyi lider kabul eden bazı insanlar çıktı ortaya.
Ve imkansız görünen şeyi yaptı.
Ülkeyi kurtardı ve yeni bir devlet kurdu.
Kurtuluş Savaşı'nı herkes biliyordur.
Atatürk'ü de bilmeyen yoktur sanırım.
Ama çoğu insan onun başarısının sebebini tam olarak bilmez.
Herkesin bir fikri vardır belki.
Ama bu fikirler, bu başarısının sebebinin ne olduğuyla ilgili kendi açıklamalarıyla pek uyuşmaz nedense.
Onun resimlerine bakanlar da dikkat etmez ne yaptığına.
Atatürk'ün insanlarla ve özellikle sıradan insanlarla konuşurken çekilmiş resimlerine bir bakın isterseniz.

O resimlerde de göreceğiniz gibi insanları çok dikkatle dinlediğini anlayacaksınız.
Öyle kulağıyla filan değil.
Beyniyle de değil sadece.
Tüm varlığıyla karşısındaki insanları dinlediğini fark edeceksiniz.
Nitekim bunu kendisi de açıkça ifade etmektedir.
Örneğin Profesör Pittard'ın eşi, roman ve tarihi kitap yazarı Noelle Royer bir gün Atatürk'e bütün hedeflerine başarıyla ulaşmasının sırrını sormuş.
Atatürk şu cevabı vermiş:
''İnsanları dikkatle dinlerim. Durur, durur tekrar dinlerim.''
Sonra sanki o insanları dinlediği anlar gözünde canlanmış gibi bir süre boşluğa bakıp tekrarlamış.
''Durur, durur dinlerim.''
Sonra da susup bu kadının söyleyeceklerini dinlemeye başlamış.
İşte başarısı ispat edilmiş bir yöntem.
Biraz dinleyelim.
Dinlediklerimizi anlamaya çalışalım.
Anladıklarımız hakkında biraz düşünelim.
Sonra bunları birbirleriyle kıyaslayalım ve değerlendirelim.
Ve en sonunda da buna göre hareket edelim.
Yoksa gidişimiz gidiş değil.
Çünkü yolumuz yol değil.

Saygılar sunarım.

M.Ç.
13.12.2017.



12 Aralık 2017 Salı

NATO'da Toplantı ve Tatbikatlar



(Bu yazıyı daha önce yayımlamıştım. Ancak nasıl olduysa yazı blogda bozulmuş. Blogu kontrol ederken yazının görünmediğini fark ettim. Onun için yeniden yayımlıyorum.) Son günlerde hem basında, hem siyaset dünyasında ve hem de sosyal medyada herkes NATO hakkında bir şeyler söylüyor. Çünkü Norveç'te oldukça can sıkıcı ve mutlaka hesabı sorulması gereken bir olay yaşandı. Madem konuyu bilen veya bilmeyen herkes birşeyler söylüyor, ben de burada bildiğim bazı şeylerden bahsedeyim dedim.

Öncelikle şunu söyleyeyim: Ben NATO'da hiç çalışmadım. Ancak 2008-2010 yılları arasında Londra'da görev yaparken, Londra'nın hemen dışındaki Nato üssü ile Londra'ya araba ile iki saat mesafede bulunan diğer NATO üslerine giderek bazı sosyal faaliyetlere, inceleme gezilerine ve toplantılara katıldım. Londra'ya yakın olan üste iki denizci Türk subayı görev yapıyordu. Bu subaylarla ailece de görüşüyorduk. Kuzey'deki üste ise bir karacı binbaşı bir yıl süreyle görev yaptı ama mesafe oldukça fazla olduğundan onunla ancak birkaç defa görüşebildim. Bu arada birçok yabancı subay ve sivil NATO çalışanıyla da sohbet etme imkanım oldu.

Öncelikle NATO'da çalışan subaylarla yaptığım görüşmeler ve sohbetlerde NATO hakkında söylediklerinden kısaca bahsedeyim. Türk ve yabancı subayların çoğunun, kendi aralarında eğlenmek için de olsa, NATO hakkında küçümseyici bazı söylemleri var. Örneğin NATO kelimesinin North Atlantic Treaty Organization (Kuzey Atlantik Antlaşması Organizasyonu, Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilatı veya Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü olarak tercüme edilebilir) olan açılımı hakkında bazı komik ve aynı zamanda küçümseyici açılımlar uyduruyorlar.

Bu uydurma açılımlardan aklımda kalanlardan biri ''No Action Talk Only'', yani ''Eylem Yok Sadece Konuş'' açılımıdır. Bununla, NATO ''hiçbir şey yapmayan ama sürekli konuşup duran bir örgüt'' demek istiyorlardı. Aklımda kalan diğer bir kısaltma ise ''North Atlantic Travel Organization'', yani ''Kuzey Atlantik Seyahat Organizasyonu'' dur. Bununla da NATO'nun, çalışanlarının sürekli olarak ülkeler ve kıtalar arasında seyahatler yaptığı ama işe yarar hiçbir şey yapmadığı bir örgüt olduğu ima ediliyordu.

Bu açılımlar, size manasız gelebilir ama Türk ve yabancı NATO çalışanı subaylar bu tür kısaltmalara kahkahalarla gülüyor ve gördüğüm kadarıyla NATO'yu bu şekilde küçümserken oldukça eğleniyorlardı.

Bu iki açılımın nereden çıktığını merak edip sohbet arasında bazı NATO çalışanlarına  sordum. Söylediklerine göre No Action Talk Only açılımı, NATO'nun sürekli olarak gerekli veya gereksiz bazı tatbikatlar yapması ama dünya üzerindeki (Bosna'da olduğu gibi) bir çok soruna ya müdahale etmemesi veya çok geç müdahale etmesini eleştirmek için uydurulmuş.

North Atlantic Travel Organization kısaltması ise NATO'nun sürekli olarak toplantılar yapması ve bu toplantılara hemen her yerdeki NATO üslerinden çalışanların katılmasından kaynaklanıyormuş. Örneğin Belçika/Mons'ta DAEŞ hakkında bir toplantı yapılınca bütün Avrupa'ya yayılmış NATO üslerinden ilgili şubelerde çalışanlar bu toplantıya katılıyormuş.

Bu sebeple NATO çalışanları sürekli olarak geziyorlarmış. Buna ben de şahidim, çünkü zaman zaman bizim NATO'da çalışan personeli bazı faaliyetlere iştirak etmeleri veya bir yerde bir şeyler yeyip sohbet etmek için davet ettiğimde çoğu zaman Londra ve hatta İngiltere dışında olduklarını söylüyorlardı. Herhangi bir toplantı veya iş sebebiyle çalıştıkları yere gittiğimde de yurt dışında oldukları için onları ofislerinde bulamadığım oluyordu.

Çalışanlar bu toplantıları; seyahatler sebebiyle günlük işlerine vakit ayıramadıkları ve aileleriyle pek ilgilenemedikleri gibi, hiçbir işe yaramayan bu toplantılarda NATO'nun parasının da çarçur edildiğini düşündükleri için eleştiriyorlardı. Çünkü her toplantıya katılan kişinin (kişinin diyorum çünkü NATO'da sadece subaylar değil çok sayıda sivil uzman da çalışıyor) yol ve konaklama masraflarını NATO karşılıyormuş. Bu sebeple NATO'nun mevcut bütçesinin önemli bir kısmı bu seyahatler için harcanıyormuş.

Londra'da bulunduğum süre içinde bu anlattığım ilişkiler dışında bazı NATO tatbikatlarına da katıldım. Bu tatbikatlar, Türkiye'de benzerlerine benim de katıldığım, bilgisayar üzerinden oynanan ve oğlumun şu sıralar internet üzerinden oynadığı savaş oyunlarına benziyordu. Savaş yeteneklerinden ziyade planlama ve karar verme yeteneklerini geliştirmeye yarayan sanal savaşlardı. Sadece  savaş sanal ortamda yapılmıyordu. Savaşa katılan ordular ve bu orduların bağlı olduğu devletler ile savaşın üzerinde yapıldığı coğrafya da bilgisayar üzerinde yaratılmış ve dünyada olmayan devlet, ordu ve arazi kesimleriydi.

Ayrıca, Türkiye'den gelen üst rütbeli generalleri NATO üslerindeki toplantılara ve inceleme gezilerine de götürdüm. Fakat bunların hepsini burada yazmak hem çok uzun sürer,  hem de okuması sıkıcı olabilir. Onun için bunlardan daha sonra yazacağım yazılarda bahsedeceğim.

Buraya kadar yazdıklarımı okuyanlar, şimdi konuyu nereye bağlayacağımı merak ediyordur. Hiç dolandırmadan söyleyeyim. Bizde NATO bir bilinmez gizemli örgüt veya her şeyden sorumlu ve her şeyi kontrol eden bir şeytani yapı gibi abartılı bir kurum olarak algılanıyor. Son günlerde Atatürk ve Erdoğan'ın resim ve isimlerinin bir NATO tatbikatında olumsuz bir durumda kullanılması ile ilgili yazıların çoğu da bu psikoloji ile yazılıyor.

Bu yazılardan bazılarında oldukça mantıklı ve makul iddialar var. Bazı yazılar ise, NATO'nun ne olduğunu bilmeyen ve hatta hayatı boyunca herhangi bir NATO üssünün yanından bile geçmeyen kişilerce yazılan spekülatif şeyler gibi görünüyor. Bu sebeple, bu farklı şeyler söyleyen yazıları okuyan ve NATO hakkında hiçbir somut bilgisi olmayan halkımızın çoğunun kafası karışıyor.

Muhtemelen benim yukarıda yazdıklarımı okuduktan sonra da bazılarının kafası karışmıştır. Onun için burada kendi düşüncemi açık bir şekilde belirtmekte fayda görüyorum. Bence NATO, bazılarının abarttığı gibi her şeyden sorumlu şeytani bir örgüt değil, ama kimsenin kullanmadığı ve önemsenmeyecek bir organizasyon da değil. Diğer her örgüt ve organizasyon gibi NATO da sadece bir vasıtadan ibaret. Her vasıta gibi onun kime fayda kime zarar vereceği de onu kullananların yeteneklerine bağlı.


NATO'da her şey uzun vadeli planlanır ama birçok ulustan birçok farklı insanın çalıştığı böyle devasa bir organizasyonda her an bir manyak çıkıp ters bir şey de yapabilir. Muhtemelen böyle şeyler yapanlar bunun bedelini ağır öder ama yine de bunu göze alıp istediği bir şeyi yapan kişiler çıkabilir. Bu sebeple Norveç'te yaşananlar, bazılarının iddia ettiği gibi birilerinin mesaj vermek için organize ettiği bir faaliyet te olabilir ama sadece bir manyağın siyasi veya etnik motivasyonlarla yaptığı bir şey de olabilir.

Onun için, durum tam olarak aydınlanmadan spekülatif bir şekilde ortaya atılan birçok iddia gibi NATO'dan çıkalım söylemlerini de saçma buluyorum. Unutmamak lazım ki NATO, her şeyden önce şu andaki en büyük ve aynı zamanda en uzun ömürlü savunma örgütü. Ve en önemlisi de üyelerine soğuk savaş boyunca ve soğuk savaş sonrasında güvenlik sağlamayı başarmış oldukça başarılı bir örgüt. Zaten bu sebeple birçok ülke hala bu örgüte katılmak için çalışıyor.

Bu konuda yorum yapanlar ve bu yorumlardan etkilenecek olan karar vericiler bu perspektifi iyi kavrayarak hareket ederlerse bence hem ülkemiz hem de kendileri için daha hayırlı olur.

Saygılar sunarım.

Mehmet Çanlı
21.11.2017.