.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}
Dinler-Tarikatlar-Cemaatlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dinler-Tarikatlar-Cemaatlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Eylül 2016 Salı

Cübbeli Ahmet Hoca'nın genç bir kadınla yataktaki görüntülerini kim çekti. Cemaat ve tarikatlara sızan FETÖ'cüler. Şeytanın bile aklına gelmiyor olabilir ama acaba FETÖ'cüler devlet kadrolarına geri mi dönüyor? Hem de sessiz sedasız ve hükümet eliyle.....Cemaat ve tarikatlara sızan FETÖ'cüler.



Gizli kamerayı kim koydu?



Cemaat ve tarikatlara sızan FETÖ'cüler. Şeytanın bile aklına gelmiyor olabilir ama acaba FETÖ'cüler devlet kadrolarına geri mi dönüyor? Hem de sessiz sedasız ve hükümet eliyle.....Cemaat ve tarikatlara sızan FETÖ'cüler. FETÖ’nün Türkiye için ne büyük bir tehlike olduğu ve devletin hemen hemen tüm kurumları ile sivil yaşamdaki birçok alana nasıl sızdıkları uzun s süredir konuşuluyordu. Ancak başarısız darbe girişiminden sonra tutuklananların verdiği ifadelerden ve bu ifadelere göre devlet kurumlarından atılan memur sayılarından olayın vahametinin tahmin edilenden de büyük olduğu ortaya çıktı. Adamlar neredeyse tüm devlet kurumlarına sızmışlar. Hatta, eğer biraz daha sabretseler çok kısa süre sonra bu kurumlarda çoğunluğu oluşturabilecek duruma geleceklermiş. Sadece devlet kurumlarına da sızmamışlar. Siyasi partilere, üniversitelere, basın ve yayın dünyasına, iş dünyasına ve hatta birçok sivil dernek ve kuruluşa sızmışlar. Bunlar bilinen ve açıkça ortaya çıkan şeyler. Ancak benim bir süredir aklıma takılan ve aldığım duyumlarla bunun doğru olduğuna dair inancımı daha da güçlendiren bir yerlere sızdıklarından kimse bahsetmiyor nedense. Ya kimsenin haberi yok veya başka bir şey var ortada. Çünkü kimse bundan bahsetmiyor. Kastettiğim yerler Türkiye’de mevcut FETÖ haricindeki cemaat ve tarikatlar. Adamlar güç kazanmaları ve ülkeyi kontrol etmelerini sağlayacak her yere sızmışlarken tarikat ve cemaatlere neden sızmasınlar ki? İşte uzun süredir kafama takılan soru FETÖ'cülerin tarikat ve cemaatlere sızıp sızmadıkları, eğer sızmışlarsa ağırlıklı olarak hangilerine sızdıkları idi. Son günlerde ortaya çıkan olaylar ve aldığım duyumlar bende, FETÖ’cülerin uzun süreden beri kendileri dışındaki tüm cemaat ve tarikatlara sızdıkları düşüncesini güçlendirdi. Ama bazı tarikat ve cemaatlere daha yoğun bir şekilde sızdılar ve bu tarikat ve cemaatlerde lider konumundaki kişilerin yanına kadar yanaşabildiler. Bazı somut olaylar üzerinden düşününce, bu sızmanın ne kadar etkili olduğu daha kolay anlaşılıyor. Bir örnek vereyim isterseniz. Mit müsteşarı ve bir generalin konuşmaları yayımlanmıştı bir zamanlar. Şimdi o kaydın generalin emir subayları tarafından çantasına yerleştirilen bir böcekle yapıldığı ortaya çıktı. Zamanında bazı genelkurmay başkanlarının konuşmaları da internette yayımlanmıştı. Onları da o makamlara sızmış bazı fetöcü subayların (emir subayları vb.) koydukları böceklerle kaydedildiği tutuklanan darbecilerin ifadelerinden anlaşılıyor. Bu da gösteriyor ki bu tür kayıtlar, dinlenen kişilerin en yakınlarına kadar sızmış FETÖ’cüler tarafından yapılıyor. Peki Cüpbeli Ahmet Hoca’nın bir kadınla görüntüleri yayımlandı. Bu mantıkla bakarsak bu kayıtları sizce kim yapmış olabilir? Bence Cüpbeli’nin en yakınına kadar sızmayı başarmış FETÖ’cüler yapmıştır. Bu sadece bir örnek ve benim değerlendirmeme dayanıyor. Ama FETÖ’cülerin uzun süredir sızdıkları ve FETÖ ile AKP arasında kavganın başladığı tarihten itibaren bu sızmayı hızlandırdıkları bir cemaat var. Bu cemaat Menzilciler veya Adıyamancılar diye bilinen grup. FETÖ’cülerin bu cemaate uzun süredir sızdıklarını ancak FETÖ’nün 17-25 Aralık olaylarından sonra FETÖ'cülerin baskı altına alınmasından itibaren bu sızmanın hızlandığını ve FETÖ’cülerin çok bilinmeyen ve açığa çıkmamış elemanlarının gizlenmek için topluca bu cemaate geçtiklerini duyuyorum. Hem de birkaç kaynaktan aynı yönde duyumlar alıyorum. Bu duyumu güçlendirecek emareler de çok fazla. Mesela bu cemaatin son zamanlarda, özellikle de bir yıldan beri çok zenginleştiği çünkü FETÖ’cülerin paralarının bir kısmını bu cemaate aktardığı söyleniyor. Ayrıca, bir taraftan hükümet devlet kurumlarından FETÖ’cüleri atarken, güvenilir cemaat adamları diye bu cemaatin içine sızmış kripto FETÖ’cülerin açığa çıkan FETÖ’cüler yerine atandıklarını da duyuyorum. Bu durumun özellikle Sağlık Bakanlığı’nda hat safhada olduğu konuşuluyor. Ben iki cemaatten örnek verdim ama eminim ki bunlar tüm tarikat ve cemaatlere, hatta Adnan Hocanın kedicikleri arasına bile birilerini sızdırmışlardır. Son zamanlarda tüm tv kanallarında FETÖ yüzünden diğer cemaatlerin suçlanmaması gerektiği ve bu cemaat mensuplarının devlet kademelerinde görevlendirilmesinin hiçbir mahsuru olmadığı konuşuluyor. Acaba bu da sızdırdıkları adamların dikkat çekmemesi veya diğer tarikatlar de dağıtılırsa onlarla birlikte etkisiz hale gelmemeleri için yapılan bir FETÖ propagandası mı? Bilmem ama üzerinde düşünülmesi gereken bir husus diye düşünüyorum. Ben bu konularda henüz çok detaylı ve birincil kaynaklardan bir bilgi edinemedim ama aldığım duyumlar ve yaptığım değerlendirmeye göre FETÖ’cüler, mutasyon geçirerek ve şekil değiştirerek, kapıdan çıkarıldıkları devlet kurumlarına bacadan tekrar giriyorlar gibi. FETÖ’cüler; kendi örgütleri yok edilirken ortada var olan başka benzeri örgütleri ele geçirerek yeniden perde arkasından eski konumlarına kavuşmayı amaçlıyorlar sanırım. Ben yetkili bir kişi değilim. Bu durum karşısında bir şeyler yapabilecek imkanım yok. Ama bu durum hakkında ilgililerin dikkatini çekmek gerekiyor diye düşündüğümden bunları yazdım. Yetkili mevkileri işgal edenler yarın ‘’Bunlar da bizi aldatmışlar.’’ veya ‘’FETÖ’cüler yine bizi aldattılar.’’ demek istemiyorlarsa bu konuları araştırıp gerekli tedbirleri alsınlar. Uyarmak benden… Saygılar sunarım.



22 Aralık 2015 Salı

Suriye sorunu ve sömürgeciliğin aleti olarak kullanılan mezhep meselesi.



Soner Yalçın'ın gazetesinde yayımladığı yazıyı okudum. Bu yazıda katıldığım taraflar olmakla birlikte katılmadığım da çok yer oldu. Yazıyı aşağıda bulabilirsiniz. Önce benim bu konu hakkındaki değerlendirmemi bulacaksınız. İkisini de okuyun. Ona göre değerlendirebilirsiniz. Saygılar sunarım.


Suriye rejiminin Alevi rejimi olmadığı konusuna ben de katılıyorum. Çünkü Suriye rejimini şekillendiren Baas Partisi'nin ideolojisidir. Baas ideolojisi bir Hristiyan tarafından kurulmuştur. Baasçılık genel olarak; Arap milliyetçiliğine dayanan, laik ve Arap Sosyalizmi denilen ama Sosyalizm ile alakası olmayan totaliter bir ideolojidir. Bu sebeple Suriye rejimine Alevi rejimi demek doğru değildir. Ama Nusayrilere Alevi demeyenler konusunda yanılıyor. Nusayri kelimesinin siyasi çıkar elde etmek maksadıyla kullanıldığı konusuna katılmıyorum. Tam aksine Nusayrilere Arap Alevisi denmeye başlanması siyasi çıkar elde etmek maksadıyla olmuştur. 1918-19'larda Suriye'yi işgal eden Fransızlar bu günkü Türkiye sınırları içindeki işgal bölgelerinde ortaya çıkan direnişe paralel olarak Suriye'de de bir direniş ortaya çıktığını görünce Suriye'ye hakim olmakta zorlanmaya başlamışlardır. Bu direnişçilerin büyük kısmı Milli Mücadele'yi yürüten kadro ile de irtibata geçtiği, Suriye'de Güney cephemizdeki direnişle koordineli hareket etmeye başladığı için Fransızları daha da korkutmuştur. İşte bu şartlar altında Suriye'ye nasıl hakim olabileceklerini düşünen Fransızlar Suriye tarihi ve demografisini kullanmaya karar vermişlerdir. Bu ülkede %13 civarındaki Nusayriler ile az sayıdaki Hristiyan ve Dürzi'yi yönetim kademelerine getirerek direnen nüfusa karşı denge sağlamayı ve iç mücadele ile ülkeyi zayıf düşürmeyi en uygun hal tarzı olarak seçmişlerdir. Ama ortada bir sorun vardır. Nusayriler uzun yıllar boyunca klasik İslam anlayışı ile sorun yaşamış, sapkınlıkla suçlanmış ve büyük baskılara naruz kalmış olduklarından bu inanç sistemini popüler ve kabul edilebilir hale getirmek mümkün görünmemektedir. Ama Alevi inancı hem Anadolu'da hem de Suriye ve Irak'ta tarihi kökleri ve çok sayıda Türkmen taraftarı olduğu için daha cazip ve daha kabul edilebilir bir inanç sistemidir. Hatta Şah İsmail bu inançtaki insanları etrafına toplayarak Sefevi Devleti'ni kurmuştur. Ancak Nusayrilerin böyle bir geçmişi de böyle bir tecrübesi de yoktur. Alevilere benzemedikleri gibi Şiilere de çok fazla benzemezler. Reenkarnasyon gibi Hint dinlerine has inançları vardır. Şia'nın 7 imamcı kolundan olduğu söylense de oldukça kendine has bir inanç sistemidir. İşte bu yüzden Fransızlar Nusayrilere Alevi ismini koymuşlardır. Yani aslında Nusayri bu insanların inancının gerçek ismi, bu ismi bölgeyi daha rahat sömürgeleştirebilmek için değiştirenler Fransızlardır. Tüm bunların ışığı altında diyebiliriz ki eğer Suriye rejimi Esat ailesinin dini inançlarına dayalı bir rejim olmuş olsaydı bile (ki öyle olmadığını daha önce de söylemiştik) Suriye rejimi bir Alevi rejimi değildir. Çünkü Nusayriler Alevi değildir. Kendine has bir inanç biçimidir. Son not: Bu şekilde mezhepler veya dinler üzerinden söylem geliştirenlere, siyaset veya ticaret yapanlara her zaman şüpheyle bakmışımdır. Çünkü hayatım boyunca daima; inancını yaşamak yerine bunun propagandasını yapanların her zaman bundan gizli bir kişisel çıkar sağladığını gördüm. Bu yazıyı herhangi bir şekilde yanlış anlayabilecekler veya kasten kendi görüşleri doğrultusunda kullanabilecekler için de şunu söylemeyi gerekli görüyorum. İnsanların neye inandıkları kendilerini ilgilendirir. Herkes için kendi inandığı şey kutsal ve önemlidir. Ben herkesin inancına saygı duyuyorum. Buradaki hiçbir cümle herhangi bir inancı eleştirmek veya övmek için söylenmemiştir. Amacım; bazı insanların, halkın bu konu hakkında detaylı bilgisi olmamasından faydalanarak olayları çarpıtabileceği konusunda biraz da olsa insanları uyarmaktan ibarettir. Son günlerde; Suriye iç savaşını bir mezhep savaşı, bu savaşın esas sorumlusu olan Esat rejimini de Alevilerin rejimi olarak lanse edilmesinin altında Suriye üzerinden Türkiye'de mezhep ayrımcılığını ve hatta düşmanlığını körüklemek isteyenlerin gizli çabaları olabileceğini düşündüğümden bu konuda yorumda bulunma zorunluluğunu hissettim. Yoksa benim için kimin hangi inanca ne kadar inandığı değil ne kadar insan olduğu daha önemlidir. Alevi, de, Sünni, de, Nusayri de, Hristiyan da insandır ve insan olarak herkes eşit şekilde saygı duyulmayı hak eder.

22.12.2015


6 Nisan 2015 Pazartesi

Cemaatler ve Tarikatlar Dini Organizasyonlar mı, yoksa Titancılar Gibi Birer Saadet Zinciri mi?


Cemaatler ve Tarikatlar Dini Organizasyonlar mı, yoksa Titancılar Gibi Birer Saadet Zinciri mi?
Usulsüz para toplama, vergi kaçakçılığı, dolandırıcılık.....

Son 10 yılda tarikat ve cemaatler Türkiye kamuoyunda hayli etkin ve gündemde oldular. Fakat bu cemaatler ve tarikatlar hep güncel olayların akıntısı içinde yüzeysel olarak halkın diline düştüler. Ben burada Cemaat ve tarikatların bir başka boyutunu farklı bir bakış açısıyla kısaca irdelemeye çalışacağım.
Yakın zamanda memlekete gittiğimde bu dini görünümlü örgütlerin ikisi ile ilgili bazı üye ve sempatizanları ile onları eleştirenlerden bazı şeyler dinleyince bunlar hakkında ufkum açıldı diyebilirim.
Herkes şunu gözlemlemiştir sanırım. Bu dini organizasyonlar o kadar idealist bir görünüm altında faaliyet gösteriyorlar ki ben zaman zaman imrenmedim değil. Neden diğer sivil toplum örgütleri ve siyasi partiler de böyle değil diye de kendi kendime hayli düşünmüşümdür.
Bu dini örgütler fakirlere yardım ediyorlar, fakir öğrencilere yardım ediyorlar, yurt vb. sağlıyorlar. Okullar açıyorlar ve bu okulları dünya çapında yayıyorlar. Bunları da topladıkları yardımlarla yapıyorlar. Yardım toplayan insanların söylemleri ve faaliyetlerini, özellikle de sanki kendileri için para topluyormuş gibi canla başla çalışmalarını hep hayranlıkla seyretmiştim.
Fakat bu memleket seyahatimde ve burada, Ankara'da öğrendiğim bazı şeyler beni bu hayal aleminden uyandırdı.
Tarikat ve cemaatler para toplama, yani onların tabiriyle yardım toplama faaliyetini belli bir sistem içinde yapıyorlar ve bu parayı da belli bir oranda bölüşüyorlarmış. Mesela Fethullah Gülen Cemaatini para toplama sistemi şu şekilde işliyormuş. Para toplayan kişiye toplanan paranın %30'u çalışmasının karşılığı olarak veriliyormuş. Paranın kalan kısmı da alt seviyede sorumlulardan en üst seviyedeki sorumlulara belli bir oranda dağıtılıyormuş. Kalan belirli bir miktar da fakir öğrencilere yardım ve okullar için ayrılıyormuş.
Yani bu hayır işi bir saadet zinciri gibi ticari bir işlem olarak yürütülüyormuş. Şimdi yardım toplayanların neden o kadar canla başla çalıştığını anlamak daha kolay değil mi?
Bu paranın toplanması bize ne zarar verir diyeceksiniz. Sonuçta alan memnun, veren memnun...
Ama olaya bir de şu açıdan bakalım. Burada bir dolandırıcılık söz konusu değil mi? Öğrencilere yardım edilecek diye halkın verdiği paraların bir saadet zinciri içinde dağıtılması dolandırıcılık ve sahtekarlık değil de nedir?
Peki bu bir ticari faaliyet haline getirildiyse, her ticari faaliyet gibi bu paraların da vergisi verilmesi gerekmiyor mu? Genel evde vücudunu satan zavallı kadınlardan bile vergi alan devletin bu emeksiz gelirden vergi alması gerekmiyor mu? Yani neresinden bakarsanız bakın burada bir suç işlenmiyor mu? Vergi kaçırma suçu işlenmiyor mu?
Benim cemaat üyesi olan bazı tanıdıklarım var. Bunların yaptığı iş ve gelir seviyeleri belli. Ama yıllar geçtikçe hızla kalkındılar. Bu nasıl oluyor, ek iş filan mı yapıyorlar diye düşünüyordum. Bunu öğrenince ve onların da fakir öğrencilerin okutulması için hayır adı altında yardım topladıklarına şahit olduğumdan şimdi nasıl kalkındıkları hakkında bir fikrim var artık.
Bu insanlar dinden, imandan, ahiretten bahsediyorlar. Peki haksız kazanç haram değil mi? İnsanları kandırmak günah değil mi?
Tabii bu söylediklerim benim başkalarından duyduklarım ve kendi gözlemlerim üzerine yaptığım yorumlardır. Yine de kimseyi haksız yere itham edip günahına girmek istemem.
Ama birisinin çıkıp bana bu sorularımın cevabını vermesi ve beni aydınlatması gerekiyor.
Aksi takdirde ben bundan sonra cemaat ve tarikatlara dini organizasyonlar olarak değil de Titanvari dolandırıcılık şebekeleri ve saadet zincirleri olarak bakacağım.
Fethullah Gülen Cemaati örneğini verdiğimiz için diğerleri böyle değil diye düşünmeyin.
Diğerleri hakkında da gerek bunların içine girenlerden ve gerekse yakın gözlemlerde bulunanlardan çok daha vahim iddialar dinledim.
Onlardan da başka bir yazımda bahsedeceğim.
Bana sorarsanız yardım adı altında para toplayan hiç kimseye para vermeyin.
Hele de size herhangi bir dernek veya yasal kuruluşun resmi bir dekontunu vererek sizden bu parayı yasal olarak topladığını ispat edemeyenlere asla.
Verirseniz hem kendinizi geri zekalı yerine koymuş olursunuz, hem de yolsuzluğu ve kanunsuzluğu desteklemiş olursunuz.
Yani sevap işleyeyim derken günaha girersiniz.

Saygılar sunarım.
6.4.2015


1 Ocak 2014 Çarşamba

TSK'da neler oluyor? Yeni bir darbe mi geliyor? Cemaat lideri Fethullah Gülen neden musalla taşı ile uyarıda bulunuyor? Cumhurbaşkanı Abdullah Gül neden darbeden bahsediyor?


Hükumet; ayakkabı kutularında çıkan paraların kamuoyuna yansıdığı operasyonlardan sonra Fethullah Gülen Cemaati’nin, devletin önemli tüm kurumlarına sızarak paralel devlet haline geldiğini iddia etmeye başladı. Herkesin bildiği gibi bunun bir doğruluk payı da var. Ama hükumet bu söylemin ne anlama geldiğini tam olarak açıklamamakta ve nedense hep polis ve yargı üzerindeki sızmalardan bahsetmektedir.
Peki, neden Silahlı Kuvvetlerden hiç bahsetmiyorlar?
Cemaat Silahlı Kuvvetlerde de aynı yapılanmayı kurmadı mı?
Benim değerlendirmeme göre evet, kurdu.
Bunu neye dayanarak söylediğim sorulabilir.
Anlatayım.
Sanırım iki yıl önceydi. Bir emekli Tümgeneral Türkçe olimpiyatlarında sahneye çıkıp konuşma yaptı. Her iki kelimesinden sonra muhterem Fethullah Hocaefendi diyordu. Bu generalin görev yaptığı dönemde YAŞ'ta çok titiz incelemeler yapılıyor ve tarikat/cemaat bağlantılı subay ve astsubaylar ordudan atılıyordu. Peki, bu general emekli olduktan sonra mı Cemaatçi oldu? Sanmıyorum. Kanaatimce daha önce ''uyuyan ajan'' olarak sızdırılanlardandı. Ama emekli olana kadar tespit edilememiş, kendisi de deşifre olmadan o rütbeye kadar gelebilmiştir.
Bu, uyuyan ajan sözüne biraz açıklık getireyim.
2008 yılında, Ankara'da bir lokantada yemek yiyordum. Yan masada, görünümlerinden (Takım elbiseli ve kravatlı idiler.) devlet memuru olduğunu sandığım 3-4 kişinin konuşmaları dikkatimi çekmiş ve kulak misafiri olmuştum.
Bu şahısların konuşmaları özetle şöyleydi: ''Cemaatin elinde bazı kasetler varmış. Bu kasetler şifreli olduğundan açamıyorlarmış. Kasetler emekli Tuğgeneral Veli Küçük ve Cumhuriyet mitinglerini yapanlarla ilgiliymiş. Cumhuriyet mitingleri ve bunların emekli askerler ile bağlantıları cemaati çok endişelendiriyormuş. Bu gidişatın önü kesilmezse durum kendileri için çok kötü bir şekilde gelişebilirmiş. Cemaat bu gelişmeleri engellemek ve ters istikamete çevirmek için bir çalışma içindeymiş. Bunu da polis ve yargı üzerinden yapacaklarmış.
Cemaat bir kaç emin ev ayarlamış. Buraya, bazıları cinsi sapık ta olan bazı hackerler yerleştirip bu gençlere (çocuklar diyorlardı) bol miktarda içki, yemek ve para veriyorlarmış. Bu hackerlerden biri aynı zamanda esrarkeş ve porno film düşkünü biriymiş. Bu çocuklara, bu CD'lerin şifresini kırdırıp çıkan bilgilere ellerindeki bilgileri de katarak bir düzenleme yapacaklar, polis ve yargıdaki adamları vasıtasıyla bu şahısları adım adım mahkeme sürecine sokup daha sonra emekli ve hala çalışan bazı ordu mensupları ve bazı gazeteciler hakkında, gelişmelere göre davalar artıracaklarmış.
Fethullah Hoca askeriyeye operasyon için fetva vermiş. Cemaat bu konuda kesin kararlıymış. Fethullah hoca ayrıca başka bir fetva da vermiş. Orduya subay yetiştiren okullara, daha önce cemaat okullarında kaydı olmayan gençler sızdırılacak ve önemli yerlere gelmeleri için desteklenecekmiş. Çok önceden beri denedikleri bu yöntem; orduya giren bu subayların namaz kılıp oruç tutmaları, daha önce cemaat okulları veya dershaneleri ile bağlantıları olmaları gibi sebeplerle deşifre olup tasfiye ediliyorlar ve bu sebepten cemaat mensupları ordudaki kritik yerleri yeteri kadar başarıyla ele geçiremiyormuş. Hocanın yeni fetvası bu mahsuru ortadan kaldırmaya yönelikmiş. Yeni sızdırılan kişiler daha önce cemaatle okul veya dershane gibi bağlantısı olmayan çocuklardan seçilecekmiş. Bu öğrenciler okurken ve subay olduktan sora en laik subaydan daha laik davranacaklarmış. Kesinlikle namaz kılmayacaklar ve oruç tutmayacaklarmış. İçki içecek ve evlendiklerinde eşleri de çok açık giyineceklermiş. Burada kullanılan cümle şöyleydi: 'Başkaları bir kadeh içiyorsa bizimkiler üç kadeh içecek, başkalarının eşleri diz hizasında etek giyiyorsa bizimkilerin eşleri mini etek giyecek. Konuşmalarında ve tavırlarında da tavizsiz laiklik taraftarı görünecekler. Ta ki, önemli yerlere gelinceye kadar.' Konuşanların iddiasına göre o yıl Kara Harp Okuluna bu özellikte 50 kişi sokulmuş.''
İşte uyuyan ajan böyle bir şeydir. Kendisine görev verilene kadar normal bir insan gibi yaşayan, ama aslında belli bir amaç için bir ülkeye veya kuruma sızdırılmış kişidir uyuyan ajan. Emir verilene kadar herhangi bir ajanlık faaliyetinde bulunmaz. Sıradan insanların arasına karışır ve dikkat çekmez.
Tabii tüm bu duyduklarım bu 3-4 kişinin boş konuşmaları da olabilir.
Ancak adamlar ne konuştuysa daha sonraki yıllarda bir bir ortaya çıktı.
Operasyonlar ve CD'leri herkes biliyor.
Ama sızmalar konusunda kimsenin bir şey dediği yok. Nejdet Özel'in Genelkurmay Başkanı seçildiği YAŞ'tan başlayarak irticai sebeplerle ordudan atılan kimse de yok.
Şimdi size bir şey anlatacağım.
Orduda terfi sezonu hazırlıkları bir önceki yılın terfilerinden kısa süre sonra (Eylül-Ekim aylarında) başlar. Önce ilgili kuvvetlerde Personel Başkanlıklarında bir sonraki yılda terfi sırasında olanların listeleri çıkarılır. Bunlar sicil, takdirname vb. notlarına göre belli bir sıraya konulur. Bu sırada personel başkanlıkları ve bu başkanlıklardaki kurmay şubelerde görevli kişiler aşağı yukarı kimlerin terfi edebileceğini yaptıkları listelerden görürler.
Şimdi burada da bir konuya vurgu yapmak istiyorum.
İnternette açılan bazı sitelerde, her yıl,  bir sonraki yıl terfi sırasında olan subaylar ve generaller hakkında bu kişileri itibarsızlaştırmaya yönelik iddialar da Eylül-Ekim ayından itibaren başlar ve terfi zamanı olan Ağustos ayına doğru giderek yoğunlaşır. Açılan davalar ve bu davalarda tutuklama ve baskınlar da bu tarihlerle büyük bir örtüşme gösterir. Peki, bu yayınları yapanlar, bu davaları açanlar ve tutuklamaları yapanlar bu terfi edecek kişileri nereden biliyorlar?
Bunları personel başkanlıklarında çalışanlar hariç kim bilebilir?
Acaba Genelkurmay ve Kuvvet personel başkanlıklarında cemaatin uyuyan ajanları olabilir mi?
Bilmiyorum ama olayları incelediğimde bana sanki varmış gibi geliyor. Sanki birileri anketlerde sıralama yapacak personeli etkilemeye çalışmakta ve sürekli karalama kampanyaları düzenlemektedir.
Çünkü bu terfi sıralamasında olan personel listeleri anket yapılması için (Her albay kendisi hariç terfie layık gördüğü belli sayıda albayı listeden seçer ve verilen bir form'a yazar. Bu anket her rütbedeki aday için kendi rütbesindeki kişiler ve kendisinden kıdemli generallerce doldurulur.) birliklere gönderilir. Formlar Ocak-Şubat aylarında doldurulur ve kuvvetlere gider. Bu formlara göre kuvvetlerde sıralama yapılır.
İlginçtir bu sürece paralel olarak İnternet yayınları da artar.
Peki, bu yayınlar neden bu dönemlerde artar?
Acaba bu listelere bakıp, kendi adamlarını gerilerde görüp, ön sıralardaki diğer subay ve generalleri etkisizleştirerek kendi adamlarının önünü açmak ve terfi şanslarını artırmak için bazı kişi veya oluşumlar (cemaat vb.) tarafından böyle planlı eylemler yapılıyor olabilir mi?
Bunu da bilmiyorum. Ama bunun da böyle olabileceğini değerlendiriyorum. Bence,  anketlerde tüm çabalarına rağmen üst sıralarda çıkan kendilerinden olmayan kişiler YAŞ sürecinin karar vericileri gözünde yıpratılmaya çalışılmaktadır.
Ben bu konuyu daha fazla uzatmayacağım.
Terfi süreci ve karalama, itibarsızlaştırma kampanyalarının paralelliğini gazetelerden inceleyen herkes rahatça bir kanaate sahip olabilir.
Ben, silahlı kuvvetlerde çalışırken terfi sırasında kimler var ve bunların terfi şansları nedir bilemezken bunları tespit edip karalama kampanyasını dışarıdan birisi nasıl yapabilir ki?
İçeriden bazı ajanlar olmadan tüm bunlar yapılabilir mi?
Bu konu çok dikkatle araştırılması gereken bir konu değil midir?
Peki, araştırılmış mıdır?
Bilmiyorum.
Araştırıldığını duymadım.
Şimdi günümüze gelelim.
Sanırım dün Fethullah Gülen hükumet üyelerini kastederek musalla taşını işaret etmiş.
Yani sonunuz ölüm demek istiyor.
Peki, bunu nasıl yapacak?
Bildiğim kadarıyla bunların silahlı bir terörist yapılanması yok.
Polis ve yargı ile de bunu yapamayacakları açık.
Hükumet kısa sürede yüzlerce tayin yaparak polis teşkilatını allak bullak etti.
Bunu orduya mı yaptırmayı düşünüyor acaba?
Bu gün yine bir haber dikkatimi çekti. Cumhurbaşkanı, seçimle gelenin seçimle gitmesi gerektiğini söylemiş. Darbelerin zararlı ve yanlış olduğuna işaret etmiş.
Peki, bu da nereden çıktı şimdi?
Acaba cumhurbaşkanının bir darbe beklentisi mi var?
Fethullah Gülen'in musalla taşı işareti ile bunun bir bağlantısı mı var?
Ordu ve cemaat birleşip darbe mi yapacak. Aynı yeniçeriler ve Bektaşi tekkeleri (ve ulemanın desteğiyle tabii ki) bir hareket içine mi girecekler.
Bilmiyorum.
Açıkçası bunu çok mümkün de görmüyorum ama çekincelerim de yok değil.
Çünkü, burası Türkiye.
Burada her şey mümkün gibi görünüyor.
Hükumet cemaatle birleşip kendi idaresindeki bir devlet kurumu olan Orduya operasyon yapabiliyor.
Meydanı boş bulan hükumet üyeleri fütursuzca ayakkabı kutularında evlerine para taşıyabiliyor.
Gücü kim kullanacak kavgasından cemaat ve hükumet çatışmaya girebiliyor ve başı ABD'de olan bu cemaat hükumetin bu açıklarını kullanarak sivil darbe diye tanımlanan bir operasyon yapabiliyor.
Bu durum, ''Postmodern darbemiz vardı şimdi de dost modern darbemiz oldu.'' diye espri konusu bile olabiliyor.
Bunları ben değil ülkenin başbakanı, bakanları ve gazetecileri söylüyor.
Bu kadar acayip bir ülkede her şey olabilir diye düşünmemek elde değil.
Ülkemiz tam bir kaos içine girmiş durumda.
Devleti yönetenler tam bir acz içindeler.
Tüm devlet mekanizmaları elindeyken hukuki ve güvenlik açısından gerekeni yapamıyorlar ve aczlerini ortaya koyarcasına; ''Paralel devlet var. Dış güçler operasyon yapmaya çalışıyor. vb.'' şeklinde sızlanıp duruyorlar.
Kardeşim. Bunları neden bana anlatıyorsunuz?
Benim polisim, MİT'im mi var?
Bütün devlet kurumlarını siz yönetmiyor musunuz?
Neden bunları kullanarak ülkeye operasyon yapılmasını engellemiyorsunuz da bana ağlaşıyorsunuz?
Beceriksiz misiniz?
Beceremiyorsanız istifa da mı edemiyorsunuz?
Bırakın bu devleti yönetebilecek olanlar yönetsin o zaman.
Neden ülkeyi kaosa sürüklüyorsunuz.
Ben, Osmanlıdan günümüze asker siyaset ilişkileri konulu bir araştırma yapmıştım. Bunu yaparken tarih boyunca yaşadığımız isyan ve darbeleri de incelemiştim.
Bu gün görüyorum ki tarihte meydana gelmiş isyan ve darbelerin öncesinde ortaya çıkan şartlar bugün de ortaya çıkmış durumdadır.
Ama hala tedbir alınacak zaman vardır.
Ancak bu kaos ve yönetim zafiyeti, bu rüşvet, hırsızlık, iltimas vb. söylentileri devam ederse; bu durum ekonomide ani bir gerilemeye de sebep olursa, enflasyon, işsizlik ve develüasyon arka arkaya gelirse durum daha da kötüleşebilir.
Tam olarak darbe şartları ortaya çıkabilir.
Acaba cemaatin amacı da bu mudur?
Ülkeyi bir kaosa ve darbe ortamına mı hazırlamaktadır?
Acaba darbeciler cemaatin gizli ajanları mı olacaktır?
Bunlar tamamen komplo teorisi gibi gelebilir. Ama tarihimize bir bakın.
Balkan savaşından bir gün önce bir bakan; ‘’Balkanlardan imanım kadar eminim.’’ Diyordu.
1960 darbesi öncesi darbe hazırlığını ihbar eden subay hariç kimse cezalandırılmadı. Çünkü darbe yapılabileceği düşünülmüyordu.
Daha bir çok örnek verilebilir.
Ben yine de bu ihtimali bir düşünün diyorum.
Yoksa durup dururken bu musalla taşı edebiyatı nereden çıktı?
Cumhurbaşkanı neden darbe vurgusu yapıyor?
Değil mi?
Şüphe insanı rahat koymaz ama bir çok beladan da korur.

Saygılar sunarım.




24 Aralık 2013 Salı

Fethullah Gülen Cemaati ve AKP Hükümet savaşının sebepleri.



3.12.2013 Tarihinde; ''Kılıçdaroğlu ABD'ye niye gitti? Tarikat, cemaat, siyaset ve ABD ilişkileri.''  Başlığıyla Yazdığım Uzun Bir Yazının Son Bölümünü Burada Tekrar Yayınlıyorum. Çünkü bu günlerde yaşanan olaylar açısından oldukça güncel ve isabetli bilgiler vermişiz.

Cemaatçiler, Silahlı Kuvvetlerin etkisiz hale getirilmesi operasyonunda o kadar başarılı oldular ki, başlangıçta buna kendileri bile şaşırdılar. Çünkü silahlı kuvvetler bu tür bir saldırıya hazırlıklı değildi. Fakat kısa süre sonra bu başarı başlarını döndürdü ve pervasızca hareket etmeye başladılar. Devlet içinde devlet haline gelip her istedikleri yeri kendilerininmiş gibi işgal etmeye giriştiler.

Bu durum doğal olarak hükumet çevrelerini rahatsız etti ve iki taraf ta bir birine karşı mevzi almaya başladılar. Daha sonra cemaatin uluslar arası politikaları ile hükumetin uluslararası politikaları birbirine uymamaya ve çatışmaya başladı. Cemaat liderinin emir verir tarzda konuşmaları, kendisi de bir liderlik histerisine kapılmış olan başbakanımızı giderek daha da rahatsız etmeye başladı. Hele memur sınavları dahil her şeyin hükumetin müdahale edemeyeceği şekilde cemaatin kontrolüne girmeye başlaması kabul edilebilecek gibi değildi. Halk başbakana oy vermiş ancak devleti perde gerisinden Fuethullah Gülen idare etmeye başlamıştı. 

Bunun üzerine hükumet savaş planlarını yapmaya başladı. Bunu, içerideki adamları vasıtası ile öğrenen cemaat te (/kaset kayıtları, belgeler vb.) karşı saldırı için hazırlıklarına başladı. Çatışma bir süre suyun altında devam etse de cemaatin MİT Müsteşarı'nu yemeye çalışması, Mavi Marmara Olayında karşı cephede yer alması ve Gezi eylemlerinin cemaat tarafından el altından desteklenmesi artık çatışmayı gizlenemeyecek bir hale getirdi.

Cemaatin; Koç Grubu ve Sarıgül ile ilişkisi de ortaya çıkınca hükumet saldırı planlarını açıkça uygulamaya koydu. Polis istihbaratındaki cemaatçileri temizlendi, bazı devlet kademelerinde atamalar yapıldı ve Cemaatin ağırlık merkezi olduğunu değerlendirdikleri dershanelere darbeyi vurup cemaati etkisiz hale getirmeye girişildi. Cemaat de karşı saldırıya geçti ve bunu son zamanlarda kamuoyuna belge sızdırma sürecine kadar götürdü. Hükumet buna cevap olarak; Cemaatin şirketlerine ve cemaatle ilişkili kişilerin şirketlerine vergi denetimleri ile cevap verdi.

Şu anda herkes mevzilerini almış, birbirini kollamaktadır. Bu savaşın sonucu üçüncü tarafların tavrına göre değişebilir. Ancak esas önemli olan, cemaat ve hükumetin tabanını oluşturan insanlardır. Bu sebeple iki taraf ta seçilmiş kelimeler kullanarak bu kitleyi kendi tarafına çekmeye çalışmaktadır.

Yalnız önemli bir olay hızla yaklaşmakta ve hükumet cephesinde bir hassasiyet oluşturmaktadır. Yakında Yerel seçimler yapılacaktır. Bu seçimler hükumet için çok önemlidir. Çünkü hükumete olan desteği ortaya çıkaracak ve gelecek seçimler için bir gösterge olacaktır. Bu sebeple hükumet geçici bir ateşkes isteyebilir veya mevzii bir geri çekilme yapabilir. Ancak cemaati ikna edebileceğini sanmıyorum. Cemaat bu yerel seçimlerde, her yerde, hangi partiden olduğuna bakmaksızın, hükumetin karşısındaki en güçlü adayı destekleyecektir. Bunun sonucu olarak AKP birçok kalesinde belediye başkanlığını kaybedebilir.

Eğer Sarıgül İstanbul Belediye Başkanlığına seçilebilirse cemaat muhtemelen gelecek milletvekili seçimlerinde CHP'yi destekleyecektir. Zaten Kılıçdaroğlu da, hem cemaat çevrelerine hem de ABD'ye kendini pazarlamak için Washington'a gitmiştir. Muhtemelen kulağına bir şeyler fısıldanmış, görüşme ve talimat vermek için de oraya çağrılmıştır.  Eğer Kılıçdaroğlu ABD ve Cemaati ikna edebilirse gelecek günlerde Türkiye siyasi ve toplumsal yapısı yeni operasyonlara maruz kalacaktır. Bu operasyon sadece politik arenada değil, özel hayata ait görüntüler, yolsuzluk belgeleri ve ses kayıtlarının kamuoyuna sızdırılmasına kadar giden çok kanlı bir operasyon olacaktır.

Bekleyip göreceğiz.

Veya beklemeyip harekete geçeceğiz.

Türkiye şeyhler, dervişler devleti olmamalıdır.

Türkiye her istendiğinde operasyon yapılabilecek bir devlet de olmamalıdır.

Biz ne yapabiliriz?

Çok şey!

Ben tek başıma ne yapabilirim ki!

Yağmur damlası da küçücüktür ama milyonlarcası bir araya gelince sağanak olur, sel olur, gölleri, dereleri, denizleri doldurur.

Demokrasilerde her şey mümkündür.

Demokrasi de zaten bunun için iyi bir yönetimdir.

Saygılar sunarım.





22 Aralık 2013 Pazar

AKP Hükümetİ-Fethullah Gülen Cemaati ve Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)Savaşları.


(Fethullah Gülen Cemaati, paralel devlet, vesayet rejimi, yolsuzluk soruşturmaları, Balyoz davası, casusluk davası, Ergenekon davası, Zekeriya Öz, Cumhuriyet Baş Savcısı, polis.)


Burada konuyu uzun uzun incelemeye gerek görmüyorum. Çünkü olaylar çok taze ve halen yaşanmaktadır. Onun için doğrudan benim çıkardığım sonuçlara geçeceğim.

1. Ordu siyasete karışmamalıdır. Bunu için her türlü yasal ve idari düzenleme yapılmalıdır.

2. Tek parti iktidarı ve güçlü lider; demokrasi ve bireysel hak ve özgürlükler açısından zararlıdır. Mevcut yapı değiştirilmeli, güçlü hükumetleri dengeleyecek bir yönetsel yapı (mesela 2'nci bir meclis veya senato olması gibi) oluşturulmalıdır.
3. Cemaatler ve tarikatlar kontrol altına alınmalı, devlete ve siyasete hakim olmaları ve müdahaleleri önlenmelidir.

Devlet tüm milletin devletidir. Onun için millet tarafından yönetilmelidir. Ne askere, ne cemaatlere ve nede güçlü liderlere/partilere koşulsuz teslim edilmemelidir.

Toplum örgütlenmeli ve yönetimde etkin olma hakkı daha geniş halk tabakalarına yayılmalıdır.

Ben askerim, devletin sahibi benim zihniyetine,
Ben cemaatim, dindarım bu devlete ben çörekleneceğim diyen zihniyete,
Halk beni seçti, demokrasi demek sandık demek, onun için bir dahaki seçime kadar ne yaparsam yapayım bana karışamazsınız diyen zihniyete karşı tedbir alınmalıdır.

Demokrasilerde seçim yapılması halkın otoriter bir sisteme karşı kendini koruması için istediği zaman yönetimi değiştirme yetkisini elinde bulundurması içindir. Yoksa bazılarının anladığı gibi; halk beni şu kadar süre için seçti, bu süre zarfında ben her istediğimi yaparım, kimse de beni değiştiremez diyebilmesi için değildir. Yani demokrasilerde yönetimin değişmesi için halkın gelecek seçimi beklemek gibi bir zorunluluğu yoktur. İktidara gelince milletin beklentilerinden uzaklaşan, otoriterleşen, özgürlükleri kısıtlayan veya devleti genel anlamda iyi yönetemeyen partilerin iktidardan düşürülmesi için yapısal mekanizmalar kurulmalıdır.

Millet, bir partiye 4-5 sene ülkeyi yönetmesi için oy verdi diye o iktidarın her şeyine katlanmak mecburiyetinde değildir.

Milletin bu gücü elinde bulundurması ve etkili bir şekilde kullanabilmesi için sivil toplum güçlendirilmelidir.
Örgütlü, yönetime katılan, haklarını bilen ve sahip çıkan bir toplumda; asker de, din adamları da, güçlü liderler de toplum üzerinde tahakküm kuramazlar. Bu sebeple toplum örgütlenmeli, bilinçlenmeli ve hak ve özgürlüklerine sahip çıkmalıdır.

Saygılar sunarım.

3 Aralık 2013 Salı

Kılıçdaroğlu ABD'ye niye gitti? Tarikat, cemaat, siyaset, CHP ve ABD ilişkileri.


Son günlerde Cemaat-Hükümet savaşları son gaz devam ediyor. Son olarak hükumetin, cemaati bitirme planı ortaya çıktı. Ama aslında Cemaatin de hükumeti bitirme planı olduğunu kimse söylemiyor.

Bunların (cemaat ve AKP kurucularının), taa Milli Selamet Partisi zamanından beri ilişkilerine bir bakın. 
Ne zaman cemaat hükumetin siyasi olarak geldiği çizgideki partileri desteklemiş? 
Hiçbir zaman!
Yani bunların kökleri derinlerde olan anlaşmazlıkları var. 
Süleymancılar diye bir tarikattan daha önceki yazılarımda bahsetmiştim. Bu tarikat ta hükumet çizgisindeki eski partileri hiç desteklemedi geçmişte. Bu hükumet iktidara gelirken destek verdi ama sonra başka partiye kaydı.

İnsanlarda genel bir yanlış değerlendirme olduğunu düşünüyorum. Cemaatler veya tarikatlar denilince hepsini bir kategoriye sokma eğilimi var. Aslında tarikatlar ve cemaatlerin birbiri ile ortaklıkları ancak zorunlu hallerde oluyor. Diğer zamanlarda bir tarikat veya cemaatin en büyük rakibi diğer tarikat veya cemaattir. 

Ben çocukluğumda; Süleymancı bir müezzin ile Nurcu bir imamın Cuma namazı esnasında camide kavgalarını, caminin genelde gençlerin bulunduğu üst katından seyrettiğimde bunu ilk defa görmüş ve şaşırmıştım. Sonra kavga sebeplerini sordum. İkisi ayrı tarikattan ve birbirlerine düşmanlar diye anlatmışlardı bana. O zaman çok şaşırmıştım. Dini iki akım neden birbirine düşman olsun ki?

Daha sonraları, tarikatlar ve dini akımlar hakkında hem dışarıdan birileri tarafından yazılmış, hem de içeriden birileri tarafından yazılan bazı kitaplar okudum. Bundan sonra bende oluşan kanaat şu:

Tarikatlar sadece dini topluluklar değildir. Bunların esinlendiği din dışı unsurlar da vardır. Yani aslında her tarikatın ayrı bir felsefesi, ayrı bir din anlayışı, ayrı bir dünya görüşü vardır. Mesela çoğu insanın adını bile duymadığı ama Türkiye'de oldukça yaygın olan Melamilik'ten bahsedelim. Hala sırcı (Batıni) anlayışları devam ediyor. Unvan, sakal ve cübbe gibi şeylere itibar etmiyorlar, Kur'anı yorumlama biçimleri bile farklı. Görüntüleri bulundukları yere uyumlu, çok temiz, çalışkan ve düzenli insanlar. Herkesin çalışarak ekmeğini kazanmasını savunuyorlar. Aslında bunlara bakarsak içlerinde; batınİ unsurlar gibi Şeyh Bedrettin ve hocası Hüseyin Ahlati ekolünün de etkileri görülebilmektedir.

Öte yandan daha klasik dini anlayışa yakın duran Nakşibendi ve Nurcular biraz daha farklılar. Daha tutucu, daha içe kapanık bir yapıdalar. Aslında kurucusu, bu günkü Özbekistan'da yaşamış bir Türk olan Nakşibendilik te zamanının dini ve felsefi akımlarından çok etkilenmiş. Aynı bölgede yaşayan Hoca Ahmet Yesevi, içinde yaşadığı toplum ve onun kültürüyle bütünleşen daha yerel bir İslama kayarken bunlar daha enternasyonel bir anlayışla daha kuralcı bir yapı oluşturmuşlar. Daha sonra Ortadoğu ve İran coğrafyasına yayılan bu tarikat (Nakşibendilik) burada bu bölgedeki yerleşik katı dini yapılanmadan etkilenmiş ve bizde de daha çok doğuda hakimiyet kurmuş. Dikkat edin Yesevilik ve ondan çıkan kollar tamamen Türkler arasında yaygınken Nakşibendilik Türkiye'de ve Türkiye dışında yaşayan diğer etnik topluluklar arasında da yaygındır. 

Tabii ki hayatın gerçeklerinden kimse kaçamaz. Nakşibendilik temel skolastik yapısını kısmen de olsa korumaya devam ederken artık bu elbisenin her bedene uymadığını gören bazı takipçileri bu yolu dönüştürmüşler. İşte bu dönüşümü yapıp yaygınlaşabilen en bilinen yol ise Nurculuk olmuştur. Nurculuğun kurucusu klasik din adamı hüviyetinden saparak daha mistik bir kişi olarak etkinlik kazanmış. Rahmetli Cemal Kutay bile Said-i Nursi'yi bir şamana benzettiğini söylemiştir. Çünkü yaşadığı coğrafya, insanların daha fazla batıl inancı olan, animist yaklaşımların hala etkili olduğu, okuma yazma oranının ise neredeyse sıfıra yakın olduğu bir coğrafyadır. Bu sebeple onun öğretilerine bakarsanız Kur'anın yorumu da sanki gökten bir ilham alıyormuş edasıyla yapılarak yeni kutsal metinler olarak (Risale-i nur) ortaya çıkmıştır. Yani Nurcuların en çok okuduğu kitap kur'an değil onun Said-i Nursi tarafından yapılan yorumlarıdır. Saidi Nursi'nin ölümünden sonra da  yeni kırılmalar ortaya çıktı. Bunun kitapları ile yetişenler gittikleri yeni yerlerde, oraların şartlarına, oradaki topluma ve zamanın getirdiği değişikliklere göre yeni yorumlar yapmışlar. 

Bu arada şehir yapılanmaları daha zayıf kalmış ve kırsalda daha çok faaliyet göstermişler. Bunun da bence üç sebebi var. Laik devletin kontrolü şehirlerde daha fazla iken kırsalda bu kontrol daha az olduğundan daha rahat faaliyet gösterebilmişler. Diğer taraftan, şehirde modern bilgilerle yetişmiş, okumuş kesim varken köylerde eğitim o kadar çabuk yayılamamış ve bu insanlar etkilenmeye daha müsait bir potansiyel olarak görülmüş. Ve en son olarak ta; ülke nüfusunun çoğunluğu, daha yakın zamanlara kadar, köylerde yaşadığından zaten tarikatlarını pazarlayabilecekleri müşterilerin çoğu köylerde bulunuyordu.

Tabii ki; zaman, sosyal yapıdaki değişiklikler, ekonominin değişimi, ulaşım ve haberleşmedeki değişimler her geçen gün yeni bir dünya ortaya çıkarınca bu dini gruplar da, kimi daha hızlı kimi daha yavaş olmakla birlikte, bu değişimden etkilenmiş ve buna ayak uydurmaya, değişmeye ve dönüşmeye başlamışlardır.

Şimdi olayın diğer bir yönüne bakalım. Cumhuriyet dönemi boyunca tarikatlar (başlangıçta yaşadıklarının da etkisi ile) devlet organizmasından ve siyasetten uzak, kendi dünyalarında yaşamaya gayret etmişler. Çünkü kozalarından çıkarlarsa yok olabileceklerini görmüşler. Dolayısıyla kendilerine kurdukları kapalı sosyal, ekonomik ve dini grupların içinde kalmaya özen göstermişler. Bu durum Demokrat parti iktidarından sonra bir miktar değişime uğramış olsa da örgütlü bir siyasi İslan düşüncesi geniş kitleler tarafından çok ilgi görmemiş.

Bu tarikatlar; başlangıçta, devletin dini eğitim veren okullarının olmaması sebebiyle, cami imamlarını ve vaizleri yetiştiren okullar gibi faaliyet göstermişler. Bu dönemde her grup kendi adamını camilere yerleştirmek istediğinden aralarında bir mücadele ortamı oluşmuş. Fakat İmam Hatip Okulları kurulunca bu tarikatlarda yeni bir sıkıntı ortaya çıkmış. Dindar aileler çocuklarını bu okullara göndermeye başlayınca bunlar hem yeni eleman devşirme sıkıntısı yaşayacakları, hem de bir meslek kurumu olarak çalışmalarının ortadan kalkmasıyla cazibelerini yitirecekleri endişesine kapılmışlar. Bu dönemde bu cemaatler ve tarikatlar arasında mücadeleler savaş seviyesine varmış. Bunlar bu dönemde siyaset ile daha yakından ilgilenmeye başlamışlar. Ancak bu ilgilenme siyasi İslam gibi bir ideoloji şeklinde değil kendi, adamlarını milletvekili, imam, müftü yapma çabaları olarak ortaya çıkmış. Hepsi birbirinden farklı partileri desteklemiş. Bunların oy potansiyelini gören siyasetçiler de bunları birer oy deposu olarak dikkate almaya başlamışlar.

Ancak İmamhatipler giderek artmaya devam ediyormuş. Bu tarikat ve cemaatlerin tamamı en büyük İmamhatip düşmanları olmuşlar. Bunu başkasından duymuş gibi yazıyorum ama ben buna kendim de şahit oldum. Ben gençliğimde camiye bu gün olduğundan daha sık giderdim. Cami çevrelerinde, bazı tarikatlara mensup insanlarla da konuşurduk. Ben, bir potansiyel taraftar adayı olduğumdan değişik tarikatlara mensup insanlarla konuşma fırsatım olurdu. Bana hepsinin söylediği; ''İmam Hatipler dini bozan okullarıdır. İmam Hatip'ten mezun olan imamın arkasında namaz kılınmaz.'' şeklinde çok keskin ifadelerdi.

Ancak zaman hızla değişiyor ve Türkiye'de siyasetten toplum yapısına ve ekonomiye kadar her şey bundan etkileniyordu. Yavaş yavaş siyasal İslam fikirlerinin benim çevreme kadar yayıldığını hatırlıyorum. Bunlar klasik tarikatlardan farklı şeyler söylüyorlardı. Gazeteler, dergiler çıkarıyor, gençleri daha politik ama daha modern bir tarzda etkilemeye çalışıyorlardı. Bunlar İmamhatipleri kötülemiyor, tam aksine sayılarının artırılmasını istiyorlardı. Bu durum ise tarikatların çoğu ile aralarında sürtüşmelere sebep oluyordu. Bazı şehirli tarikat merkezleri bu yeni politik islamcıları desteklerken diğerleri ilginç bir şekilde bunlara hep uzak duruyordu. Mesela süleymancılar hiçbir zaman MSP'ye ve onun devamı olan partilere oy vermediler, Fethullahçılar da öyle.

Ancak dünya değişiyor ve dünya ile beraber Türkiye'de değişmeye ayak uyduruyordu. ABD merkezli yeşil kuşak teorileri Türkiye'de de sonuçlarını göstermeye, siyasete bulaşan İslamın yeni yeni sonuçları tüm İslam coğrafyasında olduğu gibi Türkiye'de de ortaya çıkmaya başlıyordu. Artık din ve dini gruplar daha etkili bir hale gelmişti. 12 Eylül darbesinin lideri bile televizyon ekranlarından halka dini bilgiler vermeye çalışarak hitap ediyordu.

80 darbesi çoğu şey gibi tarikatlar için de bir dönüm noktası oldu. Ekonomisi ve teknolojisi zayıf ta olsa belli bir seviyeye gelen, bazı sermaye odakları oluşturabilen, nüfusu oldukça artmış, şehirlerde de önemli bir nüfusu birikmiş olan Türkiye için, mevcut ekonomik ve siyasi düzen artık yetersiz geliyordu. Politik liderler ise bu durumu fark edememişler ve kendi aralarında kavga etmek ile meşguldüler. Ülkede önemli bir güvenlik sorunu da vardı. İdeolojik yapılanmalar her gün yeni çatışmalar yaratarak istikrarı bozuyordu. Öte yandan, ülkemizde palazlanmaya başlayan sanayi için iç pazar artık yeterli gelmiyor, sanayiciler dış pazarlara açılmak istiyorlardı. İthal ikameci üretim sisteminde belli bir gelişme olmuş, artık yavaş yavaş yerli model ve markalar ortaya çıkmaya başlamıştı. Dış ülkelerdeki kapitalist odaklar da Türk pazarına daha rahat girmek istiyorlardı. İşte bu tıkanıklık ve ortaya çıkan potansiyel yolu açmak için Türkiye'de çok alışık olduğumuz bir mekanizmayı harekete geçirdiler. Askerler darbe yaptılar.

Darbe sonrasında yönetimde önemli mevkilere gelen siviller ilginç bir biçimde liberal görüşlü ve dini gruplarla ilişkili kimselerdi. Ülkemiz, sermayenin önünü açacak şekilde dönüştürülmeye başladı. Askerler güvenliği sağlayıp uygun ortamı oluşturunca, görevinden istifa edip ABD'ye iktidar için hazırlanmaya giden Özal gerekli eğitim ve icazetleri alıp ülkeye dönerek parti kurdu ve iktidara geldi.

Özal'ın liberal ve dini eğilimli söylemleri tarikat ve cemaatlerin çoğuna çekici geldi. Artık ortaya çıkma, dünyaya varlıklarını daha yüksek sesle haykırma zamanlarının geldiğini düşündüler ve ANAP'ı desteklediler. Bunun farkına varamayan sol partiler hala eski söylemlerinde devam edince paramparça oldular ve hep hezimete uğradılar. Daha 70'li yıllarda bu dini grupların önemini kavrayan MHP ise söylemlerini dönüştürmüş ancak daha dindar kanadının kendisinden koparak yeni bir siyasi oluşum kurmasına engel olamamıştı.

Bu dönemde dini grupların tamamı ANAP'ı desteklediler. Liberalleri ve bazı sol gruplar ile milliyetçi grupları da yanına çeken ANAP büyük bir oy potansiyeline ulaşarak iktidar oldu. Bu ilk dönemde 1960'tan beri Demirel'in partisine oy veren Süleymancılar bile ANAP'a oy verdiler. Gerçi bunlar bu dönemlerde bir bölünme yaşayıp ikiye ayrılsalar da bir süre sonra ANAP içinde Nakşibendi ekolünün etkinliğini artırmasından rahatsız olup tekrar Demirel'in partisine dönmüşlerdir.

İşte Türkiye'deki bu köklü değişim, dini gruplarda da yeni yol ayrımlarına, yeni açılım ve dönüşümlere yol açtı.
Yeni sisteme uyum sağlamada yeterince hızlı davranamayan eski tarikat ve cemaat yapıları artık yeni oluşmaya başlayan bazı kitlelere hitap etmede yetersiz kalıyordu. Ticaret ve başka yollarla zenginleşen yeni bir zengin kesimi oluşmuş, köylü ve kapalı yapıları olan eski tarikatlar bunların ihtiyacını karşılayamaz duruma gelmişti. İşte bu şartlar yeni bir akım ve yeni bir lider ortaya çıkardı. İzmir gibi Türkiye'nin en batısında bulunan, kozmopolit ve modern bir toplumu barındıran bir şehir ise bu akımın filizlenmesi için oldukça uygun şartlar sunuyordu.

Daha 80 öncesinde vaazları ile insanları kendine bağlayan, hitabet sanatına hakim, sadece sözleri ile değil vücut diliyle de insanları etkileyen, kitlenin ruhunu yakalayan Fethullah Gülen yükselişe geçti. Akıllı bir insan olan Gülen, muhtemelen İzmir'de bazı Yahudi ve Hristiyan grupları da gözlemleme imkanı bulmuş ve esnek örgütlenme, paranın kullanımı, basının önemi gibi şeyleri çok iyi kavramıştı.  Yeni liberal ekonomik sistemden de faydalanan Gülen etrafındaki küçük topluluğu bu yeni şartlara göre yönlendirmeye başladı. Onları; ticaret yapmaya, gazete/dergi çıkarmaya, okullar açmaya teşvik etti. Napolyon gibi o da sürekli aynı şeyi tekrarlıyordu: Para, para, para!

''Hedefe giden her yol mubahtır.'' diye tabir edilebilen Makyevelist bir yaklaşımla Gülen, hiç bir güç odağı ile çatışmaya girmemeye çalıştı. Mevcut rejime doğrudan saldırmadan önce toplumu dönüştürmeye ve aynı zamanda kimseye çok hissettirmeden devleti ele geçirecek kendi elit grubunu yetiştirmeye çalıştı. Kendisine karşı olanlarla hiç çatışmaya girmedi. En sağdan en sola kadar her parti ile ilişki kurdu. Bir seçimde Ecevit'i bile destekledi. Askerler kendisine şüphe ile bakarken o askerlere methiyeler düzdü. Örgütünü yazılı bir hiyerarşiye sokmadan gevşek bağlarla yönetmeye ve büyütmeye çalıştı. Böylece takip ve imha edilme riski azaltılıyordu. 

Özellikle kendince kritik bazı mevkilere adamlarını yerleştirmeye başladı. Askeriye buna uyanıp adamlarının çoğunu ordudan atsa da bazı elemanları kalmayı başardı. Bunlar, daha sonra yeri geldiğinde, yine kendilerini açık etmeden kullanılacaktı. Sonra, polis teşkilatına sızmaya başladılar ve oldukça başarılı oldular. Bu dönemde cemaat okullarında eğitilen zeki çocuklar mühendislik bölümlerine değil de; hukuk, siyasal vb. gibi gelecekte devletin önemli kademelerine gelecek kişilerin yetiştiği okullara sokuldular. Yani ülkenin geleceğini ele geçirmek için hazırlanıyorlardı.

Ancak Gülen, yine de istediği gibi rahat hareket edemiyordu. Bir ara dinler arası diyalog ayaklarına papa ile görüşerek uluslar arası bir şahsiyet haline gelirken bir anda askerlerin müdahalesi ile hapse girme tehlikesi yaşıyordu. Fakat artık ABD gibi hegemon güçlerin dikkatini çekmiş, okullarını dünya çapında yayarak uluslar arası bir teşkilatın lideri haline gelmişti.

ABD'ye kaçmasına sebep olan mahkeme sürecinin ardından, artık yeni bir yol ayrımına geldiğini düşünmeye başladı. Türkiye'de orduya rağmen bir şey yapmak mümkün değildi. Bu sebeple orduyu bir şekilde alt etmeye karar verdi.
Bunun için dış odaklar da dahil Türkiye'deki tüm ordu karşıtı gruplarla ittifaklar kurmaya çalıştı. İlk olarak AKP hükumetinin arkasında tüm güçleri ile durmakla işe başladılar. Ardından; mutsuz liberaller, ideolojilerine inançlarını kaybetmiş ve şahsi çıkarları peşine düşmüş bazı eski solcular, para ve mevki düşkünü,renksiz kokusuz ama yetenekli bazı yeni yüzler de dahil her grupla ilişkiye geçtiler. Bunları; gazete ve dergilerinde köşe yazarlığı vermek, saçma sapan kitaplarının binlerce sayıda satın alınmasını sağlamak, üniversitelerinde hocalık vermek, bazı organizasyonlarda konuşmacı veya yönetici yapmak gibi bazı imkanlar vererek kendilerine bağladılar. Aslında fikir olarak hiç te uyum içinde olmadıkları AKP içine de kendi adamlarını teşkilat yöneticisi ve milletvekili olarak soktular.

Bu şekilde bir direnek noktası oluşturduktan sonra silahlı kuvvetlerin halledilmesine giriştiler. Ancak bazı sivil gruplar ''Atatürkçü Düşünce Dernekleri'' vb. isimlerle örgütler kurup hem hükumete hem de cemaate bir tehdit oluşturmaya başlamıştı. Bunlarla yaşanacak bir çatışma işleri daha kötü bir duruma getirebileceği gibi Fethullah Gülen'in politikalarına da uymuyordu. Stratejide ''Dolaylı Tutum'' denilen bir yöntemi uygulamaya koydular. Seçilen yöntem; insanların, kaynağı belirsiz merkezlerden servis edilen evrak ve belgelerle itibarsızlaştırılması, suçlanması sonra da Polis ve Yargı'da hükumet sayesinde çok önemli mevkilere gelen adamları vasıtasıyla etkisiz hale getirilmesi şeklinde uygulandı. Polisteki adamları vasıtasıyla yasa dışı dinlemeler yaptılar ve bunları istedikleri biçime sokarak, yine kim tarafından kurulduğu belli olmayan internet siteleri vasıtasıyla kamuoyuna sundular. Bunlar yapılırken değişik siyasi görüşlerden işbirliği içine giren kişilerce de bu olanların doğruluğunu topluma kabul ettirmek için yararlandılar. Her türlü basın ve yayın organından tek yönlü, sürekli ve koro halinde aynı şeyleri söyleyerek halkın beynini yıkadılar. Bir cemaatten beklenmeyecek şekilde ustalıkla psikolojik harp faaliyetleri icra ettiler. Muhtemelen iç ve dış işbirlikçi uzmanlardan da faydalandılar. Daha önce Silahlı Kuvvetler içine sızdırmayı başardıkları kişiler vasıtasıyla tahrif edilmiş veya yeniden oluşturulmuş bir sürü belgeyi ardı ardına basına ve savcılara ulaştırdılar. Zaten hukuk sisteminde çoğu önemli yerde bunların rahlei tedrisatından geçmiş kişiler bulunuyordu. Bu şekilde hem silahlı kuvvetlerin gücü kırılıyor, hem ordudan uzaklaştırılan kişilerin yerine kendi adamları veya kendilerine ses çıkarmayacak kişiler getiriliyor, hem de oluşan toplumsal muhalefet darbeci veya terörist denerek etkisizleştiriliyordu.

Bunda, o kadar başarılı oldular ki, başlangıçta buna kendileri bile şaşırdılar. Çünkü silahlı kuvvetler bu tür bir saldırıya hazırlıklı değildi. Fakat kısa süre sonra bu başarı başlarını döndürdü ve pervasızca hareket etmeye başladılar. Devlet içinde devlet haline gelip her istedikleri yeri kendilerininmiş gibi işgal etmeye giriştiler.

Bu durum doğal olarak hükumet çevrelerini rahatsız etti ve iki taraf ta bir birine karşı mevzi almaya başladılar. Daha sonra cemaatin uluslar arası politikaları ile hükumetin uluslararası politikaları birbirine uymamaya ve çatışmaya başladı. Cemaat liderinin emir verir tarzda konuşmaları, kendisi de bir liderlik histerisine kapılmış olan başbakanımızı giderek daha da rahatsız etmeye başladı. Hele memur sınavları dahil her şeyin hükumetin müdahale edemeyeceği şekilde cemaatin kontrolüne girmeye başlaması kabul edilebilecek gibi değildi. Halk başbakana oy vermiş ancak devleti perde gerisinden Fuethullah Gülen idare etmeye başlamıştı. 

Bunun üzerine hükumet savaş planlarını yapmaya başladı. Bunu, içerideki adamları vasıtası ile öğrenen cemaat te (/kaset kayıtları, belgeler vb.) karşı saldırı için hazırlıklarına başladı. Çatışma bir süre suyun altında devam etse de cemaatin MİT Müsteşarı'nu yemeye çalışması, Mavi Marmara Olayında karşı cephede yer alması ve Gezi eylemlerinin cemaat tarafından el altından desteklenmesi artık çatışmayı gizlenemeyecek bir hale getirdi.

Cemaatin; Koç Grubu ve Sarıgül ile ilişkisi de ortaya çıkınca hükumet saldırı planlarını açıkça uygulamaya koydu. Polis istihbaratındaki cemaatçileri temizlendi, bazı devlet kademelerinde atamalar yapıldı ve Cemaatin ağırlık merkezi olduğunu değerlendirdikleri dershanelere darbeyi vurup cemaati etkisiz hale getirmeye girişildi. Cemaat de karşı saldırıya geçti ve bunu son zamanlarda kamuoyuna belge sızdırma sürecine kadar götürdü. Hükumet buna cevap olarak; Cemaatin şirketlerine ve cemaatle ilişkili kişilerin şirketlerine vergi denetimleri ile cevap verdi.

Şu anda herkes mevzilerini almış, birbirini kollamaktadır. Bu savaşın sonucu üçüncü tarafların tavrına göre değişebilir. Ancak esas önemli olan, cemaat ve hükumetin tabanını oluşturan insanlardır. Bu sebeple iki taraf ta seçilmiş kelimeler kullanarak bu kitleyi kendi tarafına çekmeye çalışmaktadır.

Yalnız önemli bir olay hızla yaklaşmakta ve hükumet cephesinde bir hassasiyet oluşturmaktadır. Yakında Yerel seçimler yapılacaktır. Bu seçimler hükumet için çok önemlidir. Çünkü hükumete olan desteği ortaya çıkaracak ve gelecek seçimler için bir gösterge olacaktır. Bu sebeple hükumet geçici bir ateşkes isteyebilir veya mevzii bir geri çekilme yapabilir. Ancak cemaati ikna edebileceğini sanmıyorum. Cemaat bu yerel seçimlerde, her yerde, hangi partiden olduğuna bakmaksızın, hükumetin karşısındaki en güçlü adayı destekleyecektir. Bunun sonucu olarak AKP birçok kalesinde belediye başkanlığını kaybedebilir.

Eğer Sarıgül İstanbul Belediye Başkanlığına seçilebilirse cemaat muhtemelen gelecek milletvekili seçimlerinde CHP'yi destekleyecektir. Zaten Kılıçdaroğlu da, hem cemaat çevrelerine hem de ABD'ye kendini pazarlamak için Washington'a gitmiştir. Muhtemelen kulağına bir şeyler fısıldanmış, görüşme ve talimat vermek için de oraya çağrılmıştır.  Eğer Kılıçdaroğlu ABD ve Cemaati ikna edebilirse gelecek günlerde Türkiye siyasi ve toplumsal yapısı yeni operasyonlara maruz kalacaktır. Bu operasyon sadece politik arenada değil, özel hayata ait görüntüler, yolsuzluk belgeleri ve ses kayıtlarının kamuoyuna sızdırılmasına kadar giden çok kanlı bir operasyon olacaktır.

Bekleyip göreceğiz.

Veya beklemeyip harekete geçeceğiz.

Türkiye şeyhler, dervişler devleti olmamalıdır.

Türkiye her istendiğinde operasyon yapılabilecek bir devlet de olmamalıdır.

Biz ne yapabiliriz?

Çok şey!

Ben tek başıma ne yapabilirim ki!

Yağmur damlası da küçücüktür ama milyonlarcası bir araya gelince sağanak olur, sel olur, gölleri, dereleri, denizleri doldurur.

Demokrasilerde her şey mümkündür.

Demokrasi de zaten bunun için iyi bir yönetimdir.

Saygılar sunarım.




28 Kasım 2013 Perşembe

Bir cemaatçinin (Fethullah Gülen Cemaati) göz yaşları: Bizim arkadaşlarımız dava için cennetlerini feda ettiler! (Cemaat Hükümet savaşında cemaat saldırılarına başlıyor.)


(Cemaat. Hükümet. Kaset. Komplo. Cennet. Arkadaş. Komplo teorisi. Askeri vesayet. Diktatörlük. Özgürlük.Demokrasi.) 

Son günlerde televizyonlarda bazı kişiler cemaatin artık hükümet hakkında bazı kasetleri piyasaya süreceğini daha sık telaffuz eder olmuştu. Bu gün okuduğumuz haberlerde ise bazı gazetecilere bu görüntülerin servis edilmeye başlandığını anlaşılmaktadır.
İddia o ki tanınmış bir kişinin yasak ilişki görüntüleri varmış bu kasette. Bazıları da bu kişinin tanınmış birinin kardeşi olduğunu söylüyor.
Şimdi ben de herkes gibi; ''Hükumet ettiğini buluyor. Daha önce askerler ve muhalefet partileri hakkında benzer karalama kampanyaları, Bizans oyunları yapılırken hesaplarına gelmediği için ses çıkarmamış, hatta buna çanak tutmuşlardı. Şimdi bulsunlar belalarını.'' diyebilirim.
Ama bu hem çok dürüst bir hareket olmaz hem de benim anlayışıma uymaz. Ben bu tipleri hiçbir zaman alkışlamam. Bunların verdiklerinin üzerine atlayan köstebek kılıklı tipleri de hiç sevmiyorum.
Neden böyle düşündüğümü söyleyeyim.
Eğer iddia edilen görüntüler bir kişinin bir başka kişiyle olan yasak ilişkisi ise bu hiç kimseyi ilgilendirmez. Özel hayata ait şeyler o kişilere ve onlarla ilgili olan yakınlarına ait özel alanlardır. Bu konu, devlet veya millet ile ilgili değilse, hiç kimse böyle bir görüntüyü kamuya yansıtma ve insanları itibarsızlaştırma hakkına sahip değildir. Hem artık teknolojideki gelişmeleri de göz önüne alırsak bu görüntülerin özel hazırlanmış komplolar olup olmadığını da hiçbir zaman bilemeyiz. Bu tür düzenbazlıklara prim vermek bence doğru değildir.
Eğer bu görüntüler devlet ve millet ile ilgiliyse de bu tür hareketleri hoş görmek mümkün değil. Eğer ortada bir suç varsa bunun başvuru makamı hukuk organları olmalıdır. Bir kişi böyle bir suçu bildiği halde uzun süre gizliyor ve uygun zamanda piyasaya veriyorsa bu kişi bu suçlu olduğu iddia edilen kişiden daha zararlı ve tehlikelidir. Kötü niyetli biridir. Şahsi veya grup çıkarları için insanları yasa dışı yollardan fişleyip elde ettiği bilgileri şantaj unsuru olarak kullanmaktadır. Suç işlemektedir.
Eğer bunu bir cemaat yapıyorsa bu durum daha da vahimdir.
Dini duygular, istismarı en kolay olan duygulardır. İnsanlar bir çok ülkede din adına, din ile hiç ilgisi olmayan bir sürü vahşilikleri, şerefsizlikleri ve günahkarlıkları büyük bir ibadet vecdi ile yapabilmektedirler.

Size birinden dinlediğim bir olayı anlatarak durumun vehameti hakkında biraz da olsa bilgi vereyim.
Bu kişi, cemaatin bir taraftarı (üyesi mi desem bilmiyorum çünkü bunlarda öyle resmi üyelik filan da yok) ile bir iş için görüşüyormuş. Görüşen bu kişi de dindar ve ibadetlerini eksiksiz yapmaya çalışan birisi. Biraz muhabbet ettiklerinde, bu cemaatçi, bunu da cemaatçi sanarak konuşmaya başlamış. Gözleri yaşararak orduya, emniyete ve devletin değişik kademelerine sızdırdıkları adamlardan bahsediyormuş. Diyormuş ki; ''Bizim arkadaşlarımız dava için cennetlerini feda ettiler!''
Benim konuştuğum kişi başta adamın ne demek istediğini anlamıyor ancak sonradan cemaatçinin yaptığı açıklamalardan uyanıyor. Cemaatçinin anlattığı konu çok korkutucu. Bu cemaat, devletin değişik kademelerine sızdırdıkları adamları yıllardır özel bir şekilde ve tam kompartmantasyon (genellikle gizli örgütlerde uygulanan, kimsenin, çok az kişi haricinde, kimseyi tanımadığı, küçük hücreler halinde örgütlenme biçimi) uygulayarak yetiştiriyormuş. Bu kişiler cemaat okullarına veya diğer cemaat kurumlarına, hatta cemaat çevrelerine bile sokulmuyormuş. Bunlar özel olarak belirli kişilerce hazırlanıyor, en iyi eğitimleri alması sağlanıyor ve istenen yerlere yerleştiriliyormuş. Yani istihbaratçıların diliyle adeta uyuyan ajan gibiymişler.
Bu kişiler, 90'lı yıllarda en laikçi çevrelere bile sızmış ve oldukça muteber kişiler olmuşlar. Çünkü hocaları (efendileri mi desem acaba) bunlara fetva vermiş ve demiş ki; ''Girdiğiniz ortamda insanlar bir bardak rakı içiyorsa siz iki bardak içeceksiniz, kadınlar dize kadar etek giyiyorsa sizin eşleriniz dizüstü etek giyecek. Bizimle irtibatlı olduğunuzdan kimse şüphelenmeyecek. Bizden kimse ile de doğrudan bir irtibat kurmayacaksınız. En önemli, en kritik yerlere gelinceye kadar kendinizi belli etmeyeceksiniz, gerekirse ilelebet ortaya çıkmayacak, kendinizi açık etmeyeceksiniz. Bizim içerideki gözümüz kulağımız olacaksınız.''
Meğer bu cemaatçi bu adamlar için ağlıyormuş.
Bu şekilde kurumlara sızan tipler içki içerek filan günah işleyecek ve cennete gidemeyecekler ya, ona üzülüyormuş.
Bizim için cennetlerini feda ettiler diyormuş.
Şimdi bu adamların ne kadar tehlikeli olduklarını bir düşünün. Bunlar Hasan Sabbah'ın Haşhaşilerinden bile tehlikeli insanlar. Bunlar ayrık otu gibi, kan yaşı gibi. Yolmakla, sürmekle, ilaçlamakla bitmezler.

Ben hükumetin bir çok politikasını beğenmiyorum. Kendilerine hiç oy vermedim ve bundan sonra da vermeyi düşünmüyorum. Ama bu adamlar hükumeti hırpalayacak diye de sevinemem. Oh ne güzel oldu da diyemem. Çünkü bu; fareden kurtulmak için evde yılan beslemeye benzer. Fare sizi uykusuz koymaz ama yılan serbestken asla uyuyamazsınız.
Hükumet seçimle geldi ve seçimle her zaman gidebilir. Ancak bunlar öyle değil. Bunlar her şeye, her yere, devletin ve toplumun en derin hücrelerine kadar sirayet ediyorlar.
Bunlar komplolar kuruyorlar. Bunlar insanlara baskı yapıyorlar. Bunlar derin bir korku yayarak insanları sindirmeye çalışıyorlar.
Maşallah, bu gün Başbakana kimse yüksek sesle bir şey söylemeye cesaret edemezken bunlar en ağır hakaretleri yapıyor, Nemrut, Firavun diyorlar.
Bu nasıl bir güven duygusudur?
Bu nasıl bir güçtür?

Ben toplumda hiç kimsenin bu kadar güçlü olmasını istemem. Çünkü aşırı güçlenen;bir insan da olsa, bir örgüt te olsa diğer insanlara zulmeder. Onlara tahakküm etmeye çalışır.
Hele bu güç, böyle ne oldukları, kiminle bağlantılı çalıştıkları, hangi gizli ilişkiler içinde oldukları bilinmeyen organizasyonların elindeyse sonuçları çok daha tehlikelidir.
Denetlenemeyen, toplum ve hukuk önünde hesap vermek zorunda olmayan hiç kimseye güvenemem.
Onun için ister dini olsun ister başka amaçla kurulmuş olsun hiç bir cemaate, hele de bunlara hiiiç güvenemem.
Kimse yanlış anlamasın. Ben dini cemaatlere karşı değilim. Bunlar hayatın gerçekleri. Belli bir ihtiyacı karşılıyorlar ki var olabiliyorlar. Ben dini cemaatlerin din dışına çıkmalarından rahatsız oluyorum.

Herkes uzun zamandır hep bir ağızdan bağırıyor. ''Demokrasilerde askeri vesayet olmaz!''
Bence de olmaz, doğru söylüyorlar. Askeri vesayet istemiyorum.
Bazıları da diyor ki; ''Diktatörler demokrasilerde olmaz.''
Haklılar, doğru söylüyorlar. Ben diktatörlerin bizi yönetmesini de istemiyorum.
Ama demokrasilerde cemaat zorbalığı hiç olmaz.
Ben; daha demokratik, daha özgür bir ülkede yaşamak istiyorum.
Demokrasiye ve özgürlüklere tehdit; ordudan da gelse, bir kişi veya partiden de gelse, bir cemaatten de gelse benim için fark etmez.
Yağmurdan kaçarken doluya tutulmayalım diyorum.
Saygılar sunarım.