.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

20 Şubat 2016 Cumartesi

Dikkat. Muhaberat başta olmak üzere yabancı istihbarat örgütlerinin hain planı: Türkiye'de mezhep çatışması (Alevi-Şii-Sünni) çıkarma planları.



    Türkiye'de mezhep çatışması.


Deniz BAYKAL, her ne olduysa birden bire CHP içinde muhalif bir hareket yaratmak için son günlerde bazı hamleler yapmaya başladı. Tabii bunu yaparken her ne kadar söylediklerinden çoğunda haklı olsa da Suriye üzerinden mezhepçilik yapmayı da ihmal etmedi. Bunun üzerine adamı partiden ihraç etmek için işlemler başladı. Partiye hakim olanlar da onun söylediği ve haklı olduğu şeyleri bir yana bırakarak mezhep konusu ile ilgili sözlerine yüklenerek bir linç kampanyası başlattılar. Ben bu konunun sadece CHP iç meselesi olduğunu sanmıyorum. Son yıllarda Türkiye'de oynanmaya başlanan mezhepçilik ve bunun üzerinden toplumu kamplara bölerek çatıştırma oyununun bir parçası olarak görüyorum. Bu yakılan ateşe nedense hem hükümet, hem CHP ve hem de Baykal gibi bazı özel ve tüzel kişiler de hevesle odun taşımakta ve ateşin alevlenerek Türkiye'yi yangın yerine dönüştürmeye çalışmaktadır.
    Bu oyunun temel argümanı Suriye iç savaşını bir mezhep savaşı şeklinde sunmaktır. Son zamanlarda Esat'ı Alevi veya Şii diye damgalayıp karşısındakileri de Sünni güçler diye etiketliyerek savaşı bir mezhep savaşı olarak sunmaya çalışanlar vardır. Esat'ı herkes olduğundan farklı bir şey yapıyor nedense. Kimisi Alevi diyor kimisi Şii. Halbuki adam ne Alevi ne de İranlılar gibi bir Şii. Adam Nusayri. 7 İmamcı ve İsmaililere benzer farklı bir inanç. Hint dinlerinde yaygın olan ancak İslam inancında olmayan Reenkarnasyon gibi ilginç inanışları olan kendine has bir inanç grubu. Şia genel grubu içine sokulsa da, Fransızların emperyalist emelleri için uydurduğu bir isim olan Arap Alevisi dense de farklı bir mezhep. Fakat bunun hiçbir önemi yok. Çünkü Esat Nusayrilere dayanarak ayakta duruyor zannedilse de aslında kendisi İngiltere'de okumuş laik bir diş hekimi. Ayrıca karısı da Suriye'nin en büyük Sünni Arap aşiretinin liderinin kızı. Ben kendisinin bu işlerle çok fazla ilgili olduğunu sanmıyorum. Kendisine kalsa belki de iktidarda kalmak için Suriye'nin harabeye dönüşmesine izin vermezdi. Ama BAAS Partisi ve bu parti sayesinde iktidarı ellerinde tutanlar kolay yöneteceklerini düşündüklerinden biraz psikopat ve kontrolü zor, Cumhuriyet Muhafızları Tugayı komutanlığı yapan abisi yerine yaş sınırı düşürülerek (çünkü cumhurbaşkanı için şart koşulan yaştan küçüktü) devlet başkanı seçildi. BAAS Partisi ise ne Nusayri, ne de Sünniler tarafından kuruldu. Kurucusu Hristiyan bir Arap'tır. İdeolojisi Arap aşırı milliyetçiliğidir. Yönetim anlayışı tek parti diktatörlüğüne dayanan Arap Sosyalizmi (aslında Sosyalizm ile uzaktan yakından alakası olmayan bir sistem, bir tür devlet kapitalizmi) dir. Ama nedense, belki Muhaberat, belki İran veya Rusya'nın yaptırdığı propaganda ve psikolojik harp sayesinde bu konu Türkiye'de bölünmelere sebep olacak şekilde uzun süredir kullanılıyor. Ve acıdır ki bu propaganda etkili oluyor. Ben Suriye sınırında çalıştım. Suriye'ye de çok gittim. İstihbarat işinde çalıştığımdan çok sayıda Suriyeli haber elemanı ile de irtibatım vardı. Bu sebeple yukarıda yazdıklarımdan eminim. Eğer Esat propagandası yapıldığı gibi Alevi siyaseti (o da her neyse ya, boş verin) yapıyor olsaydı Suriye'de tüm aleviler devletçe korunur ve kollanırdı. Ama öyle olmadığını ben biliyorum. Bazı kimseler Türkmen deyince Suriye'deki tüm Türkmenleri Sünni zannediyor. Ama yanılıyorlar. Türkmenlerin bir kısmı aynı Anadolu Tükmenlerinin bir kısmı gibi Alevi inancındadırlar. Ben orada görev yaparken Esat (BAAS) rejimi bunu hiç kaale almıyordu. Sünni Türkmenler gibi Alevi Türkmenler de 2. sınıf vatandaş muamelesi görüyordu. Araplaşmaları için diğer Türkmenlerle aynı baskı uygulanıyordu. Her neyse. Bu konu Türkiye'de bu kadar propaganda yapılınca demek ki bu Baykal'a kadar etki etmiş. O da bunu fırsat bilip cehaletini ortaya koymuş. Çünkü Halep karakter olarak bir Sünni şehri değil bir Türkmen şehridir. Bu konuda Suriye'den geri çekilen Yıldırım Ordular grubunun 7. Ordusunun Komutanı olan Atatürk'ün İstanbul'a çektiği telgraflar da okunabilir. Orada diyor ki: Bölge ağırlıklı olarak Türkçe konuşan Türkmenlerden oluşmaktadır. Halep ve civarında Türkmen olduklarını söyleyen ancak Türkçeyi pek iyi konuşamayan, kısmen araplaşmış ve Arapça konuşan insanlar da dikkate alındığında bölge Türkiye'de kalmalıdır. Aynı argümanlar Fransızlarla yapılan Ankara Antlaşması görüşmelerinde de ileri sürülmüştür. Bence bu konu Suriye üzerinden Türkiye'de yeni bir kutuplaşma ve çatışma ortamı yaratmak isteyenlerin bir oyunu. Bu oyuna gelmemek lazım diye düşünüyorum.



20.2.2016






17 Ocak 2016 Pazar

Evrenin ve varoluşun sırları, teorik fizik, kara delik, karanlık madde, antimadde nedir ve cenaze nasıl yıkanır?



Evrenin ve varoluşun sırları, teorik fizik, kara delik, karanlık madde, antimadde nedir ve cenaze nasıl yıkanır?

Bir süredir teorik fizik ilgimi çekmeye başladı. Bu sebeple gerek internetten, gerek televizyonlardaki bazı programlardan, gerekse dergi ve basılı yayınlardan konu ile ilgili hususları takip etmeye başladım. Öğrendiğim şeyler beni oldukça şaşırttı. Kafam biraz karışmış durumda. Öğrendiklerimin bazılarını burada paylaşıyorum. Sizin de kafanızın biraz da olsa karışması dileğiyle.....

1. Evren, büyük patlama (big bang) denilen süreçte oluşmaya başlamadan önce sadece 1 santimetre küpün milyon, milyon, milyon (yani trilyon)'da biri kadarmış. Bu şu demek: Evren başlangıçta bir atomdan veya bir canlı hücreden daha küçükmüş. Yani neredeyse yokmuş. Buna göre denilebilir ki evren yoktan var olmuş. Bunu ben demiyorum, bir ABD'li prof'tan dinlediğim budur.
2. Evren bu durumdayken saniyenin milyon, milyon, milyon (yani trilyon)'da biri kadar bir zamanda patlayarak bu günkü evreni oluşturacak ilk yapıyı ortaya çıkarmış. Yani neredeyse ''an'' diyebileceğimiz zamandan bile kısa bir sürede. Yani ''ol'' denince oluvermiş gibi.
3. Yeni oluşan bu yapı ilk olarak hidrojen atomlarından teşekkül ederken zamanla bu atomun yapısındaki değişikliklerle diğer elementler oluşmuş. Yani evren başlangıçta tek bir elementten oluşuyormuş. Hidrojenden....
4. Evren ilk oluştuğunda ortama bir düzen değil kaos hakimmiş.
5. Zamanla, madde ve antimadde şeklinde iki yapı ortaya çıkmış. Antimaddeler ve maddeler birbirleriyle temas ettikçe birbirlerini yok etmişler. Yani eski temel fizik kurallarından biri olan ''var olan hiç bir şey yok olamaz'' kuralına aykırı hareket etmişler. Anti madde maddeden daha az olduğundan kalan maddeler evrenin oluşumu ve bugüne kadar gelen yapıyı ortaya çıkarması için gerekli malzemeleri sağlamışlar.
6. Başlangıçta sonsuz denebilecek kadar çok gaz bulutlarından oluşan bu kaos ortamında, evrenin bu günkü şekliyle oluşumunu çekim kuvveti sağlamış. Birbiriyle çarpışıp birleşen moleküller daha büyük kütleler oluşturdukça diğer küçük parçaları çekerek gök cisimlerinin oluşmasını sağlamışlar.

7. Diğer şaşırtıcı bir şey ise kara delikler. Evrenimizin merkezinde sayısı tam bilinmeyen bazı kara delikler olduğu sanılıyor. Bunlardan bizim güneş sistemimizin de içinde bulunduğu Samanyolu galaksisinin merkezinde de 2 tane varmış. Bu kara deliklerin çok büyük çekim kuvvetleri olduğundan, yakınlarına gelen gezegenleri, yıldızları ve hatta galaksileri bile yutarlarken öte yandan galaksiler ve evrenin belli bir düzen içinde kalmalarını, yani dağılıp birbirlerine karışmamalarını da bu çekim kuvveti sağlıyormuş.
8. Bir anlaşılması zor şey de karanlık madde dedikleri şey. Şu an, bizim çevremiz de dahil her yerde, bizim duyu organlarımızla ve hatta ölçme cihazlarıyla hissedemediğimiz bir karanlık madde olduğu neredeyse tüm teorik fizikçilerin inandığı ve hesaplamalarını yaptığı bir konu.
9. Buraya kadar anlattıklarım ilginç diyorsanız acele etmeyin. Esas ilginç konulara yeni geliyorum. Bu karanlık madde iç içe geçmiş olan paralel evrenleri oluşturan madde olabilirmiş. Şimdi paralel yapı söyleminden dolayı dikkat kesilmiş olabilirsiniz ama bunun o yapıyla alakası yok.
10. Teorik fizikçilere göre evren tek değil. Bu konuda çeşitli fikirlere bölünmüş olsalar da en popüler fikir aynı anda aynı ortamda milyonlar hatta milyarlarca paralel evren olabileceği iddiasıdır. Karanlık madde de bu evrenleri oluşturan maddelermiş. Biz bunu göremesek te ortaya çıkardığı çekim kuvvetini ölçerek tespit edebilirmişiz. Onlar da bunu ölçmüşler.
11. Bundan sonrasını kafası çok karışanlar okumaya bilir. Çünkü anlaması oldukça zor. Mesela; her insan önüne birden fazla seçenek çıktığında, bunlardan birini seçtiğinde aslında seçenek sayısı kadar bölünme ortaya çıkarak o kadar yeni evren oluşuyormuş. Örnek verecek olursak; bir delikanlı karşısından gelen iki genç kızdan biri ile konuşma konusunda zihninde muhakeme yaptığında ve farz edelim Ayşe ile konuşmaya karar verdiğinde evren ikiye bölünüp Fatma ile konuşma seçeneğini tercih ettiği başka bir evren ortaya çıkıyormuş. Yani delikanlı bu evrende Ayşe ile evlenip 9 çocuk yaparken diğer evrende belki de Fatma'nın çocuğu olmadığından çocuksuz bir yaşam sürebilirmiş.
12.Bu kadar saçmalık yeter diyenlere güle güle. Devam edenlere daha söyleyeceklerim var.

13. Bunlara inanmayanlara bunları ispatlamak  o kadar zor değilmiş. Nasıl mı? Anlatıyorum, takip edin lütfen.
14. Şu anda dünya ile Ay arasındaki boşluk Güneş sistemi içindeki mesafelerle kıyaslandığında çok kısa bir mesafe. Bir örnekle açıklayayım. Dünya'dan kalkan bir roket Ay'a aynı gün içinde gidebilirken bize en yakın gezegen olan Mars'a 150-300 gün arasında bir sürede (şimdiye kadar gönderilen roketlerin ulaştıkları süreler bu arada seyrediyor) gidebiliyor. Güneşe en uzak gezegen olan Plüto ise dünyanın güneşe olan uzaklığının 40 katı kadar güneşten uzaktır. Yani Güneş'i İzmir'e koysak, Dünya'yı Salihi'ye, Pluto'yu ise Moğolistan civarında bir yere koymamız gerekir. Bu sebeple bu gezegene gitmek 8-9 yıl sürüyormuş. Bu açıklamalardan da anlaşıldığı gibi Güneş sistemi, Evren'in geneli gibi, çok az maddeden ama çok büyük boşluktan oluşmaktadır. Güneş etrafında dönen tüm gezegenler Dünya ile Ay arasına sığabilmekte ve hatta boş yer biler kalmaktadır. Tüm gezegenleri toplayıp Güneşe atsak güneş çok fazla büyümez. Yani güneş sistemindeki güneş ve etrafında dolaşan gezegenler, içinde dolaştıkları boşluğa göre çok önemsiz bir yer kaplamaktadırlar. 
15. Bu kadarla kalmayarak devam ediyorum. Aynen güneş sisteminde olduğu gibi, maddeyi oluşturan proton ve nötron'dan müteşekkil çekirdek ile etrafında dolaşan elektronlar arasındaki mesafe de çok büyükmüş. Ne kadar büyük olduğunu şöyle anlatalım. Eğer elektronları aradaki boşluğu alarak çekirdeğe yapıştırırsak Dünya bir futbol topundan daha küçük oluyor. Anlaşıldığı gibi evren ve güneş sistemi gibi atomlar da daha çok boşluktan oluşuyor. Bir de atomun çekirdeğindeki proton ve nötron arasındaki boşluğu, daha da ileri giderek bu proton ve nötronları oluşturan quarklar arasındaki boşluğu kapatırsak dünya rahatça cebe sığacak kadar küçülüyor. Şimdi bunu güneş sistemi, galaksiler ve evren boyutunda uygularsak aslında madde ihmal edilebilecek kadar az evrende. Var olan yapı büyük bir boşluk. Yani tüm evren, benim çalışma odama (Çalışma odan oldukça küçük olmasına rağmen.) sığar ve bana da yer kalır. Ve bu boşlukta farklı frekans yapılarında birbiri içinde milyonlarca ve hatta milyarlarca evrenin aynı anda var olması mümkün (müş.).
16. Yine bir yabancı bilim adamı şunu söyledi: ''Evren yoktan var olmuş ve aslında bizim şimdiye kadar anladığımız anlamda var bile değildir.'' Ne demek istiyor? Acaba araştıra araştıra İbnül Arabi'nin dediği gibi ''Hiçbir şey yoktur. Sadece Tanrı vardır. Tanrıdan ayrı veya onun dışında hiçbir şey yoktur. Var olan her şey tanrının görüntüsüdür ama tanrı bu görüntüden daha aşkındır.'' mı demek istiyor? Ya da Spinoza'yı mı doğruluyor? Pananteistlerin yüzyıllarca önce söyledikleri doğru muymuş?. Ben anlamadım. Anlayan varsa bana da anlatırsa sevinirim.

17. Son bir şey söyleyip mevzuyu kapatacağım. Biz şu anda yaptığımız şeyleri neye göre yapıyoruz? Bana böyle bir soru sorulsaydı kısaca şöyle cevap verirdim: Geçmişte yaşadıklarımızdan çıkardığımız dersler ve bu günkü ihtiyaçlarımıza göre. Ama bu da yanlışmış. Fizikçiler şu anın gerçekte olmadığını, bu anın sadece bizim algımızın yarattığı bir yanılsama olduğunu iddia ediyorlar. İsterseniz biraz açıklayayım. Zaman geçmiş ve gelecek dahil bir bütünden oluşuyor. İp gibi uzun bir yolu düşünün. Biz bu yolun o anda ayaklarımızın bastığı bölümünü algılıyoruz. Ama arkamızda da önümüzde de yol var. Önümüzdeki yol biz yürüdükçe var olmuyor. Yani yarın, şu anda var. Biz yarını sadece dünyanın dönüşü sonucu algılıyoruz. Buraya kadar olanlar saçma mı geldi. Durun.... Hemen karar vermeyin... Dahası da var....Bu anı böyle düşününce, bu anda olanlar da sadece geçmişe ve bu ana bağlı olmuyor. Gelecek te bu anın nasıl olacağını belirliyor. Yani yolun devamı olduğuna göre bu anda üzerinde bulunduğumuz yer önümüzdeki yola da bağlı ve önümüzdeki yol da şu anda nerede olduğumuzu ve ileride nereye gideceğimizi belirliyor. Buna saçma demeyin hemen. Adamlar bunu laboratuvar ortamında ispatlamışlar. 
18. İsviçre'de yapılan Cern deneyini çoğunuz duymuşsunuzdur. Burada dağın altına kazılan bir tünelde atom altı parçacıklar (yani; protoni nötron, elektron veya quark gibi daha küçük parçacıklar) çarpıştırılarak deneyler yapılıyor. Bu kapsamda yapılan bir deneyde bir cama doğru bu parçacıklardan biri gönderiliyor ve bu parçacığın daha cama çarpmadan önce camın öte tarafından çıktığı gözlemleniyor. Yani gelecek şimdiden ve yakın gelecekten önce oluyor. İlginç olan bu parçacık daha önce camın öte tarafından çıkan parçacığın yolunu takip ederek cama çarpıyor. Yani gelecek şimdiyi belirliyor.
19. Bunlar şimdilik fizikçiler arasında en çok tartışılan konular. İddialar ve bunlardan ispat edilenler akıl almaz şeyler. Mesela yine Cern deneyine katılan bir profesör şunu söyledi: ''Evren yoktan var olmuş. Madde ve enerji ile ilgili şimdiye kadar bildiklerimizin hemen hemen hepsi geçersiz olabilir. Enerjinin korunumu yasası da bunlardan biri. Belki de madde ve enerji diye iki şey yok. Bunlar aslında aynı şey olduklarından birbirlerine dönüşebilir.'' Son söylediğinin üzerine atlayıp ''Tabii ki öyle. Petrol maddesini yakınca ısı enerjisi elde ederiz. Madde enerjiye dönüşüyor.'' diye zıplamayın. Şimdi söyleyeceklerimi dinleyip öyle karar verin. Adam diyor ki; ''Çarpışma deneyi bize gösterdi ki enerjiye de kütle kazandırmak mümkün. Yani enerjiden de madde elde edilebilir.'' Bu şu anlama geliyor. O yaktığınız petrol maddesinden elde ettiğiniz ısı ve ışık enerjisi var ya, onu uygun bir işlemle tekrar petrol maddesi haline getirebiliriz. Veya güneşli bir günde dışarı çıkıp güneş ışınlarının getirdiği ısı ve ışıktan madde elde edilebiliriz. Bu ne maddesi olur onu bilemem....Hadi bakalım.... Çıkın işin içinden.
20. Konu çok uzadı. Sözlerime ülkemizden güncel bir konu ile, benim yukarıda anlattıklarımı bile kısmen anladığım halde anlayamadığım bir konu ile devam edelim. Evrenin büyüklüğü karşısında bir insanın bir hiç olduğu aşikarken ve aslında Evrenin de boşluktan ibaret sanal bir gerçeklik olduğu iddia edilirken kendini evrenden de büyük gören dünya liderimizin bir sözünü duyunca aklım tepemden çıkıp gitti. ''Her Müslüman ölü yıkamasını öğrenmelidir.'' Ne diyor bu adam? Anlayan varsa beri gelsin.
21. Benim bu yazıyı okuyacaklar açısından en çok merak ettiğim konu ise ateist arkadaşların bu yazıyı okuyunca nasıl bir tavır alacakları. Çünkü ateistler; ''Tanrı yoktur.'' derken teorik fizikçiler onları kat kat aşıyor. ''Saçmalamayın kardeşim... Aslında hiçbir şey yoktur...'' diyorlar.

Saygılar sunarım.


17.1.2016. Mehmet Çanlı




22 Aralık 2015 Salı

Suriye sorunu ve sömürgeciliğin aleti olarak kullanılan mezhep meselesi.



Soner Yalçın'ın gazetesinde yayımladığı yazıyı okudum. Bu yazıda katıldığım taraflar olmakla birlikte katılmadığım da çok yer oldu. Yazıyı aşağıda bulabilirsiniz. Önce benim bu konu hakkındaki değerlendirmemi bulacaksınız. İkisini de okuyun. Ona göre değerlendirebilirsiniz. Saygılar sunarım.


Suriye rejiminin Alevi rejimi olmadığı konusuna ben de katılıyorum. Çünkü Suriye rejimini şekillendiren Baas Partisi'nin ideolojisidir. Baas ideolojisi bir Hristiyan tarafından kurulmuştur. Baasçılık genel olarak; Arap milliyetçiliğine dayanan, laik ve Arap Sosyalizmi denilen ama Sosyalizm ile alakası olmayan totaliter bir ideolojidir. Bu sebeple Suriye rejimine Alevi rejimi demek doğru değildir. Ama Nusayrilere Alevi demeyenler konusunda yanılıyor. Nusayri kelimesinin siyasi çıkar elde etmek maksadıyla kullanıldığı konusuna katılmıyorum. Tam aksine Nusayrilere Arap Alevisi denmeye başlanması siyasi çıkar elde etmek maksadıyla olmuştur. 1918-19'larda Suriye'yi işgal eden Fransızlar bu günkü Türkiye sınırları içindeki işgal bölgelerinde ortaya çıkan direnişe paralel olarak Suriye'de de bir direniş ortaya çıktığını görünce Suriye'ye hakim olmakta zorlanmaya başlamışlardır. Bu direnişçilerin büyük kısmı Milli Mücadele'yi yürüten kadro ile de irtibata geçtiği, Suriye'de Güney cephemizdeki direnişle koordineli hareket etmeye başladığı için Fransızları daha da korkutmuştur. İşte bu şartlar altında Suriye'ye nasıl hakim olabileceklerini düşünen Fransızlar Suriye tarihi ve demografisini kullanmaya karar vermişlerdir. Bu ülkede %13 civarındaki Nusayriler ile az sayıdaki Hristiyan ve Dürzi'yi yönetim kademelerine getirerek direnen nüfusa karşı denge sağlamayı ve iç mücadele ile ülkeyi zayıf düşürmeyi en uygun hal tarzı olarak seçmişlerdir. Ama ortada bir sorun vardır. Nusayriler uzun yıllar boyunca klasik İslam anlayışı ile sorun yaşamış, sapkınlıkla suçlanmış ve büyük baskılara naruz kalmış olduklarından bu inanç sistemini popüler ve kabul edilebilir hale getirmek mümkün görünmemektedir. Ama Alevi inancı hem Anadolu'da hem de Suriye ve Irak'ta tarihi kökleri ve çok sayıda Türkmen taraftarı olduğu için daha cazip ve daha kabul edilebilir bir inanç sistemidir. Hatta Şah İsmail bu inançtaki insanları etrafına toplayarak Sefevi Devleti'ni kurmuştur. Ancak Nusayrilerin böyle bir geçmişi de böyle bir tecrübesi de yoktur. Alevilere benzemedikleri gibi Şiilere de çok fazla benzemezler. Reenkarnasyon gibi Hint dinlerine has inançları vardır. Şia'nın 7 imamcı kolundan olduğu söylense de oldukça kendine has bir inanç sistemidir. İşte bu yüzden Fransızlar Nusayrilere Alevi ismini koymuşlardır. Yani aslında Nusayri bu insanların inancının gerçek ismi, bu ismi bölgeyi daha rahat sömürgeleştirebilmek için değiştirenler Fransızlardır. Tüm bunların ışığı altında diyebiliriz ki eğer Suriye rejimi Esat ailesinin dini inançlarına dayalı bir rejim olmuş olsaydı bile (ki öyle olmadığını daha önce de söylemiştik) Suriye rejimi bir Alevi rejimi değildir. Çünkü Nusayriler Alevi değildir. Kendine has bir inanç biçimidir. Son not: Bu şekilde mezhepler veya dinler üzerinden söylem geliştirenlere, siyaset veya ticaret yapanlara her zaman şüpheyle bakmışımdır. Çünkü hayatım boyunca daima; inancını yaşamak yerine bunun propagandasını yapanların her zaman bundan gizli bir kişisel çıkar sağladığını gördüm. Bu yazıyı herhangi bir şekilde yanlış anlayabilecekler veya kasten kendi görüşleri doğrultusunda kullanabilecekler için de şunu söylemeyi gerekli görüyorum. İnsanların neye inandıkları kendilerini ilgilendirir. Herkes için kendi inandığı şey kutsal ve önemlidir. Ben herkesin inancına saygı duyuyorum. Buradaki hiçbir cümle herhangi bir inancı eleştirmek veya övmek için söylenmemiştir. Amacım; bazı insanların, halkın bu konu hakkında detaylı bilgisi olmamasından faydalanarak olayları çarpıtabileceği konusunda biraz da olsa insanları uyarmaktan ibarettir. Son günlerde; Suriye iç savaşını bir mezhep savaşı, bu savaşın esas sorumlusu olan Esat rejimini de Alevilerin rejimi olarak lanse edilmesinin altında Suriye üzerinden Türkiye'de mezhep ayrımcılığını ve hatta düşmanlığını körüklemek isteyenlerin gizli çabaları olabileceğini düşündüğümden bu konuda yorumda bulunma zorunluluğunu hissettim. Yoksa benim için kimin hangi inanca ne kadar inandığı değil ne kadar insan olduğu daha önemlidir. Alevi, de, Sünni, de, Nusayri de, Hristiyan da insandır ve insan olarak herkes eşit şekilde saygı duyulmayı hak eder.

22.12.2015


25 Kasım 2015 Çarşamba

Suriye'de Yaşananlar Hakkında Çok Dikkate Alınmayan Gerçekler.


Suriye'de Yaşananlar ve Gerçekler.


Sosyal medyadaki paylaşımların bazılarını görünce sanki bazı kişilerin bazı genel doğruları fark edemediği kanaatine kapıldım. Bu sebeple bunları burada yazmaya karar verdim.
1. Putin Rusya Federasyonu'nun devlet başkanıdır. Bu sebeple ne yapıyorsa ve ne söylüyorsa Rusya'nın çıkarı için yapıyordur. Türkiye'nin çıkarı için değil.
2. Hükümetten veya RTE'den hoşlanmıtor olmak, başka ülkelerin psikopat liderlerini övmeyi gerektirmez. Esat ve Putin de en az RTE kadar diktatördür. RTE'ye karşı çıktığını sanarak bu kişileri övmek elbiseye dökülen yağ lekesini çıkarmak için benzin veya mazot dökmek gibidir. Bu sefer kumaşa onların lekesi işler ve çıkarması daha zordur.
3. Suriye'de çok sayıda Türkmen vardır. Bunlar ülkenin değişik bölgelerinde yaşamaktadır. Türkiye'nin Yayladağı sınırına yakın bölgedeki Bayır ve Bucak kasabaları ile bu bölgedeki çok sayıda köyde ve Lazkiye'de yaşayan Türkmenlere Bayır-Bucak Türkmenleri denmektedir. Diğer bölgelerdeki Türkmenler Suriye rejiminin uzun süreli baskısı sonucunda Türkçe'yi daha az konuşmaktadır. Ama Türkiye'ye yakın olan Bayır Bucak Türkmenleri Anadolu Türkçesi konuşmaktadırlar ve milli bilinçleri de oldukça güçlüdür. Bu sebeple Esat rejimi yıllarca bunları köylerinden uzaklaştırmaya ve aralarına güneyden Araplar yerleştirerek asimile etmeye çalışmıştır. Bazıları (Ki buna CIA de dahildir.) Suriye'de Türkmen olmadığını iddia edebilir. Ama bu durum Suriyede kendilerini Türkmen diye adlandıran ve Türkçe konuşan (Aslında tarihi olarak ta Türkmen oldukları açık olan) çok sayıda insanın yaşadığı gerçeğini değiştirmez.
4. Aslolan Türkiye cumhuriyetinin çıkarlarıdır. Kişilere çok fazla takılarak bunun gözden kaçırılmaması gerekir.
5. Rusya da, Suriye'de bu mantıkla savaşa katılmıştır. Yoksa ne Esat'a nede insan hakları vb. bir kavrama hayran olduğu için değil. Rusya'nın Akdeniz'deki tek deniz üssü Suriye'dedir. Esat rejimi giderse bu üsleri de kaybedeceğinden Rusya'nın şüphesi yoktur. Bunun için Esat'ı ne pahasına olursa olsun desteklemektedir. Zaten bu sebeple, kendi işine pek yaramayacak iç bölgelerdeki IŞID unsurlarına değil de Esat rejiminin küçük te olsa gelecekte kurulabilecek bir Suriye'de Türk etkisinden uzak ve bütünlüğü olan bir ülkede hüküm sürmesi için Türkmenlere karşı bomba yağdırmaktadır. Kim ne derse desin amaç Türkmenleri bölgeden sürmek, gitmezlerse yok etmektir.
Saygılar sunarım.

M.Ç. 25.11.2015

22 Kasım 2015 Pazar

Arap Alfabesi ve İslam Dini.



İlgili kelimeler: Atatürk, Türkiye, Sümerler, Finikeliler, Kartaca, Latin alfabesi, Kiril Alfabesi, Göktürkler, Uygurlar, Alfabe, Arapça, Osmanlıca, Türkçe, İslam, Din, Devrimler, İnkılaplar.



Türkiye'nin Cumhuriyetin, kuruluşunun hemen ardından yapılan inkılaplar kapsamında Arap alfabesini terk ederek Latin alfabesini almasının, bazı sözde İslamcı çevrelerce eleştirildiğini herkes biliyor. Sözüm ona bu alfabe Kuran'ın yazıldığı alfabe olduğu için kutsallık taşıyor deniliyor.

Bu teori dedelerimizin mezarlarını okuyamıyoruz gibi bazı tuhaf  iddialarla da destekleniyor. Ve gariptir ki bu tür iddialar oldukça fazla destek buluyor. İnsanlar okumadan, incelemeden ve sorgulamadan sadece ''Hoca öyle dedi.'' mantığıyla duyduklarına inandığından bu iddialar bazen sanki haklıymış gibi görünüyor. Ama acaba öyle mi?

Önce, son zamanlarda ''Dedelerimizin mezarlarını okuyamıyoruz.'' iddiasına açıklık getirmeye çalışarak konuya giriş yapalım. Cumhuriyet kurulduğu yıllarda okuma yazma oranlarının %10'ların altında olduğunu düşününce bu iddianın saçmalığı açıkça ortaya çıkar. Bizim insanımızın büyük bir bölümü Latin alfabesi kullanıma sokulmadan önce de dedelerinin mezarını okuyamıyormuş demek ki. Bu konuda diğer bir husus ta, eğer alfabe değişimiyle dedelerin mezarlarının okunamaması tehlikesi varsa ve mezar taşı okumak bizi dünyada süper güç filan yapacaksa bu yanlışın ilk defa yapılmamış olduğudur. Daha önce Türkler; eski alfabelerini değiştirmiş ve çok farklı alfabeler kullanmışlardır. Yani atalarımız; Göktürk, Uygur ve hatta Kiril alfabesi bile kullanarak alfabe değişimini bir çok defa yapmışlar. Bu kapsamda, Arap alfabesine geçtikten sonra en meşhur dedelerimizden olan ve uzunca metinler içeren Göktürk hakan ve vezirlerinin bize bıraktığı Orhun yazıtlarını da okuyamaz hale gelmişiz. Yani eğer Latin alfabesini alarak hata yapmışsak bu Arap alfabesini terk etmekten değil, Göktürk alfabesine dönmemekten kaynaklanmış olabilir. Çünkü tarihte bilinen ilk Türkçe yazılmış anıtları okuyamıyoruz.

Burada, Arap alfabesinin sesli harflerin çok az kullanıldığı Arapça için geliştirilmiş olmasından ve bu alfabenin Türkçe gibi sesli harf zengini bir dile uymadığından filan hiç bahsetmeyeceğim. Çünkü hemen Arap alfabesinin kutsal olup olmadığı konusuna gelmek istiyorum.

Bilindiği gibi Ortadoğu'da çıkan  ilk yazı (ve tarihte ilk yazı olarak kabul edilen ilk yazı)Sümerler tarafından, bundan 5500 yıl kadar önce bulunmuş çivi yazısıdır. Bu yazıyı icat eden ve dillerinin Türkçe kökenli olduğu iddia edilen bu insanlar çok tanrılı bir inanç sistemine inanıyorlardı. Pagan diyebileceğimiz bu insanların İslam ile hiçbir ilgisi yoktu. Bırakın İslamı, tek tanrı inancı bile yoktu. Peki bunun ne önemi var diyebilirsiniz. Şimdi ona geliyorum.

Bu alfabe kil tabletlere, keskin uçlu bir aletle yazıldığından ve ses sistemi değil de daha çok şekil sistemini esas aldığından çok kullanışlı değildi. Her kelime için ayrı bir şekil veya işaret yapmak dili kullanmak için çok sayıda işareti ezberlemeyi gerektiriyordu. Bu sebeple okuma ve yazma çok az kişinin tekelinde kalmış bir ayrıcalık olmuştu.

Bu günkü Suriye sınırları içinde yaşayan ve Sümerlerden çok sonra yaşayan Fenikeliler, Akdeniz'de gemileriyle ticaret yapan insanlardı. Bunlar tüm Akdeniz havzasında yaygın bir ticaret ağı ve çeşitli yerleşim yerleri kurmuşlardı. Meşhur Kartaca'yı kuranlar da bunlardı. İşte bu tüccar ve doğal olarak ta zengin olan insanlar, Sümer kökenli eski şekil esaslı alfabeyi geniş ticaret faaliyetleri için yetersiz görmüşler ve ses esasına dayalı yeni bir alfabe geliştirmişler. Arkeolojik kaynaklar bu insanların bu yeni alfabeyi yaparken ilk olarak A, B, C ve D harflerinin şekillerini tespit ettiğini gösteriyor. Bu alfabe, o dönemdeki dünyanın neredeyse tamamıyla alışveriş yapan bu insanlar tarafından Ortadoğu, Kuzey Afrika, Anadolu ve Güney-Güneydoğu Avrupa'ya yayılmıştır. Bunun sonucunda; diğer kavimler de kendi alfabelerini oluşturmaya başlayınca; Fenike alfabesinden Arap alfabesi, İbrani (Yahudi) Alfabesi, Latin Alfabesi ve Yunan Alfabesi doğmuştur. Rusların kullandığı Kiril Alfabesi ise çok sonraları Bulgaristan'da bir papaz tarafından geliştirilmiştir. Arapça'da Elif (a,e), Be, Cim, Dal harflerinin de bu şekilde ilk olarak ortaya çıkan Fenike alfabesini takip ettiği, bunu Latin A,B,C,D ve Yunan Alfa, Beta, Gama ve Delta harfleri takip etmiştir. Bu köken birliğini anlamak için alfabelerde bu harfleri yan yana yazarsanız birbirlerine oldukça benzediklerini görürsünüz.
Fenike Alfabesi ve diğer alfabelerle karşılaştırması:
HarfİsimTransliterasyonKarşılık gelen harf
İbraniArapYunanLatin
AlephAlephElifʼאΑαAa
BethBethBetbבΒβBb
GimelGimelGimelgגΓγCc, Gg
DalethDalethDaletdדΔδDd

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Fenike_alfabesi

İşte bu Fenike alfabesinin gelişimine paralel olarak diğer dört alfabe de yazmakta kullanılan dillerin gelişimine göre gelişim göstermiş ve bu günkü hallerini almışlardır. Yani bu dört alfabe Sümer alfabesinin torunu, yine Sümerler gibi çok tanrılı putperestler olan Finikelilerin yazısının da çocuklarıdır. Bu dört alfabe öz kardeştirler. Bu sebeple Arap Alfabesinin Latin alfabesinden daha kutsal olduğunu iddia etmek te saçmalıktan başka bir şey değildir.

Ama olsun, ben yine de ikna olmadım diyenlere başka şeylerden de bahsetmek istiyorum. Diyorlar ki Kur'an Arap harfleri ile yazıldığı için bu alfabe ve ayrıca Arapça kutsaldır. Peki o zaman şuna ne diyeceksiniz? Aynı dil ve alfabe İslam öncesinde Kabe'deki putlara yazılan şiirlerde ve o dönemde Arapların dinle ve hele hele İslam ile hiç ilgisi olmayan çeşitli konularda yazdıkları şiir ve yazılar da bu dil ve alfabe ile yazılmıştır. O zaman bu dil ve alfabe putperestlerin de dili ve alfabesi olmuyor mu? Hele de bu dilin ve alfabenin İslam ortaya çıktığında zaten var olduğu ve putperest Araplarca geliştirildiği düşünülürse...

Ayrıca bu gün Lübnan'da yaşayan Hristiyanlar ve başka küçük din ve inançlardaki insanlar da dini ritüellerini Arapça ve Arap alfabesi kullanarak yapıyorlar.

Sakın yanlış anlamayın. Ben Arapça'yı ve alfabesini kutsal sayanların aksine olarak bu dil ve alfabenin kötü olduğunu anlatmaya filan çalışmıyorum. Söylemek istediğim sadece şudur: Alfabe ve dil'in dinle hiçbir alakası yoktur. Dil bir milletin millet olmasının göstergelerinden birinden başka bir şey değildir. Araplar Müslüman oldukları için değil Arap oldukları için Arapça ve Arap alfabesi kullanmaktadırlar. Kuran'da Arapça ve Arap Alfabesi kutsal olduğu için değil, peygamberimiz Arap olduğundan ve yaymaya çalıştığı yeni dini Arapların yaşadığı Mekke, Medine ve civarındaki bölgede yaymaya başladığından Arapça olarak Arap alfabesiyle yazılmıştır. Aksini söylemek te ancak geri zekalılıktır veya en azından art niyetli bir davranıştır. Arap bir topluluğa konuşan ve yeni bir dini anlatan bir peygamberin Türkçe veya İngilizce konuşması, bu konuşmaları ve inen ayetleri kaydeden kişilerin de yine Arapça'dan başka bir dil kullanmaları mümkün müdür.

Yani demek istiyorum ki, bazı geri zekalıların zannettiği gibi, Arapça Tanrının konuştuğu bir dil değildir. Sadece tanrının kelamını açıklayan peygamberin ve onun hedef kitlesi olan Arapların konuştuğu dildir. Tanrı insanlar gibi belirli bir dille konuşmaktan münezzehtir. Tanrı Arap değildir, çünkü o insan değildir. O, her şeyi olduğu gibi, insanı da yaradandır ve yarattıklarının hiç birine benzetilemez. Milliyetler ve diller insanların tarih boyunca geliştirdikleri kültürel unsurlardır. Tanrı'nın Arapça konuştuğunu düşünmek Tanrı (Allah) kavramını anlayamamaktan başka bir şey değildir. Ayrıca tanrıdan başka şeylere, özellikle birer şekilden oluşan harflere ve alfabeye kutsallık atfetmek şekillere tapınan ve Allah'ın lanet ettiği putperestlik gibi bir şeydir. Arapça ve Arap Alfabesine kutsallık atfedenler bilmeden dine aykırı bir şeyi savunmaktadırlar.

Onun için kimse çıkıp bana Osmanlı döneminde kullanılan alfabeyi dini referanslar vererek savunmasın. Ben o alfabeyi 2 dönem üniversitede okudum. Türkçeye hiç uymuyor ve bu yüzden de öğrenmesi oldukça zor. Her dersten çıkıp eve gelince Latin alfabesine geçmemizi sağladı diye Atatürk'e dua ettiğimi bu gün gibi hatırlıyorum.

Saygılar sunarım.





8 Eylül 2015 Salı

Dağlıca'da ne oldu? Kısa bir değerlendirme.


Anahtar kelimeler: Dağlıca Taburu, PKK Terör Örgütü, PKK saldırısı, zırhlı araçlar, mayın, komando, özel kuvvetler, operasyon.


İki gündür her kafadan bir ses çıkıyor. Kimi yüzlerce PKK'lının katıldığı mayınlı bir pusudan bahsediyor, kimi 70'e kadar şehit olduğunu iddia ederek provakasyon yapıyor. Ben, böyle dağ başında bir taburun komutanlığını yapmış ve birçok olayını yaşamış biri olarak şu ana kadar öğrendiklerime göre bir değerlendirme yapmak istiyorum. Öncelikle şehit ve yaralı miktarından başlayayım. Tüm haber ve görüntülerden 2 adet zırhlı araca mayınlı bir saldırı yapıldığı anlaşılıyor. Görüntülerdeki araçlar gerçek araçların görüntüsü ise o araçlar 3 mürettebat ve yaklaşık 8 personel alıyor. Yani 2 araçta normalde 22 kişi olması lazım. Araçların durumuna bakarsak herhangi bir zarar görmeden o araçlardan çıkan bir personel de olmaması lazım. Dolayısıyla 16 şehit ve 6 yaralı açıklaması doğru bir açıklamadır diye düşünüyorum. Diğer ülkelerin ve PKK kaynaklarının açıklamasına itibar edilmemelidir. Onlar haberleri PKK kaynaklarından almaktadırlar. PKK'lılar iki sebeple asker zayiatlarını abartılı olarak bildirmektedirler. Birincisi Türkiye ve dünya kamuoyunu etkilemek yani çok güçlü oldukları propagandası yapmaktır. İkincisi ise kendi iç kamu oylarına yöneliktir. Bu da iki sebeple yapılmaktadır. Öncelikle eylem yapan grup tarafından, PKK yöneticilerine, çok başarılı bir eylem yaptıklarını söyleyerek kendi iç hiyerarşilerinde yükselmek için rakamları aşırı abartarak rapor etmektedir. İkinci sebep ise PKK yöneticileri eylem yapan grupların yalan rapor verdiklerini bildikleri halde örgüt içindeki militanların moralini yükseltmek için buna göz yummalarıdır. Bu tür bir tecrübe müsaadenizle aktarayım. Tabur komutanlığını aldığımda eski tabur komutanından, PKK'lıların ayda en az bir defa tabur merkezinden 17-18 km. mesafedeki bir üs bölgemize ve onun emniyet tepesine taciz ve saldırıda bulunduğunu öğrendim. Hakikatten eski tabur komutanı gittikten 1 hafta sonra söz konusu üs bölgesi emniyet tepesine bir taciz yapıldı. Tarafımdan telsizle yönlendirerek taciz def edildi. Telsizle yönlendirmek zorunda kaldım çünkü taburda daha önce çatışma tecrübesi olan benden başka bir üstçavuş ve bir uzman çavuştan başka kimse yoktu. Onlar da benim bulunduğum bölgedeki bir bölükte görev yapıyorlardı. Neyse. Bu olayın hemen ardından tabur s-3'ünü 1 takım askerle birlikte gece sızma şeklinde bir yürüyüşle o üs bölgesine gönderdim. Oradaki personele moral vermek ve destek olmaları için de 15 gün orada kalacaklardı. 10-12 gün sonra tekrar bir taciz olunca ertesi gece ben yanıma bir takım ve 1 GKK timi alarak oraya gittim. Sabah erkenden emniyet tepesine, oradan da taciz gelen bölgenin en yüksek tepesine çıktım. Tepeye bir takım komutanı ile bir takımı emniyet için bırakarak yukarıdan aşağıya doğru sırtları ve dere yataklarını araştırdım. Gördüğüm şuytdu: Teröristler yıllar boyunca hep aynı mevzilere girip bu üs bölgesinin emniyet tepesine saldırmışlardı. Hatta bu tepeye askerler arasında şamar tepe deniliyormuş. Mevzilerde gördüğüm paslı kovanlarla yeni kovanların hep aynı yerde olduğuydu. Bu mevzilerin GPS ile koordinatını aldım. Emniyet tepesindeki s-3'e de harita ve manzara krokisi üzerinde işaretlettirdim. Tepeye dönünce bölükteki her silahı ateş ettirerek bu hedeflere tek tek tevcih ettirdim. Sonra da şu emri verdim: Her havanın 3 mermisi barut hakkı ayarlanmış halde hazır bulunacak. Havanların tevcihleri de asla bozulmayacak. Teröristler taciz ederse herkes mevzilerde yatacak ve hedef göstermeyecek. Ama her havan bu üçer mermiyi otomatik olarak atacak. Aynı anda her biri bir hedefe tevcih edilmiş uçaksavar makineli tüfekleri 50, uçaksavar topu 10, otomatik bomba atar 30 mermiyi hedef gözetmeksizin atacak. Ondan sonra personel kafasını kaldırıp hedef arayarak ateş edecek. Bu hazırlık ve müteakiben verdiğim diğer emniyetle ilgili emirlerden sonra geri döndüm. Ha birde acaba işe yarar mı diye tabur merkezindeki 1 ASKARAD'ı da oraya götürmüştüm. Köylüler de benim geldiğimi duyunca gelmişlerdi. Radar araçtan indirilince köylüler komutan bu nedir diye sordular. Ben de; Tugay'dan yeni bir cihaz gönderdiler. Bu yeni icat edilmiş gizli bir radar. Teröristler sürekli dere yataklarından görünmeden yaklaşıp karakola ateş ediyorlar ya, onu önlemek için gönderdiler. Bu alet tepelerin arkasında da olsa, dere yatağından da gelse yaklaşanı gösteriyor. Şimdi gelsinler de görelim bakalım dedim. Köylüler meraklı meraklı cihazın bir yerini görmek ister gibi baktılar ama sandık içinde olduğundan bir şey göremediler. Neyse 1 hafta sonra telsizden yine taciz haberi aldım. Bölük komutanını aradım. Tuhaf bir durum vardı. Teröristler makineli tüfekle ateş etmeye başlamışlar. Emir verdiğim gibi tüm tevcihli silahlar anında ateş etmiş ve 30-40 saniyelik bu sürenin ardından kafalarını kaldırınca ateş eden kimse görülmemiş. Acaba emniyet tepesindeki askerler gece ay ışığı yansıması vb. bir şeyi görüp ateş mi etti diye bu bölüğe 8-9 km mesafedeki diğer bölüğü telefonla aradım. Onlar da teröristlerin makineli tüfekle tacize başladığını ama ilk merminin hemen ardından ani karşılık alınca başka ateş etmediklerini söylediler. Ben de bölük komutanını tekrar arayıp; yeni radarın işe yaradığını, teröristler daha tepelerin ardından ve dere yataklarından yaklaşırken tespit edilip tedbir alındığını köylülere anlatmasını söyledim. Bundan sonra 2 yıl boyunca tek bir taciz olmadı. İlginç olan ertesi gün PKK yayın organlarında yapılan eylem sonucu 13 askerin şehit edildiğini, onlarca askerin yaralandığını, hatta askerleri kurtarmak için müdahale eden bir zırhlı aracın da roketle vurulduğunu yazıyordu. Daha sonra eylemi yapan grubun Kuzey Irak'a çektiği raporun telsiz dinlemesi Tugay'dan geldi. Bu raporda da aynı şeyler söyleniyordu. İşin komik tarafı taburda tek bir zırhlı araç, bir kobra vardı ve o da tabur merkezindeydi. O bölükte 3 mersedes kamyon hariç araç ta yoktu. Daha da komiği, bölük komutanı ertesi gün köylülere durumu anlatınca köylüler çok şaşırmışlar. Onların tacizden haberi bile olmamış. Akşamki atışları da benim zaman zaman yaptırılmasını emrettiğim gece atışlarından biri sanmışlar. Gelelim Dağlıca'daki saldırıyı yapan terörist sayısına. Bence en fazla 8-10 terörist tarafından yapılmıştır. Hatta belki de dağdan terörist bile gelmemiş olabilir. Bu eylemleri teröristlerin milis dedikleri köylerde yaşayan adamları bile yapmış olabilir. Anlaşılan bu yola asfalt dökülmeden yani olay gününden çok önce EYP (el yapımı patlayıcı) yerleştirilmiş ve araçlar geçerken patlama noktasını gören bir yerdeki birkaç kişi tarafından uzaktan patlatılmıştır. Sonra da bu herifler hızla olay yerinden uzaklaşmıştır. Bölgeye atılan timler eğer çatışmaya girmişlerse bu kaçan az sayıda teröristle veya bölgedeki başka teröristlerle çatışmaya girmiştir. Şehit cenazelerinin köylülerce çıkarılmasını da çok yadırgamıyorum. Başıma geldiği için biliyorum. Böyle bir mayın olayının ardından birlikler hemen yakın sırtlara yönelik operasyon yapıp eğer yakalayabilirse teröristleri imha etmeye çalışır (eğer personel ve birlik komutanları tecrübeliyse). Dolayısıyla olay yerinde sadece varsa yaralılara yardım edenler olur. Öte yandan Dağlıca taburu alan kontrolü mantığı içinde birliklerinin önemli bir kısmını emniyet tepesi ve üs bölgesi/bölgeleri'nde kullandığı için arazideki bu tür olaylara müdahale edecek fazla bir birliği de yoktur. Dolayısıyla olayın ardından öncelikle emniyeti sağlamaya çalışmış olmaları muhtemeldir. Ama bu olayın çok farklı bir özelliği de var. Tabur komutanı şehit, iki zırhlı araç imha olduğu için ilk anda emir komuta konusunda sıkıntı olmuş olabilir. Bir de bu kadar büyük patlamalar muhtemelen askerleri çok fazla tedirgin etmiştir. Hatırlarım, benim yaşadığım bir mayın olayından sonra uzun süre operasyonlarda asker yere basmamak için neredeyse ayak parmak uçlarında yürüyordu. Buradan konuşmak kolay ama olayı yaşayan bilir. İlk şoku atlatmak oldukça zordur. Hele birlik komutanı da şehit olmuşsa çok daha zordur. İşte bu sebeple muhtemel yeni mayınlardan şüphelenen bir rütbeli bölgedeki her şeyden haberi olan köylüleri dereye yuvarlanmış araçtan şehitleri çıkarmak için olay bölgesine götürmüş veya göndermiş olabilir. Bunları niye mi yazıyorum. Benim face listemdekilerin büyük çoğunluğu asker kökenli ama buna rağmen çok farklı ve bazıları da alakasız yorum ve paylaşımlar gördüm de ondan. Ayrıca bu kadar şehit verildiği bir zamanda politikayı biraz ertelemenin uygun olduğunu düşünüyorum. Elbette ki bu olayların sorumlularını herkes biliyor ama bence biraz güncel politikayı bir yana bırakıp acaba biz ne yapabiliriz diye düşünmekte fayda var. Bir kaç kişinin bu yöndeki girişimleri de bence oldukça önemli. Saygılar sunarım.




13 Mayıs 2015 Çarşamba

Hangi parti oylarını ne kadar artırdı? Bunun sebepleri nelerdir?

Son günlerde, özellikle de Kenan Evren'in ölümünden sonra bir tartışmadır gidiyor. Ben dahil birçok kişi o zaman anayasaya Türkiye tarihinin en yüksek oyunu verenler şimdi neden adamı suçluyorlar diyor.Ben şimdi bu konuda düşündüklerimi açıklamaya çalışacağım. 1980 öncesi Türkiye'de, tüm dünyada 1900'lerin başlarında ortaya çıkan ve 1960'lardan itibaren iyice yaygınlaşan kitle hareketleri zirvedeydi. Ancak 1970'lerin sonunda Avrupa'da insanlar uzun süren bunalımdan ve kargaşadan bıktılar. Tabii bunun ekonomik, siyasi birçok sebebi var. Burada bunlardan bahsetmeyeceğim. 1980 yılına yaklaşırken Tüm dünyada insanlar sağ ve sol partilerden uzaklaşarak liberal ve muhafazakar partilere yöneldiler. İnsanlar ideolojilerden çok günlük ihtiyaçlarına cevap veren söylemlere eğilim gösterdiler. İnsanlar sadece ''ben oyumu veririm, tüketirim, eğlenirim, hayatımı yaşarım,kalanını devlet düşünsün, bunları sağlayan kimse ona da gider oyumu veririm'' mantığındaydılar. Hatırlayın o dönem İngiltere'de Thatcher gibi biraz otoriter ve aynı zamanda muhafazakar artı liberal bir başbakan gelmişti. ABD'de aynı nitelikteki Reagan, Almanya'da da benzer bir siyasi görüş iktidara gelmişti. Bu akım tüm Avrupa'ya yayılmaya başladığı bir sırada Türkiye'de 12 Eylül öncesinde sağ ve sol hareketler zirve yapmış durumdaydı. Toplum genelde sağ-sol diye ikiye, bunlarda merkez sağ, siyasal İslam vb. şeklinde kendi içinde alt bölümlere parçalanmış ve toplumun tamamına yakını politize bir hale gelmişti. AP gibi daha çok köylü kesimlere seslenen merkez sağın başındaki, Türkiye'nin gelmiş geçmiş en büyük demagoglarından biri olan, Demirel bile kendisini öncelikle sağ diye tanımlıyordu. İşte bu ortamdan çıkarak dünyadaki genel gidişata uyum sağlama olayı Türkiye'de 12 Eylül darbesi ile oldu. Darbeden sonra tüm eski parti liderleri ve ileri gelenleri tutuklandı. Partiler kapandı, siyaset yasakları geldi. Darbeyi yapan generallerin kafasında merkez sağ ve merkez soldan oluşan iki partili bir siyasi düzen kurma hesapları vardı. Bu hesaba karşı olan herkes engellendi. Hatta bu dönemde ideolojik şarkılar söyleyen şarkıcılar bile yurt dışına kaçtılar. Bu durum o kadar abartıldı ki bir travesti olarak generallerin ahlak anlayışına göre marjinal olan Bülent Ersoy bile yasaklı listesine girdi. Bu arada bir parantez açayım: Bülent Ersoy'un ara sıra asker karşıtı söylemleri ideolojik bir temelden değil bu yasaktan kaynaklanmaktadır. Neyse. İşte siyasi tüm yapılar ve hatta toplum kesimleri bile susturulunca meydan ideolojisi olmayan, kurulmaya çalışılan rejim için tehlike teşkil etmeyen siyasi partilere kaldı. Özal askeri yönetimde de görevli bir kişi iken seçimden bir süre önce ABD'ye gidip eğitim aldı, hazırlandı. Generaller bunu fark edip rahatsız olsalar da Özal'ı engelleyemediler. Aslında onların kafasında merkez sağ için Turgut Sunalp'ın MDP'si vardı ama evdeki hesap çarşıya uymadı. ABD desteğini alan Özal dünya konjonktürüne uygun olarak ideolojik olmayan muhafazakar ve liberal bir parti kurdu: ANAP. Darbeden sonra sağlanan güvenlikten de memnun olan seçmenler kendilerini yönlendiren ve 12 Eylül'de yurt dışına kaçan (şimdi Kenan Evren'e saydıran) yazar çizer takımının da etkisinden kurtulduğundan apolitikleştiler. Siyasi gruplara ayrılmış kitleler konumundan hiçbir siyasi görüşü olmayan ortada gezen kitleler haline geldiler. Özal bu kitleleri pompaladığı tüketim kültürü, popüler kültür ve liberal politikalarla yanına çekti. 80 öncesinde sağ ve sol arasında oyların çok az bir kısmı seçimden seçime değişirdi. Bunlar ideolojisi olmayan kitlelerdi. İşte 80 sonrası bu kitle çok fazla büyüdü. Bu kitleyi genelde günlük düşünen, kendi ekonomik durumu geçinebilecek kadar iyi olan, hayatta kalmayı, tüketmeyi ve üremeyi önemseyen diğer hiçbir derin konuyu önemsemeyen insanlar oluşturuyordu. Şehirlere göçün artmasıyla beraber bu kitle ülkeyi kimin yöneteceğine karar veren asıl unsur oldu. Merkez sağ politikaları dar boğaza girip merkez sağ ANAP ve DYP diye ikiye ayrılınca bu gezici oy kitlesi de harekete geçti. Bozulan ekonomi, artan PKK terörü, şehirlerde artan mafyalaşma ve güvenlik sorunu bu kitleyi tedirgin etti. 1995'te bu kitleye hitap eden RP herkesi hayrete düşürerek oy patlaması yaptı. Ancak ülkede istikrar sağlayamadığı ve askerlere dayanamayıp istifa ettiği için bu ideolojisiz ve vasat insanlardan oluşan kitle 1999'da DSP ve MHP'ye kaydı. Ancak ülke şartları oldukça zor durumdaydı. Güvenlik ve terör had safhaya ulaşmıştı. Anayasa fırlatma olayından sonraki kriz bardağı taşıran son damla oldu. Bu kitlenin talepleri basit ve sığ olduğundan uzun vadeli çıkarlar yerine kısa vadeli çıkarlarını düşünür. Güvenlik ister, Düzenli olarak yaşayabileceği az da olsa bir gelir ister vs. vs. İşte artık iyice büyümüş ve %40'lara varmış olan bu kitle güçlü bir iktidarın, otoritenin sorunları çözeceğini düşündü ve kendisine bunu sağlayacak en uygun adam olarak sunulan Erdoğan'ın peşine düştü. Erdoğan dünya konjonktürünün çok müsait bir döneminde iktidara geldiğinden şanslıydı da. 11 Eylül olaylarından sonra ABD ve Avrupa'dan kaçan Arap sermayesi (oralarda gördükleri baskı ve aşağılama sebebiyle kaçtılar, ben İngiltere'de 2008 yılında bile bunu gördüm, hava alanlarında arap kıyafetli kişileri donlarına kadar arıyorlardı) kendine yer arıyordu. Bu sermayenin büyük kısmı Çin'e, bir kısmı da Türkiye'ye aktı. Bu dönemde bakın Çin uçuk büyüme rakamlarını yakaladı, o kadar olmasa da Türkiye'de büyüdü. İkinci dönem daha güçlü iktidara gelen AKP hiçbir şey yapmamışlar diye suçladığı Atatürk, İnönü ve daha sonraki iktidarlar döneminde yapılan her şeyi satmaya başladı. 300 milyar dolar kadar bunlardan para topladı. Bir o kadar da dış borç yaptı. Fakat para bol gelince yolsuzluk ve savurganlık ta hat safhaya çıktı. Dış ilişkilerin bozulması ticareti de etkileyince bu dönemde Türkiye koşarak bir ekonomik krize doğru gitmeye başladı. Artık satacak bir şey de kalmayınca hükümet vergilere yüklendi. Bu sebeple 5 Tl. ye benzin alıyoruz. Bu seçim öncesinde AKP gerek devletin giderek bozulan durumu, gerek iç siyasi durum, gerekse dış sorunlara aşırı angaje olması dolayısıyla iyi bir seçim programı hazırlayamadı. Tek programları başkanlık sistemi oldu. Ama benim bahsettiğim bu vasat insanlardan oluşan büyük kitlenin başkanlık sistemi filan umurunda değildi. O yizden bir arayışa girmeye başladılar. İşte bu dönemde MHP ve CHP (kim akıl verdi bilmiyorum) durumu oldukça doğru okudular. Vaatlerini bu vasat insanların oluşturduğu büyük kitlenin beklentilerine göre hazırlamışlar. Bu çiftçiye mazot, asgari ücretliye daha yüksek ücret, emekliye zam vb. söylemler işte bu kitlenin doğrudan ilgilendiği ve gözlerini çevirdiği söylemler. CHP, ardından da MHP bu yöndeki programlarını açıklayınca AKP hazırlıksız yakalandığını anladı. Kıvırmaya başladı ama kıvırdıkça battığını gördü. Kendileri üç seçimde benzer vaatlerle bu kitleden kolayca oylarını almışlardı. Ama şimdi alarm zilleri çalmaya başladı. O yüzden arka arkaya bazı uygulamalara başladılar. Dünkü emekli pirimini ödemeyenlere af olayı da bu kapsamda yapılmış bir girişimdir. Ama AKP'den kayan oyları geri çevirmeye yetmez. AKP'ye oy veren bir miktar insan şimdiden MHP ve CHP'ye kaymış durumda. Bu söylemleri iyi anlatırlarsa bu akış daha da artar. Çünkü konuştuğum bazı insanlar ''Ya, bu vaatlerini MHP ve CHP yerine getirebilirler mi?'' diye sormaya başladılar. Eğer bu partiler ''kaynak ortada'' gibi üstü kapalı açıklamalar yerine halkı ikna edecek şekilde kaynaklarını açıklarlarsa oy akışı çığ gibi büyür. Eğer bu olursa CHP veya MHP'nin oyları herkes için inanılmaz büyüklükte sürpriz olabilir. Burada AKP'den başka yanlış hesap yapan bir diğer parti de Vatan Partisi. İdeolojik ve felsefi bir duruşu olan bir politika yapıyorlar. Biz kaç oy alırsak alalım önemli değil diyorlarsa eyvallah. Ama şu anda Türkiye'de böyle derin konuları düşünen ve buna göre oy veren insan sayısı bir partiye baraj aştıracak kadar bile değil. Kaldı ki bunların bir kısmı zaten;MHP,CHP ve Saadet Partisine oy veriyor. Türkiye'de iktidarı belirleyen benim baştan beri bahsettiğim kitle. Yani güç onların elinde. Bu sebeple eğer oy almak istiyorlarsa bu kitleye hitap etmeleri gerekiyor. Bu sebeple şu andaki propagandalarıyla sanırım seçim sonrası hayal kırıklığı yaşayacaklar. Bu arada Demirel'den sonra Türkiye'nin en büyük demagogu Erdoğan'ın (Daha çok Menderesin tarzını taklit ettiğini düşünüyorum) dışında farklı kanaldan bir başka demagog daha yetişiyor: HDP başkanı Demirtaş. Adam kitlelerin kalbini tutuyor ve günlük polemikleri o kadar ustalıkla kendi çıkarına kullanıyor ki söylemleri çok büyük kitleleri etkilemeye başladı. Bu sebeple eğer HDP barajı aşarsa, hemde 2-3 puan aşarsa hiç şaşırmam. Neyse konu çok uzadı. Burada vasat insan tanımına açıklık getirerek yazımı sonlandırmak istiyorum. Vasat insan ilkokul mezunu, cahil veya köylü insan değildir. CHP'lilerin bir dönem göbeğini kaşıyan adam veya AKP'nin koyunları dediği türden insanlar da değildir. Vasattan kastım uzun vadeli, ideolojik, felsefi vb. derinliği olmayıp günlük ihtiyaçlarına göre karar veren insandır. Bunların arasında rektör olabilmek için en koyu AKP'li olan profesörler, daha önce sövseler bile menfaat karşılığı en koyu AKP'li olan gazeteciler (Mesela biryantinli bir lavuk var. Kendini stratej filan sanıyor. Yazılarını okuyorum. Harp Okulu 1. sınıf öğrencisi kadar strateji bilgisi ve vizyonu yok, işte bu yüzden de vasat diye tanımladığım biri), iş adamları gibi oldukça eğitimli ve üst tabakaya mensup insanlar da var. Bunlar saf veya salak insanlar filan da değiller. Aksine kendi çıkarlarının gayet farkında, rasyonel hareket eden insanlar. Ha bu arada bunlar siyasal İslamcı filan da değiller. Yarın uygun söylemlerle ikna edilsinler sosyalist te olurlar. Çünkü daha önce RP'li, MHP'li, DSP'li olan da bu insanlardı. O zaman nasıl yeni şartlara hemen uyum sağladılarsa yine sağlarlar. Onun için vasat tabirini yanlış anlamayın.Bu küçümseyici bir tabir değil, sadece sosyolojik bir tanımlamadan ibarettir.                                                                                                       
Gelelim Kenan Evren hakkındaki tartışmalara. Benim bahsettiğim kitle ideolojik olmadığı gibi kimseye bir kızgınlık beslemeyen ve aynı zamanda kimseye de bir bağlılık veya minnet beslemeyen bir kitle. Onun için dün göklere çıkardığı birini bu gün birden bire o göklerde omuzundan atıp paramparça olmasına da sebep olmaktan çekinmiyor. Nefreti olmadığı gibi acıması da yok. Daha önce dediğim gibi bu kitlenin hareketi kendi mantığı içinde çok rasyonel ve faydacı. 12 Eylül sonrasında işte bu yüzden; çocuklarının her an ölüm haberini alma tehlikesinden, her gün artan dar boğaz, karaborsa ile çay, yağ, sigara kuyruklarından kurtardığı için, en önemlisi de çocuklarını ve kendilerini yazdıkları yazılarla birbiri ile çatıştıran yazarlar, ajite eden politikacılar, çatışma için teşkil ve teşvik eden örgütlerden koruduğu için darbeyi desteklediler. Şimdi bazıları oylamanın demokratik şartlar altında olmadığını ve bu yüzden halkın bu kadar yüksek oranda darbe anayasası ve Kenan Evren'e oy verdiğini söyleyebilirler. Külliyen yalan, bu günkü seçimlerden daha az demokratik değildi. Hatırladığım kadarıyla kimse de bu yönde bir itirazda bulunmadı. Ben o zaman liseye gidiyordum ve kendi çevremde böyle iddia edildiği gibi bir baskı filan görmedim. 60 ihtilalinde niye bu kadar yüksek bir destek yoktu o zaman. Bence 1980'de Halk darbeyi de darbecileri de onayladı. Sağladığı güvenlikten dolayı, ekonomik istikrardan dolayı, daha önce yaşadığı sıkıntıları kendisine çektirdiği kişileri hapsettiği veya yurt dışına kaçırdığından yani o kişilerden onları koruduğundan dolayı sınırsız destek verdi.O sebeple darbe döneminde yapılan bazı kötü uygulamaları da önemsemedi ve hatta destekledi. Çünkü duyduğu işkence haberleri de eskiden sıkıntı çekmesine sebep olan ve anarşist dediği kişilere yapılıyor diye düşünüyor ve hak ettiler diye sessiz kalarak bunu onaylıyordu. Bunları ben bizzat kendi kulaklarımla o dönemde duyduğum için yazıyorum. O dönemde işkence gören tanıdıklarım da oldu, o dönemde bu işkencelere ''İyi yapıyorlar. Bu anarşistler memleketi yaşanmaz hale getirmişlerdi. Şimdi hak ettikleri cezayı çeksinler diyen tanıdıklarım da. Hatta aşırı sol bir örgüte olup ta darbeden iki üç sene sonra bana iyi ki darbe oldu, yoksa şimdi ben ya birkaç kişiyi öldürmüş bir katil veya öldürülmüş olurdum'' bir kişiyi de hala tanıyorum. Peki şimdi neden böyle herkes Kenan Evren karşıtı kesildi? Bence öyle bir şey olduğu filan yok. Halk kitleleri Kenan Evren karşıtı filan kesilmedi. Bugün Kenan Evren karşıtı kesilenler o dönemde darbenin sıkıntılarını çekenler, işkencelerine katlanan bazı çevreler ile bunların yakınları ve dünyaya hala ideolojik ve felsefi bir perspektifte bakan az sayıdaki kişi bu tepkileri gösteriyor. Halk ise her zamanki gibi şu anda kendisini çok ilgilendirmeyen bu tartışmaları önemsemiyor. Daha önce dediğim gibi kendisini yönetenlere karşı bir minnet filan da beslemediği için kimsenin de arkasında durmuyor. Saygılar sunarım.

10 Mayıs 2015 Pazar

Kenan Evren üzerinden kendilerini aklamaya çalışanlar. Siz de suçlusunuz. Hatta suçun büyüğü size ait.

Kenan Evren hakkında yapılabilecek olumsuz eleştirilerin çoğuna katılırım ama bunlar 12 Eylülden önce ülkeyi felsefeden uzak şekilci bir ideolojik yaklaşımla, bu günkü yönetimin de yapmaya çalıştığı gibi, kamplara bölenleri temize çıkarmaz. 
Köksüz, kendi düşünemeyen, kendi üretemeyen, sürekli olarak başkasını taklit eden aydın tipinin yarattığı ve körüklediği kaos bu ülkede 12 Eylül'de çekilen acılar gibi hatta ondan en az 100 kat acıya sebep olmuştur. 
Dikkat edin, 12 Eylül öncesi gençleri fişekleyerek birbirini öldürmeye teşvik eden ve kendine aydın sıfatını koymuş bazı kişiler Özal döneminde liboş, Erdoğan döneminde muhafazakar olup çıktılar. 
Bu da gösteriyor ki bu kişiler bırakın aydın olmayı, basit bir insan olamayacak kadar aşağılık ve kişisel çıkarlarına göre her kalıba giren insanlarmış. 
12 Eylül dönemindekiler de dahil sebep oldukları acıları ve ölümleri şimdi başkasının sırtına yıkarak sorumluluktan kurtulmaya, tarih önünde kendilerini aklamaya çalışıyorlar. 
Bu anlamda Kenan Evren kadar bile tutarlı değiller. 
Kenan Evreni her ne kadar sevmesem de adam 90 küsur yaşında yargı önüne çıkarılmaya kalkıldığında yaptıklarını inkar etmedi ve bu gün de olsa aynı şeyi yapardım dedi. 
Tamam yaptıklarının bir çoğu savunulamayacak şeylerdi, ama adamın bu tavrı tüm yaptıklarını bunların doğru olduğuna inandığı için yaptığını gösteriyor. 
Bu şahısta belli ki yanlış ve doğruyu değerlendirme konusunda bazı sorunlar var. 
Fakat adam kişisel çıkarları için her gün başka türlü kıvıran bir adam değilmiş. 
Ancak bu gün onu eleştiren bazı kişilere baktığımızda aynı tabloyu göremeyiz. 
Çünkü bu kişiler 12 Eylül öncesi söylediklerini en az 50 defa değiştirmiş, her yeni söylediğini ise çıkarları değişince yeniden değiştirmiş ilkesiz, omurgasız kişiler. 
Böyle adamlara Anadolu'da ''her devrin iti'' derler ve bu tür insanlar toplumda saygınlık açısından katillerden, hırsızlardan bile aşağıda görülür. 
Tamam herkes Kenan Evren ve 12 Eylül rejimini eleştirsin ama hiç kimse onu kullanarak kendini aklamaya ve sorumluluktan kaçmaya çalışmasın. 
Öz eleştiri zamanı çoktan geldi de geçiyor bile. 
Bu söylediklerimin doğruluğunu sınamak isteyenler sadece büyük dönek ve oğulları küçük dönekler olarak meşhur olan Altan ailesine bile baksalar ne demek istediğimi kolayca anlarlar. 
Ben 12 Eylül uygulamalarının sonuçlarından memnun değilim ama bu 12 Eylül öncesini unutmamı gerektirmez. 
O dönemin sorumluları da toplum önünde hesap vermelidirler.
Zaten 12 Eylül'ün şartlarını da hazırlayan onlardır. 
Şimdi suçu ABD'de vs. aramak komediden başka bir şey değildir.

Saygılar sunarım.