.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

5 Mayıs 2025 Pazartesi

Yunan ordusu komutanı General Anastasios Papulas'ın Acı Sonu

Milli Mücadele sırasında Anadolu’da Polatlı/Ankara’ya kadar varan Yunan Küçük Asya Ordusu’nda görev yapan üst düzey Yunan generallerini tanıtmaya devam ediyoruz. Bu yazımızda da Anadolu’daki birliklere komuta eden çoğu üst düzey Yunan generali gibi hayatı dramatik bir şekilde idamla sona eren Anastasios Papulas’tan bahsedeceğiz.

General Anastasios Papulas 1857 yılında dünyaya gelmiştir.  Bu durumda kendisinin Atatürk’ten 24 yaş büyük olduğu anlaşılmaktadır. Papulas, Yunanistan’daki mevcut askeri okullarda okuyarak subay olmuştur. Subay olduktan sonra girdiği sınavda başarılı olunca da Almanya Harp Akademisi’ne gitmiştir. Bu okuldan mezun olunca kurmay subay olan Papulas’ın, 2.10.1924 tarihinde Eleftiros Tipus gazetesinde yayımlanan savaş anılarında zaman zaman bu konuya değinmesinden, bu okulda okumakla büyük bir gurur duyduğu anlaşılmaktadır.

Daha sonra ülkesine dönerek değişik birliklerde çalışan Populas’ın en son aktif cephe görevi Balkan Savaşları sırasında 10. Piyade Alayı Komutanlığı olmuştur.  Bu birlik komutanlığında başarılı olunca tugay komutanlığına yükselmiştir. 1. Dünya Savaşı yıllarında Kral Konstantin’in en yakın dostlarından biri ve ateşli bir monarşist olan Papulas, 1917’deki Venizelosçu darbe sonucunda Kral yurtdışına çıkmak zorunda kalınca, Avarop hapishanesine atılmıştır. 

Yunan ordusu İzmir’e asker çıkararak Anadolu içlerine doğru ilerlemeye başladığı dönemde hapis yatmakta olan Papulas,  1 Kasım 1920 seçimlerinde Venizelos’un hükümetten düşmesinin ardından 4 Kasım 1920’de serbest bırakılmıştır. 7 Kasım’da da Savunma Bakanlığı’na çağırılmış ve kendisine Küçükasya Ordusu Komutanlığı teklif edilmiştir. 

Ne var ki Papulas, böylesine kritik bir mevki için hiç te uygun biri değildir. Çünkü uzun süredir fiili görevden uzak kalmış ve 1. Dünya Savaşı sırasındaki muharebelerde görev almamıştır. Buna rağmen görevi kabul etmiş ve Anadolu’ya geçmiştir. Papulas, 8 Kasım 1920’de Anadolu’daki Yunan ordusunun komutasını General Paraskivopolos’tan teslim almıştır. Kendi anılarında bunu hiç istemediğini söylese de, göreve geldikten sonra üst seviyedeki birlik komutanlarını Venizelosçu olduğu gerekçesiyle (muhtemelen hükümetin emriyle) değiştirmeye başlamıştır. 

Papulas, göreve gelmesinden çok kısa bir süre sonra, iki tümen kadar kuvvetle Eskişehir genel doğrultusunda bir taarruz harekâtı icra etmiştir. Papulas anılarında, bizim 1. İnönü Muharebesi dediğimiz ve Yunanlıları yendiğimizi belirttiğimiz bu muharebeden, mevcut durumu ortaya çıkarmak için yaptığı bir mahdut hedefli keşif harekâtı olarak bahsetmektedir. Karşısındaki Türk birliklerinin komutanı olan İsmet İnönü de kendi anılarında bu harekâtın küçük bir çarpışma olduğunu anlatmaktadır.

Yalnız ne maksatla ve hangi seviyede yapılmış olursa olsun Papulas bu taarruz harekâtında yenilmiş olmasına rağmen anılarında yenildiğinden bahsetmemektedir. Bunun yerine, keşif harekâtı sonucunda Türk ordusunun düzenli ve güçlenmekte olan bir ordu olduğunu tespit ettiğini ve bu keşif harekâtından güttüğü amaç gerçekleştiği için birliklerini geri çektiğini söylemektedir.

Londra Konferansı’ndan sonra iki kolordu ile yaptığı ve Afyon-Eskişehir hattını ele geçirmeyi hedeflediği ikinci taarruzu (2. İnönü Muharebesi) da kaybeden Papulas anılarında bu başarısızlığın da istediği takviyelerin vaktinde gönderilmemesi ve hazırlıklar tamamlanmadan taarruz etmek zorunda kalmasından kaynaklandığını söylemektedir. Muhtemelen söyledikleri doğrudur ve bu durumdan şikâyet etmekte haklıdır. Ancak bu muharebenin planı ve icra şekli, benim kişisel kanaatime göre, Papulas’ın en temel strateji esaslarına riayet etmediğini göstermektedir. Plan çok zayıf olduğu gibi sevk ve idarenin de iyi olmadığı anlaşılmaktadır.

Fakat bu iki taarruz başarısız olsa da, Yunan ordusu, Papulas ve karargâhı için oldukça öğretici olmuştur. Bu muharebeler öncelikle Türk ordusunun o kadar zayıf bir ordu olmadığını ve gün geçtikçe güçlendiğini göstermiştir. İkinci olarak, mevcut Yunan birliklerinin bu orduyu yenmek için yeterli olmadığını ortaya çıkarmıştır. Üçüncü olarak ta yapılan taarruz planlarının hatalı olduğunu ve Eskişehir istikametinde taarruz ederek Türk ordusu tespit edilirken güneyden yapılacak asıl taarruzun kuşatıcı bir şekilde Eskişehir’e yönlendirilmesinin daha uygun bir hareket tarzı olacağını göstermiştir.

Nitekim bu dersler neticesinde Populas, hızla ordunun personel ve silah miktarını artırarak bu esaslara uygun bir plan yapmış ve uygulamaya koymuştur. Bu plan başarılı da olmuştur. Fakat Papulas, bu plana göre icra ettiği Kütahya –Eskişehir Muharebelerinde yendiği Türk Ordusu’nu kuşatarak imha etme fırsatını kullanamamış ve iyi bir takip harekâtı da yapamamıştır. Bu sebeple Türk Ordusunun Sakarya gerisine çekilmesine seyirci kalmıştır.

Papulas, bu başarısına rağmen Kütahya Eskişehir muharebesinden sonra Temmuz 1921’de Anadolu’da toplanan Yunan Harp Meclisi’nde hükümetin ileri harekâta devam edilmesi fikrine karşı çıkmıştır. Çünkü Türklerle yaptığı üç muharebenin sonuncusunda büyük bir başarı sağlayarak Eskişehir ve Afyon gibi çok büyük stratejik öneme sahip iki bölge de dâhil çok geniş bir araziyi ele geçirmesine rağmen Türk ordusunu, araziyi ve iklim koşullarını iyi öğrenmiştir. Kendi ordusunu da iyi tanıyan Papulas daha ileri gitmenin bir felakete sebep olabileceğini anlamıştır.

Bu konuda haklı da çıkmıştır. Ama bu doğru tespitin, Papulas’ın durumu doğru bir şekilde değerlendirmesinden mi yoksa komutan olarak sahip olduğu kişilik özelliklerinden mi kaynaklandığı konusu tartışmaya açık bir konudur. Çünkü Papulas, o zamana kadar yaptığı üç muharebede de oldukça ihtiyatlı davranmış ve daima ordusunu bir felakete sürükleyebileceği endişesiyle hareket etmiştir. Nitekim Anadolu’da yaptığı bütün muharebelerde karşı taraftaki ordunun komutanı olarak kendisi ile savaşmış olan İsmet İnönü de anılarında, o dönemde Papulas’ın bir komutan olarak bazı zayıf yönleri olduğunu tespit ettiğini söylemektedir. 

 İnönü’ye göre Populas sinirleri zayıf bir komutandır. Bu sebeple taarruzda, planladığı gibi başarı elde edemeyince hemen muharebeyi kesmekte ve geri çekilmektedir. İnönü’nün bu ifadesinden de anlaşıldığı gibi Papulas, iyi bir asker için olmazsa olmaz bir özellik olan kararlılıktan yoksun ve irade gücü zayıf bir kişidir. Nitekim hükümet taarruza mecbur olduklarını söyleyince, yine ihtiyatlı bir palanı ön gören bir rapor hazırlayarak Hükümete ve Krala vermiştir. Bu plan incelendiğinde de Papulas’ın endişeli ve kararsız ruh halinin izleri açıkça görülmektedir. Çünkü plan kesin olarak belirlenmiş bir hedeften yoksundur. Plan, değişik ihtimallere göre önerilen farklı hareket tarzları ile sanki sırf emir verildiği için mecburen taarruz edildiğini gösteren özellikler taşımaktadır.

Papulas, bu plana göre Ağustos 1921’de tekrar ileri harekâta başlamış fakat Sakarya Meydan Muharebesi’nde 22 gün 22 gece süren muharebelerin stresine daha fazla dayanamayarak geri çekilmeye karar vermiştir. Buna rağmen Papulas bu muharebenin sonundan itibaren, sanki yenilmemiş te yaptığı planda öngördüğü ihtimallerden birinin ortaya çıkması üzerine daha en baştan karar verdiği çekilme planını uygulamış gibi bir tavır takınmıştır. Fakat bu iddiasıyla, başta kendi hükümeti dâhil, hiç kimseyi ikna edememiştir.

Nitekim bu yenilginin ardından, bu günkü İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth’in kocasının (Philip Mountbatten, 10 Haziran 1921’de Yunanistan’da Korfu’da doğmuştur. Doğumunda kendisine Yunanistan ve Danimarka'nın Prensi unvanı verilmiştir. Birleşik Krallık kraliçesi II. Elizabeth'in eşidir. Kraliçe ile evli olduğu için İngiltere’de aldığı Edinburgh Dükü unvanına rağmen armasında halen Yunanistan bayrağı ve Danimarka Kraliyet Bayrağı bulunmaktadır.) babası olan ve bir kolorduya komuta eden Yunan Prensi Andre de dâhil kolordu komutanları seviyesinde görev değişiklikleri yapılmış ve Papulas ta Mayıs 1922’de görevden alınarak emekliye sevk edilmiştir.  

Ancak yerine atanan kişi generallik sanatına Papulas kadar da vakıf olmayan ve psikolojik sorunlar yaşayan Hacianesti olmuştur. Hacianesti Yunan ordusunda en son yaptığı birlik komutanlığında, dengesiz davranışları sebebiyle birliği kendisine isyan etmiş sorunlu bir generaldir. Küçük Asya Ordusu komutanlığına getirildiği dönemde bu dengesiz ruh halinin ağır bir psikolojik hastalık haline geldiği iddia edilmektedir.

Bu kifayetsiz kişiliğiyle Hacıanesti doğal olarak, Büyük Taarruz sırasında ordusunu uygun şekilde sevk ve idare edememiş ve Yunanlıların Anadolu macerası çok acı bir şekilde sona ermiştir. Yunanistan’a dönen ordu, Albayların öncülüğünde bir darbe yapmış, Kral Yurt dışına gitmek zorunda kalmış ve Anadolu macerasından sorumlu tutulan hükümet üyeleri ve generaller yargılanarak bazıları idam edilmiştir.  Bu durum 1. Dünya Savaşı ve onun devamı niteliğindeki savaşların sebep olduğu genel bir durumdur. Çünkü bu savaşlarda yenilen ülkelerin tamamında rejimler değişmiş, krallar tahtlarını kaybetmiş ve ülkeyi yönetenler ya idam edilmiş veya ülkelerinden kaçmak zorunda kalmıştır.

Yunanistan’da darbe yapılıp yargılamalar ve idamlar başlayınca, eski generaller gazetelerde birbirlerini suçlayan yazılar yazmaya başlamışlardır. Bu yazılarda herkes suçu başkasına atmaya çalışmıştır. Bu kapsamda Papulas, bazı emekli generallerin gazetelerde yayımladıkları yazılarla başarısızlıkta kendisinin de payı olduğunu iddia etmeleri üzerine,  yapılan suçlamalara 2.10.1924 tarihinde Eleftiros Tipus gazetesinde cevap vermiştir. Papulas bu yazılarına başlarken, Küçük Asya Ordusu’nda hükümet temsilcisi olarak görev yapan General Kesnifon Sitratigos gibi bazı kişilerin gazetelere kendisi aleyhine verdiği demeçlerin iftiralarla dolu olduğunu ve bu sebeple gerçekleri anlatmak için gazetede bu yazıyı yazmak zorunda kaldığını söylemiştir.

Papulas bu yazısı okunduğunda, tamamen bir savunma psikolojisi ile hareket ettiği ve her yenilgisine mantıklı bir açıklama getirmeye çalıştığı anlaşılmaktadır. Mevcut belgelere bakıldığında, Sakarya Meydan Muharebesi’ne taraftar olmadığına dair iddiaları gibi bazı iddialarının gerçekten doğru olduğu anlaşılmaktadır. Ancak Anadolu’dan mağlup bir general olarak ayrılmıştır ve bir birliğin yaptığı ve yapamadığı her şeyden o birliğin komutanı sorumludur. Bu sebeple, her ne kadar sorumluluk kimsenin omuzlarına yakışmayan bir unvan olsa da (benim kişisel kanaatime göre) Papulas ta bu başarısızlıktan sorumlu olanların başında gelmektedir.

Büyük bir bozgunun ardından birçok kişinin suçlamalara maruz kaldığı, yargılandığı ve hatta idam edildiği bir dönemde Papulas’ın, kendisine basın yoluyla yapılan saldırılara, endişeye kapılarak yine basın yoluyla cevap vermesi ve kendini savunması insani bir davranış olarak normal karşılanabilir. Ancak onun siyasi tavrındaki değişim o kadar da normal karşılanacak gibi değildir. Çünkü Papulas, sergilediği tavırları ve söylemleriyle siyasi görüşleri yüz seksen derece değişmiş, savaş öncesinde ateşli bir monarşi taraftarıyken birden bire ateşli bir cumhuriyetçi ve Venizelosçu kesilmiştir.

Fakat bu durumun dönemin gelişmelerine ayak uydurmak ve hayatta kalmak için yaptığı bir manevradan ibaret olduğu kısa süre içinde ortaya çıkmıştır. Yani Papulas, bu dönemde muhtemelen yargılanmamak için takiyye yapmıştır. Çünkü bu günlerde cumhuriyetçi kesilen Papulas, 1935 yılında yapılan başarısız bir askeri darbenin ardından bu darbenin elebaşı olduğu suçlamasıyla yargılanmış ve suçlu bulunarak idam edilmiştir. Böylece, Sakarya Meydan Muharebesi’nde cephe gerisine sızarak karargâhına saldıran Türk süvarilerinden bile ihtiyatlılığı sayesinde (kaçarak) sağ olarak kurtulmayı başaran Papulas, ülkesindeki siyasi mücadelelerden sağ olarak kurtulmayı başaramamıştır.

Yunan Generali Trikopis'in Başına Gelenler

Tirikopis deyince muhtemelen çoğu insan kimden bahsedildiğini bilir. Bizim genellikle Tirikopis diye bildiğimiz ve Büyük Taarruz’da üç yunan kolordusunun güneydeki yarma bölgesindeki kolordunun komutanı olan ve Yunan Küçükasya Ordusu Komutanı Hacianesti İzmir’de keyif çatarken cephedeki bütün birlikleri sevk ve idare etmeye çalışan Yunan generali Nkolaos Trikupis’ten bahsediyorum.

General Trikupis, Büyük Taarruz’da kolordusunun cephesi yarılmasına ve sonrasındaki 30 Ağustos Başkomutanlık Meydan Muharebesi’ni (Yunanlılar bu muharebeye Al Viran Muharebesi diyorlar.) kaybetmesine rağmen, kendisini tanıyanlar tarafından o zamanki Yunan ordusunun en başarılı ve yetenekli generali olarak tanınmaktadır.

General Trikupis, meslek yaşamı boyunca meydana gelen tüm Türk-Yunan savaşlarına katılmış, muharebe meydanlarında gösterdiği cesaret ve yeteneğiyle hızla yükselmiş başarılı bir generaldir. Fakat kendisinin katıldığı ve Türklerle yaşanan bu üç savaşın ikisini Türkler kazanmıştır. Bu savaşların sonuncusu olan Kurtuluş Savaşı (Yunanlılara göre Küçükasya Seferi.) sonunda yapılan Büyük Taarruz ise onun meslek hayatının sonunu getirmiştir. Çünkü genç rütbelerde iken iki defa Türklere esir olmaktan şans eseri olarak kurtulan Trikopis, üçüncü savaşın sonunda Yunan Küçükasya Ordusu Komutanı olarak Türklere esir düşmüş ve esir olarak bir yıl süreyle Türkiye’de kalmıştır. Şimdi Yunan Ordusu’nun yetiştirdiği önemli generallerden biri olan bu Trikupis’in maceralarla dolu yaşamını anlatmaya çalışacağız.

Trikupis, Yunanistan’daki bir yerleşim yeri olan Misolongi’de (Yunanistan’ın batısında İon Denizi kenarındaki bir yerleşim yeridir.) doğdu. 14 Yaşına kadar burada yaşadıktan sonra buradan ayrılarak 1881-1882 öğretim yılında Pire’deki askeri okula gitti. Buradan da anlaşılacağı gibi kendisi Atatürk’ten 13-14 yaş büyüktür. O dönemde Yunanistan’da askeri okula girenler kesintisiz 7 yıl okuduğu için 1888’de okuldan mezun oldu. Okuldan mezun olduktan sonra topçu sınıfına ayrıldı.

Şubat 1889’da, askeri eğitim maksadıyla Fransa’ya gitti. Fransa’da da yedi yıl kaldı. Bu eğitimin ilk yılında 26. Fransız Sahra Topçu Alayı’nda görev yaptı. Ovur ve Serkoti’deki askeri kampta da topçuluk ve atış konusunda uygulamalı eğitim aldı.

Bu eğitim sonunda 1890’da girdiği sınavı kazanarak 1890-1892 yılları arasında Fransız Topçu Tatbikat Okulu’nda öğrenci subay olarak okudu. Bu okuldan sonra Fransız Süvari Tatbikat Okulu’nda eğitim gördü. Bu eğitimin ardından 1893-1895 yılları arasında Paris’teki Fransız Yüksek Harp Okulu’nda (Harp Akademisi)  okudu.

Bu sırada meşhur Dreyfus olayı sebebiyle Yunan değil Fransız üniforması giydi. Ülkesine henüz dönmediği için hala asteğmen rütbesindeydi. Diğer öğrencilerin çoğu yüzbaşı rütbesinde olduğundan okulda Trikupis’e Avrupa’nın en yaşlı asteğmeni deniliyordu.  Trikupis, bu okulu başarıyla tamamladıktan sonra Yunanistan’a döndü.

1897 yılında Yunanistan Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ve seferberlik ilan ettiğinde Trikopis Nauplion’daki mühimmat deposunda görev yapıyordu.  Buradaki tüm subaylar, savaş ilanı ile çok heyecanlanmış ve savaşa katılma arzusu ile dolu olduklarından, o zamanki Osmanlı sınırına çok yakın bir yerde ve savaşın yaşanacağı düşünülen bir bölgede olan Larissa’ya gitmek istiyordu.

Bir süre sonra Trikupis, Larissa bölgesindeki General Nikolaos Makris komutasındaki 1. Tümen’in (kurmay heyetine) karargâhına görevlendirildi. 4 Nisan 1897’de çatışmalar başlayınca en yakındaki çatışma bölgesi olan Boyacı-Tırnova bölgesine gitti. Burada ilk defa çatışma tecrübesi yaşadı. Bu çatışmalarda başlangıçta vurulma endişesi yaşamasına rağmen kısa sürede muharebe şartlarına alıştı.

11 Nisan’da görevli olduğu tümenin karargâhı ile birlikte bulunduğu Kritiri bölgesinde topçu birliklerini bizzat yönetti. Bu sırada Deleria bölgesindeki Yunan savunmasının çöktüğü ve birliklerin dağıldığı haberi gelince Tümen Komutanı durumu öğrenmek için Trikupis’i bu bölgeye gönderdi. Atıyla bu bölgeye yaklaştığında Yunan askerlerinin ve köylülerinin bozgun halinde kaçtıklarını ve Türk süvarilerinin onları kovaladığını gördü.

Türk süvarileri ona doğru yaklaşınca atını ormanlık bir bölgeye sokup saklandı. Türkler gidince Tümen’e geri döndü ve komutanına rapor verdi. Yunan Genel Karargâhı Tümen’in Farsala’ya hareket etmesini emir verince toplandılar. Fakat Tümen Kurmay Başkanı ortadan kaybolduğundan Tümen Komutanı Trikupis’in Kurmay Başkanı yerine geçerek Tümen’e gerekli emirleri iletmesini istedi. 23 Nisan’da Frasala’da bir bölüğün başında demiryolu istasyonunu ele geçirmek için taarruz etti ama Türk ordusu demiryolunu ele geçirmiş olduğundan geri çekildi.

25 Nisan’da Tümeniyle birlikte Dömeke’ye gitti. Tümen komutanı onu keşif için ileri gönderdiğinde Türk süvarilerinin arasında kaldı. Ama süvariler onu görmeyince yine kurtuldu. Dömeke, Derbent ve Furka muharebelerinde Yunan ordusu bozguna uğradı ve 7 Mayıs’ta Lamia’ya kadar çekildi. Tümen komutanı ile birlikte Türklerden kaçan askerleri durdurmak için çok uğraştılar ama hiçbiri durmuyordu. Trikupis silahını çekip tehdit ederek bir miktar askeri durdurmayı başardı. Fakat büyük bir yenilgiye uğrayan Yunanistan ateşkes istediğinden o sırada savaş sona ermişti.

Trikupis Balkan Savaşı’na 3. Tümen Kurmay Başkanı olarak katıldı. Bu savaşta Yenice’nin güneybatısında yüzünden yaralandı.  Görice’nin ele geçirilmesi esnasında Tümenle birlikte muharebelere katıldı. Trikupis, 2. Balkan Savaşı’nda da Kılkış, Kelender ve Petsova bölgelerinde Bulgarlarla yaşanan muharebelere katıldı.

Birinci Dünya Savaşı sırasında Selanik’ta görev yapıyordu. Kral ile Venizelos arasında anlaşmazlık çıkıp ta Yunanistan’da biri Krala bağlı olarak Atina’da, diğeri ise Venizelos’a bağlı Selanik’te iki hükümet ortaya çıkınca, Ağustos 1916’dan itibaren Krala bağlı olarak Atina’da görev yaptı. 1918 Şubatına kadar Atina’da kaldı. Mayıs 1918’de Atina bölgesinde görev aldı ve İtilaf Devletlerinin Makedonya Cephesi’ne yaptığı son taarruza katıldı. Üsküp, Priştine, Niş ve Prut bölgelerinin ele geçirildiği harekâtlara iştirak etti. 25 Aralık 1918’de Sofya’ya geldi. Burada 2-3 gün kaldıktan sonra Mayıs 1919’da Görice’de görev yapmaya başladı. Mayıs ayının 15’inde bir Yunan Tümeni İzmir’e çıkmış ve Yunanlıların Küçükasya Seferi başlamıştı.

Yunan ordusu 22 Haziran 1920’de Milne Hattı’ndaki Türk birliklerine taarruz edip darmadağın ettiği ve Bursa dâhil birçok yerleşim yerini ele geçirdiği sırada tümeni Anadolu’ya gitmekle görevlendirildi. Bunun üzerine Temmuz 1920’de 3. Tümenle İzmir’e çıktı ve Manisa’ya geldi. 1 Kasım 1920’de Venizelos seçimi kaybedince Anadolu’daki Yunan Ordusu Komutanlığına Populas getirildi. Bundan sonra da birlik komutanları değişmeye başladı.  Trikupis te 3. Kolordu Komutanlığına atandı. Fakat 3. Ordu Komutanı komutayı vermeyince Bursa’da bir binaya yerleşip kendi 3. Kolordu karargâhını kurdu ve birliklere emir vermeye başladı. Bunun üzerine bütün tümen komutanları ondan emir almaya başlayınca eski kolordu komutanı komutayı ona devretmek zorunda kaldı.

Kolordu Komutanı olarak 1. Ve 2. İnönü Muharebelerine katıldı. Bu muharebelerde bir defa atı vurularak öldü ancak kendisine bir şey olmadı. Kütahya-Eskişehir Muharebesi’nden sonra Kral ve Prenslerin de katılımıyla Eskişehir’de yapılan toplantıda güney grubu komutanı olarak görevlendirildi. Burada Sakarya Meydan Muharebesi için ilerleyen Yunan ordusunun güney ve güneybatı yan emniyetini aldı. Sakarya Meydan Muharebesi kaybedilip te Prens Andreos 2. Kolordu Komutanlığı’ndan ayrılınca 19 Eylül 1921’de onun yerine 2. Kolordu Komutanı oldu.

Ekim 1921’de Yunan ordusu kuzeyde 3. Kolordu’dan oluşturduğu birinci grup ve güneyde 1. ve 2. Kolordulardan oluşan ikinci grup olarak ikiye ayrıldı ve güneydeki grubun komutanlığına Trikopis getirildi. Fakat bu sırada Yunan Küçükasya Ordusu Komutanlığına getirilen Hacianesti Temmuz 1922’de bu teşkilatı bozunca sadece 2. Kolordu Komutanı oldu. Trikopis anılarında Hacianesti’nin kendisinin iki kolorduya birden komuta etmesini kıskandığı içöin bu teşkilatı bozduğunu anlatmaktadır.

Fakat kısa süre sonra başlayan Büyük Taarruz’da muharebeleri İzmir’den idare etmeye çalışan ve Trikupis’in aldığı gerçekten önemli ve uygulanmaya devam edilse Türk ordusunun taarruzunu sıkıntıya sokabilecek olan tedbirleri iptal ederek Yunan ordusunun kısa sürede darmadağın olmasına sebep olan Hacianesti komutanlıktan alınınca, Trikupis ordu komutanlığına tayin edildi. Ama bu sırada o orduyu geri çekerek kurtarmaya çalıştığından ve ülkesiyle tüm irtibatı Türk Süvari Kolordusu tarafından kesildiğinden, o bunu esir düştükten sonra Mustafa Kemal Paşa’dan öğrenebildi. Savaştan sonra da bir yıl kadar esir olarak Türkiye’de kaldıktan sonra ülkesine döndü. Hacianesti yargılanıp kurşuna dizilirken Trikupis suçsuz görülerek hakkında mahkeme bile açılmadı.

 

Yunan Ordusu Komutanı Hacı Anesti'nin İdamı

Hacıanesti, 1863 yılında Yunanistan’da dünyaya geldi. Buradan da anlaşılacağı gibi Atatürk’ten 18 yaş büyüktür. Yunanistan’daki askeri okullarında okuyan Hacıanesti, bu eğitimin sonunda topçu subayı olarak mezun oldu. Subay olduktan sonra girdiği sınavlarda başarılı olarak kurmay subay eğitimi almak için Almanya’ya gitti. Alman Harp Akademisi’nden mezun olduktan sonra kurmay subay olarak çeşitli birliklerde görev yaptı.

Bu görevleri sırasında astlarına ve özellikle de askerlere kötü davranan bir subay olarak kötü bir şöhret kazandı. Bu davranışları general olduktan sonra da azalmadı, tam aksine giderek arttı. Öyle ki, aşırı sert tavırları yüzünden 1915’te komutanı olduğu 5. Tümen’de isyan çıktı. Bu görevinden sonra Hacıanesti, monarşist Yunan subaylarının çoğu gibi I. Dünya Savaşı’nı kızağa alınarak boşta geçirdi.

22 Mart 1922’de İzmir ve çevresinde muhtar bir İyonya Devleti kurulması tartışmaları sebebiyle hükümete istifasını veren Yunan Küçük Asya Komutanı Papulas’ın yerine tayin edilmesi düşünüldü ancak hükümet Papulas’ın istifasını kabul etmeyince Doğu Trakya’daki Yunan Ordusu’nun Komutanlığına atandı. Hacıanesti, Edirne’ye giderek bir kolordu büyüklüğündeki (4. Kolordu) bu birlikte göreve başlayınca, 13.000 kişiyi geçmeyen zayıf Trakya Ordusu’nun Yunan çıkarlarını sağlamak için yetersiz olduğunu değerlendirdi. Bunun üzerine hükümete, İstanbul üzerinde etkili bir baskı oluşturulmak için Trakya ordusunun üç tümenle takviye edilerek güçlendirilmesini teklif etti.

 3 Haziran 1922’de Papulas ordu komutanlığı görevinden istifa edince, onun görevi kendisine teklif edildi. Hacıanesti, Trakya ordusunun da kendisine bağlı olması koşuluyla bu görevi kabul etti. Bazı yazarlar tarafından, Hacıanesti’nin bu göreve uygun bir kişi olmadığı ve atandığı sırada ruh sağlığının ve akli dengesinin ciddi bir şekilde bozulduğuna dair emareler gösterdiği iddia edilmektedir. Fakat görevi devraldıktan sonra (diğer Yunan generallerinin anılarında da bahsedilen kişilik bozukluklarıyla ilgili emarelere rağmen)  ordudaki idari, lojistik ve psikolojik sorunları doğru bir şekilde tespit ederek hemen etkili tedbirler almaya başladı ve bunda oldukça başarılı oldu. Dolayısıyla bu ruh sağlığı konusundaki değerlendirmeler biraz abartılı olabilir. Bunu anlamak için göreve başladıktan sonra yaptığı faaliyetlere bakmak yeterli olacaktır.

4 Haziran’da Yunan Küçük Asya Ordusu Komutanı olarak görevlendirilen Hacianesti, 5 Haziran’da İzmir’e giderek görevi devraldı. Hacianesti, görevi teslim aldıktan sonra cepheyi bir uçtan bir uca gezmeye başladı. Bu gezisi sırasında savunma tedbirlerini, mevzileri ve engel sistemini incelediği gibi cephedeki Yunan birliklerinin komutanları, subayları ve askerleri ile de görüştü. Çok iti hazırlanmış mevzileri ve tahkimatı görünce askeri hazırlıkları yeterli olarak değerlendirdi. Ancak personelle yaptığı görüşmeler sonucunda askerlerin memleketlerine dönmek istediklerini ve moralin düşük olduğunu tespit etti.

Bu gezi sırasında elde ettiği bilgiler ve kişisel gözlemleri sonucunda, eğer personel sorunları halledilirse çok iyi bir şekilde tahkim edilmiş olan savunma mevzilerinde uzun süre savunma yapılabileceğine ve Türkler taarruz ederse yapılan engel ve tahkimat sayesinde yenilgiye uğratılabileceğine inandı. Tek sorun ordunun moralinin düşmüş olmasıydı. Bu sebeple morali artırmak için; maaş, iaşe ve ikmal sorunlarını kısa sürede çözmeye çalıştı. Cephe gerisinde atıl bir vaziyette duran ve cephedeki personelin morali üzerinde olumsuz bir etki yaratan subay ve erleri de cepheye gönderdi. Böylece orduda, komutanlarına olan güven ve moral artmaya başladı.

Hacianesti, cephede yaptığı gezinin ardından ordu karargâhı ve birlik komutanlıklarında da bazı değişiklikler yaptı. Milli Mücadele sonrasında Trikupis gibi generaller tarafından komuta yapısı ve teşkilatta yaptığı bu değişiklikler ve askeri başarısızlığı sebebiyle onun liderlik ve askerlik yeteneklerinin çok zayıf olduğunu iddia edildi. Uygulamalarına bakınca bu konudaki iddiaların pek haksız da olmadığı anlaşılmaktadır. Ancak astlarının fikirlerine değer verdiği veya en azından şekil olarak değer veriyormuş gibi göründüğü dikkate alındığında onun çok eleştirilen bu değişikliklerinde ve uğradığı başarısızlıkta savaş sonrasında onu eleştiren ast birlik komutanlarının da payı olduğu söylenebilir.

Çünkü Hacıanesti, 15 gün süren cephe gezisinin ardından ast birlik komutanlarının fikirlerini öğrenebilmek için tümen komutanlarının mütalaasını istedi ve bu mütalaalarda Türk ordusunun taarruz edemeyeceği yönünde ağırlıklı bir görüş vardı. Bu görüşü ciddiye alması onun bazı hatalar yapmasına sebep oldu. Örneğin Anadolu’dan bazı birlikleri çekerek Trakya’daki 4. Kolordu’yu takviye etmeye karar verdi. 25 Haziran’da verdiği bir emirle Kuzey ve Güney Grubu şeklindeki teşkilatı lağvetti ve üç bağımsız kolorduyu doğrudan orduya bağladı. Eğer Türkler Afyon bölgesinden taarruz ederlerse ve ordu komutanlığı ile irtibat kesilirse buradaki birliklere eskiden olduğu gibi yine 1. Kolordu Komutanı Trikupis komuta edecekti. 2 Temmuz’da bu yeni kuruluşa geçildi.

Fakat tüm bu olumlu çabalarına ve tespit ettiği duruma göre yaptığı kendince makul hal tarzları ve düzenlemelere rağmen Hacıanesti, 26 Ağustos 1922’de başlayan Büyük Taarruz’da ast birliklerin teklif ve değerlendirmelerini dikkate almayarak İzmir’den cepheye müdahale etmeye kalktı. Hâlbuki doğru bir karar ve emir verebilmek için durum hakkında yeterli bilgi elde edememişti. Çünkü telefon ve telgraf irtibatının Türk süvarileri ve milli müfrezeleri tarafından kesilmesi sebebiyle ne olup bittiği konusunda tam bir bilgisi yoktu. Bu sebeple Trikupis’in oldukça mantıklı ve etkili tedbirlerini iptal etti.  

Eğer böyle yapmasaydı belki de Büyük Taarruz’un sonucu ve hatta Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü sınırları farklı olabilirdi. Çünkü Trikupis, 26 Ağustos’ta Türk taarruzu başlar başlamaz durumu inceleyerek derhal gerekli tedbirleri almaya başlamıştı. Trikupis, ilk tepeler hattı Türklerin eline geçince taarruzun sıklet merkezinin güneyde olduğunu anladı ve derhal kendi ihtiyatlarını muharebeye soktu. Ayrıca 2. Kolordu’dan (İhtiyat Kolordusu) bir tümen getirerek savunmayı takviye etti ve bir tümenin daha yola çıkarılması için emir verdi. Trikupis, kaybedilen tepelerin bir karşı taarruzla ele geçirilmesi durumunda savunmanın başarıyla devam edebileceğini düşünüyordu ve muhtemelen bu konuda haklıydı. Bu durumu Ordu Komutanı’na rapor etti fakat Hacıanesti onun gibi düşünmüyordu. Onun niyeti, ihtiyattaki 2. Kolordu ile Çay istikametinde genel bir karşı taarruz yapmaktı.  

Buna uygun olarak, Hacıanesti’nin 26 Ağustos günü akşamüzerine doğru kolordu komutanlarının eline geçen emrine göre; Trikupis’in 1. Kolordusu ve Eskişehir bölgesindeki 3. Kolordu savunmaya devam edecek, ihtiyat kolordusu ise Çay istikametinde taarruz edecek ve bu taarruz 28 Ağustos sabahı başlayacaktı. Bu emri alan 2. Kolordu komutanı 1. Kolordu bölgesine göndermek üzere trene bindirdiği birlikleri durdurdu. Böylece güneydeki muharebelerin en kritik anında Trikupis’in yapmayı planladığı ve ihtiyat kolordusundan alacağı takviyelerle Türk taarruzunu durdurabilecek tedbirleri iptal eden Hacıanesti hem tehlikenin büyümesine hem de birliklerin sevk ve idaresinin karışmasına sebep oldu.

Bunun sonucunda Büyük Taarruz’un ikinci günü (27 Ağustos 1922), Yunan cephesi güneyden yarıldı ve bu bölgede bulunan General Trikupis komutasındaki Yunan 1. Kolordusu Afyon ovasına atıldı. Yunan birlikleri Türk ordusu tarafından hızla takip edildiğinden planlandığı şekilde bir gerideki savunma hattına da çekilemedi. Onun yerine kuzeye doğru çekilmeye başladı. Bu sırada İzmir’de bulunan ve hala duruma tam olarak vakıf olmayan Hacıanesti, bir önceki taarruz emrini daha da aşırı bir hale gelecek şekilde düzelterek yineledi. Bu emre göre; 1. Kolordu’nun karşı taarruzla Türk taarruzunu durdurması, ihtiyat 2. Kolordu’nun güneydoğu istikametinde taarruza geçmesi ve Eskişehir’de bulunan 3. Kolordu’nun Türk birlikleri karşısında zayıf birlikler bırakarak kuvvetin çoğuyla doğu istikametinde taarruz etmesi isteniyordu.

Bu sırada Trikupis, birliklerine emir verdiği gibi, bir gerideki savunma hattında savunmaya devam edebilmek için batı istikametinde çekilebileceği açık bir bölge bulmaya çalışıyordu. Ordu Komutanı’nın emrini alınca ne yapacağını düşünürken 2. Kolordu Komutanı kendisiyle irtibat kurarak verilen taarruz emrini uygulamasına imkân olmadığını bildirdi. Bunun üzerine Trikupis, Ordu Komutanının emrini dinlemeyerek ihtiyat kolordusunu da emrine aldı ve çekilmeye devam etmeye karar verdi. İzmir’den, meydana gelen gelişmeler hakkında bilgi almaya çalışan Hacıanesti akşamüzerine doğru durumun vahametini kavrayınca, taarruz emrini iptal ederek 1. Ve 2. Kolordu Komutanlarına, onların da karar verdiği ve uygulamaya çalıştığı gibi geri çekilmelerini bildirdi. Ayrıca bu çekilmesi koordine edebilmesi için 2. Kolordu ve bir bağımsız tümeni Trikupis’e bağladı. Yani göreve gelir gelmez iptal ettiği güney grubunu mecburiyet karşısında yeniden kurdu.

Böylece muharebelerin başladığı 26 Ağustos 1922’den sonra geçen iki günün ardından ilk defa Yunan ordu komutanı ve kolordu komutanları aynı fikirde birleşmiş oldu. Ama artık her şey için çok geç kalınmıştı. Çünkü Türk birlikleri, elde ettikleri başarıdan faydalanarak hızla Yunan birliklerini takibe geçtiklerinden Yunan birliklerinden Toklu Sivrisi Tepe’de uzun süre savunmaya devam eden General Franko emrindeki tümenler hariç diğer birlikler dağınık bir şekilde kuzeye doğru çekilmeye devam ediyordu. Türk birlikleri kuşatıcı manevralarla 1. ve 2. Yunan Kolordusuna yaklaştığından bu birlikler tüm çabalarına rağmen batıya doğru çekilemediler. 29 Ağustos’ta bir araya gelen iki kolordunun dağınık haldeki bu birliklerinin çoğu Çal dolaylarında toplandılar.

Trikupis’in planı, tüm birlikleri açık olduğunu düşündüğü tek istikamet olan Kızıltaş vadisinden kuzeybatıya doğru çekmek ve bir gerideki savunma hattında yeniden tertiplemekti. Telsizi arızalandığı için bir türlü irtibat kuramadığı ve ne durumda olduğuna dair herhangi bir bilgi alamadığı Franko grubu birliklerin de orada tertiplendiğini umuyordu. Bu karar, başarılması mümkün görünen en doğru hal tarzıydı ama bu karara göre bir an önce harekete geçmesi gereken Trikupis, oldukça yorgun olan askerleri dinlensin diye 29 Ağustos gecesini bulunduğu bölgede geçirdi. Bu da muharebelerin başından beri yaptığı en büyük hata oldu. Çünkü o askerlerini dinlendirirken, Türk ordusu komuta heyeti, Yunanlılardan daha yorgun olmalarına rağmen birliklerini Trikupis emrinde toplanmış olan Yunan birliklerini kuşatarak imha etmek için gece boyunca ilerlemeye devam ettiriyordu.

Afyon’da bulunan ve 29 Ağustos günü gece yarısından sonra gelen raporlardan durumu inceleyen Türk Ordusu Başkomutanı, Genelkurmay Başkanı ve Cephe komutanı, Yunan birliklerinin kuşatılmak üzere olduğu anlaşılınca ertesi gün kesin sonuçlu bir meydan muharebesi ile bu birlikleri imha etmeye karar verdiler. Bu maksatla, Batı Cephe Komutanı İsmet Paşa harekâtın genelini sevk ve idare etmek için Afyon’da kalırken, yapılması planlanan meydan muharebesini yakından sevk ve idare etmek için Başkomutan Mustafa Kemal Paşa 1. Ordu karargâhına, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa da 5. Süvari Kolordu Komutanı’nın yanına gitti.

30 Ağustos 1922 günü Türk birlikleri ile Yunan ordusu arasında yapılan (daha sonra Türk askeri literatürüne Başkomutanlık Meydan Muharebesi olarak geçen, Yunan askeri literatüründe ise Ali Viran Muharebesi denilen) meydan muharebesi sonucunda Yunan ordusunun önemli bir kısmı imha edildi. Bu sırada Hacıanesti, bu birliklerin durumundan habersiz olarak, İzmir ve çevresinde bulunan alayları trenle ileri gönderip yeni bir savunma hattı tesis etmeye çalışıyordu. Ancak bunu başaramadı, çünkü cephede General Franko komutasındaki oldukça zayıflamış üç tümen kadar kuvvetten başka birlik kalmamıştı. Bu sebeple, Yunanlıların Küçük Asya Seferi’nin, 30 Ağustos günü Küçük Asya Felaketi’ne dönüştüğü anlaşılıyordu.

Bu yenilgi Yunanistan için olduğu gibi Hacıanesti için de büyük bir felaket oldu. Hükümet onu görevden aldı ve Küçük Asya Ordusu Komutanlığı’na General Trikupis’i atadı. Fakat o sırada Murat Dağlarından bir yol bularak elinde kalan çok az birlikle batıya doğru çekilmeye çalışan Trikupis bu emri alamadı. Aç ve susuz, en önemlisi de moralsiz ve umutsuz bir şekilde birkaç gün dağlarda dolaştıktan sonra Türk birliklerine teslim oldu ve Ordu Komutanlığına atandığını Uşak’a götürüldüğünde görüştüğü Türk ordusu Başkomutanından öğrendi.

Bu sırada Hacıanesti, hala İzmir ve çevresindeki bazı birlikleri ileri göndererek İzmir istikametini kapatacak bir savunma mevzii teşkil etmeye çalışıyordu. Fakat bu hiçbir işe yaramadı. Hızla ilerleyen Türk ordusu, Yunanlıların savaş artıklarıyla yeni bir savunma hattı tesis etmek için mevzilendiği her yere taarruz etti ve bu birlikleri batıya doğru sürdü. Bunun üzerine Yunan hükümeti, Küçük Asya Ordusu Komutanlığına General Polyemekalis atadı. 6 Eylül’de İzmir’e gelen ve Türk ordusunu durdurmasına imkân kalmamış olan Polyemekalis, kaçıp kurtulabilen Yunan askerlerini ve yerli Rumları Yunanistan’a tahliye etmekten başka bir şey yapabilecek durumda değildi. Zaten Yunan ordusu ve yerli Rumlar tarafından İzmir tahliye edilmeye başlanmıştı.

Nitekim 18 Eylül tarihine kadar Anadolu’daki tüm yunan birlikleri gemilerle kendi ülkelerine gittiler. Kısa bir süre sonra da bu yenilmiş, yorgun ve kızgın ordu Venizelos’çu subayların (albayların) önderliğinde bir darbe yaparak ülke yönetimine el koydu. Hükümet düşerken Kral Konstantin de ikinci defa ülkesinden kaçmak zorunda kaldı. Kralcı generallerin ve özellikle de Küçük Asya Felaketinden sorumlu görülen subay ve generallerin çoğu tutuklanarak yargılanmaya başladı. Bu kapsamda, felaketin en büyük sorumlusu olarak görülen Hacıanesti de yargılandı ve suçlu bulunarak 1922 yılında idam edildi.

Doğal olarak her felaketin ardından toplumlar bu felaketin sorumlusunu ararlar ve genellikle bu sorumluyu ağır bir şekilde cezalandırırlar. Ama maalesef bu kişi genellikle felaketin gerçek sorumlusu olmaz. Benim kanaatime göre Hacıanesti örneğinde de aynı şey oldu. Çünkü Hacıanesti, Yunanlıların Küçük Asya Felaketi’nin asıl sorumlusu değil, sadece bu felaketin son safhasında hasbelkader sorumlu makamda bulunan biriydi.

Bence Yunanlıların Anadolu macerasının böyle bir felaketle sona ereceği daha İzmir’e çıktıkları ilk gün olan 15 Mayıs 1919’da şehirde büyük bir katliam yaptıklarında belli olmuştu. Dolayısıyla felaketin gerçek sorumlusu, büyük bir hayal ürününden başka bir şey olmayan kişisel hedeflerini gerçekleştirmek için Yunan ordusunu hiç te hazır olmadığı ve gücünün de yeterli olmayacağı böyle büyük bir denizaşırı sefere gönderen Venizelos’tu. Ama savaş sona erdiğinde felaketin gerçek sorumlusu olan Venizelos adeta ödüllendirilerek sürgünden dönüp başbakan olurken, bir kader kurbanından başka bir şey olmayan Hacıanesti ise onun sorumluluğun bedelini hayatıyla ödedi.     

Evet… Muhtemelen Hacıanesti, kendisi hakkında Yunan ve Türk kaynaklarının söylediği gibi biraz haris, biraz çılgın, biraz da deliydi. Ama ülkesini felakete sürükleyen bir günahkâr değil, sadece tüm sorumluluk omuzlarına yıkılmış olan bir günah keçisiydi.

4 Mayıs 2025 Pazar

Savaşın Doğasını Değiştiren Savaş: Çöl Fırtınası Harekâtı

 

Gorbaçov'un iktidara gelmesinin ardından Glasnost ve Prestorika gibi iki temel açılımla Sovyetler Birliği'nin dağılma sürecine girmesi soğuk savaşın da artık sona ermek üzere olduğunu gösteriyordu. 2. Dünya Savaşı'ndan itibaren dünyaya hâkim olan iki kutuplu düzen, kendi içinde disiplinli ve sabit bir yapı ortaya çıkarmıştı. Ancak soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte iki kutuptaki dominant devletlerin etkisi ile ortaya çıkmış olan stabil yapı yavaş yavaş ortadan kalkmaya başladı. Bunun ardından, en sonuncusunu bu gün Suriye’de yaşadığımız gibi birçok bölgede yeni mücadeleler ve çatışmalar ortaya çıktı.  

Bu çatışmaların ilki, Ortadoğu'da meydana geldi. Irak'ın başına bir darbe ile gelen ve uzun süredir Baas Rejimi denilen Arap milliyetçiliğine dayalı baskıcı bir yönetim ile Irak'ı demir yumruğuyla yöneten Saddam Hüseyin, ortaya çıkan yeni şartların kendisinin Arap liderliğini ele geçirmesi için uygun bir fırsat olduğunu düşünmeye başladı. Fakat liderlik için para veya en kolay para kazanma yolu olan petrol gerekiyordu. Gerçi Irak'ın oldukça önemli petrol rezervleri vardı ama Saddam, İran savaşında ülke ekonomisini mahvetmiş ve kurduğu büyük ordular ve bu ordulara aldığı silahlar sebebiyle kendi rezervleri Irak için yeterli gelmiyordu.

Bu sebeple Saddam, uzun süredir sınır anlaşmazlıkları yaşadığı ve petrol kaynaklarını çalmakla itham ettiği Kuveyt'i işgal etmeye karar verdi. Kuveyt sadece petrol kaynağı aşısından değil, Okyanus'a çıkan bir kapı olması açısından da önemliydi ve bu haliyle Irak'ı Ortadoğu'da lider konumuna çıkaracak bir konumdaydı. Bunun üzerine Saddam Hüseyin, 1990 yılında bir gece baskınıyla Kuveyt'i işgal etti.

Irak Kuveyt'i işgal ettiğinde, bu yazıyı okuyanlar da dahil çoğu insanın tahmin edeceğinin aksine, Irak'ın bir askeri operasyonla ve zorla Kuveyt'ten çıkarılması için yapılan çağrı ABD'den değil Suudi Arabistan'dan geldi. Çünkü Suudi Arabistan da Irak gibi Arap Dünyasının liderliğine oynayan ve Araplar arasında ağırlığı olan bir devletti. Irak, Kuveyt'i işgal ederek Arap liderliği için Suudilere meydan okuyordu.

Bu işgal silah zoruyla kaldırılmazsa Irak muhtemelen diğer körfez ülkelerini de işgal edecek ve elde edeceği büyük petrol rezervleriyle kısa sürede daha fazla silah akarak Suudi Arabistan'ı da kontrolüne alabilecekti. Bu ise Suudi Arabistan gibi Suudi hanedanlığının da sonu demekti. Bu sebeple Suudi Arabistan hanedanı hemen harekete geçti ve Suudilerin yaptığı çağrı üzerine Irak’a karşı 14'ü Müslüman toplam 33 devletin katılımıyla geniş bir koalisyon oluşturuldu. Bu koalisyonun teşkil ettiği silahlı gücün büyük kısmı ABD'li general (meşhur çöl ayısı) Schwarzkoph'un emrine, geriye kalan kısmı da harekât kontrolüne verildi. Bunun ardından hemen koalisyon kuvvetlerinin yapacağı harekâtın planlamasına başlandı.

Planlama faaliyetleri, ABD'nin Dahran'daki üssüne konuşlanan Centcom karargâhınca yürütüldü. Bu planlama faaliyetinde harekâtın askeri amacı; ''öncelik Kuveyt'teki işgal ordusu olmak üzere, Irak silahlı kuvvetlerinin yurt içi ile her türlü irtibatını en kısa sürede kesmek, Irak ordusunun savaşma azim ve iradesini kırmak ve muharebeye devam imkân ve kabiliyetini yok etmek’’ olarak belirlendi. Yani kuşatıcı bir manevra ile kısa süreli ve kesin sonuçlu bir muharebe ile sonuç alınmak isteniyordu. Politik amaç ise Irak'ı Kuveyt'ten çıkararak Kuveyt'in bağımsız bir devlet olarak varlığını korumak ve Saddam tarafından zorla bozulan Ortadoğu'daki dengelerin yeniden kurulmasını sağlamaktı.

Yapılan çalışmalar sonucunda dört safhadan oluşan bir harekât yapılmasına karar verildi:

1. Safha; stratejik hava harekâtı safhası.

2. Safha; Kuveyt harekât alanında bulunan Irak kuvvetlerine yönelik hava harekâtı safhası.

3. Safha; Kuveyt harekât alanını tecrit etmeye ve Irak cumhuriyet muhafızlarının (Irak'ın doğrudan devlet başkanına bağlı olan en seçkin birlikleri) muharebe etkinliğinin yok edilmesine yönelik hava harekâtı safhası.

4. Safha; Kuveyt'te bulunan Irak kara birliklerine yönelik kara harekâtı safhası.

 Buna göre harekâtın icrası ile ilgili olarak şu hususlar tespit edildi:

-Hava taarruzları ile Irak birliklerinin muharebe gücünün en az yarıya indirilmesi ve özellikle bazı özel tugayların daha da yıpratılarak mevcutlarının bir tabur seviyesine indirilmesi (Yani diyorlar ki, ben hava kuvvetleriyle Irak'ın kara birliklerini yok edeceğim, geriye kalan üç beş kişiyi de dostlar alışverişte görsün misali kara birliklerini göndererek avlayacağım.).

-Kara birliklerinin taarruzu sırasında sadece bazı kritik bölgelerdeki Irak kuvvetleri ile yakın temasa geçilmesi, diğer kuvvetlerin kuşatılarak teslim alınması.

-Cumhuriyet Muhafızlarının, taarruzun sıklet merkezi bölgesinde kullanılmasını önlemek için bu birlikleri yanlış yöne kanalize edilmesi için operatif aldatma yapılması.

-Engellerden geçit açma gibi kritik faaliyetleri örtmek için birçok yerde taktik aldatmalar yapılması.

 Bu genel hususlar çerçevesinde kara harekâtının (taarruzun) menevra planı genel hatlarıyla şu şekilde belirlendi:

‘’Batıdan doğuya; 18. ABD Hava İndirme Kolordusu, 7. ABD Kolordusu, 4. Birleşik Arap Kolordusu ve 3. ABD Deniz Piyade Kolordusu taarruz kademesinde, 1. ABD Keşif Tümeni ihtiyatta ve asıl taarruz 7. ABD Kolordusu bölgesinde olmak üzere taarruz edilecektir.’’

Olayların gelişimi:


Kuveyt gibi hem çok stratejik bir hammadde deposu ve hem de stratejik bir konumda olan bir ülkenin Saddam tarafından işgali artık soğuk savaşın sona ermesi ile daha barışçıl veya en azından daha az çatışmalı bir düzen hayali kuran tüm dünya için bir şok olmuştu. Bu sebeple Kuveyt’in işgali, sadece koalisyona katılan devletler tarafından değil, bütün dünya tarafından da şiddetle kınandı. Ancak sesi en fazla çıkan tabii ki Ortadoğu'yu tam bir sömürge haline getirebileceği uygun bir ortamın doğmak üzere olduğunu düşünen ABD’ydi. Bu sebeple sorunu hemen BM gündemine getirdi ve BM, 2 Ağustos 1990’da yapılan toplantıda Irak'ın Kuveyt'i işgalini kınadı.  

Fakat Saddam, tıpkı tüm diğer diktatörler gibi, kendini dünya lideri, korkusuz, dik duran ve eğilmeyen bir kahraman zanneden bir megaloman olduğundan yaklaşan tehlikeyi mantıklı bir şekilde değerlendirip politik manevralarla bu işin içinden çıkmaya çalışacağına, tam aksi yönde bir manevra yaparak 8 Ağustos’ta Irak’ın Kuveyt'i ilhak ettiğini ilan etti.  Bu işgal ile kendi ayaklarından birine kurşun sıkmış bir dengesiz kişinin etraftan tepki gösterenleri görünce daha da ileri giderek diğer ayağına da bir kurşun sıkması gibiydi. Nitekim bu açıklama üzerine ABD, aynı gün içinde askeri birliklerini bölgeye göndermeye başladı.

Saddam, buna rağmen hala işin ciddiyetini kavrayamadı ve tavrını değiştirmemekte inat etmeye devam etti. Ayrıca, bunu bir Müslüman-Hristiyan çatışması gibi göstermeye çalışarak cihat ilan etti. Bu çok acemice ve çok hayalperest bir manevraydı. İlk tepkiyi gösterenlerin Müslüman ülkeler olduğu bir olayda, olan biten şeyleri İslam-Hristiyan çatışması gibi göstererek bazı Müslüman ülkeleri yanına çekip müdahaleyi önleyebileceğini düşünmek, ancak dünyadaki değişimlerin farkında olmayan ve fakat her şeyi en iyi kendisinin bildiğini zanneden Ortadoğu’ya has aptal diktatörlerin yapabileceği bir şeydi.

Nitekim bu manevrayı hiçbir İslam ülkesi ciddiye almadı ve 10 Ağustos'ta toplanan Arap Birliği, işgal ve ilhakı kınadığı gibi körfeze askeri kuvvet gönderilmesi kararı aldı. Bunun ardından BM,  26 Ağustos’ta Irak'a ambargo uygulanmasına karar verdi. Saddam, işin ciddiyetini daha açık bir şekilde görmeye başlayınca bir şeyler yaparak kaçınılmaz sondan kurtulmaya çalıştı. Ancak etkili siyasi ve askeri tedbirler veya siyasi diyalog yerine bedava petrol verme vaadi ile özellikle komşu ülkeler üzerinden ambargoyu delmeye çalıştı. Doğal olarak bu acemice hareketinde başarılı olamadı.

 29 Ağustos’ta, artık okun yaydan çıkmak üzere olduğunun ilk ciddi işareti ortaya çıktı. BM, Irak'ın 15 Ocak 1991’e kadar Kuveyt'i boşaltmaması durumunda, Irak'a karşı kuvvet kullanılmasına izin veren 687 sayılı kararı aldı. Fakat Ortadoğu Arap Devletlerini yöneten diğer diktatörler gibi, kendi sapkın kişisel gururu ve iktidar hırsı ülkesinin geleceği ve vatandaşlarının hayatından daha önemli olan Saddam buna rağmen işin ciddiyetini anlayamadı veya anladıysa da ilkel bir kabadayılık dürtüsüyle geri çekilmek yerine kendisini yok olmaya, ülkesini de paramparça olmaya götürecek yolda yürümeye devam etti.

Bunun üzerine, 17 Ocak’ta BM şemsiyesi altında ve ABD liderliğinde oluşturulan koalisyon, Irak'a karşı hava harekâtına başladı.

Hava Harekatının İcrası:

CENTCOM tarafından dört safhalı olarak düşünülen harekâtın ilk üç safhasını oluşturan hava harekâtı şu şekilde icra edildi:

1. Safha olan stratejik hava harekâtı safhası; 17-23 Ocak 1991 tarihleri arasında icra edildi. Bu harekât ile Irak hava savunma sistemleri scud füzeleri ve komuta kontrol sistemlerine taarruz edilerek Irak ordusunun sevk ve idare sistemi işlemez hale getirildi. Hava hâkimiyeti tam olarak sağlandı ve Irak uçaklarının %35'i havadayken, bir kısmı da yerdeyken vurularak imha edildi.

2. Safha olan Kuveyt harekât alanında bulunan Irak kuvvetlerine yönelik hava harekâtı safhası; 24 Ocak günü gerçekleştirildi ve Kuveyt'teki mobil hava savunma sistemlerinin etkisiz hale getirilmesine çalışıldı.

 3. Safha olan Kuveyt harekât alanını tecrit etmeye ve Irak cumhuriyet muhafızlarının muharebe etkinliğinin yok edilmesine yönelik hava harekâtı safhası; 25 Ocak-23 Şubat tarihleri arasında gerçekleştirildi. Böylece Kuveyt'teki Irak kuvvetlerinin iyice yıpratılmasına çalışıldı.

Bu harekât, tarihte ilk defa bütün dünyanın bir ülkenin bombalanmasını televizyon ekranlarından naklen seyrettiği bir sürecin başlamasına sebep oldu. Irak, ülkesindeki yabancı gazete ve televizyonları toprakları dışına çıkarmadığı için televizyonlar tüm bombardımanı saniyesi saniyesine dünyaya yayınladı. Bu görüntüler ABD’nin konvansiyonel savaş teknolojisinde ne kadar ilerlemiş olduğunu tüm dünyaya gösterdi. Sadece Sovyetler Birliği değil, Sovyetler Birliği soğuk savaştaki mücadelede pes etti diye kendilerini mutlu ve güçlü hisseden büyük orduları olan birçok NATO ülkesi başta olmak üzere büyük bir baskı ve tedirginlik yarattı. Bu ülkelerde yaşayan sıradan halk ta savaşın geldiği boyutu ve öldürücülük kapasitesini görünce endişelenmeye başladı.

Bu hava harekâtı sonucunda Irak'ın geri kalmış Sovyet teknolojisiyle üretilmiş hava savunma sistemleri hiçbir işe yaramadan imha edildi. Çünkü ABD ordusu ve kısmen de diğer NATO üyesi Avrupa ülkeleri orduları, bilgisayarların ağırlıklı olarak kullanıldığı postmodern bir savaş icra ediyorlardı. Doğal olarak hem silah teknolojisi, hem bilgi seviyesi ve hem de zihniyet açısından oldukça ilkel bir ordu olan Irak ordusu yapılan saldırılara cevap bile veremedi. Saddam’ın Irak’ın petrol gelirlerinin çoğunu harcayarak satın aldığı Sovyet yapımı hava savunma silahları, acınası bir yetersizlik ve çaresizlik içinde koalisyon güçlerinin yaptığı hava bombardımanı sonucu çöpe gitti. Yerin metrelerce altına yapılan beton sığınaklar bile Saddam yönetimini korumaya yetmiyordu. Yeni teknoloji ürünü ABD silahları yer altındaki sığınakları da tespit edip imha edebiliyordu.

Neredeyse tüm hava kuvvetleri ve hava savunma sistemleri hiçbir varlık gösteremeden imha edilen Saddam, bu saldırılara uzun menzilli füzeleri kullanarak bu saldırıya karşılık vermeyi denedi.  İran'ı, bazı küçük İslam ülkelerini ve terör örgütlerini yanına çekebilmek için de bu füzeleri İsrail'deki hedeflere yolladı. İlk füzeler 18 Ocak günü Hayfa ve Tel Aviv'e atıldı. Saddam'ın amacı İsrail'i karşılık vermeye zorlamak ve karşılık verince de bunu bir dinler arası mücadeleye dönüştürecek şekilde propaganda yapmaktı. Böylece koalisyonu parçalayacağını ve bazı İslam ülkelerinin desteğini kazanabileceğini umuyordu.

Fakat ABD buna izin vermedi. İsrail'e ve bölgedeki saldırıya uğrama ihtimali olan diğer ülkelere vatansever anlamına gelen Patriot Füzesavar Sistemleri gönderdi. Bu sistemler, Irak füzelerinin önemli bir kısmını havada vurarak etkisiz hale getirmekte oldukça başarılı oldu. Bu başarı sebebiyle Patriotlar, bundan sonra her füze tehdidinde tehdit altındaki ülkelerin hemen kiralamak veya satın almak için harekete geçtiği füzeler oldu. Böylece savaş ABD silahlarını pazarlamak için de iyi bir gösteri haline geldi.

Bu sırada koalisyon kuvvetlerinin yığınaklanması tamamlandı ve BM, 19 Şubat 1991’de Kuveyt'in koşulsuz olarak boşaltılması için Saddam'a 23 Şubat'a kadar süre tanındı. Fakat Saddam yine geri adım atmadı. Bunun üzerine, 24 Şubat saat sabahın üçünde kara harekâtı başladı.

Harekâtın 4. Safhası olarak planlanan kara harekâtı safhası; 24-28 Şubat tarihleri arasında gerçekleştirildi.

Bu harekât sırasında tarafların kuvvet yapısı şöyleydi:

Irak kara kuvvetleri; Yedi kolordu, sekiz cumhuriyet muhafızları (zırhlı) tümeni, beş mekanize tümen, elli piyade tümeni, iki başkanlık muhafız tugayı ve üç özel kuvvet tugayından oluşuyordu. Irak'ın elinde ayrıca; modernize edilerek menzili 550 kilometreye çıkarılmış olan 400 kadar El-Hüseyin (scud ss-1) füzesi bulunuyordu.

Bu kuvvetleri şu şekilde tertiplenmişti: Irak kara birlikleri, kuvvet çoğunluğu ile Irak-Kuveyt sınırına konuşlandı. Bu birlikler; Irak-Kuveyt sınırı boyunca iki savunma kuşağı şeklinde tertiplendi. Cumhuriyet Muhafızları ise harekât alanı ihtiyatı olarak bu savunma kuşaklarının gerisinde konuşlandı. Bir kısım birlikler de Kuveyt'i savunmak için Kuveyt'te mevzilendirildi. İki savunma kuşağı şeklinde tertiplenme klasik Kızılordu doktrininden alınmış bir uygulamaydı. Ancak stabil bir savunmayı öngören bu tür tertiplenmelerin düşünce olarak zamanın gerisinde kaldığını, gelişen teknolojilerin yarattığı ateş gücü ve hareket kabiliyeti karşısında hiçbir işe yaramayacağını acı bir şekilde tecrübe edeceklerdi.

Irak genelkurmayı; arazi şartlarını, tarihi tecrübeleri ve yol şebekesinin kısıtlı olmasını dikkate alarak koalisyon kuvvetlerinin taarruz ederken çölün iç kesimlerini kullanmayacaklarını düşündüğünden Kuveyt Şehri-Basra istikametinde yapılacak bir taarruza göre birliklerini tertiplemişti. Irak’taki güneyden yapılan bir harekata dayanan son savaşın 1. Dünya Savaşı sırasında İngilizlerin Osmanlı ordusuna karşı yaptığı harekat olduğu düşünüldüğünde bu zihniyetin ne kadar geri kalmış bir zihniyet olduğu sanırım daha iyi anlaşılır.

Bu sebeple Irak ordusunun tertiplenmesi, tam da dünyadan haberi olmayan ilkel bir diktatörün yönettiği bir orduya yakışır bir tertiplenmeydi. Iraklılar Kuveyt'i terk etmeyerek kabadayı olduklarını göstermişler ama koalisyon güçlerine karşı Kuveyt'i uygun bir şekilde savunmayı akıl edememişler ve esas olarak Irak'ı savunmayı düşünmüşlerdi. Akıllarınca koalisyon güçleri çok istedikleri Kuveyt'e saldırıp orayı alsalar da Irak'a girmeyeceklerdi. Eğer girmeye niyet ederlerse de sınırda onları karşılayıp durduracaklardı.

Koalisyon kuvvetleri, Iraklıların tahminlerinin aksine taarruz için şu şekilde tertiplenmişti: Batıdan doğuya 18. ABD Hava İndirme Kolordusu, 7. ABD Kolordusu, 4. Birleşik Arap Kolordusu ve 3. ABD Deniz Piyade Kolordusu taarruz kademesinde ve 1. ABD Keşif Tümeni ihtiyatta olacak şekilde taarruz için tertiplendi.

Bu birliklerin görevleri ise şu şekilde belirlenmişti:

18. Hava İndirme Kolordusu; Rafha'dan As salman’a kadar uzanan bir hat boyunca Fırat vadisindeki An nasıriyah bölgesine taarruz edecek, As salman bölgesini ele geçirecek ve bu bölgede bir ileri üs tesis etmeyi müteakip uçar birlik harekâtı icra ederek Irak ordusunun ana çekilme yolunu kesecekti. Müteakiben güneyinde taarruz eden 7. Kolordu ile birleşerek bu kuvvetin kuzey ve batı yan emniyetini sağlayacak ve Cumhuriyet Muhafızlarına saldıracaktı.

7. ABD Kolordusu; emirle, Irak savunma cephesini Al batın vadisi istikametinde yaracak ve ikinci kademe kuvvetlerini imha ettikten sonra Cumhuriyet Muhafızlarına karşı kütle halinde bir zırhlı birlik taarruzu yapacaktı.

 Doğuda taarruz edecek olan 4. Birleşik Arap Kolordusu ve 3. Deniz Piyade Kolordusu; birbirleriyle koordineli olarak Kuveyt'i işgal etmiş olan Irak birliklerine taarruz edecek, Kuveyt’i işgalden kurtaracak ve düşmanı asıl taarruzun yeri hakkında yanıltacaktı.

Bu maksatla Deniz Piyade Kolordusu’nun bir tugayı Basra Körfezi'ndeki Faylaka Adası’na amfibi harekât icra edecekti.

Irak ordusu, yaptığı yanlış değerlendirme sebebiyle asıl taarruzu yapacak olan 18. ABD Hava İndirme Kolordusu ve 7. ABD Kolordusu cephesinde savunma için sadece 5 Irak Tümeni yerleştirmişti. Koalisyon kuvvetleri Kuveyt'e tali bir taarruz yaparken asıl taarruzu savunma hatlarında tertiplenen Irak ordusunun asıl kısmının yan ve gerilerine saldırmayı planladığından doğal olarak bu durum Iraklıların kısa süre içinde hezimete uğramasına sebep oldu.

Bunun sonucunda koalisyon güçlerinin taarruzları kısa süre içinde büyük bir başarı kazandı ve neredeyse tüm Irak ordusu imha edilerek etkisiz hale getirildi. Bunda yapılan hatalı plan ve tertiplenme kadar Irak’ın askeri birliklerinin hareket kabiliyetini kısıtlayan hantal bir teşkilat yapısından da kaynaklanıyordu. Nitekim harekat başlayınca Saddam'ın büyük ve hantal Tümenleri, ABD'nin ve diğer koalisyon güçlerinin çevik zırhlı, mekanize ve hava indirme tümen ve tugayları karşısında hiçbir varlık gösteremedi.

Silahlı helikopterlerin zırhlı birliklerle koordineli olarak Irak tümenlerine karşı kullanılmasıyla Irak tankları hiçbir hareket gösteremeden imha edildi. Bu muharebelerde, Türk askeri talimnamelerine de girmiş olan ve bizim de o zamanlar her kademede eğitimlerini yaptığımız Kara-Hava Muharebe Konsepti’nin koalisyon gücü tarafından uygulanmasını fiilen görmüş olduk.

Bu konseptin mükemmel icrasının da etkisiyle Irak kuvvetleri büyük bir hezimete uğratıldı ve 27 Şubat günü koalisyon güçleri Kuveyt şehrine girdi. Bunun üzerine Irak ateşkes istedi. 3 Mart günü çatışmalar sona erdi ve taraflar ateşkes görüşmelerine başladılar.

Irak ordusunun yenilmesinin muhtemel sebepleri:

-Katı ve merkezi emir komuta sistemi ve bundan dolayı Iraklı birlik komutanlarının inisiyatif kullanmaktaki isteksizliği.

-Çöl koşullarında örtü ve korumadan mahrum bir şekilde hava saldırılarına hassas kara birlikleri ve lojistik sistemler.

-Statik bir savunmaya dayanan muharebe anlayışı ve derin harekât icra etmek için sınırlı kabiliyet.

-Uzun ikmal ve ulaştırma yolları.

-Sevk ve idaresi zor bir lojistik sistem.

-Yetersiz eğitim seviyesindeki birlikler.

-Koalisyon kuvvetlerini gücünü göz ardı etmek.

-ABD'lilerin üstün teknolojisi karşısında Irak ordusunun düşük teknolojisi.

-Iraklı liderlerin ve generallerin koalisyon kuvvetlerinin gücünü göz ardı etmesi.

-Sınırlı hava harekâtı yeteneği.

-Etkisiz bir dış istihbarat.

Körfez Harekâtından alınan dersler.

1.1982 yılında ortaya atılan kara-hava muharebeleri konsepti ilk defa burada uygulanmıştır. Kara harekâtı ile birlikte amfibi harekât ta yapıldığından bu doktrin denizde de uygulanmıştır.

2. Yüksel teknoloji ürünü silahların, stratejik amaçlarla, önemli hedeflere karşı kullanılmasını öngören Ayrımcı Caydırıcılık konsepti operatif sanata yeni bir boyut kazandırmıştır.

3. Teknolojik üstünlüğün sayıca üstünlüğe galip geldiği bir defa daha görülmüştür.

4. Uzayda konuşlu füze ikaz sistemlerinin görevlerini başarıyla yerine getirdiği görülmüştür. Bu sayede Irak füzelerini ve muhtemel hedeflerini 3 dakika içinde belirlemek ve hedef alınan ülkeyi ikaz etmek mümkün olmuştur.

5. Uzayda konuşlu sistemler, istihbarat temininde başarıyla kullanılsalar bile taktik istihbarat için uçakların ve insansız hava araçlarının icra ettiği keşif harekatına hala ihtiyaç olduğu anlaşılmıştır.

6.Emir komuta sisteminin aksaksız olarak yürütülmesi için mümkün olduğu kadar basit olması gerektiği anlaşılmıştır.

7. Kara muharebesi 100 saatten kısa bir sürede sona ermiş ve hızın ve manevranın muharebedeki önemi bir defa daha görülmüştür. Bu muharebelerde taarruz savunmaya, hız ve hareket sabit konumdaki ise zırh ve tahkimata üstün gelmiştir.

8. Kimyasal tehdide karşı savunmanın önemi anlaşılmıştır. Özellikle muharebe alanında kullanılan zırhlı araçların kimyasal tehdide karşı koruma sistemlerine sahip olması ve personel için uygun kimyasal koruma teçhizatı bulunmasının önemi anlaşılmıştır. Çünkü kimyasal mühimmatın kullanıldığı ortamlarda da ateş ve manevra yapılmak zorunda kalınabileceği görülmüştür.

9.Muharebelerin sadece gündüz değil gece de icra edilmeye devam edilmesi sebebiyle gece görüş cihazları ve termal kamera gibi cihazların önemi artmıştır.

10. Silah ve silah sistemlerinin menzil, çap ve etki sahası açısından birbirleriyle koordine edilerek birbirlerinin eksiklerini tamamlayacak şekilde kullanılmasının büyük bir sinerji yarattığı ortaya çıkmıştır.

11. Psikolojik harekâttan azami şekilde faydalanılmıştır. Bu husus bir savaşın tarihte ilk defa naklen televizyon ekranlarından tüm dünyada seyredilmesi sebebiyle özellikle büyük etki yaratmıştır.

12. Yüksek teknolojili sistemlerle elektronik olarak hava harp silah ve teçhizatına karşı uygulandığı hava harekâtlarında, paket taarruzlarla yoğunluk istenilen hedeflere teksif edilerek zayiat verilmeden düşman üzerine çok şiddetli darbeler indirilebileceği görülmüştür.

13. Lojistik sistemde de büyük yenilikler ortaya çıkmıştır. İkmal Bakım Bölgeleri (İBB) ve İkmal Noktaları Serisi (İNS) gibi klasik ikmal yerleri uygulaması yerine ikmal faaliyetleri ileri lojistik üsler tesis edilerek sağlanmıştır.

Manisa İli, Saruhanlı İlçesi, Halitpaşa (Nahiyesi) Mahallesi Tarihi

Halitpaşa Nahiyesi’nin kısa tarihi. 
Benin dünyaya geldiğim ve çocukluğumu geçirdiğim Halitpaşa Nahiyesi, şu anda Manisa’nın Saruhanlı İlçesine bağlı bir mahalledir. Saruhanlı’ya 11 kilometre mesafede ve Çaldağı kuzey eteklerinde bulunmaktadır. Batısında Çamlıyurt (Bu köye bölgede Cinbastı veya Cinbaşlı da deniliyordu.) ve doğusunda Çınaroba köyleri bulunmaktadır. Bu iki köy Yörük köyleridir. Bu köylerin tarihini araştırmadım fakat bu köylerin birinde yaşayan bir arkadaşım Çamlıyurt köyünün Karakeçili, Çınaroba köyünün ise sarıkeçili Yörüklerinden olduğunu söylemişti. Bunu teyit etmedim. Bu köyler de Manisa’nın büyük şehir haline getirilmesinden sonra Halitpaşa Nahiyesi ile aynı kaderi paylaşarak köy statüsünden çıkarılmış ve Halitpaşa ile birlikte Saruhanlı ilçesine bağlı bir mahalle haline getirilmiştir. Halitpaşa’nın oldukça eski bir tarihi vardır. Yazılı kaynaklardaki bilgiler ve çocukluğum sırasında çeşitli vesilelerle karşılaştığım tarihi eser kalıntılarından en geç Romalılar devrinde bölgede ve yakın çevresinde yerleşim yerlerinin bulunduğunu söyleyebilirim. Zaten köyün altında, Ortaokul ve Gazi İlkokulu (Şimdi ikisi de İlköğretim Okulu oldu.) ile köy arasındaki tepe de bir höyük görünümündedir. Biz çocukken bu tepede zaman zaman Roma devrine ait paralar bulunduğunu duyardık. Dedemin kardeşi olan Bakkal Yusuf’un evi ve zeytinliğinin de bulunduğu bu tepe, daha sonra inşa edilen evlerle birlikte köy içinde kaldı. Ben ortaokula giderken Bakkal Yusuf’un evi hala duruyordu. Köyün tarih boyunca bir yerleşim yeri olarak kullanılması, bulunduğu yerin konumundan kaynaklanmaktadır. Çaldağ eteklerindeki sırtlarda bulunan Halitpaşa, gerek kuzeyindeki geniş ve verimli ova, gerekse Manisa ve Saruhanlı istikametinden gelerek köyün hemen altından geçen ve Belen Nahiyesi’nden sonra sola dönünce Gölmarmara üzerinden Akhisar’a ve sağa dönünce Salihli’ye giden yolu kontrol eden konumu ile oldukça stratejik bir yerde bulunmaktadır. Bu yol sadece sivil ulaştırma açısından değil, askeri birliklerin intikali açısından da çok eski dönemlerden beri kullanılmaktadır. Benim tespit ettiğim kadarıyla bu yolun askeri maksatla kullanıldığı en eski ve en ünlü savaş MÖ 190 yılında meydana gelmiştir. Bu savaş, Kartacalı meşhur General Hanibal’in, katıldığı son savaş olması açısından önemlidir. Hanibal, İskender’in generallerinden birinin kurduğu ve bu günkü Suriye, Irak ve İran topraklarına yayılan Selevkos İmparatorluğu’nun ordusunda danışman olarak bu savaşa katılmıştır. Savaş sonrasında Romalıların Anadolu’ya yerleşmeye başlaması da tarihi açıdan oldukça önemlidir. Konu ile ilgili kaynaklardan anladığım kadarıyla, Selevkosların ordusu ile Romalıların ordusu MÖ 190 yılı sonlarında bu günkü Manisa ile Akhisar arasındaki ovada, Kumçay kenarında savaşmıştır. Dönemin en büyük iki devleti arasında yapılan bu savaş, tahmin edileceği gibi hayli büyük ordular arasında cereyan etmiştir. Dolayısıyla Saruhanlı bölgesi her hâlükârda savaş alanı içinde kalmış olmalıdır. Bu savaş için doğudan gelen Selevkosların ordusunun bir kısmı da Kumçay’ı geçerek Saruhanlı ovasına gitmek için Halitpaşa’nın altından geçen yolu kullanmış olmalıdır. Yolun bu öneminden dolayı, bu savaştan bir süre sonra Halitpaşa’nın bulunduğu bölgede (Muhtemelen yukarıda bahsettiğim Bakkal Yusuf’un zeytinliğinin bulunduğu tepede) bir Roma garnizonu kurulmuş olması mümkündür. Çocukluk yıllarımda, bu tepede bakır ve altın Roma paraları bulunduğunu duyduğumu yukarıda söylemiştim. Bulunan paralar, akla iki ihtimali getirmektedir. Ya burada bir şehir veya bir askeri garnizon kurulmuş olmalıdır. Köy içi ve yakın çevresinde Roma devrine ait herhangi bir kalıntı bulunmamaktadır. Bu sebeple bir askeri garnizon bulunması daha mantıklı görünmektedir. Bulunan bu paralar da asker maaşları olabilir. Zaten köyün altından geçen yolun stratejik önemi, korunmasını da zorunlu kılmaktadır. Eğer bu yol korunmak istendiyse, güvenlik için askeri garnizon kurulmaya en uygun yer adı geçen tepedir. Köyün konumunun bu öneminden dolayı şimdi de Saruhanlı ile Belen (dahil) arasındaki yolun iki tarafındaki köylerin bulunduğu bölgedeki tek jandarma karakolu Halitpaşa’da bulunmaktadır. Halitpaşa’nın 4-5 kilometre uzağındaki Arpalı ovası denilen bölgede ise büyük bir roma şehri bulunduğunu o bölgedeki tarlamızı sürerken toprak altından çıkan ve üzerinde Roma yazısı bulunan taşlardan biliyorum. Hatta babam, bu tarladan çıkan çok büyük bir mermer parçasını tarla sınırı taşı olarak kullanmak için çıktığı yerden traktörle tarlanın yol kenarındaki köşesine çekmişti. Bölgeye gelen 3-4 arkeolog, taşın üzerindeki yazıları okumuş ve şimdi adını hatırlamadığım bir Roma İmparatorunun kızına yaptırdığı sarayın sunak taşı olduğunu söylemiş. Sonra o taş ortadan kayboldu. Muhtemelen tarihi eser diye birileri çalmıştır. Ama o kadar büyük bir taşı nasıl götürdüklerini bilemiyorum. Çünkü taş hem insan gücü ile kaldırılamayacak ağır hem de binek tipi araçlar veya pikaplarla taşınamayacak kadar büyüktü. Biri traktör calaskalı veya vinç kullanarak römork veya kamyona yükleyerek götürmüş olmalı. Bu şehrin ulaşımının da köyün altındaki yoldan sağlanıyor olduğu düşünülürse, Halitpaşa’nın konumunun önemi daha da artmaktadır. Öte yandan, Halitpaşa’nın güneyindeki Çaldağ, tarih boyunca eşkıyaların barındığı bir yer olmuştur. Bu dağda çok eski dönemlerden itibaren kullanıldığı söylenen bazı mağaralar bulunmaktadır. Dağda barınan dönemin eşkıyalarını tedip etmek için de Halitpaşa’da bir askeri garnizon kurulması en uygun seçenektir. Dağ, üzerinde barınmaya uygun yerler olması sebebiyle, Osmanlı döneminde de efeler tarafından kullanılmıştır. Bu dağ üzerinden Turgutlu bölgesine oradan da Aydın bölgesine geçmek mümkündür. Köyün altından geçen yol ise bazen Akhisar bölgesine geçmek, bazen de yolcuları ve köylüleri soymak için kullanılmıştır. Bir dönemin en ünlü efelerinden Çakırcalı Mehmet Efe’nin de bu yolu kullandığı bilinmektedir. Hatta ben çocukken, köyün altındaki Samyot Ovası yolu üzerinde bulunan çeşmenin (Samyot Çeşmesi) Çakırcalı tarafından yaptırıldığı söyleniyordu. Halk arasında anlatıldığına göre; bir gün bölgeden geçen Çakırcalı, atını sulamak için çeşme bulamayınca canı sıkılmış. Bunun üzerine Papaslı’nın en zengin Rumlarından biri olan Samyot’a haber göndermiş ve bir süre sonra geri döneceğini, eğer dönüşüne kadar (Bazıları 15 güne, bazıları da bir haftaya kadar süre verdiğini söylüyordu.) buraya bir çeşme yaptırmazsa köye gelip kendisinden hesap soracağını söylemiş. Büyük bir korkuya kapılan ve ovanın büyük bir kısmına ismi verilecek kadar zengin olan Samyot, hemen çok sayıda adam tutmuş, bir hafta içinde söylenen yere çeşme yaptırmış ve yakın bir yerden borularla çeşmeye su getirtmiş. Samyot’un korkmasına şaşmamak gerek çünkü Çakırcalı zenginleri soyarak fakirlere dağıtan bir efe olarak tanınmaktadır. Bu çeşmeye takılan bir mermer levhada şu cümle yazıyormuş: “Samyot’un hayratı, Çakırcalı’nın gayratı.” Yani, çeşme Samyot tarafından hayır için yaptırılmış ama onu bu hayratı yaptırmaya Çakırcalı’nın gayreti (çabası) sebep olmuştur. Bazı başka hikayelerden de, Çakırcalının bu yolu sık sık kullandığı anlaşılmaktadır. Çakırcalının en yakın adamı olan bir kişi, Göl Marmara Kazası’ndanmış. Kazanın karşısında (doğusunda) …Kalesi diye ifade edilen yerin bu adama ait olduğunu ve Çakırcalının bazen çetesi ile buraya gelerek kaldığını söz konusu adamın torunu olduğunu söyleyen birinden yıllar önce dinlemiştim. …Kalesi denilen yer yüksek bir tepenin uç kısmında, ulaşılması oldukça zor bir yar’ın kenarında bulunmaktadır. Bu konumundan, Çakırcalı’nın buraya hem kendisini sıkıştıran rakiplerinden (özellikle de çekindiği az sayıda kişiden biri olan Kamalı Efe’den), hem de devletin kolluk kuvvetlerinden kaçıp korunmak ihtiyacı hissettiğinde geldiği anlaşılmaktadır. Bana bunları anlatan adam, Çakırcalı’nın tarihin en büyük katili ve eşkıyası olduğunu, bizzat kendisinin öldürdüğü insan sayısının 1000 kişiyi geçtiğini söylemişti. Bu kadar insanın kanına giren birinin, sürekli olarak kendini korumak ihtiyacı hissetmesi şaşılacak bir şey değildir. Bu bölgeyi çok sık kullanması ve yaptıkları sebebiyle Çakırcalı’nın hikayeleri, hala bölgedeki köylerde anlatılmaktadır. Hatta Halitpaşa’dan (O zamanki ismiyle Papaslı’dan) Yunanistan’a göç eden Rumlar da onu unutulmamışlardır. Kurtuluş Savaşı sonrasında Papaslı’dan kaçan Rumların bir kısmı daha sonra turist olarak Halitpaşa’ya gelip eski evlerini ziyaret etmişlerdir. Ben çocukken bazı Rumların ailece köye gelip eski evlerini ziyaret ettiklerini hatırlıyorum. Bu şekilde köye gelen Rumlardan bir kadın, Çakırcalı ile ilgili ilginç bir hikâye anlatmış. Köye gelen kadının boynunda bir beşli (altın) varmış. Sohbet ederken, beşli birilerinin dikkatini çekmiş olacak ki, bunun farkına varan kadın beşlinin hikayesini anlatmaya başlamış. Bu kadın Akhisar tarafında bir köyde yaşıyormuş. Genç kız iken Papaslı’dan bir delikanlıya âşık olmuş. Aileler görüşmüşler ve evlenmelerine karar vermişler. Düğün Akhisar’da yapılmış. Düğünden sonra atlarla bir düğün alayı kurulmuş ve bu alay gelini damat evine götürmek için Papaslı’ya doğru yola çıkmış. Halitpaşa ovasına geldiklerinde, köyün altındaki yoldan geçen Çakırcalı’nın çetesini görmüşler. Çakırcalı çok meşhur bir eşkıya olduğundan, düğün alayı durmuş ve alaydaki herkes korkudan ne yapacağını bilmez bir halde olduğu yerde donup kalmış. Çakırcalı bunları görmüş ve adamları ile onlara doğru yaklaşmış. Gelin, onları öldürecek mi yoksa sadece soymakla mı yetinecek diye düşünürken Çakırcalı bir kızanına işaret etmiş. Kızanı heybeden bir beşli çıkarıp Çakırcalı’ya vermiş. Çakırcalı atından inmeden at üzerindeki geline yaklaşmış ve beşliyi boynuna takmış. Tebrik edip mutluluklar dilemiş ve bir süre sohbet etmiş. Sonra da kimseye bir şey yapmadan yoluna devam etmiş. Kadın o beşliyi hayatı boyunca hep boynunda taşımış. Buna Yunanistan’a gittikten sonra da devam etmiş ve Türkiye’ye gelirken de beşliyi boynundan çıkarmamış. Çakırcalı hikayesine burada bir son verip tekrar köyün tarihine dönecek olursak; Halitpaşa’nın eski isminin Saruhanoğulları Beyliği ve Osmanlı kayıtlarında Papaslı veya Papaslık olarak geçtiği görülmektedir. Fakat 16. yüzyıla ait tahrir defterlerinde Papaslı veya Papaslık ismi görülmemektedir. Tahrirlere göre Manisa’da sadece az sayıda Yahudi bulunmakta, başka gayri Müslüm bulunmamaktadır. Bu durum, köyün zaman içinde ortadan kalktığını veya nüfusunun çok azalmış olduğunu düşündürmektedir. 1661 yılında ise Manisa’da 154 hane Ermeni, 54 hane Rum ve 41 hane Yahudi bulunmaktadır. Yahudiler 15. Yüzyılda İspanya’dan kovulan Safardim Yahudileridir. 1667 tarihli bir belgede Papaslık ismi tekrar ortaya çıkmaktadır. Bu sırada Papaslı bir köydür ve Koldere, Çullu, Bezirganlı, Burunören ile birlikte Belen Nahiyesi’ne bağlıdır. Daha sonra bölgeye Karaosmanoğulları hâkim olunca, kayıtlarda Papaslı köyü yerine Papaslı çiftliği ismi geçmeye başlamıştır. Bu durum, Karaosmanoğullarının ya boş olan köyün bulunduğu bölgede bir çiftlik kurduğunu veya mevcut olan köyü çiftlik haline getirdiklerini göstermektedir. Bundan sonra, Karaosmanoğullarının bölgeye hâkim olması ve bazı tarihi olaylar, çok sayıda Rum’um Manisa’ya ve bu arada Papaslı’ya yerleşmesine sebep olmuştur. 18. Yüzyılın ikinci yarısında Ege adalarından Batı Anadolu’ya Rum göçü başlamış, 1770 Mora isyanının bastırılmasından sonra bu göç iyice hızlanmıştır. Hatta hükümet, bölgeye gönderdiği fermanlarla bu Rumların yakalanarak geldikleri yerlere gönderilmesini istemiş ancak tüm engelleme çabalarına rağmen Rum göçü daha da artarak devam etmiştir. Bu Rumlardan bir kısmı Karaosmanoğullarının Manisa’daki dükkanlarını kiralamış ve çok sayıda Rum Karaosmanoğlu çiftliklerinde hizmetkar, çoban ve çiftçi olarak çalışmaya başlamıştır. Muhtemelen bu Rumların bir kısmı da Papaslı’ya yerleşmiştir. Bu dönemde, o zamana kadar halkın açlık tehlikesiyle karşı karşıya gelmemesi için yasak olan tarım ürünleri ihracatı serbest bırakıldığından, İzmir üzerinden Avrupa’ya ihraç edilen tarım ürünleri oldukça iyi para kazandırmaya başlamış. Bu sebeple Karaosmanoğulları ve başka güçlü aileler daha çok çiftlik kurmaya ve o zamana kadar ekilmeyen arazileri de ekmeye başlamışlar. Ancak hem bölgedeki nüfusun az olması hem de Yörüklerin tarlada çalışmak istememesi yüzünden işçi bulmakta zorluklar yaşanmış. Bunun üzerine Ege adalarındaki işsiz güçsüz Rumlar bölgeye getirilmeye başlanmış. Böylece Papaslı, nüfusunun tamamına yakını Rumlardan oluşan büyük bir köy haline gelmiş. Bölgedeki diğer çiftliklere ve köylere de çok sayıda Rum yerleşmiş. Rum göçü o kadar yoğun olmuş ki bu göç öncesinde tek bir Rum ailenin yaşadığı Ayvalık, 1919’da nüfusun çoğunu Rumların oluşturduğu bir ilçe haline gelmiş. Halitpaşa’da bulunan eski kilisenin sınırlarına bakıldığında, merkezi konumda bulunan Papaslı’nın ya çok eskiden beri bölgedeki Hristiyanların inanç merkezi haline geldiği intibaı uyandırmaktadır. Köyün isminin Papaslı veya Papaslık olması da kilisenin papaz okulu olarak kullanılmış olabileceğini düşündürmektedir. Zira bölgede başka Rum köyleri de olmasına rağmen hiçbirinin adı Papaslı veya Papaslık değildir. Benim doğup büyüdüğüm sokağın başında ve köyün dağa yakın kenarında bir kuru dere yatağının üzerindeki sırtta bulunan bu kilisenin tuğlaları, 1923’ten itibaren mübadele ile köye yerleşen insanlar tarafından sökülerek benim de okuduğum (şimdi anaokulu olan) Fatih İlkokulu inşa edilmiş. Amcamdan, kilisenin tuğlalarının sökülerek okul inşa edilen yere taşınmasında çalıştığını dinlemiştim. Burada dikkat çeken husus, kilisenin hala ayakta ve sağlam olan yüksek duvarlarının kapladığı alanın küçük bir köy kilisesi için oldukça geniş bir alana yayılmasıdır. Duvarların yüksek olması, sanırım konumunun köy dışında ve tehlikelere açık bulunmasından kaynaklanmaktadır. Ancak alanın genişliği için kesin bir şey söylemek zor. Ben kilise binasının ne kadar büyük olduğunu bilmiyorum. Ama İlkokulu inşa etmeye yetecek kadar tuğla söküldüğüne göre, oldukça büyük bir kilise olmalı. Köyde bir Rum mezarlığının varlığını hiç duymadım. Yaşlılardan dinlediğime göre, Rumlar ölülerini kilisenin bahçesine gömer, ceset çürüyüp sadece kemikler kaldığında da mezarı açarak çıkardıkları kemikleri kilise bahçesinde bulunan bir kuyuya atarlar veya bir çömlek içinde kilisenin havlusuna gömerlermiş. Bu kilisenin bahçe duvarlarının ön tarafında bulunan bir kerpiç bina, mübadeleden sonra uzun süre sinema olarak kullanılmış. Sinema oynatıldığı günlerde herkes bilet alıp çoluk çocuk sinema seyretmeye giderlermiş. Kerpiç bina bir süre önce yıkıldı. Tekrar konumuza dönecek olursak, Karaosmanoğullarının bölgeye hâkim olma süreci 1743 yılında başlamıştır. Bu yıl, Karaosmanoğlu Hacı Mustafa Ağa Saruhan (Manisa) mütesellimi olarak tayin edilmiş. Bundan sonra 1816 yılına kadar genellikle mütesellimlik bu aile tarafından yürütülmüştür. Ailenin kökü Yayaköy’e dayanmaktadır. Aslen Türkmendirler. Aile Mehmet Çavuş zamanında Manisa’ya yerleşmiş ve ilk defa onun oğlu Kara Osman, Manisa ayanlarından biri olmuş. Kara Osman’ın oğlu Hacı Mustafa Ağa, topladığı gönüllülerle 1730 yılında İran seferine katılmış ve 1733’te Revan seferine iştirak etmiş. Bu seferden sonra Osmanlı ile sorunlar yaşayan ve kanun kaçağı durumunda olan rakiplerini temizleyerek Saruhan sancağı bölgesinin baş ayanı durumuna gelmiş. 1743 yılında ise Saruhan mütesellimi olmuş. Mustafa Ağa yaşlanınca Yayaköy’e yerleşmiş. Bir süre sonra Turgutlu ve Saruhan sancağı halkının yoğun şikayetleri üzerine (elbette rakipleri olan diğer güçlü ailelerin de çabaları sonucunda) 1755’te mütesellimlikten azledilmiş. Fakat Mustafa ağa, buna rağmen bölgeyi egemenliği altına almaya çalışınca aynı yıl başı kesilerek İstanbul’a gönderilmiş. Buna rağmen, bir süre sonra Mustafa Ağa’nın oğlu Ataullah Ağa Saruhan sancağı mütesellimliğine getirilmiş. Fakat 1761 yılında bu görevden alınmış ve Yayaköy’de oturması emredilmiş. Ataullah Ağa bu emri dinlemeyerek Papaslı çiftliğine yerleşmiş ve Manisa’nın ileri gelenlerini yanına çağırarak şehri idare etmeye çalışmış. Bunun üzerine hükümet, 1766 yılında kendisinin idamına ve başının İstanbul’a gönderilmesine karar vermiş, kardeşlerinin de resmi görevlerinden alınmasını emretmiş. Bunu haber alan Ataullah Ağa, 2000 silahlı adamıyla Yayaköy’e giderek savunma düzeni almış ama hükümet birlikleri karşısında dayanamayarak Balıkesir bölgesine kaçmış ve yolculuk sırasında ölmüş. Bir süre sonra Ataullah Ağa’nın tek oğlu olan Hacı Osman Ağa tekrar güç kazanmaya başlamış ve hükümetle iyi geçinmeye dikkat etmiş. Bu sırada çıkan 1768-1774 yılları arasındaki Osmanlı-Rus Savaşı’na da teşkil ettiği gönüllü bir birlikle katılmış. Osman Ağa ölünce, Papaslı çiftliği çocuklarından Ebubekir ve Ali Ağalara miras kalmış. Muhtemelen bu iki kişinin birinin soyundan gelen Karaosmanoğulları sülalesinin bir kolu yakın zamana kadar köyde oturmuştur. Benim çocukluğumda bu aile köyden taşınmıştır. Bu aileden, benimle yaşıt olduğundan çocukluğumdan tanıdığım bir kişi ile en son 10 yıl kadar önce Çeşme’de karşılaştım. Karaosmanoğulları, Padişah II. Mahmut’un derebeyleri ve ayanları ortadan kaldırarak merkezi otoriteyi güçlendirme politikasından olumsuz etkilenmişler. Bu politika yüzünden devlete baş kaldıran ve hatta taarruzla tüm Ortadoğu’yu ele geçiren Mısır Hidivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa, daha sonra oğlu İbrahim Paşa komutasındaki bir orduyu Anadolu’ya göndermiş. Osmanlı ordularını yenen İbrahim Paşa Kütahya’ya geldikten bir süre sonra Ali Bey adında birini Saruhan sancağına mütesellim olarak atamış. 1833 yılında meydana gelen bu olay üzerine Saruhan mütesellimi Küçük Mehmet Ağa Yayaköy’e çekilmiş. Bazı yazarların bildirdiğine göre Mehmet Ağa, İbrahim Paşa ile görüşmek için Kütahya’ya gitmiş. Bunu haber alan II. Mahmut, İbrahim Paşa’nın ordusu ile Anadolu’dan ayrılmasından sonra Karaaosmanoğullarına karşı baskıyı artırmış ve Mehmet Ağa’yı mütesellimlik görevinden azletmiş. Bölgeye güçlü valiler atayan II. Mahmut’un bu politikasını devam ettiren Osmanlı İmparatorluğu, Tanzimat devrinde çıkardığı kanunlar ve yeni idari düzenlemelerle ülkeyi kendi valileri ile yönetmeye başlamış. Böylece ayanlar dönemi sona ermiş. Bunun sonucunda Karaosmanoğulları bölge yönetimindeki etkinliğini kaybetmiş ancak edindikleri geniş topraklar ve servet sayesinde yine de bölgenin etkili ailelerinden biri olmaya devam etmiş. Kurdukları çiftlikler de yakın zamana kadar varlıklarına devam etmişlerdir. Halitpaşa Mahallesi’ne 2-3 kilometre mesafedeki Halitpaşa Çiftliği ben ortaokulda okurken hala aile tarafından işletiliyordu. Daha sonra satıldı. Akhisar bölgesinde de bazı küçük çiftlikler 20 sene kadar önceye kadar varlıklarını sürdürüyordu. Bazı çiftlik evleri ise hala ailenin mirasçıları tarafından dinlenme yeri olarak kullanılmaktadır. Halitpaşa’ya bu günkü ismini veren kişi de Karaosmanoğlu sülalesinden bir şahıstır. Halit Paşa, İttihat ve Terakki taraftarıdır. Mondros Mütarekesi’nin ardından İngilizlerin İstanbul’a gelmesiyle başlayan İttihatçı avı sebebiyle tutuklanacağı korkusu ile Papaslı köyünün 2-3 kilometre uzağındaki çiftlikte ve civardaki köylerde saklanmaktadır. Halit Paşa, o sırada 34 yaşındadır. Asker kökenli değildir. Devletin paşa ünvanı verdiği bir kişidir. Osmanlı Genelkurmayı’nın Yunan ilerlemesi karşısında dağılan askeri birlikleri toplamak ve bir cephe teşkil etmek için İzmir’deki 17. Kolordu’nun komutan vekilliği ve bu kolorduya bağlı 56. Tümen’in komutanlığına atadığı Albay Bekir Sami (Günsav) Bey Akhisar’a gelince, bir gece vakti onun kaldığı hotele giderek kendisine katılmış ve Kuvayı Milliye teşkilatı kurmaya gönüllü olmuştur. Beraber Akhisar’dan çıkarak Belen’e gelmişler ve köylüler ile kurulacak Kuvayı Milliye’ye katılmaları için görüşmüşlerdir. Bu sırada Manisa’nın işgal edildiğini haber alınca Bekir Sami Bey Akhisar’a dönmüş, oradan da Gölmarmara üzerinden Salihli’ye gitmiştir. Onun Ayvalık’tan Alaşehir’e kadar uzanan hat üzerinde teşkil ettiği savunma hattındaki Kuvayı Milliye birliklerine Halitpaşa da adamları ile katılmıştır. Papaslı, bundan sonra da önemini korumaya devam etmiştir. Yunan ordusu Manisa’dan Papaslı’ya bir birlik göndererek burada konuşlandırmıştır. Bu sırada Ayvalık’tan Alaşehir’e kadar Kuvayı Milliye birlikleri tarafından bir cephe teşkil edilmesinde önemli hizmetleri olan bir başka Karaosmanoğlu da Bekir Ağa’nın Osman diye tanınan ve benim dedemin de onun emrindeki Kuvayı Milliye birlikleri içinde Yunanlılara karşı savaştığı bir süvari yüzbaşısıdır. Dedem bu kişinin emrinde Kumkuyucak’ta bir Yunan alayının gece vakti basılarak çok büyük zayiat verdirilmesi de dahil birçok çatışmaya katılmıştır. Bunların içinde daha sonra Halitpaşa (Papaslı)’daki Yunan birliğine ve köydeki silahlı Rumlara karşı yapılan iki taarruz da vardır. Dedemin ailesi Manisa’da yaşadığı için daha önce Halitpaşa’ya hiç gelmemiştir. Bu muharebeler sırasında gördüğü Halitpaşa’yı çok beğenmiş ve Rumlar köyden kaçtıktan sonra ailesini Manisa’dan getirerek köye yerleşmiştir. Dedemin komutanı olan Bekir Ağa’nın Osman, Kurtuluş Savaşı sonrasında Manisa’da yaşamıştır. Halitpaşa’nın sonu ise oldukça hazin olmuştur. Bir gece adamları ile çiftliğe gelen Halitpaşa’nın orada olduğunu haber alan Papaslı, Koldere ve Mütevelli Rumları, silahlanarak çiftliği kuşatmış, buradaki çatışmada Halitpaşa şehit düşmüştür. Rumlar, Halit Paşa’nın başını keserek uzun bir sopaya takmış, bir süre çevre köylerde gezdirdikten sonra Akhisar’a götürmüşlerdir. Başı burada defnedilmiştir. Papaslı, stratejik konumundan dolayı bu dönemde Kuvayı Milliye ve Yunan birlikleri arasında bazı çatışmalara da sahne olmuştur. Kuvayı Milliye birlikleri iki defa Papaslı’yı almak için taarruz etmişlerdir. Bu taarruzları yöneten kişi, Akhisar Kuvayı Milliye Alayı komutanlığı yapan, daha sonra Demokrat Parti döneminde Cumhurbaşkanı olan Celal (Bayar) Bey’dir. Onun hatıralarındaki krokilerden, Celal Bey’in birliklerinin asıl kısmının köye taarruz ettiği bölgenin, bugün Soğuk Su denilen bölge olduğunu değerlendiriyorum. Zaten bu bölgedeki zeytinliklerde çocukluğumuzda çok sayıda o dönemdeki çatışmalardan kalan mermi, çekirdek ve kovanlar bulurduk. Halitpaşa, Büyük Taarruz’un ardından 7 Eylül 1922’de Yunanlılardan temizlenmiştir. Köyün nüfusunun tamamına yakını Rum olduğundan, Yunan askeri Anadolu’dan ayrılırken köy halkının çoğu da köyü terk etmiş. Bunu duyan çevredeki Türk köylerinin halkı, köye gelerek Rumlardan kalan malları yağmalamış. Çevre köylerde bu olay, Papaslı yağması olarak hala anılmaktadır. Yağmaya Akhisar’ın bazı köyleri de katılmış. Bu yağmadan alınmış bir masa ile sandalyelerini Akhisar’ın bir köyünde kısa süre önce gördüm. Hala sağlamdı ve kullanılıyordu. Millî Mücadele’den sonra köyün ismi Papaslı’dan Hocalı’ya çevrilmiş. Köye mübadele kapsamında Batı Trakya’dan Türk ve Müslüman göçmenler getirilerek yerleştirilmiş. 1950’li yıllarda köy nahiye olmuş ve ismi Halitpaşa olarak değiştirilmiş. Bu dönemde siyasetin içinde olan dayımdan ve başka köylülerden, o sırada köyün ilçe yapılacağını fakat bizim köyden daha küçük olmasına rağmen Saruhanlıdan bazı güçlü ailelerin çabaları sonucunda Balıkesir-Manisa ana yolu üzerinde olduğu gerekçesi ile Saruhanlı ilçe haline getirilmiş. Böylece Halitpaşa Nahiye olarak kalmış. Manisa’nın büyükşehir olmasının ardından da Halitpaşa Nahiyesi, Halitpaşa Mahallesi haline getirilmiştir.