.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

5 Eylül 2024 Perşembe

Katil Sisi Türkiye'ye geldi, darısı katil Esat'ın başına.

 Uluslararası ilişkilerin kendine has bir üslubu, bir nezaketi vardır.

Bazı Sovyet diplomat ve Devlet başkanlarının masaya ayakkabıyla vurması gibi örnekler dışında uluslararası ilişkilerde taraflar savaş halinde bile olsalar birbirlerine karşı söylemlerinde bir kontrol ve nezaket olagelmiştir.

Aslında bu kural, birçok ülkede hala geçerlidir.

Örneğin Rusya ve Ukrayna birbirlerinin gırtlağına sarılmış öldürmeye çalışırken bile bir ülkenin lideri diğer ülkenin lideri hakkında sokak ağzında bile söylenmeyecek ucuz laflar kullanmamaya özen göstermektedir.

Bizde nedense bir süredir bu nezaket ve kontrollü olma durumu ortadan kalktı.

Uluslararası ilişkiler sokak kavgası yöntem ve üslubuyla idare ediliyor.

Bu da dik durma olarak satılıyor millete.

Ama dik durma filan da yok.

Mahallenin zayıf ama erkekliğe bok sürmek istemeyen afacan oğlanı gibi her olay bir kavga havasında gelişiyor.

Ama gerçek bir kavga değil.

Zayıf oğlan önce "asarım, keserim.." diye tafra yapıyor.

Ama sıkışınca hemen kuyruğunu ayaklarının arasına alıp ne denirse o yapılıyor.

Örnek mi istersiniz?

Hemen vereyim.

"O teröristi vermem!" diye devletin en üst kademesinden yüksek tonda bağırılıp çağırıldıktan sonra ABD azarlayınca "peki abi, nasıl istersen öyle olsun abi" dercesine papaz ülkesine gönderiliyor.

Ama bu tutarsız tavır, sadece güçlü devletlere karşı da sergilenmiyor.

Zayıf veya öyle olduğu düşünülen devletlere, özellikle de devlet başkanlarına olur olmaz hakaretlerde bulunuluyor.

Bu hakaretler Cumhurbaşkanı tarafından başlatılıyor ve hemen hükümetin her kademesince bu söylem tekrarlanıyor.

O da yetmiyor, basındaki kifayetsiz şakşakçılar da hep bir ağızdan tekrarlıyor sloganları.

Ama bir süre geçince işler değişiyor.

Uluslararası ortam değişiyor ve hakaret edilen devletlere ve devlet başkanlarına ihtiyaç duyuluyor.

Hooopppp....

Hemen tornistan ediliyor.

Bunun son zamanlardaki en bariz örneği Mısır Devlet başkanı Sisi.

Müslüman Kardeşler hükümetine darbe yapıp devlet başkanı yargılanmaya başlanınca bizim devletin tepesinden bir hakaret tufanı başladı.

En belirgin slogan ise şuydu:

"Katil Sisiiiiii...."

Sisi asker.

Askeri ciddiyetle bunları dikkate almadı.

Yargılanan eski devlet başkanının cezası infaz edildi.

Bizdeki küfür ve hakaretler de en üst tonda söylenmeye devam edildi.

Gün oldu, devran döndü.

Doğu Akdeniz ve Ortadoğu'daki gelişmeler Mısır'a ihtiyacımız olduğunu gösterdi.

Bizimkiler sanki hiçbir şey olmamış gibi yine tornistan.

Katil Sisi oldu Kardeşim Sisi.

Nihayet Kardeş Sisi bu günlerde Türkiye'ye geldi.

Bir sürü görüşme yapıldı ve antlaşmalar imzalandı.

Ne diyelim?

Hayırlı olsun.

Devletlerin ilişkileri rahmetli Demirel'in meşhur sözündeki gibidir:

"Dün dündür, bu gün bu gündür."

Eyvallah ama, keşke kavgayı da diplomatik bir üslupla yapmayı becerebilseydik.

Bu gün yüz yüze bakarken yüzümüz kızarmazdı.

Aynı kaderi yaşayan diğer bir kişi de Beşar Esat.

Önce Kardeşim Esat iken sonra birden bire Katil Esat oldu.

Yine en tepeden en aşağıya kadar hükümetin tüm üyeleri hakaretler ettiler.

Basındaki kifayetsiz şakşakçılar da bunu süsleyerek sürdürdüler.

Bir de baktık ki işler değişiyor.

Suriye'nin kuzeyinde müttefikimiz Amerika tarafından PKK devleti kuruluyor.

Bu devlet kurulabilsin diye de bölgede yaşayan ve PKK/PYD'ye destek vermeyen milyonlarca insan ülkemize postalandı.

Geç de olsa bizimkilerin kafasına dank etti.

Hemen Katil Esat'a karanfil göndermeye başladılar.

Ama herif çok alınmış.

Kardeşlikten bir günde Katilliğe indirildiği günleri unutamamış.

Görüşme tekliflerini önce pek dikkate almadı.

Neyse ki Rusya'nın çıkarları da Esat'ın Türkiye ile görüşmesini gerektiriyor.

Rus baskısıyla Esat, görüşürüm ama ön koşullarım var dedi.

Sonra bir sürü görüşmeler yapıldı.

Ruslarla birim ve Ruslarla Suriyelilerin arasında.

Nihayet Esat'ın koşulsuz görüşmeye razı olduğuna dair haberler geldi.

Hadi hayırlısı.

Belki Esat, yakında yeniden Kardeşim Esat rütbesine ulaşır.

Belli mi olur...

Belki Türkiye'ye bile gelebilir.

Denize de girerler reisle belki de.

Olur mu olur.

4 Eylül 2024 Çarşamba

Kılıçla üniversiteye girmek suç değil ama kılıç kuşanma töreninde teğmenlerin kılıç çekmeleri suç, öyle mi?

Olayın ardından günler geçti ama hala teğmenler neden kılıç çekti tartışmaları yapılıyor.

Teğmenlere kılıcı devlet veriyor.

Harp Okulu'ndan mezun olunca her teğmene iki silah verilir.

Biri beylik tabanca, diğeri de kılıçtır.

Yani kılıç, subayların taşıdığı yasal teçhizatlarından biridir.

Yapılan tören de yıllardır tekrarlanan geleneksel bir törendir.

Bunu tartışmak, abesle iştigal etmektir.

Eğer tartışacaksanız, başka şeyleri tartışın.

Mesela bir üniversitenin mezuniyet töreninde kılıçlar çekilip sallandığı haberleri çıktı basında.

Boy boy resimleri paylaşıldı.

Sivil bir üniversitede kılıcın ne işi var diye tartıştınız mı?

Sivil bir kişinin kanunen şehir içinde ve okulda kılıç taşıması yasalara aykırı değil mi?

Neden hiç sesiniz çıkmadı.

Öte yandan, Arapça bilmediğini tesadüfen öğrendiğimiz, konuşmalarından İngilizceyi de tarzancadan daha kötü konuştuğunu gördüğümüz Diyanet İşleri Başkanı da kılıç çekti bir törende.

Kılıçla minbere çıktı adam.

Kime mesaj veriyorsun diye sordunuz mu?

Bırakın artık kepazeliği.

Teğmenlerle uğraşmayın.

Onların kılıç taşımak ve kullanmak yasal hakları.

Kanunla veriliyor kılıç onlara.

Kanunsuz kılıç taşıyan, olur olmaz yerde sallayan ve birilerine kılıçla cami minberinden  mesaj verenlere odaklanın.

Ekrem İmamoğlu neden yargıyı tehdit edemez?

 İstanbul belediye başkanı Ekrem İmamoğlu bir televizyon kanalındaki konuşmasında, şu meaşlde bir ifade kullanmış:
"Eğer bana açılan davada olumsuz bir karar çıkarsa halk buna tepki gösterir.

Bu milli iradeye olur.

Bunun hesabını millet sorar."

Bu gün bütün malum basın bu konuyu tartışıyor.

İmamoğlu yargıyı tehdit mi ediyor muhabbeti dönüp duruyor.

Adalet Bakanımız da bu duruma tepkisiz kalmamış:

"İmamoğlu yargıyı tehdit edemez!"....

Bunu duyar duymaz beynimde şu soru belirdi:

"Neden edemezmiş?"

Eğer bu ülkede vatandaşlar eşitse, hukuk önünde eşitlik varsa bence eder.

Sayın cumhurbaşkanı mahkeme kararlarını tanımadığını ve alınan kararlara uymayacağını, kararlara saygı da duymadığını defalarca söyledi.

Hatta bu mealdeki ifadeleri, en yüksek yargı organı olan Anayasa Mahkemesi için de kullandı.

Üstelik kararlarına saygı duymadığını açıkladığı mahkemelerin üyelerinin tamamına yakınını kendisi ve partisi atadığı halde.

İmamoğlu, Cumhurbaşkanı ve AKP'nin atadığı mahkeme üyelerinin adil bir karar veremeyeceğini düşündüğü için uyarı mahiyetinde şeyler söyleyince neden sorun oluyor?

Cumhurbaşkanının konuşma hakkı var da İstanbul Belediye Başkanı'nın konuşma hakkı yok mu?

Öte yandan iktidarın küçük ortağının lideri de defalarca mahkemeleri tehdit ve tahkir etti.

Anayasa Mahkemesi kapatılsın bile dedi.

İmamoğlu'nun yaptığı hukuka uygun değilse diğerlerinin yaptıkları da değil.

Eğer bir kuralı ihlal edersen seni başkaları takip eder.

İhlal ettiğin şey yol olur gider.

Bu Yıl Üç Harp Okulu'nda Okul Birincilerinin Bayan Olmasının Arkasındaki Sır

 Her şeyden bir komplo teorisi üreten hasta bir toplum olduk. 

Bu yıl üç Harp Okulu'nda da birinciler bayan teğmenler oldu.

Vay olmaz olaydı.

Sanki dünyanın en gizemli olayı gerçekleşti.

Dincisi bu işe zaten kıl oldu.

Kendini laik sananlar da bir komplo teorisi uydurma gayreti içine girdi.

"Efendim, üç okulda da birincilerin bayan olması normal mi?

O kadar erkek öğrenci var, hiçbir okulda onlardan biri birinci neden olmadı.

Bu ayarlanmış bir sonuç.

Bunun altında çapanoğlu var."

Falan filan...

Hiçbir bilgiye sahip olmadan hiçbir belgeye dayanmadan uydur babam uydur.

Halbuki bunun gayet basit bir açıklaması var.

Harp Okullarında bayan öğrenci sayısı çok az.

Çünkü bayanlar için hayli küçük bir oran tahsis edilmiş.

Erkekler ise öğrencilerin yüzde 90'ından fazla.

Bu sebeple, orantısal olarak erkek adayların okula girme ihtimali bayan adaylara göre çok yüksek.

Üstelik, o küçücük oran için mücadele eden bayan öğrenci adayı hayli fazla.

Yani okula alınacak bayan öğrencilerin okula girmesi erkeklere göre çok daha zor.

Bu durum, bayan öğrencilerin okula girebilmek için üniversite sınavı ve askeri okullar sınavından çok yüksek not alması gerekiyor.

Doğal olarak, bayan öğrenciler daha okula girerken oldukça başarılı öğrenciler arasından çıkıyor.

Bir de bayan öğrenciler erkek öğrencilere göre daha hırslı ve çalışkan oluyor.

Zaten çok yüksek puanlarla Harp Okullarına girmiş olan bayan Harbiyelilerin okulu da birinci olarak bitirme ihtimali daha yüksek.

Olay bu kadar basit.

Masallar uydurmaya gerek yok.


Hikaye Anlatmak Büyük Bir Meziyettir. İnsanların Etrafınızda Toplanmasını İstiyorsanız Hikaye Anlatmayı Öğrenin.

 Hikaye anlatmak büyük bir meziyettir. 

İnsanların etrafınızda toplanmasını istiyorsanız hikaye anlatmayı öğrenin.

Eğer insanları etkilemek ve harekete geçirmek istiyorsanız önce etrafınıza toplanmalarını sağlamalısınız.

Bu konu, siyasetçisinden tüccarına kadar herkes için önemlidir.

Türkiye'nin çoğu yerini gördüm.

Yaşadığım yerlerde her zaman iyi hikaye anlatanların insanları etkilediğini gördüm.

Bizim insanımız okumayı pek sevmez. 

Ama masal veya hikaye dinlemeyi sever.

Muhtemelen kültür ile ilgili bir konu bu.

Binlerce yıldır göçebe hayvancılıkla geçinen ve bu gün bile kısmen de olsa bu yaşam tarzını muhafaza eden Türk milleti, akşam olup çadırda toplanınca efsaneler, masallar, hikayeler anlarak veya anlatan kişileri dinleyerek eğlenmiş hep.

Bu durum kültürümüze yerleşmiş olmalı.

Çevrenize bir bakın.

Hikaye anlatanların insanları çektiğini göreceksiniz.

Ama sadece güzel hikayeler anlatmak yetmez, hikayeleri güzel anlatmak da gerekir.

Eğlenceli anlatmak gerekir.

İlgi çekici şekilde anlatmak gerekir.

Anlatıya gizem katarak anlatmak gerekir.

İnsanlara umut verici şekilde anlatmak gerekir.

Böyle yaparsanız, başarılı olursunuz.

Mesela Cübbeli Ahmet Hoca'ya bakalım.

Adam din anlatıyor ama kuru kuru değil.

Hatta çoğu zaman din de anlatmıyor.

Güncel olaylara değiniyor.

Birilerine çatıyor.

Bir şeyler biliyor ama açık açık söylemek istemiyor gibi anlatıyor.

Arada mutlaka espri yapıyor.

Dinleyicilere laf atıp onları da konuya dahil ediyor.

Bir zamanlar tanıdığım biri vardı.

Benden büyük biriydi.

Ne yalan söyleyeyim, pek sevdiğim biri de değildi.

Ama nerede görsem, etrafına bir sürü insan toplanmış, can kulağı ile onu dinliyordu.

Bir gün benim birileriyle birlikte oturduğum bir yere geldi.

"Bu da nereden çıktı şimdi?" diye içimden geçirdim.

Adam selam sabahtan sonra bir süre muhabbeti dinledi.

Sonra nasıl yaptıysa bir fırsat buldu ve sazı eline aldı.

Sanki bunun provasını yapmış gibi bahsedilen konularla ilgili art arda bir sürü hikaye anlattı.

Hikayelerin çoğu komik olaylardı.

Bazıları ders veren, bazıları da merak uyandıran olaylardı.

En az iki saat konuştu ve ben dahil hiç kimse adamı dinlemekten kulağımızı alamadık.

Güldük, eğlendik, düşündük, acaba dedik, vay be dedik ama can kulağı ile dinledik.

Hikaye anlatmak ve bunu güzel bir şekilde yapmak aslında herkes için önemli bir şey.

Ama siyasetçiler için her şeyden daha önemli.

Demirel güzel hikaye anlatabildiği için kitleleri arkasına katabiliyordu.

Erdal İnönü örneği var bir de.

Aslında çok zeki, bilgili ve kültürlü biri.

Zaman zaman güzel hikayeler de anlatıyordu.

Ama hikayeleri güzel anlatma kabiliyeti yoktu.

O yüzden siyasette büyük bir ses getiremedi.

Recep Tayyip Erdoğan'a bakın bir de.

Anlattığı hikayeler bazen pek güzel olmasa da anlattığı hikayeleri çok güzel anlatıyor.

Espri anlayışı pek yok ama heyecan yaratıyor.

Ümit veriyor.

Bazen dinleyicilerine ama genellikle de muhalefete çatıyor.

Dış güçler diye soyut bir düşman tanımlıyor ve bu dış düşmanı yerden yere vuruyor.

Dinleyenler de rahatlıyor.

Her türlü beceriksizliklerinin ve başarısızlıklarının makul bir sorumlusunu buluyor.

Aslında çoğu kendinden kaynaklanan ve için için bunu bilen kitlelere suçu başkasına atarak rahatlama imkanı sağlıyor.

Gerçi o da artık eskisi kadar güzel hikaye anlatamıyor.

Anlattığı hikayeleri de güzel anlatamıyor.

Bunun yaşlılıktan kaynaklandığını ve metal yorgunluğu yaşadığını sanıyordum.

Geçen bir AKP'li bilerek veya bilmeyerek gerçek sebebi anlattı.

Son yerel seçmde aldıkları kötü sonucu, ikinci parti konumuna düşmelerini açıklarken anlattı bunu.

Söylediği söz çok basitti aslında.

Şöyle dedi:

"Biz her zaman halka umut verirdik.

Bizim hep bir hikayemiz vardı.

Bu hikayeleri de güzel anlatırdık.

Ama artık hikayelerimiz tükendi.

Bu seçimde bir hikayemiz yoktu.

Bu yüzden kaybettik."

Genel olarak bunları söyledi ve çok haklıydı.

Bence herkesin bir hikayesi ve hatta hikayeleri olmalı.

Bu hikayeler güzel kurgulanmış olmalı.

En önemlisi de, hikayeler güzel anlatılmalı.

Allah Muhalefete Akıl ve Fikir Versin?

 Haberleri izliyordum.

Özgür Özel, Recep Tayyip Erdoğan'ın seçime girmesini ve onu yenmek istedikleri manasına gelen sözler etmiş.

Neresinden bakarsanız bakın tuhaf bir şey.

Muhalefet partisinin amacı seçimi kazanmak olmalı.

20 küsur yıldır karşısında sürekli kaybettiği birini artık hakkı kalmasa da tekrar seçime sokmak değil.

Muhalefet partisinin görevi ülke sorunlarına çözüm arayıp halka bu sorunları ben çözerim deyip umut vermektir.

Halka umut verip iktidara gelmeye çalışmaktır.

İktidar partisinin lideri ile mücadeleyi kişiselleştirmek değil.

Muhalefet partisi, iktidarın hukuksuz uygulamalarını takip edip iktidarı uyarmaktır.

Hukuken artık aday olamayacak birini hukuku filan boşver, sen seçime girmek istiyorsan biz bunun için seni destekleriz demek değil.

Yeni bir hukuk cinayetine ön ayak olmanın lüzumu yok.

ABD askerinin kafasına solcular çuval geçirmiş...

Türkiye acayip bir ülke oldu.
Sabah akşam Filistin deyip İsraillilere küfreden siyasal İslamcılarda hiçbir eylem yok.
Ama solcular ilginç bir eyleme imza atmış.
İsrail'e yardım götürdüğü iddia edilen gemideki bir Amerikalı asker, Vatan Partili gençler tarafından yakalanmış.
Askerin iki kolu birkaç kişi tarafından tutulurken bir iki kişi de askerin başına çuval geçirmiş.
Eylemle Filistin konusu gündeme getirilirken Süleymaniye'de Türk askerlerinin başına çuval geçirilmesinin unutulmadığı da hatırlatılmış.
Yani olayda sadece din kardeşliği mesajı yok, milliyetçi bir tavır da var.
Tamam, eylem çok basit.
Belki çoğuna saçma da gelmiş olabilir.
Ama yine de şaşırtıcı.
Milliyetçiler ve siyasal İslamcıların sesi çıkmazken bu mesajları sol bir partinin vermesi neresinden bakarsan beklenmedik bir şey.
Gerçi bizim İslamcılar eskiden İngilizleri çok severlerdi.
Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara hükümetini kafir ilan edip İngilizlerin ferasetine güvenin diye nutuklar atmışlardı.
Sonra devir değişti.
İngiltere süper güç vasfını kaybetti.
Onun yerini Amerika oldu.
Doğal olarak siyasal İslamcılar da duruma uyum sağladılar.
Bu sebeple 1960-1970'lerde Amerikan gemilerini "Yanki go home!" diye protesto eden solculara karşı korudular.
Fethullah Gülen'in Amerika'ya kaçmasının ardında da bu ABD severlik var.
Gerçi onu farklı bir şekilde değerlendirmek mümkün.
Zorda kalan köpek, sahibinin evine kaçar.
Ama milliyetçilere ne oluyor anlamıyorum.
Onlar neden sessiz?

Devlet Bahçeli sonunda konuşmuş.

 30 Ağustos günü teğmenler diploma töreninden sonra eskiden beri yapılan bir eylemi tekrarladılar.

Bir sürü insan açtı ağzını, yumdu gözünü, içinde ne varsa çıkarmaya başladı.

Kimi gördüklerinden memnuniyetini ifade edip teğmenleri savunurken kimi de teğmenleri gömmeye çalıştı.

Halbuki ne teğmenler birilerinin kendilerini savunmasını gerektirecek bir suç işlemişler ne de abdesti bozulan kendini bilmezlerin sözlerini hak edecek bir şey yaptılar.

Ben 1988'de de tören sona erince teğmenler kılıç çeker, bir araya toplanır ve subay olmalarının sevincini ve bilincini ifade eden sözler söylerlerdi.

Bizden önce de bu gelenek vardı, bizden sonra da devam etti.

Ama bundan haberi olmayan tipler, kalkıp bunu alternatip tören, toplantı veya yemin töreni olarak lanse ettiler.

Daha önce böyle bir şey yoktu, bu da nereden çıktı dediler.

Bu demokrasiye aykırı dediler.

Hükümete mesaj veriyor dediler.

Bazıları "Mustafa Kemal'in askerleriyiz." sloganından rahatsız olmuşlardı.

Bazıları da metnin tamamından.

Ve ilginçtir, bunu kanuna aykırı buluyorlardı.

Halbuki Anayasa'nın ikinci maddesini okusalar, söylenenlerin değil yasalara, en üstün yasa olan anayasaya bile uygun olduğunu görürlerdi.

Bazıları da bunu bir disiplinsizlik olarak yaftaladılar.

Kendileri şıhın dizinin dibinde durup şeyh ne derse desin kafa salladıklarından disiplin anlayışları da buna göre oluşmuş herhalde.

Diğerleri de siyasi yalakalıkla gelmiş geldikleri yerlere.

Siyasi parti lideri yalakalığı yapmayı disiplin zannediyorlar.

Halbuki İç Hizmet Kanunu'na göre disiplin; "Kanunlara, emirlere ve nizamlara mutlak itaat, astın ve üstün hukukuna riayet etmek." demektir.

Bu olayda, buna uygun olmayan ne var açıklasınlar.

Tabi, çoğu askerliği ya çürük raporu alıp yapmadığından ya da paralı yaptıklarından disiplinin askerlikte yasal olarak ne anlama geldiğini öğrenememiş olabilirler.

Ama madem ağızlarını açıp ileri geri konuşuyorlar, o zaman öğrensinler.

Bilmemek değil, öğrenmemek ayıp.

Bir de sözde teğmenlerin hedef aldığı iddia edilen iktidar partileri var.

Daha doğrusu iktidardaki parti ve ona destek olan partiler.

MHP çevreleri şimdiye kadar teğmenlerin yaptıklarını destekliyor, bundan zorlama manalar çıkarılmamasını söylüyorlardı.

İktidar partisinden ses seda çıkmıtordu ama ekranları işgal eden yalakaları demediklerini bırakmıyorlardı.

Bu gün hükümet adına konuşan bir kişi, hiç beklemediğim kadar mantıklı ve makul bir açıklama yaptı.

"Teğmenleri boş işlerle yıpratmayın. Atatürk'e bağlı olduklarını söylediler. Bunda ne var. Atatürk'e bağlı olan AKP'ye karşıdır mı demek? Neden bunun hedefi AKP olsun?" mealinde bir şey söyledi.

Tebrik ederim.

Olay bundan ibarettir.

Atatürk ismini duyunca bile abdesti bozulan kişiler teğmenlere karşı olabilir.

Ama Atatürk'ün kurduğu ülkede, kurduğu rejime göre kurulan bir siyasi parti, Atatürk'ten rahatsız olamaz.

Olmamalı.

Bu gün bir sürpriz de MHP'den geldi.

Bahçeli konu ile ilgili yazılı bir açıklama yapmış.

Bahçeli okunan metne bir şey demiyor.

Teğmenleri de suçlamıyor.

Ama bunun yapılmasının sebebi araştırılsın diyor?

Arkasında kimler var araştırılsın diyor.

O araştırılsın, bu araştırılsın diyor.

Anlamadığım şey şu: Suç teşkil etmeyen ve yıllardır devam eden bir geleneğin tekrarı olan bir şey niye araştırılsın?

Neyi araştırılsın?

Bence araştırılması gereken bir sürü başka şey var.

Sokak ortasında cinayetler işleniyor.

Yolsuzluk iddiaları ortalarda dolaşıyor.

Ekonomi batmış, halk geçim sıkıntısı yaşıyor.

Çiftçiler her yerde traktörlerle yollara dökülmüş yandık, bittik diyor.

Torpili olmaya, yani bir tarikat veya hükümet ile yakınlığı olmayanlar devlet kademelerinde işe giremiyor.

Gençlik ülkenin geleceğinden umudu kesmiş, kime sorsan başka bir ülkeye gitmenin planlarını yapıyor.

Doktorlar, mühendisler ve birçok önemli meslek grubuna mensup olan kişiler ülkeden kaçıyor.

Bence bunları araştırmak daha iyi olur.


2 Eylül 2024 Pazartesi

Delikanlılığın öldüğü anlar.

 Yıllar önceydi.

Sanırım 90'lı yılların ortalarıydı.

Doğu Anadolu bölgesinde altı ay kadar iç güvenlik harekatlarına katıldıktan sonra Ankara'ya dönmüştüm.

Ankara'daki sivil arkadaşlarım "Bir akşam toplanalım." dediler.

Üçü evli olduğundan eşlerinden izin almaları lazım tabi.

Üç-dört gün sonra toplanmaya karar verdik.

Dördü yaşça benden büyük olan yedi kişi, birkaç gün sonra akşam üzeri buluştuk.

Bir yerde yemek yedik.

Bir eğlence yerine gidip biraz eğlendik.

Sonra da Beşevler bölgesinde Turizm ve Otelcilik (Şimdi yıkıldı, yerinde yok.) motelinin önünde, yolun tam köşesinde bulunan çay bahçesine gittik.

Çay bahçesindeki kafeterya kapanmak üzereydi.

Ama işleten kişiyi tanıdığımızdan, bize birer sade kahve yaptı.

Kendisine de bir kahve yapıp yanımıza geldi.

Kahveleri bitince de boşları toplayıp kafeteryayı kapattı ve gitti.

Çay bahçesinin masalarının bulunduğu yere değil de kafeteryanın arka tarafında, ışık vurmadığından karanlık olan bölgeye birer sandalye çekip oturmuştuk.

Sohbet-muhabbet ederken Bahçelievler çıkışından bir araba geldi.

Biraz hızlı gidiyordu ama doğru yönde ilerliyordu.

Tam bu sırada, benzinlikten mi yoksa kavşaktan mı geldiğini fark etmediğimiz bir araba karşı yönden aynı yola girdi.

Yavaş ilerliyor ama ters yönden gidiyordu.

Yol ışıkları arabaya vurduğundan, direksiyonda 20'li yaşlarda bir delikanlının ve yanındaki koltukta aynı yaşlarda bir kızın oturduğunu gördük.

Delikanlı, karşıdan gelen arabayı görünce ani bir firen yaptı.

Ardından da pencereden elini kolunu çıkarıp sallayarak karşıdaki arabaya bağırmaya ve hakaretler savurmaya başladı.

Ya içkiliydi veya kız başını döndürecek kadar güzel olduğundan ne yaptığını bilmiyordu.

Öyle olmasaydı, bu hareketleri yapmazdı.

Çünkü ters yöne giren kendisiydi.

Bu bağırış çağırış üzerine diğer arabanın kapıları açıldı.

Dört tane ızbandut gibi tip arabadan indi.

İnenlerin yüzlerine bakınca, delikanlının yerinde siz olsaydınız "Bu adamlar benim başımı mutlaka belaya sokar." diyeceğiniz tipler olduğunu hemen anlardınız.

Ama sanırım delikanlı anlamadı.

Kapıyı açıp o da dışarı çıktı.

Elini belinin sağ arkasına atıp kemerinden bir tabanca çıkardı.

Modelini seçmek mümkün değildi ama 9 milimetrelik bir silah gibi görünüyordu.

Silaha hemen mermi sürdü ve adamlara doğrulttu.

"Siktirin gidin lan, yoksa hepinizi gebertirim." diye bağırarak gözdağı vermeye çalıştı.

Biz karanlıktan merakla ne olacağını bekliyorduk.

Adamlar hiç bozuntuya vermeden arabanın arkasına yöneldiler.

Aceleleri yok gibiydi.

Bagajı açıp bir şeyler aldılar.

Döndüklerinde birinin elinde sopa, diğerinde beyzbol sopasına benzer bir şey, diğerinde kriko kolu dördüncüsünde ise büyük bir anahtar olduğunu gördük.

İçlerinden biri bağırdı: "Ulan yavşak. Sen bizi korkutacağını mı sandın. Yanlış yaptın. Hem ters yönden geliyorsun hem de özür dileyeceğine artistlik yapıyorsun. Şimdi ebeni s....z" dedi.

Sonra delikanlıya doğru sakin sakin yaklaşmaya başladılar.

Delikanlı bir an ne yapacağına karar veremedi.

Ama sonra kendini toparlandı ve bağırdı:

"Yaklaşmayın, yoksa ateş ederim." 

Adamlardan biri "Delikanlıysan ateş et. Ateş etmezsen yavşaksın. En adi o ç...sun!" diye bağırarak karşılık verdi.

Bu sırada sanki akşam yürüyüşüne çıkmışlar da ağır ağır yürüyorlar gibi adama doğru ilerliyorlardı.

Bunu gören delikanlı derhal havaya iki el ateş etti.

Adamların bundan hiç etkilenmediğini ve aynı sakinlikle yaklaştıklarını görünce ayaklarına doğru da birkaç el ateş etti.

Ama adamlarda tık yoktu.

Adama doğru avına yaklaşan kurt sürüsü gibi ağır ağır yaklaşıyorlardı.

Bunu gören delikanlı, bir adamlara baktı bir de arabaya dönüp kıza baktı.

Sonra da, bizi gören birileri varsa hemen olaya müdahale etsin der gibi etrafa göz gezdirdi.

Ortalarda hiç kimse yoktu.

Biz de karanlıkta oturduğumuzdan görünmüyorduk.

Delikanlı, etrafta hiç kimseyi göremeyince silahı indirdi.

Biz hala olayı izliyoruz.

Ve hiç beklemediğimiz sürpriz bir olay yaşandı.

Delikanlı, birden bire geriye doğru dönüp hızla kaçmaya başladı.

O kadar hızlı koşuyordu ki köşedeki benzinliği nasıl geçtiğini, Anıtkabir istikametine doğru nasıl kaçtığını takip edemedik.

Bunu gören dört kişi, sanki adam kaçmamış da arabaya binmiş gibi ilerlemeye devam etti.

Daha önceden provasını yapmış gibi aynı anda arabanın camlarına, kaportasına, motor kaputuna ellerindeki cisimlerle vurmaya başladılar.

Biz bunu beklemiyorduk.

Arabanın içindeki kıza baktım.

Yüzünü avuçlarının arasına alıp başını bacaklarının arasına doğru eğmiş, patlayan cam parçalarından korunmaya çalışıyordu.

O anda adamlara seslendik.

"Birader, ne yapıyorsunuz? Adam kaçtı. Zavallı kızdan ne istiyor sunuz?"

Adamlar etrafta hiç kimseyi görmediğinden şaşırdılar.

Arabaya vurmayı bırakıp ses nereden geldi diye etrafa bakınmaya başladılar.

Önce yaşça en büyüğümüz yerinden kalkıp kafeterya kapısından dışarı çıktı.

Biz de hemen arkasından fırladık.

Belimde Colt marka bir tabanca vardı.

11,43 milimetre çapındaki bu silahla birini vursan herhalde ayakları üstünde duramazdı.

Ama benim silahı bu şekilde kullanmaya hiç niyetim yoktu.

Çok zorda kalırsam, silahı sopa gibi kullanırım diye düşünüyordum.

Silah o kadar iri ve ağırdı ki birinin kafasına vursam kesin kafatası kırılırdı.

Adamlar bizim karanlıktan çıkıp onlara doğru yaklaştığımızı görünce biraz tırsar gibi oldular.

Çünkü onlar dört kişi, biz yedi kişiydik.

O bölgede hep üniversiteler var.

Bizim güvenlikçi olduğumuzu da düşünmüş olabilirler.

Ayrıca, bir kişi hariç en kısa boylu bendim.

Ben de kısa sayılmam.

1,75 santim boy kısa değildir herhalde.

Bazılarımızın tipi de adamları aratmıyor.

Adama yaklaşınca "Kardeşim, biz olayı gördük. 

Siz haklısınız. 

O herif, hem ters yönden geldi hem de kendisi haklıymış gibi tatava etti.

Bir de silah çekmesini biliyor ama hedefe sıkmaya maçası yemiyor. 

Kız arkadaşını bırakıp utanmadan kaçıyor.

Adamı yakalayıp kemiklerini kırsaydınız karışmayacaktık.

Arabayı da istediğiniz gibi parçalayın.

Ama içeride hiçbir suçu olmayan bir kız var.

Korkudan ölecek neredeyse.

Size yakışmaz böyle şeyler. 

Bırakın kız çıksın." dedik.

Adamlar söylediklerimizi mantıklı bulmuş olacaklar ki "Tamam.." deyip geri döndüler.

Arabalarına binip çalıştırdılar. 

Geri dönüp hızla Bahçelievler istikametine gittiler.

Bunun üzerine arabanın yanına gidip kapıyı açtık.

Kız korkudan ruhunu teslim etmek üzereydi.

Tir tir titriyordu.

Neyse ki patlayan camlardan filan yüzü zarar görmemişti.

Ama korkudan hüngür hüngür ağlıyordu.

Kızı sakinleştirdik.

Dışarı çıkardık.

İsterse hastaneye, polise veya evine kadar arabayla bırakabileceğimizi söyledik.

Kız "Ben kendim giderim. Taksiyle giderim. Evim uzak değil." diye mırıldandı.

O sırada Emek istikametinden bir taksi geliyordu.

Taksiyi durdurduk.

Kızı içine bindirdik.

Tam kapıyı kapatacakken en yaşlımız olan kişi kıza doğru eğildi:

"Kızım, sen bu oğlanın sevgilisi misin, nişanlısı mısın, sözlüsü müsün bilmiyorum Ama bana kalırsa bu herifi hemen terk et. 

Bir daha da görüşme. 

Sana neden diye sorarsa, şunu söyle: 

Orada tanımadığım insanlar beni kurtardı. 

Sen ise arkana bile bakmadan beni bırakıp kaçtın. 

Onlardan biri sana şunu söylememi istedi: 

'Sen orada delikanlılığı öldürmüşsün.' 

Delikanlılığı öldüren biriyle benim işim olmaz."

Sonra yavaşça kapıyı kapattı. 

Kız minnettar bir şekilde elini kaldırmış bize doğru sallarken taksi hareket etti ve yavaş yavaş uzaklaştı.

Biz de hemen uzadık.

"Şimdi birileri silah seslerini duymuştur. 

Polise de haber vermiştir. 

Polis gelince olaydan bizi sorumlu tutar. 

Anlatana kadar canımız çıkar. 

Bir de ifade filan sabahı ederiz." diye düşündüğümüzden arabalarımıza gidip hızla oradan uzaklaştık.

Bu hikayeden çıkarılacak dersler şunlar:

Başkalarını suçlamadan önce durumu anlamaya çalışın. 

Belki de suçlu olan sizsiniz.

Haklı bile olsanız boş yere gerilim yaratmayın.

Hele de gecenin bir yarısı hiç kimsenin etrafta olmadığı ıssız bir yerdeyseniz sakinliğinizi mutlaka koruyun.

Farz edelim ki siz haklı olun.

Kaza olmamış, ölen yok, yaralanan yok, birilerine hava atacağım diye boşa gaz kesmeyin.

Karşı tarafa küfür filan etmeyin.

Uzlaşmacı olun. 

Hele de gecenim bir yarısı ise her zaman alttan alın.

Çünkü o saatte, normal bir adam dışarıda dolaşmaz.

Dolaşıyorsa, ya kafası iyidir ya da psikolojisi iyi değildir.

Salaklık edip birilerini korkuturum diye tehditler savurmayın.

Eğer silah taşıyorsanız, sakın ola bir ahmaklık edip mecbur kalmadıkça, yani savunma maksadıyla olmadıkça silahınızı çekmeyin.

Olur da bir ahmaklık edip silahınızı çekerseniz, sağa sola ateş edip durmayın.

Böyle yaparak belki bazı insanları korkutursunuz ama herkesi değil.

Size, korkmayan tipler denk gelebilir.

Hadi bu ahmaklığı da yapıp sağa sola ateş ettiniz, orada ölün ama sizin salaklığınız yüzünden çıkan bir kavganın orta yerinde gencecik bir kızı bırakıp kaçmayın.

Sonra sizi gören birileri "Acaba delikanlılık öldü mü?" diye düşünebilir.





Teğmenlerin diploma töreninden sonra kılıçlarını çekerek yürüyüp bir noktada toplanmaları yeni bir şey mi?

1988 yılında Kara Harp Okulu'ndan mezun oldum.

30 Ağustos günü diploma töreni yapıldı.

Tören tamamlanıp protokoldeki zevat ayrılınca artık Harp Okulu'nun öğrencisi olma sürecimiz tamamen sona eriyordu.

Hepimiz yıldızları takmış, dört (benim gibi askeri liseden gelenler 8) yıllık eğitimden sonra nihayet teğmen olmuştuk.

Sonra bir kişi komut verdi ve kılıçlarımızı kınlarından çıkarıp havaya kaldırdık.

Aynı anda tören yapılan stadyumda belirlenen istikamete doğru yürüdük.

Ön taraftakiler yarım ay şeklini alacak şekilde belirli bir noktaya yaklaşınca durduk.

Sonra öne çıkan arkadaşlardan biri komut verdi ve şapkaları havaya fırlattık.

Şapka yukarı doğru yükselip bir süre sonra aşağıya doğru düşmeye başlayınca kılıçları biraz daha kaldırdık.

Şapkayı delmeyecek şekilde kılıcın ucunu şapkanın içine temas ettirip aşağıya indirdik.

Hep bir ağızdan teğmen olmamızı kutlamak için bazı sloganlar attık.

Hatta bazı arkadaşlar, o sırada meşhur olan bir çizgi filmin repliğini biraz değiştirerek eğlenceli bir şeyler de söylediler.

Bu şu şekilde oldu:

Bir kişi "Yıldızların gücü adına, güç bende artıııık..." diye bağırdı.

Diğerleri hep bir ağızdan "Teğmennnn." diye karşılık verdi.

Bunu tören öncesi bizi toplayıp son fırçasını atan öğrenci alay komutanına da yapmıştık.

Albay da durumu fark edip fırça atmayı bırakmıştı.

30 Ağustos 2024 günü teğmenlerin yaptığı da bu geleneğin devamıdır.

Her yıl öğrencilerin karar verdiği bir söz tekrarlanır.

Veya sadece sevinç gösterisi olarak çığlık filan atılır.

Yani, bu olay ilk defa uygulanan bir şey değildir.

Bilip bilmeden konuşan hötöröf lavuklar için tekrar söylüyorum.

Bu olay, bu yıla has bir şey değildir.

Her yıl mezuniyet töreninin resmi kısmı bitip teğmenler okuldan ayrılmak için serbest bırakılınca kılıç çekme töreni tekrarlanır.

Ortalığı bulandırıp durmayın.