.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

2 Eylül 2024 Pazartesi

Ahu Tuğba'nın Ölümü Ne Anlama Geliyor?

Bu gün, medyaya acı bir haber düştü.

Ünlü sinema oyuncusu/aktris Ahu Tuğba, hayata veda etmiş.

Bunu öğrenince içimde bir burukluk hissettim.

Bizim çocukluğumuzda internet yoktu.

Ulaşım bu kadar gelişmemişti.

Zaten tütün ektiğimizden, iş güç de yoğundu.

Bu sebeple köyden nadiren çıkardık.

O da Manisa'ya, bilemedin İzmir'e giderdik.

Ülkeyi daha çok gazetelerden takip ederdik.

Sonra radyo yaygınlaştı ve radyodan haberleri dinler olduk.

Bir de radyo tiyatrosu diye bir şey vardı.

Sanatla ilişkimiz bu programı dinlemekten ibaretti.

Fakat televizyon köye gelince her şey değişti.

Sanırım ilk defa bir televizyonu 1974 yılında gördüm.

İlk gördüğüm görüntü de Hasan Mutlucan'dı.

Yine de şahlanıyor amman, kolbaşının yandım da kır atı diye başlayan kahramanlık türküsünü söylüyordu davudi sesiyle.

Bundan sonra da Kıbrıs savaşı ile ilgili haberleri görüntülü olarak izlemek, savaşı bize daha yakın hale getirmişti.

Sonra videolar çıktı ve her şey değişti.

Kahvehanelerde her akşam bir video filmi izletiliyordu.

Böylece, genelde İstanbul'da çekilen filmlerden bu şehrimizin nasıl bir yer olduğunu görme imkanımız oldu.

Arabesk furyasında, şarkıları sanki canlıymış gibi filmlerde görüntülü izlemek ise ayrı bir keyifti.

Bu arada kahvehaneler, diğer sinema filmlerini de göstermeye başladılar.

Bu sayede, neredeyse tüm aktör ve aktrisleri tanır olduk.

Hayatı da onlardan öğrendik biraz da.

Çocukluğumuzun en akılda kalan görüntüleri oldu bu filmler.

Tabii ki bu filmlerde oynayan kişiler de.

Şimdi o filmlerde görüp tanıdığımız ve sevdiğimiz aktör ve aktrislerin birer birer dünya değiştirmesine şahit oluyoruz.

Her birini kaybettikçe, sanki çocukluğumuzun ve hatıralarımızın bir parçasını da onlarla birlikte mezara gömüyoruz gibi geliyor bana.

Bu gün Ahu Tuğba'nın ölüm haberini alınca da böyle hissettim.

İçim cız etti.

Çok üzüldüm.

Ruhu şadolsun.

Almanya'da Aşırı Sağ Neden Yükselişte?

Almanya'nın Thüringen eyaletinde yapılan seçimlerde aşırı sağcıların partisi, yüzde 30'u aşan oy alarak birinci parti olmuş.

Bu, 2. Dünya Savaşı'ndan beri aşırı sağ bir partinin herhangi bir eyalette sandıktan birinci olarak çıktığı ilk seçimmiş.

Fransa ve Hollan'da da da aşırı sağın yükselişine dair haberler duymuştuk.

Şimdi de Almanya'da bunun yaşanması endişe verici bir şey.

Peki bu neden oluyor?

Neden aşırı sağ Avrupa'daki birçok ülkede güçleniyor?

En temel sebep, Avrupa'da birçok ülkede çok sayıda göçmen bulunması.

Üstelik göçmen sayıları, her geçen gün daha da artıyor.

Bir de korona salgını ve son zamanlardaki savaşlar yüzünden neredeyse tüm dünyada ekonomik alanda yaşanan sorunları eklenince, sonuç doğal olarak aşırı sağa yarıyor.

Çünkü insanlar, kendilerine benzemeyenleri sevmez.

En azından böyle insanlardan tedirgin olurlar.

Sıkıntılar ortaya çıkınca da tüm suç yabancıların sırtına yıkılır.

Aslında bu durum bizde de yaşanıyor.

Ama süreç yavaş yavaş geliştiğinden pek dikkat çekmiyor.

Bir de bizde milliyetçi partiler bölünmüş durumda.

Bu yüzden oylarının arttığı pek dikkat çekmiyor.

İnanmayan MHP, İYİ Parti, Zafer Partisi ve Büyük Birlik Partisi'nin aldığı oyları alt alta yazıp toplasın.

MHP, tarihinde en yüksek oyu 1999 genel seçimlerinde aldı.

Aldığı oy oranı 17,98.

BBP'nin 1,46 oranındaki oyunu da ekleyince toplam 19,44 yapıyor.

1999 seçimi, milliyetçi oyların patlama yaptığı bir seçim olarak biliniyor.

Ama 2023 yılında yapılan son genel seçimde milliyetçi oylar toplamda bundan çok daha yüksek.

Bu oran toplamda 22.98. 

Yani neredeyse yüzde 23.

Birleşip tek parti olarak seçime girseler, belki de ana muhalefet partisi olacaktılar.

Yani milliyetçi oylar Türkiye'de de tarihin en yüksek noktasında.

Ama oylar, dört partiye bölünmüş durumda.

Bu yüzden kimsenin dikkatini çekmiyor.

Ankara'nın Üniversiteli Bebek Yüzlü Seri Katilleri

 Yıllar önceydi.

Sanırım, 1990'lı yılların başlarındaydık.

Üsteğmen rütbesinde genç bir subaydım.

O sırada Ankara'da uzun süreli bir kurs görüyordum.

Bir gün rütbesi benden oldukça yüksek bir komutanımla oturuyordum.

Sohbet esnasında konu, uzun süredir taksicileri soyup öldüren kişilerin yakalandığına dair haberlere geldi.

Komutanım hafifçe gülümsedi ve "Onları ben yakalattım." dedi.

Şaka yapıyor zannettim.

Ben de gülümsedim.

Ama komutanım gayet ciddiydi.

"Dur anlatayım nasıl yakalattığımı." dedi ve anlatmaya başladı.

Sivil kıyafetle ve özel arabasıyla Eskişehir yolunda bir yere gitmiş.

Etimesgut civarında özel bir işi varmış.

İşini halledip dönerken Hacettepe Üniversitesi'nin Beytepe Kampüsü yol ayrımını geçtikten biraz sonra yolda temiz yüzlü ve ellerindeki kitaplardan üniversite öğrencisi olduğu anlaşılan bir kız ve bir oğlan otostop çekmiş.

O zamanlar metro yok.

Otobüs ve dolmuş da çok sık oralardan geçmiyor.

Dahası, bugün yolun iki tarafındaki mahalleler de yok Konya Yolu hizasından sonra.

Bu sebeple, normalde güvenlik gerekçesiyle kimseyi yoldan almadığı halde bu çocuklar için kuralını bozup arabayı sağa çekmiş ve durmuş. 

İki çocuk koşarak gelmiş ve arka koltuğa oturmuş.

Komutanım çocuklarla sohbet etmeyi denemiş ama çocuklar pek de sohbet etmek istemiyor gibi duruyormuş.

Tam bu günkü Armada yakınlarına geldiklerinde ise hiç beklemediği bir şey olmuş.

Tam arkasına oturmuş olan oğlan ani bir hareketle öne doğru elini uzatmış ve elindeki bıçağı komutanın boğazına dayamış.

O sırada Armada da henüz yok o civardaki diğer binalar da.

Yani oldukça gözden ırak bir yer.

Biraz sonra sağa Konya yoluna ayrılan bir yol var.

O yolu kaçırırsan, Balgat girişine kadar gitmen lazım.

Komutanım daha ne olduğunu anlamadan oğlan "Konya yoluna doğru dön. Yoksa ölürsün." demiş.

Komutanım sükûnetini korumaya çalışarak "Tamam." diye karşılık vermiş.

Çocuğa da "Yanlış bir şey yaptığını, para istiyorsa buna gerek olmadığını, cebinde fazla para olmadığını ama olanın tamamını vereceğini" söylemiş.

Çocuk ise "Konuşmamasını ve yoluna devam etmesini" istemiş.

Bunun üzerine sessizce Gölbaşı girişine kadar gelmişler.

Oradan Haymana istikametine dönüp bir süre gitmişler.

Sonra da oğlanın ihtarıyla sağa dönüp arazi yoluna girmişler ve kuytu bir yere gelince durmuşlar.

O zamanlar Gölbaşı'nda bu günkü villaların hiç biri yoktu.

Yol kenarındaki düğün salonu vesaireden de eser yoktu.

Bu yüzden Gölbaşı arazisinin, mafyanın veya başka katillerin öldürdükleri insanların cesetlerini gömdükleri yer olduğu söylenirdi.

Nitekim radyo ve televizyon haberlerinden de zaman zaman Gölbaşı arazisinde öldürülüp gömülmüş kişilerin cesetlerinin bulunduğunu duyardık.

Arabayı durdurunca kız, hemen arabadan inip komutanımın ineceği kapının önüne gelmiş.

Onun da elinde bir bıçak varmış.

Kız yerini alınca oğlan, "İstop et, anahtarı arabanın üzerinde bırak ve kapıyı aç. Sonra da yavaşça in. Ani bir hareket yapma, yoksa ölürsün." demiş.

Komutanım "Tamam, iniyorum." diye itaatkar bir ses tonuyla karşılık vermiş.

Çünkü oğlana çaktırmadan tabancasını almayı düşünüyormuş.

Komutanım tabancasını sürekli yanında taşıyormuş.

Arabaya bindiğinde, oturduğu koltuğun altına koymuş.

Arabadan çocuğun kontrolünde yavaşça inerken fark ettirmeden sağ eliyle tabancayı almış.

Sonra hızla dışarı fırlayıp namluya mermi sürmüş ve çocuklara doğrultmuş.

Bunu beklemeyen çocuklar ne yapacaklarını şaşırmış.

Komutanım "bıçaklarını uzağa atmalarını yoksa ateş edeceğini" söylemiş.

Çocuklar bıçakları atmış.

Avcı iken av konumuna düşen çocuklar, komutanımın onları vurup oraya gömeceğini sanmış olmalılar ki yalvarmaya başlamışlar.

Komutanım, dediklerini yaparlarsa başlarına hiçbir şey gelmeyeceğini söylemiş.

Çocukları yavaşça geri döndürüp bagaj istikametinde yürütmüş.

Bagajın birkaç metre ötesine gelince, ikisinin aralarındaki mesafeyi açtırmış.

Ellerini enselerine kenetleyip yüzü koyun yatmalarını söylemiş.

Çocuklar bunu yapınca da bagajın kapısını açmış.

Bagajda lazım olur diye bulundurduğu paraşüt ipini alıp sırayla ikisinin de ellerini arkadan sıkıca bağlamış.

Sonra ikisini de bagaja atıp bagaj kapağını kapatmış.

O zamanlar cep telefonu olmadığından polis veya jandarmaya haber vermek mümkün değil.

Bu sebeple arabayı sürüp en yakın polis karakoluna gitmiş.

Olanları anlatıp çocukları polise teslim etmiş.

Polisler çocukları derhal sorguya almış ve kısa süre içinde bir büyük bir sürprizle karşılaşmışlar.

Meğer bu iki çocuk, bir süredir tüm polis teşkilatının aradığı taksici katilleriymiş.

Çocuklar, bindikleri taksileri ıssız bir yere götürüp taksicileri öldüren ve paralarını soyan kişilermiş.

Üstelik, sadece taksicileri değil otostop çektikleri bazı kişileri de soyup öldürmüşler.

Öldürdükleri kişileri olay yerine gömüp arabayı alıyorlarmış.

Benzin bitene kadar arabayla gezip benzin bittiği yerde yol kenarına bırakıyorlarmış.

O zamana kadar polis teşkilatı, taksici cinayetleri arasında bir bağlantı kurmuş ama münferit araç içi cinayetlerin bununla bağlantılı olduğunu bilmiyormuş.

Dahası, cesetlerden haberleri olmadığından ölen kişiler kayıp, kaybolan arabalar da çalıntı diye işlem görüyormuş.

Çocukların masum görünüşlerinden böyle bir şeyi beklemeyen polisler ve bizim komutan şok olmuş.

Bunları anlattıktan sonra komutanım bana dönüp; "Sen sen ol, yolda kimi görürsen gör arabana alma. Ben yıllardır bu kurala uyardım. Tek bir defa çocukların görünümüne kanıp kendi kuralımı çiğnedim. Neredeyse ölüyordum." dedi.

O günden beridir yoldan hiçbir otostopçuyu arabama almıyorum.

Bence siz de bu konuda dikkatli olsanız iyi olur.


Kılıç Çeken Teğmenler ve Yarattığı Tepkiler

 30 Ağustos günü Kara Harp Okulu'nda yapılan mezuniyet töreni sonrası teğmenlerin kılıçlarını çekerek bir noktaya doğru yürümesi, sonra birinci olan bayan teğmenin söylediği şeyleri hep bir ağızdan tekrarlaması ülkede birçok kesimden farklı tepkiler aldı.

Siyasal İslamcı, tarikatçı, Yeni Osmanlıcı ve benzeri görüşlere sahip tayfa bunu bir başkaldırı, darbe tehdidi, teamüle aykırı hareket gibi farklı boyutlarda suçlamalarla karşıladı.

Öte yandan MHP, İYİ Parti, Zafer Partisi ve CHP ise teğmenlerin yaptığı hareketin ve söylediği sözlerin arkasında durdu.

Olayın ardından iki gün geçmesine rağmen bu konudaki tartışmalar hala devam ediyor.

Ben de o törene 1988 yılında katıldım.

Bu sebeple konu hakkında birkaç şey söyleme hakkım olduğunu düşünüyorum.

İlk olarak şunu ifade etmek istiyorum.

Bu olay Cumhurbaşkanı ve diğer protokole tabi zevat oradayken yapılan bir şey değildir.

Tören programı tamamlandıktan sonra yapılan bir şeydir.

Bu sebeple Cumhurbaşkanı oradayken böyle bir şey yapılması uygun değil diyenleri bir kenara koyuyorum. 

Onlar kişi tapınmacılığının gerektirdiği yalakalığı sergilemeye çalışıyorlar muhtemelen.

İkinci olarak şunu söyleyeyim.

Hani bu teamüllere uygun değil diyenler var ya, tamamen saçmalıyorlar.

Bilmeden sallıyorlar.

Tören bittikten sonra kılıç çekerek bir noktada toplanmak bizim zamanımızda da var olan bir gelenektir.

Daha sonra bu gelenek terk edildi de şimdi tekrarlanıyor mu bilmiyorum.

Ama bizim zamanımızda böyle bir teamül vardı ve biz de kılıç çektik diye hatırlıyorum.

Üçüncüsü atılan slogana itiraz edenlere....

Teğmenler "Mustafa Kemal'in askerleriyiz." diye hep bir ağızdan slogan attılar.

Mustafa Kemal adını duyunca abdestiniz bozuluyor herhalde.

Kimin askerleriyiz demelerini bekliyor dunuz?

Özgür Özel'in dediği gibi Fesli Kadir'in yolundan giderek "Trikopis'in askerleriyiz." mi deselerdi?

Yoksa 15 Temmuz öncesinde yalakalıkta birbirinizle yarıştığınız CIA ajanı, hain, terörist başı Fethullah Gülen'in askerleriyiz mi demeleri lazımdı.

Veya, RTE'nin askerleriyiz mi demeliydiler?

Onlar bu ülkenin kurucusu ve kendileri ile aynı okuldan mezun olmuş biri olan Atatürk'ün askerleri olduklarını söyledikleri için mi suç işlediler?

Elbette Harp Okulu'ndan mezun olan her teğmen Mustafa Kemal'in askerleridir.

Türk devletinin askerleridir.

Türk milletinin askerleridir.

Öyle olmayan varsa, araştırılması gereken onlardır.

Gelelim dördüncü konuya.

Bazıları da teğmenlerin hep bir ağızdan söylediği sözlerden rahatsız olmuş.

Kardeşim, Harp Okulu Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına ve en üst seviyedeki kanun metni olan Anayasa'ya göre kurulmuş ve faaliyet gösteren bir kurum.

Anayasaya bağlılık her Türk vatandaşı ve her asker gibi teğmenlerinde görevi ve sorumluluğudur.

Teğmenler de anayasanın maddelerine ve Atatürk'ün genliğe Hitabesinde söylediği hususlara karşı olanların, bu ülkeyi bölmeye veya yıkmaya çalışanların karşısında olacaklarını söylemişler.

Anayasada belirtilen şeylere bağlı olduğunu söylemek me zaman suç oldu?

Aklınızı başınıza devşirin.

Boşu boşuna ortalığı karıştırmayın.

Yeni teğmen çıkmış gencecik insanları karalayarak gelecekleriyle oynamaya çalışmayı da bırakın.

1 Eylül 2024 Pazar

12 Eylül 1980 öncesi Ankara'da Yaşam ve Ankara'nın Ünlü Mafya Babası Kürt İdris.

 Bu gün tesadüfle bir adamla tanıştım.

Biraz muhabbetten sonra adam bana kısaca hayatını anlatmaya başladı.

Tam bir macera.

Tam bir ibret hikayesi.

Şimdi size bu hikayeyi anlatacağım.

Hayat hikayesini anlatan adam Anadolu'nun ortasındaki bir şehirden.

O şehrin, bir köyünde doğmuş.

Babası çok fakirmiş.

Karınlarını doyurmakta bile zorlanıyorlarmış.

Bu yüzden, henüz 12-13 yaşlarındayken çalışmak için Ankara'ya gelmiş.

Kendisi gibi fakir bir aileden gelme biri de onunla birlikteymiş.

Arkadaşı bundan bir-iki yaş büyükmüş.

Yıl, 1970'lerin sonları.

Ankara'ya gelince, bir gecekondu kiralamışlar.

Ama fazla paraları olmadığı için kendileri gibi çalışmaya gelen 7-8 çocukla birlikte aynı evde kalıyorlarmış.

Bu çocukların bazıları fakirlikten bazıları da hiç kimseleri olmadığından Ankara'ya gelen Anadolu çocuklarıymış.

Bizimki ve arkadaşı önce Ulus'ta bir lokantada bulaşıkçı olarak çalışmaya başlamış.

Lokantanın müşterisi bol, dolayısıyla işi ağırmış.

Gece 23.00'da ancak işten çıkıp eve gidebiliyormuş.

Vardiya usulü çalıştıklarından, genellikle arkadaşı ile değil tek başına eve gidiyormuş.

Bir gece lokantadan çıkınca bir grup genç yolunu kesmiş.

İçlerinden en iri yarı olanı bunu boğazından tutup sormuş: "Sen sağcı mısın, solcu musun?"

Garibin ne bilsin sağcıyı solcuyu.

"O ne demek abi? Ben sağcı solcu bilmiyorum." demiş.

Genç buna sağlam bir tokat yapıştırmış.

"Sen nasıl bir insansın. Sende hiç mi bilinç yok? Lokantada çalışıyorsun. Sözde proleterya olacaksın ama sağı solu bilmiyorsun." diye azarlamış.

Bizimki korkuyla sormuş: "Ne olmam lazım abi?" 

Genç cevap vermiş: "Senin solcu olman lazım. Bundan sonra biri sorarsa, solcu olduğunu söyleyeceksin. Tamam mı?"

Bizimki boynunu büküp "Tamam abi..." demiş.

Birkaç gün sonra akşam geç vakit bizimkinin yine yolu kesilmiş.

Başka bir grup genç önüne geçmiş ve içlerinden biri "Sen sağcı mısın, solcu musun?" diye sormuş.

Bizimki daha küçücük çocuk.

Ne diyeceğinden emin değil.

Korkudan titreyen sesiyle "Solcuymuşum abi." diye cevap vermiş.

Bunu duyan genç bir tokat attıktan sonra "O ne demek ulan?" diye azarlamış.

Bizimki "Geçen gece sizin gibi bir grup abi yolumu kesti. Aynı soruyu sordu. Ben, sağcı ne solcu ne bilmediğimi söyleyince, sen lokantada çalışıyorsun, işçisin, bu sebeple solcusun dedi. Siz de aynı soruyu sorunca solcuymuşum dedim." diye cevap vermiş.

Gençler bunu duyunca gülmüşler.

Sonra onunla konuşan genç "Oğlum, seni kandırmışlar. Sen sağcısın. Bundan sonra sana kim sorarsa, sağcıyım diyeceksin." demiş.

Bizimki ona da "Peki abi." deyip yoluna devam etmiş ve hızla eve gitmiş.

Kendisinden büyük olan hemşerisine, "Hem lokantada iş ağır hem de ikide bir önümü kesip dayak atıyorlar. Başka bir iş bulalım." diye yalvarmış.

Bunun üzerine Altındağ'da bir lokantada iş bulmuşlar.

Bizimki bardakları yıkamakla görevliymiş.

Evleri de lokantaya yakınmış.

Ama bu sefer de mahalledeki bazı gençler yollarını kesip ceplerindeki paraları almaya başlamış.

Ayrıca, orada da sağcı mısın solcu musun diye sorup yollarını kesenler varmış.

Bakmışlar kurtuluş yok, Çinçin'de 7-8 çocuğun kaldığı bir gecekonduya taşınmışlar.

Ama burada da başları beladan kurtulamamış.

Çinçin bebeleri yollarını kesip paralarını alıyormuş.

Bu da yetmezmiş gibi canları istediği zaman dövüyorlarmış.

Bizimki, lokantada 6 gün çalışıyor bir gün boş kalıyormuş.

Boş kaldığı günlerde çıkıp yürüyerek Ankara'yı gezmeye çalışıyormuş.

Bir boş gününde yine evden çıkmış.

Sokakta yürürken ileriden iri yarı, boylu poslu, yürüyüşü bile heybetli bir adamın ona doğru geldiğini görmüş.

Arkasından da en az 10 kişi yürüyormuş.

Bu adamı daha önce birkaç defa uzaktan görmüş.

Kendisini dövüp parasını alan mahalle bebelerinin bu adamdan korku ve hayranlıkla bahsettiğini duymuş.

"Bu adam önemli biri herhalde. Bana yardım ederse bu eder." diye düşünmüş.

Hemen koşarak adamın eline sarılmış ve öpmüş.

Adam "Sende kimsin?" der gibi bizimkine bakarken bizimki konuşmaya başlamış.

"Amcam, abim, sen güçlü bir adamsın. Bana ancak sen yardım edersin. Ne olur bana yardım et. Elini ayağını öperim." 

Adam hafifçe eğilip bizimkinin başını kaldırmış.

"Söyle bakalım çocuk, nedir senin derdin?" diye sormuş.

Bizimki hemen olup biteni, mahallede önünü kesip dövdüklerini, kimsesiz ve fakir olduğunu, kendisini dövenlerin sürekli parasını aldıklarını söylemiş.

Bunu duyan adam çok sinirlenmiş.

Suratı kıpkırmızı olmuş.

Arkasındaki adamlara dönüp ağır hakaretler etmiş. "Siz ne biçim adamlarsınız. Şimdi silahımı çekip hepinizi kurşuna dizesim geldi. Garibanı bu mahallede eziyorlar da siz sesinizi bile çıkarmıyorsunuz. Benim garibanları koruduğumu bilmiyor musunuz? Kimse o dövenler, bulup gereğini yapın. Bu çocuğa kimse dokunmasın. Dokunan olursa ben de bizzat ona dokunurum." diye bağırmış.

Sonra bizimkine dönmüş ve "Sen korkma. Bundan sonra benim korumam altındasın. Sana dokunanın elini kırarım. Bana Kürt İdris derler. Şu ilerdeki kahveye her gün uğrarım. Sıkıntın olursa hemen gel, bana söyle." demiş.

Bizimki tekrar elini öpüp "Allah sendeb razı olsun abi. Allah ne muradın varsa versin abi." derken İdris sözünü kesip sormuş:
"Sen nerede oturuyorsun?" 

Bizimki oturduğu evi tarif etmiş.

İdris "Haa... Falancanın gecekondusunda. Tamam. Yerini de öğrendim. Bundan sonra sana hiçbir şey olmaz, rahat ol." demiş ve başını okşadıktan sonra yoluna devam etmiş.

O günden sonra bizimkine hiç kimse ilişememiş.

Devletin sağlayamadığı güvenliği bir mafya babası sağlamış.

Böylece bizimki, ondan sonra rahat etmiş.

Bir sonraki boş gününde de İdris'in bahsettiği kahveye gitmiş.

İdris adamları ile içerde oturuyormuş.

Hemen içeri girmiş ve koşup elini öpmüş.

"Allah senden razı olsun İdris abi. Artık kimse bana dokunmuyor. Bir emrin var mı?" demiş.

İdris "Sağol, sağ ol..." demiş ve çocuğun başını okşayarak sevmiş.

Bizimki hemen kahvede boş bir sandalye bulup oturmuş.

Kahveciden çay istemiş.

Ama kahveci, "yaşı küçük olduğu için ona çay veremeyeceğini, çünkü kahvede oturmasının yasak olduğunu" söylemiş.

İdris bunu duyunca kahveciyi uyarmış.

"Ona yasak değil. Bırak otursun çocuk. Bir de çay ver, içsin." demiş.

Bunun üzerine kahveci "Emredersin abi." deyip hemen bir çay getirmiş.

Bizimki çaydan bir yudum bile alamadan sokakta hızla giden bir arabanın sesi duyulmuş.

Araba kahvenin önüne geldiğinde de iki penceresinden birer kişi ellerindeki uzun namlulu silahları çıkararak kahvehaneyi taramış.

Bizimki korku içinde kendini yere atmış ve zemine up uzun yatmış.

İdris ve adamlarına baktığında, onların da kendilerini yere attığını ama herhangi bir korku belirtisi olmadan bellerinden silahları çektiklerini görmüş.

Araç uzaklaşınca kalkıp kapıya koşmuşlar.

Bu sırada İdris de hiçbir şey olmamış gibi ayağa kalkmış ve dışarı çıkmış.

Adamları da onunla birlikte gitmiş.

Bizimki, ne olacak diye merak edip kahvede oturmaya devam etmiş.

2-3 saat sonra İdris ve adamları üç kişi ile birlikte kahveye geri dönmüşler.

Bu üç kişi, arabadan kahveyi tarayanlarmış.

Suratlarından akan kandan çok dayak yedikleri anlaşılıyormuş.

İdris ve adamları kahvede bunları dinlene dinlene dövmüş.

Bir yandan da "Siz bu işi kendi başınıza cesaret edip yapamazsınız. Sizi kim gönderdi? Sizin başınız kim? Yaşamak istiyorsanız isim verin. Yoksa sizi geberteceğiz." diyorlarmış.

Ama adamlar, yedikleri dayağa rağmen hiçbir isim vermiyormuş.

Yedikleri dayaktan artık isteseler de konuşamayacak hale gelince, İdris'in adamlarından bir kısmı, bu üç kişiyi alıp bir arabaya bindirmiş ve uzaklaşmışlar.

Bizimki de hemen oradan ayrılıp evine gitmiş.

Muhtemelen 1979 veya 1980 yılında bir gece bizimki uykusundan uyanmış.

Ev iki odadan ibaret olduğundan 8-10 çocuk yere serdikleri sünger yatakların üzerinde yan yana uyuyormuş.

Bizimkinin çişi gelmiş.

Tuvalet, dışarıdaymış.

Ayağa kalkıp diğerlerinin üzerine basmamaya dikkat ederek kapıya gitmiş.

Kapıyı açıp uykulu gözlerle dışarı çıkmış.

Tam tuvalete doğru yürümeye başlamış ki birkaç adım ileride bir insan başı görmüş.

Ama vücut ortada yokmuş.

Yoldaki elektrik direğindeki lambadan kesik baş net bir şekilde görülüyormuş.

Vücut nerede diye gayri ihtiyari yola doğru bakınca, yolda çok fazla kan olduğunu görmüş.

Vücudu görememiş.

Kesik başa tekrar bakınca, dilinin dışarı çıkmış ve gözlerinin sanki ona bakar gibi açık olduğunu görmüş.

Ölünün gözlerinde korku ve acının her tonu varmış.

Bizimki şoka girmiş.

Küçücük yaşına rağmen bir süre sonra kendini toparlamış ve hemen içeri girmiş.

Çişi olmasına rağmen yatağa girip yorganı başından yukarı çekmiş.

Bir iki saat kadar korku ile bu şekilde bekledikten sonra evin kapısı hızlı hızlı çalınmış.

Tüm çocuklar uyanıp ayağa kalkmış.

Artık hava aydınlanmak üzere olduğundan, pencereden etrafta dolaşan insanları görüyorlarmış.

Bunların polis olduğunu görünce biri kapıyı açmış.

Kapıdaki polis, kapıyı açan çocuğa gece herhangi bir ses duyup duymadıklarını veya birini görüp görmediklerini sormuş.

Çocuk ne ses duyduklarını ne de herhangi birini gördüklerini söylemiş.

Bu sırada bizimki merakla kapıya yanaşmış ve yoldaki kanın çok fazla olduğunu ve aşağıya doğru aktığını görmüş.

Kesik baş da yerinde duruyormuş.

Gündüz gözüyle bu korkunç manzara daha net göründüğünde, bizimki tekrar şoka girmiş.

Polis bunu fark edince, bizimkini sakinleştirmiş.

Bizimki kendine gelince de ; "Sen bir şeyler gördün herhalde. Anlat bakalım ne gördün?" diye sormuş.

Bizimki de "gece tuvalete gitmek için dışarı çıktığını, kesik başı görünce korkudan içeri kaçıp yorganın altına girdiğini" anlatmış.

Bunun üzerine polisler hepsinin ifadesini almışlar.

Bu sırada dışarıdaki polisler siyasi cinayet olduğundan bahsediyorlarmış.

İfadeler tamamlanınca polisler, kesik başı da alıp gitmişler.

Bu olaydan sonra bizimki, hemşerisiyle başka bir semte taşınmış.

O zamanların bilinen bir lokantasında iş bulup orada çalışmaya başlamış.

Arada bir gidip Kürt İdris'i ziyaret etmeye devam etmiş.

12 Eylül 1980 darbesi olunca sağ sol olayları durmuş.

Mafyalı, ölümlü olaylar da azalmış.

Bizimki, ondan sonra kimseden dayak yememiş.

Parasını zorla elinden alan da olmamış.

Yıllar geçmiş.

Askerlik zamanı gelince askere gitmiş.

Terhis olunca Ankara'ya dönmüş.

Çinçin'deki malum kahveye gitmiş.

İdris'in adamlarından birini çay içerken bulmuş.

Yanına gidip memlekete döneceğini, bir süre memleketinde kalacağını vedalaşmak ve elini öpmek için İdris'i görmek istediğini söylemiş.

Adam bunu bir pavyona götürmüş.

İdris adamları ile bir masada, içiyormuş.

Ama müzik filan yokmuş.

Amerika'nın Irak'ta askeri harekat yapıyormuş.

İdris de televizyon kurdurmuş, bir yandan içiyor bir yandan da savaş haberlerini izliyormuş.

Bizimkini görünce yanına çağırmış.

Bizimki koşup elini öpmüş.

Askerlikten terhis olduğunu, memleketine gidip bir süre orada kalacağını, hakkını helal etmesini istemek için ziyaretine geldiğini söylemiş.

İdris bizimkini masaya oturtmuş.

Ona da içki doldurmalarını söylemişler.

Herkes merakla haberleri izlediğinden pek konuşmamışlar.

Bizimki sabaha karşı oradan ayrılmış.

Bir daha da İdris'i görmemiş.

Şimdi, bu kadar uzun bir hikayeyi neden anlattığımı merak ediyorsunuzdur.

Bunun iki sebebi var.

Birincisi oldukça ilginç, dramatik ve heyecan dolu bir hikaye.

İkincisi, 1980 öncesinde ülkenin durumunu mikro düzeyden çok açık bir şekilde gösteren bir hikaye.

Bu günlerde herkes, 12 Eylül ihtilalini kötülüyor.

Darbecilere sövüp saymak moda olmuş durumda.

Ama 12 Eylül Darbesine sebep olanlara hiç kimse bir şey demiyor.

Dahası, 12 Eylül darbesini yapanlara en çok 11 Eylül günü yolda gece yarısı küçücük çocukların yolunu kesip sağcı mısın solcu musun diye sorup cevabı beğenmeyince dayak atanlar sövüyor.

Ama darbecilere sövmek kimsenin suçunu hafifletmez.

O kesik başları, patlayan bombalardan parçalanan insan vücutlarını biz de gördük.

Yolda insanları durdurup sağcı mısın solcu musun diye soran ve cevabı beğenmeyince eşek sudan gelene kadar dövenleri de gördük.

Sadece ben değil, benim gibi milyonlarca insan da gördü.

Ve çoğu insan, yaşadığı bu zulmü unutamadı.

Yeni tanıştığı birine bunları anlattığına göre, yaşadıkları olaylar bizimkinde travmalar da yaratmış.

Evet, o günleri yaşayan çoğu insan 12 Eylül darbesinden sonra yapılan saçma sapan uygulamaları lanetliyor.

Ama, 11 Eylül 1980'in 12 Eylül 1980'den daha kötü olduğunu da gayet iyi biliyor.

Şimdi suçu darbecilere yıkıp hiç kimse sorumluluktan kaçamazsınız.

Kaçsanız bile, vicdanınızda duyduğunuz sorumluluktan kurtulamazsınız.


Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş yarışında Yavaş bir adım öne geçti.

 Bir süre önce Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu arasında ilan edilmemiş bir yarış olduğuna dair işaretler gördüğümü yazmıştım.

İkisi de bu yarıştan hiç bahsetmeden farklı çevrelerde çalışmaya başladılar.

Bu ekonomik kriz bu hükümeti öyle veya böyle götürecek.

Öte yandan, Erdoğan'ın seçimlerin normal vaktinde yapıldığında bir daha aday olamayacağı da ortada.

Gerçi Erdoğan bunun için mutlaka bir yol arayacak.

Ama artık ne yaparsa yapsın seçilmesi zor.

Çünkü millet sefalet içinde boğuluyor ve kendisi sarayda yandaşları köşklerde lüks içinde yaşıyor.

Bu millet bunu unutmaz.

Erdoğan bundan sonra, şapkadan tavşan bile çıkarsa seçilemez.

Bu yüzden yeni başkanın CHP'den seçileceği kuvvetle muhtemel görünüyor?

CHP'de de şu anda iki aday ön planda görünüyor.

İmamoğlu yurt gezilerini bu yüzden yapıyor.

Kılıçdaroğlu ile başbaşa bu yüzden görüştü.

Ama Yavaş da bu sefer başkanlık için hevesli görünüyor.

Nitekim, yarışta varım anlamına gelen hamleler yapıyor.

CHP hakkındaki olumsuz yorum ve iddialara ilk o tepki vermeye başladı.

Yani kimse kabul etmese de yarış fiilen başlamış durumda.

İşte bu noktada İYİ Parti'nin Yavaş aday olursa destekleriz mealindeki açıklamaları Yavaş'a en az bir puan kazandırdı.

Nereden baksan 7üzde 5'ten fazla oyu var İYİ Parti'nin.

Bu başkanlık seçiminde büyük bir oran.

Dolayısıyla, bu oranı garanti edebilen bir aday yarışta ön sıraya geçer.

Benim gördüğüm bu.

Ama gelecekte ne olur bilemem.


31 Ağustos 2024 Cumartesi

Kara Harp Okulu mezuniyeti ve rütbe takma töreninde slogan atan teğmenler.

 Sosyal medyaya bir video düştü.

Bu video hızla paylaşıldı ve birçok kişiye ulaştı.

Kara Harp Okulu'ndan mezun olup rütbelerini takan teğmenler, 30 Ağustos 2024 günü tören alanında toplanıp bazı sloganlar atmışlar.

Kılıçlarını çekip ilerleyen ve yarım ay şeklinde bir araya gelen teğmenler "Mustafa Kemal'in askerleriyiz." diye hep bir ağızdan slogan atmışlar.

Sonra da, okulu birincilikle bitiren bir bayan teğmen öne çıkmış.

Ülkeye, vatana, devlete ve millete bağlı ve hizmete hazır olduklarını ifade eden bazı cümleler söylemiş.

Diğer teğmenler de hep bir ağızdan bu cümleleri tekrarlamış.

Nedense bu olay birçok çevrede büyük bir heyecan yarattı.

Bazılarında da bir mahcubiyete sebep olmuştur diye düşünüyorum.

Şimdiye kadar sürekli olarak, ben öyle olmadığını her platformda söylememe rağmen, Harbiye'nin tamamı tarikatçılardan oluşan teğmenler yetiştiren bir okula döndüğünü iddia edenleri kastediyorum.

İkinci grup, bu videoyu görüp heyecanlanan ve gözyaşlarına inanamayanlar.

Bunların bir kısmı, yapılan propagandalardan kafası karışıp acaba diye şüpheye düşmüş olanlar.

Diğer bir kısmı ise benim gibi o Harbiyelilerin dersine girmiş olanlar.

Bir de üçüncü grup var.

Bunların diğerlerinden farklı olarak uykuları kaçtı.

Abdestleri bozuldu.

Bu tipler, Piyade Okulu'nda yaşanan olaydan sonra televizyonlara çıkıp "Biz okula öğrenci alırken hep tarikatçıları almaya çalıştık. Çoğu bize yakın insanlardı. Bunları Harp Okulu'nda derslere giren emekli subaylar bozdu." diye şerefsizce bizi bir yerlere şikayet ettiler.

Bu etkili mi oldu yoksa başka bir sebep mi var ama bu şikayetten sonra bazı emekli subaylara ders verilmedi.

Şimdi bu olayı görünce iyice telaşa kapıldılar sanırım.

Kendilerine ait platformlarda kin kusuyorlar.

Deliye dönmüş gibiler.

Allah beter etsin hepsini.

Elbette bu görüntüden iç yağları eriyen, tansiyonu düşen başkaları da var.

Kim mi bunlar: Bölücüler, başka ülkelerin etki ajanları, İngiltere ve Amerika'dan bize dayatılan soft İslam taraftarları, ordu düşmanları, hainler, kanı bozuklar....

Liste çok uzun.

Ama aslında sayıları çok az.

Bir halt yapacakları yok.

Sadece havlıyorlar.

O kadar.


Akitçiler Hangi Askerleri Sevmezler?

30 Ağustos 2024 günü, mezuniyet ve rütbe takma töreninden sonra çok güzel bir gösteri yapmışlar.

Kılıçlarını çekip ilerleyerek hilal şeklinde toplanmışlar.

Bu sırada hep bir ağızdan "Mustafa Kemal'in askerleriyiz." diye haykırmışlar.

Sonra da devre birincisi olan bir bayan teğmenin cümle cümle söylediği sözleri hep bir ağızdan tekrarlamışlar.

Bunu seyreden Akitçilerin uykuları kaçmış.

Teğmenlere verip veriştirmişler.

Şaşırdık mı? Şahsen ben şaşırmadım.

Akitçiler Mustafa Kemal'in askerlerini eskiden beri sevmezler.

Ama bir zamanlar, Fethullah Gülen'in askerlerini çok sevdiklerini hatırlıyorum.

Akitçiler, SADAT'çı askerleri de severler.

Hangisinden olurlarsa olsunlar, tarikatçı askerleri de severler.

"Keşke Yunan galip gelseydi." diyen İngiliz ajanı haini ve onun ekürilerini ekranlarından eksik etmediklerine göre, Yunan askerlerini de severler.

Daha birçok askeri sever Akitçiler.

Bir tek Atatürk'ün askerlerini sevmezler.

Yani Türk askerlerini sevmezler.

Sevmesinler.

Ziyanı yok. Zaten biz de onları sevmiyoruz.

Büyük Taarruz Öncesinde Hazırlanan Sad Planı'nın Adı Nereden Geliyor?

 Sakarya Meydan Muharebesi'nden sonra Yunan ordusuna en kısa süre içinde taarruz edilmesine karar verildi.

Bu maksatla bir taarruz planı hazırlandı.

Bu planın adı yazışmalarda Sad Planı olarak geçiyordu.

Bu plan daha sonra tadil edilerek Büyük Taarruz planı oluşturuldu.

Sad Palanı'nın adı konusunda değişik zamanlarda bazı hikayeler dinledim.

Bunların en yaygını, Yunan savunma hattının şeklinin Arap alfabesindeki Sad harfini hatırlattığı, bu yüzden plana Sad adının verildiği hikayesiydi.

Ama gerçeğin bununla hiçbir alakası yok.

Hazırlanan taarruz planında Türk ordusu, ana ilerleme mihveri olarak Sandıklı İlçesi istikametini kullanmayı planlamıştı.

Taarruz Planı ile ilgili yazışmaların Yunan tarafına sızması ihtimaline karşı plandan bahsedilirken taarruz kelimesinin kullanılması sakıncalı görüldü.

Bunun üzerine, Sandıklı'nın ilk harfi olan Sad harfi, planın kod ismi olarak belirlendi.

Olay bundan ibarettir.

Açlık Sofuluğu Bozar

 AKP genel başkan yardımcısı Güler, Avrupa'da emekli başına çalışan miktarının 3-4 olduğunu, Türkiye'de bu oranın 1'e 2 civarında olduğunu söylemiş.

Avrupa'da insanlar 65 ve hatta 70 yaşına kadar çalışıyormuş.

Ama Türkiye'de 45-50 yaşında emekli olan birçok insan varmış.

Emeklilik sistemini bu kötü durumdan kurtarmak için çalışıyorlarmış.

İnsanın aklı almıyor.

Sanki emeklilik sistemini bu hale başkası getirdi.

Seçim kazanacağım diye EYT'lileri sanki başkası emekli etti.

Orduda ve diğer devlet kademelerinde binlerce kişiyi, kendilerinden değil diye sanki başkası kadrosuzluk ayağına emekli etti.

Bu AKP'lilerin düşünce tarzlarında bir sakatlık var.

Hiçbir şeyi doğru dürüst planlamadan yapıyorlar.

Sonra yaptıkları ülkeyi batırıyor.

Sonra da hiç utanmadan sanki 20 küsur yıldır iktidarda başkası var mı da ülkeyi onlar batırmış gibi eskiyi kötüleyip bunu düzelteceğiz diye ahkam kesiyorlar.

Şimdiye kadar insanlar bunu yiyordu ama artık zor.

Deniz bitti.

Fakirlik yaygınlaştı.

Her şey sarpa sardı.

Açlık sınırının altında yaşayan milyonlar var.

Ve açlık, sofuluğu bozar.