.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

14 Ağustos 2023 Pazartesi

Atatürk'ün en hoşlanmadığı şeyler nelerdir?

 Atatürk ile uzun süre beraber olan, onun gezilerine katılan, meclisinde bulunan kişilerin hemen hepsinin söylediği gibi Atatürk, riyakar ve yağcı insanlardan hiç hoşlanmazmış. Böyle insanları zaman zaman azarladığı olurmuş. En çok kızdığı yağcılık ise kendisine herkesten üstün olağanüstü bir kişi olduğunu söylenmesiymiş.

Örneğin, 1923 yılında Mersin ziyaretinde, bu şehirden milletvekili seçilmiş ve mecliste Atatürk'ün en sıkı muhaliflerinden olan biri Atatürk nereye gitse hemen orada bitiyormuş. Atatürk yanındakilere, bu adamın kendisinin en büyük muhaliflerinden olduğunu, buna hiçbir itirazı olmadığını, ama halkın huzurunda iken her yerde yanına yanaşıp aynı resim karesine girmesinden rahatsız olduğunu, çünkü seçim bölgesindeki halka Atatürk'ün çok yakını imajı vererek riyakarlık yaptığını, bu sebeple adamı hiç sevmediğini söylemiş.

Ayrıca, bu adamı bir şekilde meşgul edip yanına yaklaşmasını engellemelerini istemiş. Ancak adam bir yolunu bulup yeniden Atatürk'ün yanına yaklaşmış. Bunun üzerine Atatürk adamı; "Seni buraya teşrifat memuru mu yaptılar be adam? Çekil, git!" diye azarlamış.

Aynı gezide yenilen bir yemekte belediye başkanı yemekleri bizzat getirip servis etmeye çalışınca bunu yağcılık olarak değerlendiren Atatürk; "Belediye reisleri hizmetkarlık yapmaz. Lütfen yerinize buyurunuz!" diye kendisini uyarmış. Millet bahçesinde kendisi ve eşi için tahtı andırır bir yer yapıp iki yaldızlı koltuk koyulduğunu görünce de kızmış. "Bu ne maskaralık!" diyerek diğerlerinin oturduğu iki sandalye alıp birine kendi oturmuş diğerini de eşine vermiş.

Bu gezi sırasında kendisini aşırı öven konuşmalar yapıldığı için konuşma yapılmasına izin vermemeye başlamış. Bu durum canını sıkmış. Fakat ısrarlı ricalar üzerine Türk Ocağı başkanı Doktor Reşit Galip'e konuşma yapma izni vermiş. Başkan konuşmasının sonunda "Senin asıl büyüklüğün, bütün o büyüklüklerine rağmen milletin bir ferdiyim diye övünmendir." deyince Atatürk'ün yüzü gülmeye başlamış. 

Atatürk, her zaman milletin bir ferdi olduğunu, kurtuluş savaşının milletin eseri olduğunu, kendisinin buna milletin bir ferdi olarak katkı sağladığını söylermiş. Atatürk ayrıca, Kurtuluş Savaşı'nda en büyük payın çiftçiler olduğunu söylermiş. Mersindeki bir toplantıda da "Eğer bu millet çiftçi olmasaydı, biz bu davayı başaramazdık." demiştir. Yani "Çiftçi milletin efendisidir." sözünü laf olsun diye değil, buna inandığı için söylemiştir.

Atatürk'ü Örnek Alan Liderler: Amanullah Han, Şah Rıza Pehlevi ve Adolf Hitler.

İsmail Habip Sevük, 1922-1939 yılları arasında Atatürk ile birlikte katıldığı gezilerdeki hatıralarını, çeşitli gazetelerde birçok makale halinde yazmıştır. 1939'da Atatürk öldükten sonra, bu yazılarını bir araya toplayarak "Atatürk İçin" isminde bir kitap halinde yayımlamıştır.

Bu kitap, dili sadeleştirilerek "Atatürk'le beraber" ismiyle Lütfü Tınç tarafından yeniden düzenlenmiş ve 2008 yılında Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yeniden yayınlanmıştır. Kitap oldukça ilgi görmüş olmalı ki 2021 yılında yedinci baskısını yapmıştır. 

Yedinci baskısını okurken daha kitabın başlarında bir konu dikkatimi çekti. Biz, Atatürk'ün önderliğinde gerçekleştirilen Milli Mücadele'nin sömürge olmaktan kurtulmak maksadıyla harekete geçen birçok ulus için örnek olduğunu değişik kaynaklardan biliyoruz. 

Kuzey Afrika başta olmak üzere dünyanın değişik bölgelerindeki birçok yerde bağımsızlık mücadelesine girişen liderlerin onun başarılarından cesaret alarak harekete geçtiği ve onun yolunu takip ettiği birçok yerde yazılıp çizilmiştir. Sadece bağımsızlık mücadelesi değil yaptığı devrimler de başta İslam ülkeleri olmak üzere birçok ülke tarafından örnek alınmıştır. 

Daha sonra bir darbeyle iktidardan düşünce Ankara'ya gelen Afganistan Kralı Emanullah Han ve Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara'ya gelerek Atatürk ile görüşmeler yapan İran Şahı Rıza Pehlevi, onu örnek alarak ülkelerinde reformlar yapmaya çalışanların en bilinenleridir. 

Bu kişiler, onun kadar başarılı olamasalar da reformlarında Atatürk'ü örnek aldıklarını kamuoyundan da gizlememişlerdir. Örneğin İran Şahı, Ankara'ya Atatürk'ü ziyarete giderken gazetecilere "Ustamızı görmeye gidiyorum." demiştir.

Ancak, 1. Dünya Savaşı'ndan bizim gibi mağlup olarak çıkmış ve ağır koşulları olan bir barış anlaşması imzalamak zorunda kalmış bir Avrupa ülkesinde de Atatürk'ün başarılarından etkilenen kişiler olduğunu bilmiyordum. İsmail Habip Sevük'ün kitabını okurken böyle bir ülke olduğundan bahsediliyor.

Yazarın belirttiğine göre, Atatürk'ün İtilaf Devletleri ile mücadele ederek Türkiye'ye dayatılmak istenen Sevr Antlaşması'nı tarihin çöplüğüne atmasından etkilenenlerden biri de Hitler'dir. Siirt milletvekili Mahmut Soydan, 1933 yılında Berlin'i ziyaret ettiğinde başbakan Hitler ile de görüşmüştür. 

Bu görüşmede Hitler, "Yaptığım işe başlarken ve bunda başarılı olacağıma inanırken hep sizin şefinizin mücadelesini örnek aldım." demiş. İsmail Habib Sevük'ün belirttiğine göre Hitler, 1939 yılında Atatürk öldükten sonra bu sözünü çeşitli ülkelerin gazetecileri ile görüşürken tekrar etmiş ve şöyle demiş: "Ben kendime Atatürk'ü örnek aldım. Çünkü Atatürk dünya galiplerine ilk şahlanan, haksızlığı ilk tepeleyip hakkı ilk muzaffer edendir."

Gerçi Hitler, Atatürk'ü tam anlayamamıştır. "Yurtta sulh, cihanda sulh." diyen, "Savaş zorunlu olmadıkça bir cinayettir." diyen ve devletin başına geçtikten ölümüne kadar daima barışçı politikalar takip eden Atatürk'ün aksine tüm dünyayı savaşa sürüklemiştir. 

Ayrıca Hitler, "Ne mutlu Türk'üm diyene!" ve "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir." diyerek ırkçılıktan uzak sübjektif milliyetçiliği savunan Atatürk'ün aksine, ırkçılığı ideolojisinin temeli yapmıştır. 


13 Ağustos 2023 Pazar

Askeri Şirketlerin Yarattığı Tehlikeler.

Son zamanlarda, askeri şirketlerin yarattığı sorunlar basın ve yayın organlarına sık sık yansımaktadır.

Blackwater şirketinin Irak'ta yaptığı insan hakları ihlalleri, işkenceler ve cinayetlerin yanında Irak'ın altınlarını ve sanat eserlerini çaldığı yönündeki iddialar hala gündeme gelmektedir.

Bizde kurulan SADAT'ın kurucularının yaptıkları açıklamalar tüm halkı endişeye sevk etmiştir.

Ama en önemli gelişme Rusya'da yaşanmıştır.

Rus askeri şirketi Wagner, tuhaflıklarla dolu bir süreçte Rus hükümetine darbe yapmaya kalkışmıştır.

Tuhaf bir şekilde başlayan bu isyan/darbe girişimi yine tuhaf bir şekilde sona ermiştir.

Bunun sonucunda askeri şirketler tüm dünyada mercek altına alınmıştır.

Halbuki askeri şirketler ve yarattığı sorunlar yeni bir şey değildir.

Ortaçağ'da, başta İtalya olmak üzere neredeyse tüm Avrupa ülkeleri paralı askerleri ve askeri şirketleri kullanmıştır.

Hatta, Anadolu Selçuklu Devleti bile Frank diye isimlendirdikleri Batılı askeri şirketleri kiralamıştır.

Fakat askeri şirketler, hem savaşın şiddetini askerlerden çok sivil halka yönettiklerinden, hem her zaman güvenilir birlikler olmadıklarından o zamanlarda da büyük sıkıntılar yaratmıştır.

Örneğin, 30 yıl savaşlarında Avrupa'da birçok yerde neredeyse nüfusun tamamının katledilmesinde devletlerin düzenli orduları dışında kalan özel şirketler  ve paralı askerlerin büyük katkısı vardır.

Zaten bu yüzden, savaş sonrasında1648'de imzalanan Westfayla Barış Antlaşması'nın ardından paralı askerlik uygulamalarından ve askeri şirketleri savaşlarda kullanmaktan vazgeçilmeye, bunların yerine alay sistemi denilen devlete bağlı daimi ordular kurulmaya başlanmıştır.

Bu ordular Kralların bütçesinden finanse edildiklerinden, devlet bütçelerine büyük bir yük getirmiştir.

Bu sebeple ordular, genellikle çok büyük olmamıştır.

Bu durum savaşların şiddetini azaltmıştır.

Bu dönemde krallar, isyan edebileceklerinden korktuklarından halkı askere alamamışlardır.

Ancak Fransız ihtilalinden sonra, bütün Avrupa krallıklarının saldırısına maruz kalan Fransa Cumhuriyeti, tüm halkın genç erkeklerini askere almıştır.

Böylece mevcutları bir milyona varan ordular savaş alanlarında görülmeye başlamıştır.

Bu şekilde halkı askere alan devletlere silahlı ulus denilmiştir.

Bu durum 1. Dünya Savaşı'nda zirveye çıkmış ve 2. Dünya Savaşı'nda da mecburi askerlik sistemine devam edilmiştir.

Soğuk Savaş sonrasında mecburi askerlik sistemi birçok ülkede kaldırılmaya başlanınca, maaşlı askerlerden kurulan profesyonel ordular ortaya çıkmaya başlamıştır.

Ancak, refah seviyesindeki artışa paralel olarak nitelikli insanlar askerliği tercih etmediğinden orduların personel kalitesi düşmüştür.

En sorunlu insanları bile askere almak zorunda kalan bazı ülkeler, yine de ordu kadrolarını dolduracak kadar asker temin etmekte zorlanmıştır.

Son yıllarda meydana gelen çatışmalar daha çok terör örgütleri, direnişçiler vb. gruplarla Batılı ülkeler arasında yaşandığından savaşlar düşük yoğunluklu ve uzun süreli olmuştur.

Bunun sonucunda savaşan ordular sürekli olarak telafisi güç zayiatlar vermişlerdir.

Refah toplumu, bu ağır zayiatı kaldıramamıştır.

Buna bir çare olarak Hibrit Savaş kavramı ortaya atılmış ve bazı devletler terör örgütleri, dini gruplar ve aşiretler gibi asker olmayan silahlı gruplarla işbirliği içine girmiştir.

Bu durum çatışma ve savaşları Suriye'de olduğu gibi içinden çıkılamaz bir hale getirmiştir.

Üstelik bu durum, eski müttefikleri terör örgütlerine destek verdikleri gerekçesiyle karşı karşıya getirmiştir.

Ama savaşacak asker bulma sıkıntısı yüzünden başvurulan en kötü yöntem, askeri şirketler kurulmasına izin verilmesi ve bunların savaş meydanlarında kullanılması olmuştur.

Bu durum yaygınlaşmaya devam ederse; askeri şirketler, hem dünya barışı hem de ülkelerin iç istikrarı kalıcı bir istikrarsızlık sebebi olacaktır.


Ukrayna Savaşı ve Türkiye'nin Son Dönemdeki Savaşlardan Gördüğü Zararlar

 Ukrayna Savaşı öncesinde Suriye ve Libya, dünyanın savaş meydanları durumundaydı.

Çünkü Rusya bu ülkelerdeki savaş oyununun taraflarından biriydi.

ABD dahil bir sürü Avrupa ülkesi de çatışmalara bir şekilde dahil olmuşlardı.

Bu durum milli güvenliğini tehdit etmeye başlayınca Türk ordusu da Suriye'ye girmişti. 

Ukrayna Savaşı çıkınca durum değişti.

Rusya, kendine aşırı güvenin bir sonucu olarak yanlış bir strateji ile yanlış bir plan yaptı.

Ukrayna'nın başkenti dahil Dinyeper Nehri doğusunu kuşatıcı bir manevra ile ele geçirmeye çalıştı.

Bahsedilen bölge, 700-800 kilometre çapı olan bir yarın daire şeklindeydi.

Yarı çap kısmı hariç yarım dairenin çevresi (çember kısmı) 1700-1800 kilometreydi.

Rusya, bu kadar geniş bir alanı 200-250 bin askerle ele geçirmeye çalıştı. 

Halbuki bu bölgede onlarca şehir ve kasaba vardı ve meskun mahallerde muharebe piyade ağırlıklı yoğun kuvvet kullanımını gerektiriyordu.

Bu sebeple, 200-250 bin asker çok yetersizdi.

Üstelik dış hatlardaki Rus ordusunun cephenin bir yerinden diğer bir bölgesine kuvvet kaydırması günler alıyordu.

Bu hatalı plan ve strateji sonucunda Rusların ilk taarruzları başarısızlıkla sona erdi.

Rusya, cepheyi daraltması gerektiğini anladı ve kuzeyden çektiği kuvvetlerini güneye kaydırdı.

Cephe, Harkov güneyinden Kırım'a kadar uzanan daha dar bir alanla sınırlandırıldı.

Rusya bu sayede, başlangıçta başarı kazanmaya başladı.

Mariopol ve Herson gibi şehirleri aldı.

Ancak Rusya, çok zaman kaybetmişti.

Batı, Ukrayna'ya yardımlarını artırdı.

Ukrayna ordusunun kendine güveni arttı.

Bunun sonucunda karşı taarruza kalkan Ukrayna ordusu, Herson dahil birçok bölgeyi geri aldı.

Geçen kış Ruslar, savunma durumuna geçerek derinliğine mevziler hazırladılar.

Ukrayna ise taarruz hazırlıklarına başladı.

Ukrayna baharda yeni bir karşı taarruza başladı.

Başlangıçta bazı yerleri geri aldığı haberleri gelse de Ukrayna ordusu istediği başarıyı kazanamadı.

Böylece bir yenişememe durumu ortaya çıktı.

Savaş durağanlaştı ve yıpratma savaşına dönüştü.

Bu süreçte Rusya, Libya ve Suriye'den bazı birliklerini çekmek zorunda kaldı.

ABD de dikkatini Ukrayna'da yoğunlaştırdı.

Suriye ve Irak'ta IŞİD'in gücünü kaybetmesi de buna eklenince bu durum en çok Esat rejimine yaradı.

Libya'da ise Türk desteği ile resmi hükümet varlığını güçlendirdi ve böylece çatışmalar durdu.

Türkiye Libya'da sağlam bir yer kazandı.

Ancak Suriue iç savaşından en zararlı çıkan ülke Türkiye oldu.

Örneğin, hemen güneyinde Amerikan kuklası bir PYD bölgesi ortaya çıktı.

Türkiye Suriye'ye girdi ve bazı bölgeleri ele geçirdi ancak oldukça emniyetsiz hatlarda durmak zorunda kaldı.

Fiziksel engellere dayanmayan ve bütünlük arz etmeyen temas hattı yüzünden PYD ile çatışmalar devam etti.

Türkiye, çok sayıda zayiat verdi.

Türkiye Suriye'de çok dar bir alanı kontrol altına aldı ancak Suriye'nin her yerinden sığınmacılar Türkiye'ye akın etti.

Böylece, ülkeye milyonlarca sığınmacı geldi.

Bunlar yıllardır Türkiye'nin her yerinde kontrolsüz bir şekilde yaşıyor.

Üstelik şimdi, sığınmacıların yüzde 70'i, savaş bitse de Suriye'ye geri dönmek istemiyor.

Bu sığınmacılar ve yasadışı göçmenler ülkenin yüzde 20'si kadar.

Demografik bir işgal altındayız.

Bu kayıtsız insanlar, zaten büyük olan kayıtsız ekonomiyi ülkenin kaldıramayacağı seviyelere getirdi.

Ülke ekonomisi büyük bir çöküş içine girdi.

Devlet harcamaları askeri harcamalar sebebiyle çok arttı.

Bu yüzden hükümet vergi toplamak istiyor ama ekonomi ağırlıklı olarak kayıt dışı olduğundan gelir vergisini artırarak yeterli para toplayamıyor.

Bu yüzden dolaylı vergileri (KDV) artırıyor.

Bu durum sabit gelirli insanları eziyor.

Enflasyon artıyor.

Halk rahatsız.

Şam'da cuma namazı kılacağız derken milyonlarca Suriyeli Sultan Ahmet Camii'nde cuma namazı kılıyor.

Sadece namaz kılsalar iyi.

Gettolar oluşturdular.

Kalıcı olarak yerleştiler.

Kısacası, büyük devlet olacağım derken elimizdeki devlet de tehlike altına girdi.

Mevcut hükümetin açıklamaları ve eylemlerine bakınca bu durum düzelecek gibi de görünmüyor.

Allah sonumuzu hayır etsin.

Bunların derdi din iman değil, Türk ve Türkçe düşmanlığı.

 Dini konularda uzman değilim ama bir konu bana hep tuhaf gelmiştir.

İslam dini ile ilgili Türkçe kelimeler kullandığınızda büyük bir kitle hep bir ağızdan yaptığınızın yanlış, hatta günah olduğunu söylüyor.

Örneğin "Tanrı" derseniz hemen "Allah" diye düzeltiyorlar.

"Neden?" deyince, kelimenin aslının Arapça olduğunu ve Tanrı'nın Allah'ı karşılayan bir kelime olmadığını söylüyorlar.

Hatta bu konuda epey ileri gidenler de var. 

Böyle bir tip "Allah, Tanrı'nın belasını versin." demiş.

İnsanın "Allah senin belanı versin." diyesi geliyor.

Çünkü aynı tip, "Ya rabbi!" derken gayet rahat.

Ama "Rab" kelimesi İbranice, yani Yahudi dilinde bir kelime, Arapça değil.

Olsun, bu tipler için sorun değil. 

Türkçe olmasın da hangi dilde olursa olsun, söyleyebilirsin. 

Başka dilde söylersen günah değil. 

Sadece Türkçe söylersen günah.

Öte yandan, bu gün Arapçaya kutsallık atfetmeye çalışan bu tiplerin bilmediği bir şey var.

Arapçasını kullan, Türkçesini kullanma dedikleri kelimelerin çoğu aslında Arapça da değil.

Örneğin Peygamber kelimesi Arapça değil Farsça.

Araplar "nebi veya resul" kelimesi kullanılıyor.

Biz Türkler, İslam dinini İranlılardan öğrendik.

Bu yüzden "Mevla, oruç, abdest, müslüman, hüda" ve bunlara benzer gibi dini terimlerin neredeyse tamamı Farsçadan dilimize geçmiş. 

Bu kelimelerin Arapçasını değil Farsçasını kullanıyoruz.

Ama, "nebi" yerine Farsça "peygamber" demekte sorun görmeyenler, Peygamber kelimesi yerine Türkçesi olan "yalvaç" kelimesini kullansanız vücutlarındaki bütün kan olmayan beyinlerine sıçrar.

Anlayın artık.

Konu Arapça filan değil.

Öyle olsa Farsça veya İbranice kelimelerin kullanılmasına da karşı çıkarlardı.

Bunların derdi Türk ve Türkçe düşmanlığı.


12 Ağustos 2023 Cumartesi

"Senin gibi dostu olanın düşmana ihtiyacı olmaz."

 Eskiden çok kullanılan bir söz vardı.

Dost görünüp de düşmanı aratmayan insanlar için kullanılırdı:

"Senin gibi dostu olanın düşmana ihtiyacı olmaz."

Son zamanlarda kimi üstat diye cilalanan sahtekar, kimi de din adamı kılığına girmiş kifayetsiz tipleri görünce bu millet aynı şeyi söylese yeridir.

Biri "Keşke Yunan galip gelseydi." demişti.

Şimdi biri de "Hatay Arapların..." filan diye saçmalamış.

Bunlar "Lozan zafer mi hezimet mi?" diyen kanı bozuk tayfasından.

Açık açık söyleseler millet linç eder diye korkuyorlar.

Bu yüzden milleti adım adım Sevr'e giden yola sokmaya çalışıyorlar.

Ne diyelim?

Allah sizi nasıl uygun görüyorsa öyle yapsın.

11 Ağustos 2023 Cuma

Türkiye'deki üniversitelerde okuyan öğrencilerin barınma (yurt) sorunu.

 Devletimiz sağ olsun, her yere mantar gibi bir üniversite dikti.

Vakıf üniversiteleri ve özel üniversiteler de oldukça arttı.

Artık biraz çalışıp da bir üniversiteye giremeyecek öğrenci yok gibi.

Bu kadar üniversite açmak doğru mu değil mi buna girmeyeceğim.

Açılan bazı özel üniversitelerinin ve taşra üniversitelerinin niteliği düşük mü yüksek mi buna da girmeyeceğim.

Bunlar olmuş artık.

Ama benim gibi yüzbinlerce ebeveynin ve çocuklarının müzdarip olduğu bir sorundan, barınma sorundan bahsedeceğim.

Malum, enflasyon her gün yeni bir zirveyi zorluyor.

Başta hükümetin yaptığı vergi ve akaryakıt zamları gibi birçok ürün fiyat artışında kıyasıya bir yarış içinde.

Ancak insanların çoğunun geliri aynı hızla artmıyor.

Sabit gelirliler, özellikle de emekliler her geçen gün daha da fakirleşiyor.

Ben de bir emekliyim ve bir çocuğum üniversitede okuyor öbürü de bu yıl başlayacak.

Şimdiden çocukların eğitimini nasıl finanse edebileceğimi kara kara düşünmeye başladım.

Özellikle de barınma masraflarını nasıl karşılayacağımı düşündükçe uykularım kaçıyor.

Ben yine de bir şekilde bunun üstesinden gelirim.

Ama asgari ücretle çalışan veya çok düşük emekli aylığı alan  aileler ne yapacak bilemiyorum.

Halbuki bu sorunu çözmek o kadar da zor değil.

Her yere gerekli gereksiz binalar yapılıyor.

Tek bir cemaati olmayan yüzlerce cami yapılıyor.

Hükümetimiz öğrenciler için yurt yapabilecek güçte.

Her şehirde okuyan öğrenci sayısı belli.

Yurtların yetersiz olduğu da ortada.

Hükümet yapmıyorsa hiç olmazsa belediyeler bu işe bir el atsın. 

Her belediye kendi sınırları içindeki üniversitelerle işbirliği yapıp ihtiyacı belirlese ve yetrince yurt yapsa çok büyük bir hizmet olur.

Ancak, sadece yurt yapmak da yetmiyor.

Üniversitede derse girdim 4-5 yıldır.

Bazı öğrencilerin tost yemeye parası yok.

Sırtına mont alamadığı için titreye titreye Ankara kışında okula gelen öğrenciler gördüm.

Öğrencilerin bur imkanları da artırılmalı.

Hem her talep eden burs alabilmeli, hem de verilen burs öğrencinin asgari ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadar yüksek olmalı.

Bunları sağlamak o kadar zor değil.

Hem zor olsa ne olur ki?

Bu sorun mutlaka çözülmeli.

Eski cumhurbaşkanlarımızdan Süleyman Demirel'in de dediği gibi; siyaset sorun çözme sanatıdır.


Artık tıp fakültesinde okuyup doktor olmak isteyen öğrenci sayısı çok azaldı.

 Artık tıp fakültesinde okuyup doktor olmak isteyen öğrenci sayısı çok azaldı.

Bu üniversiteye giriş sıralamasından açıkça görülüyor.

Dört yıl önce bir tıp fakültesine girebilmek için alınan nota göre en düşük 19 bin küsuruncu sıraya girmek gerekiyordu.

Artık bu rakam çok daha büyüdü.

Örneğin 14-15 bininci sıralamayla girilebilen bir tıp fakültesine geçenyıl 21 bin küsuruncu olan öğrenciler girdiler.

Yani tıp fakülteleri cazibesini kaybediyor.

Peki ama neden?

Öncelikle tıp fakültesine giren öğrenciler 6 yıl okumak zorundalar.

Öte yandan sınıf geçmek çok zor ve dersler çok ağır.

Bu yüzden okurken çok yoğun çalışmak gerekiyor.

İş bununla da kalmıyor.

Mezun olup doktor olunca TUS sınavına çalışmak zorundalar.

Bu da çok zor ve yorucu bir süreç.

Ola ki sınavı kazandılar.

Herhangi bir alanda uzman olabilmek için dört yıllık yoğun bir eğitim ve çalışmaya da dayanmaları gerekiyor.

Peki bu kadar emek doktorlara bir kazanç sağlıyor mu? 

Maalesef hayır.

Maaşları aldıkları eğitim ve çalışma koşullarına göre çok düşük.

Mühendislik okusalar çok daha az emekle çok daha fazla kazanmaları mümkün.

Üstüne üstlük, doktorlar saygı da görmüyor.

Ne toplumdan ne de halktan.

Müptezelin biri bir sosyal medya kanalında "Artık rahatça doktor dövebiliyoruz. Özgürlük bu kadar arttı." diye konuşuyor.

Bir yetkili yurt dışına gidip başka ülkelerde çalışmayı tercih eden doktorlara hakaretler yağdırıp; "Giderlerse gitsinler!" diye ekranlar karşısında bağırıyor.

Böyle bir ülkede ben de üniversite sınavına girmiş olsam, tıp fakültesine girmek istemem.

Ama bu iyi bir gidiş değil.

Böyle giderse yakında hastalanınca üfürükçüden başka gideceğimiz kimse kalmayacak. 

Düşen not ortalaması oranları bu ivmeyi devam ettirirse, tıp fakültesi mezunu doktorlara gitmenin üfürükçüye gitmekten çok da farklı olmayacağı da ortada.

Acilen yetkililerin bu kötü gidişi durdurmak için çaba göstermesi şart.

Halkın da birkaç kompleksli veya psikopat müptezelin doktor düşmanlığı kampanyasına kendini kaptırmaması gerekiyor.

Aksine herkes bu tür tiplere ortak tepki göstermeli.

Başta doktorlar olmak üzere sağlık personelimize sahip çıkalım.

Çünkü; "Halk içinde mu'teber bir nesne yok devlet gibi. Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.

Bu sözü, yatağında hasta ve ölümü bekler şekilde yatan Kanuni Sultan Süleyman'ın son günlerini yaşarken söylediği rivayet edilir.

Kanuni demiş ki; "Halk içinde devletten daha çok itibar gören, saygı duyulan başka bir şey yok. Ancak bu dünyada bir nefeslik sağlık gibi bir devlet, yani iktidar yoktur."

Yani sağlık, iktidar sahibi olmak ta dahil her şeyden daha önemlidir.

Kalın sağlıcakla.

Turistlere dokunmayın.

 Bazı videolarda Arap ülkelerinden veya başka ülkelerden ülkemize gelmiş turistlere, yabancıları bu ülkede istemiyoruz diyenler var.

Herhalde her yabancıyı, hele de Arapça konuşuyorsa Suriyeli sanıyorlar.

Evet Türkiye'nin bu günkü en büyük sorunu yasadışı göçmenler ve sığınmacılar.

17 milyon kadar oldukları resmi kurumların bildirilerinden anlaşılıyor.

Belki de daha fazlalar.

Bu kadar çok göçmen her ülke için yıkıcıdır.

Ülkede neredeyse her 5 vatandaşa karşı bir sığınmacı var.

Bu ülkenin güvenliği için büyük bir tehdit.

İstikrarı için büyük bir tehdit.

Demografik homojenlik için büyük bir tehdit.

Ekonomi içinse çok daha büyük bir tehdit.

17 milyon insan bu ülkede yaşıyor.

Bunlar yasadışı olarak, sigortasız çalışıyor.

Sosyal güvenlik sistemi çöküyor.

Hastanelerden bedava yararlanmaları ise sosyal güvenlik sistemini daha da kötü yapıyor.

Bir ülkede kayıtsız ekonomi o ülkenin ekonomisini mahveder.

Göçmen ve sığınmacıların hiçbiri kayıt altında değil.

Ruhsatsız işyeri açtıkları söyleniyor.

Doğal olarak vergi vermiyorlar.

Kazandıkları paraları da dövize çevirip ülkelerine gönderiyor.

Ülkeye hizmetler sadece yasal çalışan vatandaşlar tarafından verildiğinden ülkenin yükünü onlar taşıyor.

Ama nimetlerinden bu ülkede hiçbir hakkı olmayan yabancılar da faydalanıyor.

Böyle olunca normal vergiler yeterli olmuyor.

Hükümet de zengin veya fakir herkesin eşit olarak ödemek mecburiyetinde kaldığı dolaylı vergileri artırıyor.

Bu da enflasyonu artırıyor.

Yani bir kısır döngü ortaya çıkmış, önlenemiyor.

Ama bunlardan turistler sorumlu değil.

Aksine yaptıkları harcamalarla ülke ekonomisine katkı sağlıyorlar.

Hele de Arap turistler.

Bunlar Avrupalılara göre çok daha fazla harcıyorlar.

Bu sebeple, her gördüğünüz yabancıya tafra yapmayın bence.

Yasadışı göçmen veya sığınmacı diye turistlere kötü davranmayın.

Dünyanın hiçbir ülkesinde bizdeki kadar vatan haini yok. Üstelik kimseden de çekinmiyorlar.

Dünyanın hiçbir ülkesinde bizdeki kadar vatan haini yok. 

Üstelik kimseden de çekinmiyorlar.

İhanetlerini ortaya vurdukları videolar çekiyor ve yayınlıyorlar.

Daha da tuhafı, bazı insanlar tarafından alkışlanıyorlar.

Bu tipler şimdiye kadar Atatürk düşmanı gibi görünerek kendilerini kamufle ediyorlardı.

Artık vatan haini olduklarını açıkça söylüyorlar.

Kim mi bunlar? 

Söyleyeyim? 

Sevr'in uygulanamamasına üzüldüklerini söyleyemeyen, bunun yerine "Lozan zafer mi hezimet mi?" diye saçmalayan müptezeller.

Lozan'ın gizli maddeleri olduğuna saf insanları inandırmak için hiçbir fırsatı kaçırmayan yalancılar.

Keşke Yunan galip gelseydi diyen Yunan seviciler.

Bu kişinin Yunan ve İngiliz istihbaratına çalıştığını, ABD istihbaratı ile de teması olduğunu ben söylesem inanmazsınız.

Kendi konuşmalarını dinleyin.

Satır aralarında hepsini itiraf ediyor.

Şimdi yeni bir müptezel çıkmış.

Keşke Hatay Fransızlarda kalsaydı anlamına gelen cümleler kuruyor.

Hatay Arap ve Kürtlerin diyor açıkça.

İnanamazsınız, adam sen ne diyorsun hain diye hukuki takibata da maruz bırakılmıyor.

Bir de din adamı kıyafeti giyiyor.

Peki ama bunlar kime veya neye güveniyor?