.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

27 Ekim 2017 Cuma

Türkiye'nin Güvenlik Stratejisi (Soğuk Savaş Sonrası)


Soğuk Savaş’tan 2015 Yılı Sonuna kadar Türkiye’nin Uyguladığı Güvenlik Stratejileri.

     Özet: 
     Bu çalışmanın giriş bölümünde; araştırma ile ilgili genel bir çerçeve çizilmiş, 1. Bölüm’de; strateji ve güvenlik kavramlarının tanımı yapılmış, 2. Bölümde; Soğuk Savaş dönemi sonrasındaki durum açıklanmış, 3. Bölüm’de; Soğuk Savaş’ın sona ermesinden 11 Eylül 2001 terör saldırılarına kadar olan dönemde meydana gelen gelişmeler açıklanmış, 4. Bölüm’de; 11 Eylül 2001’den günümüze kadar olan dönemde meydana gelen gelişmeler açıklanmış ve sonuç bölümünde de konu hakkında değerlendirmeler ortaya konulmuştur.

     Anahtar Sözcükler: 
     Strateji, güvenlik, Orta Doğu, Kafkasya, Balkanlar, Avrupa Birliği, NATO.

     Giriş: 
     İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Varşova Paktı’nın ve NATO’nun kurulması ile birlikte dünya ideolojik temelde iki blok halinde bölünmüştür. Daha sonra bu iki bloğa da üye olmayan devletler Bağlantısızlar adı altında ayrı bir örgütlenme çabası içine girseler de 1990’lara kadar Dünya esas olarak Varşova Paktı ve NATO şemsiyesi altında toplanan ülkelerin karşılıklı mücadelesi içerisinde şekillenmiştir.
     Türkiye, gerek tarihi yönelimi ve gerekse Sovyetler Birliği’nin dile getirdiği toprak taleplerinin yarattığı tehdit sebebiyle bu iki gruptan Batı’yı temsil eden NATO’ya üye olmuştur. Bu da, 1952 yılından Varşova Paktı’nın dağıldığı 1990’lı yıllara kadar Türkiye’nin güvenlik stratejilerinin genel olarak NATO temelli ve değişik ittifak ilişkileri içinde oluşmasına sebep olmuştur. Bu yapının verdiği güvenle Türkiye’nin güvenlik stratejileri bu dönemde nispeten durağan bir seyir izlemiştir. Fakat Varşova Paktı’nın ve ardından da Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte eskinin sabit tehdit algılamaları köklü bir değişime uğramıştır.
     Bunun sonucunda, tek bir büyük tehdit algılamasına dayanan tehdit değerlendirmesi çoklu ve değişken bir tehdit değerlendirmesine dönüşmüştür. Çünkü mevcut sabit yapı dağılınca yeni ülkeler ve yeni çatışma alanları ile birlikte devlet dışı tehdit odaklarını da içeren çok sayıda yeni tehdit ortaya çıkmıştır. İşte bu değişim sonucunda Türkiye, yeni şartlara uyum sağlamak için yeni tehdit değerlendirmeleri yapmak ve bu değerlendirmelere göre yeni güvenlik stratejileri belirlemek zorunda kalmıştır.
     Bu çalışmada, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra Türkiye’nin uyguladığı güvenlik stratejileri incelenecektir. Bu stratejiler; çevre bölgelerde meydana gelen gelişmeler, iç güvenlik ortamında meydana gelen değişmeler ile NATO ve AB gibi örgütlerde meydana gelen değişmeler çerçevesinde incelenecek ve dünyada güvenlik algılarında köklü kırılmalara sebep olan 11 Eylül olayları temel alınarak iki dönem halinde yapılacaktır. Birinci dönem yukarıda belirtilen etkiler temelinde tek tek incelenirken ikinci dönemin incelemesi; yaşanan bölgesel çatışmaların çoğunun durgunluk haline gelmesi sebebiyle, tarih sırasına göre yıl yıl yapılacaktır.

     1. Strateji nedir?

    Strateji genel olarak askeri bir terim olarak algılanmaktadır. Gerçekten de bu kelime Yunanca bir kelimeden türemiştir ve ‘’generallik sanatı’’ anlamına gelmektedir. Ancak zamanla strateji sadece askeri bir kavram olmaktan çıkmış, günümüzde hayatın hemen her alanı ile ilgili olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bazı yazarlar tarafından bu durum herkesin bir stratejiye ihtiyacı olduğu şeklinde ifade edilmektedir.
     Stratejinin söz konusu olduğu alan oldukça genişlediği için stratejinin birçok kişi tarafından yapılmış çok değişik tanımları bulunmaktadır. Bunları genel olarak incelediğimizde denilebilir ki en basit anlamıyla ‘’strateji’’; kaynakları, hedeflere ulaşmak için uygun şekilde geliştirme ve kullanma faaliyetidir. Bu tanımdan anlaşıldığı gibi strateji için seçilmiş bir hedef veya hedefler olması gerekmektedir. Yani bir hedefin bulunması stratejiden bahsedebilmenin ön şartıdır. Eğer bir hedefiniz varsa, bu hedefi elde etmek için bir gücünüz de varsa ve bu güçle bu hedefi nasıl elde edebileceğinizi tasarlamışsanız o zaman sizin bir stratejiniz var demektir.
     Genel olarak ‘’stratejinin üç önemli unsuru’’ bulunduğu kabul edilmektedir: Kuvvet, mekân ve zaman. ‘’Kuvvet’’; stratejinin belirlediği hedefleri elde etmek amacıyla kullanılması planlanan güçtür. Kuvvet, stratejinin dinamik unsurudur. Stratejinin diğer bir unsuru olan ‘’zaman’’; kuvvetin geliştirilmesinde ve kullanılmasında önemli bir rol oynar. Stratejinin geliştirilmesinde ve uygulanmasında, gerekli olan gücün zamanında hazır hale getirilmesi ve kullanılması çok önemlidir. Stratejinin üçüncü unsuru olan ‘’mekân’’ yani stratejinin üzerinde uygulanacağı coğrafya ise; uygun şekilde kullanıldığında bir kuvvet çarpanı olarak işlem görür. Yani, mekân sabit ve pasif bir unsur gibi görünse de stratejinin başarısında önemli bir rol oynamaktadır.
     Hedefe ulaşmak için strateji olmazsa olmaz bir unsur olmasına rağmen şunu da belirtmek gerekir ki çok iyi bir stratejiye sahip olmak yalnız başına başarıyı garanti edemez. Strateji ne kadar iyi olursa olsun, iyi bir şekilde uygulanmadığı takdirde bir işe yaramaz. Strateji bir anlamda en üst kertede güç diyalektiği sanatı olarak kabul edilirse, hem bugünü hem de geleceği şekillendirmede, karar verme ve lider ilişkisinin açık etkisi tüm berraklığıyla ortaya çıkar. Bu sebeple ülkeyi idare eden siyasi irade ve onun başındaki lider kadro stratejinin belirlenmesi ve uygulanmasında her zaman büyük bir önem taşır.
     İncelediğimiz konu olan güvenlik stratejisinin diğer bir unsuru da güvenlik kavramıdır. Güvenlik, “kendini koruma” ile ilgili olup, tanımı itibarıyla üç hususu kapsar. Bunlar; bir toplumun yaşamını devam ettirmesi, bir ulusun toprak bütünlüğünün korunması ve yine bir ulusun, siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel nitelikleriyle şekillenen temel kimliğinin muhafaza edilmesidir.
    2945 sayılı MGK ve MGK Genel Sekreterliği Kanunu’nun 2’nci maddesinde de milli güvenlik; “Devletin anayasal düzeninin, milli varlığının ve bütünlüğünün milletlerarası alanda siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik dâhil bütün menfaatlerinin ve ahdi hukukunun her türlü dış ve iç tehditlere karşı korunması ve kollanmasıdır” şeklinde tanımlanmıştır.

     2. Soğuk Savaş Dönemi ve Sonrasındaki Durum.

     Cumhuriyetin kurulmasından itibaren Türkiye’nin güvenlik politikası, biri coğrafi konum, diğeri komşu ülkelerle ilişkiler olmak üzere, iki temel olgu dikkate alınarak şekillendirilmiştir. Bu iki faktör, Türkiye’yi; Avrupa, Balkanlar, Kafkasya, Ortadoğu, Akdeniz ve Karadeniz bölgelerinde ve bazen bu bölgelerin ötesinde güvenlik alanında önemli bir aktör haline getirmiştir.
     Bilindiği gibi Türkiye, II. Dünya Savaşının ardından Batı Bloğunda yer almış ve 1952 yılında da NATO’ya üye olmuştur. Bundan sonra NATO, Türkiye’nin savunma ve güvenlik politikasının temelini oluşturmuştur. Sovyetler Birliği ile en uzun sınıra sahip ülke olarak İttifakın kara sınırlarının üçte birini koruyan Türkiye, NATO’nun savunmasına büyük bir katkıda bulunmuştur. Türkiye, bir yandan İttifak’ın güvenliğine katkıda bulunurken, diğer yandan kendisine yakın bölgelerde işbirliğinin pekiştirilmesi yönündeki geleneksel güvenlik politikasını sürdürmüştür.
     Bu çerçevede Türkiye, Balkanlar ve Ortadoğu’da güvenlik alanında işbirliğini teşvik etmiştir. Bu kapsamda 1954 yılında Yunanistan ve Yugoslavya ile Balkan Paktı’nı ve 1955 yılında İngiltere, İran, Irak ve Pakistan ile Bağdat Paktını oluşturmuştur. Bu güvenlik stratejileri ile, büyük bir çatışmaya girmeden belki de tarihinin en uzun barış dönemini yaşayan Türkiye, soğuk savaşın sona erdiği sırada, güvenlik güçlerini eski tehdit algılamalarına göre konuşlandırmış durumdadır. Bu konuşlanma; kuvvet çoğunluğu ile Varşova Paktı ülkelerine karşı NATO ile müşterek bir savunmayı esas alan bir stratejiye göre yapılmıştır.
     Temel düşman olan Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte Türkiye açısından en büyük tehdit ortadan kalkmış ve güvenlik stratejisi önemli bir sınırlamadan kurtulmuştur. Bunun yanında Suriye, Irak ve İran gibi komşu devletlerin en önemli dış desteklerini kaybetmiş olmaları da olumlu bir gelişme olmuştur. Bunun sonucu olarak Soğuk Savaş sonrasında, Yunanistan hariç komşu devletlerden kaynaklanan tehditte önemli bir azalma meydana gelmiştir.
     Soğuk Savaşın sona ermesi sonucunda, küreselleşmeye yönelik yeni bir dünya düzeni arayışına gidilmesi, tehdit kavramlarını da değiştirmiştir. Tehdit kavramı daha önce belirgin ve kitlesel iken, artık çok yönlü, çok boyutlu ve değişken bir hale gelmiş, ortama belirsizlikler hâkim olmuştur.
     Geleneksel tehdit kavramı artık; bölgesel ve etnik çatışmalar, bazı ülkelerdeki siyasî ve ekonomik istikrarsızlıklar ve belirsizlikler, kitle imha silâhları ve uzun menzilli füzelerin yayılması, köktendincilik, uyuşturucu ve silâh kaçakçılığı, yasadışı göç ve insan kaçakçılığı, uluslararası terörizm, şeklinde ortaya çıkan yeni tehdit ve riskleri de ihtiva etmeye başlamıştır.
     Mevcut konumuyla, yeni tehdit ve risklerin yoğunlaştığı Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu üçgeninin merkezinde, küresel güç ve oluşumların menfaatlerinin kesişim bölgesinde yer alan Türkiye’nin jeostratejik mevkiinden kaynaklanan bu durum Türkiye’nin soğuk savaş dönemi güvenlik stratejilerinde köklü bir değişikliğe gitmesini zorunlu hale getirmiştir.
     Soğuk Savaş sona erer ermez Türkiye ilk olarak geleneksel dış politikanın üzerine dayandırıldığı stratejik önemin azalması gibi bir sorunla karşılaşmıştır. Bu durum, dönemin devlet adamlarının ‘’Türkiye’nin jeopolitik ve stratejik öneminin azalmadığını, aksine arttığını’’ vurgulayan söylemlerden de kolaylıkla anlaşılmaktadır.
     Kısa süre sonra ortaya çıkan gelişmeler de, Türkiye’nin jeopolitik ve stratejik öneminin eskiye nazaran daha da arttığını göstermekte gecikmemiştir. Çünkü Soğuk Savaş’ın hemen ardından dünya gündemine oturan en önemli çatışmalar Türkiye’nin çevresindeki bölgelerde meydana gelmiştir.
     Türkiye’yi doğrudan etkileyen bu gerilim ve çatışmalar temel olarak dört bölgede ortaya çıkmıştır. Bunlar; Kafkasya, Balkanlar, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’dir. Bunun yanında Türkiye bu dönemde AB’nin Türkiye’yi Avrupa güvenlik mekanizmalarından dışlayıcı politikaları ve NATO’nun geleceği hakkında tartışmalar gibi yeni sorunlarla karşı karşıya kalmıştır.
     Ayrıca iç siyasi yapıda da çok önemli sarsıntılar yaşanmaya başlanmış, Soğuk Savaş döneminde ilk sırada olan komünizm iç tehdit olmaktan çıkarken bunun yerini artık iyice güçlenmeye başlayan ayrılıkçı ve İslamcı akımlar almıştır. Bunlardan; 1984 yılından ilk eylemini yapan ve eylemlerini hızla çok geniş bir coğrafyaya yaymayı başaran PKK terör örgütü iç tehdit değerlendirmelerinde birinci sıraya yükselmiştir.
     Şimdi yukarıda çerçevesi çizilen genel duruma göre Soğuk Savaş’tan günümüze kadar ortaya çıkan yeni tehditler ve bu tehditlere karşı Türkiye’nin uyguladığı stratejiler incelenecektir.

      3. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden 2001 yılına kadar olan dönemde uygulanan güvenlik stratejileri. 

     a. Kafkasya’da meydana gelen gelişmelere karşı uygulanan strateji. 

     Soğuk Savaş sona ererken Türkiye’yi doğrudan etkileyebilecek ilk çatışmalar Kafkasya’daki bağımsızlık hareketleri ile birlikte ortaya çıkmıştır. Kafkasya’da, Sovyetler Birliği’ne karşı ilk bağımsızlık hareketi Azerbaycan’da başlamıştır. Bunu tetikleyen unsur da Karabağ Özerk Bölgesi’ndeki Ermenilerin, Ermenistan ile birleşme yönünde attığı adımlar ve ardından ortaya çıkan çatışmalarda Sovyetler Birliği’nin sessiz kalması olmuştur.
     Böylece 17 Kasım 1989 tarihinde Bakü’de başlayan mitingler, 5 Aralık 1989 tarihine kadar sürmüş, bunun üzerine Sovyetler Birliği, 24 Aralık 1989 tarihinde, Bakü ve Azerbaycan’ın 17 ilinde olağanüstü hal ilan etmiştir. Bu tedbir Azerbaycan halkının tepkilerini bastıramayınca Rus askeri birlikleri, 19 Ocak 1990 gecesi Bakü’ye girip silahsız halka ateş ederek büyük bir katliam yapmıştır.
     Ağustos 1991’de, Moskova’daki askeri darbe başarılı olamayınca, Yeltsin’in önderliğinde Rusya Federasyonu bağımsızlığını ilan etmiş ve böylece Sovyetler Birliği’nin dağılması süreci başlamıştır. Bu gelişmelerin ardından, 8 Eylül 1991’de yapılan seçimle, Azerbaycan Komünist Partisi sekreteri Vezirov’un yerine Ayaz Muttalibov devlet başkanı olmuştur. Bundan sonra, 17 Kasım günü, Azerbaycan parlamentosu bağımsızlığı onaylamıştır.
     Bağımsızlık ilanının ardından Azerbaycan’da bir türlü istikrar sağlanamamıştır. Bunun temel sebebi Ermenilerle yaşanan çatışmalardır. Bu olaya yeterli tepki vermeyen Muttalibov, 6 Mart günü istifa etmek zorunda kalmış, 7 Haziran günü yapılan seçimlerde Halk Cephesi’nin adayı Ebulfeyz Elçibey devlet başkanı seçilmiştir.
     Elçibey, Batı ve özellikle de Türkiye yanlısı bir politika izlemeye başlayınca, Rusya’nın da desteğiyle, Karabağ’daki çatışmalar artmış ve çıkan bir isyan sonucunda Haziran 1993’te Elçibey yönetimden ayrılmak zorunda kalmıştır.
     Devlet başkanlığı görevine gelen Haydar Aliyev, Rusya ile ilişkileri düzeltme yoluna gitmiştir. Bu kapsamda 24 Eylül 1993’te BDT’ye üyelik anlaşmasını imzalamış fakat bu çabaları Ermenilerin altı Azeri şehrini daha işgal etmeye engel olamayınca Ekim ayından itibaren Rusya’yı yatıştırma politikalarından vazgeçip Batı ile ilişkilerini geliştirmeye başlamıştır.
     Bu sırada patlak veren Çeçenistan Savaşı’nda Rusya, Azerbaycan’ı Çeçenlere destek vermekle suçlayınca ilişkiler yeniden bozulmuştur. Bu dönemde Aliyev enerji kaynaklarını stratejik bir unsur olarak kullanarak petrol boru hatları ile ilgili kartını öne sürmüş, böylece Rusya’ya bağımlılığı azaltmak için Bakü-Tiflis-Ceyhan hattına destek vermiştir.
     1996 yılında Rusya, Çeçenlerle anlaşma imzalayınca ilişkiler düzelmesine rağmen 1999’da Çeçenistan’da çatışmalar tekrar başlayınca ilişkiler yine bozulmuştur. Rusya’da, Ocak 2000’de Yeltsin’in yerine seçilen Vladimir Putin Yeni Güvenlik Doktrinini ilan etmesi ilişkilerin seyrini tekrar değiştirmiştir.
     Bu doktrin BDT ülkelerinde Rus hâkimiyetini amaçlıyordu. Bu kapsamda Putin Güney Kafkasya’da azalan Rus etkisini tekrar güçlendirmek için 9-10 Ocak 2001’de Bakü’yü ziyaret etmiştir. Bundan sonra Rusya ve Türkiye arasında Azerbaycan’da etkili olmak için yapılan mücadele şiddetlenmiş, bu mücadelede diğer bir taraf ta Azerbaycan Türkleriyle aynı mezhepten olmasını kullanarak etkili olmaya çalışan İran olmuştur.
     Kafkasya’nın diğer bir sorunlu bölgesi de Gürcistan olmuştur. 1988 yılında Bakü’de başlayan özgürlük hareketleri kısa süre içinde Gürcistan’a yayılmış, Sovyetler Birliği’nin tüm baskılarına rağmen Gürcistan, 1990 yılının Mart ayında bağımsızlığını ilan etmiştir. Bunun üzerine Rusya’nın da desteğiyle ülkede ayrılıkçı olaylar ortaya çıkmıştır. Bu dönemde, Gürcistan-Türkiye ilişkileri de Gamsahurdia’nın aşırı milliyetçi politikaları ve yurtlarından çıkarılmış olan Ahıska Türklerinin geri dönüşüne izin vermemesi sebebiyle iyi değildir.
     1991 yılının Aralık ayında kurulan Rusya Federasyonu da Sovyetler Birliği politikalarına devam edince ülkedeki istikrarsızlık sebebiyle Gamsahurdia 6 Ocak 1992’de yönetimi bırakmak zorunda kalmış ve Eduard Shvardnadze yeni devlet başkanı olmuştur. Bundan sonra Gürcistan-Rusya ilişkilerinde bir yumuşama olmuş fakat Shvardnadze tamamen Rus yanlısı bir politika izlemediği gibi ülkedeki Rus üslerinin kapanmasını da gündeme getirmeye başlamıştır. Bunun üzerine Rusların desteğiyle Abhazya’daki çatışmalar tekrar yoğunlaşmış ve bölge fiilen Gürcistan’ın kontrolünden çıkmıştır. Rusya’nın baskılarına dayanamayan Gürcistan, 1993 yılında, Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT)’na girmek zorunda kalmıştır.
      Shvardnadze döneminde Türk-Gürcü ilişkileri de hızlı bir şekilde gelişmeye başlamıştır. Buna Hazar havzasındaki petrol ve doğalgazın Gürcistan üzerinden Türkiye’ye ulaştırılması projeleri de katkı sağlamıştır. Gelişmelerin ardından Rusya, 1999 yılında İstanbul’da yapılan AGİT zirvesinin ardından, Gürcistan’daki üslerini kapatmak zorunda kalmıştır.
     Diğer bir Güney Kafkasya devleti olan Ermenistan’da, 1989 yılında kurulan Ermeni Ulusal Hareketi (EUH), 1990 Ağustos’unda, Sovyet Ermenistan Hükümeti’ni kurduğunu ilan etmiş ve devlet başkanlığına Levon Ter Petrosyan seçilmiştir. Ermenistan Eylül 1991’de de bağımsızlığını ilan etmiştir.
     Diğer Kafkas ülkelerinin milliyetçi ve Rusya karşıtı politikalarının tersine Ermenistan bağımsızlığın ardından tamamen Rusya yanlısı bir politika izlemiştir. Böylece Ermenistan, Rusya için bölgedeki tek dayanak noktası olduğundan, Karabağ Savaşı dâhil tüm bölgesel sorunlarda Rusya tarafından desteklenmiştir.
     Ermenistan, 1991’de, BDT’ye ve 1992 yılında Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü (CSTO)’ne üye olmuştur. Böylece, Rusya ile askeri ve politik işbirliğini, kendi savunması ve güvenlik politikası için bir ana unsur olarak gören Ermenistan, 18 Nisan 1997’de ülkesinde bulunan Rus üslerinin hukuki statüsünü onaylamıştır.
      1998 yılının Şubat ayında devlet başkanı olarak seçilen Robert Köçeryan da tamamen Rusya’ya dayanan bir politika yürütmeye devam etmiştir. Ermenistan, bir yandan Karabağ ve arada kalan Azerbaycan topraklarını işgal ederken diğer yandan bölgede kuzey-güney istikametinde bir güvenlik mihveri yaratmak maksadıyla İran ile ilişkilerini geliştirmeye çalışmıştır.
     Azerbaycan ile çatışmasına rağmen, Rusya ve Karadeniz ile bağlantısını sağlayan Gürcistan ile bir çatışmadan özellikle kaçınmış, hatta Gürcistan’daki Ermeni azınlığın bağımsızlık yönündeki hareketlerini de dizginlemiştir.
     Bu gelişmeleri başından itibaren büyük bir dikkatle takip eden Türkiye, Soğuk Savaş süresince ana tehdit olarak gördüğü Sovyetler Birliği ile arasında tampon devletler oluşturmak, Sovyet askeri varlığını sınırlarından olabildiğince uzaklaştırmak için Kafkasya’da kurulan yeni devletlerin bağımsızlıklarını derhal tanımıştır.
     Türkiye bu devletlerin bağımsızlıklarını desteklerken bölge ülkeleri arasında seçici davranmak durumunda kalmıştır. Bu dönemde, Karabağ Savaşı sebebiyle Ermenistan ile ilişkiler daha kurulmadan bozulmaya başlamış ve Türkiye doğal olarak Azerbaycan’ı desteklemiştir. Gürcistan ile başlangıçta soğuk başlayan ilişkiler ise ortak tehditlerle mücadele etmeleri sebebiyle zaman içinde hızla gelişmiştir.
     Türkiye-Gürcistan ilişkilerinde en hassas konu Türkiye’de de büyük miktarda nüfusa sahip olan Abhazlar ile ortaya çıkan çatışma olmuştur. Türkiye, iç baskılara rağmen stratejik önceliklerini göz önüne alarak resmi düzeyde Abhazları desteklemekten daima kaçınmıştır.
     Türkiye, bağımsızlığını kazanan ülkelere başlangıçtan itibaren destek vermeye çalışırken Rusya, Ermenistan ile sıkı ilişkiler içine girerek Azerbaycan ve Gürcistan içinde ayrılıkçı hareketleri destekleyerek bu iki ülkenin istikrarsızlaştırılması için çalışmıştır. Bu durum, Gürcistan ve Azerbaycan yönetimlerini, bağımsızlıklarına yönelik tehditlere karşı mücadele edebilmek için ittifaklar arama politikasına yöneltmiş, bunun sonucu olarak bu devletlerin dış ilişkileri, iç içe geçmiş üç halka şeklinde ortaya çıkmıştır.
     Bunlar; bölge ülkeleri, bölgeye komşu ülkeler ve uzak güç odakları olan ülkelerdir. İlk halkadaki Ermenistan’ın ve ikinci halkadaki İran’ın RF ile olan yakın işbirliği Azerbaycan ve Gürcistan’ın Rus tehdidine karşı koyacak ittifak seçeneklerini sınırlamıştır. Bu sebeple iç halkada Ermenistan’a karşı Gürcistan ve Azerbaycan ittifakı, ikinci halkada bulunan İran ve RF’den gelen tehdidi dengelemek için ise bu halkadaki Türkiye ile işbirliği tek seçenek olarak öne çıkmıştır.
     Türkiye de; kendi güvenliği, petrol ve doğalgaz boru hatlarının kendi topraklarından geçirilmesi, Ermenistan’ın İran ve Rusya ile bir jeopolitik eksen oluşturma çabalarının dengelenmesi maksatlarıyla bu işbirliğini desteklemiştir. Böylece, SSCB’nin dağılması sonrası Güney Kafkasya’da Rusya-Ermenistan-İran düşey jeopolitik eksenini kesen Türkiye-Gürcistan-Azerbaycan yatay jeopolitik ekseni doğmuştur.
     Türkiye, kısa süre içinde bu iki ülkeye ekonomik, askeri ve siyasi alanlarda destek vermeye başlamış, öncelikle bu ülkelerin bağımsızlıklarını korumalarını ve ülkelerini savunabilecek güçte birer ordu kurmalarını sağlamaya çalışmıştır. Aynı dönemde, Kuzey Kafkasya’da Rusya’ya bağlı özerk cumhuriyetler arasında da çatışmalar ortaya çıkmış ancak Türkiye bu çatışmalara müdahale etmekten kaçınmıştır.
     İlk çatışmalar Oset ve İnguşlar arasında ortaya çıkmıştır. 1992 yılında İnguşlar, Sovyetler Birliği’nin Osetlere verdiği Prigorodny bölgesini geri almak için saldırılara başlamışlar fakat Ruslar Osetleri destekleyince başarısız olmuşlardır. Rus tankları Kasım 1992’de İnguş köyleri bombalamış ve katliamlar yapmıştır.
     Bu bölgedeki çatışmalardan en önemlisi olan Çeçenistan Savaşı ise 1994 yılında ortaya çıkmıştır. Devlet başkanı Cahar Dudayev’in önderliğinde Çeçenistan, 1994 yılında, şeriatla yönetilen bir İslam devleti olduğunu ilan etmiş, bunun üzerine Rus-Çeçen savaşı başlamıştır. Türkiye Çeçenlere açık destek vermekten daima kaçınmıştır.

     b. Ortadoğu’da meydana gelen gelişmeler. 

     Türkiye’nin çevresinde diğer önemli gelişmeler ise Ortadoğu’da ortaya çıkmıştır. Bu bölgede temel sorunlar; Irak, Suriye, Lübnan ve Filistin bölgelerinden kaynaklanmıştır. Bu sorunlardan en önemlisi Irak’ta ortaya çıkan sorun olmuştur. 2 Ağustos 1990 günü Irak birlikleri Kuveyt’i işgal etmeye başlayınca Ortadoğu’da tüm dünyayı etkileyecek gelişmeler başlamıştır.
     Bu işgal; BM, İslam Konferansı Örgütü, AB ve NATO gibi örgütlerin yanında çok sayıda devlet tarafından da derhal kınanmış ve 6 Ağustos günü BM Irak’a karşı kapsamlı bir ekonomik ambargo kararını onaylamıştır. Aynı gün Suudi Arabistan, ABD askerlerini ülkesine davet etmiş, bu karardan kısa süre sonra Türkiye ve Suudi Arabistan petrol boru hatlarını kapatmışlardır.
     Körfez krizi, Batılılara Türkiye’nin önemini yeniden göstermiş, ABD Dışişleri Bakanı Türkiye’ye gelerek; Türkiye’nin ekonomik kaybının karşılanacağını, ABD’nin Kürt politikasının değişmeyeceğini ve Saddam’a karşı isyana hazırlanan Celal Talabani’ye destek verilmeyeceğini iletmiştir.
     Saddam, tüm baskılara rağmen geri adım atmayınca ABD ve batılı ülkeler denizden abluka kararı almışlardır. Türk hükümeti TBMM’ye, abluka için savaş gemisi gönderme yetkisi için başvurunca Irak buna sert tepki göstermiş ve bunu düşmanca bir tutum olarak kabul edeceğini bildirmiştir. Bu arada ABD’nin teklifiyle BMGK 19 Eylül 1990 günü Irak’a hava ablukası uygulanmasını kabul etmiştir.
     Abluka ve yaptırımlar başarısız olup BMGK 29 Kasım 1990 günü askeri müdahaleyi onaylayarak Irak’a 45 gün süre tanıyınca Türkiye muhtemel Irak saldırılarına karşı NATO Çevik Kuvveti’nin hava unsurunun 15 Ocak 1991 tarihine kadar kendi topraklarında konuşlanmasını talep etmiştir. 11 Ocak günü ABD’ye ait 20 nakliye uçağı, bir iki gün içinde de Almanya, Belçika ve İtalya’ya ait 42 savaş uçağı Erhaç Hava Üssü’ne gelmiştir.
     Savaş beklendiği gibi kısa sürede sona ermiş, Irak Kuveyt’ten çıkarılmış, Irak’ın güney ve kuzeyinde bazı bölgeler uçuşa yasak bölge ilan edilmiştir. Bu durum 1991’den itibaren Türkiye üzerinde çok boyutlu etkiler yaratmıştır.
     Bu süreçte PKK bir iç sorun olmaktan çıkmış ve bir dış politika meselesi olmuştur. 1990’lı yıllarda Kuzey Irak’ta çıkan güç boşluğu için önemli sorunlar yaratmıştır. Bu dönemde diğer önemli hususlar; İran ve Suriye’nin PKK terör örgütüne destek vermesi ile Lübnan’daki gelişmeler olmuştur.
     Türkiye, Irak’ın kuzeyinde oluşan boşluktan yararlanarak buraya üslenen PKK terör örgütünü etkisiz hale getirmek için Irak’a yönelik operasyonlar gerçekleştirmiş, Suriye’ye karşı ise Abdullah Öcalan’ı barındırması ve PKK’ya destek vermesi sebebiyle kriz yönetimi uygulanarak bu ülkenin Öcalan’ı sınırları dışına göndermesi sağlanmıştır.
     Türkiye’nin Suriye’ye karşı denge sağlamak için attığı diğer bir adım da İsrail ile stratejik işbirliğine gitmek olmuştur. Böylece Yunanistan ve PKK ile işbirliği yaparak Türkiye’yi kuşatmaya çalışan Suriye iki taraflı kuşatmaya maruz kalmıştır. Hafız Esat’ın ölümü üzerine Türkiye cumhurbaşkanının cenaze törenine katılmasıyla ilişkilerde yumuşama dönemi başlamıştır. Beşar Esat’ın, ülkesinin yalnız kaldığını görmesi ve Batı tehdidini hissetmesi üzerine ilişkilerde olumlu bir ivme yaşanmıştır.
     Lübnan’daki gelişmeler ise Türkiye’ye doğrudan bir etkide bulunmasa da Ortadoğu’da istikrarın bozulması açısından önemli olmuştur. Lübnan’daki sorun, Mayıs 2000’de İsrail’in, işgal kuvvetlerini Lübnan’dan geri çekmesi ile başlamış ve ortaya iki yeni sorun çıkmıştır. Bunlar; Lübnan’daki Suriye birliklerinin geri çekilmesi ve Hizbullah’ın silahsızlandırılmasıdır. 11 Eylül 2001 olaylarına kadar bu sorunların çözümü bölgede önemli konular olmaya devam etmiştir.

     c. Doğu Akdeniz ve Balkanlarda meydana gelen gelişmeler. 

     Türkiye için önem arz eden üçüncü kriz ve çatışma bölgeleri de Doğu Akdeniz ve Balkanlar olmuştur. Buradaki tehditler daha çok Yunanistan ile olan sorunlardan ve Yugoslavya’nın dağılması sürecinde ortaya çıkan çatışmalardan kaynaklanmıştır.
     Yunanistan ile Türkiye arasında uzun süreden beri Kıbrıs sorunu ile Ege Denizi’nde hâkimiyetle ilgili konulardan kaynaklanan birçok sorun vardı. Kıbrıs sorununa çözüm arama çabaları 1990 yılının ilk aylarından itibaren hareketlilik kazanmış ve giderek yoğunlaşmıştır. Rumların amacı, Yunanistan ile dolaylı bir ENOSİS’i sağlamak, Türkiye’nin garanti hakkına karşı, içinde Yunanistan'ın da bulunduğu Avrupa Birliği'ni kullanmak olmuştur.
     Bunun sonucu olarak BM Genel Sekreteri’nin aracılık ettiği barış görüşmelerini engellemişlerdir. Öte yandan Yunanistan ve GKRY arasında Kasım 1993’te "Ortak Savunma Doktrini" uygulamaya konulmuştur. "Ortak Savunma Doktrini", iki ülke arasında ortak askeri strateji ve operasyonlar planlanmasını; ortak tatbikatlar yapılmasını, Girit, Oniki Adalar ve Kıbrıs’ın savunma alt yapılarının yeniden düzenlenmesini; Yunanistan’ın, Orta Akdeniz'de somut bir rol oynamasına imkân verecek şekilde Güney Kıbrıs'ta hava ve deniz üsleri kurmasını; güvenilir bir telekomünikasyon sistemi oluşturulmasını ve Kıbrıslı Rumların eğitimlerinin iyileştirilmesini öngörmektedir.
     Bu yeni stratejik kavram ile tanımlanan "tek savunma alanı" ile Yunanistan’dan, Magosa’ya kadar uzanan bölge doğal savunma sahası olarak kabul edilmekte ve bu bölgenin her köşesinde etkinlik sağlanması amaçlanmaktadır. Anılan doktrin çerçevesinde Baf Askeri Havaalanı inşa edilmiş, Terazi Deniz Üssü’nün inşa edilmesine ve bunlara ek olarak, S-300 füzelerinin Rusya’dan alımına karar verilmiştir.
     Bu arada, GKRY'deki Rum-Yunan kuvvetlerinin zırh gücü artırılmış, Rusya'dan yeni tip tanklar alınmıştır. Ayrıca Yunanistan, kendi silahlı kuvvetlerinin envanterinden çıkardığını öne sürdüğü Fransız yapımı AMX-30 tanklarından bir bölümünü Ada’ya göndermiş ve GKRY'ne, Leonidas tipi zırhlı personel taşıyıcılar satmıştır.
     Türkiye’nin sert tepkisi karşısında GKRY, batılı ülkelerin de baskısıyla Aralık 1998'de, S-300'lerin Ada'da konuşlandırılması kararını, iptal etmek zorunda kalmıştır. Füzeler Girit’e konuşlandırılmıştır. Bundan sonra GKRY, Kıbrıs Türk tarafı ile diyaloğu kesmiş, Mart 1995’de AB’nin adaylık statüsü vermesiyle, tamamen AB üyeliğine odaklanmıştır.
     Buna karşılık olarak 20 Ocak 1997 tarihli Türkiye-KKTC Ortak Deklarasyonu'nda GKRY’nin AB üyeliği yönünde atacağı adımların KKTC'nin Türkiye ile bütünleşme sürecini hızlandıracağı bildirilmiştir. KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş tarafından 31 Ağustos 1998 tarihinde, Ada’daki iki devlet arasında bir konfederasyon kurulması önerilmiş, bundan herhangi bir sonuç alınamayınca, 20 Ocak 1997, 20 Temmuz 1997 ve 23 Nisan 1998 tarihli ortak açıklamalar çerçevesinde Türkiye ile KKTC arasında kapsamlı bir bütünleşme süreci yürürlüğe konulmuştur.
     PKK terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’ın 1999 yılında Nairobi’deki (Kenya) Yunanistan Büyükelçiliği’nde saklandığı sırada Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nce düzenlenmiş diplomatik pasaportla yakalanması da ilişkilerde önemli bir dönüm noktası teşkil etmiştir. Yunanistan ve GKYY’nin, bir terör örgütüne doğrudan destek vermeleri ilişkileri daha da kötüleştirmiştir. Bunun sonucunda Başbakan Ecevit, 24 Kasım 2000’de yaptığı açıklamada, Türkiye Cumhuriyeti’nin güvenliği ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin güvenliğinin bir bütün olduğunu belirtmiştir.
     Yunanistan GKRY ile işbirliğine paralel olarak ayrıca, Türkiye’yi çevreleme stratejisi uygulamaya çalışmıştır. Bunun için, 1990’da Bulgaristan ile ortak askeri tatbikatlar yapmış, 1991’de İran ile yakınlaşmış, 1995’te Suriye ve Rusya ile askeri anlaşmalar yapmış ve 1996’da Ermenistan ile askeri protokol imzalayarak Türkiye’yi dört yandan çevirmeye çalışmıştır.
     Bu dönemde Türkiye ile Yunanistan arasındaki en büyük krizlerden biri de Ege Denizi’ndeki aidiyeti belli olmayan adacık ve kayalıklar üzerinde ortaya çıkan gerginlik olmuştur. Ocak 1996’da, Yunanistan’ın, Kardak adacığına asker çıkarması ile zirveye ulaşan kriz, Türk özel birlikleri bu adanın batısındaki bir başka adaya çıkınca Yunanistan’ın geri adım atmasıyla sonuçlanmıştır.
     Bu yıllarda Yunanistan ile ilişkiler; Ege ve Kıbrıs’taki anlaşmazlıkların yanında Balkanlardaki rekabet sebebiyle de en kötü dönemini yaşamıştır. Tansiyon, 1997’de Madrid’deki NATO toplantısında yapılan görüşmeler sonucunda yavaş yavaş azalmaya başlamıştır.
     Soğuk Savaş sonrasında ortaya çıkan sorunlarından belki de en önemlisi Balkanlarda ortaya çıkan yeni çatışmalar olmuştur. Soğuk Savaş döneminde Avrupa’yı bölen çizgi Demir Perde iken Soğuk Savaş sonrasında bu çizgi Müslüman ve Ortodoks halklar olmuştur. İşte bu çizgi üzerinde, birçok etnik grubun birleşimiyle kurulan bir devlet olan Yugoslavya, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte çözülme sürecine girmiştir.
     Bu sürecin başlangıcında Yugoslavya’nın fikrî olarak üçe bölündüğü görülmektedir. Birinci grupta; Yugoslavya’dan ayrılarak Orta Avrupa devletler grubuna katılmak isteyen Slovenya ve Hırvatistan, ikinci grupta; bütünleşmiş federasyon fikrini savunan Sırbistan ve Karadağ, üçüncü grupta; hem ülkenin parçalanmasından, hem de Sırp hâkimiyetinden korkan Bosna-Hersek ve Makedonya vardır.
     Slobodan Miloseviç, 1989 yılında Sırbistan Devlet Başkanı seçilip Sırplar, Karadağ’ın da desteğiyle, karar mekanizmasında önemli bir üstünlük sağlayınca, ülke genelinde huzursuzluklar ortaya çıkmış ve federal devletten ayrılma talepleri gündeme gelmeye başlamıştır. Bunun ardından Slovenya ve Hırvatistan’ın bağımsızlıklarını ilan etmeleriyle Yugoslavya’nın dağılması süreci başlamıştır.
     Bosna-Hersek’te, yapılan 1990 milletvekili seçimlerinde Izzetbegoviç’in Müslüman Demokrat Parti’si sandıktan birinci parti olarak çıkınca gelişmeler hız kazanmaya başlamıştır. 15 Ekim 1991’de Bosna Hersek Parlamentosu ülkenin bağımsızlığını onaylamıştır.
     Öte yandan Hırvatistan ve Sırbistan, Hırvat ve Sırpların yaşadığı yerleri kendi ülkelerine dâhil etmek istediğinden, Hırvatistan Devlet Başkanı ile Sırbistan devlet başkanı, Bosna-Hersek’in nasıl bölüneceği konusunda anlaştılar. Müteakiben, Bosnalı Hırvatlar; Bosna-Hersek Hırvat Cumhuriyetini, Bosnalı Sırplar; ise Bosna-Hersek Sırp Cumhuriyetini kurduklarını ilan ettiler ve istedikleri bölgeleri ele geçirmek için Boşnak Müslümanlara karşı saldırılara başladılar.
     Böylece 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da meydana gelmiş en şiddetli savaş başladı. Gelişmeler üzerine Bosna-Hersek parlamentosu 1992 yılının Mart ayında bağımsızlık için referanduma gidilmesini kararlaştırdı. Hristiyan unsurlar bu referandumu boykot ettiler. Referanduma katılan Müslümanların tamamına yakını bağımsızlık yönünde oy kullandılar. Parlamento, Mayıs ayında Bosna-Hersek devletinin bağımsızlığını ilan etti.
     Bağımsızlık ilanından hemen sonra, Yugoslav Ordusu Bosna-Hersek’ten çekildi. Ancak, silahlarının, askerlerinin ve generallerinin büyük çoğunluğunu Bosna Sırp Cumhuriyeti ordusuna devretti. Hırvatlar, savaşçı gruplarını Bosna Hırvat Cumhuriyeti Ordusu, Boşnaklar da kendi silahlı güçlerini Bosna-Hersek Cumhuriyet Ordusu çatısı altında topladı. Bundan sonra yoğunlaşan çatışmalarda Sırp ve Hırvat silahlı grupları silahsız Boşnak halkına karşı büyük katliamlar yapmaya başladılar.
     Gelişmeler üzerine, Haziran 1992’de, BM Koruma Gücü (UNPROFOR), Saraybosna havalimanını korumak için şehirde konuşlandırıldı. Eylül ayında BM gücünün görev alanı, Bosna-Hersek’teki insani yardım operasyonlarının güvenliğini sağlamak ve mültecileri korumak için tüm ülkeyi kapsayacak şekilde genişletildi.
     Müslümanlara karşı yapılan katliamların devam etmesi üzerine İKÖ, 1993’te, Bosna’ya 18.000 kişilik bir barış gücü göndermeyi önerdi. Bunu kabul etmeyen BMGK, 1993 Nisan ayında, Bosna-Hersek hava sahasını uçuşa yasak bölge olarak ilan etti ve NATO’ya bağlı hava kuvvetleri Bosna semalarında denetim uçuşlarına başladı. Türkiye, BM’nin Bosna Hersek üzerinde uçuş yasağını uygulamak maksadıyla icra edilen hava harekâtına 25 Nisan 1993’ten itibaren bir F-16 filosu ile iştirak etti.
     1994 yılında, ABD’nin çabalarıyla, Hırvat ve Boşnaklar arasında önce Zagrep’te ateşkes anlaşması ve daha sonra Washington’da barış anlaşması imzalandı. Sırpların katliamlarına devam etmeleri üzerine 30 Ağustos 1995 tarihinde, NATO hava kuvvetleri Sırp hedeflerine yönelik büyük bir saldırı başlattı.
     Bununla koordineli olarak yapılan Hırvat ve Boşnak saldırılarına dayanamayan Sırplar barış görüşmelerine razı oldular. Yapılan görüşmelerin ardından 1995’in sonbaharında Dayton Anlaşması imzalandı.
     Türkiye Bosna-Hersek Savaşı’na, Kafkasya’daki kontrollü tutumunun tersine en başından itibaren aktif olarak müdahale etmiştir. Rusya ve Yunanistan Sırbistan’ı, Almanya Hırvatistan’ı desteklerken Türkiye, diğer Müslüman ülkelerle birlikte, aktif olarak Boşnakları desteklemiştir.
     Türkiye, BM’nin ve NATO’nun Müslümanlara yapılan katliamlara müdahale etmesi konusunda da aktif girişimlerde bulunmuş ve bu yöndeki faaliyetlere katkı sağlamıştır. Bu kapsamda Türk Deniz Kuvvetleri, Adriyatik’te icra edilen Sharp Guard Harekâtına 13 Temmuz 1992-2 Ekim 1996 tarihleri arasında 16 Firkateyn/muhrip, 2 denizaltı, 4 akaryakıt gemisi ve yaklaşık 5000 personelle iştirak etmiştir. Ayrıca 4 Ocak 1993-31 Aralık 1995 tarihleri arasında BM Barış Koruma Kuvveti harekâtına da bir mekanize birlik ile iştirak etmiştir.
     Yugoslavya’ya bağlı cumhuriyetler teker teker bağımsızlıklarını ilan ederlerken Müslümanların yoğun olarak yaşadıkları özerk bölgelerde de bu yönde girişimler ortaya çıkmaya başlamıştır. Örneğin Sancak-Yenipazar bölgesindeki Müslümanlar özerklik için referanduma gitme kararı aldılar. Sırbistan hükümeti bunu yasaklamasına rağmen referandum yapıldı ve Müslümanlar Sırbistan’dan ayrılma yönünde oy kullandılar.
     19 Ekim 1991’de Kosova-Metohiya bölgesindeki Arnavutlar ise gayri resmi hükümet kurduklarını açıkladılar. Gelişmeler üzerine Sırbistan, Kosova’ya çok sayıda güvenlik gücü yerleştirerek çok sıkı bir kontrol tesis etti. zun bir aradan sonra 1998 yılında, Sırp polisi ile Arnavutların silahlı örgütü Kosova Özgürlük Ordusu arasında çatışmalar başladı. Sırp ordusu Arnavut köylerini bastı ve sivilleri öldürdü.
     Türkiye, Kosova Savaşı’nda çok yoğun bir diplomasi gündemi takip etmek zorunda kaldı. Çünkü Sırplarla Kosova Kurtuluş Ordusu(UÇK) arasındaki çatışmaların şiddetlendiği 1998 yılında Türkiye’nin Belgrad yönetimiyle ilişkilerini geliştirmeye çalıştığı döneme denk gelmişti. Diğer bazı sebeplerden dolayı da Türkiye’nin Kosova politikası Bosna politikasından farklı oldu. Çünkü Kosova özerk bir bölgeydi ve yasal açıdan Kosova’nın Yugoslavya’ya bağlıydı.
     Diğer bir önemli farklılık ta, Boşnakların Türkiye dışında başka bir anavatanları olmadığından Türkiye’yi anavatan olarak görmeleri ama Kosovalı Arnavutların anavatan olarak Arnavutluk’u görmeleriydi. Ayrıca, Bosna’da bir Türk azınlık yokken, Kosova’da Sırp ve Arnavut milliyetçilikleri arasında sıkışmış bir Türk azınlığı vardı. Bu da, azınlığın haklarını korumaya çalışan Türkiye’yle Kosovalı Arnavutlar arasında sorunlara yol açıyordu.
     Son olarak, Bosna’da bağımsızlık öncesi herhangi bir Boşnak yeraltı örgütü yokken, Kosova’da UÇK‘nın varlığı ve şiddete başvurması, terörle mücadele eden Türkiye açısından Kosova’nın durumunu daha da karmaşık hale getirmişti.
     Tüm bu unsurların etkisiyle Türkiye’nin Kosova politikası aktif ama temkinli bir şekilde yürütüldü ve Bosna politikasından farklı gelişti. Türkiye, Kosova Arnavutlarının hamiliğini üstlenmedi ve bağımsızlık taleplerine de destek vermekten çekindi. Fakat yine de, Sırp katliamlarının artması üzerine, NATO krize müdahale etme kararı alınca Türkiye, 24 Mart 1999 tarihinde buna 10 adet F-16 ile iştirak etti. Türkiye, Kosova’nın BM Kosova Geçici Yönetimi(UNMİK)’nin idaresine geçmesinin ardında da NATO’nun Kosova Kuvveti (KFOR)’ne bir mekanize tabur görev kuvveti ile iştirak etti.         Yugoslavya’dan ayrılan diğer bir devlet olan Makedonya, 17 Eylül 1991’de bağımsızlığını ilan etti. Ayrılan devletler ve özerk bölgelerde Sırplarla çatışmalar yaşanırken burada Yugoslavya ordusu sessizce ülkeden ayrıldı. Fakat bu devletin kurulmasına tepkiler hiç beklenmedik yerlerden geldi. Yunanistan, Makedon diye bir milletin olmadığını, bu isimle kurulacak bir devleti tanımayacağını ilan ederken Bulgarlar ise Makedonya’nın bağımsızlığını tanımakla birlikte Makedonların Bulgar asıllı olduğunu iddia ediyorlardı.
     Yunanistan’ın itirazı üzerine Avrupa Birliği, 1992 yılında bir açıklama yaparak Makedonya’yı ancak adını değiştirdiği takdirde tanıyacağını duyurdu. Eski Yugoslav Cumhuriyeti Makedonya (FYROM) adıyla Nisan 1993’te BM’ye üye olan Makedonya Cumhuriyeti’nin bağımsızlığı; Şubat 1994’te Amerika Birleşik Devletleri ve Nisan 1996’da da Yugoslavya tarafından tanındı.     
     Bağımsızlığını Sırplarla çatışma yaşamadan kazanan Makedonya, Kosova Savaşı ile birlikte iç istikrarı ile ilgili sorunlar yaşamaya başladı. Çünkü Makedonya’da çoğunluğu Arnavut olan büyük bir Müslüman nüfus yaşıyordu.
     Makedonya Arnavutlarının Büyük Arnavutluk ideali çerçevesinde Kosova ve Arnavutluk ile birleşmek istemeleri ihtimali Balkanlarda yaygın çatışmaların ortaya çıkması riskini taşıyordu. Bu sebeple Türkiye, AB ve ABD ile birlikte Makedonya’nın istikrarının korunması yönünde büyük çaba gösterdi.
     Görüldüğü gibi Türkiye, Kafkasya’nın aksine Balkanlardaki çatışmalarda daha aktif hareket etmiştir. Bu bölgede Türkiye için en büyük tehdit Yunanistan’dan geliyordu. Ege ve Doğu Akdeniz’de birçok sorunlar yaşanan bu ülke; Soğuk Savaş sonrasında yeni ortaya çıkan bağımsız devletlerden de yararlanarak Türkiye’yi çevreleme politikaları uygulamaya başlamıştı.
     Zaten zirveye çıkmış olan iç güvenlik tehdidi ile uğraşan Türkiye, bu dönemde Kafkasya’da ve Ortadoğu’da ortaya çıkan krizlerle de oldukça meşgul bir durumdaydı. Buna bir de Yugoslavya olayları eklenince, Türkiye güvenlik ve dış politika anlamında en sıkıntılı günlerini yaşadı. Bu durum karşısında her bölge için yeni güvenlik stratejileri geliştirmeye çalışan Türkiye Balkanlarda esas olarak; Ortodoks ‘’Rus-Sırp-Yunan’’ dikey mihverine karşı Müslüman ‘’Türk-Arnavut-Boşnak’’ yatay mihverini oluşturmaya ve buna Makedonya’yı da katarak Yunanistan’ın Sırbistan ile irtibatını kesmeye çalışmıştır. Ayrıca Bulgaristan ile iyi ilişkiler kurarak bu ülkenin Slav-Ortodoks mihverinden uzak durmasını sağlamaya gayret etmiştir.

     ç. İç güvenlik stratejisi. 
   
     Soğuk Savaş sona erdiğinde, Türkiye yoğun bir iç güvenlik sorunu ile meşgul durumdaydı. PKK terör örgütü, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da terör eylemlerini yoğunlaştırmış, örgütlenmesini Karadeniz, İç Anadolu ve Doğu Akdeniz’e yaymaya başlamıştı. Bunun sonucu olarak Silahlı Kuvvetler çok sayıda birliğini bu sorunla mücadele için tahsis etmişti.
     Körfez Savaşı ile birlikte Türkiye’nin iç güvenlik sorunu daha da büyüdü. Çünkü Irak’ın kuzeyinde bir otorite boşluğu oluşunca bu bölge PKK’nın ana üssü haline geldi. Irak Ordusu’na ait çok sayıda silahı da ele geçiren PKK, militan sayısını ve eylemlerini giderek artırmaya başladı. Bunun sonucunda Türkiye, Irak’ın kuzeyine büyük çaplı operasyonlar yapmaya başladı. Ancak bu operasyonlar PKK’nın gelişimini yavaşlatsa da durduramadı.
     Bunun üzerine Türkiye, Kuzey Irak’taki KDP ve KYB gibi Kürt gruplarla işbirliği içinde Kuzey Irak’ın denetimini ele geçirmeye ve buradaki PKK konuşlanmasını sona erdirmeye çalıştı. Bu kapsamda Irak‘ın kuzeyinde birçok yerleşim yerine Özel Kuvvetler unsurları ve bazı diğer özel birliklerden oluşan unsurlar yerleştirildi. Türkiye, 1995’ten sonra bazı zırhlı ve mekanize birlikler ile komando birliklerini de kritik bölgelere yerleştirdi.
     Türkiye’nin çok boyutlu sorunlarla karşı karşıya kaldığı bu yıllarda ülkede iç istikrar da zayıflamaya başlamıştı. Dünya genelinde dini akımların yükselişe geçmesine paralel olarak Türkiye’de de dini radikal gruplar ile siyasal İslamcılar yükselişe geçti. Siyasi yelpazede; merkez sağ ve solda birden fazla partinin bulunması sonucunda merkezde bir parçalanma ortaya çıktı. Böylece ANAP’tan sonra ülke koalisyonlarla yönetilmeye başlandı.
     Bunun sonucunda iktidarda zayıflama ortaya çıktı ve bu boşluk Silahlı Kuvvetler tarafından dolduruldu. Böylece TSK, 1995-96’dan itibaren iç ve dış politikada daha fazla etkili olmaya başladı. Güçlenen siyasal İslam’ın oy oranlarını artırmasına paralel olarak tehdit değerlendirmelerinde irtica PKK’nın önüne geçti. Hatta bunu takip etmek için Genelkurmay bünyesinde ayrı bir istihbarat grubu bile kuruldu.
     Tüm bu çabalara rağmen siyasal ve radikal İslamın yükselişi devam etti. Bunun sonucu olarak Refah Partisi (RP) 1995 seçimlerinde birinci parti olup hükümetin büyük ortağı oldu. Buna rağmen Türkiye’nin iç tehdit değerlendirmelerinde ve dış politikasında radikal bir değişiklik olmadı. Bunda RP’nin orduya karşı direnecek kadar güçlü olmaması ve Amerika’yla yakın temas kurmanın faydalı olacağını düşünmesi de etkili oldu. Çünkü Washington o dönemde radikal grupların gücünün törpülenmesi için onların siyasi sisteme katılmaları taraftarıydı.
     TSK, RP iktidarında da iç politikada etkinliğini artırmaya devam etti. RP’nin bazı uygulamaları da bu müdahalelere ortam hazırlayacak nitelikteydi. Böylece bazı siyasi partilerin, sivil toplum örgütlerinin, yüksek yargı mensuplarının ve basın organlarının da teşvik ve desteğiyle ordu hiçbir demokratik ülkede görülmeyecek kadar iç politikanın içine girdi.
     Bu dönemde mafya örgütlenmeleri ve hükümet partilerinden Doğru Yol Partisi (DYP)’nin bazı üyelerinin de bu mafya yapılanmalarıyla irtibatlı olduğu konuşulmaya başlandı. Büyük şehirlerde mafya tipi infazların ortaya çıkması halkta endişe yarattı. Tüm bunların üzerine 3 Kasım 1996’da Susurluk’ta meydana gelen bir trafik kazasında mafya, siyasetçi ve polis ilişkileri açığa çıkınca ülkede tansiyon iyice yükseldi.
     Başbakan’ın, 11 Ocak 1997 günü, başbakanlık konutunda tarikat liderlerine iftar yemeği vermesi gibi olaylar üzerine irticanın hortladığına dair sesler daha da yükseldi. Yüksek rütbeli subaylar 22 Ocak 1997 tarihinde Gölcük’te toplanarak irticanın iktidarda olduğunu tartıştılar. Bu olaylardan sonra ‘’Aydınlık için bir dakika karanlık.’’ adıyla geceleri ev ışıklarının belli bir saatte yakılıp söndürülmesi şeklinde kitlesel protesto eylemleri yapıldı.
     30 Ocak 1997’de Sincan Belediyesi’nin düzenlediği Kudüs gecesi tansiyonu iyice artırdı. Bunun ardından 4 Şubat günü Sincan’da, 20 tank ve 15 zırhlı araçtan oluşan bir askeri birlik gövde gösterisi yaptı. Ülkede gerilimin artması üzerine Cumhurbaşkanı Demirel, Başbakan Erbakan’a uyarılarda bulundu. Gerilim 28 Şubat 1997’de yapılan MGK toplantısında zirve noktasına ulaştı. MGK, laikliğin Türkiye’de demokrasi ve hukukun teminatı olduğunu sert bir şekilde vurguladı. MGK’nın hükümete bildirdiği kararda, laiklik için yasaların uygulanması istendi.
     Bunun ardından 21 Mayıs’ta, Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, ‘‘ülkeyi iç savaşa sürüklediğini’’ gerekçesiyle RP’nin kapatılması için dava açtı. 10 Haziran’da, Anayasa Mahkemesi ile Yargıtay ve Danıştay’ın başkan ve üyeleri Genelkurmay Başkanlığı’na çağrılarak kendilerine irtica konusunda brifing verildi. Baskılara daha fazla dayanamayan Erbakan, 18 Haziran’da başbakanlıktan istifa etti.    Bundan sonra da RP, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı.
     1999 yılında yapılan yeni seçimlerde, bu defa da biri sağda, diğeri solda iki milliyetçi parti, birinci ve ikinci parti olarak meclise girdi. Bu iki parti ANAP ile beraber yeni bir hükümet kurdu. Yeni hükümet iktidara geldiği sırada radikal İslami grupların dünyada yükselişi de dikkat çekici bir hal almış durumdaydı. Bu durum ABD’nin laik Türkiye’ye karşı tutumlarında değişikliğe sebep oldu. 
      Gerçi ABD, 1993-94 yılından itibaren Türkiye’yi cephe ülkesi olarak değerlendirilmeye ve ilişkilerini geliştirmeye başlamıştı. Fakat 1998 yılından itibaren İslamcı terörün yükselmesi ile birlikte ABD’nin Türkiye’ye verdiği önem daha da arttı. İşte bu şartların verdiği güvenle yeni hükümet gerek dış politikada, gerekse güvenlik politikasında daha aktif ve daha kendine güvenli hale geldi. Bunun sonucunda da bazı yeni stratejiler uygulamaya başladı.
     Bunun ilk göstergesi de Suriye’ye karşı uygulanan kriz yönetimi oldu. Türkiye, Abdullah Öcalan’a barınma imkânı veren Suriye’ye, bu tavrından vazgeçmesi için tırmanma stratejisine dayanan bir kriz yönetimi uyguladı. Bu harekât üst düzey askeri bir yetkilinin Suriye sınırında, Suriye’yi ikaz eden sözlü açıklamalarıyla başlatıldı. Daha sonra, sınır birliklerinde misli ile mukabele kuralları uygulamaya sokuldu. Bu durum askeri birliklerin hareketleriyle desteklenerek kriz kontrollü olarak yükseltildi.
     Suriye yönetimi çatışmayı göze alamadı ve Türkiye’nin taleplerini uygulamak zorunda kaldı. Suriye’den çıkıp Moskova’ya, daha sonra da Yunanistan ve İtalya’ya giden fakat Türkiye’nin yaptığı siyasi baskılar yüzünden buralarda da barınamayan Öcalan, 1999 yılında yakalanarak Somali’den Türkiye’ye getirildi. Bunun ardından PKK, silahlı militanlarını Irak’a çekince, PKK terör örgütünden kaynaklanan çatışmalarda ani bir düşüş yaşandı.

     d. NATO ve AB ile ilişkiler. 

     Soğuk Savaş’ın ardından Türkiye’nin üç komşu bölgesinde de çatışma ve savaş ortaya çıkmış, Avrupa Birliği ülkeleri ise Doğu Avrupa’dan kaynaklanan tehdit ortadan kalktığı için büyük bir rahatlama içindeydiler. Bunun bir neticesi olarak Avrupa ülkeleri askeri harcamalarını azaltmaya ve Varşova Paktı’nın dağılması sebebiyle, NATO’nun varlığını sorgulamaya başladılar. Fakat yeni dönemde dünyanın birçok yerinde yerel ve bölgesel çatışmalar kendini göstermeye başlayınca NATO’nun bu çatışmalara müdahalesi gündeme geldi.
     Artık büyük Sovyet tümenleri tehdidi ortadan kalktığı ve öngörülen yeni görevler de daha çok barışı koruma ve barışı destekleme harekâtı gibi görevler olduğu için bu durum NATO birliklerinin teşkilat yapılarında değişiklikleri de beraberinde getirdi. NATO ülkelerinde, tümen ve alaylara dayalı hantal teşkilatlar yerine istenilen yere daha hızlı taşınabilen tugay teşkilatına gidilmeye başlandı. 
     Türk Silahlı Kuvvetleri de bu eğilime ayak uydurdu. 1992-1993 yıllarında tümenlerin büyük çoğunluğu lağıv edilerek tugay teşkilatına geçildi. Ordu sayısı ve bunlara bağlı kolordu sayısı değişmemekle birlikte tümenlerin yerine daha küçük bir askeri birim olan tugaylar kurulunca Silahlı Kuvvetler kısmen de olsa küçülmüş oldu. Bu en çok, daha önce Varşova Paktı’nın doğrudan bir saldırısı beklenen Marmara Bölgesi’nde etkili oldu ve bu bölgedeki birlik ve personel sayısında büyük bir azalma meydana geldi.
     Bu durum; diğer ordularda da benzer bir sonuç yaratmakla birlikte, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da devam eden yoğun iç güvenlik faaliyeti sebebiyle, ordunun toplam asker sayısında beklendiği gibi bir azalma yaratmadı.
     Türk Ordusu’nda yapısal değişim doktrin ve görev tanımlarında da bazı değişimlere sebep oldu. Ana talimnameler hem yeni doktrinlere ve hem de yeni yapılanmaya göre değişime uğradı. Bu talimnamelerde TSK’nın görevleri arasına barışı koruma, sivil halka yardım, barışı destekleme gibi yeni görevler eklendi.
     Öte yandan Türkiye, bu dönemde ortaya çıkan bazı gelişmeler sebebiyle, NATO ve AB savunma politikaları konusunda endişelenmeye başladı. Körfez Krizi esnasında Almanya’nın, Irak’tan Türkiye’ye yapılacak bir füze saldırısını NATO’ya yapılmış bir saldırı olarak görmeye karşı çıkması Türkiye’nin kendisine gelecek bir tehdide karşı Batı’ya güvenemeyeceğini ortaya çıkarmıştı. Buna ilaveten, AB’nin kendi savunma örgütünü kurma girişimleri Türkiye’yi, kendisinin Batı’dan dışlanacağı endişesine sevk etti.
     Türkiye, Avrupa güvenliği konusundaki görüşlerini daha 1991 Roma Zirvesi’nde açıklamıştı. Buna göre; Avrupa güvenliğinin bütünlüğüne zarar verilmemeli, Avrupa güvenliğinin temel organları olan NATO, AB ve Avrupa Konseyi bölgesel istikrarsızlıklara karşı birlikte hareket etmeli, Avrupa güvenliğinin Atlantik bağlantısı sürdürülmeli, AB, NATO’dan uzaklaşarak kendi savunma örgütünü kurmamalıydı. Ancak, daha Soğuk Savaş tam olarak sona ermeden Avrupalılar kendi savunmalarında daha fazla söz sahibi olmak ve ABD hâkimiyetinden kurtulmak için bir takım girişimlere başlamıştı.
     Bu konuda Soğuk Savaş sonrasındaki ilk somut girişim ise, Batı Avrupa Birliği (BAB)’ni savunma organı olarak güçlendirmek oldu. BAB Konseyi 1992’de ilan ettiği Petersburg Deklarasyonu ile de 50.000 kişilik BAB savunma gücünün oluşturulacağını ilan etti. Türkiye, bu yeni yapının NATO imkânlarını kullanmasına ve NATO’dan bağımsız bir güç olarak etkinlik göstermesine, kendisi bu yapının karar mekanizmasında olmadığı için, karşı çıktı.
     Bu yıllarda tüm dünyada yeni bir düzen arayışı içine girilmişti. ABD’de ortaya atılan yeni fikirler Türkiye’de olduğu gibi Avrupa’da da yeni yönelişlere sebep olmaya başladı. Bu görüşlerden en önemlisi 1992 yılında, Francis Fukuyama’nın, ‘’tarihin sonunun geldiğini’’ ilan eden kitabıydı. Bu kitap ABD’nin tek süper güç olarak kendini konumlandırmaya çalışmasının bir işaretiydi.
     Bu gelişmeler karşısında, yavaş yavaş Batı’dan dışlanmaya başlayan Türkiye, parçalanmış ve çatışmalı durumu sebebiyle İslam dünyasına da yakınlaşamayınca yönünü tamamen Türk dünyasına döndü. Bu kapsamda 1991-92 yıllarında Türk cumhuriyetleri ile bağlarını güçlendirmeye çalıştı. Türkiye’nin Kafkasya ve Orta Asya’ya yönelmesini sağlayan diğer bir etken de; İran ve Suudi Arabistan’ın bu bölgelerde etkinlik kurma ve radikal dini grupları destekleme çabalarının yoğunlaşmasıydı. Ayrıca Türkiye, Asya’da kurulan yeni Türk devletlerinde Rus etkisini sınırlamaya çalışıyordu.
     Türkiye aynı zamanda, NATO’dan kopmamak ve ortaya çıkan çatışma ve krizlerde daha etkin olarak askeri önemini göstermek için, BM tarafından düzenlenen birçok barış operasyonuna birlik görevlendiriyordu. Bu kapsamda, 2 Ocak 1993-22 Şubat 1994 tarihleri arasında Somali’deki Ümit Operasyonu (UNOSOM)’na 300 kişilik bir mekanize birlikle katıldı ve bir süre bu barış gücünün komutanlığını da üstlendi. Böylece TSK, 1995-1996 sonrasında, yeni döneme uyum kapsamında, kendini bir barış gücü ordusu olarak konumlandırmaya başladı. Bunun sonucunda birçok ülkede görev yapması, TSK’ya önemli bir profil kazandırdı.
     Bu sırada Samuel P. Huntington tarafından 1996 yılında yayımlanan ‘’Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması’’ isimli bir kitap tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yeni tartışmalara sebep oldu. Bu yazara göre Soğuk Savaş sonrasında en tehlikeli çatışmalar medeniyetler arasındaki fay çizgilerinde yer almaktaydı. Huntington, buna dayanarak, yeni savaşların farklı dinler ve kültürler arası mücadelelerden çıkacağını iddia ettiğinden, Müslüman bir ülke olan Türkiye’nin, Batı ve ABD nezdinde, geleceğe dair hazırlanan yeni senaryolarda, batıdan dışlanacağı endişesi daha da artmaya başladı.
     Bu gelişmelerin ardından Türkiye, NATO’dan bağımsız yeni strateji arayışlarına girdi. Zaten bir süredir Türkiye, kendi güvenlik çıkarlarını tanımlarken açık seçik bölgesel terimler kullanmaya başlamıştı. Çünkü Soğuk Savaş sonrasında yaşanan gelişmelerde Türkiye, eski müttefikleri olan Avrupa ülkeleri ile bazı temel konularda çekişme ve rekabet içine girmişti.
     Bu yıllarda AB ülkeleri Türkiye’nin terörle mücadelesi konusunda eleştirilere başlamış ve hatta silah satışını bile bunların PKK’ya karşı kullanılmaması şartına bağlamışlardı. Bu durum karşısında Türkiye, kendi temel silahlarını kendi yapma yönünde bir anlayış geliştirdi. Bu kapsamda Almanya’nın satmak için şartlar ileri sürdüğü kundağı motorlu topları kendisi üretti ve bu başarı gelecekte bu yönde ilerlemeye devam edilmesi için cesaret verdi.
     Bunun bir uzantısı olarak Türkiye savunma stratejilerinde ve planlarında da değişiklikler yapmaya başladı. Bu kapsamda TSK, 1997’de; stratejik savunma ve kolektif güvenlik prensiplerine ileriden savunma ve kriz yönetimine askeri katkı boyutlarını da ekledi. Bundan sonra, Suriye’ye karşı yürütülen kriz yönetimi, Kardak Krizi ve Kıbrıs’a S 300 füzeleri yerleştirilmesi krizinde uygulanan kriz yönetimi Batı’ya rağmen gerçekleştirildi.
     AB’nin NATO’dan ayrı bir güvenlik yapısı oluşturmaya çalışması ve Türkiye’yi de Avrupa savunma yapısından dışlamaya başlaması, Türkiye’yi uluslararası alanda bazı tedbirler almaya zorladı. Türkiye, Nisan 1999’da NATO Washington zirvesinde Avrupalıların Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği (AGSK) önerisini veto etti.
     Bunun üzerine Avrupa Konseyi, Haziran 2000’de, Feira zirvesinde; askeri bir operasyonda AB, NATO’nun imkânlarını kullanma kararı alırsa Türkiye gibi AB üyesi olmayan ülkelerin de operasyona katılabileceğini açıklayarak Türkiye’nin itirazlarını aşmaya çalıştı.
     Temmuz 2000’de yapılan NATO Bürüksel Zirvesi’nde AB’nin, gerçekleştireceği askeri operasyonlarda NATO imkânlarını kullanmadan önce NATO ittifakının onayını alacağı ve NATO’dan yetki talebinde bulunacağı kararı alındı. ABD bu kararın alınmasında Türkiye’yi destekledi.
     GKRY, Kıbrıs’ta Avrupa Hızlı Müdahale Gücü’nü görmeyi istediğini ima edince Türkiye AGSK tartışmalarında tamamen engelleyici bir tutum takınmaya başladı. AB’nin Niece zirvesinde, AGSK’nin bağımsız değil özerk bir yapıya sahip olması kararlaştırıldı. ABD ve İngiltere, Avrupa Ordusu’nun Doğu Akdeniz ve Ege ile ilgili sorunlarda kullanılmayacağı garantisi vermesi üzerine Türkiye AB ile NATO arasında işbirliğine onay verdi.
     Türkiye’nin bağımsız girişimlerde bulunma eğilimi İsmail Cem’in dışişleri bakanlığı döneminde daha belirgin bir hale geldi. 2000’li yılların başında İsmail Cem, kendi hükümetinin dış politikasında Türkiye’nin tarihsel coğrafyasında kilit rol tanıyarak yeni bir açılım yaptı. İsmail Cem’e göre, Türkiye’nin AB üyeliği dış politikanın iki temel hedefinden birini oluşturuyordu. Diğeri ise yeni ortaya çıkan Avrasya gerçekliğinde merkezi ve belirleyici bir rol oynamaktı.
     Aynı dönemde askeri çevrelerden de Türkiye’nin tek yönelimli politikaları bırakarak çok boyutlu güvenlik politikalar takip etmesi görüşü yaygın olarak ifade ediliyordu. Bu kapsamda, dönemin MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılıç, Türkiye’nin Batı’ya alternatif ortak araması, İran ve Rusya ile ilişkilerini geliştirmesi gerektiğine dair basına açıklamalar yaptı. Bu dönem, Rusya ve Kazakistan’da güçlenen Avrasyacılık akımının da etkisiyle Türkiye’de bazı siyasi, akademik ve askeri çevrelerde, bu jeopolitik yaklaşımın Türkiye versiyonu güçlenmeye başladı. Artık her çevreden bazı kişilerce Batı eksenli politikalar yerine çok boyutlu ve Avrasya merkezli politikaların Türkiye için daha uygun olduğu konuşuluyordu.

     4. 2001 Yılından günümüze kadar olan dönemde uygulanan güvenlik stratejisi. 

     2001 yılına gelindiğinde, Türkiye’nin çevresinde ortaya çıkan çatışma ve tehditler kısmen de olsa azalmıştı. Balkanlardaki ve Kafkasya’daki çatışmalar durmuş, buralardaki güvenlik ortamı daha stabil bir hale gelmişti. Ortadoğu’da da, bazı sorunlar devem etmekle birlikte Türkiye’yi içine çekme riski olan çatışmalarda bir durağanlık ortaya çıkmıştı.
     Ortadoğu’da Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren belki de tek sorun Kuzey Irak’ta uçuşa yasak bölge uygulaması sonucu bölgesel Kürt gruplarının bağımsız bir devlete doğru evirilen gelişmeleriydi. Abdullah ÖCALAN’ın yakalanmasının ardından PKK’nın silahlı güçlerini ülke dışına çekmesiyle iç çatışmalarda da önemli bir azalma yaşanmış ve Türkiye uzun yılların ardından rahat bir nefes almaya başlamıştı. Ancak tüm bu olumlu gelişmelere karşın iç istikrar giderek bozuluyordu.
     Ülkede ekonomik krizin yarattığı çöküş halkta bıkkınlık yaratmış ve dini radikal gruplar yükselişe geçmişti. İşte tam da böyle kaotik bir ortam devam ederken 11 Eylül 2001 tarihinde, El Kaide Terör Örgütü, sivil uçaklarla ABD’deki bazı hedeflere saldırdı. 11 Eylül 2001 tarihinde, El Kaide terör örgütünün, ABD’deki eylemleri tüm dünyada çok büyük bir travma yarattı. Bu olay Soğuk Savaş sonrası yaşanan ve tek kutuplu düzen diye lanse edilen gelişmelerde büyük bir kırılma yaşanmasına sebep oldu.
     Bu saldırılardan sonra güvenlik kavramı da tamamen değişti. Nükleer Savaş ve Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla ABD’nin tartışmasız üstünlüğünün kabul edildiği konvansiyonel harp alanındaki mücadele kavramlarına şimdi ‘’asimetrik harp’’ diye yeni bir savaş kavramı ekleniyordu. ‘’Gücüyle mütenasip olmayan etkiler yaratan harp’’ anlamına gelen bu kavram, en küçük askeri birimlerden Harp Akademilerine kadar her yerde konuşulan ve tartışılan tek konu oldu.
     Daha önceleri, ‘’genelde zayıfın güçlüye karşı uyguladığı bir harp şekli’’ olarak kabul edilen bu kavram Gayri Nizami Harp ile eş anlamlı olarak kullanılırken artık ‘’Fatih Sultan Mehmet’in, gemileri bir gece karadan yürüterek Haliç’e indirmesi’’ gibi silahları veya silah sistemlerini alışılmış metotların dışında kullanılmasına kadar geniş anlamlarda yorumlanmaya başlandı. Bu sebeple asimetrik harp, zayıfın güçlüye karşı bir silahı olmanın yanında güçlü devletler tarafından da, daha düşük maliyetle zafer kazanmanın bir vasıtası olarak görüldü.
     Bu saldırı, savaş kavramını değiştirmesinin yanında başka önemli gelişmeleri de beraberinde getirdi. Bir defa bu olay; ABD’nin tek süper güç olarak dokunulmazlık imajına büyük bir darbe vurdu. Ayrıca bu, iç savaştan beri topraklarında herhangi bir savaş görmeyen, bu sebeple de kendilerini her türlü saldırılardan muaf bir konumda gören ABD yönetiminin ve kamuoyunun kendine güvenine indirilen ağır bir darbeydi. Bu saldırılar ABD’nin yenilmez bir düşman olmadığını ortaya çıkardığından artık her önüne gelen örgüt ABD’ye saldırabilirdi.
     Gerçi daha önce de dünyanın değişik bölgelerindeki ABD üs ve askeri birliklerine birçok terör eylemi yapılmıştı, ancak bu onlardan tamamen farklıydı. Bir defa hedef çok iyi seçilmiş, ABD’nin gücünü temsil eden; Beyaz Saray gibi bir idari ve siyasi yönetim merkezi, Pentagon gibi askeri yönetim merkezi ve Dünya Ticaret Merkezi gibi ekonomik merkez aynı anda vurulmaya çalışılmıştı.
     Bu yapılırken uygulanan teknik ise daha korkutucuydu. Bu saldırılar, tek bir silah kullanılmadan, ABD’nin kendi sivil yolcu uçaklarıyla ve o ülkeye yolcu uçağıyla gelmiş teröristlerce yapılmıştı. Böylece, çok düşük bir insan kaybı ve ekonomik maliyetle ABD gibi dünyanın tek süper gücü olan bir devlete çok ağır bir darbe indirilmişti.
     Bunun etkisi o kadar büyük olmuştu ki ABD başkanı bir süre ortaya çıkıp açıklama yapamadı. Doğal olarak bu aşağılanma, ABD’yi çok saldırgan bir tutuma sürükledi. Bu durumun diğer bir sonucu da, daha önce ortaya atılan ‘’medeniyetler çatışması’’ teorilerini yeniden gündeme taşıması oldu. Hatta ‘’11 Eylül’ün, dini inançları ideolojik farklılıklarla ikame ederek Doğu ve Batı arasındaki uçurumu öne çıkarması dolayısıyla Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından da daha büyük anlam taşıdığını’’ iddia edenler oldu.
     Saldırının ardından ABD, tek taraflılık ve şiddete dayanan güç kullanımı doktrinine döndü. Önce Afrika’da bazı El Kaide merkezlerini bombaladı ve Taliban yönetiminin El Kaide’ye yapılması planlanan operasyonlara destek vermeyi kabul etmemesi üzerine 2001 yılında Afganistan’a müdahalede bulundu.
     Bu olaylardan sonra, ABD’nin Kafkasya ve Ortadoğu politikaları da daha agresif hale geldi. Bu kapsamda Türkiye de, ABD’nin desteğiyle Kafkasya’da etkinliğini artırmaya başladı ve Gürcistan’da bir askeri üs kurdu. Böylece Türkiye, Kafkasya’da 90’lardaki çekingen tavırlarını bırakarak daha etkin bir politika izlemeye başladı.
     Oluşan uygun şartları değerlendiren Gürcistan, Türkiye’nin ardından ABD askerlerine de topraklarını açınca, bu durum Rusya’nın sert tepkisine sebep oldu ve böyleye Kafkasya’da güç mücadelesi yeniden hız kazandı.
     Bu gelişmeler olurken Türkiye ağır ekonomik sorunlarla boğuşmaktaydı. Yıllar süren terörle mücadele sebebiyle zaten kötü durumda olan ekonomi, yaşanan büyük doğal afetlerin de etkisiyle tamamen çıkmaza girdi. Cumhurbaşkanı ve Başbakan arasında MGK toplantısında meydana gelen tartışmadan sonra bu durum büyük bir ekonomik ve siyasi krize dönüştü.
     3 Kasım 2002’de yapılan seçimlerde AKP, oyların %34,28’ini alarak tek başına iktidar oldu. Bundan sonra, Türkiye’nin iç ve dış güvenlik politikasının, 11 Eylül olayları öncesinde yeni bir teori ortaya koymak iddiasıyla ‘’Stratejik Derinlik’’ isminde bir kitap yayımlayan ve başbakanlık baş danışmanlığına getirilen Ahmet Davutoğlu’nun genel görüşleri çerçevesinde şekillendiği söylenebilir.
     Davutoğlu’nun stratejik öngörüsündeki temel tezi ‘’Türkiye’nin köprü değil, merkez ülke olduğu’’ şeklindeydi. Davutoğlu’nun danışmanlığa getirildiği dönemde; Filistin’de ciddi gelişmeler ortaya çıkmaya başlamış, ABD tarafından; Irak, İran ve Kuzey Kore şer ekseni ilan edilmiş ve Irak’a yönelik bir askeri operasyon yüksek sesle dile getirilmeye başlanmıştı. ABD’nin, ‘’Küresel Savaş’’ ve ‘’Teröre Karşı Savaş’’ söylemleri ve Afganistan’a yapılan operasyon dünyadan genel bir destek görmüştü.
     Fakat Bush’un Irak, İran ve Kuzey Kore’yi hedef göstermesiyle birlikte ABD ve AB arasında, anlaşmazlık baş gösterdi. Bunun sonucunda, ABD, AB’deki müttefiklerinden tam bir destek alamadı. AB ülkeleri, Ortadoğu’daki genel dengenin bozulacağı, Ortadoğu’da güç dengesinin ABD ve İsrail lehine bozulacağı ve bunun sonucunda Avrupa’nın olumsuz etkileneceği endişesiyle Irak’a yönelik bir operasyona karşı çıkıyordu.
     Bu dönemde ABD için 1980 ve 90’lardaki gibi aynı anda hem Irak’ı, hem de İran’ı çerçeveleme politikası da geçerliliğini yitirmeye başlamıştı. ABD’nin Irak savaşı öncesindeki zorlayıcı tavrı, Türkiye, Suudi Arabistan ve Mısır gibi bölge ülkelerini de korkuttu. Bu sebeple Türkiye, bir yandan Almanya ve Fransa gibi devletlerin muhalefetine destek verirken diğer yandan da ABD’yi kızdıracak hareketlerden kaçınmaya çalıştı.
     Türkiye, Kuzey Irak’taki gelişmelerden ve Irak’a askeri bir müdahalenin Irak’ın bölünmesine sebep olacağından da endişeliydi. Bu sırada faaliyetlerini artıran PKK’nın İran uzantısı PJAK’ın da etkisiyle 2002 yılından itibaren İran ve Türkiye yakınlaşmaya başladı.
     16 Kasım 2002 yılında böyle bir ortamda iktidara gelen AKP hükümeti Türkiye’nin yanı başında ortaya çıkan Irak krizi sebebiyle bu yılı devlete ve sorunlarına adapte olmakla geçirdi. Bu arada, ön alma stratejisi ve çıkarlarının tehdit edildiği her yerde saldırmayı Amerika’nın egemenlik hakkı sayan ‘’Bush Doktrini’’ gereğince ABD Irak’a girdi. Fakat harekât öncesinde ‘’Ya bizimlesiniz, ya da bize karşı.’’ söylemiyle hareket eden ABD birçok devleti kendinden uzaklaştırdığından nerdeyse tek başına hareket ediyordu.
     Davutoğlu’nun ifadesiyle yeni hükümetin politikaları açısından 2003 yılı da; intibak, kriz yönetimi ve telafi yılı olarak kabul edilmişti. Yeni hükümet devlet kurumlarına intibak etmeye çalışırken Türkiye; Irak, Kıbrıs ve AB müzakere sürecinde de kriz yönetimi uygulamaya çalışıyordu.
     Türkiye, 2003 yılında Amerikan birliklerinin ülkesinden geçmesini reddedince 2003-2007 yılları arası, Türkiye-ABD ilişkilerinde cezalandırma dönemi oldu. Bu sebeple ABD, PKK terör örgütünü görmezden gelirken Kuzey Irak’ın örgüt için güvenli bölge olmasını sağlayacak şekilde davrandı.
     Hükümet; ABD ve AB ile ilişkileri yeniden geliştirmek ayrıca TSK ile mücadelesinde onların desteğini almak maksadıyla Kıbrıs ve Ermenistan konularında tavizler vermeye başladı. Fakat öte yandan da, 1997 yılında başlayan, Türkiye’nin Batı’dan bağımsız hareket etme süreci Rusya ve İran özelinde devam ettirildi.
     Bu sırada eski Sovyet cumhuriyetlerinde, ABD ve Batı tarafından desteklenen renkli devrimler yeni bir istikrarsızlık döneminin ilk işaretlerini vermeye başlamıştı. Bu kapsamda Kasım 2003’te Gürcistan’daki Gül Devrimi’nin ardından, Shevardadze hükümetinin devrilmesiyle Mikhail Saakashvili iktidara geldi. Bu durum Kafkasya’da yeni sorunların da başlangıcı oldu. Çünkü Saakashvili, iktidara gelir gelmez Gürcistan’ın dış politikasını tamamen batıya endeksledi. Bu da Kafkasya’da, Rusya’nın yarattığı yeni gerilimleri ortaya çıkarmaya başladı.
     Irak’ta da Türkiye’yi doğrudan etkileyecek gelişmeler oluyordu. ABD, Irak’ın işgaliyle Türkiye’nin komşusu olunca, Türkiye ve ABD arasında bazı çıkar çatışmaları ve çuval olayı gibi krizler yaşanmaya başladı. 2003’ten itibaren; Irakla bağlantılı sorunlar, PKK, Kuzey Irak’ta ortaya çıkan Kürt yerel yönetimi ve bundan dolayı Türk-Amerikan ilişkilerinin gerginleşmesi Türkiye’nin Karadeniz politikalarını da etkiledi.
     Böylece 2005-2007 yılları arasında Türkiye, Karadeniz’de ABD ile rekabet içine girdi. Ayrıca ABD, Kafkasya’ya doğrudan girince Türkiye, Rusya’nın yanında ABD ile de etkinlik mücadelesine girmek zorunda kaldı.
     2003 yılında İstanbul’da meydana gelen terörist eylemler dâhil, dünyanın dört bir tarafında gerçekleştirilen saldırılar, terörizmin ulaşabileceği boyutları gözler önüne serince terörizmle mücadelede uluslararası işbirliğinin önemini bir kez daha gündemin ön sıralarına getirdi. Bu durum Türkiye ile ABD ve AB arasında yakınlaşmaya sebep oldu.
     Öte yandan NATO’nun doğu ve kuzeye doğru genişlemeye başlaması Rusya’yı Balkanlardan ve Orta Avrupa’dan uzaklaştıracak adımlar olarak Rusya’nın tepkisini çekmeye başladı. Türkiye, Rusya ile arasında tampon vazifesi gören eski Varşova Paktı ülkelerinin NATO şemsiyesi altına girerek savunma açısından güçlenmelerini ve Karadeniz’de Rusya’ya karşı savunmasını güçlendirmeyi hedeflediğinden Bulgaristan, Romanya, Slovenya, Slovakya, Estonya, Litvanya ve Letonya’nın 2004’te, NATO’ya katılmasını destekledi.
     2003 yılının büyük krizlerinin etkisini kaybetmeye başlamasıyla öz güvenini kazanmaya başlayan Türkiye artık büyük hedeflere ulaşmayı öngördüğünün işaretlerini vermeye başladı. Bu kapsamda 2004 yılından itibaren, Türkiye’nin bölgesel güç değil, küresel güç olduğu dile getirilmeye başlandı. Bu güven duygusuyla Türkiye, eski güvenlik politikalarını bir yana bırakarak başta Kıbrıs olmak üzere birçok alanda yeni açılımlar yapmaya başladı.
     2004 yılında, Türkiye’nin dış politikasını etkin kılacak biçimde güç temerküz ettirmesi konuşulmaya başlanmış ve bunun için bazı temel referanslar kabul edilmişti. Bunlar; Özgürlük-güvenlik dengesi, komşu ülkelerle sıfır sorun ve komşu havzalarda etkinlik, çok boyutlu ve çok kulvarlı dış politika, yeni bir diplomatik üslup, ritmik diplomasi ve yeni havzalara açılımdı.
     2004 yılının ilk dört ayında Türkiye öncelikle Kıbrıs müzakerelerine yoğunlaştı. GKRY’nin AB’ye üyeliğinin 1 Mayıs 2004’te oylanacak olması da bunda etkili olmuştu. Öte yandan Türkiye, komşu ülkelerle de ilişkilerini geliştirmeye yöneldi. Bu kapsamda başbakan, 2004 yılının ikinci dört ayında; Ukrayna, Yunanistan, Ürdün, Bulgaristan, İran, Gürcistan, Suriye’yi ve Rusya devlet başkanı başta olmak üzere birçok yabancı devlet adamını da Türkiye’yi ziyaret etti.
     Bu yıl Ortadoğu’da ortaya çıkan yeni bir sorun bölgenin yeniden istikrarsızlaşmaya başladığının işaretini vermeye başladı. Bu sorun Lübnan’da cumhurbaşkanı seçimlerinin yaklaşması ile birlikte kendini gösterdi. Lübnan’ı askeri birlikleri ile fiilen kontrol eden Suriye, anayasayı değiştirerek eski başkanın yeniden seçilmesini sağlamaya çalışınca, Lübnan’daki gruplardan ve uluslararası kamuoyundan ciddi tepkiler ortaya çıktı. 14 Şubat 2005’te, başbakan Refik Hariri bir suikasta kurban gidince durum daha da gerginleşti.
     Artan baskılar sonucunda Suriye, 27 Nisan 2005’te Lübnan’daki askerlerini çekmek zorunda kaldı. Ortadoğu’da mevzi kaybetmeye başlayan Suriye bu durumu tolere edebilmek için Türkiye’ye yanaşmaya başladı.
     2005 Yılında, Ortadoğu’da yaşanan diğer önemli bir gelişme de Irak’ta tırmanan mezhep çatışmaları oldu. Türkiye, Irak’taki Sünni ve Şii gruplarla kalıcı ilişkiler geliştirmeye çalıştı ve Sünni grupları seçimlere katılmaya ikna etti.
     Bu yıl, PKK’nın yeniden eylemlerini artırmaya başlamasıyla Irak’ta yaşanabilecek istikrarsızlığın, Türkiye’yi doğrudan etkileyeceği ortaya çıktı. Bu sebeple Türk hükümeti, geliştirmeye çalıştığı komşularla sıfır çözüm politikası kapsamında çevresindeki istikrarsızlıkların ve çatışmaların önlenmesi için daha aktif bir politika izlemeye başladı.
     Balkanlar, Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya’ya dönük yeni yaklaşım ile bir taraftan krizlerin çözümüne katkıda bulunmayı amaçlayan aktif tavır benimsenirken, diğer yandan da bölgesel barış, istikrar ve refahı sağlayacak yeni bir bölgesel vizyon ortaya konulmaya çalışıldı.
     2006 yılında Ortadoğu’da yeni krizler ortaya çıktı. Bunlar Flistin’de HAMAS’ın seçimi kazanması sonrasında bu sonucun Batı tarafından tanınmaması, İsrail-Lübnan Savaşı, Irak’ta hızını artıran mezhep çatışması ve İran’ın nükleer programı ile ilgili olarak tansiyonun yükselmesiydi. Krizlerin çözümünde daha aktif bir rol almaya çalışan Türkiye, Filistin krizi, Lübnan Savaşı ve İran nükleer krizine arabulucu olarak müdahil oldu.
     Bu kapsamda yapılan en önemli gelişmelerden biri Türkiye’nin, Batı tarafından terör örgütü olarak tanımlanan HAMAS’ın meşru bir aktör olduğunu savunmaya başlaması ve bu örgütün lideri Halit Meşal’in Ankara’ya yaptığı ziyaret oldu. Türkiye ileride yaşanacak Arap Baharı’na nasıl yaklaşacağının işaretlerini de bu ziyaretle verdi. AKP hükümeti, Ortadoğu’da kendi siyasi düşüncelerine paralel ideolojilere sahip partilerin yükselişe geçmesini başlangıçtan itibaren destekledi.
Bu tavrı ve sıradan insana hitap eden popülist söylemleriyle Arap ülkelerinde büyük bir sempati kazanan hükümet, Ortadoğu’nun en önemli sorunlarına müdahil olmaya başladı. Türkiye, Sünni HAMAS ile yakınlaşırken bazı gelişmeler Hizbullah gibi Şii örgütlerle de ilişkilerin geliştirilmesinde etkili oldu.
      12 Temmuz 2006’da, Hizbullah’ın üç İsrail askerini öldürüp birini de kaçırmasının ertesi günü İsrail, Lübnan’a yönelik kapsamlı bir operasyon başlattı ancak Hizbullah’ın etkin savunması karşısında bir sonuç alamadı. 14 Ağustos 2006 tarihli BMGK kararıyla da savaş sona erdirildi.
     Bu durum, o tarihe kadar Arap ülkeleriyle girdiği konvansiyonel harplerde, çok başarılı iç hat manevraları yaparak her zaman zafer kazanan İsrail’in prestijinin sarsılmasına sebep oldu. Çünkü bu yenilgi, İsrail’in; iyi örgütlenmiş silahlı bir örgütle, meskûn mahallerde yapılan bir mücadelede başarılı olamadığını ortaya çıkarmıştı.
     Türkiye bu çatışmaların ardından ortaya çıkan fırsatı değerlendirerek yaptığı bazı girişimlerle Ortadoğu’da saygınlığını artırdı. Böylece Türkiye, Filistin ve Lübnan sorunlarında aktif politikasıyla bölgedeki en etkili aktörlerden biri haline geldi. Bu kapsamda Türkiye başbakanı 16 Ağustos’ta Lübnan’a gitti. Bundan sonra barışı korumak için oluşturulan UNIFIL’e askeri katkı yapıldı.
     Türkiye’nin Arap dünyasında saygınlığı artarken İsrail ile ilişkilerde ise gerilimin ilk işaretleri ortaya çıkmaya başladı. Öte yandan Türkiye’nin uygulamaya çalıştığı Ortadoğu’da savaşın yayılmasını önleme stratejisi, Suriye’de etkili oldu. Suriye, Batı tarafından tehdit edildikçe Türkiye’ye yanaştı.
     Bunda diğer bir etken de bölgede ortaya çıkan Kürt sorunu oldu. ABD’nin Irak’ta Kürtlerle işbirliğine gitmesi ve adeta bağımsız bir Kürt devleti oluşturmaya çalışması Türkiye ve Suriye’yi birbirlerine yaklaştırdı.
     Bu yıl Kafkasya’da, Türkiye’nin güvenliği açısından bazı önemli gelişmeler meydana geldi. Bunlardan en önemlisi; Gürcistan’da hükümet tarafından, AB ve NATO’ya entegrasyon hedefi ile ilgili olarak alınan kararları parlamentonun da onaylaması oldu. Bunun yanında Mart ayında yapılan bir anlaşmayla Rusya, Batum ve Ahılkelek’teki üslerini çekti. Bu Türkiye’nin, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden beri uygulamaya çalıştığı Rus askeri tehdidini sınırlarından olabildiğince uzaklaştırma stratejisine hizmet eden önemli bir gelişmeydi.
     Türkiye çevresinde barış ve istikrar oluşturmaya çalışırken içeride ise durum bunun tam tersi yönde gelişiyordu. Bu yıl, Danıştay saldırısı ile başlayan bir seri gelişmeyle iç siyasi ortam gerilmeye başladı. Bu durum 2007 yılında devam eden gelişmelerle daha da kritik bir hale geldi. İlk olarak Hırant Dink cinayeti ile ülkede gerginlik bir üst safhaya ulaştı. Ardından, Nisan-Mayıs aylarında geniş katılımlı Cumhuriyet mitingleri başlayınca hükümet iç istikrarı ve kendi iktidarını koruyabilmek için yoğun çaba sarf etmek zorunda kaldı. Bunun yanında PKK da eylemlerini artırmaya başladığından Türkiye, terör ve laiklik temelinde yoğun bir iç çatışmaya doğru sürüklendi. Aslında gerilimin artmasının esas sebebi yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçiminde kimin aday gösterileceği hususu ile ilgiliydi.
     Bu tartışmalara Genelkurmay Başkanlığı da müdahil olunca ortam iyice gerildi. Yapılan birçok pazarlıklara rağmen gücün ve avantajın kendisinde olduğunu değerlendiren AKP, 24 Nisan günü Abdullah Gül’ün adaylığını açıkladı.
     Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde, Cumhuriyet mitingleri, daha büyük kitleler halinde yapılmaya başlandı. Başkanları emekli asker olan Atatürkçü Düşünce Dernekleri bu yürüyüşleri organize eden ana unsur gibi görünüyordu. Bunlara İşçi Partisi ve çok sayıda sivil toplum örgütü ile bazı gazetecilerin de katılmasıyla bu yürüyüşler hükümeti oldukça güç duruma sokmaya başladı.
     Bu gergin durumu hatalı değerlendiren Genelkurmay Başkanı’nın, 28 Nisan’da, internet üzerinden hükümeti ikaz etmesi bu sefer ters tepti ve hükümet tarafından sert bir karşılık gördü. Temmuz seçimlerinde AKP yine tek başına iktidar olup Abdullah Gül de cumhurbaşkanı seçildi fakat AKP’ye karşı kapatma davası açılınca durum hükumet için yine kritik bir hal aldı. Bu durum, davanın 30 Temmuz 2008’de sonuçlanmasına kadar sürdü.
     2007 yılında, o zaman kimsenin dikkatini çekmeyen fakat daha sonra Türkiye’de önemli gelişmelere sebep olacak bazı gelişmelerin de ilk adımları atılmaya başlandı. Cumhurbaşkanlığı krizi sonrasında AKP hükümeti, kendi iktidarı için en büyük engel olarak gördüğü TSK ile hesaplaşmaya gireceğinin işaretlerini vermeye başladı. Bu kapsamda Fethullah Gülen Cemaati başta olmak üzere, eski solculardan liberallere, tarikatlardan değişik etnik ve dini örgütlere kadar birçok çevre ile yakın işbirliği içine girdi. Bu işbirliğinin bir uzantısı olarak, daha sonra Ergenekon, Balyoz ve Casusluk gibi isimlerle açılacak olan davalarla Ordu’da yapılacak büyük çaplı tasfiyenin ilk adımları atıldı.
     Bu kapsamda ilk girişim, sosyal medyada, bazı subayların akrabalarının terör örgütleri ile irtibatlı olduğuna dair listeler yayımlanması oldu. TSK yönetim kademeleri, bu iddiaları inceleyip bunların akrabaları ile ilgili iddialarının bir kısmının doğru olduğunu tespit edince, suçun bireyselliği ilkesini hiçe sayarak bu subaylar hakkında işlem yaptı. Fakat bunu yapmakla mağlubiyetle sonuçlanacak yeni bir savaşın yolunu da kendi elleriyle açmış oldu.
     Bu savaş; rejimle sorunu olan ve bazı yabancı istihbarat örgütleri ile beraber hareket ettikleri söylenen çevrelerin, bilgi terörizmi ve siber savaş yöntemleriyle TSK’ya asimetrik saldırıları şeklinde gelişme gösterdi. Saldırganlar bu yayından istedikleri sonucu aldıklarını görünce savaşa daha yoğun bir şekilde devam ettiler. Bu sefer, aslında çok azı doğru, çoğu uydurma bilgilerle art arda iki liste daha yayımladılar. Bu liste hakkında da işlem yapılınca saldırganlar artık stratejilerinin başarılı olduğuna emin oldular. Böylece her gün internet ortamında TSK mensupları hakkında onlarca yayın yapılmaya başlandı.
    2008 yılının en önemli dış sorunu ise 7 Ağustos’ta başlayan Gürcü-Rus çatışması oldu. , Gürcistan hükümetinin, ayrılıkçı Abhazya ve Güney Osetya Özerk Bölgelerini kontrol altına almak için yaptığı askeri harekâtı fırsat bilen Rusya, savaş ilan etmeden baskın tarzında Gürcistan’a saldırdı. Türkiye, hızla güneye inen Rus zırhlı birliklerini bir süre endişeyle takip etti. Çünkü Rus birliklerinin Bakü-Ceyhan petrol boru hattının geçtiği bölgelere kadar ilerlemesi veya Gürcistan’daki Türk askeri yardım personelinin saldırıya uğraması Türkiye’yi bu çatışmalara taraf olmak durumuna sokabilirdi. Ruslar ilerlemelerini iki özerk bölge sınırlarında durdurunca Türkiye herhangi bir tepkide bulunmadı.
     Rusya ile yaşanan savaştan sonra Gürcistan, Bağımsız Devletler Topluluğu’ndan ayrılarak AB ile ilişkilerini daha fazla geliştirmeye başladı. Savaşın ardından yapılan seçimlerle Dimitri Medvedev devlet başkanı olunca Rusya’nın Güney Kafkasya’ya ilgisi azaldı ve gerilim de azalmaya başladı.
     Bu sırada Moskova, Azerbaycan’a yakınlaşarak askeri teknoloji desteği vermeye başlayınca Erivan, Rusya ile devam eden işbirliği yanında, Avrupa ile yakın bağlar kurarak seçeneklerini genişletmeye karar verdi. Bu durum Türkiye’nin güvenlik endişelerini daha da azalttı.
     2008 yılı içerideki hesaplaşmaların da yoğunlaştığı bir yıl oldu. Danıştay saldırısının ardından 2006 ve 2007 yıllarında bazı emekli subay ve astsubaylar tutuklanıp soruşturmaya tabi tutulmuş ancak olay büyük boyutlara ulaşmamıştı. Bu sırada bazı basın organları, ‘’Sakız’’ ve ‘’Ayışığı’’ gibi sözde darbe planları üzerinden başta bazı eski TSK mensupları olmak üzere Cumhuriyet mitinglerinin arkasında oldukları düşünülen çevreler hakkında yoğun bir propaganda faaliyetine başladı.
     22 Ocak ve 21 Mart 2008 tarihlerinde, Ergenekon davası kapsamında Türkiye’nin birçok şehrinde yapılan gece baskınlarıyla çok sayıda asker, politikacı ve gazeteci tutuklanınca TSK tasfiye operasyonunda düğmeye basılmış oldu. Bu tutuklamalarla birlikte hükümete bağlı basın ve yayın organları ile cemaat, tarikat ve liberal geçinen bazı eski solcuların yönetiminde olup kim tarafından finanse edildiği belli olmayan bazı basın organları hep bir ağızdan bu dava hakkında yoğun bir propaganda faaliyetine başladılar.
     Şimdiye kadar devlet katında iç tehdit diye anılan kim varsa hepsi bir araya gelmiş, iktidardaki gömlek değiştirmiş siyasal İslamcılarla birlikte, başta Ordu olmak üzere tüm rejim taraftarlarına karşı yoğun ve koordineli bir saldırıya geçtiler.
     Eskiden devleti koruduğunu söyleyenler artık devleti ele geçiren eski tehdit unsurları tarafından en önemli iç tehdit unsuru olarak görülüyor ve millete de bu yönde propaganda yapılıyordu. 2008 yılı boyunca Ordu, yoğun basın ve yayın faaliyetinin yanında sanal ortamda kurulan bazı sitelerden yapılan bilgi terörü niteliğindeki yayınlarla da ağır bir psikolojik harbe maruz kaldı.
     Bir müddet savunma kabilinden hareketlerde bulunulduysa da her hareketi daha yoğun bir saldırıyı tetiklemekten başka bir işe yaramadı. Bu da, o zamana kadar orduya ve mevcut rejime saldırmaya cesaret edemeyen bazı küçük grupların da saldırganlar safına katılmasını sağladı. Artık Türkiye tamamen içe dönmüş, gazete ve televizyonlar ile sanal ortamda ve mahkeme köşelerinde oynanan çok adaletsiz bir iç savaşa endekslenmişti. 2009 yılında da; TSK’ya kurulan bu kumpas, karşısındaki en büyük engeli etkisizleştirerek istediği gibi hareket edebileceğini hesaplayan hükumetin de desteğiyle uygulanmaya devam edildi.
     Hükumet, bu mücadelede daha güçlü olmak ve dış destek sağlamak maksadıyla iç ve dış sorunları azaltma yönünde faaliyetlere başladı. Kafkaslarda zaten durum sükûnet bulmaya başlamıştı. Hükümet batıya dönerek Balkanlarda ve Doğu Akdeniz’de de daha çatışmasız bir ortam yaratmaya çalıştı. Bu kapsamda Ekim 2009’da Başbakan, Yunan Başbakanı Papandreou’ya bir mektup göndererek sorunlar üzerinde beraber çalışmayı önerdi. Yunan tarafından olumlu yanıt alınmasıyla diyalog süreci hız kazandı.
     TSK’nın pasifize olmasıyla birlikte hükümet, Ortadoğu politikalarında daha cüretkâr davranmaya başladı. Türkiye’nin kırmızı çizgileri diye tabir edilen en önemli hususlardan biri olan Irak kuzeyinde bir Kürt devleti kurulmasına engel olma politikasından vazgeçerek buradaki Kürt gruplarla yakınlaştı. Türkmenler devre dışı bırakılarak başta Sünni Araplar olmak üzere diğer unsurlarla işbirliğine gidildi. Türkiye tarihinde ilk defa, devletin laik yapısına aykırı olarak Ortadoğu ve İslam dünyasına mezhep temelinde yaklaşan politikalar uygulanmaya başlandı.
     Bunun yanında iç güvenlik stratejilerinde de çok önemli değişikliklere gidildi. Hükümetin iç güvenlik stratejilerinde yaptığı en büyük değişiklik; PKK terör örgütü ile müzakere sürecinin başlatılması oldu. Başbakan’ın, daha 2005 yılında, Diyarbakır’da açıkladığı ancak uygulamaya cesaret edemediği, mücadele yerine müzakere etmeyi esas alan Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi 2009'da başlatıldı. Bu kapsamda, Kürtçe televizyon yayınlarının başlatılması gibi açılımların yanında PKK ile gizli görüşmeler yapılmaya başlandı.
     Öte yandan Stratejik Derinlik ve komşularla sıfır sorun politikaları gereği Türkiye, ağırlıklı olarak komşularıyla ilişkilerini geliştirmeye devam etti. Bu kapsamda, Rusya ile yakın ilişkiler kurulmaya, İran ve Suriye’yle ise mevcut iyi ilişkiler daha da güçlendirilmeye çalışıldı. Buna karşılık İsrail ile ilişkilerde anlaşmazlıklar yaşanmaya başlandı. İsrail’in Filistin’deki insan haklarına aykırı uygulamaları artınca ilişkiler daha da bozuldu.
     Bu durum, 2009 yılındaki Davos toplantılarında tam bir krize dönüştü. Krizin ardından, İsrail ile yapılan Anadolu Kartalı tatbikatı iptal edildi. Bu durum zaman geçtikçe daha da müzmin bir hale geldi. 2010 yılında, İsrail Dışişleri Bakanı’nda yaşanan alçak masa krizinden sonra ilişkiler iyice gerildi. 31 Mayıs 2010’da meydana gelen Mavi Marmara olayı ile de ilişkiler kopma noktasına geldi.
     2010 yılı, içeride Ordu’ya karşı saldırıların daha da arttığı bir yıl oldu. 20 Ocak 2010 tarihinde mali kaynakları şaibeli bir gazetede ‘’balyoz darbe planı’’ adıyla sözde bir darbe hazırlığının planlarını yayınlandı. Bu yayınla, Kara Harp Akademisi’nde öğrenci olduğum 2003 yılında bizzat gördüğüm ve tamamen yasal olan İstanbul Emniyet ve Asayiş Planı, içeriği değiştirilerek bir darbe planı olarak kamuoyuna sunuluyordu.
     Bu yayının ardından yine gece yarıları yapılan ev baskınlarıyla çok sayıda askeri personel tutuklandı. Yine yoğun bir kampanya ile birçok general, subay, astsubay ve hatta sivil memur televizyon ekranlarından yargılanarak mahkûm edildi.
     Tam bu dönemde Tunus’ta başlayan ve kısa sürede başarılı olan halk hareketleri dünyada önemli yeni gelişmelerin olacağının işaretlerini veriyordu. Tunus’ta başlayan olaylar kısa sürede Mısır, Libya, Suriye, Bahreyn, Cezayir, Ürdün ve Yemen, Moritanya, Suudi Arabistan, Umman, Irak, Lübnan ve Fas'a yayıldı. Tüm Arap dünyasında baş gösteren bu mitingler, protestolar, halk ayaklanmaları ve silahlı çatışmalar ‘’Arap Baharı’’ diye adlandırıldı.
     Bu hareketlere genellikle Müslüman Kardeşler ideolojisine yakın İslamcı örgütler öncülük ettiğinden kendisini de bu kategoride gören Türk hükümeti, bu hareketleri başlangıçtan itibaren destekledi. Mısır’da eylemleri bastıramayan Mübarek kısa süre sonra istifa edip yerine Müslüman Kardeşler’in adayı seçilince Mısır’daki gelişmeler Libya’yı da etkiledi. Kaddafi, silahla direnince ülkede kanlı bir iç savaş başladı. Bunun üzerine Fransa’nın başlattığı hava saldırılarına NATO da katıldı ve Ekim 2011’de Kaddafi ölünce yönetim muhaliflere geçti.
     Çatışmalar 15 Mart 2011 tarihinden itibaren Suriye’ye sıçrayınca, bu durum Türkiye’yi daha yakından etkilemeye başladı. Türkiye başlangıçta Esat yönetimiyle diyalog halinde kaldı ve demokratikleşme yönünde taviz vermeye ikna etmeye çalıştı. Fakat bunda başarılı olamayınca Esat rejimi ile ipleri kopararak muhaliflere destek vermeye başladı.
     Bu durum PKK Terör Örgütü’nü de harekete geçirdi. PKK, 2011 yılında, Abdullah Öcalan’ın hapishane şartlarını bahane ederek eylemlerini artırdı. Hükümet buna rağmen daha önce gizlice yapılan müzakerelere devam etti. Paris’te üç PKK’lının öldürülmesi ve hükümetin PKK ile yaptığı görüşmelerin basına sızdırılması gibi olaylar çözüm sürecini aksatmasına rağmen başbakan, 28 Aralık 2012'de, Öcalan ile görüşmeler yapıldığını resmen duyurdu.
     2012 yılında, Türkiye’nin çevresinde irili ufaklı birçok kriz ortaya çıkmasına rağmen en önemli sorun Suriye sorunu oldu ve bu sorun Türkiye’nin güvenliğine birinci derecede tehdit oluşturacak bazı gelişmeleri de beraberinde getirdi. Bu kapsamda ilk kriz 22 Haziran 2012 tarihinde askeri bir eğitim uçağımız Suriye tarafından düşürülünce yaşandı. Ardından Suriye rejimi güçlerinin attığı top mermileri, 3 Ekim 2012 tarihinde Akçakale’de beş kişinin ölmesine ve pek çoğunun da yaralanmasına neden oldu.
     Suriye’de ortaya çıkan yeni terör örgütlerinin ülkemizde eylem yapmaya başlaması ise bir dış sorun olarak başlayan Suriye krizini kısa sürede aynı zamanda bir iç güvenlik sorunu haline getirmeye başladı.
     Bu gelişmeler üzerine Türkiye, 21 Kasım 2012 tarihinde NATO’dan, Suriye’den kaynaklanabilecek balistik füze tehditlerine karşı hava savunmasının Patriot bataryalarıyla takviyesi talep etti. NATO, 4 Aralık 2012 tarihinde, Patriot savunma sistemlerinin Türkiye’ye yerleştirilmesi kararını aldı. Bu çerçevede, Almanya, Hollanda ve ABD’ye ait ikişer batarya Suriye sınırına yakın bölgelerde uygun yerlere yerleştirildi.
     2012 yılında da, içeride Türk Ordusu’na karşı yapılan asimetrik saldırılar artarak devam etti. 2011 yılında başlayan İstanbul Casusluk davası kapsamında çok sayıda ordu mensubunun tutuklanmasının ardından 2012 yılında bu sefer içine bazı iş adamları ile çok sayıda içişleri ve dışişleri bürokratının da dâhil edildiği İzmir Casusluk davası başladı.
     Fakat artık ordu karşıtı ittifakta da bazı sorunlar ortaya çıkmaya başlıyordu. Hükümet, Gülen Cemaati’nin, devletin tüm kademelerinde kritik mevkileri ele geçirdiğini, böylece perde arkasından ülkeyi idare ettiğini fark etmeye ve buna karşı bazı önlemler almaya başladı. İzmir casusluk davasında hükümete yakın sivil bürokratların da mahkemeye verilmesinden dolayı hükümet, kendi adamlarının da tasfiye edilmeye çalışıldığını görünce cemaate karşı doğrudan eleştirilerde bulunmaya başladı.
     Fakat ordu karşıtı cephede esas kırılma 2013 yılında ortaya çıktı. Bu yıl Gezi Parkı’nda yapılan hükümet aleyhtarı protesto gösterilerinde cemaatin protestocuları savunur tarzdaki açıklamaları bardağı taşıran son damla oldu. Bu protestoların Mayıs-Haziran aylarından sonra, alınan sert tedbirlerle etkisiz hale getirilmesinin ardından Hükümet, Gülen cemaatine karşı bazı önemli tedbirleri yürürlüğe soktu.
     Öncelikle cemaatle ilişkisi olan iş adamları baskı altına alınarak sindirilmeye çalışıldı. Daha sonra da, cemaatin stratejik ağırlık merkezi olarak değerlendirilen dershanelerin kapatılması gündeme getirildi. Bu olaydan sonra Cemaat-Hükümet ilişkilerinde köklü bir kopma ve çatışma ortaya çıktı. Dört bakanın yolsuzlukla ilgili görüntü ve ses kayıtlarının ardından 17 ve 25 Aralık günlerinde cemaat tarafından Başbakan’a ait ses kayıtlarının yayınlanması ile bu çatışma adeta savaşa dönüştü.
     2014 yılı; ağırlıklı olarak cemaatle mücadele, PKK açılımı ve Suriye olayları ile geçti. Haziran 2015 seçimlerinde, Doğu’da PKK’nın baskısıyla oyların çoğu HDP’ye gidince büyük bir oy kaybeden AKP tek başına iktidar olamadı. Hükümet, kaybedilen oyları geri almak için açılım stratejisini rafa kaldırdı ve PKK’ya karşı yoğun operasyonlara başladı.
     Fakat orduya kumpas süreci ordunun savaşma kapasitesini olumsuz etkilediğinden askeri birlikler operasyonlara eskisi kadar gönüllü katılmıyor ayrıca açılım sürecinde PKK’nın tüm stratejik mevkileri derin yer altı sığınakları da dahil çok sayıda mevzi ve silah sistemi ile tahkim ettiği için operasyonlarda çok fazla zayiat veriliyordu.
     Seçim öncesinde bu zayiatların olumsuz etkisini göz önüne alan hükümet, sadece Özel Kuvvetler ve Hava Kuvvetleri’ni kullanarak, İHA ve diğer gelişmiş teçhizatla tespit edilen hedeflere taarruz esasına dayanan bir stratejiyi uygulamaya koydu.
     İçeride çatışmalar artarken; ABD’nin bazı yerel unsurlarla işbirliği içinde İŞİD’e karşı hava harekâtına başlamasının ardından Suriye’de de çok önemli gelişmeler ortaya çıkmaya başladı. Türkiye, ABD ile hava operasyonlarına katılınca bu İŞİD’in Türkiye’yi tehdit etmeye başlamasına sebep oldu. Sınır illerinde yapılan saldırıların ardından 1 Kasım seçimleri öncesinde Ankara’da yapılan intihar saldırısı ile çok sayıda insan öldü veya yaralandı.
     İŞİD Fransa’da da benzer bir eylem yapınca başta Fransa olmak üzere Avrupa’nın da Suriye operasyonuna ilgisi arttı. ABD ve Batı ülkeleri İŞİD terörünü bitirmek adı altında operasyonlarını yoğunlaştırınca, Doğu Akdeniz’deki tek deniz üssünü kaybetmek istemeyen Rusya, 30 Eylül 2015’ten itibaren Esat rejimini doğrudan desteklemeye başladı.
     Rus hava kuvvetleri ile desteklenen Esat güçleri Türkiye’nin tampon bölge ilan edilmesini istediği ve Türkmenlerin kontrolünde olan bölgeye karşı şiddetli saldırılara başladı. Bu durum Türkiye’de tepkiyle karşılandı ve bombardımanlar sırasında sınır ihlali yapan uçaklar sebebiyle Rusya uyarıldı.
     Rusya bu ikazları ciddiye almayınca 24 Kasım’da sınırı ihlal eden bir Rus uçağı düşürüldü. Olayın ardından Rusya sert açıklamalar yaparken, Türkiye, hemen NATO mekanizmasını harekete geçirdi. NATO ve ABD Türkiye’ye destek verince Rusya’nın tepkileri daha kontrollü hale gelmeye başladı.

     5. Sonuç.

    Türkiye’nin güvenlik stratejileri, kurulduğu tarihten itibaren daima savunmaya yönelik ve statükonun korunması yönünde olmuştur. Bunun bir sonucu olarak, Soğuk Savaş sona erdiği sırada, Türkiye’nin dış güvenlik durumu Yunanistan’la ilişkiler hariç durağan bir durumdaydı.
     Soğuk Savaş sonrasında bu oturmuş yapı hızla değişince buna bağlı olarak Türkiye’nin güvenlik stratejileri de değişmeye başlamıştır. Gelişmeler Türkiye’nin yeni ortaya çıkan duruma pek te hazırlıklı olmadığını göstermiştir. Türkiye, ortaya çıkan kriz ve çatışmalara karşı proaktif bir yaklaşım geliştirememiş, bunun yerine reaksiyoner tepkilerle yolunu çizmeye çalışmıştır. Bu sebeple Türkiye’nin güvenlik stratejileri, çevresinde meydana gelen olaylara bağımlı olarak ve şartların zorlamasıyla oluşmuştur.
     1995’e kadar olan dönem genel olarak Türkiye’nin yeni ortama uyum sağlama çabaları ile geçmiştir. Bu dönemdeki stratejiler; Rus tehdidinin sınırlardan olabildiğince uzaklaştırılması, Kafkasya ve Balkanlarda güvenliğin sağlanması, Ortadoğu’da statükonun korunması, Yunanistan’ın kurmaya çalıştığı çemberin kırılması, PKK’ya karşı operasyonların Irak kuzeyine taşınması, NATO ve Batı savunma sistemi içinde kalmaya çalışılması şeklinde özetlenebilir.
     1995 yılından sonra Türkiye, ortaya çıkan gelişmelerin de etkisiyle yeni güvenlik stratejileri arayışı içine girmiş, fakat genel olarak stratejide köklü bir değişiklik yaşanmamıştır. Bu dönemin en önemli özelliği; Ordu’nun da taraf olduğu, irtica ile mücadele tartışmalarının, 1995’ten 1999’a kadar giderek yoğunlaşmasıdır.
     1999 yılından sonra yine iç ve dış koşulların değişmesi sonucunda Türkiye’nin güvenlik stratejilerinde daha belirgin gelişmeler ortaya çıkmıştır. Bu dönemde Türkiye, NATO ve Batı’dan bağımsız olarak, kendi başına bazı uygulamalarda bulunmaya başlamıştır.
     2001 yılına gelindiğinde, 11 Eylül olayları ile birlikte, tüm dünyada güvenlik algılarında çok köklü bir değişim yaşanınca Türkiye’nin güvenlik stratejilerinde de değişimler ortaya çıkmıştır. 11 Eylül sonrasında, yıllardır müttefik olarak görülen ABD ve AB ülkelerinin politikalarında ortaya çıkan parçalanma Türkiye’yi de olumsuz etkilemiştir.
     Bu dönemde Türkiye’nin içyapısında da önemli bir kırılma ortaya çıkmıştır. Bu kırılmanın temel sebebi; gömlek değiştirdiğini iddia eden siyasal İslamcıların, daha önce iç tehdit olarak kabul edilen dini grupların da desteğiyle, tek başına iktidara gelmesidir. Bunun sonucunda AKP’nin 2002 yılında tek başına iktidara gelmesiyle, güvenlik stratejilerinde de yeni bir dönüşüme sebep olmuştur. Türkiye bundan sonra tek bir parti tarafından idare edilmiş ve güvenlik stratejileri de bu partinin dünya görüşü çerçevesinde yeniden şekillenmiştir.
     AKP iktidara geldiğinde ülke iç güvenlik açısından sakin ve çatışmasız bir dönem yaşamaktadır. Dış güvenlik açısından bakıldığında ise; komşu bölgelerde yaşanan çatışmalar durmuş, Irak krizi hariç önemli krizler etkisini kaybetmiş durumdadır.
     Bu hükümet döneminde, başbakanlık başdanışmanlığına, ‘’Stratejik Derinlik’’ isimli bir kitap yazmış olan Ahmet Davutoğlu’nun getirilmesi bundan sonra Türk güvenlik politikalarında köklü bir değişimi de beraberinde getirmiştir.
     Yeni hükümet ilk olarak 2003’te Irak tezkeresinin reddedilmesi ile ABD-Türkiye ilişkileri bozulmasının yarattığı sorunlarla uğraşmak zorunda kalmıştır. 2003 yılından itibaren devleti tanıma ve duruma hâkim olma süreci yaşayan yeni hükümet yavaş yavaş ‘’Stratejik Derinlik’te’’ belirtilen Türkiye’yi merkeze koyarak çevreye hâkim olma şeklinde özetlenebilecek stratejik vizyonu yürürlüğe koymaya başlamıştır.
     Bu kapsamda en önemli değişim, daha çok Ortadoğu’da yoğunlaşan dış güvenlik stratejilerinde ortaya çıkmıştır. Türkiye, daha önce mümkün olduğu kadar karışmadığı Ortadoğu’daki güvenlik sorunlarına müdahil olmaya başlamıştır. Böylece statükonun korunması yönündeki eski güvenlik stratejileri, gerektiğinde statükonun değişmesine destek veren politikalara dönüşmeye başlamıştır.
     2010 yılında ortaya çıkan Arap Baharını bir fırsat olarak gören hükümet bunu Türkiye’yi İslam Dünyası’nın liderliğine taşıyacak şekilde dönüştürmeye çalışmıştır. Bir süre başarı ile ve hükümetin arzu ettiği yönde gelişen bu hareketler Suriye’de tıkanmış ve diğer yerlerde de yavaş yavaş güç kaybetmiştir. Bu durum ise Türkiye için yeni güvenlik riskleri yaratmıştır.
     Tarihinde ilk defa Suriye’de, başka bir devletin iç işlerine fiilen müdahale eden Türkiye, burada ortaya çıkan gelişmeler sebebiyle, büyük risklerle karşı karşıya gelmiştir. Tüm bunlara bakıldığında  denilebilir ki; Türkiye, Soğuk Savaş’tan beri güvenlik stratejilerinde, gelişen olaylara göre, büyük bir değişim geçirmiş ve bu değişim halen devam etmektedir.
     Bu değişim belirli bir yönde olmaktan ziyade daha çok zikzaklar çizerek ilerlemiştir. Bunda, Soğuk Savaş sonrasında çok çeşitli sorunların ortaya çıkması kadar iktidara gelen hükümetlerin dünya görüşleri de etkili olmuştur.
     Ancak şu anda yaşanan duruma bakıldığında, bu değişim sonucunda bugün uygulanan güvenlik stratejilerinin Türkiye’ye güvenlikten çok güvenlik sorunu yarattığı anlaşılmaktadır. Çünkü Türkiye, çevresinde bir güvenlik kuşağı oluşturmaya çalışırken birden bire yanı başında her türlü çatışmaların yaşandığı bir alan yaratılmasına katkıda bulunmuştur.
     Türkiye, hemen güneyinde minyatür bir dünya savaşı ile ve çok boyutlu terörist tehditlerle karşı karşıyadır. Türk ordusu ise; iktidar savaşlarında psikolojik olarak yıpratıldığı ve yetişmiş personeli tasfiye edildiği için en çok ihtiyaç duyulduğu bu günlerde çok zayıf bir durumdadır. Bu durum Türkiye için her zamankinden daha büyük güvenlik riskleri yaratmaktadır.

Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

 KAYNAKÇA:

I- KİTAPLAR:

ALP, İlker, Balkanlar ve Yugoslavya Olayları, Harp Akademileri Ders Notları.
CEMİLLİ, Elnur, ABD’nin Güney Kafkasya Politikası, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2007. CEMİLLİ, Elnur-HASANOĞLU, Mürteza, Güney Kafkasya’da ABD Politikası, IQ Yayıncılık, İstanbul, 2006.
DAVUTOĞLU, Ahmet, Stratejik Derinlik, Küre Yayınları,72.Baskı,Küre Yayınları, İstanbul, 2011. DAVUTOĞLU, Ahmet, Teoriden Pratiğe Türk Dış Politikası Üzerine Konuşmalar, Küre Yayınları, İstanbul, 2013.
ESLEN, Nejat, Tarih Boyu Savaş ve Strateji, Q. Matris Yayınları, İstanbul, 2003.
 EFEGİL, Ertan, Körfez Krizi ve Türk Dış Politikası Karar Verme Modeli, Gündoğan Yayınları, İstanbul, 2002.
FREEDMAN, Lawrence, Strategy, A History, Oxford Üniversity Press, New York, 2013. HUNTİNGTON, Samuel P., Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması, 12. Baskı, Çev. Mehmet Turhan-Y.Z.Soydemir, Okyanus Yayınları, İstanbul, 2014 Silahlı Kuvvetler Akademisi, Uluslararası Örgütler ve Hukuk Ders Notu Kitabı, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul, 2009.
TARAKÇI, Nejat, Stratejik Karar Verme ve Senaryo Oluşturma, Truva Yayınları, İstanbul, 2010. TURAN, Oğuz, Türklerde Stratejik ve Taktik Düşünceler, Belge Yayınları, İstanbul, 1986.
USLU, Nasuh, Türk Dış Politikası Yol Ayrımında, Anka Yayınları, Ankara, 2006.
II. MAKALELER: AYDIN, Mustafa, Türkiye Farklı Alternatifleri Bir Arada Yaşatmak Zorunda, Mülakatlarla Türk Dış Politikası, Cilt 3, USAK Yayınları, İstanbul, 2011, s. 9.
EKİNCİ, Arzu Celalifer, 11 Eylül Sonrasındaki Gelişmeler Işığında İran-Türkiye İlişkilerinin Değerlendirilmesi, 11 Eylül Sonrası Ortadoğu, Editörler: Sedat Laçiner, Arzu Celalifer Ekinci, USAK Yayınları, Ankara, 2011, s.121.
ERKMEN, Serhat, Türkiye-İsrail İlişkileri: Stratejik İşbirliğinden Sorunlu veya Zorunlu İlişkiye, 11 Eylül Sonrası Ortadoğu, Editörler: Sedat Laçiner, Arzu Celalifer Ekinci, USAK Yayınları, Ankara, 2011, s.107.
HÜSEYİNLİ, Gabil, Azerbaycan’da Siyasal Partiler ve Siyasal İlişkiler, Avrasya Dosyası, Azerbaycan Özel, İlkbahar 2001, Cilt: 7, Sayı: 1, s. 161-176.
Johny Melikyan, 3 September 2014 https://www.opendemocracy.net/od-russia/johnny-melikyan/georgia-looks-west-armenia-east-EU-CU-NATO.
Joshua Kucera,The Bug Pit Armenia Azerbaijan Georgia April 19, 2011, Russia http://www.eurasianet.org/ node/63331.
Kevork Oskanian, Georgia and Azerbaijan: Between Russia and the West, http://fpc.org.uk/articles/607.
LAÇİNER, Sedat, 11 Eylül Sonrası Türkiye’nin Ortadoğu’yla Değişen İlişkileri, 11 Eylül Sonrası Ortadoğu, Editörler: Sedat Laçiner, Arzu Celalifer Ekinci, USAK Yayınları, Ankara, 2011, s.41.
Mehmet Nizam, 1999 Kosova Krizi ve NATO Müdahalesi, http://www.tuicakademi.org/mehmet-nizam-199-kosova-krizi-ve-nato-mudahelesi/.
MEİR, Alon Ben, 11 Eylül: Sonuçları ve Yeni Düzen, 11 Eylül Sonrası Ortadoğu, Editörler: Sedat Laçiner, Arzu Celalifer Ekinci, USAK Yayınları, Ankara, 2011, s. 9. Muhammed Aruçi, Yugoslavya, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt:43, s.578, http://www.tdvia.org/dia/ayrmetin.php? idno=430578. NURİYEV, Elkhan, Jeopolitik Hamleler ve Yaklaşan Tehlikeler, Kafkasya Vakası, Harp Akademileri Dış Basın Bülteni, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul, Yıl:37, Sayı:279, 2001,s.57-58.
ÖZDAĞ, Ümit, Türkiye, AB İle İlişkilerini Hızla Tam Üyelik Süreci Dışına Taşımalı, Mülakatlarla Türk Dış Politikası, Cilt 2, USAK Yayınları, İstanbul, 2011, s. 206.
ÖZEL, Soli, Soğuk Savaşın Bitmesi Türkiye’nin İşine Gelmedi, Mülakatlarla Türk Dış Politikası, Cilt 4, USAK Yayınları, İstanbul, 2011, s. 283.
SANDIKLI, Atilla, Değişen Güvenlik Anlayışları ve Türkiye’nin Güvenlik Stratejisi, http://www.bilgesam.org/Images/Dokumanlar/0-81-2014040957rapor2.pdf TOPBAŞ, Ergüder; ‘’Stratejik Liderlikten Yoksun Mücadele’’, Silahlı Kuvvetler Dergisi, Ocak 2012, Sayı:411, s.11-12.
TÜRK, Özlem, 2000’lerde Lübnan Siyaseti: Krizler, Suikastler ve Savaş Sarmalı, 11 Eylül Sonrası Ortadoğu, Editörler: Sedat Laçiner, Arzu Celalifer Ekinci, USAK Yayınları, Ankara, 2011, s.201-202.  BOZKUŞ, Yıldız Deveci, Rusya’nın Gürcistan’a Müdahalesinin Ermenistan’daki Yankıları, http://www.eraren.org/index.php?Lisan=tr&Page=Makaleler&MakaleNo=3213.
KODAL, Tahir, Makedonya’nın Bağımsızlığını Kazanması ve Türkiye, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, Journal Of Modern Turkish History Studies, XIV/29 (2014-Güz/Autumn), ss.377-396. III.

SÜRELİ YAYINLAR:

A. DERGİLER:
Silahlı Kuvvetler Dergisi, Ocak 2012, Sayı:411. Avrasya Dosyası, Azerbaycan Özel, İlkbahar 2001, Cilt: 7, Sayı: 1. Harp Akademileri Dış Basın Bülteni, Yıl:37, Sayı:279, 2001. Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, XIV/29 (2014-Güz/Autumn).

B. GAZETELER:
Bugün Gazetesi, 1.3.2015.

C. ANSİKLOPEDİLER:
İslâm Ansiklopedisi, Cilt:43.

IV. ELEKTRONİK YAYIMLAR:
http://www.eraren. org/index.php? Page=DergiIcerik&IcerikNo=364. http://www.bilgesam.org/Images/Dokumanlar/0-81-2014040957rapor2.pdf. http://www.bugun.com.tr/gundem/28-subat-darbesi-nedir-ne-1516680.html. http://www.tasam.org/tr-TR/Icerik/2326/turkiyenin_milli_savunma_politikasi. https://asimetriksavaslar.wordpress.com/2011/03/30/bosna-savasi/. http://www.mfa.gov.tr/i_-turkiye_nin-uluslararasi-guvenlik-perspektifi.tr.mfa. http://www.mfa.gov.tr/kibris-tarihce.tr.mfa. http://www.mfa.gov.tr/ege-sorunu-ile-ilgili-son-gelismeler.tr.mfa. http://www.mfa.gov.tr/ii_-nato-ve-turkiye_nin-guncel-nato-konularina-iliskin-gorusleri.tr.mfa http://www.mfa.gov.tr/turkiye_nin-terorizmle-mucadele-konusundaki-tutumu-.tr.mfa. https://www.opendemocracy.net/od-russia/johnny-melikyan/georgia-looks-west-armenia-east-EU-CU-NATO. http://www.eurasianet.org/node/63331 http://fpc.org.uk/articles/607. http://www.tuicakademi.org/mehmet-nizam-199-kosova-krizi-ve-nato-mudahelesi/. http://www.tdvia.org/dia/ayrmetin.php? idno=430578. http://www.eraren.org/index.php?Lisan=tr&Page=Makaleler&MakaleNo=3213.

İktidar ve İktidarsızlık

Türklerde İktidar ve İktidarsızlığın Sebepleri: Arkan sağlamsa güç kazanır, arkana dikkat etmezsen sırtından bıçaklanırsın.

     Türk tarihinin başlangıcından beri Türk devletlerinde iktidar olgusu, her zaman diğer devletlere göre oldukça farklı olmuştur. Örneğin Türk İmparatorluklarının ilki olan Hun imparatorluğunun büyük hakanı Mete, yaptığı bir askeri darbe ile babasını kendi askerlerine oklatıp öldürterek iktidara gelmiştir. Okuduğum kaynaklar, darbenin ortaya çıkması ve halk tarafından kabul görmesinin temelinde Mete’nin babasının Çinli genç karısıyla oldukça iyi vakit geçirirken ülkede ekonominin giderek bozulması ve Hunların ekonomik, siyasi ve kültürel olarak Çin’in bir sömürgesi haline gelmeye başlamasıdır diye yazıyorlar. Ayrıca Hunların arasına; başta din adamı, danışman ve tüccarlar olmak üzere çok sayıda Çinli göçmen de gelmiş. Bu durum da doğal olarak halkta ve seçkinlerde bir rahatsızlık yaratmış.
     Peki, kimdi bu darbeyi yapanlar? Neden darbe yapmışlardır? Darbeyi planlayanların en başında gelen kişi Mete’nin kendisidir. Çünkü babası, genç bir Çinli kadınla evlenince o kadından olan oğlunu veliaht ilan edeceği dedikoduları ortalıkta dolaşmaya başlamıştır. Bu durum Mete’nin gelecekteki hakanlığının ortadan kalkması demektir. Bu sebeple Mete, babasına karşı harekete geçmeye karar vermiş ve kendisi gibi bu durumdan mağdur olanları hemen çevresine toplayabilmiştir. Ülkeyi Çinlileştiren ve ekonomiyi umursamayan babasını halk satmakta bir mahzur görmemiş ve Mete ve adamlarını desteklemiştir.
     Diğer Türk devlet ve imparatorluklarındaki iktidarlar da genellikle iç sorunlardan dolayı ortadan kalkmış ve bu iktidarı, daima, iktidara en yakın olan kişiler ortadan kaldırmıştır.  Mesela Hindistan’da kurulan Delhi Sultanlığı gibi Türk devletlerinin hakanlarının neredeyse yarısından fazlası, orduyu ve seçkin sınıfları yanına alan kendi çocukları tarafından tahttan indirilmiştir. Bu durum diğer Türk devletlerinde de değişmemiştir. Timur, ordu komutanı olduğu hanı ekarte edip yerine geçmiş, Memluk Türk devletleri kurulurken iktidardaki kişi daima kendine en yakın ordu komutanları tarafından iktidardan indirilmiştir. Bu durum Yavuz Sultan Selim’in babasını tahttan indirmesinde de görülmektedir.
   Buradan da şu sonuç çıkmaktadır. Türk devletlerinde iktidar olanlar en fazla kendi yakın çevrelerine, özellikle de kendilerine en yakın olup zaman içinde bu konumunu kaybedenlere veya kaybetme endişesi yaşayanlara dikkat etmelidir. Buna en çok dikkat etmeleri gereken zaman ise ülkede istikrarın ve ekonominin bozulduğu dönemlerdir. Ekonomik sıkıntıların en önemlisi ise develüasyon ve enflasyondur. Çünkü başarılı olan bütün askeri darbelerde, isyanlarda ve saray darbelerinde esas sebebin, paranın değer kaybı ve buna bağlı olarak hayat pahalılığı olduğu görülmektedir. Bu iki husus olmadığında da zaman zaman darbe veya isyan girişimleri olmuş ancak bunlar pek başarılı olamamışlardır. Demek ki Türk devletlerinde iktidarda olanlar, en yakınlarındakilere ve özellikle de artık eski konumlarını kaybetmiş olanlara enflasyon ve devalüasyon olduğu dönemlerde çok daha fazla dikkat etmelidirler.
     Bu durum Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşanan iktidar değişikliklerinde de açıkça görülmektedir. İmparatorluğun en heybetli padişahı olan Kanuni devrinde bile, ekonomik sorunlar ve özellikle de paranın değer kaybı sebebiyle birçok isyan ortaya çıkmıştır. Anadolu isyanlardan yangın yerine dönmüştür. Bu şartlarda iktidarının güvende olmadığını anladığından olsa gerek, Kanuni ancak kendi çocuklarını boğdurarak iktidarını devam ettirebilmiştir.
   Ancak her padişah onun kadar hırslı ve dirayetli olamamış ve bunun sonucunda Osmanlı Sultanlarının üçte biri askeri müdahaleler sonucu tahttan indirilmiştir. Görünürde başka birçok sebep olduğu ileri sürülse de gerçekte bu iktidar değişikliklerine daima; ekonomik darboğazlar, paranın değer kaybetmesi, yoğun göçlerin yarattığı problemler, yönetimde ortaya çıkan yolsuzluklar ve baskılar, kaybedilen savaşlar, doğal afetlerin yarattığı yıkımlar, başkentte ortaya çıkan yiyecek sıkıntısı vb. hususlar uygun ortam hazırlamıştır. Ama iktidar değişikliklerinde enflasyon ve devalüasyon hep temel itici güç olmuştur. (Bu maddelerden şu anda sanırım bir tek büyük doğal afetimiz yok. İnşallah olmaz ama başkentte açlık dâhil diğerleri mevcut. Açlık sorununu herkes hissetmeyebilir ama hisseden bir kesim var ve bu kesim sayıca her geçen gün çoğalıyorlar. Nereden mi biliyorum? Geçen yıl Kızılay’a indiğimde her 10-15 dakikada bir, biri önümü kesip, ‘’açım, yardım edin’’ derken şu sıralarda bu 8-10 dakikaya düştü. Hele genellikle Collins mağazasının önünde veya metro girişinde duran bir kadın var, evlere şenlik. ‘’Vallahi billahi açım, açlıktan geberiyorum! Ölüyorum aaabi..’’  diye bağıra bağıra dileniyor hep. Bu gün yerinde yoktu. Başına bir şey filan gelmemiştir inşallah. Açlıktan öldüğünü sanmam, çünkü açım diye bağırsa da oldukça kilolu ve her geçen gün daha fazla kilo alıyor Biraz da saf bir kadın. Sanırım birileri onu dilendirip, para kazanıyor.)
     Ekonomik durum, özellikle de devalüasyon ve enflasyon iktidarlar için o kadar önemlidir ki ülkede istikrar bozulsa da ekonomi sağlamsa iktidarlar bu sorunun üstesinden gelebilmelerine rağmen enflasyon ve devalüasyon yüksek olduğunda aynı beceriyi hiçbir zaman gösterememişlerdir. Ekonomik bozulma iktidarı değiştirmeye, Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. Mesela İnönü 2. Dünya Savaşı’nı çok başarılı bir şekilde atlatmış olmasına rağmen insanların aklında çocuklarının savaşta ölmediği değil yiyecek karneleri ve gıda kıtlığı kalmış, bunun sonucunda da 1950 seçimlerinde iktidarı kaybetmiştir. Gerçi bu ona has bir durum değildir. İngiltere’yi savaştan zaferle çıkaran Chirchill de savaş sonrasında yapılan seçimlerde hezimete uğrayarak iktidardan düşmüştür. İnsanlar zafere değil, çektikleri ekonomik sıkıntılara göre oy vermişlerdir.
     Menderes, ilk iki döneminde boçlanmaya dayalı hızlı büyüme sayesinde hiçbir iktidar sorunu yaşamazken üçüncü döneminde dış borçları ödemede yaşanmaya başlayan sıkıntı, kuraklık sebebiyle tarım üretiminin düşmesi gibi sebepler sonucu kendi partisi içindeki kişilerle bile sorun yaşamaya başlamış ancak durumu doğru olarak idrak edip uygun önlemleri almadığı için bir askeri darbeyle iktidardan düşmüştür.
     İnceleyenler, 1970 muhtırası ve 1980 darbesi öncesinde de yine enflasyon ve develüasyonun çıldırmış durumda olduğunu göreceklerdir. Bu durum aynı dönemde sadece darbelere değil, seçimlerde sandığa da yansımıştır. Ecevit ne zaman iktidara gelse darboğazlar, enflasyon ve devalüasyon sebebiyle iktidarı kaybetmiştir. 1980 sonrasında da bu durum devem etmiş ve Özal’ın ANAP’ı ekonominin bozulması sebebiyle erimiştir.
    Çiller’in ve Erbakan’ın iktidarlarının sona ermesinin altında da esas olarak enflasyon ve devalüasyon vardır. Ecevit-Bahçeli ve Yılmaz hükümeti de ekonomik krizle yıkılmıştır. Bu üç parti ekonomik bozguna paralel olarak seçimlerde de bozguna uğramış ve bunlardan DSP ve ANAP bu seçimlerde neredeyse tarihten silinmişlerdir. İlginç bir şekilde bu dönemde yine Ecevit’e ilk darbeyi, aynı eski Türk devletlerinde olduğu gibi, oğlum dediği söylenen kişi ve ABD’den apar topar getirtip bakan yaptığı kişi vurmuştur.
   Tüm bunlar göstermektedir ki bu ülke, siyasi ve sosyal istikrarsızlıkları bile bir yere kadar kaldırmaktadır ama ekonomik istikrarsızlık durumunda hükumetlere tahammül edememektedir. Bu durumda ilk önce iktidarda olanların en yakınındaki kişiler iktidara darbe vurmak için muhalefetle yarış halinde davranmaktadır.
   Enflasyon ve devalüasyondan sonra iktidarların devrilmesine sebep olan ikinci şey de göç olgusudur. İç göç ve dışarıdan ülkeye yapılan kitlesel göçler her zaman iktidarların sonunu hazırlayan bir faktör olmuştur. Balkan Savaşı’ndan sonra savaştan kaçanların yarattığı travma sebebiyle iktidar darbeyle yıkılmış, DP döneminde köyden kente göçün yarattığı sorunlar hükümetin yıkılmasına katkıda bulunmuş, 1990’lı yıllardaki doğudan batıya göç muhtemelen dönemin hükümetlerini zorlayan bir husus olmuştur.  Bu söylediklerimi pek makul bulmayanlar olabilir ama onlara göçün ne kadar yıkıcı bir etkisi olduğunu şu basit örnekle gösterebilirim. Orta Asya’da ve Doğu Avrupa’da bazı göçebe kavimlerin, canları sıkılıp tası tarağı toplayarak Batı’ya doğru göç etmesi Avrupa düzenini çok uzun bir süre allak bullak etmeye yetmiş ve hatta bu göç hareketi dünya üzerinde kurulmuş en büyük imparatorluklardan biri olan Roma İmparatorluğu’nu yıkmıştır.
   Şimdi bu yazıyı okuyanlardan bazıları; ‘’Bu kadar şeyi niye anlatıyorsun?’’ diye soruyor olabilir. Anlatayım. Bu gün biraz dolaştım. Bazı iş yerlerindeki tanıdıklarıma ve bazı bankalara uğradım. İş yerlerindekilerin tamamı ağır bir ekonomik sorun yaşandığını ve işlerin zor olduğunu söylediler. Bankacılar ise daha da moral bozucu şeyler anlattılar. Söylediklerine göre dolar çıldırmış. Yukarıya doğru hızla çıkıyormuş. Ama bu bile iyi günlerimizmiş. Ocak ayında, doların resmen patlayacağına dair kuvvetli bir beklenti varmış.
  Tabi bu duyduklarım beni çok üzdü. Ülke insanı gibi kendim de ekonomik sıkıntılarla karşılaşabileceğim için açıkçası endişelendim. Ama açıkçası kendime çok ta dert etmedim. Ben ekonomik bir çöküş durumunda biraz sıkıntı yaşasam da, mevcut konumumda pek fazla değişiklik olmaz diye düşünüyorum. Sonuçta şimdi de emekli bir adamım, o zaman da bu durumun değişeceğini sanmıyorum. Yani benim çocukların darbe, seçim veya referandum yapıp benim emekli konumumu elimden alacaklarını sanmıyorum.
   Ancak, eğer ben iktidarda olan biri olsaydım çok fazla endişe eder ve hemen etrafıma daha dikkatli bakmaya başlardım. Çünkü Türk tarihinde iktidarları düşüren her şey bu gün var. Göç sorunu desek etraf Suriyelilerden geçilmiyor. Enflasyon desek, hükümet her yıl enflasyonu düşük göstermek için endeksi değiştirse bile, haftalık gıda alışverişimden enflasyonun resmi rakamların en az iki katı olduğunu biliyorum. İstikrasızlık desek, memleket korku tünelinden daha heyecanlı. Bir gün bir yerde bomba patlıyor, ertesi gün doğudan şehit haberi, bir başka gün yüzlerce memura operasyon yapılıyor. Hatta olmayacak zamanda ve olmayacak saatte darbeler bile yapılıyor.
    Aynı durum dış dünya ile ilişkilerimizde de görülüyor. Hükümetimiz her gün bir başkası ile kanlı bıçaklı veya kanka oluyor. Bir gün ABD’nin büyük Ortadoğu projesinin taşeronu, ertesi gün bir bakıyorsunuz İsrail’e ‘’one minute’’ deyip Arap aşığı olmuşlar ve İslam birliğinden ve Türkiye’nin bu birliğin lideri olacağından dem vuruyorlar. Bir sonraki gün ise Arapların yarısıyla kavga edip İsrail ile can ciğer kuzu sarması durumları. Ama bu da uzun sürmüyor ve hemen ABD’nin kucağından kalkıp Rus’un kucağına oturma çabası içine giriliyor, Rus uçağı askerlerimizi bombalayınca da birden bire Turan ülküsü hatırlanıyor.  Bu, daldan dala konma manevraları şimdiye kadar durumu idare etmiş olabilir, ama şimdi durum çok daha vahim. İktidar düşürenlerin en acımasızı olan, paranın değer kaybı yani devalüasyon her geçen gün hızla büyüyen bir canavara dönmek üzere. Avrupa ve ABD’nin de bunu daha da kötüleştirmek için bize ekonomik manipülasyonlar yapmaya başladıkları konuşuluyor. Bir de Trump’un başkanlık görevini Obama’dan aldıktan sonrası için yapılan kâbus gibi senaryolar var. Trump gelir gelmez dolar yarış atı gibi şaha kalkacak diyorlar.
     Bir iktidar her şeye rağmen ayakta kalabilir ama bu canavarın büyümesini durduramazsa iktidarda kalamaz. Böyle bir durumda bırakın masa örtüsüyle sokağa çıkıp bu yola kefenle çıktık diyen maskaraları, iktidara en yakın kişiler bile terk ediverir treni birden bire. Hatta iktidarda olanlar, genellikle ilk darbeyi en yakınlarından yer.
    Zaten ben hayatım boyunca yabancılardan kimseye zarar geldiğini de görmedim. Her ağacın kurdu kendi içinde yaşar. Onun için ben iktidarda olsam etrafıma çok dikkat ederdim. Özellikle de bir zamanlar bana çok yakın olup eski konumunu kaybemiş ve şimdi biraz uzaklaşmış olanlara.

Saygılar sunarım.

Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

Türkiye'de Terör ve İstihbarat.



Türkiye’de terör sorununun istihbarat yapılanması boyutu. 


2008-2010 yılları arasında Londra büyükelçiliğinde çalıştım. Bu süre içinde, görevim gereği İngiliz savunma ve istihbarat kurumlarının çoğuna gittim. Benim, bunlardan en çok ilgimi çeken JTAC (Joint Terrorism Analysis Centre: Müşterek Terörizm Analiz Merkezi) oldu. Bu merkez, iç işleri bakanına bağlı MI5 (İç İstihbarat Servisi)’in teşkilatı içinde özerk bir yapıda oluşturulmuş ve bence çok işe yarayan bir yapı. O zamanlar bana anlatılanlara göre bu merkez; ABD ve Avrupa’nın bazı ülkelerinde art arda yapılmaya başlayan terörist saldırıların ardından, istihbarat ve güvenlik ile ilgili her türlü kurumdan personelin bulunduğu bir analiz merkezi olarak kurulmuş. Bu sebeple kuruluş amacı esas olarak bu tür terörist eylemleri yapılmadan önce öğrenmek ve yapılmasını engellemekmiş. Kuruluş yılı 2003. Bulunduğu yer Londra’nın merkezinde, parlamentonun hemen yakınındaki MI5’in merkez binasında. Gittiğimde beni sıkı bir güvenlik kontrolünden geçirdikten sonra içeri almışlardı. Şimdi kaçıncı kat olduğunu hatırlamıyorum ama üst katlardan birinde bana brifing verip kurum ve yaptığı işleri tanıtmışlardı. JTAC’ın görevi, ülke içindeki ve dünya çapındaki uluslar arası terörizm tehdidini istihbarat teşkilatlarından gelen raporlara ve açık kaynaklara göre değerlendirmek ve analiz etmek. Bu kurum, yaptığı değerlendirmeler sonucunda hükümet ve devlet kurumları için tehdit uyarı seviyeleri yayımlıyor. Hani bizde alarm seviyeleri var ya, aynen onun gibi. Beyaz, sarı, kırmızı gibi renklerle temsil edilen tehdit seviyeleri belirlemişler. Gelen haberler ve değerlendirmeler sonucunda mesela Londra’da bir terör eylemi yapılma ihtimali çok yüksek ise kırmızı alarm ilan ediyorlar. Eğer bu tehdit Londra’da değil de Kıbrıs’taki askeri üslere yönelikse o zaman da silahlı kuvvetler vasıtasıyla Kıbrıs için kırmızı alarm ilan ediliyor ve oradaki birlikler buna göre tedbir alıyorlar. JTAC ayrıca terör örgütlerinin eğilimlerini takip edip eylem kapasitelerini değerlendiriyor ve ilgili kurumlar için mevcut terör örgütleri hakkında rapor ve değerlendirmeler hazırlıyor. JITAC’ın içinde polislerden, tüm istihbarat kurumlarından, askerlerden ve diğer devlet kurumlarından, hatta akademisyenlerden oluşan geniş bir yelpazeden insanlar görev yapıyor. JTAC, MI5 başkanının altında olduğundan, aynı zamanda MI5’in uluslararası terörizm bürosu ile işbirliği halinde çalışıyor. MI5 binasında bulunmasına rağmen JTAC özerk bir yapıya sahip. 16 devlet kurumundan insanların beraber çalıştığı bir yer. Bu yapısıyla İngiltere’nin terörle mücadelesinde istihbarat konusunda ana teşkilatı durumunda. JTAC başkanı MI5’başkanına bağlı olarak çalışıyor ve raporları ona veriyor. MI5 başkanı da hükümetin Müşterek İstihbarat Komitesi’ne rapor veriyor. İngilizlerin söylediğine göre bir sürü istihbarat teşkilatından gelen ayrı ayrı raporlarla uğraşmak yerine terör konusundaki istihbaratı koordine ve takip eden böyle tek bir yapı oluşturulması çok etkili sonuçlar veriyormuş. Hem terör istihbaratı ile ilgili hükümet daha doğru ve anında bilgi alabiliyor, hem de hükümetin istihbarat konusundaki kontrolü artıyormuş. Şimdi Türkiye’ye bakıyorum da neden bizde böyle bir yapı kurulmamış diye sormaktan kendimi alamıyorum. MİT, Polis İstihbarat, Jandarma İstihbaratı, Genelkurmay İstihbaratı, Kuvvetlerin istihbaratı hep ayrı telden çalıyorlar. Aralarında bir koordinasyon filan yok. Yıllardır terör ile mücadele etmemize rağmen böyle bir sistemin kurulmamış olması sebebiyle terör örgütleri her zaman istedikleri yerde rahatça eylem yapabiliyorlar. Daha da ötesi bir terör örgütü (FETÖ), yüzlerce adamının katılımıyla gerici ve irticai bir darbe yapmaya kalkıyor ama hiçbir istihbarat teşkilatı bunu önceden öğrenemiyor. Türkiye’nin istihbarat konusunda, dağınıklık ve koordinasyonsuzluktan kaynaklanan sorunları olduğu çok açık. İstihbarat zafiyeti yaşıyoruz. Kurumların etkin çalışmamasından kaynaklanan zafiyetten bahsetmiyorum. İstihbarat ağacının bir kökten çıkan dallar gibi değil de yerden ayrı ayrı biten çalılar gibi olmasından kaynaklanan zafiyetten bahsediyorum. Bence hükümet ve ilgili kurumların acil olarak bu işe el atması gerekiyor. Hem genel istihbarat teşkilatında bir yapılanmaya hem de terör istihbaratı konusunda yeni bir oluşuma ihtiyaç var. İstihbarat teşkilatları hiyerarşik bir mimari içine alınarak kontrol ve koordinasyon sorunları ortadan kaldırılmalıdır. Ayrıca terör istihbaratı için mutlaka ve acil olarak müşterek bir yeni yapı oluşturulmalıdır. Hem de en kısa sürede. Ne kadar çabuk olursa o kadar iyi. Yoksa büyük şehirlerin sokaklarında dolaşırken acaba bir terörist eylem olur mu endişesiyle dolaşmaya devam ederiz. Öte yandan oğlunu askere gönderen her ana-babalar da acaba oğlum askerden sağ salim dönebilecek mi diye endişe etmeye devam edecektir.

Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

Tarih Boyunca Savaş ve Şiddetin Sebepleri.


     Savaş ve Şiddetin Sebepleri Nelerdir? 

     Savaş, karşılıklı taraflar arasında meydana gelen bir şiddet hareketidir ve şiddet savaşın olmazsa olmaz bir unsurudur. İnsanlık tarihi aynı zamanda savaşın ve şiddetin tarihidir. Yapılan arkeolojik araştırmalar da bunu doğrulamaktadır. Bulunan en eski insan kemiklerinde insan eliyle yapıldığı anlaşılan şiddet olaylarının izlerine rastlandığı gibi bulunan en eski aletler de bıçak, ok ucu ve mızrak ucu gibi silahlardır. Bu da gösteriyor ki insanlar bilinen en eski dönemden beri birbirlerine şiddet uygulamaktadırlar. Peki, ama insanlar neden birbirlerine karşı şiddet uygularlar?
     Bu soru tartışılırken genelde konu genel olarak şu iki noktada birleşmektedir: İnsanlar, yapısal olarak mı şiddete eğilimlidir, yoksa kendileri dışındaki bazı faktörlerin etkisiyle mi şiddet uygulamak zorunda kalmaktadırlar? Bu sorulara yanıt arayan bazı bilim adamları, şiddet eğiliminin insanın doğal yapısından kaynaklandığını iddia etmişler ve bunlar, ‘’Doğal yapı’’ taraftarı olarak adlandırılmışlardır. Doğal yapı taraftarları da kendi aralarında iki farklı gruba ayrılmıştır.
     Bu gruplardan biri, şiddet eğiliminin insanın yapısında var olduğunu iddia ederken diğeri ise şiddet hareketlerini, kusurlu bireylerin hatalı davranışları veya bir takım dürtü ve tahriklere verilen bir tepki olarak kabul etmektedir. Bu ayrıma rağmen şiddetin insan doğasından kaynaklandığını savunanları genel olarak savaşmaya yatkınlığın bize; hayvan atalarımızdan kaldığını, şiddet eğiliminin genetik yapımızda olduğunu, insanın beyninin şiddete eğilimli bir yapıda olduğunu ve evrim sürecinde şiddete meyilli genetik özelliklerimizin seçilime uğrayarak günümüze kadar ulaştığını iddia etmektedirler. Fakat yapılan bazı bilimsel araştırmalar bu iddiaların tartışmaya açık olduğunu göstermiştir. Örneğin nörologlar tarafından yapılan araştırmalar sonucunda, insanlardaki saldırganlığın alt beynin bir işlevi olduğu fakat bunun üst beyin tarafından kontrol edilerek dizginlenebildiği tespit edilmiştir. Dolayısıyla saldırganlığın sırf beynin yapısal özelliğinden kaynaklandığı söylenemez. Çünkü alt beyinde ortaya çıkan bir saldırganlık dürtüsü üst beyin tarafından engellenince saldırganlık eylemi gerçekleşmeyebilecektir.
     Beynin karar verme mekanizmasını ve böylece insan davranışlarını etkileyen önemli unsurlardan biri de hormonlardır. Bu hormonlardan bazılarının saldırganlık davranışları üzerinde etkili olduğu bilinmektedir. Örneğin testosteron hormonları normalden çok salgılanan erkeklerde saldırganlığın yüksek olduğu görülmektedir. Fakat yüksek testosteron salgılanması tüm erkeklerde meydana gelen bir şey olmadığı için insanların genelinde şiddet eğiliminin buna bağlı olduğunu iddia etmek doğru bir değerlendirme olmayacaktır.
     Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, nöroloji araştırmalarının bulgularına göre, beynin ve hormonların insanların şiddet uygulaması üzerindeki etkileri henüz tam olarak ortaya konulamamıştır. Fakat nöroloji araştırmalarının aksine, genetik alanında yapılan araştırmalarda kalıtım ile saldırganlığın seçilimi arasında bir ilişki olduğu tespit edilmiştir. Bunu insanlardaki saldırganlığın sebebi olarak gören bazı araştırmacılara göre saldırganlık, hayatta kalma olasılığını artıran bir genetik kalıtımdır. Bu anlayışa göre, yaşam bir kavga olduğundan düşmanca koşullara direnebilenler daha uzun yaşamışlar ve böylece saldırganlığı yüksek yeni kuşaklar üretmişlerdir.
     Ancak bu araştırmalarda ayrıca, saldırgan davranış sergileyen tüm canlıların aynı zamanda bunun düzeyini belirleyen genlere de sahip olduğu tespit edilmiştir. Bu sayede saldırgan dürtüler, kaçış olanağına yönelik tehditler ve risk hesaplarına göre dengelenmektedirler. Bu durum insanlarda “savaş veya kaç’’ diye tanımlanan davranış biçiminde görülür. Dolayısıyla saldırganlığın yapısal olduğunu iddia etmek ve bunu da genlere bağlamak çok doğru bir yaklaşım gibi görünmemektedir. Zaten antropoloji alanında yapılan bazı araştırmalar sonucunda elde edilen bulgular da insanlarda şiddet uygulamanın yapısal olduğu teorisi ile uyuşmamaktadır. Örneğin; Portekiz, İsrail, Tuna Vadisi, Sudan ve Bavyera’da yapılan kazılarda bulunan avcı toplayıcı insan kemikleri incelendiğinde her bölgede farklı oranda insanın şiddet uygulanarak öldürüldüğü tespit edilmiştir. Bu da avcı toplayıcılık döneminden itibaren değişik toplumların birbirinden çok değişik oranlarda şiddet uyguladığını göstermektedir. Eğer insanların şiddet uygulama eğilimi yapısal bir sebepten kaynaklanmış olsaydı bu oranların her yerde birbirine yakın çıkması beklenirdi.
     Demek ki şiddet uygulamanın temelinde yapısal özelliklerden başka farklı bazı sebepler aramak gerekmektedir. Bu sebepler aranırken bakılacak yer, konuya başlarken belirttiğimiz ikinci soruya da yani “Acaba insanlar kendileri dışındaki faktörlerin etkisiyle mi şiddet uygulamak zorunda kalmaktadırlar?’’ sorusuna cevap aranmasını gerektirmektedir. İşte bu soruya cevap vermek için birçok araştırmacı konuyu incelemiş ve bunun sonucunda bazı teoriler ortaya atılmıştır.
     Bu konuda ortaya atılan önemli teorilerden biri “toprak sahiplenme’’ teorisidir. Buna göre saldırganlık doğal bir dürtüdür. Enerjisini organizmadan alır ve tahrik edildiğinde harekete geçerek boşalır. Ancak hayvanların çoğunda hemcinslerinin saldırganlığını yatıştırma yeteneği vardır. Geri çekilme ve boyun eğme belirtileri göstererek hemcinslerini yatıştırırlar. Bu özellik önceleri insanlarda da vardı ancak insanlar, avlanmak için silah yapmayı öğrenince daha bol gıda almışlar, bol gıda alınca daha hızlı üreyerek oldukça kalabalıklaşmışlar ve böylece mevcut topraklar artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılamak için yetersiz kalmıştır. Bu sebeple bireyler, sahip oldukları toprakları koruyabilmek için diğerlerini öldürmeye başlamışlardır. Bunun sonucunda da insanlar arasındaki mesafe artmış ve insanoğlu yaşamını sürdürmek için başka hayvanları öldüren bir avcı olmaktan çıkarak hemcinslerini öldüren bir saldırgan haline gelmiştir.
     Bu teoriden yola çıkan bir başka düşünceye göre ise insanlar toplu halde avlanmanın daha iyi sonuç verdiğini keşfedince, tıpkı sürüler halinde ava çıkan hayvanlar gibi davranmaya başlamışlar ve av organizasyonlarıyla bir araya gelen bu insanlar kendi topraklarına giren veya işlerine karışan diğer insanlara karşı saldırgan davranışlar içine girmişlerdir. Ancak antropoloji alanında yapılan bazı araştırmalarda, tüm insanlık için genel bir teori olarak ortaya atılan bu iddiaların, her toplum için doğru olmadığı ortaya çıkmıştır. Örneğin Polinezya Adalarında ve özellikle de Paskalya Adası’nda yapılan araştırmalara bakılınca bu teorinin bu bölgede geçerli olmadığı anlaşılmaktadır. Bu adalardaki halklar binlerce yıl barış içinde yaşadıktan sonra, gıda miktarında bir artış olmadan nüfusta ortaya çıkan artış bu durumu tamamen değiştirmiştir.
     Burada nüfus arttıkça ormanlar tarım için kesilmiş, bunun sonucunda yağışlar azalmış ve bu da gıda üretimini daha da azaltmıştır. Ormanlar kesilince tekne yapımı için çok az ağaç kaldığından balıkçılık yaparak gıda temin etmek zorlaşmış ve bunun sonucunda mevcut barışçıl yapı aniden değişmiştir. Binlerce yıl barış içinde yaşayan ada halkı ikiye bölünerek birbirleriyle vahşi bir ölüm kalım savaşına girişmiş ve adaların birbirine çok uzak olması sebebiyle taraflar için bir kaçış yeri olmadığından bu iki grup, birbirlerini yok etme noktasına getirene kadar savaşmaya devam etmişlerdir. Görüldüğü gibi gıda artışının yarattığı nüfus artışı iddiasının tersine burada nüfus artışının yarattığı gıda yetersizliği ve insan eliyle doğal çevrede yapılan tahribat sonucunda ortaya çıkan iklim değişikliği şiddete sebep olmuştur. Ayrıca bu adalarda, toprak sahiplenme teorisinde iddia edildiği gibi silahların icadı savaşa sebep olmamış tam aksine insanlar birbirlerine şiddet uygulamaya karar verdikten sonra yanardağ yataklarından topladıkları camlaşmış taşlarla silah yapmaya başlamışlardır. Bu bölgedeki savaşın ve şiddetin toplu olarak avlanmakla da bir ilgisi görülmemiştir.
     Aynı durum Zulularda da yaşanmıştır. 14. Yüzyılda Avrupalı kâşiflerin karşılaştığı Zulular, oldukça barışçı ve şiddetten uzak bir şekilde yaşarlarken, 18. Yüzyılın sonlarında yaşam şartları değişmeye başlayınca saldırganlık davranışları artmaya başlamıştır. Önce, hayvancılıkla uğraşan kabilelerin servet ölçüsü olarak kabul edilen sürülerinin sayısı, verimli otlakların beslenmelerini sağlayamayacağı kadar çok artmıştır. Fakat bölgelerini çevreleyen araziler başka alanlara açılmalarına uygun olmadığından yeni otlak bulmaları mümkün olmamış ve bunun sonucunda toplumda şiddet eğilimleri ortaya çıkmıştır. Shaka adında bir lider gençleri askeri birlikler halinde teşkilatlandırmayı başarınca barışçılıklarıyla tanınan kabileler dünyanın en korkunç savaşçılarına dönüşmüşlerdir.
     Buna benzer başka birçok örneğin daha tespit edilmesi bu teorinin doğruluğunu sorgulanır hale getirmiştir. Bu sebeple doğallık temelli bu teorilere karşı bazı antropologlar tarafından “eğitim kuramı’’ adıyla farklı bir teori ortaya atılmıştır. Bu teoriyi ortaya atanlar, insanın üst değerlerinin alt değerlerinden daha üstün olduğunu ve işbirliğine daha yatkın toplumlar kurabileceğini öne sürmüşlerdir. Fakat bu teori çok fazla taraftar bulamamıştır.
      Bundan sonra daha fazla taraftar toplayan “kültürel saptama’’ adıyla bir teori ortaya çıkmıştır. Bu teoriye göre saldırganlığı belirleyen temel öge kültürdür ve bazı toplumlar daha baskıcı bir kültüre sahiplerken bazıları ise daha uysal bir kültüre sahiptirler. Bu sebeple saldırganlık toplumdan topluma değişmektedir.
     Bu teoriyi daha ayrıntılı bir şekilde araştırmaya girişen “yapısal işlevciler’’ konuyu yeni bir aşamaya taşımışlardır. Bunlara göre her toplum biçimi bulunduğu ortama uyum göstermenin bir işlevidir. Dolayısıyla şiddet te yaşanılan ortamın gereklerine göre şekillenir. Yani insan toplulukları yaşadıkları çevreye göre bir toplumsal yapı oluştururlar ve bu yapı şiddet uygulama düzeyini belirler.
     Görüldüğü gibi bu teoriler şiddetin kaynağını tam olarak açıklamasalar da toplumlar arasındaki şiddet ve saldırganlık eğilimlerindeki farklılıklar konusunda oldukça mantıklı yaklaşımlar sunmaktadırlar. Çünkü hayvanların davranışları tamamen genlerinden kaynaklanmasına rağmen eğitim kuramı savunucularının da iddia ettiği gibi insanlar davranışlarının çoğunu sonradan öğrenirler. Bu sebeple hayvanların davranışları genellikle kısa süreler içinde değişmezken insanlar herhangi bir çevresel veya genetik değişime ihtiyaç duymadan yeni davranışlar geliştirebilirler ve bunları gelecek nesillere aktarabilirler. Öte yandan insanların diğer hayvanlardan farklı olarak değişen ihtiyaçlara göre davranışlarını yenileyebilme yeteneğine sahip olması toplumlarda kültürel devrimin yolunu açmıştır.
     Bu sebeple her bölgede, değişik coğrafya ve iklim özelliklerine uyumdan kaynaklanan değişik kültürler ortaya çıkmıştır. Bunun sonucunda Amerikan yerlileri ve Avusturalya aborjinlerinde sık sık toplu çatışmalar görülürken Hebritliler gibi bazı toplumlarda ise iki düşman grup karşı karşıya geldiğinde hepsinin birbirleriyle savaşması yerine her gruptan seçilen birer kişinin düellosu ile yapılan gösteri niteliğindeki savaşlar ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla şiddet ve saldırganlığın toplumdan topluma değişmesinin eğitim ve kültürün bir sonucu olduğu söylenebilir.
     Bu konuda daha kesin bir yargıya varan bazı araştırmacılar insanın kendilerini nasıl yönettikleri konusunda kültürün en önemli etken olduğuna, bu sebeple savaşın da kültürün bir göstergesi olduğuna ve hatta bazı toplumlarda kültürün kendisi olduğuna inanmaktadır. Ancak kültür herhangi bir toplumda şiddetin boyutunu belirleyen bir etki yaratsa da sürekli bir barış ortamının sağlanmasını garanti edemez. Çünkü kültür de insanın yaşadığı çevreye bağlı olarak değiştiği için çevredeki değişimlerin yarattığı yeni ihtiyaçlar kültürü değiştirdiği anda Polinezya Adalarında veya Zulularda olduğu gibi uzun süredir barışçı bir kültüre sahip olan insan toplulukları aniden tam tersi istikamette davranabilmektedirler.
     1960’lı yıllardan itibaren bazı antropologlar ise çatışma ve saldırganlık kavramını yukarıda açıklanmaya çalışılan teorilerden farklı olarak ekonomik terimler üzerinden açıklanmaya başlamışlardır. Buna göre, insanlar daha çok gıda tüketme imkânı bulunca bu durum hızlı nüfus artışına, nüfus artışı rekabete ve rekabet de çıkar çatışmalarına sebep olmuştur. Bu durum ise beraberinde şiddet eylemlerinde artışı getirmiştir. İnsanlar daha çok gıda tüketme imkânına ancak tarım devriminden sonra kavuşmuşlardır. Dolayısıyla bu teoriye göre insanlarda şiddet uygulamanın tarım devrimi ile arttığı söylenebilir. Zaten bazı araştırmacılar da insanlar arasında şiddetin tarım devriminden sonra arttığını iddia etmektedirler.
     Bu araştırmacılara göre ilk çiftçiler muhtemelen avcı toplayıcılardan daha vahşiydiler. Çünkü hem başkalarından korumak zorunda oldukları daha fazla eşyaları, hem de ekmek için daha fazla toprağa ihtiyaçları vardı. Bu da rekabetin ve dolayısıyla çatışmaların artması için yeterli olmuş olabilir. Öte yandan tarım toplumlarındaki yeni yaşam biçiminin yapısı da düşmanca karşılaşmaların daha fazla oranda karşılıklı şiddet uygulaması ile sonuçlanmasına sebep oluyordu. Avcı toplayıcı bir grup diğerine saldırdığında, saldırıya uğrayan grup çatışmadan kaçabilirdi fakat tarım toplumlarında komşu kabileler birbirlerinin tarım alanlarına saldırınca kaçmaya veya uzlaşmaya yer olmuyordu. Çünkü herhangi bir insan grubu, tarım yapan bir topluma saldırdığında, kaçmak aynı zamanda aç kalmak anlamına geleceğinden saldırıya uğrayanlar kaçmak yerine yerleşim yerlerinde kalıp savaşmak zorundaydılar.
     Bunların dışında tarım toplumlarının şiddet olaylarının artmasına sebep olan bir başka özelliği de çiftçilerin kendi ihtiyaçlarından daha fazla gıda üretmeleridir. Çünkü ihtiyacından daha çok gıda üretmek, bu insanların katlanarak çoğalmasına sebep olmuş ve nüfus hızla artınca büyük yerleşim yerleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Bunun sonucunda, bu yerleşim yerlerinin idaresi için bazı politik ve toplumsal sistemler ortaya çıkmış ve bu sistemleri yönetmek için ortaya çıkan yöneticiler ve seçkinler çiftçilerin ürettiği fazla gıdayla beslenmeye başlamışlardır. El konan fazla gıdanın bir kısmıyla da bu sistemlerin korunabilmesi için gerekli olan askerler beslenmişlerdir. Bu durum ise savaşların artmasına sebep olmuştur.
     Yapılan kazılarda elde edilen insan kemikleri incelendiğinde, bu iddiaların gerçeğe oldukça uygun olduğu anlaşılmaktadır. Bulunan kemikler üzerinde yapılan araştırmalara göre tarım toplumlarında şiddet yüzünden ölenler avcı toplayıcılara göre çok fazla artarak toplam nüfusun %15’ine, erkek nüfusunun ise %25’ine varabilmektedir. Öte yandan tarım devrimi kalabalık şehirler ortaya çıkardıkça insanlar, büyük tanrılar ve anavatanlar hakkında hikâyeler icat ederek ihtiyaç duyulan toplumsal bağları oluşturmuşlardır. Bu da savaşların desteklenmesinde çok önemli bir rol oynamıştır. Böylece kültürler, siyasi sistemler, ideolojiler ve dinler orduların teşkili, bir arada tutulması ve savaşmasını sağlayan birer araç görevi görmüşlerdir.
     Bunlar aynı zamanda insan topluluklarının birer dini veya etnik kimlik kazanmalarına sebep olmuşlardır. Bu sebeple bazı araştırmacılar bu kimliklerin orduları bir arada tutmak için bir vasıta olarak kullanılmasından da öteye gittiğini ve şiddet uygulamanın daha çok kimlik adına yapıldığı ileri sürülmektedirler. Buna göre insanlık tarihinin başlangıcından itibaren her insan grubu kendine has bir kimlik duygusu geliştirmiştir. Her grup sadece kendilerinin gerçek insan olduğunu kabul ettiğinden diğer gruplar yabancı bir tür haline geliyor ve bu gruplara tepeden bakan grup şiddet uygulamayı kendinde bir hak olarak görüyordu.
     Kitle psikolojisi ile ilgili araştırmalar yapan bazı yazarlar ise şiddetin kitle psikolojisinin bir sonucu olduğunu iddia ederek şimdiye kadar açıkladığımız teorilere göre oldukça farklı bir yaklaşım sergilemektedirler. İnsanlar fiziksel olarak yok edilme tehdidiyle yüz yüze olduklarına inanırlar. Bu sebeple başkalarına şiddet uygulamaya ve onları öldürmeye hakları olduğunu savunurlar. Kendilerini tehdit altında hissedenler kısa süre içinde bir araya gelirler ve ortak bir şiddet eylemi için örgütlenirler. Montesquieu de bu iddiayı ortaya atanlara benzer bir şekilde insanların bir araya gelerek toplum halinde yaşamaya başlar başlamaz yalnızken hissettikleri zayıflık duygusunu kaybettiklerini, aralarında eşitsizlikler oluştuğunu ve o andan itibaren savaş durumunun ortaya çıktığını iddia etmektedir.
     Doğal yapı taraftarları gibi tüm bu teorilerde de ortaya atılan iddiaların insan saldırganlığını açıklamakta bir dereceye kadar haklı olduğu söylenebilir. Ancak bunların hiç biri insanlardaki şiddet uygulaması ve saldırganlığın temel sebebini tam olarak açıklayamamaktadır. Çünkü bu teoriler, insanların neden şiddet uyguladıklarını açıklamaktan ziyade tarihi süreç içinde şiddet uygulamalarının ortaya çıkması ve değişik toplumlarda farklı oranlarda yaygınlaşması ile ilgili açıklamalardır.
     Bu teorilerdeki iddialar değerlendirildiğinde şiddetin ve saldırganlığın temelde tek bir sebepten kaynaklandığı anlaşılmaktadır: İhtiyaçların yarattığı zorunluluk. Montesquieu’nün de söylediği gibi doğa kanunları gereğince insan önce varlığını devam ettirmeyi düşünür ve buna göre hareket etmeye ihtiyaç duyar. Bunun için de yiyecek aramaya yönelir. Platon’un (MÖ 427-347) ‘’Devlet’’ isimli eserinde devletin yiyecek teminine yetecek bir toprak elde etmek için savaşmak zorunda olduğunu söylemektedir. Bu düşünürlerin de öne sürdüğü gibi insanlar her zaman yaşayacak güvenli bir alan ve yaşamını sürdürmeye yetecek gıda kaynaklarına ihtiyaç duyarlar. Tüm şiddet uygulamalarının ve çatışmaların temelinde işte bu iki ihtiyacı karşılama güdüsü yatmaktadır.
     Başlangıçta insan nüfusu çok az ancak kaynaklar ve alan çok fazla olduğu için insanlar birbirleriyle çok fazla karşılaşmamış ve dolayısıyla pek fazla çatışmamışlardır. Rousseau’nun da dediği gibi insanlar dünya üzerindeki o ilk bağımsızlıkları içinde yaşarlarken aralarında barış ya da savaş hali kuracak kadar değişmez ilişkiler olmadığı için birbirlerine doğal olarak düşman değildiler. Ne zaman ki insanlar tarım ve hayvancılık yapmaya başlamışlar, yani tarım diye yeni bir faaliyet biçimi ortaya çıkmış işte o zaman insanların şiddet ile ilgili davranışları hızla değişmiştir. Çünkü insanlar, avcı toplayıcı olarak en kurak çölden en soğuk tundralara kadar birçok bölgede yaşayabilirlerken dünya üzerinde tarım yapılacak alanlar oldukça sınırlıdır. Bu alanlara yerleşen insanlar bir de hızla çoğalmaya başlayınca paylaşılacak alan ve gıda oransal olarak giderek azalmıştır. Bu da mevcut kaynaklar ve alan için mücadelelerin artmasına sebep olmuştur.
     Buna rağmen insan, konu çatışma olduğunda rasyonel davranabilen bir canlıdır. Çünkü herhangi bir çatışma, rakibi gibi kendisi için de ölüm veya yaralanma riski taşıdığından insanlar genel olarak mecbur kalmadıkça çatışmaya girmemişlerdir. Yapılan bazı araştırmalarda bu durumun sadece insanlarda değil insana çok benzeyen bir hayvan olan şempanzelerde de benzer şekilde olduğu görülmüştür. 1970 yılında yapılan bir araştırmada şempanzelerin başka bir şempanze topluluğuyla karşı karşıya geldiklerinde ihtiyatlı bir tutum sergiledikleri gözlemlenmiştir. Erkek şempanzeler ilk önce yapılacak bir saldırının getireceklerini ve götüreceklerini hesaplamışlar ve elde edilecek şeyler alınacak riske değer görüldüğünde saldırıya geçmişlerdir. İnceleme yapılan şempanze grupları arasındaki çatışma; bölge, yiyecek ve dişiler için yapılmıştır. Yani şempanzeler, üzerinde rahatça yaşayabilecekleri bir toprak parçası, açlıktan ölmemek için ihtiyaç duydukları gıda maddeleri ve genlerini gelecek nesillere aktarmak ve soylarını devam ettirmek için gerekli eşler için dövüşmüşlerdir.
     Bu durum aslında insan toplulukları arasındaki çatışma sebepleriyle de büyük bir benzerlik göstermektedir. İnsanın şiddet uygulamasının temelinde de bunlara ulaşmak arzusu yatmaktadır. İnsanlar da aynı şempanzeler gibi bunu mümkün olduğu kadar bir çatışmaya girmeden yapmaya çalışsalar da mecbur kaldıkları zaman şiddete başvurmaktan çekinmemektedirler. Yani insanlar için şiddet yapısal özelliklerden kaynaklanan otomatik bir faaliyet veya kültürel bir tercih değil ihtiyaçların ortaya çıkardığı bir zorunluluktur.
     Modern çağlarda insanların gıda ve barınma gibi temel ihtiyaçları daha fazla karşılanabildiği halde savaşların artması, bu iddiaya tezat teşkil ediyormuş gibi düşünülebilir. Ancak bu durum insan ihtiyaçlarındaki değişimle açıklanabilir. İlk insanla bugünkü insan arasında fark şudur: Kaynaklar her geçen gün azalırken insan ihtiyaçları ise gün geçtikçe artmıştır. Çünkü insanoğlu geliştikçe doğadan ve gerçeklikten kopmuş ve kendine doğal olmayan bir dünya kurmaya başlamıştır. Bu sebeple giderek daha da sanallaşan bu dünyada yaşayan insanların gün geçtikçe daha da sanallaşan ve subjektifleşen yeni ihtiyaçları ortaya çıkmıştır.
     Bu durum insanlar geliştikçe artarak devam etmiştir. Avcı toplayıcı insan elindeki bir mızrak, üzerindeki bir kürk ve avlanıp yiyecek toplamasına yetecek kadar bir toprak ile yetinirken tarım toplumu yaşam biçimine geçen insan, kendisine bir yıl yetecek kadar mahsul üretmek yerine daha fazla üretmek için daha geniş toprakları ele geçirmek istemiştir. 10 koyunla geçimini sağlayabilen bir çoban ise gerçekte ihtiyacı olmadığı halde hep daha fazla koyunu olsun diye çaba göstermiştir. Çünkü avcı toplayıcı için hiçbir anlamı olmayan zenginlik ve bunun yarattığı güç, tarım toplumunda birçok insan için bir ihtiyaç haline gelmiştir. Günümüzde de, normal olarak herhangi bir araba ulaşım ihtiyacını karşılayabilecekken çoğu insan elindekinden daha pahalı ve lüks bir arabaya ihtiyaç duymaktadır.

Saygılar sunarım.

Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

26 Ekim 2017 Perşembe

Yahova Şahitleri 2: Şahitlerin Amaçları Nelerdir?


     Bir önceki yazımızda Yahova Şahitlerinin Amerika'da 1872 yılında Charles Taşe Russel (Papaz Russel) tarafından kurulduğunu ve bir Hristiyan tarikatı olduğunu açıklamıştık. Yalnız bu tarikat Katolik ve Protestanlığın yanlış yola saptığına inanan ve İncil yerine Kitab-ı Mukaddes'i esas kaynak olarak kabul eden ve gerçek tanrının bu kitaptaki Yahova olduğuna inanan diğer Hristiyan tarikatlarından biraz farklı bir tarikattır.
     Bu tarikat cehennemin varlığına inanmamakta, cehennemliklerin bu dünyada cehenneme gömüleceklerine ve yok olacaklarına inanmaktadır. Cennet te bu dünyada gerçekleşecek ve İsa Mesih indikten sonra cennete gidecek tüm ölülerin de dirileceğini ve cehennemliklerle yapılan savaş sonunda tüm cehennemlikleri yok edeceğini ve 1000 yıl boyunca İsa Mesih liderliğinde bir dünya krallığı kurulacağını iddia etmektedirler.
     Buradan da anlaşılabileceği gibi bu tarikatın amacı yakında İsa Mesih'in tanrı Yahova'nın yanından dünyaya inmesine kadar ona uygun ortamı ve taraftar kitlesini hazırlamaktır. İsa Mesih inince de bu taraftarlarla beraber diğer insanlarla savaşılacak ve 1000 yıl sürecek olan teokratik Hristiyan devleti kurulacaktır.
     Tarikatın üyeleri bu amaçlarına ulaşmak için dünyanın her yerinde faaliyet göstermektedir. Bu maksatla insanları Yahova Şahidi yapabilmek için tebliğ ekipleri oluşturulmuş ve bu ekipler hizmet aşkı ile tüm varlığı ile çalışmaktadırlar. Bu hizmet ekibinde günlük mesaisinin tamamını bu tebliğ işine ayıranlara ''öncüler'', yarım gün çalışanlara ise ''NEŞRİYATÇILAR'' denilmektedir.
     Bu şahitler iki yöntemle taraftar kazanmaya çalışırlar. Birinci yöntem dergi ve risaleler yayımlayarak dağıtmak, ikincisi ise insanlarla bire bir temas kurmak şeklindedir. Bu tür faaliyetler sonucunda eğer bir mahallede yeterince taraftar toplamışlarsa o mahallede bir kilise açarlar. Bu kiliseler bildiğimiz Hristiyan kiliseleri gibi değildir.
     Türkiye gibi Müslüman ülkelerde genellikle bir apartman dairesi kilise olarak kullanılır. Bu kiliseler Krallık Salonu derler. Bu kiliselerde Kitab-ı Mukaddes eğitimi verilir ve bu kitapta anlatılanlar günlük gerçek olaylara ve gelecekte olacağına inandıkları olaylara göre yorumlanarak bu kitabın tek gerçek ve doğru kitap olarak göstermeye çalışırlar.
     Tarikat mensupları özel yaşamlarında da bu kitaba göre oldukça katı kurallara bağlı kalmak zorundadır. Örneğin boşanmak kesinlikle yasaktır. İçki içmek ve sigara kullanmak ise haramdır.Şahitler sadece Yahova'nın Şahitleri olduğundan diğer dinlerin ve mezheplerin hiçbir kuralına saygı göstermezler.
     Yahova Krallığı dini bir krallık olacağı için etnik ayrım gözetmezler. Ayrıca hiçbir devletin varlığına, bayrağına, milli marşına ve diğer devlet sembollerine saygı göstermezler. Onlar sadece İsa Mesih'in dünyaya indiği zaman savaşacakları için kendi taraftarlarına ''KUTSAL İŞÇİ'' derler ve hiçbir devlet için savaşmazlar veya askere gitmeyi kabul etmezler.
     Dolayısıyla Yahova Şahitleri; İşaya'nın (40/10) ayetinden isimlerini alan, Yahova'nın güçlü bir tanrı ve tek gerçek tanrı olduğuna, İsa'nın da vadedilmiş ''YENİ DÜNYA'NIN KRALI'' olduğuna, bu kralın şimdi taç giymiş olarak gökte tanrının yanında bulunduğuna, yakında yeryüzüne inerek günahkarlarla savaşacağına ve Armagedon savaşında yeryüzündeki tüm kötü insanları yok edeceğine, Yahova'ya boyun eğip onun ikazlarına uyanların bu savaştan sonra kurulacak yeryüzü krallığında ebedi olarak yaşayacağına inananların oluşturduğu bir Hristiyan tarikatıdır. Bu sebeple temel maksatları yakında gerçekleşecek olan İsa'nın yeryüzüne inişine hazırlanmak ve o zamana kadar mümkün olduğu kadar çok taraftar kazanmaktır.

Saygılar sunarım.
Bu tarikat hakkında yeni yazılar yayımlamaya yakın zamanda devam edilecektir.

Mehmet Çanlı

Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

Yahova Şahitleri 1: Kimdir, nedir?


Yahova Şahitleri diye bir grubun varlığını çoğu insan duymuştur. Ancak yine de çoğu insanımız tarafından bu grubun ne veya kim olduğu hakkında pek fazla bir şey bilinmemektedir. Ben böyle bir grubun varlığından ilk defa 1984/85 yıllarında İzmir'de bu gruba mensup insanlarla tesadüfen karşılaşınca haberdar oldum. Anlattıkları şeyler bana çok ilginç ve bir o kadar da saçma geldiği için bu insanları araştırma ihtiyacı hissettim ve hayretle gördüm ki bu grup İzmir başta olmak üzere Türkiye'nin birçok yerinde çok yoğun bir şekilde taraftar kazanmak için çalışıyormuş. Sonra bu grup hakkında bulabildiğim kitapları okumaya başladım. O zamanlar, Türkiye'de bunlar hakkında çok az kitap vardı. Kendi çıkardıkları yayınlar da birkaç tane dergiden ve risaleden ibaretti. İki ilahiyatçının yazdığı 45-50 sayfalık bir kitapçık hariç diğer kitaplardan o zamanlar çok fazla faydalanamadım çünkü çok karmaşıktılar. Muhtemelen bu grup hala Türkiye'de faaliyet gösteriyordur. Bu sebeple merak edenler için Yahova Şahitleri hakkında birkaç şey yazmayı gerekli görüyorum. Öncelikle sorulacak soru şudur: Kim bu Yahova Şahitleri? Buna verebileceğim en basit cevap, Yahudilerin kitabı olan Kitab-ı Mukaddes'i temel kitap kabul eden bir Hristiyan tarikatıdır olacaktır. Bu tarikat, biraz bu gün çok bilinen FETÖ'ye benzer bir yapıda çalışmaktadır ve mensupları da aynı örgüt mensupları gibi kendilerini hizmete ve davaya adamış insanlardır. Zaten benim bahsettiğim tarihlerde Fethullah Gülen İzmir'de vaizdir ve muhtemelen örgütünü kurarken Yahova Şahitleri ve benzeri örgütlerden esinlenmiş olmalıdır. Çünkü Yahova Şahitleri'nin benim o zaman kaldığı mahallenin imamına bile kendi tarikatlarını anlatıp yanlarına çekmeye çalıştıklarını duymuştum. Muhtemelen o zamanlar Fethullah Gülen veya çevresindeki yakın kişilerle bu tarikat arasında bir temas olmuştur. Bu tarikatın nereden çıktığına baktığımızda aslında hiç te yeni bir tarikat olmadıkları anlaşılmaktadır. Yahova Şahitleri ilk olarak 1872 yılında, Papaz Russel diye bilinen Charles Taşe Russel (1852-1916) tarafından ABD'de kurulmuştur. O ölünce de yerine Joseph Franklin Rutherford (1869-1942) geçmiştir. Tarikatı ortaya çıkaranların temel tezi; Katolik ve Protestanların İsa Mesih'in gösterdiği doğru yoldan sapmış olduğu iddiasına dayanmaktadır. Tarikat belki de bu sebeple bu iki mezhebin ana kaynak olarak kullandıkları İncil yerine tarikatlarının ana kaynağı olarak Kitab-ı Mukaddesi kabul etmişlerdir. Benzer bir şekilde tarikat; Kitab-ı Mukaddes'te bahsedilen Tanrı Yahova'ya inanmakta ve onun tek gerçek tanrı olduğunu iddia etmektedir. Bu tarikat bir Hristiyan tarikatı olmasına rağmen bilinen Hristiyan mezhep ve tarikatlarından oldukça önemli farklılıklara sahiptir. Örneğin, tarih boyunca bir sürü Hristiyan mezhep ve tarikatının çıkmasına sebep olan ve Hristiyanların en büyük açmazı olan üçlü teslis inancı konusunda da Katolik, Protestan ve Ortodokslardan farklı düşünmektedirler. Bu üç büyük Hristiyan mezhebine göre İsa Mesih tanrının oğlu olarak kabul edilirken Yahova Şahitleri onun tanrı değil insan olduğunu, fakat sıradan bir insan değil, dünyada tanrı krallığını kurmak için tanrı tarafından görevlendirilmiş bir elçi ve bir İnsan-ı Kamil'dir. O, Adem peygamberin cennetten kovulmasına sebep olan yasak meyveyi yiyerek işlediği günahın affedilmesi için tanrının rızasını kazanmak amacıyla hayatını feda etmiş ve bunu insanları bu günahtan kurtarmak için yapmıştır. Yani İsa, tüm insanların üzerinde yük olmuş olan Hz. Adem'in işlediği günahı affettirmek için kendini feda eden örnek bir insandır. Tanrı zaten Habil'den beri dünyaya iyi insanlar göndermiş ve insanlığın bozulmasının önüne geçmiştir. İsa ise gönderilen insanı kamillerin sonuncusudur. Yahova Şahitleri'nin bu faklı İsa inançları yanında dünya ve ahiret inançları da üç büyük tek tanrılı dinden farklıdır. Çünkü Yahova Şahitleri cennete inanmakta fakat bir cehennemin varlığına inanmamaktadır. Onlara göre iyi insanlar ölünce cennete gidecek, kötü insanlar ise yok olacaklardır. Bunlara göre cehennem, bu günkü İsrail sınırları içinde Genom denilen bir yerdedir. Öbür dünyada bir cehennem yoktur. Son zamanlar da Vatikan'ın son papasının da cehennemin olmadığını açıklamasını bir benzerlik ortaya çıkması açısından burada bir dipnot olarak belirtmek isterim. Yahova Şahitleri,1916'dan başlayarak insanlığın son dönemine girdiğine inanırlar. Onlara göre artık bu tarihten sonra bir gün, gökyüzünde tanrı Yahova'nın sağ tarafında oturan İsa Mesih gökyüzüne inecek ve 1000 yıl sürecek olan kutsal dünya krallığını kurmak için iyi insanlarla birlikte kötü insanlara karşı savaşacaktır. Fakat İsa Mesih'in inme zamanı yaklaşınca önce Şeytan kısa bir süre için serbest bırakılacak ve dünyaya inerek zayıf ve kötü insanları kandıracaktır. Zaten İsa Mesih te şeytanın kandırdığı bu insanlarla savaşacak ve Armegedon'da yapılan son savaşta bütün kötüler öldürülecek ve Genom'a (Yani İsrail'deki dünya cehennemine gömülecektir. Bundan sonra da 1000 yıl süreyle İsa Mesih'in teokratik devleti yaşayacaktır. Bu devlet kurulunca daha önce ölmüş olan iyi insanlar da dirilecek ve bu bin yıl boyunca bu krallıkta yaşayacaklardır. Yani aslında cennet te cehennem de bu dünya üzerindedir. Cehennem kötü insanların ölünce gömüleceği ancak tekrar dirilmeyerek yok olacakları bir yerdir. Cennet ise İsa ile birlikte bu dünyada kurulmuş olacaktır. O zaman tarih boyunca ölmüş kamil insanlar da dirilerek bu cennette yaşayacaktır. Bu bölümleri okuyunca siz de muhtemelen bizim bazı dini gruplarımızda anlatılan deccal ve mehdi hikayesinin bu hikayeye ne kadar benzediğini fark etmişsinizdir. Birçok ilahiyatçı bunun Tevrat'tan alınma bir hikaye olduğunu, İslamla alakası olmadığını söylemektedir ve bence de öyledir. Şimdi bizim FETÖ'cüler de bu söylemlere çok inanmaktadır. Hatta zaman zaman Atatürk'ü veya Erdoğan'ı deccal olarak gösterip Fethullah Gülen'i de İsa Mesih dünyaya inmeden önce onun için şartları hazırlayacak olan Mehdi olarak göstermekte ve kendi ifadelerine bakarsak buna kendileri de inanmaktadırlar. Bu tür yazılar çok uzun oldukları zaman okuyucu ilgisini kaybedebilmektedir. Bu sebeple Yahova Şahitleri ile ilgili diğer bilgiler müteakiben yeni yazılarda anlatılmaya çalışılacaktır.

İnşallah anlatılan bilgiler faydalı olmuştur.

Bir dahaki yazıda görüşmek üzere hoşça kalın.

Saygılar sunarım.

Mehmet Çanlı.

Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.