.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}
Savaş ve Strateji Yazıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Savaş ve Strateji Yazıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Ocak 2022 Cuma

2022 yılı kötü geçecek gibi görünüyor.

 2022, 2021'den daha kotu geçecek gibi.

Baharda Ukrayna'da ne olacaksa olacak.

Top Rusya'da.

Rusya'nın caydırıcılık ve zorlama konseptleriyle yaptığı hamleye Bati ve NATO ayni konseptle cevap verdi.

Hamle sırası Rusya'da.

Rusya şimdilik 1-0 önde.

Çünkü Ukrayna krizi Belarus ve Suriye krizini gündemden düşürdü.

Kafkasya'da da Rusya Batı'ya kayan Ermenistan'ı Karabağ savaşında destek vermeyerek cezalandırdı.

Bu sayede ayrıca, Elçibey'in ülkeden çıkardığı Rus ordusu Karabağ'da yeniden Azerbaycan topraklarına girdi.

Suriye'de, Rusya yerini sonsuza dek garantiledi.

Çünkü rejim hayatta kalmak için tamamen Rusya'ya bağlı.

Rusya Ukrayna'da saldırgan bir tutum uygulamaya karar vermezse baharda Libya'yı karıştırarak krizi topraklarından uzak bir noktaya taşımaya çalışabilir.

Dünya genel bir gerginlik içinde.

2. Dünya Savaşı öncesi gibi enflasyon tüm dünyada arttı ve otoriterlik yaygınlaştı.

İnşallah genel bir savaş çıkmaz.

Rusya-Batı çatışması kimin işine yarar?

 Roma ve Doğu Roma yüzyıllarca Iran ve Ortadoğu imparatorlukları ile savaştı.

Bunun sonucunda Anadolu harabeye dondu.

Nüfus azaldı.

Bu mücadele Romalıların, İranlıların ve Arapların gücünü tükenme noktasına getirdi.

Böylece Anadolu-İran ve Ortadoğu'da büyük bir boşluk oluştu.

Bu boşluğu doğudan gelen organize olmuş dinamik bir toplum yapısına sahip Türkler doldurdu.

Bundan sonra tarihi yüzyıllarca Türkler şekillendirdi.

Ayni senaryo bugün de gerçekleşiyor gibi.

Rusya, Ukrayna ve Belarus'ta Bati ile didişiyor.

Bir savaş çıkarsa, oluşacak boşluğu Çin dolduracak.

Stratejide asıl olan taarruzdur.

 Bazen ve hatta çoğu zaman savunma yapmak sizi daha kotu duruma düşürür.

En iyi savunma taarruzdur.

16 Mart 1920'de İngilizler İstanbul'u işgal edince Mustafa Kemal Paşa, İngilizlerin davranışının kötülüğünü anlatmakla vakit geçirmedi.

Olayı kınayan teller çekip hemen Anadolu'daki tüm İngiliz subay ve askerlerinin tutuklanmasını emretti.

Yani karşı taarruza geçti.

Bunun üzerine İngilizler kendi adamlarını kurtarma derdine düştüler.

Böylece 1921 yılında esir ve tutukluların mübadelesi anlaşması imzalamak zorunda kaldılar.

Hem de resmi olarak tanımadıkları Ankara hükûmeti ile.

Bir mücadelede esas olan düşmanın dengesini bozmaktır.

Savunma yaparak denge bozmak neredeyse imkânsızdır.

Aslolan taarruzdur.

Savunma yapmak zorunda kalındığında bile savunma taarruzi bir ruhla yapılmalıdır.

Not: Strateji herkes için gerekli birilimdir.

25 Ocak 2022 Salı

 Stratejide esas kuvvet çoğunluğu ile düşmanın hassas ve zayıf tarafına taarruz etmektir.

Taarruz ısrarla ve istikamet değiştirmeden yapılmalıdır.

Düşman sizi bundan vazgeçirmek için bazı aldatma tedbirleri uygulayabilir.

Cazip görünen başka sahte hedefler (yemler) ortaya atabilir.

Bu durumda istikamet değiştirmeden hedefe doğru, yani düşmanın hassas tarafına doğru ilerlemek gerekir.

Yem ile vakit kaybetmemek lazım.

Her yeme atlayan bir kuvvet hem zaman kaybeder hem de sürtünme etkisiyle zayıflar.

Ortada yem varsa düşman zorda demektir.

Hedefe daha büyük bir ısrarla taarruz etmek gerekir.

Duraklamak, takviye beklemek, ikircikli davranmak, nereye saldırılacağı konusunda şüpheye düşmek düşmana zaman ve fırsat kazandırır.

Örneğin Enver Pasa Allahuekber Dağlarından indiğinde Hafız Hakki Paşa'yı beklemek yerine hemen Sarıkamış'a taarruza geçseydi bu gün Sarıkamış Muharebesi cok farklı anlatılırdı.

Kanuni bütün yaz mevsimini düşmanın önemsiz kaleleri ile ve küçük kuvvetleri ile geçirmek yerine doğrudan Viyana'ya taarruz etseydi, belki de ikinci viyana kuşatması ve bozgunu olmayacaktı.

Çünkü Viyana'yı ele geçirebilirdi.

14 Aralık 2021 Salı

Bazen başarısız kişileri korumak gerekir.

 Bölük komutanı yanındaki keskin nişancıya sormuş:

"Düşmanın keskin nişancısı nasıl?"

"Berbat komutanım. Doğru dürüst ateş etmeyi beceremiyor."
"O halde niye öldürmüyorsun onu?"
"Yerine daha iyisini getirmelerinden korkuyorum."

Kıssadan hisse:
Bazen, başarısız kişileri korumak, aslında kendinizi korumak olabilir.

25 Ağustos 2020 Salı

Stratejinin temel unsuru olarak zaman olgusu ve liderlik.

Zaman, stratejinin üç unsurundan biri, belki de en önemlisidir. 
Bu sebeple tarihte çoğu zaman güçlü tarafın yenildiği görülür. 
Mekan sabit bir parametredir. 
 Kuvvet ise değişkendir. 
Kuvveti mekânın sağladığı avantajlardan da faydalanarak güçlendirmek veya en etkili şekilde kullanmak zamanı uygun kullanmaya bağlıdır. 
Bu yüzden basta Ataturk olmak üzere başarılı liderler için hep zamanlama ustası derler. 
Ataturk 31 Ekim 1918'de değil de neden 19 Mayış 1919'da Samsun'a çıktı? 
31 Ekim'de elinde fikri ve fiziki hazırlık için zaman yoktu. 
İçinde bulunduğu zamanın koşulları da uygun değildi. 
Bizde erken öten horozun kafasını keserler. 
Tarlaya tohumu sadece uygun mevsim koşullarının oluştuğu aylarda atarlar. 
Bundan önce de tarlayı sürer ve ekime hazırlarlar. 
Siyasi hareketler de böyledir. 
Lenin daha önce de devrim yapmaya çalıştı. 
Ama 1. Dünya Savaşı sonlarında ortaya çıkan yıkım olmasaydı belki de Bolşevik Rusya hiç var olmayacaktı. 
İyi lider, zamanı iyi kullanan ve zamanın şartlarını iyi değerlendiren liderdir.

6 Mayıs 2020 Çarşamba

Mahallede Köpek Savaşları

Bizim mahallede bir kopek yavruladi. 
Kisirlastirma basarili olmamis herhalde. 
Kişın ortasinda yavruladigindan mahalleden biri külübe yapti iki tane. 
Mahalleli de yemek birakti surekli olarak. 
Bence bu iste bir sorun var. 
Bazen mahallede 20 civarina cikiyor kopek sayisi. 
Butun gece yukari mahalleden gelen cete ile kavga ediyorlar. 
Kavgalar cok acimasiz geciyor. 
Ust mahallenin surusu yine geldi 2 gun once. 
Bizim mahalledeki suru bildigin askeri usullerle yaklasti. 
Onde dort kopekten olusan uç vardi. 
Yukari mahallenin kopekleri de benzer bir duzen almisti. 
Bizim uctaki 4 kopek yukari mahallenin surusunden bir kopegin uzerine cullanip yakaladi. 
Yukari mahallenin kopekleri onu kurtarmak icin hamle yapinca arkadaki kopekler hucuma gecip onlari geri pusturttu. 
Uctaki 4 kopek yakaladiklari yukari mahalleden bir kopegi sokak arasina surukledi. 
Havlamalardan katliam yaptiklari anlasiliyordu ama ben goremiyordum. 
Bir sure sonra sesler kesildi. 
Dort kopek gorundu. 
Surunun yanina geldiler agir agri. 
Bir sure sonra da surukledikleri kopek ortaya cikti. 
Ayagi sekiyor ve adeta surunerek yuruyordu. 
Yol lambasinin isigindan her yerinin kan icinde oldugunu gordum. 
Agir agir yuruyerek kendi surusunun yanina gitti. 
Suru onu alip mahalleden uzaklasti. 
Hayvanlar gayet planli savasiyorlar. 
Bunlar ac kalirsa insanlara da saldirirlar. 
Nitekim gecen yaz bir kiz cocuguna saldirdiklarini gordum. 
Apartmandan bir adamla beraber kosup bagirip cagirarak cocugu kurtardik. 
Tamam hayvanlari ben de seviyorum. 
Zaman zaman yemek de veriyorum. 
Ama bu isin bazi riskleri oldugu da ortada. 
Bu konu tartisilip insani bir cozum yolu bulunsa iyi olur.

12 Aralık 2017 Salı

NATO'da Toplantı ve Tatbikatlar



(Bu yazıyı daha önce yayımlamıştım. Ancak nasıl olduysa yazı blogda bozulmuş. Blogu kontrol ederken yazının görünmediğini fark ettim. Onun için yeniden yayımlıyorum.) Son günlerde hem basında, hem siyaset dünyasında ve hem de sosyal medyada herkes NATO hakkında bir şeyler söylüyor. Çünkü Norveç'te oldukça can sıkıcı ve mutlaka hesabı sorulması gereken bir olay yaşandı. Madem konuyu bilen veya bilmeyen herkes birşeyler söylüyor, ben de burada bildiğim bazı şeylerden bahsedeyim dedim.

Öncelikle şunu söyleyeyim: Ben NATO'da hiç çalışmadım. Ancak 2008-2010 yılları arasında Londra'da görev yaparken, Londra'nın hemen dışındaki Nato üssü ile Londra'ya araba ile iki saat mesafede bulunan diğer NATO üslerine giderek bazı sosyal faaliyetlere, inceleme gezilerine ve toplantılara katıldım. Londra'ya yakın olan üste iki denizci Türk subayı görev yapıyordu. Bu subaylarla ailece de görüşüyorduk. Kuzey'deki üste ise bir karacı binbaşı bir yıl süreyle görev yaptı ama mesafe oldukça fazla olduğundan onunla ancak birkaç defa görüşebildim. Bu arada birçok yabancı subay ve sivil NATO çalışanıyla da sohbet etme imkanım oldu.

Öncelikle NATO'da çalışan subaylarla yaptığım görüşmeler ve sohbetlerde NATO hakkında söylediklerinden kısaca bahsedeyim. Türk ve yabancı subayların çoğunun, kendi aralarında eğlenmek için de olsa, NATO hakkında küçümseyici bazı söylemleri var. Örneğin NATO kelimesinin North Atlantic Treaty Organization (Kuzey Atlantik Antlaşması Organizasyonu, Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilatı veya Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü olarak tercüme edilebilir) olan açılımı hakkında bazı komik ve aynı zamanda küçümseyici açılımlar uyduruyorlar.

Bu uydurma açılımlardan aklımda kalanlardan biri ''No Action Talk Only'', yani ''Eylem Yok Sadece Konuş'' açılımıdır. Bununla, NATO ''hiçbir şey yapmayan ama sürekli konuşup duran bir örgüt'' demek istiyorlardı. Aklımda kalan diğer bir kısaltma ise ''North Atlantic Travel Organization'', yani ''Kuzey Atlantik Seyahat Organizasyonu'' dur. Bununla da NATO'nun, çalışanlarının sürekli olarak ülkeler ve kıtalar arasında seyahatler yaptığı ama işe yarar hiçbir şey yapmadığı bir örgüt olduğu ima ediliyordu.

Bu açılımlar, size manasız gelebilir ama Türk ve yabancı NATO çalışanı subaylar bu tür kısaltmalara kahkahalarla gülüyor ve gördüğüm kadarıyla NATO'yu bu şekilde küçümserken oldukça eğleniyorlardı.

Bu iki açılımın nereden çıktığını merak edip sohbet arasında bazı NATO çalışanlarına  sordum. Söylediklerine göre No Action Talk Only açılımı, NATO'nun sürekli olarak gerekli veya gereksiz bazı tatbikatlar yapması ama dünya üzerindeki (Bosna'da olduğu gibi) bir çok soruna ya müdahale etmemesi veya çok geç müdahale etmesini eleştirmek için uydurulmuş.

North Atlantic Travel Organization kısaltması ise NATO'nun sürekli olarak toplantılar yapması ve bu toplantılara hemen her yerdeki NATO üslerinden çalışanların katılmasından kaynaklanıyormuş. Örneğin Belçika/Mons'ta DAEŞ hakkında bir toplantı yapılınca bütün Avrupa'ya yayılmış NATO üslerinden ilgili şubelerde çalışanlar bu toplantıya katılıyormuş.

Bu sebeple NATO çalışanları sürekli olarak geziyorlarmış. Buna ben de şahidim, çünkü zaman zaman bizim NATO'da çalışan personeli bazı faaliyetlere iştirak etmeleri veya bir yerde bir şeyler yeyip sohbet etmek için davet ettiğimde çoğu zaman Londra ve hatta İngiltere dışında olduklarını söylüyorlardı. Herhangi bir toplantı veya iş sebebiyle çalıştıkları yere gittiğimde de yurt dışında oldukları için onları ofislerinde bulamadığım oluyordu.

Çalışanlar bu toplantıları; seyahatler sebebiyle günlük işlerine vakit ayıramadıkları ve aileleriyle pek ilgilenemedikleri gibi, hiçbir işe yaramayan bu toplantılarda NATO'nun parasının da çarçur edildiğini düşündükleri için eleştiriyorlardı. Çünkü her toplantıya katılan kişinin (kişinin diyorum çünkü NATO'da sadece subaylar değil çok sayıda sivil uzman da çalışıyor) yol ve konaklama masraflarını NATO karşılıyormuş. Bu sebeple NATO'nun mevcut bütçesinin önemli bir kısmı bu seyahatler için harcanıyormuş.

Londra'da bulunduğum süre içinde bu anlattığım ilişkiler dışında bazı NATO tatbikatlarına da katıldım. Bu tatbikatlar, Türkiye'de benzerlerine benim de katıldığım, bilgisayar üzerinden oynanan ve oğlumun şu sıralar internet üzerinden oynadığı savaş oyunlarına benziyordu. Savaş yeteneklerinden ziyade planlama ve karar verme yeteneklerini geliştirmeye yarayan sanal savaşlardı. Sadece  savaş sanal ortamda yapılmıyordu. Savaşa katılan ordular ve bu orduların bağlı olduğu devletler ile savaşın üzerinde yapıldığı coğrafya da bilgisayar üzerinde yaratılmış ve dünyada olmayan devlet, ordu ve arazi kesimleriydi.

Ayrıca, Türkiye'den gelen üst rütbeli generalleri NATO üslerindeki toplantılara ve inceleme gezilerine de götürdüm. Fakat bunların hepsini burada yazmak hem çok uzun sürer,  hem de okuması sıkıcı olabilir. Onun için bunlardan daha sonra yazacağım yazılarda bahsedeceğim.

Buraya kadar yazdıklarımı okuyanlar, şimdi konuyu nereye bağlayacağımı merak ediyordur. Hiç dolandırmadan söyleyeyim. Bizde NATO bir bilinmez gizemli örgüt veya her şeyden sorumlu ve her şeyi kontrol eden bir şeytani yapı gibi abartılı bir kurum olarak algılanıyor. Son günlerde Atatürk ve Erdoğan'ın resim ve isimlerinin bir NATO tatbikatında olumsuz bir durumda kullanılması ile ilgili yazıların çoğu da bu psikoloji ile yazılıyor.

Bu yazılardan bazılarında oldukça mantıklı ve makul iddialar var. Bazı yazılar ise, NATO'nun ne olduğunu bilmeyen ve hatta hayatı boyunca herhangi bir NATO üssünün yanından bile geçmeyen kişilerce yazılan spekülatif şeyler gibi görünüyor. Bu sebeple, bu farklı şeyler söyleyen yazıları okuyan ve NATO hakkında hiçbir somut bilgisi olmayan halkımızın çoğunun kafası karışıyor.

Muhtemelen benim yukarıda yazdıklarımı okuduktan sonra da bazılarının kafası karışmıştır. Onun için burada kendi düşüncemi açık bir şekilde belirtmekte fayda görüyorum. Bence NATO, bazılarının abarttığı gibi her şeyden sorumlu şeytani bir örgüt değil, ama kimsenin kullanmadığı ve önemsenmeyecek bir organizasyon da değil. Diğer her örgüt ve organizasyon gibi NATO da sadece bir vasıtadan ibaret. Her vasıta gibi onun kime fayda kime zarar vereceği de onu kullananların yeteneklerine bağlı.


NATO'da her şey uzun vadeli planlanır ama birçok ulustan birçok farklı insanın çalıştığı böyle devasa bir organizasyonda her an bir manyak çıkıp ters bir şey de yapabilir. Muhtemelen böyle şeyler yapanlar bunun bedelini ağır öder ama yine de bunu göze alıp istediği bir şeyi yapan kişiler çıkabilir. Bu sebeple Norveç'te yaşananlar, bazılarının iddia ettiği gibi birilerinin mesaj vermek için organize ettiği bir faaliyet te olabilir ama sadece bir manyağın siyasi veya etnik motivasyonlarla yaptığı bir şey de olabilir.

Onun için, durum tam olarak aydınlanmadan spekülatif bir şekilde ortaya atılan birçok iddia gibi NATO'dan çıkalım söylemlerini de saçma buluyorum. Unutmamak lazım ki NATO, her şeyden önce şu andaki en büyük ve aynı zamanda en uzun ömürlü savunma örgütü. Ve en önemlisi de üyelerine soğuk savaş boyunca ve soğuk savaş sonrasında güvenlik sağlamayı başarmış oldukça başarılı bir örgüt. Zaten bu sebeple birçok ülke hala bu örgüte katılmak için çalışıyor.

Bu konuda yorum yapanlar ve bu yorumlardan etkilenecek olan karar vericiler bu perspektifi iyi kavrayarak hareket ederlerse bence hem ülkemiz hem de kendileri için daha hayırlı olur.

Saygılar sunarım.

Mehmet Çanlı
21.11.2017.

3 Kasım 2017 Cuma

Türk Yunan İlişkilerinin Tarihi Gelişimi (1919-1929)




Bu dönemde Türk-Yunan ilişkileri 1. Dünya Savaşı sonunda yenilenlerin topraklarını paylaşmak ve galiplere uygun bir dünya düzeni kurmak için toplanan Paris Barış Konferansı'nın etkisi altında başladı. 18 Ocak 1919’da toplanan Paris Barış Konferansı’na 32 ülkenin temsilcileri katıldı. Konferansın amacı, savaşı kaybeden devletlerle yapılacak barışın koşullarını görüşmekti. İngilizler ve Fransızlar, konferansa Yunanlıları davet ederek, Osmanlı Devleti’nde nüfus yönünden çoğunluk oluşturdukları bölgeler üzerinde haklarını savunmalarını istediler. Konferansta; Yunanistan’a büyük destek veren İngilizler, Yunanlıların, konferansa sundukları İzmir ve yöresine ilişkin sahte belgeleri gerçek belgeler olarak kabul ettiler. Konferansa katılan Yunanlıların amaçları; Batı Anadolu’yu ve Trakya’yı ele geçirerek Ege Denizi çevresinde büyük bir Yunan devleti kurmaktı. Bu amaçla Yunan Başbakanı Venizelos, İzmir ve çevresi ile Trakya’nın Yunanistan’a verilmesini istedi.
Savaş sırasında yapılan ve Osmanlı ülkesinin paylaşılmasını öngören antlaşmalarda Batı Anadolu ve Akdeniz Bölgesi’nin İtalyanlara verilmesi kabul edilmişti. Önceden buna karşı çıkmayan İngilizler, konferansta Batı Anadolu’nun İtalya’ya bırakılmasına karşı çıktılar. Güçlü bir ülke olan İtalya’nın Doğu Akdeniz’de egemen olması, İngiltere’nin sömürgelerine giden yollarının güvenliğini tehlikeye sokabilirdi. Bu sebeple İngiltere, Doğu Akdeniz’de güçlü bir İtalya yerine kendi güdümlerindeki Yunanistan’ın olmasını istiyordu. Bunun üzerine İtalya, daha önce kendisine bırakılan Batı Anadolu’nun Yunanistan’a verilmesinden dolayı konferansı terk etti.
Konferansın bu ortamından faydalanan Yunan Başbakanı Venizelos, Türklerin, İzmir’de Rumları yok etmeye hazırlandıklarını, İtalya’nın da İzmir’e asker çıkarmak üzere olduğunu iddia etti. Venizelos’un bu iddiasını gerçek kabul eden İngiltere ve Fransa, Yunan ordusunun İzmir’i işgal etmesini kararlaştırdılar. İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edilmesine karar verilmesi, İtalya’nın, İngiltere ve Fransa ile arasının açılmasına neden oldu. İngiltere’nin de yardımıyla 15 Mayıs 1919’da İzmir önlerine güçlü bir donanma gönderen Yunanlılar, aynı gün karaya asker çıkardılar.

Paris Konferansı’nda büyük devletlerin desteğini alan Yunanlılar, 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’i işgal ederek Batı Anadolu içlerine doğru ilerlemeye başladılar. Ancak Kuvvâ-i Milliye kuvvetleri Yunanlıların bekledikleri gibi ilerlemelerine müsaade etmiyordu. Bu arada İtilaf Devletleri, San Remo Konferansı’nda hazırladıkları Sevr Antlaşması’nı Osmanlı Devleti’ne imzalatabilmek amacıyla yeni bir strateji geliştirmişlerdi. Buna göre İtilaf Devletleri işgalleri altındaki bölgelerde baskılarını arttırırlarken Yunanlılar Anadolu’daki işgal sahalarını genişletecek ve Doğu Trakya’yı işgal edeceklerdi.
Mondros Ateşkes Antlaşması’nın ardından İtilaf Devletleri Boğazlar bölgesini kontrol altına almışlar, İstanbul, İzmit, Çanakkale ve Gelibolu’yu işgal etmişler, Fransızlar, Doğu Trakya’yı denetimleri altına almışlardı. (Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi (ATAM) İtilaf Devletleri’nin Türk-Yunan Savaşı’nda Tarafsızlık İlanı (13 Mayıs 1921) Dr. Abdurrahman BOZKURT)
Yunanlılar İzmir ve çevresini işgal edip konumlarını sağlama almak için ilerlemeye devam ederken, 23 Temmuz-17 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum Kongresi toplandı. Burada ülkenin bütünlüğünün korunması ve her türlü işgale karşı direnme kararı alındı. 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında toplanan Sivas Kongresi’nde aynı hususlar teyit edilerek işgallere karşı kurulmuş olan teşkilatlar, ‘’Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’’ adı altında birleştirildi. Bu tarihten sonra Yunanlılara karşı oluşmuş direniş hareketleri tek elden yürütülmeye başlandı. Atatürk’ün başkanlığında bir Heyet-i Temsiliye tesis edildi ve bu heyet 27 Aralık 1919 tarihinde Ankara’ya taşınarak faaliyetlerini buradan yürütmeye başladı.
Anadolu’nun baskı ve ısrarı sonucu, 12 Ocak 1920’de, toplanan son Osmanlı Mebuslar Meclisi 28 Ocak’ta Misak-ı Milli kararını aldı. Bunun üzerine 16 Mart 1920 tarihinde İstanbul resmen işgal edildi ve birçok mebus İngilizlerce tutuklandı. Bunun üzerine 18 Mart 1920 tarihinde Mebuslar Meclisi son toplantısını yaparak kendini süresiz olarak tatil etti ve 11 Nisan’da da Padişah tarafından feshedildi. Bu meclisten katılabilenler ve seçilen yeni üyelerden oluşan yeni meclis, TBMM adıyla, 23 Nisan 1920 tarihinde, Ankara’da toplandı.
Bu arada; Yunan Ordusu’nun Doğu Trakya’yı işgal etmek üzere ileri harekatı üzerine 9-14 Mayıs 1920 yılında her kesimden halk temsilcilerince toplanan Edirne Kongresi’nde Yunan ilerlemesine karşı direniş kararı alındı ve bölgesel seferberliğe gidildi. Ancak kurulan birlikler Yunan ilerleyişini durduramadı. 22 Haziran 1920’de saldırıya geçen Yunankuvvetleri; Doğu Trakya’da Edirne, Kırklareli ve Tekirdağ’ı, Anadolu’da ise; Bursa, Balıkesir, Uşak ve Nazilli’yi işgal ettiler.
San Remo Konferansı’nda esasları kararlaştırılan Sevr Antlaşması Osmanlı Hükümeti tarafından imzalanmasına rağmen TBMM tarafından protesto edilerek reddedildi. Sevr Antlaşması, Yunan işgallerine hukuki bir zemin kazandırıyordu. Ancak Anadolu’nun direnişi sonucu uygulanamıyordu.
Yunanlılarla çatışmalar Kuvva-i Milliye ve düzenli birlikler tarafından sürdürülüyor, Yunan ilerleyişi amaçladıkları gibi gitmiyordu. Yunan birliklerinin durumunun bir saldırı için uygun olduğunu değerlendiren Ali Fuat Paşa’nın kendi inisiyatifiyle 25 Ekim 1920 tarihinde giriştiği bir taarruz harekâtı yapıldı. Taarruz başarısız olunca Yunanlılar ileri harekâta geçerek İnegöl ve Yenişehir’i aldı ve Dumlupınar’a kadar ilerlediler.
Bu sırada 28 Ekim 1920 tarihinde doğu cephesinde başlayan taarruzumuz başarılı olunca 2/3 Aralık 1920 tarihinde Ermenilerle Gümrü Antlaşması imzalandı. Böylece doğu cephesinde çatışmalar sona erdi ve tüm imkânlarımızı batıda Yunanlılara karşı kullanma imkânı kazandık.

Türk kuvvetleri 1921 yılı başına kadar Kuvva-i Milliye diye tabir edilen düzensiz gönüllü kuvvetler ve mevcut düzenli askeri birliklerin karışımı bir yapı içerisinde Yunan kuvvetleri ile mücadele ediyordu. Ocak 1921 tarihinde Çerkez Ethem isyanının bastırılması ile birlikte tamamen düzenli orduya geçildi.
1921 yılı başlarında Yunanlılar, Trakya’da İstanbul sınırına dayanmışlar, Çerkez Ethem ayaklanmasının yarattığı ortamdan da faydalanarak Batı Anadolu’da Eskişehir, Kütahya ve Ankara’yı ele geçirmek üzere harekete geçmişlerdi. 6 Ocak günü başlayan Yunan taarruzlarının Afyon istikametindeki ilerleyişi 7 Ocak günü, Eskişehir istikametinde ilerleyişleri ise 9/10 Ocak’ta 1’nci İnönü Muharebesi sonucu püskürtüldü.
Bu başarılarla prestiji artan Ankara Yönetimi, o sırada Emperyalist Avrupa’nın en büyük düşmanı konumunda olan, Sovyetler birliği ile bir anlaşma imzalamak ve destek sağlamak maksadıyla Moskova’ya bir heyet gönderdi. Bu heyet 1 Mart 1921 tarihinde Moskova'da Afganistan ile bir dostluk antlaşması imzalanmış, ilk defa bir devlet tarafından tanınmıştır.(Vikipedi) 16 Mart 1921 Moskova Antlaşması ile de Türk-Rus sınırı çizilmiş ve Rus desteği sağlanmıştır. (Vikipedi) Bu durum doğu cephesinde çatışmaları sonlandırmış ve batıya birlik ve silah kaydırmamıza imkân vermiştir.
Yunanlıların ikinci ilerleme teşebbüsleri de 31 Mart/1 Nisan 1921 tarihli 2’nci İnönü muharebesi ile durduruldu. Fakat 10 Temmuz’da başlayan yeni Yunan taarruzu esnasında Kütahya-Eskişehir muharebelerini kaybeden ordumuz Sakarya Nehri’nin doğusuna kadar geri çekilmiştir. Bunun üzerine; Doğu cephesinden 1 Tümen, güney cephesinden 2 Tümen ve Amasya’dan bir Tümen batı cephesine kaydırılmıştır.
Yunanlılar bu başarılarından faydalanmak için kısa bir hazırlıktan sonra ileri harekâta başlamışlardır. Türk ordusunu imha etmek ve Ankara’yı ele geçirmek maksadıyla taarruza başlayan Yunan Ordusu ile ilk çatışmalar 23 Ağustos tarihinde başladı. 22 gün süren çatışmalar sonucunda başarılı olamayan Yunanlılar yenilgiyi kabul ederek eski mevzilerine çekildiler.
Sakarya Savaşı sonucunda Yunanlılar doruk noktasına ulaşmışlar ve artı taarruz edecek güçleri kalmamıştır. Artık amaçları ele geçirdikleri toprakları muhafaza etmektir. Yunanlılar savunma hazırlıklarına girişirken inisiyatifi ele geçiren Türk Ordusu da taarruz için hazırlıklara başlamıştır. Sakarya zaferinin uluslar arası etkileri de büyük olmuştur. Bu zaferden sonra Sovyet Rusya’nın aracılığıyla üç Sovyet Cumhuriyeti; Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan ile 13 Ekim 1921'de Kars Antlaşması imzalanmış, doğu sınırları tamamen güvence altına alınmıştır. Ayrıca; 20 Ekim 1921 Ankara Antlaşması ile Fransızlarla yapılan Barış Antlaşması sonucu Suriye sınırı çizilmiştir. Böylece İzmir’in Yunanlılara verilmesinden sonra İngiltere ile arası açılan İtalya’dan başka, Sovyetler Birliği’nden ve Fransa’dan da silah ve malzeme temini mümkün olmuştur. Bu antlaşmayla aynı zamanda Yunanistan’ı destekleyen İngiliz-Fransız cephesi de parçalanmıştır.
Bütün bunlara Yunanistan’da yaşanan siyasi gelişmeler eklenince İtilaf Devletleri’nin takip ettikleri politikalarda değişikliğe gitmeleri kaçınılmaz olmuştur.
Öte yandan 1920 yılı sonlarına doğru Atina’da işler karışmıştı. Venizelos’un işbaşına gelmesinde; İngiltere ve Fransa’nın desteği, Yunanistan’a vaat edilen Osmanlı toprakları ve Yunanistan’da yaşanan mali sıkıntılar belirleyici olmuştu. Venizelos Hükümeti’nin Türk topraklarını işgal etmek için yaptığı harcamalar mali sıkıntıları daha da artırmış, yaşanan mali sıkıntılardan bu kez Kral Konstantin taraftarları yararlanmak üzere harekete geçmişler, Venizelos’a karşı birleşik bir muhalefet cephesi kurmuşlardı. Bu ortam içerisinde Kral Aleksandr’ın ölümü (25 Ekim 1920) işleri daha da karıştırmıştı. General Kunduriyotis, Kral naipliğine atanmış, yeni Kral’ın seçimi için 3 Aralık 1920 tarihinde halk oylaması yapılmasına karar verilmişti. 14 Kasım 1920 tarihinde yapılan seçimlerden Venizelos büyük bir hezimetle çıkmış, yapılan halkoylaması sonucunda İngiltere ve Fransa aleyhtarı Kral Konstantin tahtına dönmüştü.
Yunanistan’da yaşanan bu gelişmeler İtilaf Devletleri tarafından kaygıyla takip ediliyordu. İtilaf Devletleri Kral’ı resmen tanımasalar da hükümeti ile gayri resmi temaslarda bulunmaya devam ettiler. Bununla birlikte İngiltere ve Fransa, Yunanistan’a verdikleri mali desteği kestiler. İtilaf Devletleri’nin Türk-Yunan Savaşı’na yaklaşımları değişmeye başlamıştı.

Yaşanan gelişmeler üzerine İtilaf Devletleri Londra’da bir konferans toplamaya karar verdiler. 12 Mart 1921 tarihinde toplanan konferansta Sevr Antlaşması tarafların kabul edebileceği bir hale getirilecek; Milli Mücadele Hareketi de daha fazla gelişmeden sona erdirilecekti. Ancak İtilaf Devletleri, Londra Konferansı’ndan bekledikleri neticeyi alamamışlar, bundan sonra Yunan Ordusu’nun başlatacağı yeni harekâta umut bağlamışlardı. Yunan Ordusu’nun başarısızlığı, İtilaf Devletleri’nin Türk-Yunan Savaşı’na yaklaşımlarında ciddi değişiklikleri gündeme getirdi.
Yunanlıların müttefik işgali altındaki Boğazlar bölgesindeki faaliyetleri de bu değişimi doğrudan etkiledi. Yunanlılar, işgal altındaki İstanbul’u askeri bir üs ve iaşe kaynağı olarak kullanıyorlardı. Patrikhane’nin ve İstanbul’un işgalinden sonra şehre gelen Yunan denizcilerinin çabalarıyla kurulan Yunan Milli Müdafaa teşkilatı başta İstanbul olmak üzere Anadolu’nun muhtelif bölgelerindeki Rum gençlerini Yunan ordusuna kazandırmak için çaba sarf ediyor, Milli Mücadeleye katılacağını düşündükleri yolcuların Boğazlardan geçişine de engel olmaya çalışıyorlardı.  Yunanistan’la ilişkileri kesilen Osmanlı hükümeti bu hareketi Müttefik Yüksek Komiserleri nezdinde protesto etti.
Yunanlıların Boğazlar bölgesini askeri bir üs olarak kullanmalarına, Rumları askere almalarına ve Türk yolcuları taşıyan gemilere yönelik hareketlerine engel olamayan Osmanlı hükümeti, İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı’na müracaat ederek Yunanlıların bu tür faaliyetlerine engel olunmasını talep etti.
Yunanistan ve Türkiye’de yaşanan siyasi olaylarla birlikte Yunanlıların Boğazlar bölgesindeki faaliyetleri İtilaf Devletleri’nde tarafsızlık fikrini gündeme getirdi. Yunanistan’ın Anadolu’daki mücadelesini başından beri destekleyen İngiltere’de ilk kez böylesine radikal bir değişiklik gündeme alınmıştı. İngiliz hükümeti Yunanlılarla Türkler arasında ayrım yapmadıklarını kanıtlamak amacıyla, Ankara hükümetine yönelik sınırlandırmaları da kaldırmaya karar verdi.
21 Nisan 1921 tarihinde Yunanistan Dışişleri Bakanı, Fransa ve İtalya’nın “Kemalistlere” silah sattığını iddia ederek İngiltere’nin, Yunanlılara savaş malzemesi satılmasına engel olmasının adil olmadığını ileri sürmüştü. İngiliz hükümeti, “biz tarafsızlığımızı ilan ettik. Yunanlılara da Türklere de savaş malzemesi gönderme izni vermeyeceğiz.” şeklindeki izahatı ile Yunanistan’a ve TBMM hükümetine aynı mesafede olduğunu göstermeye çalışmıştı. Bu izahat İngiliz hükümetinin takip ettiği politikalarda köklü bir dönüşümün eşiğinde olduğunun işaretiydi.
26 Nisan 1921 tarihinde İngiliz hükümeti hiç beklenmedik bir anda Fransız ve İtalyan hükümetlerine müracaat ederek İtilaf Devletleri’nin, Türk-Yunan Savaşı’nda tarafsız olduklarını ilan etmelerini önermişti. Bunda; Sovyetler Birliği’nin Orta Asya ve Kafkasya’da ilerlemesini tamamlayarak İngiliz işgal bölgeleri ile temas etmeleri ve 16 Mart tarihli Moskova Antlaşması ile Türkiye’nin tamamen Rus etkisine girme tehlikesinden duydukları endişe de etkili olmuştur. Ayrıca Hindistan İngiliz valisinin Türkiye’nin Yunanistan ile savaşında İngilizlerin Yunanistan’a verdiği desteğin Hint Müslümanlarının tepki gösterdiği ve bunun bir isyana sebep olabileceği şeklindeki ısrarlı raporları da bu değişimde etkili olmuştur.
10 Ağustos 1921 tarihinde Paris’te toplanan Yüksek Konsey özel şirketlerin ticaret yapma özgürlüğüne hiçbir şekilde müdahale edilmeyeceğini kararlaştırdı. Bu kararla savaş malzemesi satan özel şirketlere getirilen sınırlama kaldırılmıştı. Özel şirketler hem Yunanlılara hem de Türklere savaş malzemesi satma hakkına sahip olacaklardı. Yunanlılar bir süre daha İstanbul’u donanma üssü olarak kullanmaya devam edeceklerdi.
İngiliz Dışişleri Bakanı Curzon, taraflar arasında arabuluculuk yapılmasını teklif etmiş, yapılan iki teşebbüsün başarısızlıkla neticelendiğini ifade etmişti. Bunun üzerine Yüksek Konsey, taraflar arasında arabuluculuk yapma zamanının gelmediğine kanaat getirmişti. Yüksek Konsey son olarak Sevr Antlaşması ve Boğazların güvenliği meselelerini ele almıştı. Yüksek Konsey kararları Yunanistan’ın en büyük destekçisi İngiltere’nin desteğini de kaybettiğini göstermişti. (Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi (ATAM) İtilaf Devletleri’nin Türk-Yunan Savaşı’nda Tarafsızlık İlanı (13 Mayıs 1921) Dr. Abdurrahman BOZKURT)
Müttefik şirketlerinin ve hatta Sovyet Rusya’nın Ankara hükümetine savaş malzemesi satışına izin verilmesi Yunan hükümetinin tepkisine neden olmuştu. Daha önce İngiliz, Fransız ve İtalyan bandıralı gemilere müdahalede bulunmayan Yunan yetkililer, Fransız ve İtalyanlara ait gemilere müdahale etmeye başlamışlardı. Fransız ve İtalyan hükümetleri de bu müdahalelerden dolayı Yunanistan’ı protesto ediyorlardı. Bu aşamada İngiltere, Yunanlıların savaş malzemesi taşıyan gemileri arama ve ablukaya alma haklarını yok saymamakla birlikte, Kemalistlere askeri malzeme ulaştıran gemilerin engellenmesi meselesine müdahil olmayacağını açıklamıştı. İngiltere yaptığı açıklama ile işin içinden sıyrılmış Yunanistan’ı müttefikleri ile karşı karşıya bırakmıştı. Sakarya Savaşı’ndan sonra yapılan bu açıklama, Yunanistan’ın İngiltere’nin desteğini büyük ölçüde kaybettiğinin göstergesi idi. (Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi (ATAM) İtilaf Devletleri’nin Türk-Yunan Savaşı’nda Tarafsızlık İlanı (13 Mayıs 1921) Dr. Abdurrahman BOZKURT)
Sakarya Meydan Muharebesinden sonra Türk Ordusu uzun süre hazırlıklarını yaparak taarruz için her türlü ikmalini tamamlamaya çalıştı. Nihayetinde; 26 Ağustos 1922 tarihinde Büyük Taarruz başladı. 30 Ağustos günü, Dumlupınar bölgesinde yapılan meydan muharebesinde Yunanlıların ana kuvvetleri imha edildi. Bundan sonra batı istikametinde devam eden taarruzlarımız hızla gelişerek birliklerimiz 9 Eylül günü İzmir’e ulaştılar. Yunan orduları imha edilmiş, kalanları da Yunanistan’a kaçmıştı. Birliklerimiz İstanbul istikametinde ilerleyerek tarafsız bölgeye ulaştılar. Bunun üzerine İngiliz yetkililer müdahale ederek bir ateşkes önerisinde bulundular. 11 Ekim 1922 tarihinde imzalanan Mudanya Mütarekesi ile Türkiye-Yunanistan arasındaki savaşın sona ermesine, Doğu Trakya’nın 15 gün içerisinde Yunanlılar tarafından boşaltılarak Müttefiklere bırakılmasına, 30 gün içerisinde de TBMM Hükümetine teslimine ve bölgenin güvenliği 8000 kişilik bir Türk Jandarma birliği tarafından sağlanmasına karar verilmiştir. Buna karşılık olarak da Türk tarafı Çanakkale ve İstanbul Boğazları’nda sınırları ateşkesle çizilmiş olan kıyı şeridini tarafsız bölge olarak kabul etmiştir. Görüşmelere katılmayan Yunanlılar 14 Ekim tarihinde bu ateşkesi kabul ettiler. (Lewis, Bernard: Modern Türkiye’nin Doğuşu, s.343)

Bu mütarekeden sonra bir barış antlaşması yapabilmek için İsviçre’nin Lozan şehrinde heyetler arası görüşmelere başlandı. 21 Kasım 1922’de ilk toplantısı yapılan Lozan Konferansı’na iki ülke arasında ağırlıklı olarak; sınırlar, azınlıklar, Fener Rum Patrikhanesi, nüfus mübadelesi gibi sorunlar tartışılmıştır. Görüşmelerin olumlu bir şekilde ilerlememesi üzerine ilişkiler gerilmiş, Yunanlılar Mudanya Mütarekesi’ni ihlâl ederek Ocak 1923’te Meriç’in sağ tarafında yığınak yapmaya başlamışlar, bunun üzerine Müttefik Hükümetleri, 17 Ocak 1923 tarihinde Yunanistan’a bir nota vererek Mudanya Mütarekesi hükümlerine uymaya mecbur etmişlerdir.
Mevcut sorunlardan sınır meselesi çözümlenmiş ve ayrıca diğer sorunlarla ilgili olarak da 30 Ocak 1923’te iki ülke arasında “Türk ve Rum Nüfus Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol” imzalanmıştır. Ancak bu protokolün uygulanışında ortaya çıkan problemler, özellikle Lozan’da ele alınan “Fener Rum Patrikhanesi” ve “Nüfus Mübadelesi” konuları 1930’lu yıllara kadar Türk-Yunan ilişkilerini etkileyen başlıca konular olmuşlardır.(Atatürk Dönemi Türk-Yunan Siyasi İlişkileri Esra SARIKOYUNCU DEĞERLİ)
Trakya’da; Meriç Nehri sınır olarak kabul edilmiş, Karaağaç savaş tazminatı olarak Türkiye’ye bırakılmış, Ege Denizinde; İmroz, Bozcaada ve İtalyanlara bırakılan Oniki Ada hariç tüm Doğu Ege adaları, silahsızlandırılmak koşuluyla, Yunanistan’a bırakılmıştır. (Özgören, Aydın. Tar.Uzm., Atatürk Dönemi Türk Yunan İlişkilerine Bir Bakış.)
Patrikhane konusunda sözlü bir anlaşma yapılmış, tek başına bir kurum olarak Lozan’da yer almamıştır. Yapılan sözlü antlaşmaya göre sadece İstanbul’da kalacak olan Ortodoks Rumların dini işlerinden sorumlu olacak olan Patrikhane’nin eski statüsü son bulmuş, yeni statüsünün belirlenmesi ise azınlık hukuku çerçevesinde Türkiye’ye bırakılmıştır. Lozan Barış Konferansı esnasında 30 Ocak 1923 tarihinde imzalanan “Türk ve Rum Nüfus Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol” ile Türkiye’deki Ortodoks Rumlar ile Yunanistan’daki Müslümanların mübadele edilecekleri ve İstanbul Rum halkı ile Batı Trakya Müslüman halkının bu mübadele dışında tutularak “yerleşik (etabli)” sayılacağı kararlaştırılmıştı. Mübadele 1923’de başlamış ve önemli bir sorunla karşılaşmadan Nisan 1925’e kadar bir kısım Rum ve Türk halklarının mübadelesi sağlamıştır. Ancak sözleşmenin ikinci maddesinde yer alan “établis” kelimesinin Türk ve Yunan komisyon üyelerince farklı yorumlanması iki ülke arasındaki ilişkileri kopma noktasına getiren “etabli sorunu” da denilen anlaşmazlığa yol açmıştır. Türk tarafı kimlerin 30 Teşrinievvel 1918 tarihinden önce “sakin bulundukları”nın ancak Türk kanunlarına göre tespit edilebileceğini ileri sürmüştür. Yunan tarafı ise maddeyi 30 Ekim 1918 tarihinden önce herhangi bir şekilde İstanbul’da bulunan her Rum’un “yerleşmiş” kabul edildiği şeklinde yorumlamıştır. Anlaşma sağlanamayınca Yunanistan, Milletler Cemiyeti Antlaşması’nın 11. maddesine dayanarak konunun Cemiyet bünyesinde ele alınmasını talep etmiştir. Ancak Cemiyetin görüşü de çözümü sağlayamamış ve konu La Haye Daimi Adalet Divanı’na sevk edilmiştir. 16 Ocak ile 21 Şubat 1925 tarihleri arasında yapılan görüşmelerde, Yunan ve Türk temsilcilerinin tezleri sözlü ve yazılı ifadeleriyle birlikte ele alındıktan sonra Adalet Divanı özetle 21 Şubat 1925 tarihinde görüş bildirmiştir. Ancak ihtilafı bu mütalaa da çözememiştir. Bu sorunun çözüme kavuşturulamaması iki ülke arasındaki ilişkileri de gerginleştirmiştir. Yunan hükümeti bu aşamada Batı Trakya’daki Müslüman-Türk halkının mal varlığına el koymakla kalmamış ayrıca bölgeye Türkiye’den gelen mübadil Rumları yerleştirmiştir. Türkiye’nin, Atina yönetiminin bu uygulamasına İstanbul’daki Rumların mallarına el koyarak karşılık vermesi ise iki ülkeyi savaşın eşiğine getirmiştir. Ancak daha sonra Patrik sorununun çözümlenmesinin de etkisiyle iki devlet arasında gerginleşen ilişkiler yumuşama dönemine girmiş ve iki taraf arasında gerçekleştirilen görüşmeler sonucunda 21 Haziran 1925’de Muhtelit Mübadele Komisyonu’nun Türk ve Yunan temsilcileri tarafından Ankara Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma ile Türkiye, 30 Ekim 1918’den önce ve o sıralarda İstanbul’da mevcut bulunan tüm Rumlara yerleşik sıfatı tanıyordu. Ayrıca pasaportları olmaksızın ülkelerini terk edenler hariç olmak üzere yerleşik sıfatı tanınan Batı Trakya Müslümanları ve İstanbul Rumları ülkelerine serbestçe dönebileceklerdi. Eğer söz konusu kişilere mallarını iade etmek mümkün değilse tazminat ödenecekti. Böylece Türkiye ülkeyi terk etmiş bulunan birçok Rum’un dönüşünü engellerken Yunanistan’da Batı Trakya’daki Müslüman mülklerine yerleştirmiş olduğu bir kısım Rum’u bu mülklerden çıkarmak zorunda kalmıyordu. Ancak, iki ülke arasında temel anlaşmazlık sorunlarına çözüm getiren bu antlaşma uygulanamamıştır. Bunun en önemli sebebi Mihalakopulos hükümetinin düşürülmesi sonucunda 25 Haziran 1925’te iktidara gelerek cunta rejimi kuran General Pangalos’un Lozan’ı revize etmek temeline oturttuğu ihtiraslı bir dış siyaset gütmesiydi. Ayrıca General Pangalos’un antlaşmanın onayını geciktirmesi Türkiye’yi güvensizliğe itmiştir. Dolayısıyla Türkiye bu son antlaşmayı gözden geçirme ve uygulamasının güvence altına alınması için yeni adımlar atma kararı almıştır. Ankara’nın bu yaklaşımı sonucunda, Pangolos’un Ağustos 1926’da devrilmesinin ardından kurulan yeni koalisyon hükümetinin Türkiye ile görüşme masasına oturması, mevcut sorunların etraflıca ele alınmasını sağlamıştır. Karşılıklı görüşmeler Şubat-Aralık 1926 tarihleri arasında gerçekleşmiştir. Böylece 1 Aralık 1926’da Atina Antlaşması imzalanmıştır. Bu son belge taraflarca 1927 Şubatı’nda onaylanıp, 23 Haziran 1927’de yürürlüğe girmiştir. (Atatürk Dönemi Türk-Yunan Siyasi İlişkileri Esra SARIKOYUNCU DEĞERLİ)
Buna rağmen iki ülke arasındaki gerginlik 1929 yılına kadar devam etmiş, 1929’da ilişkiler iyice gerginleştiğinden taraflar deniz kuvvetlerini güçlendirmeye başlamıştır. Türk-Yunan gerginliğine yol açan bu gelişmeler her ne kadar savaşa dönüşmemiş olsa da 1930 yılına kadar sıcaklığını korumuştur.  
Lozan Antlaşması’ndan sonra iki ülke arasında ilişkiler inişli çıkışlı devam ederken, Avrupa’da köklü değişiklikler olmaya başladı. 1’nci Dünya Savaşı kaybeden ülkeler kadar kazananları da savaştan olumsuz etkilemişti. Savaşın getirdiği harcamalar sonucu İngiltere, Fransa ve İtalya ekonomileri zayıflamış, Sovyetler Birliği yayılmacı rejimi ve planlı ekonomisi ile batı dünyasına yeni bir güç haline gelmeye başlamıştı. ABD ise; savaştan sonra yeni bir güç olarak denge unsuru olarak oluşan boşluğu doldurabilecekken Avrupa meselelerinden kendini soyutlayarak kendi içine ve Amerika kıtasına odaklanmıştı.
Savaş sonrasının insafsız antlaşmaları ile elleri kolları bağlanmış olan mağlup devletler de, ağır toprak kayıpları ve çöken ekonomileri ile derin sosyal problemler yaşamaya başlamıştır. Demokratik yönetimlerin bu duruma çözüm bulamaması sonucu yapılan barış antlaşmalarını tanımayacakları yönünde söylemler geliştiren otokratik parti ve siyasi akımların güçlenmesine sebep olmuştur. Bu durum da Avrupa’da kurulan barışın kısa süre içinde yok olacağı yönünde endişeleri artırmıştır.

Değişim önce Akdeniz ve Balkan ülkelerinde etkisini göstermeye başladı. Savaştan toprak ve ekonomik çıkar yönünden pek kazançlı çıkmayan, aksine ekonomisi de zayıflayan İtalya iç çekişmelerle karşı karşıya geldi. Komünist akımlara karşı bir denge unsuru olarak görülen Mussolini’nin Faşist Partisi bu boşluğu doldurarak 1925 yılında İtalya’da yönetimi ele geçirdi. Faşist dikta yönetiminde belirli bir toparlanma yaşayan İtalya gözünü dışarıya çevirerek yayılmacı söylemler oluşturmaya başladı. İtalya’nın Akdeniz’deki faaliyetleri ve Mussolini’nin İtalya’nın yayılma alanı olarak Küçük Asya’dan bahsetmesi Türkiye’yi çok endişelendirdi. Bu durum başta komşuları olmak üzere İtalyan tehdidini hisseden ülkelerde de tedirginlik oluşturdu. Bu tedirginlik Balkan ülkelerini yeni ittifak ve güvenlik arayışlarına yönlendirdi. Türkiye, 1926’da Balkan Devletleri arasında karşılıklı sınırların güvence altına alınması amacıyla toplu bir güvenlik sisteminin kurulması yolunda bir girişimde bulundu ise de bundan bir sonuç alınamadı. Daha sonra Balkan Devletleri arasında bazı pürüzler ortadan kalkınca bir anlaşma havası oluştu.

Saygılar sunarım.

Mehmet Çanlı.
2.11.2017.

Türk Yunan İlişkilerinin Tarihsel Gelişimi (1915-1919)



I. Dünya Savaşı başladığında birçok ülkede olduğu gibi Yunanistan’da da savaşa girilip girilmemesi konusunda tartışmalar yaşanmıştı. Başbakan Venizelos İtilaf Devletleri saflarında savaşa girilmesini savunduğu halde Kral Konstantin ülkesinin savaşa girmesine taraftar değildi. İngiltere ve Fransa’nın, Osmanlı topraklarını içeren vaatlerinden cesaret alan Venizelos, 1915 Mart’ında Yunanistan’ın savaşa girmesi amacıyla Kral’a bir muhtıra vermişti. Kral’ın bu talepleri kabul etmemesi üzerine Venizelos başbakanlıktan çekilmiş, Gunaris’in başbakanlığında kurulan geçici hükümet, 1915 Haziran’ında Yunanistan’ı seçime götürmüştü. Yapılan seçimleri Venizelos kazanmasına rağmen Gunaris iktidarı teslim etmek istememiş, kısa bir krizin ardından Konstantin devreye girerek Venizelos’u işbaşına çağırmak zorunda kalmıştı. Bununla birlikte Kral’la, Venizelos arasındaki buzlar erimemişti. 1915 Aralık ayında yapılan seçimleri boykot eden Venizelos, 29 Eylül 1916 tarihinde Selanik’e giderek burada Etnik-i Amina (Milli Savunma) adlı bir ihtilal hükümeti kurmuştu. Yunanistan’da artık biri kral taraftarı Atina hükümeti, diğeri Venizelos’un başında olduğu ihtilalcı Selanik hükümeti olmak üzere iki hükümet vardı. Venizelos, I. Dünya Savaşı’na girilmesine taraftar olduğundan İngiltere ve Fransa ona destek olmak amacıyla Atina hükümetini denizden ablukaya almıştı. Abluka altında halkın zaruri ihtiyaçlarını karşılayamayacak hale gelen Atina hükümeti, müşterek İngiliz-Fransız birliklerinin Pire’ye çıkarak Atina’nın kontrolünü ele geçirmeleri sonucunda görevden çekilmek zorunda kaldı. Konstantin de tahtından feragat ederek yerini oğlu Aleksandr’a bırakmış, Yunanistan’ı terk etmişti. Bu gelişmeler üzerine Atina’ya gelen Venizelos yeni hükümeti kurmuştu. İttifak Devletleri ile ilişkilerini kesen Venizelos hükümeti, 1 Temmuz 1917 tarihinde Osmanlı Devleti’ne savaş açmıştı. Çalkantılı bir dönemden geçen Yunanistan, 1918 yılı Eylül ayında Makedonya Cephesi’ndeki çatışmalara fiilen katılabilmiş, kısa bir süre sonra da savaş sona ermiştir. (BOZKURT, DR.ABDURRAHMAN; Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi (ATAM),İtilaf Devletleri’nin Türk-Yunan Savaşı’nda Tarafsızlık İlanı (13 Mayıs 1921))
1918 yılı sonlarına doğru İttifak Devletlerinin savaşı kazanma umutları kalmamıştı. 29 Eylül 1918’de Bulgaristan savaştan çekilince, Osmanlı Devleti’nin Almanya ile bağlantısı kesilmiş, Trakya ile İstanbul, Yunanistan üzerinden gelebilecek saldırılara açık kalmıştı. Bu arada Almanya da; 3 Ekim 1918’de, ateşkes anlaşması önerisinde bulundu.  Bütün bu gelişmeler üzerine, İttihat ve Terakki Partisi Hükümeti, Sadrazam Talat Paşa’ya ateşkes için girişimde bulunma yetkisi verdi. Osmanlı Hükümeti, Wilson İlkeleri ışığı altında bir ateşkesi imzalamaya hazır olduğunu bildirdi. Talat Paşa’nın yerine sadrazamlığa getirilen Tevfik Paşa, İsviçre aracılığı ile ateşkes için başvuruyu yinelemiş ancak olumlu bir cevap alamamıştı. Ateşkes imzasını başaramadığı için görevden ayrılan Tevfik Paşa’nın yerine Ahmet İzzet Paşa sadrazam atandı. Sonunda büyük uğraşlar neticesinde Anlaşma Devletleri ateşkes görüşmelerine razı oldular.
İngilizler, 23 Ekimde Osmanlı Hükümetine, Limni Adası’nın Mondros Limanı’nda ateşkes görüşmelerinin yapılacağını ve Anlaşma Devletleri adına İngiliz Amirali Calthorpe’nin yetkili olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Bahriye (Denizcilik) Bakanı Rauf Bey (Orbay) başkanlığındaki bir kurul hemen Mondros’a gönderildi. Beş gün süren görüşmeler sonunda 30 Ekim 1918 günü Osmanlı Devleti ile Anlaşma Devletleri arasında “Mondros Ateşkes Antlaşması” imzalandı. 31 Ekim günü yürürlüğe giren ve 25 maddeden oluşan bu kısa, ama çok önemli antlaşmanın hükümleri arasında bulunan ünlü 7’ci madde ile bir tehdit karşısında “stratejik noktaları işgal etme” hakkının verilmesi, Osmanlı Devleti’nin daha barış antlaşması bile beklenilmeden İtilaf Devletleri’nce parçalanıp paylaşılacağının göstergesi olmuştur.

Türk-Yunan İlişkilerinin Tarihsel Gelişimi (1912-1915)




1912 yılına gelindiğinde Balkanlardaki Hristiyan unsurların tamamı Osmanlı İmparatorluğu'ndan ayrılarak kendi bağımsız ulus devletlerini kurmuş durumdaydılar. Bu ulus devletler Osmanlı İmparatorluğu'ndan yeni bazı topraklar almak istiyorlardı. Fakat hemen her Balkan devleti aynı bölge üzerinde hak iddia ettiği için sadece Osmanlı ile değil, bir birleri ile de çatışma halindeydiler. Üzerinde anlaştıkları tek şey, Osmanlıları Balkanlar’dan atma arzusuydu. Onları bu yönde hareket etmekten alıkoyan şeyler, ganimetin paylaşımına ilişkin anlaşmazlık ve Osmanlı ordusundan duyulan korkuydu. (Zücher Eric Jan: Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s.162) Ama 1911-1912 yıllarında yukarıda bahsedilen gelişmelerin de etkisiyle bu durum değişti. Trablusgarp savaşı Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi ve askeri zayıflığını ortaya çıkarmış, üstüne iç siyasi istikrarsızlık ta eklenince, bu durum Balkan Devletlerini harekete geçmek için cesaretlendirmişti. 13 Mart 1912’de, Bulgaristan ile Sırbistan bir ittifak yaptı. Anlaşma resmi olarak savunma nitelikliydi ama aslında Balkanlar’daki Türk topraklarının işgalini hedefliyordu. Buna çok benzer bir antlaşma Yunanistan ve Bulgaristan arasında 29 Mayıs 1912’de yapıldı. Karadağ ve Sırbistan da aynı yılın Ekim ayı başında bir antlaşma yaptılar.
2 Ekim 1912’de, müttefik Balkan Devletleri, Bab-ı Ali’ye, Makedonya’da yabancı denetiminde geniş bir ıslahat yapılması için ültimatom verdiler. Osmanlı İmparatorluğu, bu ültimatoma; ıslahat konusunda ılımlı fakat egemenliğinden feragat konusunda olumsuz cevap verince, 8 Ekim günü, Karadağ savaş ilan etti. Hemen ardından bunu diğerleri takip etti. Osmanlı ordusu kısa sürede tüm cephelerde yenilerek Çatalca’ya kadar tüm Balkan topraklarını kaybetti.
Osmanlı yönetimi 3 Aralık’ta ateşkesi kabul etti ve 13 Aralık’ta Londra Konferansı toplandı. Bu konferansta Balkan devletleri toprak paylaşımı konusunda anlaşamayınca bir sonuç alınamadı. Bu esnada (22 Ocak’ta) İstanbul’da bir darbe ile hükümet değişti. Yeni hükümet savaşa devam kararı aldı, fakat Edirne’nin düşmesi ve girişilen karşı taarruzların başarısız olması sonucu 16 Nisan’da yeni bir ateşkes yapıldı. 30 Mayıs’ta imzalanan Londra Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu; Midye-Enez hattı batısındaki tüm topraklarını kaybetti. Yunanistan; Balkanlarda işgal ettiği topraklara ilaveten Girit Adası’nı da kazanıyor, Ege Denizindeki diğer adaların kaderi ise büyük devletlerin kararına bırakılıyordu.
Londra Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu ve ittifak devletleri arasında sorun çözülmüş gibi görünüyor ancak müttefikler kendi aralarında kazanılan toprakların paylaşımı konusunda anlaşamıyorlardı. Anlaşmazlığın esasını; Bulgarların, Sırbistan’ın ele geçirdiği Manastır ve Ohri ile Yunanistan’ın ele geçirdiği Selanik’in kendisine verilmesi gerektiğini öne sürmesi oluşturuyordu. Bu talepler karşısında Yunanistan ile Sırbistan Bulgaristan’a karşı 1 Haziran 1913 tarihinde bir ittifak antlaşması yaptılar. Bu antlaşmayı öğrenen Bulgaristan erken davranarak 29 Mayıs’ta baskın şeklinde her iki devlete aynı anda saldırdı ancak yenildi. Fırsatı değerlendiren Osmanlı Ordusu da Bulgarlara saldırarak Edirne’yi geri aldı.
Yunanistan, savaş öncesinde, milli hedeflerine uygun olarak silahlanmış, Ege adalarını almak ve Ege Denizi’nin kontrolü hedefine uygun olarak güçlü bir deniz kuvveti oluşturmuştu. Aksine Osmanlı İmparatorluğu’nun Abdülaziz döneminde güçlendirilmiş oldukça büyük donanması Abdülhamid’in bir askeri darbe yaparlar endişesi ile çürümeye terk edilerek zayıflamıştı. Yunanistan’ın elinde, savaş zamanında çok etkili olan Averof Zırhlı Kruvazör’ünün yanında üç zırhlı, çok sayıda torpidobot ve yardımcı gemi bulunmaktaydı. Bu güçle mücadele edemeyecek kadar zayıf olan donanmamız Ege Denizi’ne çıkamadı. Yunanlılar; Limni, Taşoz, Semadirek, İmroz, Bozcaada, Ayastrati Adası, Midilli, Sakız ve Sisam adalarını işgal ettiler. (Akad Tanju:20. Yüzyıl Savaşları, s.163,164,165)
30 Mayıs 1913’te Londra Antlaşması ile Selanik, Güney Makedonya ve Girit Yunanistan’a verilmiş, Oniki Ada dışındaki Ege Adaları’nın geleceği ise büyük devletlere bırakılmıştı. İkinci Balkan Savaşı’ndan da galip çıkan Yunanistan; Bükreş Antlaşması (10 Ağustos 1913) ile Bulgaristan’ın Birinci Balkan Savaşı sonunda aldığı Selanik, Serez, Drama ve Dedeağaç’ı da ele geçirdi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun fiili olarak komşusu durumunda sadece Yunanistan ve Bulgaristan kalmıştı. Bulgarlarla yapılan İstanbul Antlaşması’ndan sonra Yunanistan ile 14 Kasım 1913’te Atina Antlaşması yapıldı. Görüşmelere Temmuz ayında başlanmış ancak bazı güçlüklerle karşılaşılmıştı. Atina Hükümeti; Yunan uyrukluların kapitülasyonlardan faydalanmalarını, İstanbul’daki Rum Patriği’ne Fatih Sultan Mehmet zamanında verilmiş olan imtiyazların tekrar tam olarak verilmesini, camilere yapılmış vakıflar dışında kalanların Yunan Hükümeti’ne ait olmasını istemekte idi. Bundan başka; Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Rumların, Yunanistan’daki Türklerle karşılık esasına dayanılarak, bağımsız ve özel askeri birlikler durumunda askerlik hizmetlerini yapmayı öneriyordu. Ayrıca Türk hükümetinden savaş halinde bulunduğu sırada el koymuş olduğu Yunan gemileri için 3 milyon Türk Lirası zarar ve ziyan parası istiyordu.
Osmanlı hükümeti bu istekleri kabul etmedi. İlişkiler gerilince, Yunanistan yeni bir savaşı göze alamayarak antlaşmayı imzaladı. Yunanlıların kapitülasyonlar ve Patrikhane’nin imtiyazları ile ilgili istekleri Balkan Savaşı öncesindeki gibi bırakılmış, Rumların askerliği hususundaki istek dikkate alınmamış, 2’nci Abdülhamit’in Yunanistan’daki emlaki işi ile Yunan gemilerine el konulmasından doğan sorunun Lahey Adalet Divanı’na gönderilmesi kabul edilmiş, Yunanistan’daki Müslümanların Bulgaristan ile yapılmış olan İstanbul Antlaşması’ndaki statüye benzer bir statüye tabi olacakları tespit edilmişti. (Karal, Enver Ziya: Osmanlı Tarihi 9’uncu Cilt, s.346-347) Diğer bir sorun olan adaların statüsü konusu Londra Antlaşması gereği büyük devletlerin kararına bırakılmıştı.
14 Şubat 1914 tarihinde büyük devletler bir notayla kararlarını bildirdiler. İmroz, Bozcaada ve Meis Türkiye’ye verildi, İtalyan işgali altındaki Oniki Ada hariç Yunanlılar tarafından ele geçirilmiş tüm Ege adaları askersiz duruma getirilmek şartıyla Yunanistan’a verildi. Bu savaşların sonunda Yunanistan; Girit ile birlikte Selanik dâhil Güney Makedonya, Güney Epir ve İtalya’nın elindeki 12 ada hariç neredeyse bütün Ege adalarını ele geçirerek topraklarını iki katına çıkardı. (Özgören, Aydın. Tar.Uzm., Atatürk Dönemi Türk Yunan İlişkilerine Bir Bakış.)
Bu sırada Avrupa’nın büyük devletleri hızla kendi aralarında iki blok halinde gruplaşıyordu. Osmanlı İmparatorluğu daha Abdülhamit zamanında, 1871 tarihinde büyük bir güç haline gelen Almanya’ya yakınlaşmış, bu devleti İngiltere, Fransa ve Rusya gibi geleneksel güçlere karşı bir denge unsuru olarak görmüştü. Bu durum İttihatçılar zamanında da-özellikle de 23 Ocak 1913’te bir darbe ile devletin yönetimini ele geçiren Talat, Cemal ve Enver Paşaların yönetime gelmesinden sonra- gelişerek devam etti.
İki bloğa ayrılan o günün Avrupa’sında desteksiz kalmak istemeyen Osmanlı İmparatorluğu; İngiltere, Fransa ve Rusya gibi devletlerle de değişik zamanlarda ittifak arayışına girmişse de bu devletlerin Osmanlı toprakları üzerindeki hedefleri sebebiyle bir antlaşma mümkün olmadı. Hükümet yetkilileri müttefiksiz kalmak endişesiyle Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya’nın oluşturduğu bloğa yakınlaştılar. Bu durumun doğal sonucu olarak ta Almanya’ya ile, savaşın hemen başlangıcında, bir ittifak antlaşması imzalandı.  Savaşın başlaması ve hızla yayılma eğilimi göstermesi ile Almanya, Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa girmesi yönünde baskılarını artırdı. Bab-ı Ali Bulgaristan ve Romanya ile de bir ittifak anlaşması imzalamak için görüşmelerde bulundu. Bulgaristan ile bir savunma anlaşması yapılırken Romanya herhangi bir anlaşmaya yanaşmadı. Yunan diplomatları ile Ege adalarının Osmanlılara geri verilmesi konusundaki görüşmeler de çıkmazda kaldı. (Karal, Enver Ziya: Osmanlı Tarihi 9’uncu Cilt, s.346-389)
Artan Alman baskısının da etkisi ile, Osmanlı Donanması’nın 29 Ekim 1914 tarihinde Karadeniz’de Rus limanları ve gemilerine karşı bir saldırı düzenledi ve Osmanlı İmparatorluğu fiilen savaşa katılmış oldu.

Saygılar Sunarım.

Mehmet Çanlı
2.11.2017.