Balyoz Davası’nda; iddialar, davanın gelişme süreci ve sonuçlarının değerlendirilmesi.
Mehmet ÇANLI
Özet:
2001 yılında meydana gelen ikiz
kuleler saldırısı ve ardından 2003 yılında yaşanan ABD’nin Irak saldırısı ile
dünya konjonktüründe ve bu arada Türkiye-ABD ve AB ilişkilerinde büyük
değişiklikler ortaya çıkmıştır. Bu dönemde Türkiye iç siyasetinde de büyük
yenilikler meydana gelmiş ve Cumhuriyet tarihinde ilk defa dini söylemleri olan
bir parti tek başına iktidara gelmiştir. Bu durum ise ülke içinde yeni
koşullara karşı bazı kurum ve çevrelerde bir endişeye ve dirence sebep olmuştur.
TSK, bu direnişin en önemli gücü
olarak hem dış aktörler hem de iç aktörler tarafından önemli bir engel olarak
görülmüş, TSK’da yeni şartlardaki değişimi iyi değerlendiremeyerek bu güçlerin
harekete geçmesi için uygun şartların oluşmasına sebebiyet vermiştir.
2003-2008 yılları arasında ülke
ordu ve onu destekleyenler ile hükumet ve onu destekleyenler şeklinde iki kampa
ayrılmış, mücadele uzun süre politik manevralar şeklinde sürdükten sonra ortaya
atılan birtakım belgelerle, emniyet, adliye ve basın üçgeninde hazırlanan bir
takım davalarla ordu yıpratılmaya başlanmıştır.
Bu kapsamda Balyoz ismi ile
anılan dava da Taraf gazetesinde 20 Ocak 2010 tarihinde yapılan bir yayının
ardından başlamıştır. Çeşitli kesimlerin katıldığı, medyatik bir yargılama süreci
sonucunda, 21 Ekim 2012 tarihinde, mahkeme; 250’si tutuklu 365 sanıktan, beraat
eden 36 kişi ve dosyası ayrılan üç kişi hariç hepsine 13 yıldan müebbet’e kadar
değişen değişik cezalar vermesiyle dava son bulmuştur.
Temyize giden davada 9 Ekim 2013
tarihinde kararını açıklayan Yargıtay 9’uncu dairesi 88 sanığın cezasını
kaldırdı, kalan cezaları ve beraat kararlarını onayladı.
Bu dava ile TSK’dan emekli ve
muvazzaf birçok subay cezalandırılmış ve bu karar tasfiye şeklindeki yorumlara
sebep olmuştur. Kararın ardından Türkiye’de yeni değişiklikler ortaya çıkmış,
Başbakan dâhil bazı milletvekilleri bu davayı paralel devletin (cemaatin)
kumpası olarak adlandırmış, bunun üzere Genelkurmay kumpas iddiasıyla savcılığa
suç duyurusunda bulunmuştur.
Giriş:
Balyoz davasını incelemeden
önce, davada kendilerine darbe yapılacağı iddia edilen AKP hükumetinin iktidara
gelmesinden davanın açıldığı tarihe kadar geçen süre içinde meydana gelen bazı
gelişmeler hakkında genel bir bilgi vermenin konunun anlaşılmasına yardımcı
olacağını düşünüyorum. Burada, darbe yapacağı iddia edilen Silahlı Kuvvetler
merkeze konularak Silahlı Kuvvetler ile iç ve dış bazı odaklar arasındaki
ilişkiler ve kamuoyunda ortaya çıkan bazı önemli gelişmeler kısaca anlatılacak
ve genel bir başlangıç durumu ortaya konulacaktır.
2003 yılında ABD askerlerinin
Türkiye üzerinden Irak’a girmesi ile ilgili tezkere onaylanmamış, ABD çevreleri
bu olayda Türk Ordusu’nun ağırlığını ortaya koymadığına dair eleştirilerde
bulunmuşlardır. Bu tarihten itibaren de ABD ve Türk Ordusu arasındaki ilişkiler
giderek kötüleşmiş ve karşılıklı olarak genel bir güvensizlik ortaya çıkmıştır.
ABD Irak’ı kısa sürede işgal
etmesine rağmen Irak’ta bir türlü istikrarı sağlayamamış, Irak her gün onlarca
eylemin yapıldığı kaos içinde bir ülke haline gelmiştir. ABD’nin en büyük
müttefiki olan kuzeydeki Kürt oluşumu ile Türkiye arasında sürtüşmeler de hat
safhaya çıkmış ve ABD bu süreçte kendisini hayal kırıklığına uğrattığını
düşündüğü Türkiye ve Türk Ordusunun değil, Kürt oluşumunun yanında yer
almıştır.
Başlangıçta daha çok güneyde
yoğunlaşan direniş giderek kuzeye doğru genişlemiş ve dünyanın dört bir
yanından dini motivasyonlu terör örgütlerinin Irak’a militanlarını göndermesi
ile iç karışıklık ülke çapında yayılmış ve içinden çıkılmaz hale gelmiştir. Kuzey
Irak’ta yavaş yavaş bağımsızlığa giden bir yapının ortaya çıkması ve
Türkiye’nin bu gelişmelerden duyduğu rahatsızlığı dillendirmeye başlamasıyla
birlikte, Kuzey Irak’ta bulunan Türk askeri varlığı Kürt oluşumu tarafından varlığına
tehdit oluşturan bir sorun olarak telakki edilmeye başlanmıştır. ABD de; bu oluşumun Türkmenler ve Sünni
Araplarla kendi çıkarlarına aykırı bir işbirliği içinde olduğunu
değerlendirdiğinden bu Türk askeri varlığından rahatsızlık duymaya başlamıştır.
Bu dönemde Türk askerlerinin Türkmenleri ve bazı diğer grupları
silahlandırdığına ve bu durumun ülkedeki istikrarı daha da kötüleştirdiğine
dair ABD askerleri tarafından bazı uyarılar yapılmıştır. Bu uyarıların
ardından, 4 Temmuz 2003 tarihinde ABD
askerleri Talabani’ye bağlı peşmergelerle işbirliği içinde, Süleymaniye kent
merkezinde bulunan Türk Özel Kuvvet Merkezine bir baskın düzenlemiş ve 3’ü subay
8’i astsubay 11 Türk askerini esir alıp başlarına çuval geçirerek Kerkük’e götürmüşlerdir.
Bu olayın ardından Türk hükumeti kamuoyuna, ABD’ye nota verildiğini açıklıyor
ancak oldukça düşük profilli ve pasif bir tepki gösteriyor, bu durum da yurt
içinde tepkilere sebep oluyordu.
Tüm bu gelişmelerin sonucunda, bu
gerginliklere paralel olarak, Türk Ordusu’nda, ABD politikalarına karşı bazı olumsuz
söylemler ortaya çıkmaya başlıyordu. Bazı generaller yaptığı açıklamalarda;
Türkiye’nin değişik alternatifleri olduğunu, uluslararası politikalarda İran,
Rusya ve Çin gibi devletleri de dikkate alan yeni politikalar geliştirmesi
gerektiğini açıklıyor, bu durum ise Türk Ordusu’nda Avrasyacı subay ve
generallerin olduğu iddialarını gündeme getiriyordu. Bu iddiaya göre, Türk
Ordusu içinde, genel olarak Özel Kuvvetler içinde yoğunlaşan “Avrasyacı-Rusçu”
bir klik vardı. [1]
Ancak iddialar ne olursa olsun
ABD’nin artık Türk Ordusu’nun gözünde güvenilir bir müttefik olarak görülmediği
kesin gibi görünüyordu. Bu durum ABD ve Türk subaylarının çeşitli vesilelerle
bir araya geldiği ortamlara da yansıyordu. Türk subayları NATO toplantılarında
bazı ABD tavırlarına sert tepki koyuyor, Kerkük’te irtibat elemanı olarak
bulunan bir Türk subayı, ABD subayları ile fazla samimi pozlar verip bu olayın
resimleri basına sızınca Özel Kuvvetlerden atılıyordu.
Silahlı Kuvvetler bu dönemde
karşı karşıya geldiği bir iç mesele olan dini cemaatler ile de bazı sorunlar
yaşıyordu. Silahlı Kuvvetlerin savcıları etkileyerek ve bazı internet siteleri
kurarak cemaatlere karşı faaliyette bulunduğu iddiaları 1990’lı yılların
sonlarından itibaren kamuoyuna yansımaktaydı. Ordunun temel iddiası; Fethullah
Gülen cemaatinin başta emniyet olmak üzere ordu da dâhil devletin tüm
kademelerine sızmaya çalıştığı, kritik yerlerin kendi adamlarının eline geçmesi
için gizli gizli çalışmalarda bulunduğu, devleti dolaylı olarak ele geçirmek
niyetinde oldukları şeklindeydi. Cemaat ise bunu sürekli olarak reddetmiş ve
kendilerinin sadece bir hizmet hareketi olduğunu söylemiştir. Hatta 28 Şubat
sürecinde orduyu dolaylı yönden destekler şekilde demeçler bile vermişlerdir. Ordu ise bu tezine uygun olarak YAŞ toplantılarında
cemaat/tarikatlarla bağlantılı subay ve astsubayları disiplinsizlik sebebiyle
ordudan uzaklaştırarak cemaatin orduda yapılanmasına engel olmaya çalışmıştır.
Ancak artık hükumet eski hükumetlerin aksine bu ihraçları sorgulamaya
başlamıştır.
1999 yılı Haziran ayında ulusal
televizyon kanallarında yayınlanan bazı video görüntüleri Gülen’in Türkiye'de
laik düzen yerine şeriata dayalı bir İslam devleti kurmak için taraftarlarını
teşvik ettiği suçlamalarına neden oldu. Bunun üzerine, 22 Ağustos 2000
tarihinde aleyhinde dava açılmış, 2006 yılında bu davadan cürüm ve şiddete
başvurarak teşekkül oluşturduğuna dair delil olmadığından beraat etmiş, bu
karar 2008 yılında Yargıtay Ceza Genel Kurulunca oybirliği ile onanmıştır. 1999
yılı Mart ayında sağlık sorunları nedeni ile Amerika Birleşik Devletleri'ne
giden Gülen ise, o tarihten bu yana, ABD'nin Pensilvanya eyaletinde
yaşamaktadır.
Ordu ve Hükumet ilişkilerine
bakacak olursak; 2002 sonunda tek başına iktidar olan AKP, Orgeneral Hilmi Özkök’ün Genelkurmay Başkanı
olduğu dönem içinde Ordu ile doğrudan bir çatışmaya girmeden uyumlu olarak
çalışmıştır. Özkök’ü AKP’ye karşı “fazla uysal ve tavizkâr” bulan bazı kesimler
Yaşar Büyükanıt’ın görevi devralması ile hükümete karşı daha kararlı tepkiler
gösterilmesi gerektiğini söylemeye başladılar. Ancak Erdoğan ve Büyükanıt ilişkisi,
iki yıl boyunca genel olarak her iki
tarafın da çok kontrollü davranışları ile büyük bir sorun yaşanmadan geçti.
Ancak; 27 Nisan 2007 gecesi TSK’nın bir e-muhtıra ile cumhurbaşkanlığı
seçimlerine müdahale etmesi ilişkileri tekrar gerdi. Kamuoyu desteğini arkasına
alan hükumet bu muhtıraya sert bir şekilde cevap verdi. Bundan sonra ordu ve
hükumet arasında kontrollü bir gerginlik yaşanmaya başladı. Başbakan’ın 5 Mayıs
2007 günü İstanbul Dolmabahçe’deki çalışma ofisinde Büyükanıt’la baş başa
görüşmesinden sonra gerginlik kısmen yatışmaya başladı. 22 Temmuz 2007 seçimlerinden sonra Abdullah
Gül’ün Çankaya’ya çıkmada ısrar etmesine rağmen bir süre sonra PKK’nın yeniden
ve etkili bir şekilde saldırılarına başlaması hükümet ile ordu arasında
işbirliği ve birlikte çalışmayı zorunlu kıldı. Hükümetin yetki almasına rağmen
sınır ötesi harekâtı geciktirmesi de değişik spekülasyonlara sebep oldu ancak
esas olarak Erdoğan’ın türbanla ilgili anayasal düzenlemelere gitmesi gerilimi
artıran esas unsur oldu. Bu dönemde ortaya çıkan Yüksekova’da sivil görünümlü
bir askeri araca PKK taraftarlarının saldırması ile ortaya çıkan gerilim ile bu
olayın arkasından Büyükanıt’ın oradaki askeri personeli koruyucu beyanları ile
Ergenekon ismi ile açılan davanın etkileri ile Ordu hükumet ilişkileri tekrar
gerilimli bir sürece girmiştir.
Burada diğer bazı gelişmelerden
de bahsetmek gerekiyor. Türkiye 2006 yılından itibaren sansasyonel bazı hukuki
ve toplumsal olayları yaşamaya başladı. 17 Mayıs 2006 günü, Danıştay 2’nci
dairesine Alparslan Arslan isimli şahıs silahlı saldırı düzenledi. Saldırı
sonucunda, bir üye öldü, dört üye ise yaralandı. Saldırı ile bağlantılı olarak
açılan soruşturma kapsamında ilk olarak 20 Mayıs 2006 günü, malulen emekli bir
asker olan Muzaffer Tekin tutuklandı. Dava açılan şahısların sorgulanmalarına
başlanmasının ardından Ergenekon ismiyle, hükumete darbe yapmak ve yasadışı
faaliyetlerde bulunmak üzere bir suç örgütünün varlığından bahsedilmeye
başlandı.
Bu olaylardan sonra ülkede
gerilim iyice artmaya başladı. Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaştıkça başta Cumhuriyet
Halk Partisi olmak üzere bazı muhalefet partileri AKP’ye, erken seçim kararı alınması
ve cumhurbaşkanının o anki meclis tarafından seçilmemesi çağrısını yapmış fakat
KP bu fikri kabullenmemiştir.
12 Nisan 2007 tarihinde
Genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili olarak
"Cumhuriyetin temel değerlerine, devletin üniter yapısına, laik demokratik
devlete sözde değil özde bağlı bir cumhurbaşkanının seçileceğini umut ediyorum."
açıklamasını yapmış, bu açıklama yeni bir gerilime sebep olmuştur.
Nokta dergisi, 29 Mart 2007
tarihinde, Atatürkçü Düşünce Derneği genel başkanı Şener Eruygur'un, Jandarma
Genel Komutanlığı sırasında hükûmeti devirmek amacıyla Sarıkız ve Ayışığı isimleriyle
darbeler planladığını iddia eden bir yazı yayımlamış, 5
Nisan 2007'de de; "Günümüzdeki sivil eylemler ne kadar sivil"
başlıklı haberinde protesto mitingleri düzenleyen bazı sivil toplum
örgütlerinin Türk Silahlı Kuvvetleri ile olan ilişkileri ve TSK'nın sivil
toplum kuruluşlarını psikolojik savaş aracı olarak gördüğüne dair bir yazı
yayınlamıştır. Bunun üzerine, 13 Nisan 2007'de, Nokta Dergisi binasına Askeri Mahkeme
kararıyla baskın düzenlenmiş ve derginin bilgisayarlarına el konulmuştur.
Cumhurbaşkanlığı seçimi
öncesinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan veya başka bir Millî Görüş kökenli
siyasetçinin olası cumhurbaşkanı adaylığına karşı Ankara, İstanbul, İzmir gibi
büyük şehirlerde, 2007 yılının Nisan ve Mayıs aylarında "cumhuriyetine
sahip çık" sloganıyla milyonlarca kişinin katıldığı Cumhuriyet mitingleri
düzenlenmeye başlandı. Mitinglerin ilki 14 Nisan 2007'de, Cumhurbaşkanlığı
seçiminden iki hafta önce Ankara'da yapıldı. İkinci miting 29 Nisan'da İstanbul
Çağlayan meydanında oldu. Üçüncü ve dördüncü mitingler 5 Mayıs'ta Manisa ve
Çanakkale'de yapıldı. Beşinci ve son miting ise 13 Mayıs'ta İzmir'de yapıldı.
Mitinglerde atılan sloganlar sadece hükumet karşıtı olmakla kalmıyor, cemaat ve
tarikatlar ile ABD’yi de hedef alıyordu. En çok tekrarlanan sloganlar şunlar
idi: ‘’Ne ABD ne AB Tam Bağımsız Türkiye. Ne şeriat ne darbe tam bağımsız
Türkiye. Mustafa Kemal'in Askerleriyiz.’’
Mitingler; CHP, DSP, GP, İP, SHP
gibi siyasi partiler ve ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği), AKUT, Cumhuriyet
Kadınları Derneği, ÇYDD (Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği), Çarşı (taraftar
grubu), DİSK, İstanbul Barosu, KESK, Türkiye Gençlik Birliği, VKGB gibi sivil
toplum kuruluşları, meslek örgütleri ve sendikalar tarafından destekleniyordu.
Mitinglere ayrıca birçok sanatçı, aydın ve gazeteci de destek verdi. Bu geniş
destek yelpazesi içinde yapılan mitinglerin ana düzenleyicisi ise başında bazı
emekli askerlerin bulunduğu Atatürkçü Düşünce Dernekleri idi.
İşte bu hükumet aleyhtarı
kitlesel gösterilerin tam ortasında polis ve savcılar eliyle bazı sansasyonel
operasyonlar yapılmaya başladı. 12 Haziran 2007'de bir ihbar üzerine
Ümraniye'de bir gecekonduda operasyon yapıldı. 27 adet el bombası ve TNT
kalıpları ele geçirildi. Gecekondu sahibi ve yeğeninin ifadelerinden sonra art
arda bazı tutuklamalar yapıldı. Tutuklananlar arasında; bazı emekli general,
subay ve astsubaylar, iş adamları, gazeteciler, avukatlar, mafya örgütü üyesi
olduğu söylenen kişiler ve ADD mensupları bulunuyordu.
2008 yılında tutuklamalar, İşçi
Partisi ve onun basın organları mensuplarına, bazı ünlü gazetecilere, eski üniversite
rektörlerine, ADD başkanı emekli generallere ve Ankara Ticaret Odası Başkanına
kadar genişletildi. Bunun ardından birçok yerde aramalar ve arazilerde yapılan
kazılarda bazı silah ve mühimmatların bulunduğu tüm basın organlarında
gösterilmeye başlandı. Tutuklamalar dalgalar halinde devam etti ve emekli
askerlerin yanında birçok muvazzaf asker de tutuklandı. Bu baskın ve
tutuklamalar 2009 yılında devam etmiş ve daha önce açılan bazı davalar da bu
dava ile bağlantılı olduğu iddiasıyla Ergenekon davası resmen birleştirildi.
Kamuoyu basının büyük bir
çoğunluğu tarafından ordu aleyhine tek yönlü olarak kışkırtılıyor ve
tutuklananlar daha mahkeme sonuçlanmadan kamuoyu önünde, basın vasıtasıyla
yargılanıyor, cezalandırılıyor ve halkın belleklerine bu insanlar suçlu olarak
nakşediliyordu. Eski solcuların bir kısmı, kendisine liberal diyen bir takım
gazeteci, akademisyen ve yazarlar, tarikat ve cemaat mensupları ve
sempatizanları, AKP, BDP, PKK, dinci basın ve bazı Hristiyan azınlık mensupları,
belki de Türk tarihinde ilk defa bir araya gelmiş ve hep bir ağızdan Türk
ordusuna karşı genel bir saldırıya geçmişlerdi.
Davalar ve basındaki acımasız
eleştiriler başlangıçta içlerinde bazı emekli askerlerin de bulunduğu ADD, İşçi
Partisi vb gruplara, yani ulusalcı denilen gruplara yöneltilmişken kısa sürede
Silahlı Kuvvetler aleyhine yoğun bir propaganda ve psikolojik yıpratma
harekâtına dönüştü.
İşte tüm bu olup bitenler ülke
kamuoyunun temel tartışma konusu haline geldiği bir ortamda, Taraf Gazetesi’nde
‘’Balyoz Darbe Planı’’ bir yazı yayımlandı.
Olayla ilgili
kişisel tecrübelerim:
20 Ocak 2010 tarihinde, Taraf
Gazetesi’nde, ‘’Balyoz Darbe Planı’’ adıyla verilen haber yayımlandığında ben
Londra’da görevli olarak bulunuyordum. İddialar gazetelere çıktığında konunun
beni de ilgilendirebileceğini düşünerek davayı basından takip etmeye
başlamıştım.
Bu dava ile ilgili olarak basın
ve yayın organlarında ismi geçen ve benim de bir dönem komutanlığımı yapan bir General
Londra’ya gelmiş, onları hava alanından uğurlarken, uçağı beklediğimiz sırada
yalnız kalınca konuyu kendisine sormuştum. Çok canı sıkkındı. ‘’Bir dönemi
tasfiye hareketinin başladığını, bu iddialarla ilgili hususların tamamen
çarpıtma olduğunu, Silahlı Kuvvetler’in komuta kademelerinde bulunan kişilerin de
hatalı davranışları sebebiyle tasfiye hareketine girişenlerin işlerini
kolaylaştırıldığını, durumun hiç iyi olmadığını’’ söyledi. Bu durum beni endişelendirdi.
Çünkü yukarıda da söylediğim gibi bu dava beni ilgilendiriyordu. Davanın
benimle ilgisi farklı konularda başlayıp aynı yerde birleşiyordu: Kara Harp
Akademisi.
Olayı biraz açacak olursak; bu
davaya konu olan İstanbul EMASYA (Veya basındaki adıyla Balyoz)Planı
çalışmaları, İstanbul’da 1’nci Ordu Karargâhında yapıldığı sırada ben Kara Harp
Akademisi’nde öğrenciydim. Dava açılır açılmaz, benimle beraber akademide
öğrenci olan arkadaşlarımdan bazıları tutuklanmaya başlandı. Bunların
tutuklanması doğrudan beni de alarm durumuna geçirmişti.
Ağustos ayı başlarında görevim
bitti ve Türkiye’ye geri döndüm. İfade vermeye giden ve o zaman henüz tutuklanmayan
(çoğu daha sonra tutuklandı) bazı arkadaşlarım ile karşılaştığımda onlardan
neler olup bittiğiyle ilgili bilgi almaya çalıştım. Hepsi konunun farklı bir
yönünü anlatıyor ama hiç biri neler olup bittiği hakkında net bir şey
bilmiyordu.
2010 yılı 30 Ağustos resepsiyonu
Ankara, Merkez Orduevi’nde yapıldı. Burada, savcıya ifade vermiş olan bir
arkadaşımla karşılaştım. Çok tedirgindi. Daha sonra orduevinde dava kapsamında
ifade vermiş başka arkadaşlarla da konuştum. Onlar da aynı tedirginliği
yaşıyordu. Hepsi de; ‘’Biz ne söylersek söyleyelim, savcının umurunda değil, o
herkesin suçlu olduğuna inanmış, bizim söylediğimizi dinlemiyor bile.’’
diyordu. O zaman durumun ciddiyetini daha iyi anladım.
Bu arkadaşlarla konuştuktan
sonra davaya daha fazla ilgi duymaya başladım. Çünkü hemen hepsi benim ismimin
de iddianamede bulunduğunu söylemişti. Bunlar, bir de; dava açılacakların üç
gruba ayrıldığını, birinci grubun ilk etapta tutuklandığını, ikinci
gruptakilerin ifadeleri alındıktan sonra çoğunlukla serbest bırakıldığını ancak
daha sonra tutuklanabileceklerini (Gerçekten de bir süre sonra tutuklandılar.),
üçüncü ve en büyük grubun ise detaylı bir şekilde incelendikten sonra duruma göre
ifadeye çağırılacağı ve bundan sonra durumlarının ortaya çıkacağı söylüyorlardı.
Benim adım işte bu üçüncü grupta bulunuyormuş.
Kendilerine; ‘’Yahu arkadaşım.
Ben ne böyle bir plan duydum, ne de 1’nci Ordu Karargâhı’nda herhangi bir
toplantıya katıldım. Nereden çıkmış bu plan? Bizim isimlerimiz o plana nasıl
girmiş?’’ diye sorduğumda hemen hemen hepsinin verdiği cevap aşağı yukarı aynı
idi: ‘’Biz de böyle bir planı gazetelere çıkınca duyduk. Herhangi bir
toplantıya da katılmadık. 1’inci Ordu Komutanı o zaman; ‘EMASYA seminerine
Akademi öğrencileri de katılsın, bazı konuların planlanması görevlerini de
onlara verin, tecrübe kazansınlar.’ diye emir vermiş. Akademi’den bir Albay da
Ordu Karargâhına koordinasyon için giderken öğrencilerin isim listesini götürüp
planlama için teslim etmiş. Ama Akademi Komutanı, ’Bu çocukların dersleri çok
yoğun, bunlar katılmasa uygun olur.’ deyince öğrencilerin EMASYA Semineri’ne
katılması iptal edilmiş. Fakat bu arada Ordu Karargâhı, seminer planındaki bazı
sunum görevlerinin karşısına sınıf ve rütbelerine göre isimleri yazdığından bu
isimler bilgisayarda ve kayıtlarda kalmış. Bu dava açıldığında, savcılar
askerlik ve planlama hakkında bilgi sahibi olmadıklarından, listedeki görev ve
rütbeleri dikkate alarak bir sınıflandırma yapmışlar ve buna göre insanları
ifadeye çağırıyorlar.’’ dediler.
Akademiden mezun olalı yedi
seneden fazla olmuştu. Olayları tam olarak hatırlamak mümkün değildi ama bu
görüşmelerden sonra hafızam tazelendi ve bazı şeyleri daha net hatırlamaya
başladım. Biz akademide okurken okulda çok fazla bilgisayar yoktu. Seminer
odalarında (dershaneler) birer bilgisayar ve koridorun başında genel kullanım
için bir bilgisayar bulunuyordu. Bir ödev olduğunda; hocalar, ödevi bu genel
bilgisayara yüklüyor ve öğrenciler bu bilgisayardan kendilerini ilgilendiren
bölümleri disket veya harici belleklerle alıyordu.
İşte yine bir gün bir anons
yapılmıştı. ‘’Öğrenciler İstanbul EMASYA Plan Semineri’ne katılacak ve bu
seminerde herkes planla ilgili bir görevi hazırlayıp arz edecekmiş. Görev
listesi de duyuru panosuna asılmış.’’ Ben de diğer arkadaşlarım gibi önce
duyuru panosuna gittim. Kendi görevime baktım. Şimdi ne olduğunu tam olarak
hatırlamıyorum ama bir yolun veya köprünün emniyetinin sağlanması gibi çok ta
teferruatlı olmayan basit bir görevdi sanırım. Sonra bilgisayarın bulunduğu
yere gittim. Akşamüzeri olmuş ve dersler bitmişti. Herkes görevi ile ilgili
bölümü alıp bir an önce evine gitmek istiyordu. Bu sebeple bilgisayarın önünde
uzun bir kuyruk olmuştu. Ben de sıraya girip beklemeye başladım. Epey
bekledikten sonra nihayet önümde 1-2 kişi kalmıştı. Onlar yükleme yaparlarken
yanlarında durup ben de planın genel esaslarına vakıf olmak için ekranda
görünen bölümleri okumaya çalışıyordum.
Plan hâlihazırdaki EMASYA Planı
imiş. Bu plan üzerinden görevler yeniden incelenip tartışılacak ve güncellenecekmiş.
Plan klasik bir EMASYA Planı idi. Başlangıç durumunda da klasik EMASYA
Planlarında olduğu gibi İstanbul’daki genel bir asayişsizlik ve terör
eylemlerinin ortaya çıktığı, emniyet kuvvetlerinin eylemleri bastırmakta
yetersiz kaldığı, mevcut Jandarma birlikleri de kullanılmasına rağmen asayişin
sağlanamadığı ve Vali’nin ilgili yasalar gereği 1’nci Ordu Komutanlığı’ndan destek
istediği belirtiliyor, buna göre yapılması gereken faaliyetlerin planlanması
isteniyordu. Şimdi çok oldu ama benim gördüğüm bu planda, o sonradan
gazetelerde okuduğumuz hiçbir husus yoktu.
Önümde bulunan devre arkadaşım
kendi görev bölümünü yükleyip sandalyeden kalktı ve ben oturup disketi
bilgisayara taktım. Daha yükleme yapamadan nöbetçi öğrenci subayın bağırarak; ‘’seminer
görevinin iptal edildiğini, öğrencilerin seminere katılmayacağını, dolayısıyla
bilgisayardan yükleme yapmaya gerek olmadığını’’ anons ettiğini duydum. Herhangi
bir kayıt yapmadan disketimi alıp arkadaşımla birlikte lojmanlar bölgesine
gittim. Burada önemli bir hususu belirttikten sonra konunun benim dışında
gelişen dava boyutuna geçeceğim. Önümde benden önce kayıt yapan son kişi olan,
aynı arabayla okuldan ayrıldığım devre arkadaşım şu anda Balyoz davasından
hapis yatıyor. Ben ise uzun süre savcılığa ifade vermeye çağırılmayı bekledim, nedendir
bilmiyorum ama çağırılmadım.
Balyoz Darbe Planı iddialarının gazetelerde yayımlanması ve ilk
tepkiler.
20 Ocak 2010 tarihinde Mehmet
Baransu imzalı bir haber ile kamuoyunun dikkati geçmişte 1’nci Ordu
Komutanlığı’nda yapılan bir EMASYA Planına çevrildi. Taraf gazetesi, emekli
Orgeneral Çetin Doğan’ın Birinci Ordu Komutanlığı sırasında, Ak Parti
hükümetine karşı “Balyoz Harekât Planı” adı altında 12 Eylül askeri
müdahalesini model alan bir darbe planı hazırladığını iddia ediyordu. 5 bin
sayfayı aşan belgelerden oluşan planın içinde, İstanbul’da bazı camilerde cuma
namazından sonra bomba patlatılmasının öngörüldüğü de kaydedildi. Planda 29’u
general 133 subayın adı geçiyordu.[2]
Çetin Doğan ise haberin
yayınlanmasının ardından, bu çalışmaların doğal olduğuna da vurgu yaptığı
açıklamasında şöyle diyordu: “Ordu
Komutanlığı yaptığım 1999-2003 yıllarında (önce Ege Ordu Komutanlığı bilahare
1’nci Ordu Komutanlığı) elbette Ordu Harp Oyunları ve Seminerler düzenlemiş ve
bu etkinliklere Ordu Komutanlığı bünyesinde görevli subay ve generaller
katıldığı gibi, KKK ve Gnkur. Başkanları ve beraberlerinde getirdikleri
generaller ve subaylar gözlemci olarak katılmışlardır. Görev nedeniyle bu
komutanların katılamadığı etkinliklere mutlaka kendilerini temsilen bir üst
rütbeli generalin görevlendirilmesi rutin bir uygulamadır. Harp oyunu ve
seminerde işlenecek konular ve senaryoların daha önceden üst komutanlara bildirilmesi
esastır.” Bu açıklamasıyla söz konusu seminer konusundan dönemin
komutanlarının haberinin olduğunu da ifade ediyordu.
Dönemin Genelkurmay Başkanı
Orgeneral Hilmi Özkök, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aytaç Yalman,
Genelkurmay İkinci Başkanı ise Orgeneral Yaşar Büyükanıt’tı. Hilmi Özkök, Fikret
Bila ile yaptığı söyleşide; “Hiçbir şey
söylemeyeceğim” diye söze başladıktan sonra, “Ben artık konuşmuyorum. Ben söyleyeceklerimi söyledim. Ben de izzet-i
ikbal ile gündemden çekildim. Şimdi bahçede torun kovalıyorum.” diye
konuştu.[3]
Yazının arkasından konu ile
ilgili tüm gazetelerde ve birçok internet sitesinde konu ile ilgili olduğu
iddia edilen belgeler, görüntüler ve ses kayıtları yayınlanmaya başladı.
İddiaların merkezinde olan eski 1’nci Ordu Komutanı emekli Orgeneral Çetin
Doğan ise kanal kanal gezerek bu iddiaların asılsız olduğunu anlatmaya çalışıyordu.
Gazeteyi ve haberin yazarlarını haberin doğru olup olmadığını tartışmak için
televizyon ekranlarına bile davet etti.
Bu arada Taraf gazetesi konu ile
ilgili yeni haberler yayınlamaya devam ediyordu. Yayınlanan haberlerde özet
olarak şu iddialarda bulunuyordu:
*Emekli Orgeneral Çetin Doğan’ın
Birinci Ordu Komutanı olduğu 2002 ile 2003 yıllarında “Balyoz Harekâtı” adı
altında darbe planı hazırlanmıştır.
*Planda; “gözaltına alınacak 36
gazeteci“ ile kamuoyu desteği sağlanmasında faydalanılacak 137 gazetecinin
isimleri bulunmaktadır.
*Plana göre; MİT’in başına
muvazzaf bir general atanacak ve muhafazakârlaştığı öne sürülen polis
jandarmaya bağlanacaktır.
*Demokrasinin tamamı ile askıya
alınması da dâhil olmak üzere nihai amaç olan irticai yapılanma, tek bir ferdi
dahi kalmayacak ve bir daha hortlamayacak şekilde ortadan kaldırılıncaya kadar
gerekli her türlü tedbir alınacaktır.
*AKP yönetiminin tasfiyesi ve
işbirlikçilerinin saf dışı bırakılması maksadıyla, harekât alanının
şekillendirilmesi de dâhil olmak üzere, resmi/gayrı resmi tüm yurtseverler
seferber edilecek, başta Silahlı Kuvvetler ’in imkân ve kabiliyetleri olmak
üzere maddi ve manevi tüm güçler kullanılacaktır.
*Özellikle, gözaltına almalar ve
yağma talan, gasp ve milli serveti tahrip gibi eylemler sırasında ikazlara
uymayanlara karşı, Silahlı Kuvvetler’in gücünü çok kısa sürede hissettirecek
sert uygulamalara başvurulacaktır.
*İkinci aşamada, belirlenen
kadrolar işbaşına getirilecek, bölücü ve irticacı kadroların şiddetle ve derhal
bertaraf edilmesi için, gerekirse özel yöntemler devreye sokulacaktır.
*Faaliyetlerde yer aldığı tespit
edilmiş ve teşkil edilen Özel Görevli Toplama Timleri tarafından planlandığı
şekilde gözaltına alınan kişiler, topluca bulundurulacakları stadyum (Burhan
Felek Spor Salonu, Fenerbahçe stadyumu, Ümraniye NETAŞ Misafirhanesi) vb. büyük
yapılara getirilecek ve sorguları buralarda yapılacak, bilahare hapishanelere
sevk edileceklerdir. Mevcut ceza ve tutukevlerinin de kapasiteleri ile
gözaltına alınacak ve tutuklanacakların sayıları da dikkate alınarak,
sıkıyönetim komutanlıklarınca kışlalar içerisinde gerekirse ceza ve tutuk
evleri açılacaktır.
*Cumhuriyetin aşındırılan tüm
kazanımları tekrar yerleştirilecek, Türkçe ezan dâhil tüm ulusal değerlerimiz
hayata geçirilerek Arap ve Kürt unsurların Türk kültürüne verdikleri zararlar
telafi edilecektir.
*Sıkıyönetim karargâhları
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Afet Koordinasyon Merkezi binası ve anılan
binanın imkânlarına sahip diğer kamuya ve/veya sivil sektöre ait binalar
kullanılabilecektir. Eylemler ise ilgili bölgelerde kullanılacak komuta
merkezlerinden sevk ve idare edilecektir.
*Kritik alanların tespiti ve
başlangıçtan itibaren kontrol altına alınması doğru ve gerçekçi istihbarat
akışını gerekli kıldığından, askerden arındırılan MİT yeniden yapılandırılarak,
müzahir personel kilit görevlere getirilerek başına muvazzaf bir general
atanacaktır.[4]
İlk yayından bir gün sonra;
’Darbelere Karşı 70 Milyon Adım Koalisyonu’ adına aralarında sanatçı Lale
Mansur’un da bulunduğu 13 kişi Ergenekon soruşturmasının yürütüldüğü İstanbul
Cumhuriyet Başsavcılığı’na gelerek emekli Orgeneraller Çetin Doğan, İbrahim
Fırtına, Özden Örnek ve Ergin Saygun hakkında 2003 yılında planlandığı öne
sürülen ’Balyoz Güvenlik Harekât Planı’ ile hükümeti devirmek istedikleri
gerekçesi ile suç duyurusunda bulundular.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcı
vekili Turan Çolakkadı’ya verilen suç duyurusu dilekçesinde emekli
orgenerallerin ’Anayasayı ihlal’, ’Cumhurbaşkanına suikast ve fiili saldırı’,
’Yasama organına karşı suç’, ’Hükümete karşı suç’, ’Hükümete karşı silahlı
isyan’ suçlarından cezalandırılmaları istendi. Basın açıklamasına katılan Taraf
Gazetesi muhabiri Mehmet Baransu ise, ellerindeki belgeleri birkaç gün
içerisinde ilgili savcılığa teslim edeceklerini söyledi.[5]
Mahkeme Süreci:
Bunun ardından ''Balyoz Planı''
iddialarına ilişkin İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nca soruşturma başlatıldı.
Mehmet Baransu, "Balyoz Güvenlik Harekât Planı"na ait olduğu
belirtilen belgelerin de içinde bulunduğu CD'leri, Beşiktaş'taki İstanbul
Cumhuriyet Başsavcılığı'na verdi.[6]
Daha önce açılan Ergenekon ve
Yüksekova soruşturmaları ile başlayan genel bir ordu aleyhtarlığı tüm basına hâkim
durumdaydı. Derhal değişik gazetelerde Balyoz Darbe Planı ile ilgili yazılar ve
yorumlar başladı. Yorumlar en sağdan en sola, en laikten en dindara kadar her
kesimden gazeteci, yazar, akademisyen tarafından hep bir ağızdan ve koro
halinde yapılıyordu. Bazı politikacılar ve aydınlarla bazı gazeteciler, bu
konunun daha iddia düzeyinde olduğu, hukuka yansıyan bir konunun daha dava
görülmeden kişileri suçlu kabul ederek yorumlanmasının doğru olmadığını söyleseler
de bunlar darbeci zihniyet, vesayet rejimi savunucusu denilerek susturulmaya
çalışıldı. Sanki yıllardır aşırı su toplanmış bir baraj birden yıkılmış gibi
sel halinde bir aleyhte yayın fırtınası başlatıldı.
Kimisi de, yıllardır içinde sakladığı
kini kusmak istercesine, bu fırsatı, itham edilen kişileri de aşarak Silahlı Kuvvetlere
hakaretler yağdırmak için ganimet biliyordu. Taha Akyol gibi genelde daha
mutedil bir dil kullanan bir gazeteci bile köşe yazısında askerleri ırkçılıkla,
bağnaz kafalı olmakla, hastalıklı bir kafaya sahip olmakla itham ediyor, Balyoz
planı ile itham edilenleri 28 Şubat’çı diye tanımlıyor ve bunların yabancı
sermaye ve Türkiye’deki Hristiyan azınlıkların sermayesine göz koyduklarını
söylüyordu.[7]
Hükumet te bu iddiaları
destekliyor ve çeşitli bakanlar seviyesinde gerek açıkça gerekse isim vermeden
bazı gazetecilere iddialara inandıklarını ifade ediyorlar, Ordunun AKP’yi
bitirmek istediğini söylüyorlardı. Öte yandan neye uğradıklarını şaşıran silahlı
kuvvetler yöneticileri ise kendilerine karşı asimetrik psikolojik savaş
yapıldığını iddia ediyordu. Bakanlar seviyesinde; askerden siyasetten el
çekmesi, köklü bir zihniyet reformu ve şeffaflık beklendiği demeçleri veriliyor,
ayrıca ordudaki üst düzey kişilerin de hesap vermesi gerektiği beyan
ediliyordu.
Genelkurmay, bu “Plan
Semineri”nin gayesinin “dış tehdide ilişkin olarak hazırlanan Harekât
Planlarını geliştirmek ve ilgili personelin eğitimlerini sağlamak” olduğunu ve
“Geri Bölge Emniyeti, savaş hali ve Sıkıyönetim konuları üzerinde de
durulduğunu” belirten bir açıklama yaptı. Ancak kimseyi inandıramadığı gibi
bazı köşe yazarları bu haberden hareketle; ‘’Bütün planlar belli bir
zihniyetten kaynaklanıyor. Özetle; söz konusu olan vatansa, gerisi teferruattır
diyerek hukuku ve demokrasiyi ikincilleştiriyorlar.’’ diye yorumlar yaparak
olayı daha da genelleştirmeye başlıyorlardı.[8]
Bazıları bu durumu daha da ileri
götürerek iddia edilen plan ile dalga geçerek Silahlı Kuvvetlerin subay
kitlesine ve özellikle de bunların kurmay kitlesine dolaylı yoldan saldırarak
bir itibarsızlaştırma çabasına da giriştiler. Bu planların çocuk oyunu gibi
olduğu söylenerek bu planları kurmay subaylar yaptıysa vay halimize diyerek
kurmay subaylar yetersizlikle suçlanıyordu.[9]
Bu arada EMASYA Protokolünün
kaldırılması tartışmaları da başladı. İçişleri Bakanlığı ile Genelkurmay
Başkanlığı arasında 7 Temmuz 1997’de imzalanan Protokol, dönemin İçişleri
Bakanlığı Müsteşarı Teoman Ünüsan ile Balyoz planını hazırladığı iddia edilen
Korgeneral rütbesiyle dönemin Genelkurmay Başkanlığı Harekât Başkanlığı’nı
yapan Çetin Doğan imzasını taşıyordu. Protokol, toplumsal olayların
önlenmesinde ve kamu düzeninin sağlanmasında; mülki amirler, EMASYA
komutanlıkları ve kolluk kuvvetleri arasındaki yetki, görev ve sorumluluklar
ile uygulanacak ortak tedbirleri kapsıyordu.
Toplam 27 maddeden oluşan
protokolün esasları özet olarak şöyle idi:
*Mülki amirler, yapılacak
planlama ve hazırlıkları EMASYA komutanlıklarıyla yeterli zaman öncesinden
koordine edip değişik senaryolara göre hazırlık yaparlar.
*Kamu düzenini bozma istidadı
gösteren terör dışındaki toplumsal olayların kolluk kuvvetleri ile bastırılması
esas alınır, gerekli hallerde askeri gücün “caydırıcılık” özelliğinden
yararlanılır.
*Toplantı ve gösteri yürüyüşü
gibi toplumsal olayların şekil değiştirerek birçok bölgede geniş halk
kitlelerine yaygınlaşması durumunda güvenlik koordinasyon komisyonu olağanüstü
toplanır.
*EMASYA komutanlıklarının talebi
ve ihtiyaç halinde ilgili vali; kamu hizmet, araç ve malzemelerinin il ve
ilçeler arasında kaydırılması ve kullanılmasını sağlayarak personeliyle
birlikte olay süresince harekât kontrolüne verebilir.
*EMASYA planlarının uygulanması
için mülki makamlar tarafından kuvvet talebinde bulunulduğu ve olay mahalline
intikal edildiği andan itibaren kıdemli komutan emir komutayı alır. Kolluk
kuvvetleri bu andan itibaren komutan emrine girerler. Bu andan itibaren zor
kullanmanın derecesinin tayini ile silah kullandırmanın yetki ve sorumluluğu
komutandadır.
*Müdahalede hangi kurumun destek
görevi alacağı vali/koordinatör vali tarafından EMASYA komutanlıklarıyla
koordine edilerek belirlenir.
*Valinin görevlendirdiği polis
özel harekât timleri, harekât süresince EMASYA Komutanlığının kontrolünde;
korucular da jandarmanın yönetiminde EMASYA komutanlıklarının kontrolünde görev
yaparlar.
*İller arasında kuvvet
kaydırılması, koordinasyon, emir-komuta ilişkilerin uygulanmasını sağlamak
üzere İçişleri Bakanı ilgili valilerden birini, tercihen EMASYA Bölge
Komutanlığı’nın bulunduğu il valisini geçici olarak “koordinatör vali” olarak
görevlendirebilir.
*EMASYA komutanlıklarında; bütün
terörle mücadele birimlerinin koordinesi için “müşterek istihbarat merkezleri”
kurulur.
*EMASYA görevlerinde, özellikle
kırsal alanda yapılacak olan terör operasyonlarında “polis özel harekât
timleri” ve askerin birlikte kullanılması amacıyla ortak tatbikatlar icra
edilir.
*Kolluk kuvvetlerini düzenlemek,
müdahale yöntemlerini belirlemek, koordinasyon ve işbirliğini sağlamak için “il
ve ilçe güvenlik koordinasyon komisyonları” ihdas edilir.[10]
Emekli Orgeneral Çetin Doğan
gazetecilere ve televizyonculara demeçler vermeye devam ediyordu.
Konuşmalarından Plan Seminerinin yapıldığı tarihlerde komutanlar arasında fikir
uyuşmazlıkları olduğu ortaya çıkmaya başlamıştı. Plan seminerine; Genelkurmay
Başkanı Hilmi Özkök, Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman ve Genelkurmay
İkinci Başkan Yaşar Büyükanıt davet edilmelerine rağmen katılmamış, sadece
gözlemci subay göndermişlerdi.[11]
Çetin Doğan değişik basın ve
yayın organlarında yayımlanan ses kaydının kendisine ait olduğunu ve irticalen
yapılan bu konuşmanın değiştirilerek yayınlandığını iddia ediyor ve kendisinin
direktifiyle hazırlanan ileri tarihli en tehlikeli ve riskli senaryonun planda
incelendiğini söylüyordu. Buradan da orijinal plandan farklı bir senaryonun
oynandığını kabul etmiş oluyordu.
Konu bu kadar etki yaratınca
Genelkurmay Başkanlığı da açıklama yapma gereğini hissetmiş olacak ki Orgeneral
İlker Başbuğ bir basın toplantısı düzenleyerek açıklamalarda bulundu. Zaman
zaman sesini yükselterek yaptığı açıklamalar bazı kesimlerde değişik yorumlara
sebep oldu. Başbuğ; “Balyoz Planı”nın
yedi sene öncesine ait olduğunu söyleyerek hem tarihini hem hiyerarşideki
yerini hatırlattı. Balyoz konusunda KKK’nın “detaylı,
derinlemesine incelemeleri devam ediyor”, “insaflı ve biraz da sabırlı”
olmak gerekir dedi. 27 Mayıs’ta askeri lise öğrencisi olduğunu, aradan geçen
elli yılda “elbette bazı olayların yaşandığını” ve yaşananlardan “herkesin üzerine düşen dersi çıkardığını”
söyledi. “O olaylar artık geride kaldı.” diye
vurguladı. “Darbeden bahsetmek hicap
vericidir.” dedi. “İktidarlar seçimle
gelir, seçimle gider.” vurgusu yaparak ordunun artık demokrasi ve hukuka
bağlı olduğunu kuvvetli cümlelerle ifade etti. “Hata edeni TSK’da barındırmayız!” diye de vurguladı. Org. Çetin
Doğan TV’lerdeki konuşmalarında cami için ”halkımızın
kutsal saydığı mekânlar” deyimini kullanmıştı fakat Başbuğ camilerin “Allah’ın evi” olduğunu ifade etti!
Askeri talimnamelerde Mehmetçiğin “Allah!
Allah!” diyerek hücuma geçirileceğinin yazılı olduğunu vurguladı. “Allah’ın evi camilere bomba, kendi uçağını
düşürme... Lanetliyorum! Bu ordu elinde silah ülkeyi bekliyor. Bu ordunun
tümünü nasıl itham edersiniz!” diye de bir çıkış yapmayı ihmal etmemişti.
Bu sözleri konuşurken Başbuğ
hayli öfkeliydi. TSK’ya karşı sistemli kampanya olduğu görüşünü tekrarladı. “Ama görevimiz sadece şikâyet etmek değil.”
dedi. “Genelkurmay Başkanı olarak
görevim, şikâyetle yetinmeyip bu sorunları çözmektir... Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin de bir sabrı vardır.” “Cumhurbaşkanımıza” ve “Başbakanımıza”
uygun platformlarda bunları aktardığını söyledi ve ekledi: “Elbette sonuçlandırılmasını takip
edeceğiz!”
Başbuğ’un öyle bir vurgusu
izleyen gazetecilerin hemen dikkatini çekmişti. “Darbe iddialarını devamlı
gündemde tutmaktan kim yarar sağlıyor?” Bu cümlesini üzerine basarak, söyledi.[12]
Bu konuşma değişik kesimlerde
değişik yorumlara sebep olmuştu. Kimisi sert ses tonunu ve vurgulamalarını
demokrasi dışı bir davranış olarak tanımlıyor, kimisi de konuşmasını tedirgin
ve suçluluk duygusunun verdiği bir savunma psikolojisini yansıttığını
söylüyordu.
Bu iddiaları destekleyen ve
bunun üzerinden her gün ordu mensupları hakkında menfi konuşmalar yapanların
yanında bu iddiaların Genelkurmay Başkanı’nın iddia ettiği gibi Silahlı Kuvvetlere
karşı yapılmış bir psikolojik harp olduğunu savunanlarda vardı. Bunlar
itirazlarını esas olarak iddialardaki tutarsızlıklar üzerinden yapıyorlardı.
Örneğin, kullanılacak gazeteciler listesinde Yılmaz ÖZDİL’in ismi vardı ama
planın yapıldığı tarihte kendisi gazeteci değildi. Zaten yayını yapan
gazeteciler de Çetin Doğan’ın karşılıklı tartışma davetini kabul etmemişti.[13]
Yavaş yavaş 2003 yılında Silahlı
Kuvvetlerin tepesinde bulunan generaller arasında bir anlaşmazlık ve bir
gerilim olduğuna dair yazılar yazılmaya başlandı. Dönemin Genelkurmay Başkanı
Hilmi Özkök demokrasiyi kurtaran adam olarak lanse ediliyordu. Bazı komutanlar
darbe planlamış ancak Özkök yavaş yavaş bu komutanların altını boşaltarak
darbeleri etkisiz hale getirmişti.[14]
Emekli Orgeneral Çetin Doğan,
televizyon ve gazetelere verdiği demeçlerde; biraz sitem yüklü ifadelerle,
dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ü, vatandaşlık görevi gereği açıklama
yapmaya davet etti. Özkök Paşa, hem Çetin Doğan’ın çağrısını dikkate alarak hem
de basındaki eleştirilerin giderek ağırlaşması üzerine bazı açıklamalar yaptı.
Cami bombalama, kendi uçağımızı düşürme gibi eylemlerin senaryoda yer alamayacağını,
bu iddialara inanmadığını söyledi. Ayrıca Taraf Gazetesinde yer alan içerikte
bir seminer emri vermediğini ve kendisine sunulan raporda da basında yer aldığı
gibi suç oluşturacak bilgiler bulunmadığını ifade etti. Özkök ayrıca, Çetin
Doğan’ın böyle bir senaryo olmadığını, seminerde bu mahiyette bir senaryo
tartışılmadığını açıkladığını da anımsattı. Özkök, konunun yargıya intikal
ettiğini, savcıların basında yer alan metin ve iddialarla ilgili gerçeği
kolayca ortaya çıkarabileceklerini ifade ederek süreci etkilememek amacıyla
dikkatli konuştuğunu söyledi.
Hilmi Özkök, Aytaç Yalman ve Çetin
Doğan, 5-7 Mart 2003’te 1’inci Ordu’da gerçekleşen seminerle ilgili yazışmalar
ile Kara Kuvvetleri Komutanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı’na sunulan
raporlarda, “Balyoz Darbe Planı” olarak yayımlanan dokümanlardaki iddialara
ilişkin bir bilginin bulunmadığını açıklıyorlardı. Çetin Doğan, bu hususun
iyice anlaşılmasını istediği için Özkök ve Yalman’ın daha kesin ifadelerle
vurgu yapmalarını bekliyordu.[15]
Çetin Doğan’ın basına verdiği
demeçler sonunda Başbakan’dan da; ‘’Kanal kanal geziyor.’’ diye bir açıklama
geldi. Doğan buna; ‘’Başbakan bulanık suda balık avlıyor, ben suyun
bulanıklığını azaltmaya çalışıyorum.’’ diye cevap verdi.[16]
Artık durum daha da ciddiye gidiyor ve herkes saflarını netleştiriyordu.
Tüm bu tartışmalar devam ederken
22 Şubat 2010 tarihinde mahkeme kararıyla 20’si halen muvazzaf olan 49 kişi (18
emekli general, 4 muvazzaf amiral, 28 subay, 1 astsubay) gözaltına alındı. Balyoz eylem planı
soruşturması kapsamında, gözaltına alınan zanlılara "hükümeti devirmeye
teşebbüs ve bu amaçla örgüt kurmak" gerekesiyle işlem yapıldı. Emekli
Orgeneral Çetin Doğan’ın da aralarında bulunduğu 49 kişiden, tutukluluğa
yapılan itirazla soruşturma kapsamındaki, 31 Mart 2010 tarihinde 6’sı muvazzaf,
3’ü emekli asker toplam 9 şüphelinin tahliyesine karar verildi. Tahliye talep
eden Çetin Doğan’ın da bulunduğu 19 şüphelinin itirazı da 1 Nisan’da haklı
görüldü.
Fakat mahkeme ilk toplantısında
19 kişinin tekrar tutuklanmasına karar verdi. Yeniden tutuklanan 19 kişiden
Engin Alan ve Çetin Doğan tedavileri nedeniyle cezaevine konulmadı. Doğan 23
Nisan’da, Alan da 29 Nisan’da tedavilerinin ardından adliyeye gelip teslim
olmuş ve ikinci kez tutuklanmışlardı.[17]
Tutuklananlar arasında Çetin Doğan’dan başka; eski Hava Kuvvetleri Komutanı
Emekli Orgeneral Halil İbrahim Fırtına, 1’inci
orduyu Çetin Doğan’dan sonra yöneten iki ordu komutanı (Hurşit Tolon ve Ergin
Saygun) da bulunuyordu.[18]
Tutuklanan general ve amiraller şunlardı.
Muvazzaf amiraller: Tümamiral
Ramazan Gündeniz, Tümamiral Semih Çetin, Tuğamiral Aziz Çakmak, Tuğamiral
Turgay Erdağ.
Emekli amiral ve generaller:
Eski Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral İbrahim Fırtına, eski Deniz
Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Özden Örnek, eski 1’nci Ordu Komutanı
emekli Orgeneral Ergin Saygun, eski 1’inci Ordu Komutanı Orgeneral Çetin Doğan,
emekli Korgeneral Engin Alan, emekli Orgeneral Ayhan Taş, eski Kuzey Deniz Saha
Komutanı emekli Oramiral Ahmet Feyyaz Öğütçü, eski Güney Deniz Saha Komutanı
emekli Koramiral Lütfi Sancar, emekli Korgeneral Ayhan Poyraz, emekli Korgeneral
Mustafa Çalış, emekli Korgeneral Yavuz Yalçın, emekli Tümamiral Özer Karabulut,
emekli Tümamiral Ali Deniz Kutluk, emekli Tümgeneral Ali Karababa, emekli
Tuğgeneral Süha Tanyeli, emekli Tuğgeneral Ahmet Baki Erdoğan, emekli
Tuğgeneral İzzet Ocak.
Bu tutuklamalar muhalefet
partileri tarafından ihtiyatlı bir tepki ile karşılanırken hükumet çevreleri bu
tutuklamaları bir normalleşme süreci diye yorumluyor, bazı gazeteciler de
hükumetle paralel bir çizgide hareket ederek; “Türkiye, sancılı ve sıkıntılı da
olsa, bir normalleşme süreci yaşıyor, demokrasi ve hukuk yolunda ilerliyor.” diye
yorumlar yapıyorlardı.[19]
Taraf Gazetesi’nde Balyoz Planı
iddialarının ardından bazıları planın varlığının tartışılmasının dışına çıkarak
Çetin Doğan’ın kişiliği ve özel hayatına dair iddialarla da değişik
propagandalara başlamışlardı. Bunlar öyle noktalara vardı ki, sanki Alevi olmak
suçmuş gibi Çetin Doğan’ın Alevi olduğu ve Orduyu Alevilerin kontrolüne sokmaya
çalıştığı iddia edilerek kendisinin dini inançları dâhi sorgulanmaya başlandı.
Bu duruma bazı gazeteciler açıklık getirme ihtiyacını hissediyorlar ve Çetin
Doğan’ın Alevi olmadığını açıklıyorlardı.[20]
Anlaşılan bazıları Ordu aleyhine yapılan operasyonda tarihin derinliklerde
kalmış eski çatışmaları da kullanmaya çalışıyorlar veya kendi dini inanışlarına
uygun olarak tasvip etmedikleri inanç çevrelerini de tasfiye etmek için ortam
oluşturmaya çalışıyorlardı.
24 Şubat günü, ‘Balyoz Harekât
Planı’ iddiaları soruşturması kapsamında eski Kuzey Deniz Saha Komutanı emekli
Koramiral Öğütçü ile birlikte 6’sı muvazzaf, 6’sı emekli 13 subay daha tutuklandı.[21]
25 Şubat günü eski Hava
Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Hava Kuvvetleri Komutanı İbrahim Fırtına,
eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Özden Örnek ile eski 1’inci Ordu
Komutanı emekli Orgeneral Ergin Saygun savcılık sorgusunun ardından serbest
bırakıldı. Soruşturma kapsamında bugüne kadar “kor”, “tüm” ve “tuğ” seviyesinde
olan 5’i emekli, 3’ü muvazzaf, 8 general ve amiral tutuklanmıştı.[22]
Bu dava uluslararası kamuoyunun da
dikkatini çekmiş ve değişik yorumlar yapılmaya başlamıştı. Genel olarak
yorumlar şu şekilde idi; “Ortaya çıkan
görüntü, devleti kontrol altına almaya çalışan iki grubun iktidar mücadelesi
gibi görünüyor. Bunlardan biri İslami kökenli Adalet ve Kalkınma Partisi,
diğeri de ordu. Şu anda üstün durumda olan sivil hükümet.”[23]
Sorgulananların tamamı savcılık
ifadelerinde bu tür bir darbe planı hakkında bir bilgileri olmadığını, Balyoz
isimli bir planı ilk defa basına çıktığında duyduklarını söylüyor, iddiaları reddediyorlardı.
Savcılık tarafından kendilerine teklif edilen etkin pişmanlık yasasından
yararlanma teklifini hiç kimse, herhangi bir suç işlemedikleri gerekçesiyle
kabul etmiyordu.[24]
Orgeneral Çetin Doğan’ın
avukatının bildirdiğine göre; savcılık sorgusunda; “Balyoz planı” olduğu iddia
edilen 11 sayfalık bilgisayar çıktısı önlerine konulmuş, “Planın altında,
‘Balyoz Sıkıyönetim Komutanı’ diye imza açmışlar. Çetin Doğan bunun kurmaca
olduğunu söylemiş. ‘Bakın askeri yazışma
kurallarında böyle bir şey yok. Yani bir sıkıyönetim komutanı olursa 1’inci
Ordu ve Sıkıyönetim Komutanı diye yazar. Balyoz ne demek kardeşim. Böyle
yazışma, böyle bir imza usulü yok.’ demiş. Bunun üzerine savcı TÜBİTAK’ın
planın söz konusu tarihte 1’inci Ordu Komutanlığı bilgisayarında yazıldığına
dair raporu bulunduğunu söylemiş. Rapor Çetin doğan ve avukatının talep
etmesine rağmen kendilerine gösterilmemiş. Avukat ta, bir bilgisayarda
hazırlanan bir dosyanın yaratılış tarihini birkaç yıl öncesine veya sonrasına
aktarmanın mümkün olduğunu, bunu ispatlayabileceklerini söylemiş.[25]
İfade veren hemen herkes benzer
şeyleri söylüyordu. Böyle bir plandan haberleri olmadığını, askeri planlarda
isim yazılmadığını, bu belgelerin sahte ve sonradan üretilmiş olduğunu iddia
ediyorlardı.
Basında yayımlanan haberlere
göre; konu ile ilgili olarak Askeri Savcılık da soruşturma başlatmış, bir
Kurmay Binbaşı bilirkişi olarak görevlendirilmiş, bu binbaşının raporuna göre; “TSK’nın
yetki alanı dışına çıkılmıştır. Belgelerin tümü gerçekse bu devlet idaresine el
koymayı öngören bir darbe planıdır.” [26]
denildiği iddia ediliyordu.
Bu arada gazeteci Mustafa
Balbay’ın o tarihlerde, defterine, eski MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’un
“Birinci Ordu’dan ihtilal mektupları geliyor.” diye not aldığı haberleri de
verilerek kamuoyunda darbe iddialarının gerçek olduğu duyguları
güçlendiriliyordu.[27]
İlk grupta gözaltına alınanların arkasından münferit olarak gözaltına almalar
devam etti. [28]
Tutuklamaların ardından en çok
konuşulan konu bu tutuklamaların uygun olup olmadığı konusunda toplanıyordu.
Tutuklular ve avukatları ile bazı gazeteciler ve muhalefet partileri; sabahın
erken saatlerinde yapılan ev baskınlarının uygun olmadığı ve tutuklanmaların
yersiz olduğunu, bu insanların silahlı bir eylem yapmadıklarını, bir kısmının
halen çalışmasına rağmen büyük bir kısmının da emekli olduğunu, bunlara
haksızlık edildiğini söylerken çoğu basın mensubu ve hükumet ise; hukuka
güvenilmesi gerektiği, bu kişilerin kaçabileceği ve delilleri karartabileceğini
iddia ediyorlardı.
Bu olayla ilgili suçlananların
tamamı bu plan seminerinde darbe yapılmasının konuşulmadığını, planın yasal bir
EMASYA Planı olduğunu, belge diye sunulan bilgisayar çıktılarının düzmece
olduğunu, asıl belgeler olmadığını, hem içerik, hem şekil ve hem de bilgisayar
teknikleri açısından sahte olduklarını savunmaya devam ettiler.[29]
Tutuklamaların ardından
tutuklananlar için hiç kimsenin farkında olmadığı değişik sorunlar ortaya
çıkmaya başlamıştı. Avukatlık ücretlerinin çok yüksek olmasının yanında
maaşlarının büyük bir bölümü tutuklu oldukları için kesilen askerlerin aileleri
geçim sıkıntısı çekmeye başlamıştı. Bunun üzerine emekli subaylar tutuklu
aileleri için para toplamaya başladılar.[30]
Benzer şekilde Silahlı Kuvvetler bünyesinde de çalışanlardan gönüllülük esasına
göre para toplanıyor, bu konu basına düşünce yine bazı yazarlar tarafından
eleştiri konusu oluyordu. Yapılan propagandalar ile subaylar ve generaller ile
astsubay ve uzman çavuşlar arasında sürtüşme oluşturulmaya çalışılıyor, yardımı
engelleyememekle birlikte yardım yapanların sayısını azaltarak bir iç gerilim
yaratılmaya çalışılıyordu.
Orgeneral Başbuğ, 25 Şubat
Perşembe günü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la
bir görüşme yaptı. Bu görüşme de değişik spekülasyonlara sebep oldu. Ana
muhalefet partisi lideri Deniz Baykal; bu görüşme ile bir uzlaşma sağlandığını,
emekli kuvvet komutanlarının serbest kalarak diğerlerinin tutukluluk halinin
devam ettiğini açıkladı. Bazı basın organlarında ise Genelkurmay Başkanı’nın
istifa edeceği iddia ediliyordu. Ayrıca Genelkurmay tarafından tutuklanan
subayların korunduğu ve desteklendiği söylenerek eleştiriler getiriliyordu.
Bunun üzerine Genelkurmay Başkanı bazı basın mensupları ile yaptığı
görüşmelerde; bu toplantı teklifinin başbakanlıktan geldiğini ve herhangi bir
pazarlığın söz konusu olmadığını, kendisinin istifa etmesinin söz konusu
olmadığını, emekli subaylar da dahil olmak üzere tutuklananların tümünün silah
arkadaşları olduğunu ve onlara destek olmanın da görevleri olduğunu
açıklıyordu.[31]
Bu arada tutuklu paşalardan
bazılarında ileri yaşlarda olmalarından dolayı bazı sağlık problemleri de
ortaya çıkmaya başladı. GATA’ya sevk edilen bu paşaların tedavileri ABD’de
yaşayan bir cemaat liderini rahatsız etmiş olacak ki ‘’Bir GATAKULLİ olmasın!’’
diye demeçler vermeye başlamıştı. Bu durumdan rahatsız olan Çetin Doğan hasta
olmasına rağmen doktora görünmeyi reddediyor ve ancak avukatının zorlaması ile
tedavi olmaya razı geliyordu. Avukatı ise tedavi olma hakkının tutuklular da dâhil
herkesin kanuni hakkı olduğunu söylüyor ve bu konuda açıklama yapanlara cevap
veriyordu.
Bu arada, Gazeteci Mehmet
Baransu, ‘’Karargâh’’ ismiyle bir kitap yayınlamış, bu kitaptaki iddialar ise
tutuklu avukatlarının tepkisini çekmişti. Çetin Doğan’ın avukatı, kitap
hakkında; ‘’Adeta bir savcılık iddianamesi gibi. Suç duyurusunda bulunacağız.’’
diyordu.[32]
Çetin Doğan basına yazdığı
mektuplarla kendini savunmaya ve bu arada politikacıların davaya müdahale
ettiğini iddia etmeye devam ediyordu. Mahkeme savcısı Çolakkadı’da Adalet
Bakanlığı yetkilileri ile görüştüğünü kabul ediyordu.[33]
Tam bu günlerde internet
üzerinden, Bodrum’dan Ankara’ya gitmekte olan bir kamyonda gizlice taşınan
patlayıcı ve silahlar olduğu ihbarı ile askeri mühimmat taşıyan bir kamyon
yolda durdurulmuş ve savcılık tarafından inceleme başlatılmıştı. Bu haber başta
TRT olmak üzere; ‘’Genelkurmay Gizlice
mühimmat naklediyor. Bunlar yasadışı işlerde kullanılacak.’’ anlamına gelen
haberler yayımlandı. Konu hemen her televizyon kanalında artık kadrolu hale
gelmiş yorumcular tarafından tartışılmaya başlandı. Mühimmatın Özel Kuvvetler
Komutanlığı tarafından nakledildiği haberleri sızınca da doğal olarak bu
yorumcular daha zengin senaryolar ileri sürmeye başladılar. Bu haberler
yüzünden Genelkurmay TRT’yi eleştiren açıklamalar yaptı. Savcılık
incelemesinden sonra, nakledilen mühimmatların, kullanım ömürleri bitmiş eski
mühimmatlar olduğu, imha edilmek için Ankara’ya getirildiği, taşıma ile ilgili
tüm yasal bildirimlerin yapıldığı, önceden yol emniyeti için güvenlik
birimlerine de bildirildiği ortaya çıktı. Bu konuda yanlış bilgilerle haberler
yapan TRT, muhalefet partileri tarafından hükumetin televizyonu haline gelmekle
suçlanmaya başlandı.[34]
Süreç içerisinde zaman zaman tutuklu
subayların bazıları, avukatlarının başvuruları sonucu serbest bırakılıyordu.
Çetin Doğan’ın da içinde bulunduğu 19 asker de benzer şekilde, 1 Nisan 2010
günü serbest bırakıldı. Tutuklu olarak sadece yedi subay kalmıştı. Tahliye
kararlarını, daha önce bazı iddianamelere şerh koyduğu ve bazı sanıkların
tahliyeleri yönünde karar verdiği için eleştirilen İstanbul 12’nci Ağır Ceza
Mahkemesi Üye Hâkimi Oktay Kuban vermişti. Kuban, kuvvetli suç olgularının
bulunmaması ve suçun vasfının değişme ihtimalinin bulunmamasını gerekçe göstermişti.[35]
05 Nisan 2010 sabahı, dört ilde
muvazzaf askerlerin de aralarında bulunduğu 20 kişinin gözaltına alındığı
haberleri gazetelere yansıdı. Ayrıca tahliye edilmiş olan 19 kişi hakkında
tekrar yakalama kararı çıkarılmıştı. İstanbul 12’nci Ağır Ceza Mahkemesi
Heyeti, tahliye edilen 11’i muvazzaf, 8’i emekli asker toplam 19 şüpheli
hakkında yakalama emri çıkarılmasına ilişkin olarak, "Kesinleşen tutuklama kararlarından sonra tutuklama şartlarında
şüpheliler lehine yeni olgu ve değişiklikler bulunmaması" ve "kuvvetli suç şüphesinin varlığını
gösteren olguların bulunması ve devam etmesi"ni gerekçe gösterdi.
Mahkeme heyeti verdiği, "yakalama emri" karar tutanağında, 1 Nisan’da
12’nci Ağır Ceza Mahkemesi Nöbetçi Hâkimi Oktay Kuban tarafından 19 şüpheli
hakkında verilen tahliye kararlarının, "Mevcut
somut olgularla çelişen ve soyut gerekçeye dayalı kararlar olduğu" öne
sürüldü. Mahkeme tarafından avukatlara dağıtılan yakalama emri kararında,
"Balyoz Planı" iddiaları ile ilgili soruşturma kapsamında 8 emekli
asker ile 11 muvazzaf subayın serbest bırakılmasına, İstanbul Cumhuriyet
Başsavcılığı tarafından 2 Nisan tarihinde itirazda bulunulduğu hatırlatıldı.
Kararda, Cumhuriyet savcısının itirazı sürecinde bir kısım şüpheli
avukatlarınca talepler içeren dilekçelerin de heyete sunulduğu ve söz konusu taleplerin
reddedildiği belirtildi.[36]
Olayın başlangıcından itibaren
ortaya çıkan önemli bir konu da planın yapıldığı dönemde Ordu’nun üst
kademeleri arasında bir gerginlik ve sürtüşme olduğu görüntüsüdür. Bu durum
özellikle Çetin Doğan ve Hilmi Özkök arasında basın aracılığı ile yapılan
karşılıklı atışmalarda daha açık biçimde ortaya çıkmıştır.[37]
Bu iki emekli general arasındaki atışmalar Genelkurmay Başkanlığı’nda bir
rahatsızlık yaratmış olacak ki basına verilen bir panelde bu tartışmaların hoş
olmadığı ikinci başkan Aslan Güner tarafından açıkça ifade edilmiştir.[38]
Bu tartışmalar bazı basın mensuplarınca da normal karşılanmamış ve gazetelerde
bu konuda eleştiriler yayınlanmıştır.[39]
Çetin Doğan, beraber görev
yaptığı Hilmi Özkök hakkında, belgeleri onun sızdırdığını ima eden demeçler
vermiş, Hilmi Özkök te buna anında basın yoluyla cevap vererek iddiaları
yalanlamıştır.[40] Dava
sürecinin başından itibaren Hilmi Özkök ve Çetin Doğan’ın verdiği demeçler
zamanın Genelkurmay Başkanı ve Kara Kuvvetleri Komutanı ile başta Çetin Doğan
olmak üzere bazı üst seviyede generaller arasında çekişmeler ve fikir
ayrılıkları olduğu intibaı vermiş, bu durum nazı basın mensupları tarafından o
yıllarda orduda bazı generaller tarafından darbeler planlandığı ancak Hilmi
Özkök’ün bunların altını boşaltarak darbeleri önlediği yönünde yorumlar
yapmasına sebep olmuştu. Hatta bazı basın mensupları, görev yaptığı dönemde
Hilmi Özkök’ün zehirlenerek öldürülmekten korktuğu, bu sebeple yemeklerini bile
sefer tası içinde evden getirerek odasında yediği iddia edilmişti. Hilmi Özkök
sefer tası ile evden yemek getirdiği iddialarını doğrulamış ancak buna sebep
olarak mide rahatsızlığı olduğunu ve midesini rahatsız etmeyecek yemekleri
eşine yaptırarak yediği için bu yola başvurduğunu söylemiş, zehirlenme
iddialarını ise yalanlamıştır.
İddialar kamuoyunun gündemine
düştüğünden beri her basın organı konuya yakın bir ilgi göstermiş ve konu ile
ilgili birçok iddia televizyon ekranlarında ve gazetelerde tartışılmaya
başlanmıştır. Davalı kişiler ile bazı gazeteci ve siyasetçiler tarafından;
sanıkların haklarının çiğnendiği, masumiyet karinesine uyulmadığı söylenmiş
ancak yargı organları, güvenlik güçleri ve hükumet bu duruma kayıtsız kalmış,
aksine hükumet bu davaların bir komplo olduğunu iddia edenleri hukuka müdahale
etmekle suçlamıştır.
Genelkurmay Başkanlığı da bu
iddiaların bazılarına gerek kendi internet sitesinden, gerekse basın
açıklamalarıyla cevap vermeye çalışmıştır. Mesela; "8 Nisan 2010 günü bir gazetede, 5-7 Mart
2003 tarihleri arasında icra edilen 1’inci Ordu Plan Seminerinin icrasını
müteakip hazırlandığı iddia edilen, bir belgeye (incelemeye) ilişkin haberle
ilgili olarak bu haberin gerçeği yansıtmadığı’’ internet sitesinden ilan
edilmiştir.
Bazı haberde "Balyoz" soruşturması
sürecinde eski 1’inci ordu Komutanı Emekli Orgeneral Çetin Doğan ile eski
Genelkurmay Başkanı Emekli Orgeneral Hilmi Özkök’ü karşı karşıya getiren en
kritik belgenin İstanbul’da Balyoz soruşturmasını yürüten savcılıkta bulunduğu
belirtilmişti. Buna göre; 1’inci Ordu Komutanı Çetin Doğan’ın 2003’teki
semineri yönetirken yasal çerçevenin dışına çıktığına dair belgenin altında
dönemin Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı olan Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker
Başbuğ’un imzası bulunduğu iddia ediliyordu. Söz konusu belgeye göre, Orgeneral
Başbuğ, seminerin özel bölümünde, Orgeneral Çetin Doğan’ın oturumu yönetirken,
resmi ve yasal çerçevenin dışına çıktığına dair ciddi çekince ve eleştirilerde
bulunuyordu. Başbuğ bu belgeyi, Aytaç Yalman’ın Kara Kuvvetleri Komutanı,
Özkök’ün de Genelkurmay Başkanı olduğu o dönemde "Kara Kuvvetleri Kurmay
Başkanı" sıfatıyla durumla ilgili yapılan inceleme, gelen bilgiler
ışığında hazırlamış. Başbuğ’un değerlendirmesinde, Çetin Doğan’ın 4-7 Mart
2003’de Genelkurmay kayıtlarına göre Meriç olarak görünen ve yasal sınırlar
içinde gerçekleşen toplantının devamında, mevcut senaryoya gerçek isim ve
kişilerle devam ettiğine ve yasal olmayan bu durumun sakıncalarına işaret
ettiği öne sürülmüştü. Haberde, zamanında ilgili komutanlıklara da sunulan
değerlendirmede, EMASYA Planı bazlı oluşturulan senaryoda, gerçek isim ve
koşullarla devam edilmesinin, TSK’nın görev alanı içinde olmadığı gibi seminer
yönetmeliklerine de aykırı olduğu iddia edilmişti.[41]
Tutuklanan kişilerden halen
görevde bulunanlar askeri ceza ve tutukevlerine gönderilirken, emekli personel
Silivri L tipi cezaevine gönderiliyordu. Yaşları hayli ileri olan emekli
askerlerin sağlık sorunları ortaya çıkmaya başlamış, kalp hastası olan Çetin
Doğan da yükselen tansiyonu sebebiyle hastahaneye yatmak zorunda kalmıştı.
Ancak bu hastahane ve tedavi süreçleri de basında çıkan haberler ile baskı
altına alınmaya çalışılıyordu.
Bazı dinci gazetelerde bu ortam,
hakaretler etmek için bir fırsat olarak görülüyor ve akla hayale gelmeyecek
hakaretler ve küçümsemelerle askeri personel itibarsızlaştırılmaya
çalışılıyordu. Bunlara karşı tutuklu subay ve generaller de hukuk yoluyla hak
arama cihetine gidiyorlardı. Nitekim aralarında eski dört kuvvet komutanının da
bulunduğu 312 General, ''Onbaşı bile
olamayacakların general olduğu ülke.'' başlıklı köşe yazısı nedeniyle
açtıkları davada, Anadolu'da Vakit Gazetesi'nden her bir davacı için 2 bin TL
olmak üzere toplam 624 bin TL manevi tazminat kazandı.[42]
Balyoz Planı’ iddiaları
soruşturması kapsamında Çetin Doğan’ın kızı Pınar Doğan ve damadı Dani Rodrik,
TÜBİTAK Başkanı Prof. Nüket Yetiş’e, kurum tarafından hazırlanan ve
tutuklamalara esas olan raporu eleştiren bir mektup gönderdiği basın
organlarında yayımlandı. Doğan ve Rodrik kaleme aldıkları mektupta: “ABD’de
bilgisayar suçları soruşturmaları ve bilgisayar adli tıp tetkikleri alanında
başvurduğumuz iki farklı uzman kuruluş (Cyber Diligence, INC. ve Computer
Investigative Associates), CD’lere kayıtlı kimi dokümanlar üzerinde yapılan
herhangi bir araştırmanın, dokümanlarının yazıldığı bilgisayar sistemleri
üzerinde bir adli tıp incelemesi yapılmaksızın, dokümanların hangi tarihlerde
ve hangi kullanıcılar tarafından oluşturulduğu ve hangi tarihlerde CD’lere
kaydedildiklerine dair kesinlik içeren bir hükme bilimsel olarak varılamayacağını
bildiren görüş raporlarını sundular. Erdem Alparslan, Tahsin Türköz ve Dr.
Hayrettin Bahsi tarafından hazırlanmış rapor, kişilerin hürriyetleri ile
itibarlarının mevzubahis olduğu bu denli önemli bir dava için sorumsuz
eksiklikler sergilemektedir.” diyorlardı.[43]
Dava kapsamında ifadeler
alınırken sorulan bazı sorulardan mahkemenin kapsamının genişletilmeye
çalışıldığı, daha önce El Kaide terör örgütü tarafından Neva Şalom ve Beth
Israel sinagoglarının bombalanması olayı ile sözde planda geçtiği iddia edilen
sinagog ve kiliselerin isim listesi ile bağlantı kurulmaya çalışılıyordu.[44]
Balyoz Harekât Planı
soruşturması kapsamında tutuklanan eski 1’nci Ordu Komutanı emekli Orgeneral
Çetin Doğan’ın avukatları Celal Ülgen ve Hüseyin Ersöz, savcılığa verdikleri
dilekçeyle gizlilik derecesine sahip yasal seminer çalışması notlarının 1’inci
Ordu Karargâhı’ndan nasıl çıkartıldığına ilişkin soruşturma başlatılmasını ve
bu kapsamda eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral Hilmi Özkök’ün ifadesinin
alınmasını, ayrıca 2001-2003 arasında bir darbe ihbarı yapılıp yapılmadığının,
ihbar yapılmış ise buna ilişkin ne gibi çalışmaların yapıldığının da MİT’ten
sorulmasını talep ettiler. Avukatlar, savcılıkça soruşturma konusu yapılan
dokümanların bir kısmının 5-7 Mart 2003’teki bu seminerde tutulan notlar, diğer
dijitallerin ise sonradan üretilen dokümanlar olduğunu öne sürdüler.
Dilekçe şöyle devam etti: “Yasal
seminer çalışması kapsamında tutulan seminer notları ve müvekkilimizin emirleri
doğrultusunda kayda alınan ses bantları ’GDZLD’ gizlilik derecesinde ordu karargâhında
muhafaza altına alınmıştır. Bu dokümanların kim/kimler tarafından, ne zaman
karargâh dışına çıkarıldığı da araştırılması gereken bir husustur. Zira bu
belgelerin 1’nci Ordu’nun kozmik odası dışına çıkarılması ve çıkarıldıktan
sonra üzerinde sahtecilik yapılması iç içe iki ayrı suçu oluşturmaktadır. Bu
hususta savcılığınızın bir soruşturma başlatması ve bilirkişi raporları ile
sabit olan bu suçların faillerinin derhal ortaya çıkarılması gerekmektedir.”
Hilmi Özkök bu talebe yine
gazeteciler aracılığıyla; ‘’Askerlikte emir komuta zinciri vardır. Eğer 1’inci
Ordu’daki bir plan hakkında soru sorulacaksa bunun o zamanki Kara Kuvvetleri
Komutanı’na sorulması gerekir.’’ Şeklinde cevapladı.[45]
Bu arada Balyoz Davası
sanıklarını koruyan, bu konuda başbakanla sert tartışmalara giren, hatta
başbakanı davanın savcılığına soyunmakla suçlayıp kendisinin de bu yüzden
sanıkların avukatlığını yaptığını söyleyen CHP Genel Başkanı Deniz Baykal,
basına sızdırılan özel hayata ait bir video görüntüsü ile itibarsızlaştırma
kampanyasına maruz kalıyor ve bir iç darbe ile genel başkanlıktan tasfiye
ediliyordu.[46]
Tutuklu askerlerin aileleri ve
avukatları, her kapı yüzlerine kapatılınca simgesel tepkilere başvuruyor,
Anıtkabir’e giderek uğradıklarını iddia ettikleri haksızlıkları Atatürk’e şikâyet
ediyorlardı.[47]
Balyoz soruşturması kapsamında
tutuklu bulunan Çetin Doğan ve emekli Korgeneral Engin Alan’ın da aralarında
bulunduğu 5’i emekli, 9’u muvazzaf 14 asker, 18 Haziran 2010 tarihinde, tutuksuz
yargılanmak üzere tahliye edildi. Tahliye kararıyla 14 askerden 11’i, Balyoz
soruşturması kapsamında ikinci kez tahliye edilmiş oldu. Tahliye kararlarını,
daha önce Çetin Doğan’ın tutukluluğunun devamına karar veren İstanbul 9. Ağır
Ceza Mahkemesi Heyeti’nde bu karara muhalif kalan Üye Hâkim Yılmaz Alp verdi.
Balyoz soruşturması kapsamında tutuklu asker sayısı 15’e düştü.[48]
Konu tartışıldıkça yeni yeni
iddialar da ortaya çıkıyordu. Buna göre; 2003-2005 yılları arasında Ankara’da
görev yapan ABD büyükelçisi belgelerin sahte olduğunu açıklamıştı. CHP’li bazı
vekiller konuyu meclise taşıdı ve ‘’O dönemde ABD’ye yakın bazı AKP’lilerin
büyükelçiye ordunun darbe hazırlığı içinde olduğunu iddia ederek fotokopi bazı
belgeler verdikleri, büyükelçinin bu evrakları ABD’de incelettiği ve belgelerin
sahte olduğunun anlaşıldığını’’ iddia edilerek başbakana sorular yönelttiler ve
açıklama yapmasını istediler ancak başbakan bu iddialara cevap vermedi.[49]
Balyoz soruşturmasını yürüten
savcılar, İstanbul 10’uncu Ağır Ceza Mahkemesi’ne sunulan iddianamede, “Balyoz
darbe planının, aynı 27 Mayıs 1960’da olduğu gibi ordu içindeki cuntacı bir
grup tarafından tasarlandığı, darbe planına katılan subayların seçilerek
görevlendirme yapıldığı” iddiasında bulundular. Savcılar, “Darbe
gerçekleşseydi, darbe yapanlar cezalandırılamazdı. Bu sebeple, darbenin
teşebbüsünün de cezalandırılması gerekmektedir.” tespitinde bulunuyorlardı.
Cumhuriyet Savcıları Mehmet
Ergül, Süleyman Pehlivan, Ali Haydar ve Murat Yönder tarafından hazırlanan ve 10
Temmuz 2010 tarihinde, İstanbul 10’uncu Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderilen 968
sayfadan oluşan 196 sanıklı iddianamede, emekli Orgeneraller Fırtına, Örnek ve
Doğan’ın da aralarında bulunduğu sanıklar için “darbe teşebbüsü” gerekçesi ile
15 ile 20 yıl arasında hapis cezası isteniyordu.
Savcıların iddianamede yer alan
dikkat çekici ifadelerinden biri ise “Balyoz Darbe Planı’nda cebir ve şiddet
oluşmadığı” şeklindeki savunmalara yönelik yaptıkları değerlendirmeler
oluşturdu. Savcılar, “Suçun oluşması için illa fiili cebir şiddet olması
gerekliliğinin bulunmadığını, manevi cebir şiddetin de suçun oluşumu için
yeterli olacağı” değerlendirmesinde bulundu. Örnekle yapılan açıklamada, “TBMM
üzerinde uçurulan savaş uçaklarının, bu kapsamda manevi cebir şiddetin uygulanmasına
bir örnek teşkil ettiği”nin altını çizdiler.
Yunanistan’la gerilimin
tırmandırılması amacıyla, bir Türk jetinin Hava Kuvvetleri unsurlarınca
düşürülerek suni kriz ortamı oluşturulması ve bu ortamda İstanbul’daki Hava
Müzesi’nin sakallı ve cübbeli şahıslar tarafından basılmasını içeren Oraj
Planı’nın ise eski Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral İbrahim Fırtına
tarafından kaleme alındığı savcıların iddiaları arasında yer aldı.
İddianamede, savcıların
Genelkurmay, MİT ve Emniyet’e de çeşitli görüşler sorduğu görüldü. Genelkurmay
Askeri Savcılığı tarafından hazırlanan, bir tümgeneral, iki kurmay albay ve iki
kurmay binbaşının değerlendirme raporunda, Balyoz Hareket Planı’nın gerçek dışı
olduğu vurgusu yapıldı. Raporda şu ifadeler kullanıldı: “Plan seminerlerinden
yararlanılarak kötü amaçlarla ilaveler yapılarak, düzenlenmiş bir belge olduğu
değerlendirilmektedir. Milli Mutabakat çağrısı başlığı ile ilgili düzenlenmiş
bölümün yüzde 90’lık kısmının çok daha sonraki bir tarihte Haydar Baş’ın yaptığı
değerlendirmelerden alındığı görülmektedir. Plan seminerinin tarihi 2003’tür.
Bu bölümün sonradan eklendiği kanaatine varılmıştır.” ifadeleri yer aldı. MİT
ve Emniyet Genel Müdürlüğü ise savcılara darbe planlanması konusunda
kendilerinde bilgi olmadığı yönünde cevap verdi.
Tutuklu emekli Tuğgeneral Levent
Ersöz’ün de bulunduğu 40 subayla ilgili dosya, ayrı bir soruşturma numarası
verilerek ayrıldı. 2003’te İstanbul’da HSBC ve sinegogların bombalanması
eyleminin “Balyoz Darbe Planı” kapsamında gerçekleştirdiği yönündeki iddialar
ise yine ayrı bir soruşturma numarası verilerek tefrik edildi. Savcılar bu
konuda soruşturmanın sürdüğünün altını çizdi. Bu bölümle ilgili olarak da
İstanbul Emniyetinin, “eylemin bu kişiler tarafından yapıldığına dair ciddi
şüphelerin var olduğu” raporu dikkat çekti.
28 Ekim 2004’te Başbakan’ın
evinin yaklaşık 200 metre yakınında bulunan ve Erdoğan’ın sık sık cuma namazı
için gittiği Aksa Camii’nin minaresine F-4 uçağı çarpmıştı. Minarenin üst
kısmındaki âlemle birlikte uçaktan küçük parçalar caminin avlusuna düşmüştü.[50]
2003 yılında hükümeti devirmek
için Orgeneral Çetin Doğan’ın komuta ettiği 1’inci Ordu Komutanlığı bünyesinde
hazırlandığı iddia edilen plan, “Hazırlık”, “Harekat Ortamının
Şekillendirilmesi”, “İcra” ve “Yeniden Yapılanma” adı altında dört aşamadan
oluşuyor. Planın 2003 Mart ayında yapılan “Plan Semineri” adlı toplantıda 29’u
general 162 subayın katılımıyla masaya yatırıldığı iddia ediliyor.
Planın “Vazife” başlıklı
bölümünde iddiaya göre, “Balyoz Komutanlığı, derhal, AKP’yi iktidardan
uzaklaştırılacak ve mevcut irticai yapılanmayı şiddetle bertaraf ederek,
belirlenen kadroları iktidara getirerek laik devlet otoritesini ve varlığını
yeniden tesis edecektir” ifadesi yer alıyor. Var olduğu iddia edilen plana
göre, Fatih ve Beyazıt camilerine bombalı saldırılar yapılacak ve bu saldırılar
üzerinden provakasyonlar yapılarak kaos ortamı oluşturulacaktı.
Emekli Org. Fırtına, Balyoz
Güvenlik Harekât Planı’nın “Oraj” adlı bölümünde yer alan iddialardan sorumlu
tutuluyor. Altında Fırtına’nın imzasının bulunduğu öne sürülen, “Oraj Harekât
Planı”nda; bir Türk jetinin Ege denizi üzerinde “Yunan hava kuvvetleri
tarafından düşürülmesinin sağlanması” ya da “bir pilotun Türk uçağını
düşürmesi” planlanıyor. İddia olunan plana göre; oluşacak kaos ortamından sonra
askeri birliklerin duruma müdahalesi ve darbe sonrasında hükümet programı,
gözaltına alınacak gazeteciler ve “Bakanlar Kurulu üyeleri” de planla
listeleniyordu. Özden Örnek ise Ege’de Türkiye ve Yunanistan arasında kriz
çıkarılmasına yönelik eylemleri içeren “Suga” eylem planıyla ilgili olarak
suçlanıyor. “Suga” adlı planın Örnek tarafından imzalandığı iddia ediliyordu.[51]
“Balyoz” iddianamesi henüz
mahkemece kabul edilmeden basında çarşaf çarşaf yayımlanmıştı. Bu durum bazı
gazeteciler ve davalılar tarafından; ‘Adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs ve
soruşturmanın gizliliğini ihlal gibi suçlar bütün kamuoyunun ve adalet
camiasının gözleri önünde işlendi. Demokrasi ve hukuk diye mangalda kül
bırakmayanlar bu manzaradan hiç rahatsız olmadı. Dahası, iddianame üzerine
yapılan yorumlarda da bilgiler alabildiğine saptırıldı.’’ diye eleştiriliyor
ancak bu duruma ne savcılar ne de hükumet çevreleri herhangi bir müdahalede
bulunmuyorlardı.[52]
Davanın kabul edilmesinden sonra,
23 Temmuz günü 102 asker hakkında tutuklama kararı çıkarıldı. Soruşturmayı
yürüten Cumhuriyet Savcılarının hazırladığı iddianameyi kabul eden İstanbul 10’uncu
Ağır Ceza Mahkemesi Heyeti, tensip zaptı hazırlayarak, duruşma gününü
belirledi. Tutuklama kararı verilenler arasında Orgeneral Halil İbrahim
Fırtına, Oramiral Özden Örnek, Orgeneral Çetin Doğan da bulunuyordu. İstanbul
10'uncu Ağır Ceza Mahkemesi heyeti kararına gerekçe olarak ise dosyadaki delil
durumunu, sanıkların üzerlerine atılı suçun vasıf ve mahiyetini, kuvvetli suç
şüphesinin varlığını gösteren olguların bulunmasını, atılı suçun katalog
suçlardan olmasını, bu nedenlerle de adli kontrol hükümlerinin yetersiz
kalacağı anlaşılmasını gösterdi.
İstanbul 10’uncu Ağır Ceza
Mahkemesi duruşma gününü 16 Aralık 2010 olarak belirledi. Yargılama Silivri
Cezaevi kampüsünde başlayacak, sanıklar "Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini
ortadan kaldırmaya teşebbüs suçu" kapsamında eylemi
gerçekleştiremediklerinden, 15 yıldan 20 yıla kadar hapis cezası istemiyle
yargılanacaktı.[53]
Bu karar kamuoyunda subay ve
generallerin terfilerini engellemek için özellikle bu tarihe denk getirildi
tartışmalarına yol açtı. YAŞ toplantısına çok kısa bir süre önce verilen bu
kararın, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde (TSK) terfileri etkileyeceği iddia
ediliyordu. 102 kişi arasında halen görevde olan 28 general ve amiral vardı ve
bunlardan 11’inin dosyası ise, YAŞ’ta ele alınacaktı.
Tutuklama kararının yanı sıra
mahkemenin ilk duruşma gününü 16 Aralık olarak belirlemesi de eleştiri konusu
oldu. Tutuklama kararı kesinleşirse mahkeme gününe kadar sanıkların cezaevinde
peşin olarak cezalandırılmış olacakları eleştirisi yöneltildi. Bu karar ve
eleştiriler hakkında fikirleri sorulan hükumet yetkilileri devam eden davalarla
ilgili yorum yapmanın doğru olmayacağını söyleyerek topu taca atıyor ancak uzun
yorumlar yaparak iddiaların doğru olmadığını söylüyorlardı.[54]
Ancak meydana gelen gelişmeler,
bu tutuklama kararının bazı subayların terfi etmesini engellemeye yönelik
kasıtlı bir manevra olduğu kanaatini haklı çıkarır nitelikteydi. Haklarında
yakalama kararı çıkmasından dolayı 11 General YAŞ'ta terfi ettirilmemiş, YAŞ
kararının hemen ardından İstanbul 11’inci Ağır Ceza Mahkemesi heyeti,
"Balyoz Planı" davasının 101 sanığı hakkındaki yakalama emrine
ilişkin sanık avukatının kararın geri alınması yönündeki taleplerini kabul etmiştir.[55]
196 sanıklı davada soruşturma
savcıları, Balyoz Planı’nda adı geçen 4751 askerin 2003’teki görev yeri ve
rütbelerini Genelkurmay Başkanlığına resmi bir yazı ile sordular. Genelkurmay;
iki emekli amiralin, darbe planı olduğu iddia edilen Balyoz’un hazırlanış
tarihi olan 2003 yılından önce 1998 ve 2000 yıllarında öldüğünü, 1’nci Ordu
birliklerinde görev yapan bazı subayların belirtilen tarihte 1’nci Ordu
bölgesinde görev yapmadığını, bazı subayların ise o tarihte bulundukları
rütbelerin yanlış yazıldığını, listenin hatalarla dolu olduğunu bildirdi.
Savcılar ayrıca yazdıkları
raporda El Kaide tarafından bombalanan sinagoglar ile bağlantısı olduğu, ADD,
ÇYDD ve Halkevleri dernekleri ile mason fraksiyonu derneklerin darbe planını
destekleyecek örgütler olarak belirlendiğini iddia ediyorlardı.[56]
Savcılar bu iddialarda
bulunurken basına sızan iddianamede bazı tutarsızlıklar dikkatlerden
kaçmıyordu. Resmi adları yıllar sonra belirlenip kesinleşen bazı kurum ve kavramların,
"Balyoz" iddianamesine temel oluşturan "darbe planları"
içinde yer almasının bir çelişki oluşturduğu belirtiliyordu. Örneğin; "Balyoz
Darbe Planı"nda darbeciler ‘Büyük Ortadoğu Projesi’nden, adı dönemin ABD
Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice tarafından konulmadan bir yıl, ‘Ege
Ordu Komutanlığı’ndaki 2007’deki değişiklikten beş yıl, "dost unsur"
Türkiye Gençlik Birliği’nden ise kurulmadan dört yıl önce bahsetmişti.[57]
Basında ortam; ‘’Düşene bir
tekme de sen vuracaksın.’’ sözünü hatırlatır nitelikteydi. Bazı usta
gazeteciler ise ustalıklarının verdiği tecrübeyle iddialarını akla uygun hale
getirmeye, bak ben herkesin hakkını veriyorum havasını yaratmaya
çalışıyorlardı. Önce ordu yıpratılmasın diyerek konuya girip, ardından ama yapılan
hukuksuzluklar da ortaya çıkarılsın diye devam etmekte, tarihten bazı örnekler
vererek ordunun disiplininin bozulduğunu çünkü bu seminerin Kara Kuvvetleri
Komutanı tarafından yapılmaması istendiği halde yapıldığını söyleyerek konuyu
‘’darbeciler cezalandırılsın’’a bağlıyordu.[58]
İddianameyi inceleyen sanıklar
ve yakınları iddianamede geçen bilgilerin tutarsız ve hatalı olduğuna dair yeni
belgeler öne sürmeye başladılar. Bunlara göre; iddianamede adı geçen kimi kişi,
kuruluş ve kavramların dillendirildikleri tarihten sonraki yıllarda resmiyet
kazandıkları ya da sahte oldukları ileri sürülüyordu. Yine iddia edilen darbe
planına katıldığı söylenen bazı kişilerin ise o tarihlerde yurtdışında
oldukları ve pasaportlarında da o tarihlerde Türkiye’ye giriş çıkış yaptıklarına
dair herhangi bir kayıt bulunmadığı dolayısıyla bu iddianamedeki bilgilerin
sahte olduğu ve toplantı tarihinden daha sonraki bir tarihte üretildikleri
iddia ediliyordu.[59]
Dava hakkında herkes istediği
gibi konuşuyor ama doğrudan bir soru yöneltildiğinde devam eden bir dava
hakkında konuşmanın yasal olmadığı söylenerek işin içinden çıkılıyordu. Bu
arada bazı bakanlar da dava ile ilgili demeçler vererek sanıklar aleyhinde bazı
beyanlarda bulunuyorlardı. Mesela Bülent Arınç, Çetin Doğan hakkında; "Bodrum’da
tatil yapıyor, neşeler saçıyor. Gel deyince sedyeye yatıyor. Tahliye kararı
çıkınca hastane önünde saatlerce konuşuyor." şeklinde demeç veriyor, Çetin
Doğan’ın kızı ve damadı tarafından kurulan internet sitesinde yayınlanan bir
açıklama ile Arınç’ın Doğan hakkında yayınlanan alaycı sözlerine tepki
gösteriliyor, bir Başbakan Yardımcısının hukuki bir davanın sanıkları hakkında
bu tarz ifadeler kullanılmasının kabul edilemeyeceği belirtiliyor,
"Başından beri çeşitli hükümet üyelerinin ve AKP milletvekillerinin
‘Balyoz’ davasına açıktan müdahale sayılabilecek yorum ve ifadelerini endişeyle
izliyor ve kayda geçiyoruz." deniliyordu.[60]
İddianamede yazılı bazı kulüp,
dernek, şirket ve hastanelerin de iddia edilen darbe planı tarihinde ya var
olmadıkları veya var olsalar bile isimlerinin farklı olduğunu, dosyadaki
isimleri veya kuruluşlarının çok daha sonraki tarihlere isabet ettiği iddia
edilmekteydi.[61] Çetin
Doğan’ın avukatları bu yanlışları da ileri sürerek Taraf Gazetesi’ne, belgeleri
aldıkları şahsı açıklaması çağrısında bulunuyor, ‘’çünkü bu şahıs sahte
belgelerle insanları itham ederek suç işledi’’ deniliyordu.[62]
Ağustos ayındaki tarihi Yüksek
Askeri Şura’ya (YAŞ) damgasını vuran Balyoz davasının ilk duruşması öncesi
yapısı değiştirilen Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) yetki kararnamesi olarak bilinen 1’inci Bölge
hâkimlerinin yetkilerini düzenleyen kararnameyi açıkladı. Açıklanan kararnameye
göre, “Balyoz Planı” davasının görülmeye başlanacağı İstanbul 10’uncu Ağır Ceza
Mahkemesi’nin başkanı Zafer Başkurt görevden alındı. Kurul, sanık askerlerin
bir bölümünün yakalama kararlarına karşı çıkan ve Ergenekon sanığı Mehmet
Haberal’ın tahliyesi yönünde oy kullanmasıyla gündeme gelen Başkurt’u Gebze’ye
düz hâkim olarak atadı. Kurul, bu atamalara hâkim hakkında bir yıl önce
başlatılan soruşturma sonunda hazırlanan, hâkimlerin bazı uyuşturucu davalarına
usulsüzlük karıştırdığı suçlamalarını içeren Teftiş Kurulu raporlarını gerekçe
gösterdi. HSYK, Başkurt’tan boşalan İstanbul 10’uncu Ağır Ceza Mahkemesi başkanlığına
Ergenekon davasının başlamasıyla birlikte kurulan İstanbul 13’üncü Ağır Ceza
Mahkemesi’nin ikinci heyetinin kıdemli üyesi Ömer Diken’i atadı.
Balyoz davasında Çetin Doğan’ın
avukatlığını yapan Celal Ülgen, duruşmaya bir gün kala yapılan atamalara tepki
gösterdi. Dava dosyasının 183 klasör, yaklaşık 100 bin sayfadan oluştuğunu
belirten Ülgen, “Mahkeme Başkanı yaklaşık 4 aydır çalıştı, hazırlandı ve dava
ile ilgili bir görüşü oldu. Dava perşembe günü başlayacak. Mahkemenin yeni
başkanının tüm dosyaya hâkim olması zaman alacak. Hukuk devletinde böyle bir
değişiklik olmaması gerekirdi” diye tepki gösterdi.[63]
Dava tarihi yaklaşırken bu defa
Gölcük Donanma Komutanlığı’na bir baskın yapılarak arama yapıldı. İlginç bir
şekilde yerde karo döşemelerin altına saklanmış çok sayıda dosya ve CD bulundu.
Yine ilginçtir ki burada sadece Balyoz davası ile ilgili değil aynı zamanda o
sıralarda devam eden ve askerlerin yargılandığı birçok dava ile ilgili belgeler
bulundu. Bu belgeler anında basına sızdı ve yine her kesim tarafından bulunduğu
iddia edilen belgelerle ilgili yorumlar yapılmaya başlandı. Burada bazı basın
organları satır aralarında yeni hedefler gösteriyor, kullanılmış law silahına
boru, gerçek olup olmadığı tartışılan bir belgeye de kâğıt parçası diyen Genelkurmay
Başkanı İlker Başbuğ’un da yeni çıkan belgeler ışığında şüpheli kategorisine
girdiği söyleniyordu.[64]
Balyoz davası 16 Aralık 2011
tarihinde büyük tartışmalarla başladı. Birçok sanık reddi hâkim talebinde
bulundu. Dava, bir üst mahkeme olan 11’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nin reddi hâkîm
talebini değerlendirmesi için 28 Aralık’a ertelendi.[65]
İstanbul 11’inci Ağır Ceza
Mahkemesi’nin aldığı reddi hâkim talebinin reddi yönündeki kararın ardından
“Balyoz Planı” davasına 28 Aralık günü devam edildi. Silivri’de görülen
duruşmada bazı sanıklar ve avukatlar, eski İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi
Başkanı Zafer Başkurt’un görevden alınmasının “Özel yetkili mahkeme içinde
başka özel yetkili bir mahkeme mi kuruluyor?” sorusunu akla getirdiğini
anlattı. Mahkemenin diğer üyelerinin de tarafsızlığını yitirdiğini
düşündüklerini belirterek, “Bu yargıçların tarafsız ve bağımsız olacaklarından
şüpheye düşmekteyiz. Üye hâkimlerin çekilmelerini talep ediyoruz.” dediler. Bazı
avukatlar ise, isnat edilen suç esnasında müvekkillerinin kuvvet komutanı
olduğunu, bu mahkemenin yetkisizlik kararı verilerek davanın Yüce Divan
sıfatıyla Anayasa Mahkemesi’nde yargılanması gerektiğini belirttiler.
Duruşmada söz alan Çetin Doğan,
iddianamede davanın temelinin CD’lere dayandırıldığını ifade ederek, “Eğer
seminerde işlenen bir suç varsa, başkanı bendim. O dönemde ordu komutanıydım.
Seminerin sevk ve idaresini ben yaptım. Kaynağının, temelinin nereden geldiğini
açıklayabilecek durumdayım. Suç isnadı varsa bana yapılmalı. Arkadaşlarım suçlu
değillerdir.” diye konuştu.
Taleplerin değerlendirilmesi
için verilen aranın ardından 12’nci Ağır Ceza Mahkemesi’nin bu itiraza yönelik
karar vermesinin beklenmesine karar verildi ve bir sonraki duruşma, 06 Ocak
2011 Perşembe gününe ertelendi.
İddianamede, darbe girişimi
olarak nitelendirilen plan hakkında TÜBİTAK, 1’inci Ordu ve Emniyet Genel
Müdürlüğü uzmanları tarafından hazırlanan yedi ayrı bilirkişi raporuna yer
verilmişti. Emniyet ve 1’inci Ordu bilirkişilerinin hazırladığı raporlar
arasındaki farklılıklar dikkat çekmişti. Emniyet tarafından oluşturulan
bilirkişi heyetinin verdiği raporda, CD’lerle içindeki belgelerin oluşturulma
tarihlerinin uyumlu olduğu, dolayısıyla CD’lere sonradan ekleme yapılmadığı
belirtilmişti.
1’inci Ordu Komutanlığı Savcılığı
tarafından görevlendirilen, başında bir tümgeneralin bulunduğu bilirkişi
heyetine göre ise plan seminerlerinin yer aldığı CD’lere sonradan “art niyetli
kişiler tarafından” eklemeler yapılmış ve sahte bir CD üretilmişti. Asker
raporunda: “Dokümanın en son kaydetme tarihi olarak görülen 03.03.2003’ten
sonra, Prof. Haydar Baş tarafından 27 Kasım 2005’te yapılan bir konuşmadan
alıntılar birebir şekilde doküman metni içinde yer alıyordu. Bu da dokümanın 2005
yılından sonra oluşturulduğunu gösteriyordu.”[66]
Basın ve yayın organlarının
çoğunda henüz yargılanmayan sanıklar kamuoyunda yargılanıyor, bulunan
belgelerden sonra artık Balyoz Darbe Planının varlığının ve bu seminerde bir
darbe planlandığının apaçık ortaya çıktığı söylenerek sanıklar halkın gözünde
suçlu ilan edilmeye çalışılıyordu. Basında çok az kişi bu tavra direniyor ve
ortada mevcut tutarsızlıklardan bahsederek suçlamalara karşı çıkıyordu.
Bunların söyledikleri belgelerde açık tutarsızlıklar bulunduğu şeklindeydi.
Mesela 2003 yılında yapıldığı söylenen planda 2009 yılına ait bilgiler
bulunmaktaydı.[67] Bulunan
belgeler ise imzalı resmi evraklar değil bazı CD’ler ve bilgisayar
çıktılarından oluşuyordu. Yani sonradan hazırlanması mümkün olan belgelerdi.[68]
Basın ve kamuoyu ikiye
bölünmüştü. Basının çok büyük bir bölümü ve iktidar partisi üyeleri sanıkları
peşinen darbeci ve suçlu ilan ediyor, küçük bir kesim basın mensubu ve bazı
muhalefet partileri ise sanıkları savunuyordu. Sanıkları destekleyen basın ve
muhalefet sesini duyuramayınca sanıkları peşinen suçlu ilan eden basını yandaş
medya diye eleştiriyor ve bir ‘’yandaş’’, ‘’candaş’’ tartışması yaşanıyordu.
Ancak açık olan bir şey varsa o da hükumet taraftarı basın çoğunluktaydı ve
sürekli tek yanlı yayınlarla kamuoyunu büyük oranda kendine inandırmıştı. Silahlı
Kuvvetler mensupları arasında böyle bir plan olmadığını düşünenlerde bile acaba
sorusunu sorduracak şüpheler ortaya çıkmaya başlamıştı. Genelkurmay Başkanı
asimetrik psikolojik savaş kavramını ortaya atmış ancak bu savaşta karşı tarafa
etkili tedbirler alamıyordu. Çünkü sesini çıkarınca o da darbeci ve vesayetçi
zihniyet diye dolaylı yoldan suçlanıyordu.
Dava ilerledikçe sanık yakınları
da kurdukları internet sitelerinde iddianamedeki tutarsızlıkları yayımlamaya
başladılar. Mesela iddianamede 2003 yılında yapıldığı söylenen planda
kullanılacağı söylenen emniyetli telefonların Türk Silahlı Kuvvetleri
tarafından 2008 yılında kullanılmaya başlandığı, dolayısıyla bu planların sahte
olduğunu söylüyorlardı.[69]
Mahkeme devam ederken 11 Şubat
2011 tarihindeki duruşmada muvazzaf ve emekli 196 askerin tutuksuz yargılandığı
"Balyoz Planı" davasında 163 emekli ve muvazzaf askerin
tutuklanmasına karar verildi. Duruşmaya katılan 133 emekli ve muvazzaf asker
tutuklandı. Aralarında eski 1’inci Ordu Komutanı emekli Orgeneral Çetin Doğan,
emekli orgeneral Ergin Saygun ve Korgeneral Nejat Bek'in de aralarında
bulunduğu 29 asker hakkında ise yakalama emri çıkarıldı. Mahkeme, 50 generalin
de aralarında bulunduğu 163 sanığın "kuvvetli suç şüphesi",
"delillerin henüz tam olarak toplanamamış olması", "sanıkların
konumları itibariyle delillere etki yapma ihtimali " "adli kontrol
hükümlerinin suç şüphesi olmayacağı" gerekçesiyle tutuklanmasına karar
verildiğini açıkladı. Mahkeme ayrıca gazeteci Abdurrahman Dilipak, Hamza
Türkmen Rıdvan Kaya, Abdurrahman Koçoğlu Özgür Düşünce ve Eğitim Hakları
Derneği ile Hukukçular Derneği'nin suçlamadan doğrudan zarar görme ihtimalleri
nedeniyle davaya müdahil olma taleplerini kabul etti.[70]
Tutuklamanın ardından muhalefet
partileri yargının siyasallaştığını, mahkemelere hükumet tarafından kendisine
yakın hâkimler atandığını, durumdan kaygı duyduklarını açıklarken, hükumet
partisi tutuklamalara destek veriyor, suçsuz olan varsa mahkeme sürecinde
aklanırlar diyordu.[71]
Tutuklama kararının ardından
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner orduevinde Balyoz davasında
haklarında tutuklama kararı çıkarılan sanıkların yakınlarıyla buluştu. Harbiye
Orduevi’nden sonra Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan ile Dolmabahçe’deki Başbakanlık Çalışma Ofisi’nde bir araya
geldi. Görüşmeye Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül de katıldı.[72]
Yaşananlar gerek iç basın,
gerekse dış basın tarafından yeni bir kavram ile anlatılmaya başlandı. O zamana
kadar askeri vesayet kelimesine alışmış olan kamuoyu artık sivil vesayet diye
yeni bir kavram ile tanışıyordu. Sivil vesayet ile kastedilen Fethullah Gülen
Cemaati idi. İddialar, bu olayın bir komplo olduğu ve komplonun arkasında bu
cemaatin olduğu yönündeydi. Hükumet ve yargı ise bu cemaatin ardına düşmüş
durumda deniliyordu.[73]
Yasal çerçevede elleri kolları
bağlı olan tutuklu yakınları bundan böyle uğradıkları haksızlıkları kamuoyuna
duyurmak için sokak gösterilerine başlama kararı aldılar.[74]
Bu arada gazetelerde Büyükanıt
ve Başbuğ paşaların da tutuklanacaklarına dair iddialar dolaşmaya başladı.[75]
Askerler arasında gerilim
oluşmuş, artık dönemin Genelkurmay Başkanı ve Kara Kuvvetleri komutanı açıkça
eleştirilmeye başlanmış ve mahkemeye çağırılıp ifade vermeleri istenmekteydi.
Askeri çevrelerde oluşan baskı Hilmi Özkök’ü etkilemiş olacak ki yine basına
röportaj veriyor ve ‘’Uykularım kaçıyor.”, “Benim gözümde hepsi tertemiz.”,
“Eğer bir hataları varsa yargı sürecinde belli olur.” diyordu.[76]
Sokağa inme kararı alan tutuklu
subayların eşleri Emekli Subaylar Derneği’nin de desteğiyle Anıtkabir’i ziyaret
ediyor ve olanları Ata’ya şikâyet ediyorlardı.[77]
Yargılama süreci ve davalar
oldukça hareketli geçiyordu. Çetin Doğan bu planın kimin tarafından
hazırlandığını bildiğini, kanıtlar somutlaşınca bunu açıklayacağını, iddia
edilen plan evraklarında birçok konunun askeri yöntemlere uymadığını, bunların
polisin yaptığı değişiklikler olduğunu iddia ediyor, iddianamedeki CD’nin
sonradan oluşturulduğunu ve sahte olduğunu, darbe yapılacak olsa bunun
Ankara’dan yapılacağını, Ankara’daki hükumeti devirmek için İstanbul’da plan
yapıldığı iddiasının tutarsız bir iddia olduğunu söylüyordu.[78]
Dönemin Genelkurmay Başkanı’nın (Hilmi Özkök) Mayıs 2003’ün son haftasında bir
harp oyunu sonrasında kendisi ile yalnız konuşmak istediğini, kendisine 1’nci
Ordu içinde bazı emekli orgenerallerin ve bazı sivillerin de bulunduğu bir grup
tarafından “ihtilal” hazırlıkları yapıldığı yolunda bilgiler geldiği ve bunun
doğru olup olmadığını sorduğunu anlatan Doğan, bu soruya, “Ben daima meşru sınırlar
içerisinde bulundum ve bulunmaya devam edeceğim” diye yanıt verdiğini söyledi.[79]
Doğan ayrıca; kuvvet komutanlarına da 1’inci Ordu’da darbe planlandığına dair
ihbarlar gittiğini ama kimsenin elinde belge olmadığını, bu ihbarların
kendisinin sert bir komutan olduğu için kendisine karşı olanlar tarafından
yapıldığını açıklıyordu.
Bu sırada Taraf gazetesi
Wikileaks’in Türkiye ile ilgili belgelerini yayımlamaya başladı. Bu yayınlara
göre; dönemin ABD Büyükelçisi Robert Pearson’un 2003’te ülkesine gönderdiği
belgede, dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ile diğer generaller
arasındaki anlaşmazlık olduğu anlatılıyor, dönemin Genelkurmay 2’nci Başkanı
Yaşar Büyükanıt için “İkili oynuyor” yorumu yapılıyordu. Robert Pearson imzalı,
6 Haziran 2003 tarihli telgrafta şöyle deniliyordu: ‘’Üst rütbeli generallerin
Özkök’ün daha sabırlı ve mantıklı olan çizgisine olan itirazları da yatışmış
görünmüyor. Savunma ve ulusal güvenlik konularında irtibatta olduğumuz kişiler,
Özkök’e karşı olduğunu söyledikleri yedi generali şöyle isimlendiriyorlar; Kara
Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman, Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur, 1’inci
Ordu Komutanı Çetin Doğan, Ege Ordu Komutanı Hurşit Tolon, 2’nci Ordu Komutanı
Fevzi Türkeri ve MGK Genel Sekreteri Tuncer Kılınç.’’[80]
Bu sırada milletvekili seçimleri
yaklaşıyor, hem iktidar hem de muhalefet partileri bu dava ve diğer askeri
personelin yargılandığı davaları seçim propagandalarına taşıyorlardı. Hükumet
bu davalar için; devlet demokratikleşiyor şeklinde propaganda yaparken muhalefet
ise bu davaların hükumet ve cemaatin komploları olduğunu söylüyor ve bazı
sanıkları milletvekili adayı olarak göstermeye hazırlanıyordu. Çetin Doğan da
İstanbul 2’nci bölgeden bağımsız milletvekili adayı olduğunu açıkladı.[81]
Tutuklu eş ve yakınları ‘’Vardiya
bizde’’ adıyla bir grup kurmuşlar ve her hafta bir araya gelerek büyük
şehirlerin önemli mekânlarında açıklamalar yaparak eşlerini desteklemeye
çalışıyorlardı.[82]
Asker karşıtı, hükumet ve cemaat
taraftarı gazetelerden sonra muhalif gazetelerde de vikileaks belgelerinin
Türkiye ile ilgili bazı bölümler yayımlandı. Buna göre belgelerde şunlardan
bahsedilmekteydi: Türk generaller, AKP’den ve seçilmiş Tayyip Erdoğan’ın
davranışlarından büyük rahatsızlık duymaktadır. Erdoğan güçlü bir
müttefikimizdir. Generallerin bu tutumu Amerikan menfaatlerinin korunması
açısından engelleyicidir. Orgeneral Hilmi Özkök’ün sadakatli duruşu
sahiplenilmelidir. Muhalif orgeneraller, Orgeneral Hilmi Özkök’ün çizgisine
itiraz etmektedirler. Erdoğan kendisine desteğin devamı halinde ABD’nin bir müttefiki
olarak Ortadoğu ve Irak dâhil olmak üzere Türk hava sahasını, kara ve demir
yolları ile Mersin ve İskenderun limanlarını kullanımımıza açacağını taahhüt
etmektedir. Ancak Türk ordusundaki üst rütbeli subaylar tarafından sürekli engellenmek
istenmektedir. Amerikan menfaatlerine karşı çıkan Aytaç Yalman, Şener Eruygur,
Çetin Doğan, Hurşit Tolon, Fevzi Türkeri, Tuncer Kılıç, Yaşar Büyükanıt;
Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’ün emir ve talimatlarına uymadıkları gibi
her an muhtıra verebilirler. Bu bakımdan değerlendirildiğinde güçlü bir medya
grubunun oluşturulmasına acilen ihtiyaç duyulmaktadır. Bu konu Recep Tayyip
Erdoğan ile paylaşılmış olup gereğinin değerlendirileceği hakkında olumlu
değerlendirmelerin yapıldığı ve yapılacağı teyidi alınmıştır.
Muhalif gazeteler, ABD Ankara
Büyükelçisi Robert Pearson 22 Mart 2003’te Washington’a çektiği iddia edilen
yedi sayfalık telgrafta yukarıdaki değerlendirmelere yer verdiğini belirterek, Taraf
Gazetesi’nin Wikileaks belgeleri arasından çıkan bu telgrafın bazı bölümlerini
sansürlediğini söylüyor ve Balyoz dâhil devam eden davaların hükumet-cemaat ve
ABD işbirliği ile Silahlı Kuvvetleri etkisizleştirmek için yapılan
operasyonların uzantısı olduğunu savunuyorlardı.[83]
Dava ile ilgili olarak hukukçular
arasında da fikir ayrılıkları bulunmaktaydı. Mesela; İstanbul 11’inci Ağır Ceza
Mahkemesi Başkanı Şeref Akçay, “Balyoz Planı” davası kapsamında tutuklu bulunan
eski 1’inci Ordu Komutanı emekli Orgeneral Çetin Doğan, emekli Koramiral Kadir
Sağdıç ve Deniz Kurmay Albay Dursun Çiçek’in de aralarında bulunduğu 47 sanığın
tahliyesinin oy çokluğuyla reddedildiği karara muhalefet şerhi koydu. Dava kapsamında haklarında tutuklama ve
yakalama kararı verilen 162 sanık avukatınca yapılan itiraz başvurularını 1 Mart’ta
reddeden İstanbul 11’inci Ağır Ceza Mahkemesi heyetinin bu kararına da
muhalefet eden Şeref Akçay, “tutukluluk
hallerinin devamı kararlarının kaldırılmasına’’ yönelik taleple ilgili verilen
yeni karara ilişkin muhalefet şerhi yazısında önceki gerekçelerini sıraladıktan
sonra şöyle dedi: “Dosyadaki delil durumu; mevcut CD’ler ve CD’lerin dökümü,
CD’lerin sonradan yapıldığına dair ve sahte olabileceğine dair bilirkişi
raporları ile CD’lerin sahte olmadığına dair bilirkişi raporlarıdır. Kuvvetli
suç şüphesini gösteren olguların bulunması; sanıkların planlarda adlarının
bulunması, delillerin henüz toplanmamış olması; hangi deliller toplanacaktır.
Duruşmaların yapıldığı günden beri 29 duruşma yapılmış, dosyadaki mevcut
delillerin dışında sanıkların suçlarının sübutuna ilişkin delil toplanması
yönünde herhangi bir ara kararı verilmemiştir. Atılı suçun CMK 100’üncü
maddedeki suçlardan olması kişilerin mutlaka tutuklanması manasına
gelmemektedir. Bunun en güzel örneği de yine dosyanın kendisidir. Çünkü iddianamedeki
tüm sanıklar hakkında aynı maddelerden dava açılmıştır. O halde tüm sanıklar
yönünden atılı suç katalog suç olarak kabul edildiğine göre ve bir insan
katalog suçtan dolayı dava açıldığı için tutuklanacaksa tüm sanıkların
tutuklanması gerekirken bir kısmı tutuklanmamıştır. Dolayısı ile tutuklanan
sanıklara atılı suçun katalog suç olduğunu belirterek tutuklama gerekçesi
yapmak kendi içinde çelişki oluşturmaktadır. Ayrıca belirtilen sebeplerden
dolayı adli kontrol hükümlerinin uygulanmasının yetersiz kalacağı gerekçesinde
ise, hangi sanık için hangi adli kontrol sisteminin düşünüldüğü ve bunun da
hangisinin yine hangi sanık nedeniyle yetersiz kalacağı izah edilmeden karar
verilmiş bulunmasının izah edilir bir yönü yoktur. Çünkü sanıklardan bir kısmı halen
ordunun üst düzeyinde görev yapan kişilerdir. Bir kısmı emeklidir. Siz her bir sanığın özel durumunu dikkate
almadan ve hangi adli kontrol hükmünün hangi nedenle yetersiz kalacağını
belirtmeden adli kontrol sisteminin yetersiz kalacağını söylerseniz bunu insan
vicdanı kabul etmez. Sanıklara isnat edilen eylem 5 - 7 Mart 2003’te yapılan ve
162 kişinin katıldığı 1’inci Ordu’daki toplantıdır. Savcılık iddianamesinin 89
ile 101 sayfalar arasında sanıkların suçunun hukuken ne olabileceği tartışılmış
teşebbüsün özellikleri, gönüllü vazgeçmenin özellikleri tek tek belirlenmiş ve
sonuç olarak sanıkların eylemi TCK’nın 147. maddesinde belirtilen suça teşebbüs
olduğu, kabul edilerek bu maddeden dolayı kamu davası açılmıştır. Burada
cevaplandırılması gereken ve bu davanın temelini oluşturan bir soru vardır ve
bu soruya hukuken cevap verilmediği müddetçe bu dava sonuçlanamaz, iddianamede
de bu soruya herhangi bir cevap verilmemiştir. Sorulması gereken soru
sanıkların 5 - 7 Mart 2003’teki toplantıdan sonra bu eylemlerini devam
ettirecek herhangi bir faaliyette bulunmuşlar mıdır? Herhangi bir icrai
faaliyette bulunmuşlar mıdır? sorusudur. Gerek iddianamenin tümünde gerek
iddianame açılana kadar dosyaya konulan CD’lerde, gerek iddianameden sonra Gölcük’te
çıktığı belirtilen dosyalarda bu tarihten sonra sanıkların eylemleri devam
ettirdiğine dair veya bu iradeyi taşıdıklarına dair herhangi bir delil yoktur.
Çiçek’in başka bir suçtan dolayı tutuklu olup cezaevinde bulunduğu, bu dosyadan
tutuklanmadığı takdirde nasıl kaçma şüphesi olacağı, nasıl delil karartacağı,
nasıl tanıkları etkileyeceğinin anlaşılmamış olması da göz önüne alınarak
itiraz eden sanıkların durumları ve itiraz gerekçeleri dikkate alınarak yapılan
inceleme sonucu yukarıda belirtildiği gibi; tutuklanmayacağına karar verilmesi
gerekirken, duruşmanın başında savunmalar dahi alınmadan tutuklanmaları,
sanıkların anayasa ve yasalarla, ayrıca AHİM sözleşmesi ile korunan, doğul ve
insani hakları olan adil yargılanma haklarını ortadan kaldırdığından,
itirazların kabul edilmesine ve sanıkların serbest bırakılmasına karar
verilmesi görüşünde olduğum için sayın çoğunluğun görüşüne katılmıyorum.”[84]
Dava kapsamında ifade veren eski
Hava Kuvvetleri Komutanı Halil İbrahim Fırtına’da; iddianamedeki
tutarsızlıkları anlatıyor, kendisinin yaptığı iddia edilen Oraj Hava Planı diye
bir plan hazırlamadığını, kendisine isnat edilen suçların bazılarının işlendiği
iddia edilen tarihlerde kendisinin emekli olduğunu, Balyoz planının yapıldığı
iddia edilen tarihte Çetin Doğan’ın emekliliğine birkaç ay kaldığını, yakında
emekli olacak bir general ile böyle bir darbe planı yapıldığının iddia
edilmesinin de mantıksız olduğunu, konunun aydınlatılması için dönemin Kara
Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’ın ifadesine başvurulması gerektiğini söylüyordu.[85]
Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı
Özden Örnek te; iddianamedeki evraklarda imza bulunmadığını, bu evraklarda
kendisinin görevi olarak Donanma Komutanı yazıldığını, hâlbuki kendisinin o
tarihte donanma komutanı olmadığını, evrakların düzmece olduğunu, kendilerine
tuzak kurulduğunu, eski KKK’ı Aytaç Yalman’ın ifadesine başvurulmasının olayın
aydınlatılması açısından gerekli olduğunu söylüyordu.[86]
Bazı basın organları da,
tutuklanan general sayısının çokluğuna vurgu yapıyor, Hasdal’da Balyoz Planı
iddiasıyla tutuklu bulunan muvazzaf generallerin sayısının 30 olduğu, bu
sayının Genelkurmay Başkanlığı’nda görev yapan general sayısından fazla olduğu belirtiliyordu.
O dönemde; Genelkurmay Karargâhı’nda 28, Hava Kuvvetleri Komutanlığı
Karargâhı’nda 16, Kara Kuvvetleri Komutanlığı Karargâhı’nda 15, Deniz
Kuvvetleri Komutanlığı Karargâhı’nda 8, Jandarma Genel Komutanlığı
Karargâhı’nda 8, EDOK Komutanlığı Karargâhı’nda 7 ve Sahil Güvenlik Komutanlığı
Karargâhı’nda 2 general ve amiral görev yapıyordu.[87]
Milletvekili seçimlerinde aday
olan tutuklu generallerden Engin Alan MHP’den milletvekili seçildi. Bu durum
diğer tutuklu milletvekilleri ile birlikte onun da durumunun ne olacağına dair
yeni bir tartışma başlattı.[88]
Cemaate yakın bir köşe yazarının
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Yüksek Askeri Şura’da ustalığını
göstereceğini” yazdığını belirten emekli Korgeneral Metin Yavuz Yalçın ise;
“Yüksek Askeri Şura’da TSK şekillendirilecekmiş. Oraya oturan arkadaşlarımız
şaibeli olacak.” diyordu.[89]
Davalar sırasında verilen ifadelerden
yeni bazı tutarsızlıklar ortaya çıkıyordu. Mesela bir emekli general; görevde
olduğu sırada Çetin Doğan ile arasında sürtüşme olduğunu, Çetin Doğan’ın
kendisini irticacı diye suçladığını ve terfi etmesini engellemeye çalıştığını,
aralarının bu yüzden bozuk olduğunu ama mahkemede Çetin Doğan ile birlikte
darbe planlamaktan suçlandığını, bunun apaçık bir çelişki olduğunu söylüyor,
Çetin Doğan da bu sürtüşmeyi doğruluyordu.[90]
Dava duruşmaları esnasında
ortaya çıkan tutarsızlıklara karşı savcılar da bazı CD’leri ve eski Deniz
Kuvvetleri Komutanına ait olduğu söylenen bazı notları ortaya atarak ikinci bir
iddianame hazırlamışlar ve bu iddianamede; ‘’O dönemde Kara Kuvvetleri Komutanı
olan Aytaç Yalman’ın baskı uygulanarak istifa ettirileceği, yerine Çetin Doğan’ın
K.K.K. olacağı, baskın kişiliği ile Hilmi Özkök’ü etkisiz hale getirmesinden
sonra onun da istifa edeceğini ve Çetin Doğan’ın Genelkurmay Başkanı olacağını,
hükumete baskı ve darbe yapılacağını’’ iddia ediyorlardı.[91]
Davalar devam ederken Ağustos
ayı başında YAŞ toplantısı sonucu Silahlı Kuvvetlerin yeni komuta kademesi
belirleniyor ve yeni Genelkurmay Başkanı (Eski Başkan ve bazı generallerin
terfi toplu olarak öncesi istifa etmesinin de bir sonucu olarak)Nejdet Özel
oluyordu. Daha önce disiplinsizlik sebebiyle hemen her toplantıda ordudan bazı
personel atılırken bu YAŞ’ta disiplinsizlik sebebiyle atılan olmadı.[92]
Bu sırada devam eden “Deniz
Feneri” soruşturmasındaki ve “Hizbullah davasındaki” tahliye kararları Balyoz
davası sanıklarının avukatları tarafından emsal gösterilerek tahliye talebinde
bulunmuş ancak Mahkeme, şüphelilerin üzerlerine atılı suçun vasıf ve mahiyeti,
mevcut delil durumu ve tutuklulukta geçen süre, tutuklama sebeplerinde herhangi
bir değişiklik bulunmamasını dikkate alarak sanıkların tutukluluk hallerinin
devamına karar vermişti.[93]
Savunmalarındaki argümanlarının
dikkate alınmadığını söyleyen bazı sanıklar; 2002-2003 yıllarında Genelkurmay
Başkanı olarak görev yapan emekli Orgeneral Hilmi Özkök, eski Milli Savunma
Bakanı Vecdi Gönül, eski Kara Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Aytaç
Yalman, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Bülent Alpkaya, eski
Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Cumhur Asparuk’un tanık olarak
dinlenmesini talep ettiler.
Talepler bölümünde Çetin Doğan
söz aldı. Balyoz Planına ilişkin bir gazetede haberin çıkması üzerine,
seminerin gerçek yüzünü TV’lere çıkıp tek tek anlattığını belirten Doğan şöyle
devam etti: “Devletin resmi kurumlarında, buna Genelkurmay Başkanlığı da dahil,
darbe planlarına ilişkin herhangi bir bilgi olmadığına göre Sayın Başbakan’ı
darbe planı hakkında bilgilendirenin ‘sahte planları yapanlar’ dışında kimse
olamayacağı açıktır. Sayın Başbakanın kandırıldığı açıktır. Maddi gerçeğin yani
sahte belge üreten çetenin ortaya çıkarılması için Sayın Başbakan’ın ifadesine
başvurulması gerekmektedir.”[94]dedi.
Bu arada emekli olan eski
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ da “İrtica ile Mücadele Eylem Planı” davası
kapsamında tutuklandı. İlker Başbuğ’un özel yetkili mahkemede mi, yoksa Yüce
Divan’da mı yargılanması gerektiği konusunda tartışma çıktı. Ergenekon ve
Balyoz soruşturmalarının başladığı dönemde, Askeri Ceza Kanunu uyarınca, askeri
mahalde işlenen suçların yargılamasının askeri mahkemelerce yapılması
gerektiğini savunuyordu. Ancak 2010’daki anayasa değişikliği bu konuyu netliğe
kavuştururken, Yüce Divan tartışması başlattı. Anayasanın “askeri yargı” ile
ilgili 145’inci maddesine, “Devletin güvenliğine, anayasal düzene ve bu düzenin
işleyişine karşı suçlara ait davalar her halde adliye mahkemelerinde görülür.”
hükmü eklenerek bu suçların her koşulda “sivil yargının” görev alanında olduğu
belirtildi. Ancak 148’inci maddeye, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet
komutanlarının görevleriyle ilgili suçlardan Yüce Divan’da yargılanacağı
hükmünün konulması, hangi suçun görev suçu olduğu ve yargılamanın hangi sivil
mahkemede yapılacağı tartışmasına yol açtı. Yüce Divan’da yargılama hakkı
tanınan siviller ve askerler arasında farklı düzenlemeler bulunması da kafaları
karıştırdı. TBMM, isimleri çete ve yolsuzluk operasyonlarında geçen eski
Başbakan Mesut Yılmaz, eski bakanlar Cumhur Ersümer, Koray Aydın gibi isimlerin
anayasanın 100’üncü maddesi uyarınca Yüce Divan’da yargılanmasına karar verdi.
Genelkurmay Başkanı ve kuvvet
komutanları için savcılıklara soruşturma yapma imkânı verilmesi ise askerlerin
durumunu farklılaştırıyordu. Bu durum, savcılıklara, hangi suçun görev suçu
olduğu tartışması yürütme imkânı tanıyordu. Özel yetkili savcılıklar ise
anayasal düzeni değiştirme, hükümeti ortadan kaldırmaya çalışma, terör örgütü
kurma gibi sivillerin de işleyebileceği suçlarla ilgili soruşturma görevinin
kendilerine verilmiş olmasından hareketle, üst düzey askerler hakkında da
görevde olsun ya da olmasın işlem yapabiliyordu. Bu durum, Yüce Divan’da
yargılanma hakkı tanınan askerlerle siviller arasında fiili bir farklılık
yaratıyordu.
Eski Hava Kuvvetleri Komutanı
İbrahim Fırtına ve eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek kuvvet
komutanlarına görev suçlarından dolayı Yüce Divan‘da yargılanma imkanı tanıyan
anayasa değişikliğinden sonra Yüce Divan’da yargılanma talebinde bulunmuş ancak
bu talep mahkemece reddedilmişti. İtiraz da üst mahkemece reddedildi. Başbuğ’un
Yüce Divan talebi geri çevrilirken de bu karara atıf yapıldı.
3’üncü Balyoz Davası’nın,
“Balyoz Planı” ana davasıyla birleşmesinin ardından 249’u tutuklu, 116’sı
tutuksuz olmak üzere sanık sayısı 365’e çıkmıştı. Yapılan yeni duruşmada tanık
olarak dinlenilmelerine karar verilen Orgeneral Bekir Kalyoncu, emekli
orgeneraller Yaşar Büyükanıt ve İlker Başbuğ’un 2 Mart’ta yapılacak duruşmada
hazır bulunmaları için tebligat çıkarıldı. Bunların, 2 Mart’ta yapılacak
duruşmada hazır bulunmaları için ilgili yerlere yazı gönderdi.[95]
Bu kişiler belirlenen tarihteki
duruşmada; tanık olarak dinlendi. Tanık olarak dinlenilen Jandarma Genel
Komutanı Orgeneral Bekir Kalyoncu, 5-7 Mart 2003 tarihinde 1’inci Ordu
Komutanlığı'nca düzenlenen seminere Genelkurmay Başkanlığı'nı temsilen
katıldıklarını belirterek, gözlemci olarak katılanların tespitlerini rapor
haline getirdiklerini söyledi. Kalyoncu, seminer sonuç raporunda imzasının
olduğunu hatırlatarak, "Plan semineri oyun şeklinde yapılır. Bir senaryo
vardır. Senaryoya göre durum daha da kötüleştirilir. Ben herhangi bir
olağanüstülük fark etmedim." diye konuştu.
Orgeneral Kalyoncu'nun ardından
duruşmada, 1’inci Ordu Plan Semineri 2003 Gözlemci Raporu’nda Genelkurmay Harekât
Başkanı olarak imzası bulunan emekli Korgeneral Köksal Karabay tanık olarak
dinlenildi. Mahkeme Heyeti Başkanı Ömer Diken'in, "Sizin sonuç raporunda
imzanız var. Seminerde olağanüstü görüşme yapıldığına yönelik bir şüpheye
vardınız mı?" sorusuna Karabay, "Raporu okudum. Herhangi bir şüpheye
kapılmadım" cevabını verdi.
Duruşmada daha sonra, 1’inci
Ordu Komutanlığı’nca 5-7 Mart 2003 tarihinde düzenlenen seminerin gözlemci
sonuç raporunu 26 Mart 2003'te imzalayan eski Genelkurmay Başkanı emekli
Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın tanık olarak dinlenilmesine geçildi. Yaşar
Büyükanıt, Genelkurmay 2. Başkanı olarak kendisine sunulan seminer sonuç
raporunu imzaladığını hatırlatarak, "Seminer planları, harp oyunlarıyla
ilgili gözlemcilerin hazırladığı raporlar, üst komutanlıklara silsileler
yoluyla gönderilir. Sonuç raporu, 2003 yılı Mart ayında Genelkurmay 2’nci
Başkanı olarak bana sunuldu. Raporu imzaladım. Raporu imzalamak, içeriğinin
onaylandığı anlamına gelmiyor. Raporun Genelkurmay usullerine uygun olup
olmadığı, uygun şekilde hazırlanıp hazırlanmadığına bakılır. Raporu imzalayıp
Genelkurmay Başkanı'na arz ettim. Bu rutin bir işlemdir.", "Raporu
Genelkurmay Başkanı'na arz etmeden önce hukukçulara incelettik, görüş aldık.
İçeriğine bakınca da hukuk dışı herhangi bir şey olmadığı kanaatine varıldı.
Savaş kapsamında senaryolar yaratır, oynarsınız ama bu o ülkeye taarruz
edeceksiniz anlamına gelmez. Bu kapsamda olduğunu söyleyebilirim. Raporlarda
alınan tedbirler olabilir. Bu raporu bu kapsamda bir belge olarak
görebiliriz." dedi.[96]
Bu duruşmadan sonra dünyanın en
önemli ekonomistlerinden Paul Krugman, ABD’de yayımlanan New York Times’daki
köşesini kayınpederi Çetin Doğan Balyoz davası kapsamında yargılanan Harvard
Üniversitesi profesörü Dani Rodrik’e ayırdı. SSCB lideri Josef Stalin’in
1936-1937 yılları arasında muhalifleri göstermelik yargıladığı Moskova
Davaları’na göndermeyle “Boğaz’da Moskova Davaları” başlığı verilen yazıda şu
ifadeler kullanıldı: “Balyoz son 50 yılda Türkiye’de görülen en önemli dava.
Aynı zamanda bir demokraside gerçekleşen en absürd dava. Sanıklara karşı
kullanılan kanıtların sahte oldukları o kadar aşikâr ki bir çocuk bile bunu
anlayabilir. Moskova davaları ve Ortaçağ’daki cadı avları bu davanın yanında
solda sıfır kalır. Bu davanın arkasında Gülen Hareketi var. Gülen hareketinin
hukuksal ayak oyunlarıyla ilgili uzun bir sicili var. Balyoz davasındaki
savcılar ve polis Gülen sempatizanı. Başbakan Erdoğan yakın zamanda kendisini
Gülen hareketinden uzaklaştırdı. Nedeni de partisinin hukuksal
manipülasyonlardan duyduğu rahatsızlıktı. Gülen’in müttefiklerinin ve hükümetin
hukukun üstünlüğü ilkesini ağır şekilde ihlal etmesinin siyasi sisteme verdiği
zararın giderilmesi onlarca yıl alacak.”[97]
Bu gelişmelerin ardından
mahkemede sonuç alamayacaklarını düşünen Hasdal Askeri Cezaevi’nde tutuklu
bulunan ‘Balyoz Darbe Planı’ sanıkları Koramiraller Mehmet Otuzbiroğlu, Kadir
Sağdıç, Korgeneral Mustafa Korkut Özarslan, Tümamiral Ramazan Cem Gürdeniz,
Tuğamiral Mehmet Fatih İlğar, Kurmay Albay Ahmet Zeki Üçok‘un da aralarında
bulunduğu 80 ‘Balyoz Darbe Planı’ sanıkları ortak bir dilekçeyle TBMM’ye
başvurdu. Bilgi amaçlı olarak Ak Parti Genel Başkanlığı, CHP Genel Başkanlığı,
MHP Genel Başkanlığı’na da gönderilen dilekçede, geçmişteki darbeler ve darbe
teşebbüslerini incelemek üzere Meclis’te kurulan ‘Darbeleri Araştırma
Komisyonu’nun ‘Balyoz Darbe Planı’nı da mercek altına alması istendi.
Kendilerinin darbe teşebbüsü suçundan 20 yıla kadar hapis cezası ile
yargılandığını vurgulayan subaylar, komisyon huzurunda ifade vermek
istediklerini bildirdi.
2003 yılında dönemin 1’inci Ordu
Komutanı Çetin Doğan liderliğinde darbe planlamakla suçlanan subaylar
dilekçede, “Komisyonunuzca araştırılmasına karar verilen 12 Eylül 1980 darbesi
ile ilgili olarak açılmış bulunan davada, sadece tutuksuz sanık iki emekli
general hakkında kovuşturma sürdürülmekte iken, kamuoyunun da yakından bildiği
üzere Balyoz Darbe Planı ile darbeye teşebbüs eyleminde bulunduğu iddiası
kapsamında 250’si yaklaşık 15 aydır tutuklu olmak üzere 364 general, amiral,
subay ve astsubay hakkında kovuşturma sürdürülmektedir. Araştırmalarınız
içerisine dâhil edilmeye karar verildiği takdirde, komisyonunuzda ifade vermek
üzere çağrılmayı talep ediyoruz. Huzurunuzda ifade vermemiz hukuken mümkün
olmadığı takdirde, tutuklu bulunduğumuz Hasdal 3’üncü Kolordu Komutanlığı
Askeri Ceza ve Tutukevi’nde hazır olacak komisyonunuz huzurunda yeminli olarak
ve ya komisyonunuzca belirlenecek usuller dahilinde ifade vereceğimiz taahhüt
ediyoruz” dediler.[98]
Balyoz Davası’nın 93.
duruşmasında söz alan tutuklu sanık emekli Orgeneral Çetin Doğan, adil
yargılanmadıkları gerekçesiyle AİHM’e yaptıkları başvurunun kabul edildiğini,
bu konuda AİHM’in hükümete soru sorduğunu ve cevap beklediğini, ancak aksi
yönde haberler çıkarıldığını söyledi. Dosyada bulunan delillerin
değerlendirilmeden, bazı tanıklar dinlenmeden Cumhuriyet Savcıları Savaş Kırbaş
ve Hüseyin Kaplan’ın 920 sayfalık mütalaayı mahkemeye sunmasını protesto eden
sanık avukatları bu duruşmaya katılmadı.[99]
Balyoz savcıları, sanıkların
işledikleri iddia edilen suç ile ilgili ortaya atılan ‘Darbe yapılmadığı için
ceza verilemez’ görüşüne karşılık, “Balyoz Planı, planın icraya geçtiğinin en
büyük delili niteliğindedir. Balyoz Planı’nda yer alan 5 ayrı aşama zaten
planın icraya geçtiğinin delilidir” diye konuştular.
Ergenekon davasında tanık olarak
dinlenen eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök sözleriyle tarihe not düştü.
Özkök 3 Aralık 2003 tarihli toplantıya açıklık getirdi: “Ordu komutanlarının
katıldığı toplantıda, Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman tarafından bir
teklif olarak değil, bir hareket tarzı olarak ifade edildi.” Özkök, “Senaryonun
amacını aşan biçimde, siyasi kişiler ve olaylar gerçekmiş gibi oynanması
üzerine Kara Kuvvetleri Komutanı’na inceleme yaptırdığını” da açıkladı.
Balyoz davasının müteakip
duruşmasında bazı sanıklar “İddianameye göre darbe suçunun teşebbüs aşamasında
kalmasının yegâne tanığı olan ve bu sebeple kovuşturmada mutlaka dinlenilmesi
gereken emekli orgeneral Aytaç Yalman’ı tanık olarak çağırmamak suretiyle
CMK’nin 210.’uncu maddelerini ihlal etmiştir. Kendisi adeta mahkemeye bir
şeyler söylemek istemekte, ancak gelmeye cesaret edememekte, siz de bir türlü
çağırmamaktasınız.”[100]
dediler.
Karar:
Uzun yargılama süreci sonunda 21
Ekim 2012 tarihinde mahkeme heyeti kararını açıkladı. Silivri Cezaevi’ndeki duruşma salonunda 16
Aralık 2010’da başlayan, 250’si tutuklu 365 sanıklı “Balyoz Planı” davasında açıklanan
karara göre; eski Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Halil İbrahim
Fırtına, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Özden Örnek ve eski 1’inci
Ordu Komutanı emekli Orgeneral Çetin Doğan’ı “Türkiye Cumhuriyeti icra
vekilleri heyetini, cebren ıskat veya vazife görmekten cebren men etmek”
suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırdı. Mahkeme,
ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını eski TCK’nın “cürme teşebbüs” başlığını
taşıyan maddesi uyarınca 20’şer yıl hapis cezasına çevirdi. 78 sanık hakkında
18 yıl, 218 kişi hakkında 16 yıl, 1 kişi hakkında 15 yıl, 28 kişi hakkında ise
13 yıl 4 ay hapis cezası verildi. 3 kişinin dosyasını ayıran mahkeme, 36
sanığın ise beraatine karar verdi.
Org. Çetin Doğan karara; “Adalet
mülkün temeli olmaktan çıkmış, zulmün temeli olmuştur. Bu ülkeye 50 yıl hizmet
ettim. Çok sayıda madalyam var. Ancak bugün aldığım madalya bunların arasında
en değerli olanıdır...” diyerek tepki gösterdi. İbrahim Fırtına ise; “Türkiye
Cumhuriyeti’ne ve devletine ders olsun söyleyecek bir şeyim yok.” dedi.[101]
Kararın ardından bazı soruların
cevapsız kaldığına dair basın organlarında yazılar çıktı. Karardan sonra
davanın en büyük kanıtı olan dijital kayıtların mahkeme tarafından hangi
gerekçeyle hükme esas alındığı tartışılmaya başlandı. Mahkemenin gerekçeli
kararındaki ifadeler bu nedenle büyük tartışma yarattı. Aynı zamanda bilirkişi
incelemesine gerek görülmemesi, verilerin sahteliğine ilişkin ortaya atılan
iddialar nedeniyle karar daha çıkmadan da tartışılmaya başlanmıştı. Mahkeme, bilirkişi incelemesini neden gerekli
görmedi sorusuna mahkeme şu cevabı veriyordu: Gerekçeli kararda, bu konuda,
mahkemenin delillerin doğruluğundan emin olduğu hallerde, bilirkişi raporuyla
zaten bağlı kalmayacağı, yargıcın kararının esas olduğu vurgulandı. Bu yoruma
dayanak oluşturan Yargıtay içtihatları sıralandı.
2003’te oluşturulan bir dosyanın
Office programının 2007 versiyonunda hazırlanmasına gerekçeli kararda,
Microsoft’un kamuoyuna açık kaynakları ve uzman görüşleri kanıt gösterildi.
Buna göre, eski versiyon Office programında oluşturulan bir dosyanın yeni
versiyonda açıldığında, yeni versiyonun tarihini taşıyacağı kaydedildi.
2003 tarihli seminer planında,
2007’de ismi değiştirilen sokak isimlerinin bulunması hakkında gerekçeli
kararda “2003’teki krokilerde yer alan sokak isimlerinin bu sokaklara resmi
olarak 2007 yılından sonra verildiği, krokilerin sonradan çizildiği iddia
edilmiş ise de sokakların isimlerinin halk arasında resmiyete çevrilmezden
önceki isimleriyle 40-50 yıldır kullanıldığı anlaşılmıştır” denildi.
Davada sanık avukatlarının
dijital kayıtlar üzerinde oynama yapıldığına yönelik iddialarının en önemli
dayanağını Genelkurmay’ın bu belgelerin tümünü doğrulamaması oluşturuyordu.
Ancak mahkeme, kanıtların doğruluğuna kanıt gösterirken, Genelkurmay’da da
asıllarının bulunduğuna yönelik bir ifade kullandı. Genelkurmay, bunun üzerine
açıklama yaparken, mahkeme heyeti, açıklamanın kendilerini doğruladığını iddia
etti.
Kararda, dijital verilerin ilk
olarak gazeteci Mehmet Baransu tarafından verildiği belirtilerek, bu belgelerin
dış müdahaleye açık olduğu ancak aynılarının Gölcük Donanma Komutanlığı’nda
bulunduğu, Genelkurmay’ın da Gölcük’te bulunan belgeleri doğruladığı ifade
ediliyordu.
Buna ek olarak, “Eskişehir’de
sanık Hakan Büyük’te ele geçirilen dijitallerde bulunan taranmış belgelerin
asıllarının ilgili birliklerde mevcut olduğu, Genelkurmay Başkanlığı’nca mahkememize
bildirilmiştir” deniliyordu. Tartışma yaratan bölümde ise bu ifadelerin
ardından, “Teslim edilen yazılı belgeler ile asıllarının Genelkurmay Başkanlığı
tarafından askeri birimlerde asılları bulunduğu belirtilen, taranmış belgelerin
de dijitaller içerisinde yer alması, delillerin doğruluğu konusunda sanıkların
aksi yöndeki savunmalarını bertaraf ederek, mahkemede tam bir kanaat oluşturmuştur”
denildi.
Genelkurmay açıklamasında,
“Davanın soruşturma aşamasında İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın talebi
üzerine, Genelkurmay’ın 22 Şubat 2010 tarihli yazısı ile 1’nci Ordu
Komutanlığı’nda yapılan plan seminerinin ‘Balyoz Güvenlik Harekât Planı’ adlı
bir bölümünün veya ekinin mevcut olmadığı; ayrıca, ‘Oraj’ ve ‘Suga’ isimli
eylem planlarının ise bulunmadığı bildirilmiştir. Mahkemenin gerekçeli
kararında ise; ‘Gölcük Donanma Komutanlığı ve Eskişehir’de sanık Hakan Büyük’te
ele geçirilen dijitallerde bulunan taranmış belgelerin asıllarının ilgili
birliklerde mevcut olduğu, Genelkurmay Başkanlığınca Mahkememize
bildirilmiştir’ ibaresine yer verilmiştir. Bu ibareden yola çıkılarak, dava
konusu tüm delillerin asıllarının bulunduğu ve Genelkurmay Başkanlığınca
Mahkemeye gönderildiği şeklinde basında yer alan iddialar asılsızdır”
ifadelerini kullandı.
Temyiz Süreci ve Yargıtay’ın Kararı:
Temyiz incelemesinde,
Yargıtay’ın bilirkişi incelemesi yapılmaması, bazı çelişkilerin giderilmemesi
gibi nedenlerle kararı bozabileceği, karar verildiği günden bu yana konuşuluyordu.
Ancak ortaya çıkan asıl sorundan sonra, Genelkurmay ile mahkemenin açıklamaları
birbirine uyumlu kabul edilse bile Yargıtay’ın, “Genelkurmay’dan ayrıntılı bir
liste istenmesi”, “Belge asıllarının listesinin tam olarak getirtilmesi” gibi
bir nedenle kararı bozabileceği de ifade ediliyordu. Bu tür bir bozma kararı
ise davada usul ve esas işlemlerinin bütünüyle yenilenmesine neden olabilecek,
Yargıtay’ın kararı doğrudan onaması halinde ise belgeler ve asılları ile ilgili
tartışmalar bitmeyecek, dosya önce Anayasa Mahkemesi’ne, sonuç alınmazsa
AİHM’ye taşınacak deniliyordu.[102]
Yargıtay 9’uncu Ceza Dairesi,
Balyoz davasını inceledikten sonra kararını açıkladı. Çetin Doğan, Özden Örnek,
Halil İbrahim Fırtına ile Engin Alan’ın da dâhil olduğu 237 sanık hakkında 6
yıl ile 20 yıl arasındaki hapis cezaları onandı. Balyoz davası, 3 yıl 8 ay 19
gün sonra Yargıtay 9’uncu Ceza Dairesi’nin kararını açıklamasıyla sona erdi.
İstanbul 10’uncu Ağır Ceza Mahkemesi, davayı 21 Eylül 2012’de hükme bağlamış,
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, 17 Haziran’da davayla ilgili tebliğini açıklamış,
tebliğde, sanıklardan 67’si hakkındaki mahkûmiyet kararının bozulması, 35 sanık
hakkında verilen beraat kararının onanması ve 1 sanık hakkındaki beraat
kararının bozulması talep edildi. Tarihinde ilk defa “darbe” suçunu görüşen
Yargıtay 9’uncu Ceza Dairesi, en uzun duruşmasını yaptı. Yargıtay 9. Ceza
Dairesi, bir ay süren 17 oturumda, 96 sanık avukatını dinledi.[103]
Dava Sonrası Yaşananlar:
Bu arada dava bitmesine rağmen
basın üzerinden Çetin Doğan ve Aytaç Yalman arasında karşılıklı atışma ve
suçlamalar devam ediyordu. Aytaç Yalman, hakkındaki suçlayıcı açıklamaları
yanıtlarken, eşine bile beddua ve hakaret edilmesine, cami avlusunda edep dışı
saldırılara maruz kalmasına, kara propagandalara, dışlanmaya çalışılmasına ve
itibarsızlaştırma kampanyalarına rağmen haksız yere suçlanan silah
arkadaşlarını incitmemek için acılarla yaşamayı tercih edip sustuğunu
vurguladı.
Gerçekleri kaleme aldığı kitapta
anlatacağını vurgulayan Yalman, o dönem yaşananlarla ilgili olarak, örtülü
biçimde dönemin Çetin Doğan’ı suçladı, eski Genelkurmay Başkanı Özkök’ü
eleştirdi. Yalman, Özkök’ü örtülü biçimde eleştirirken, “Seminerdeki ses kayıtlarını Genelkurmay Başkanından öğrendiğimi, ses
kayıtlarını görmediğimi ve bu konuda hiç kimseden araştırma yapmam
istenmediğini özellikle belirtmek isterim. Esasen söz konusu ses kayıtları
elime geçseydi karargâhım ile paylaşır, gerekli inceleme için hazırlıkları
yapardım.” dedi. Aytaç Yalman; ‘’Sustukça
kamuoyunda haksız olduğumuz algısı yaratıldı. Artık yeter demek istiyorum.
Yapılan saldırılar haddini aşan ve kişilik haklarımı zedeleyecek bir noktaya
gelmeseydi, her şeye rağmen bu açıklamayı yapmayacaktım EMASYA Planı’nın
görüşüldüğünü, seminere gönderdiğim müşahit generalden öğrendim. Bunun üzerine
Mart 2003 yılında yapılan bu emre itaatsizliği sorgulamak ve ilgilileri ikaz
etmek için Ordu bölgesine gittim ve gereken ikazları yaptım Balyoz davası ile
ilgili bilgi ve belgeye sahip olmadığımı, ses kayıtlarını görmediğimi ve bu
konuda hiç kimseden araştırma yapmam istenmediğini özellikle belirtmek isterim.
Seminerin icrası ile ilgili görüşlerime gelince, yazılı ve görsel basından
izlediğim kadarı ile bu seminer emre aykırı olarak yapılan, muaşeret
kurallarına uymayan, amacını ve haddini aşan bir kahramanlık gösterisinden
başka bir şey değildir. Beni kamu vicdanında mahkûm etmeye çalışanlar
karşısında onurlu ve dimdik durarak Silahlı Kuvvetler’e ve milletine hizmet
etmiş bir insanın onurunu yaşadığımı samimiyetimle ifade etmek istiyorum.
İnsanların kendini toplum indinde aklaması için başkalarının karalanmasına
ihtiyaç olduğunu düşünmüyorum.
Balyoz adlı bir plan olup
olmadığını, planla seminer arasında ilişki bulunup bulunmadığını bilmediğini
kaydeden Yalman, “İfadelerim üç günlük
seminerin bir gününde icra edilen seminer faaliyetleri ile ilgilidir. Bunun
dışındaki bilgileri, ben de basından 2010 yılında öğrendim ve takip ettim.’’
dedi.
Balyoz davası sürecinde tanık
olarak çağrılmaması, tanık olmak için başvurmaması, sanıkların davetiyle değil
ancak mahkeme davetiyle tanık olabileceğini söylemesi nedeniyle zaman zaman
sanık silah arkadaşlarının, avukatlarının ve ailelerinin eleştirilerine hedef
olan dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök te, Milliyet Gazetesi Genel Yayın
Yönetmeni Fikret Bila’ya yaptığı son açıklamada “Tanıklık yapsam da esas
değişmeyecekti. Gitseydim bile dinlemezlerdi. Bunu Yargıtay söylüyor.”
açıklamasını yaptı.
Özkök, “Görevdeyken ve sonrasında
hiç kimseyi şikâyet etmedim. Görevdeyken bu konularda kimsenin burnu kanamadı,
dava açılmadı ve tutuklama olmadı. Hepsinin pırıl pırıl olduğunu düşündüğümü
basın yoluyla kamuoyuna açıkladım.” “Balyoz planı diye bir şey bilmediğimi,
elimde bir belge bulunmadığını söyledim.” dedi. Özkök, açıklamasının devamında
şunları kaydetti: “Ergenekon davası sırasında ifade verirken, bir avukat
(babası her iki davada da sanık olan bir bayan avukat) Balyoz davasıyla ilgili
bir soru sordu. Mahkeme Başkanı bakılan davayla ilişkili olmamakla beraber
istersem cevap verebileceğimi söyleyince Balyoz davasına ilişkin olarak özetle
şu ifadeyi verdim: Balyoz diye bir darbe planı duymadığımı, ancak emrimle rutin
olarak yapılan plan seminerinde Ordu Komutanı’nın (Çetin Doğan) konuşması
olduğunu iddia edilen bir ses kaydının, bilmediğim kişilerce bana
ulaştırıldığını, bunu incelemesi için Ordu Komutanı’nın ilk amiri olan ve
seminerin icrasını sağlayan Sayın Kara Kuvvetleri Komutanı’na (Aytaç Yalman)
emir verdiğimi, anladığım kadarıyla seminerde en tehlikeli senaryo bölümünün
maksadını aştığını, gerçek yer ve kişi adlarının kullanılmasının yanlış
olduğunu ifade ettim. Bu ifadem resmi olarak Ergenekon davasına bakan mahkeme
tarafından Balyoz davasına bakan mahkemeye gönderilmiştir.”[104]
Orgeneral Çetin Doğan, Yalman’ın
“3 günlük seminerin bir gününde emrime aykırı olarak, EMASYA Planı’nın
görüşüldüğünü, seminere gönderdiğim müşahit generalden öğrendim” ifadelerini ifade
verdiği bir başka davada sanık kürsüsünden eleştirdi. Doğan, şunları söyledi: “Aytaç
Yalman senaryo göndermiş seminere. Seminerde bunu oynamayın demedi, başka zaman
oynayın dedi. ‘5-7 Mart tarihlerinde ise ‘Kuvvet 2010 göndereceğim, bunu
oynayın’ dedi. Irak Tezkeresi’yle meşgul olduğundan bu Kuvvet 2010 Planı’nı
gönderemediler. O dönemin Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı İlker Başbuğ
tarafından olasılığı en yüksek senaryo gönderilmiştir. ‘Benim haberim yok’
diyorsa, Kara Kuvvetleri Komutanlığı koltuğuna niçin oturdu, anlamış değilim.
TSK’da emir komuta zincirine isyan etme hakkı yoktur, başıbozukluk söz konusu
değildir, orası Yeniçeri Ocağı değildir.” Doğan, “Aytaç Yalman neden simdi
konuştu” sorusuna da, “Kendisine yönelecek muhtemel bir soruşturmayı önlemek
için olabilir” yanıtını verdi.[105]
Aytaç Yalman, Çetin Doğan’ın
terfi ettirdiğine pişman olduğunu açıklaması üzerine Çetin Doğan da Aytaç
Yalman’ın kendi terfiini engellemeye çalışmakla suçladı.
Son durum:
Türkiye 17 Aralık tarihinde Halk
Bankası Müdürü ve bazı bakan çocuklarının da katıldığı söylenen bir polis
operasyonu ile yeni bir döneme girdi. 3-4 gün boyunca bu konuda hiçbir açıklama
yapmayan hükumet nihayet bunun Fethullah Gülen cemaati ve dış güçlerin hükumet
aleyhine düzenlediği bir komplo olduğunu, topluma bir psikolojik harekât
yapıldığını açıkladı.
Cemaat ve hükumet arasında
tansiyonu artarak karşılıklı beddualaşmaya kadar varan çatışmaların ardından
AKP’li bir milletvekili ‘’paralel devlet’’ olarak tanımladıkları cemaat
mensuplarının Türk Ordusu’na da geçmişte kumpas kurduğunu açıkladı. Bazı AKP’li
milletvekilleri bu söze karşı çıksa da Başbakan bu sözün arkasında durdu. Barolar
Birliği Başkanı ile görüşmesinden sonra da Balyoz dâhil tüm eski davalarda
yeniden yargılama yapılabileceğini ve bu konuda bir çalışma başlattıklarını
açıkladı.
Genelkurmay Başkanı da, muvazzaf
ve emekli Silahlı Kuvvetler mensuplarına kumpas kuruldu açıklamaları üzerine
hukuki işlem başlatarak bu kumpası kuranlar hakkında suç duyurusunda bulundu.
Şimdi tüm kamuoyunda bu son
gelişmeler tartışılmaya devam etmektedir.
Değerlendirme ve Sonuçlar:
Konu tüm açılardan
incelendiğinde şu sonuçlar çıkarılabilir:
-Uzun yıllar süren iç güvenlik harekâtı
orduyu yıpratmış ve zayıf duruma düşürmüştür. Tamamen teröre kanalize olan ve
aslında içişleri bakanlığının sorumluluğunda olan iç güvenlik konusunu kendi
üzerine alan Silahlı Kuvvetler gün geçtikçe güçlenen siyasal İslam ve
Tarikat/Cemaat gruplarına karşı zayıf düşmüş, iki cephede verilen mücadelede hatalı
davranışlar içine girmiştir.
-28 Şubat süreci denen
gelişmeler orduyu yıpratmış, en soldan en sağa ve en geleneksel İslam’dan en
radikal İslam’a kadar çok geniş kitlelerde orduya karşı bir tepki oluşmasına
sebep olmuştur. Post modern darbe denilen vakıa daha sonra görev yapacak ordu
mensuplarına kötü bir miras olarak bırakılmıştır.
-TSK içinde; tarikat, cemaat ve
siyasal İslamcı yapılanmalara karşı mücadele edilirken hatalı olarak sıradan
dindar insanlara da müdahale edilmiş ve laiklik karşıtı kitlenin büyümesine
sebep olunmuş, kamuoyunda Ordu’nun din karşıtı olduğuna dair bir imaj yaratılmıştır.
-Ordu içinde ABD politikalarına
karşı bir çekince oluşmuş, Irak’ın işgalinin ardından tüm Türk kamuoyunda
olduğu gibi orduda da ABD karşıtı bir hava ortaya çıkmış, bu durum başta Irak’ta
olmak üzere tüm alanlarda ABD ve Türk ordusu arasında genel bir güvensizlik
havası oluşturmuştur. İki ordu artık birbirlerini güvenilir bir müttefik olarak
görmemeye başlamıştır. Bu durum ise iki ordu arasında alttan alta bir
mücadeleyi de beraberinde getirmiştir.
-ABD’nin Süleymaniye’de Türk
askerlerinin kafasına çuval geçirmesi sadece Türk ve ABD ordusu ilişkilerinde
değil Türk kamuoyunda da büyük etkiler yaratmıştır. Bu olayla ABD, kendi
açısından gerekli gördüğü mesajları verirken bu durum iç kamuoyunda ise; güçlü,
yenilmez, ölür ama teslim olmaz Türk Ordusu imajını zedelemiş, insanların
beyninde Orduya karşı duyulan güven ve iç alternatif güç odaklarında ise orduya
karşı duyulan korku azalmaya başlamıştır.
-Bazı generallerin; Türkiye’nin
yeni uluslararası ilişki seçenekleri olduğundan bahsetmesi, merkeze klasik
ittifak ilişkileri yerine Türkiye ve onun çıkarlarını koymaları, Rusya, Çin ve
İran hakkında değişik işbirliği senaryoları ortaya atmaları, ABD ve AB ile Türkiye’de
geleneksel batı ittifakını savunanların kafasında şüpheler uyandırmış, ordu
içinde Avrasyacı subayların olduğu şeklinde yorumlar yapılmıştır. Bu Avrasyacıların
özellikle Özel Kuvvetler Komutanlığı bünyesinde yoğunlaştığı iddiaları ise dikkatleri
özellikle ÖKK’na celb etmiştir.
-Dava sürecinde ortaya çıkan
gelişmelerden de anlaşıldığı gibi o dönemde Silahlı Kuvvetlerin zirvesinde
bulunan komutanlar arasında bir çatışmanın olduğu, birlik ve beraberliğin
ortadan kalktığı görülmektedir. Görünen o ki gerek asker-siyaset ilişkileri
açısından, gerekse uluslararası durumu okuma açısından ordu üst kademesi en az
üç grup halinde bölünmüş ve kendi aralarında uzun süre bir soğuk savaş
yaşamışlardır. Bu çekişmede kişisel anlaşmazlıklar da etkili olmuş
görünmektedir.
-Bazı emekli generallerin, ADD
yönetimine girerek politik faaliyetlerde bulunmaları, başta İşçi Partisi olmak
üzere bazı Avrasyacı, ulusalcı ve milliyetçi çevrelerle işbirliği içine girmeleri;
hem ABD ve AB’de, hem de yurt içinde tarikat-siyaset-ekonomi ve basın
dünyasındaki güç odaklarında endişe uyandırmış, bu grupların düzenlediği ve
büyük kalabalıkların katıldığı Cumhuriyet Mitingleri ise bardağı taşıran son
damla olmuştur.
-Cumhurbaşkanlığı seçiminde,
Silahlı Kuvvetlerin bir siyasi parti gibi davranarak seçime müdahale etmesi ve
kimin cumhurbaşkanı olacağını belirlemeye çalışması ise hem hükumette, hem de
kamuoyunda çok büyük bir tepkiye sebep olmuş, halkın büyük bir kesimi seçimle
işbaşına gelen insanlara devlet görevlilerinin müdahalesini kendi iradesine
müdahale olarak algılamıştır. Bu algının yaratılmasında hükumet ve basın da
etkili bir rol oynamıştır. Bu olay artık Ordu için dönüm/doruk noktası
olmuştur. Bu esnada MHP’nin hükumetin arkasında durması sonucu hükumet kendi
adayında diretmiş ve ordu buna karşı hiçbir şey yapamayınca artık doruktan düşüş
kaçınılmaz hale gelmiştir. (Burada bir
noktayı belirtmekte fayda var. O zaman Büyükanıt ve Erdoğan arasında yapılan
Dolmabahçe görüşmeleri halen tartışılmakta ve neler konuşulduğu hakkında
değişik spekülasyonlar yapılmaktadır. Ben, çok yetkili sivil ağızlardan burada
konuşulanlar hakkında şunları duydum: O toplantıda; Büyükanıt’ın belirttiği ‘’Sözde
değil özde laik cumhurbaşkanı’’ talebi tartışılmış. Hükumet, hem laiklik
talebini karşılayacak, hem de hükumeti zor durumda bırakmayacak AKP’den adaylar
önermiş ve sonuçta o zamanki Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün
Cumhurbaşkanlığı konusunda anlaşılmış. Bu aday AKP içinde çok tartışmaya sebep
olsa da sonuçta kabul görmüş. Ancak MHP genel başkanı; seçimlerin meclisin işi
olduğunu, dışarıdan müdahalelere karşı olduklarını ve hükumetin adayını
saygıyla karşılayacaklarını belirterek hükumetin arkasında durunca hükumet
mutabakatı bir kenara bırakıp son gece Abdullah Gül’ü aday göstermeye ve ordunun
restini görmeye karar vermiş. Hatta bu geceki toplantıda Bülent Arınç,
kendisinin aday gösterilmesi beklentisi içinde olduğundan büyük bir heves içine
girmiş. Ancak Abdullah Gül ismi üzerinde mutabık kalınınca buna biraz bozulmuş
ve Manisa’da yaptığı parti toplantılarında kürsüde konuşurken bu konuyu ima
ederek ‘’Hakkımı yediler.’’ diye ağlayarak bu durumu kendi ilinin partililerine
şikâyet etmiş. Bu ağlama faslı Manisa’da kahvehane köşelerinde hala
konuşulmakta ve kendisi hakkında olumsuz yorumlar yapılmaktadır. Vecdi Gönül ise,
aday olarak açıklanacağından emin bir şekilde beklerken, Abdullah Gül kararına
çok şaşırmış ancak yine de durumu sükûnetle karşılamış.)
-Yargı sürecinde baskınlar,
iddialar, gazete ve internet yayınlarının üst üste gelmesi ile neye uğradığını
şaşıran ve biraz geç te olsa bu durumun kendisine karşı planlı bir operasyon
olduğu sonucuna varan TSK; bu tür bir saldırıya karşı hazırlıksız olarak
yakalandığını fark etmiş, stratejik psikolojik harekâta maruz kaldığı sonucunu
doğru bir şekilde çıkarmış ancak uygun hareket tarzları geliştirememiş, örümcek
ağına takılmış bir kelebek gibi telaşla çırpınmış ancak bu çırpınışlar beklediğinin
aksine kurtulmasına fayda etmemiş ve yuvalarında gizlenen örümceklere
saldırmaları için uygun bir hedef olduğu sinyallerini vermekten başka bir işe
yaramamıştır.
-Tüm çevrelerce yapılan tam saha
pres karşısında, artık direnmek için bir çare bulamayan TSK, son tepkisini 2011
yılında başta Genelkurmay Başkanı olmak üzere tüm kuvvet komutanlarının istifa
etmesi şeklinde göstermiş ancak bu durum TSK’nın artık teslim olduğu şeklinde
yorumlanmış ve bu andan itibaren görünürde tüm güç hükumetin ellerine, geri
planda ise bu mücadele de hükumetin arkasında duran güçlere geçmiştir.
-Bu mücadelede ordunun
karşısında; ön planda hükumet ve bir nebze cemaat görünmekle beraber, ordunun
güçten düşürülmesini çıkarları açısından faydalı gören tüm yerel ve uluslararası
güç odakları, kişisel sebeplerle orduya karşı nefret duyan yazar çizer takımı,
geçmiş dönemlerdeki darbelerde kendisi veya yakınları zarar görmüş, bu durum kendisinde
travma yaratmış bazı kişiler, yeni gelişmeleri doğru okuyup güce yakın durarak
bundan kişisel çıkar sağlamayı hedefleyen çıkarcılar ve başta PKK olmak üzere
bazı terör örgütlerine kadar çok çeşitli ve aslında birbiriyle uyuşmayan birçok
çevre hep beraber hareket etmiştir. Ancak görünen grupların bu kadar kapsamlı bir operasyonu yürütme kapasitesine sahip olduğunu sanmıyorum. Çünkü çok senkronize ve başarılı bir operasyon yapılmıştır. Ben bu operasyonun planının çok profesyonel bir ekip tarafından yapılıp ilk hareketin başlatıldığını ve daha sonra arka planda kalınarak oyuna katılan tüm çevrelerin hareketlerinin senkronize ve koordine edildiğini düşünüyorum. Bunun kim olduğunun tahminini de okuyucuya bırakıyorum.
-Ordu ise pek fazla bir destek
bulamadığı gibi temel askeri stratejileri bile kullanamamıştır. Bir defa dünyadaki
ve Türkiye’deki gelişmeleri tam olarak okuyamamış ve kendisini buna uygun
olarak dönüştürememiştir. Saldırı başlamadan önce, kendi hataları sonucu, karşısındaki
grubun çok fazla büyümesine sebep olmuştur. Tehdidi başlangıçta doğru bir
şekilde tespit edememiş, uygun hareket tarzlarını seçememiş ve çok fazla zaman
ve mevzi kaybetmiştir.
-Kendi içinde güven ortamı
kuramamış, yapılan psikolojik harekat etkili olmuş, orduda herkes birbirinden
şüphe eder hale gelmiştir. Bu da savunmasının insicamının bozulmasına sebep
olmuştur.
-İnisiyatifi ele alamamış ve sadece
reaktif bir şekilde hareket etmeye çalışmıştır. Ancak art arda gelen
saldırılarla dengesi bozulmuştur.
-Asimetrik tehditlere karşı
savunmasız kalmıştır. İnternet siteleri üzerinden yapılan saldırı ve
itibarsızlaştırma faaliyetleri ile birçok mensubunu yitirmiştir.
-Sonuçta TSK; İlker Başbuğ’un
deyimiyle Asimetrik Psikolojik Savaş, Ümit Özdağ’ın deyişiyle de Enformasyon
Harbi uygulamaları sonucunda savaşı kaybetmiştir.
-Bu davalar sonunda verilen
kararlarla TSK içinde; ABD ve AB çizgisine yakın olmayan, cemaat ve tarikatlar
açısından tehlikeli görülen, hükumete de her zaman itaat etmeyebileceği
düşünülen tüm kadrolar tasfiye edilmiştir. Bu da, bilindiği gibi, bazı kişilerin
işlediği bazı suçlar temel alınarak ortaya atılan ve tutarsızlığı birçok defa
ispatlanmış sonradan üretilmiş belgelerle, bu istenmeyen (özellikle kurmay
subay ve generaller) kişiler bu davalara bir şekilde monte edilerek (kumpas
kurularak); ya hapsedilmek, ya emekli olmaları sağlanmak veya pasifize edilmek
suretiyle yapılmıştır.
-Benim kanaatime göre; askerlere
karşı açılan diğer davalar gibi ‘’balyoz davası’’ da hukuki bir dava olmaktan
çok siyasi bir dava niteliğinde cereyan etmiştir. Siyasi davalarda da hukuk
değil konjonktürel güçler ve politikacıların beklentileri esas alınır. Hedef
kitle bir şekilde suçlu ilan edilerek tasfiye edilir. Burada da o olmuştur.
Eğer bu davalar kamuoyuna takdim edildiği gibi demokratikleşmek maksadıyla darbelerin
yargılanması ve darbecilerin cezalandırılması için açılmış davalar olsaydı; hiçbir
zaman uygulamaya geçmemiş ve varlığı kesin olarak ispatlanamamış bir darbe
planı üzerinden değil, 12 Eylül darbesi ve 28 Şubat ‘’post modern’’ darbesi
gibi fiiliyata geçmiş darbeler üzerinden yürütülürdü. Ama sırf kamuoyunu tatmin
etmek için bu darbelerle ilgili olarak açılan davalarda şimdiye kadar hiç kimse
herhangi bir ceza almamıştır.
-2011 yılı YAŞ toplantısından
sonra TSK tamamen yenilgiyi kabul ederek düşük bir profil izlemeye başlamıştır.
Bu durum ise bu mücadelenin mağdurları nezdinde tepki toplamıştır. Ancak tüm
bunlara rağmen Genelkurmay sükûnetini korumaya devam etmiştir.
-Genel olarak Nejdet Özel’in
izlediği uyumlu ve düşük profilli davranış biçimi eleştirilmekle birlikte bence
uygulanabilecek en uygun davranış biçimi olmuştur. Çünkü savunma imkânı
kalmamışken harekete geçmek kuvvetin elden çıkmasına sebep olur. Biraz sessiz
kalıp gelişmeleri takip etmek, toparlanmak ve çıkacak fırsatları değerlendirmek üzere
hazırlanmak daha iyidir.
-Nitekim bu fırsatlar da yavaş
yavaş ortaya çıkmaktadır. Hükumet zafer sarhoşluğu ile fütursuzca hareket
ederken çok önemli bir hususu gözden kaçırdığını fark etmeye başlamış ancak bunda
oldukça geç kalmıştır. Kastettiğim konu mücadeledeki müttefikleri ile
ilgilidir. Eğer konu iktidar ise zaferi kazananın hiç unutmaması gereken bir
şey vardır. Bu tür savaşlarda bu günkü müttefikin yarınki en büyük rakibin/düşmanın
olacaktır. Bu sebeple iktidarı ele geçirenler ittifak içinde oldukları kişi
veya kurumları fazla güçlendirmemelidir. Çünkü kim en fazla güçlenirse iktidar
ona geçer ve devleti de o yönetir. Başlangıçta çıkar birliği sayesinde kurulan
ittifak ta çıkarlar çatışınca hemen bozulacaktır. Nitekim hükumet te;
çıkarların çatışmaya başlaması yüzünden önce AB ve ABD tarafından, sonra eski
solcular tarafından ve daha sonra da liberaller tarafından terk edilmiş, en son
olarak ta hükumetin de desteğiyle aşırı güçlenerek devleti perde arkasından
yönetir duruma gelen cemaat ile de kanlı bir çarpışmaya girmek zorunda
kalmıştır. İlginçtir ki şu anda hükumete demeçleri ile destek veren tek oluşum PKK ve onun siyasi uzantısıdır.
-Artık kartlar yeniden
dağıtılmaktadır. Eski müttefikler düşman olurken kendini yeterince güçlü hissetmeyen
hükumet yeni müttefikler arama peşine düşmüştür. Daha iktidara geldiği ilk
günden itibaren kamuoyunun önemini kavrayan hükumet son krizden sonra da kendisine bağlı basın
sayesinde algı yönetimini oldukça başarıyla yürütmüş ve komploya maruz kaldığı inancı oluşturmayı başarmış, büyük sermaye
sahiplerinin bazılarını kaybetmekle birlikte Anadolu sermayesi ve kendi
zamanında zengin olan sermayedarların büyük kısmının sadakatini muhafaza etmiş
durumdadır. Bu yolsuzluk operasyonundan sonra kısa sürede kendini toparlamış, emniyette
ve yargıda hızlı ve sert tedbirler alarak gücünü ve kararlılığını göstererek
ilk tehlikeyi şimdilik savuşturmayı başarmış görünmektedir. Bu gelişmelerden
sonra orduya kumpas kuruldu söylemiyle TSK’yı ve bazı eski düşmanlarını da
yanında olmaya teşvik etmektedir. Son günlerdeki TSK’nın kendi personeline
kumpas kurulduğuna dair suç duyurusu da bu girişimin bir karşılık bulduğu
yönündeki ilk işaretlerdir. Barolar başkanının başbakanla görüşmesi ve
sonrasında yaşanan gelişmeler de aynı kapsamda değerlendirilebilir.
-Tüm bu davalar aslında sadece; Türkiye’de
yaratılmaya çalışılan bir dönüşümde, bu dönüşüme direnen güçlerle dönüşümü
isteyen güçler arasında ortaya çıkan iktidar savaşının cephelerinden ibarettir.
Bu savaşta mağdur olan çok sayıda insan ortaya çıkmıştır. Ancak en büyük mağduriyeti,
‘’Devletin bekası ve milletin refahından
başka hiçbir düşüncesi olmayan, hiçbir suç işlemeyen ve politik veya kişisel hiçbir
bir çıkar beklentisi içinde olmayan ama bir dönemle birlikte tasfiye edilmesi
gerektiği düşünülen’’, düşük rütbelerdeki vatansever subaylar ile bazı sivil
şahsiyetler yaşamıştır.
[1] Prof.
Dr. Ümit Özdağ, http://www.21yuzyildergisi.com/assets/uploads/files/111.pdf.
[2] Milliyet.com.tr,
21 Ocak 2010,
http://siyaset.milliyet.com.tr/5-bin-sayfalik-darbe-plani-iddiasi/siyaset/siyasetdetay/21.01.2010/1188746/default.htm
[3] Bila,
Fikret, 21 Ocak 2010,
http://siyaset.milliyet.com.tr/ozkok-izzet-i-ikbal-ile-gundemden-cekildim/fikret-bila/siyaset/siyasetyazardetay/21.01.2010/1188707/default.htm
[4]
Milliyet.com.tr, 22 Ocak 2010, http://siyaset.milliyet.com.tr/tutuklananlar-stadyumlara-doldurulacak/siyaset/siyasetdetay/22.01.2010/1189186/default.htm
[5] Milliyet.com.tr,
21 Ocak 2010, http://siyaset.milliyet.com.tr/-balyoz-a-suc-duyurusu/siyaset/siyasetdetay/21.01.2010/1188847/default.htm.
[6]
Milliyet.com.tr, 21 Ocak 2010, http://gundem.milliyet.com.tr/o-general-meydan-okudu/gundem/
gundemdetay/ 21.01.2010/ 1189006/default.htm
[7] Akyol,
Taha, Milliyet Gazetesi, 29 Ocak 2010,
http://siyaset.milliyet.com.tr/azinliklari-denize-dokmek-/taha-akyol/siyaset/siyasetyazardetay/29.01.2010/1192187/default.htm
[8] Akyol,
Taha, 22 Ocak 2010, http://siyaset.milliyet.com.tr/-darbe-degil-tatbikat-/taha-akyol/siyaset/
siyasetyazardetay/22.01.2010/1189207/default.htm
[9] Birand,
Mehmet Ali, 22 Ocak 2010, http://gundem.milliyet.com.tr/balyoz-olayi-tsk-ya-agir-darbe-indirdi-/mehmet-ali-birand/guncel/gundemyazardetay/23.01.2010/1189460/default.htm
[10] Bila,
Fikret, 26.01.2010, http://siyaset.milliyet.com.tr/-emasya-protokolu-suresiz/siyaset/siyasetdetay/
25.01.2010/1190223/ default.htm, 24 Ocak 2010.
[11] http://siyaset.milliyet.com.tr/dogan-ozkok-yalman-ve-buyukanit-yoktu/fikret-bila/siyaset/siyasetyazardetay
/27.01.2010/1191157/default.htm,
[12] Akyol,
Taha, 25 Ocak 2010, http://siyaset.milliyet.com.tr/hem-nalina-hem-mihina/taha-akyol/siyaset/
siyasetyazardetay/26.01.2010/1190758/default.htm
[13] Aşık,
Melih, 27.01.2010, http://gundem.milliyet.com.tr/bu-kimin-darbesi-/melih-asik/guncel/
gundemyazardetay/27.01.2010/ 1191203/default.htm
[14] Cemal,
Hasan, 27 Ocak 2010, http://siyaset.milliyet.com.tr/mit-mustesari-1-ordu-da-her-sey-hazir-ihtilale-hazirlaniyorlar-/hasan-cemal/siyaset/siyasetyazardetay/27.01.2010/1191215/default.htm
[15] Bila,
Fikret, 03 Şubat 2010, http://siyaset.milliyet.com.tr/cetin-dogan-in-bekledigi-yanit/fikret-bila/siyaset/
siyasetyazardetay/03.02.2010/1194210/default.htm
[16] 03
Şubat 2010, http://siyaset.milliyet.com.tr/-basbakan-sozlerimden-rahatsiz-oldu-/siyaset/siyasetdetay/
03.02.2010/1194232/default.htm
[17] 23
Şubat 2010, http://siyaset.milliyet.com.tr/kritik-gorevdeki-portreler/siyaset/siyasetdetay/23.02.2010/
1202697/default.htm
[18] Birand,
Mehmet Ali, 23 Şubat 2010, http://gundem.milliyet.com.tr/cumhuriyet-tarihinde-bir-ilk-yasaniyor-/mehmet-ali-birand/guncel/gundemyazardetay/24.02.2010/1203038/default.htm
[19] Cemal,
Hasan, 23 Şubat 2010, http://siyaset.milliyet.com.tr/sancili-ve-sikintili-bir-surec-ama-bir-normallesme-sureci-/hasan-cemal/siyaset/siyasetyazardetay/23.02.2010/1202701/default.htm
[20] Zeybek,
Namık Kemal, 27/01/2010,
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/namik_kemal_zeybek/cetin_
dogan_alevi_mi-976902
[21] http://siyaset.milliyet.com.tr/13-tutuklama-daha/siyaset/siyasetdetay/25.02.2010/1203655/default.htm,25
Şubat 2010
[26] Cemal,
Hasan, http://siyaset.milliyet.com.tr/dikkat-kagit-parcalarindan-gerceklere-/hasan-cemal/siyaset/
siyasetyazardetay/03.03.2010/1206241/default.htm
[27] Sazak, Derya.
05 Mart 2010, http://siyaset.milliyet.com.tr/balbay-selek/derya-sazak/siyaset/siyasetyazar
detay/06.03.2010/1207664/default.htm
[28] http://siyaset.milliyet.com.tr/balikesir-jandarma-komutani-kurmay-albay-tutuklandi/siyaset/siyasetdetay/
04.03.2010/1206953/default.htm
[29] http://siyaset.milliyet.com.tr/cezaevindeki-emekli-pasadan-mektup-var/siyaset/siyasetdetay/18.03.2010/
1213106/default.htm, 18 Mart 2010.
[31]
Bila,Fikret, 13 Mart 2010, http://siyaset.milliyet.com.tr/istifayi-hic-dusunmedik/fikret-bila/siyaset/
siyasetyazardetay/14.03.2010/1211063/default.htm
[33] http://gundem.milliyet.com.tr/dogan-mektubunda-kara-noktalari-yazdi/guncel/gundemdetay/
19.03.2010/1213449/default.htm
[34] http://siyaset.milliyet.com.tr/genelkurmay-baskani-nin-uzulmesini-hic-istemem/devrim-sevimay/siyaset/siyasetyazardetay/19.03.2010/
1213434/ default.htm.
[36] http://gundem.milliyet.com.tr/yeni-dalgada-14-ilde-95-kisi-icin-gozalti-karari-cikti/gundem/gundemdetay/
05.04.2010/1220881/default.htm
[37] http://siyaset.milliyet.com.tr/o-zaman-dava-actirsin/siyaset/siyasetdetay/08.04.2010/1222079/default.htm
[38] http://siyaset.milliyet.com.tr/kozmik-polemige-elestiri/fikret-bila/siyaset/siyasetyazardetay/
11.04.2010/1223513/default.htm
[39]
Civaoğlu, Güneri, http://siyaset.milliyet.com.tr/mitoz-bolunme/guneri-civaoglu/siyaset/siyasetyazardetay/10.04.2010/1223167/default.htm
[40] http://siyaset.milliyet.com.tr/o-zaman-dava-actirsin/siyaset/siyasetdetay/08.04.2010/1222079/default.htm.
[43] http://gundem.milliyet.com.tr/-bilirkisi-raporu-eksik-ve-yaniltici-/guncel/gundemdetay/
13.05.2010/1237234/default.htm
[44] http://gundem.milliyet.com.tr/emekli-generale-el-kaide-sorusu/guncel/gundemdetay/
04.06.2010/1246421/default.htm
[47] http://gundem.milliyet.com.tr/tutuklu-subay-esleri-ata-nin-huzuruna-cikti/guncel/gundemdetay/
30.05.2010/1244301/default.htm
[48] http://gundem.milliyet.com.tr/bulundugum-yerde-darbe-konusulmaz/guncel/gundemdetay/
19.06.2010/1252768/default.htm
[53] http://gundem.milliyet.com.tr/balyoz-102-sanik-hakkinda-yakalama-karari/gundem/gundemdetay/
23.07.2010/1267537/ default.htm
[54] http://siyaset.milliyet.com.tr/cicek-yas-yarginin-gundeminde-olmamali/fikret-bila/siyaset/siyasetyazardetay/
27.07.2010/1268642/default.htm
[59] http://siyaset.milliyet.com.tr/balyoz-da-amerikan-deniz-kuvvetleri-parmagi-mi-var-/siyaset/siyasetdetay/
23.08.2010/1279896/default.htm
[63] http://gundem.milliyet.com.tr/yeni-hsyk-dan-balyoz-surprizi/guncel/gundemdetay/15.12.2010/1326470/
default.htm
[78] http://gundem.milliyet.com.tr/-balyoz-darbe-plani-ni-yapani-ben-biliyorum-/gundem/gundemdetay/
22.03.2011/1367287/default.htm
[84] http://siyaset.milliyet.com.tr/vicdan-kabul-etmez/siyaset/siyasetdetay/07.04.2011/1374339/default.htm
[87] http://gundem.milliyet.com.tr/hasdal-ordusu/gundem/gundemdetay/01.06.2011/1397055/default.htm
[88] http://gundem.milliyet.com.tr/tebrik-eden-azdi/gundem/gundemdetay/14.06.2011/1402198/default.htm
[92] http://siyaset.milliyet.com.tr/yas-ta-3-kritik-karar/siyaset/siyasetdetay/04.08.2011/1422619/default.htm.
[95] http://gundem.milliyet.com.tr/kalyoncu-buyukanit-basbug-2-mart-ta-mahkemede-olacak/gundem/gundemdetay/17.02.2012/1504081/default.htm
[96] http://gundem.milliyet.com.tr/ilker-basbug-genelkurmay-baskani-hicbir-zaman-yalan-soylemez-/gundem/gundemdetay/02.03.2012/1510416/default.htm
[97] http://gundem.milliyet.com.tr/-gulen-in-verdigi-zarar-yillarca-gecmeyecek-/gundem/gundemdetay/14.03.2012/1514942/default.htm
[98] http://gundem.milliyet.com.tr/balyoz-u-arastirin/gundem/gundemdetay/16.05.2012/1540765/default.htm
[99] http://gundem.milliyet.com.tr/basvurum-aihm-de-kabul-edildi/gundem/gundemdetay/05.05.2012/1536398/default.htm
[100]
http://gundem.milliyet.com.tr/balyoz-da-yine-aytac-yalman-konusuldu/gundem/gundemdetay/04.09.2012/1590937/default.htm
[101]
http://gundem.milliyet.com.tr/ve-balyoz-indi-komutanlara-ceza-yagdi/gundem/gundemdetay/22.09.2012/1600179/default.htm
[102]
http://gundem.milliyet.com.tr/10-soruda-balyoz-davasi-muammasi/gundem/gundemdetay/10.01.2013/1653420/default.htm
[103]
http://gundem.milliyet.com.tr/yargitay-da-darbe-dedi/gundem/detay/1775379/default.htm
[104]
http://gundem.milliyet.com.tr/emrime-itaat-edilmedi/gundem/detay/1786608/default.htm
[105]
http://gundem.milliyet.com.tr/-tsk-yeniceri-ocagi-degildir-/gundem/detay/1787201/default.htm
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder