.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

3 Ocak 2014 Cuma

Balyoz (Kumpas) Davası Hakkındaki Her Şey.


Balyoz Davası’nda; iddialar, davanın gelişme süreci ve sonuçlarının değerlendirilmesi.
 (Hava Kuvvatleri Komutanlığı, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı, Genelkurmay Başkanlığı, 1. Ordu Komutanlığı)

Mehmet ÇANLI
  
Özet:
2001 yılında meydana gelen ikiz kuleler saldırısı ve ardından 2003 yılında yaşanan ABD’nin Irak saldırısı ile dünya konjonktüründe ve bu arada Türkiye-ABD ve AB ilişkilerinde büyük değişiklikler ortaya çıkmıştır. Bu dönemde Türkiye iç siyasetinde de büyük yenilikler meydana gelmiş ve Cumhuriyet tarihinde ilk defa dini söylemleri olan bir parti tek başına iktidara gelmiştir. Bu durum ise ülke içinde yeni koşullara karşı bazı kurum ve çevrelerde bir endişeye ve dirence sebep olmuştur.
TSK, bu direnişin en önemli gücü olarak hem dış aktörler hem de iç aktörler tarafından önemli bir engel olarak görülmüş, TSK’da yeni şartlardaki değişimi iyi değerlendiremeyerek bu güçlerin harekete geçmesi için uygun şartların oluşmasına sebebiyet vermiştir.
2003-2008 yılları arasında ülke ordu ve onu destekleyenler ile hükumet ve onu destekleyenler şeklinde iki kampa ayrılmış, mücadele uzun süre politik manevralar şeklinde sürdükten sonra ortaya atılan birtakım belgelerle, emniyet, adliye ve basın üçgeninde hazırlanan bir takım davalarla ordu yıpratılmaya başlanmıştır.
Bu kapsamda Balyoz ismi ile anılan dava da Taraf gazetesinde 20 Ocak 2010 tarihinde yapılan bir yayının ardından başlamıştır. Çeşitli kesimlerin katıldığı, medyatik bir yargılama süreci sonucunda, 21 Ekim 2012 tarihinde, mahkeme; 250’si tutuklu 365 sanıktan, beraat eden 36 kişi ve dosyası ayrılan üç kişi hariç hepsine 13 yıldan müebbet’e kadar değişen değişik cezalar vermesiyle dava son bulmuştur.
Temyize giden davada 9 Ekim 2013 tarihinde kararını açıklayan Yargıtay 9’uncu dairesi 88 sanığın cezasını kaldırdı, kalan cezaları ve beraat kararlarını onayladı.
Bu dava ile TSK’dan emekli ve muvazzaf birçok subay cezalandırılmış ve bu karar tasfiye şeklindeki yorumlara sebep olmuştur. Kararın ardından Türkiye’de yeni değişiklikler ortaya çıkmış, Başbakan dâhil bazı milletvekilleri bu davayı paralel devletin (cemaatin) kumpası olarak adlandırmış, bunun üzere Genelkurmay kumpas iddiasıyla savcılığa suç duyurusunda bulunmuştur.

Giriş:
Balyoz davasını incelemeden önce, davada kendilerine darbe yapılacağı iddia edilen AKP hükumetinin iktidara gelmesinden davanın açıldığı tarihe kadar geçen süre içinde meydana gelen bazı gelişmeler hakkında genel bir bilgi vermenin konunun anlaşılmasına yardımcı olacağını düşünüyorum. Burada, darbe yapacağı iddia edilen Silahlı Kuvvetler merkeze konularak Silahlı Kuvvetler ile iç ve dış bazı odaklar arasındaki ilişkiler ve kamuoyunda ortaya çıkan bazı önemli gelişmeler kısaca anlatılacak ve genel bir başlangıç durumu ortaya konulacaktır.
2003 yılında ABD askerlerinin Türkiye üzerinden Irak’a girmesi ile ilgili tezkere onaylanmamış, ABD çevreleri bu olayda Türk Ordusu’nun ağırlığını ortaya koymadığına dair eleştirilerde bulunmuşlardır. Bu tarihten itibaren de ABD ve Türk Ordusu arasındaki ilişkiler giderek kötüleşmiş ve karşılıklı olarak genel bir güvensizlik ortaya çıkmıştır.
ABD Irak’ı kısa sürede işgal etmesine rağmen Irak’ta bir türlü istikrarı sağlayamamış, Irak her gün onlarca eylemin yapıldığı kaos içinde bir ülke haline gelmiştir. ABD’nin en büyük müttefiki olan kuzeydeki Kürt oluşumu ile Türkiye arasında sürtüşmeler de hat safhaya çıkmış ve ABD bu süreçte kendisini hayal kırıklığına uğrattığını düşündüğü Türkiye ve Türk Ordusunun değil, Kürt oluşumunun yanında yer almıştır.
Başlangıçta daha çok güneyde yoğunlaşan direniş giderek kuzeye doğru genişlemiş ve dünyanın dört bir yanından dini motivasyonlu terör örgütlerinin Irak’a militanlarını göndermesi ile iç karışıklık ülke çapında yayılmış ve içinden çıkılmaz hale gelmiştir. Kuzey Irak’ta yavaş yavaş bağımsızlığa giden bir yapının ortaya çıkması ve Türkiye’nin bu gelişmelerden duyduğu rahatsızlığı dillendirmeye başlamasıyla birlikte, Kuzey Irak’ta bulunan Türk askeri varlığı Kürt oluşumu tarafından varlığına tehdit oluşturan bir sorun olarak telakki edilmeye başlanmıştır.  ABD de; bu oluşumun Türkmenler ve Sünni Araplarla kendi çıkarlarına aykırı bir işbirliği içinde olduğunu değerlendirdiğinden bu Türk askeri varlığından rahatsızlık duymaya başlamıştır. Bu dönemde Türk askerlerinin Türkmenleri ve bazı diğer grupları silahlandırdığına ve bu durumun ülkedeki istikrarı daha da kötüleştirdiğine dair ABD askerleri tarafından bazı uyarılar yapılmıştır. Bu uyarıların ardından,  4 Temmuz 2003 tarihinde ABD askerleri Talabani’ye bağlı peşmergelerle işbirliği içinde, Süleymaniye kent merkezinde bulunan Türk Özel Kuvvet Merkezine bir baskın düzenlemiş ve 3’ü subay 8’i astsubay 11 Türk askerini esir alıp başlarına çuval geçirerek Kerkük’e götürmüşlerdir. Bu olayın ardından Türk hükumeti kamuoyuna, ABD’ye nota verildiğini açıklıyor ancak oldukça düşük profilli ve pasif bir tepki gösteriyor, bu durum da yurt içinde tepkilere sebep oluyordu.
Tüm bu gelişmelerin sonucunda, bu gerginliklere paralel olarak, Türk Ordusu’nda, ABD politikalarına karşı bazı olumsuz söylemler ortaya çıkmaya başlıyordu. Bazı generaller yaptığı açıklamalarda; Türkiye’nin değişik alternatifleri olduğunu, uluslararası politikalarda İran, Rusya ve Çin gibi devletleri de dikkate alan yeni politikalar geliştirmesi gerektiğini açıklıyor, bu durum ise Türk Ordusu’nda Avrasyacı subay ve generallerin olduğu iddialarını gündeme getiriyordu. Bu iddiaya göre, Türk Ordusu içinde, genel olarak Özel Kuvvetler içinde yoğunlaşan “Avrasyacı-Rusçu” bir klik vardı. [1]
Ancak iddialar ne olursa olsun ABD’nin artık Türk Ordusu’nun gözünde güvenilir bir müttefik olarak görülmediği kesin gibi görünüyordu. Bu durum ABD ve Türk subaylarının çeşitli vesilelerle bir araya geldiği ortamlara da yansıyordu. Türk subayları NATO toplantılarında bazı ABD tavırlarına sert tepki koyuyor, Kerkük’te irtibat elemanı olarak bulunan bir Türk subayı, ABD subayları ile fazla samimi pozlar verip bu olayın resimleri basına sızınca Özel Kuvvetlerden atılıyordu.
Silahlı Kuvvetler bu dönemde karşı karşıya geldiği bir iç mesele olan dini cemaatler ile de bazı sorunlar yaşıyordu. Silahlı Kuvvetlerin savcıları etkileyerek ve bazı internet siteleri kurarak cemaatlere karşı faaliyette bulunduğu iddiaları 1990’lı yılların sonlarından itibaren kamuoyuna yansımaktaydı. Ordunun temel iddiası; Fethullah Gülen cemaatinin başta emniyet olmak üzere ordu da dâhil devletin tüm kademelerine sızmaya çalıştığı, kritik yerlerin kendi adamlarının eline geçmesi için gizli gizli çalışmalarda bulunduğu, devleti dolaylı olarak ele geçirmek niyetinde oldukları şeklindeydi. Cemaat ise bunu sürekli olarak reddetmiş ve kendilerinin sadece bir hizmet hareketi olduğunu söylemiştir. Hatta 28 Şubat sürecinde orduyu dolaylı yönden destekler şekilde demeçler bile vermişlerdir.  Ordu ise bu tezine uygun olarak YAŞ toplantılarında cemaat/tarikatlarla bağlantılı subay ve astsubayları disiplinsizlik sebebiyle ordudan uzaklaştırarak cemaatin orduda yapılanmasına engel olmaya çalışmıştır. Ancak artık hükumet eski hükumetlerin aksine bu ihraçları sorgulamaya başlamıştır.
1999 yılı Haziran ayında ulusal televizyon kanallarında yayınlanan bazı video görüntüleri Gülen’in Türkiye'de laik düzen yerine şeriata dayalı bir İslam devleti kurmak için taraftarlarını teşvik ettiği suçlamalarına neden oldu. Bunun üzerine, 22 Ağustos 2000 tarihinde aleyhinde dava açılmış, 2006 yılında bu davadan cürüm ve şiddete başvurarak teşekkül oluşturduğuna dair delil olmadığından beraat etmiş, bu karar 2008 yılında Yargıtay Ceza Genel Kurulunca oybirliği ile onanmıştır. 1999 yılı Mart ayında sağlık sorunları nedeni ile Amerika Birleşik Devletleri'ne giden Gülen ise, o tarihten bu yana, ABD'nin Pensilvanya eyaletinde yaşamaktadır.
Ordu ve Hükumet ilişkilerine bakacak olursak; 2002 sonunda tek başına iktidar olan AKP,  Orgeneral Hilmi Özkök’ün Genelkurmay Başkanı olduğu dönem içinde Ordu ile doğrudan bir çatışmaya girmeden uyumlu olarak çalışmıştır. Özkök’ü AKP’ye karşı “fazla uysal ve tavizkâr” bulan bazı kesimler Yaşar Büyükanıt’ın görevi devralması ile hükümete karşı daha kararlı tepkiler gösterilmesi gerektiğini söylemeye başladılar. Ancak Erdoğan ve Büyükanıt ilişkisi, iki yıl  boyunca genel olarak her iki tarafın da çok kontrollü davranışları ile büyük bir sorun yaşanmadan geçti. Ancak; 27 Nisan 2007 gecesi TSK’nın bir e-muhtıra ile cumhurbaşkanlığı seçimlerine müdahale etmesi ilişkileri tekrar gerdi. Kamuoyu desteğini arkasına alan hükumet bu muhtıraya sert bir şekilde cevap verdi. Bundan sonra ordu ve hükumet arasında kontrollü bir gerginlik yaşanmaya başladı. Başbakan’ın 5 Mayıs 2007 günü İstanbul Dolmabahçe’deki çalışma ofisinde Büyükanıt’la baş başa görüşmesinden sonra gerginlik kısmen yatışmaya başladı.  22 Temmuz 2007 seçimlerinden sonra Abdullah Gül’ün Çankaya’ya çıkmada ısrar etmesine rağmen bir süre sonra PKK’nın yeniden ve etkili bir şekilde saldırılarına başlaması hükümet ile ordu arasında işbirliği ve birlikte çalışmayı zorunlu kıldı. Hükümetin yetki almasına rağmen sınır ötesi harekâtı geciktirmesi de değişik spekülasyonlara sebep oldu ancak esas olarak Erdoğan’ın türbanla ilgili anayasal düzenlemelere gitmesi gerilimi artıran esas unsur oldu. Bu dönemde ortaya çıkan Yüksekova’da sivil görünümlü bir askeri araca PKK taraftarlarının saldırması ile ortaya çıkan gerilim ile bu olayın arkasından Büyükanıt’ın oradaki askeri personeli koruyucu beyanları ile Ergenekon ismi ile açılan davanın etkileri ile Ordu hükumet ilişkileri tekrar gerilimli bir sürece girmiştir.
Burada diğer bazı gelişmelerden de bahsetmek gerekiyor. Türkiye 2006 yılından itibaren sansasyonel bazı hukuki ve toplumsal olayları yaşamaya başladı. 17 Mayıs 2006 günü, Danıştay 2’nci dairesine Alparslan Arslan isimli şahıs silahlı saldırı düzenledi. Saldırı sonucunda, bir üye öldü, dört üye ise yaralandı. Saldırı ile bağlantılı olarak açılan soruşturma kapsamında ilk olarak 20 Mayıs 2006 günü, malulen emekli bir asker olan Muzaffer Tekin tutuklandı. Dava açılan şahısların sorgulanmalarına başlanmasının ardından Ergenekon ismiyle, hükumete darbe yapmak ve yasadışı faaliyetlerde bulunmak üzere bir suç örgütünün varlığından bahsedilmeye başlandı.
Bu olaylardan sonra ülkede gerilim iyice artmaya başladı. Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaştıkça başta Cumhuriyet Halk Partisi olmak üzere bazı muhalefet partileri AKP’ye, erken seçim kararı alınması ve cumhurbaşkanının o anki meclis tarafından seçilmemesi çağrısını yapmış fakat KP bu fikri kabullenmemiştir.
12 Nisan 2007 tarihinde Genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili olarak "Cumhuriyetin temel değerlerine, devletin üniter yapısına, laik demokratik devlete sözde değil özde bağlı bir cumhurbaşkanının seçileceğini umut ediyorum." açıklamasını yapmış, bu açıklama yeni bir gerilime sebep olmuştur.
Nokta dergisi, 29 Mart 2007 tarihinde, Atatürkçü Düşünce Derneği genel başkanı Şener Eruygur'un, Jandarma Genel Komutanlığı sırasında hükûmeti devirmek amacıyla Sarıkız ve Ayışığı isimleriyle darbeler planladığını iddia eden bir yazı yayımlamış,   5 Nisan 2007'de de; "Günümüzdeki sivil eylemler ne kadar sivil" başlıklı haberinde protesto mitingleri düzenleyen bazı sivil toplum örgütlerinin Türk Silahlı Kuvvetleri ile olan ilişkileri ve TSK'nın sivil toplum kuruluşlarını psikolojik savaş aracı olarak gördüğüne dair bir yazı yayınlamıştır. Bunun üzerine, 13 Nisan 2007'de,  Nokta Dergisi binasına Askeri Mahkeme kararıyla baskın düzenlenmiş ve derginin bilgisayarlarına el konulmuştur.
Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan veya başka bir Millî Görüş kökenli siyasetçinin olası cumhurbaşkanı adaylığına karşı Ankara, İstanbul, İzmir gibi büyük şehirlerde, 2007 yılının Nisan ve Mayıs aylarında "cumhuriyetine sahip çık" sloganıyla milyonlarca kişinin katıldığı Cumhuriyet mitingleri düzenlenmeye başlandı. Mitinglerin ilki 14 Nisan 2007'de, Cumhurbaşkanlığı seçiminden iki hafta önce Ankara'da yapıldı. İkinci miting 29 Nisan'da İstanbul Çağlayan meydanında oldu. Üçüncü ve dördüncü mitingler 5 Mayıs'ta Manisa ve Çanakkale'de yapıldı. Beşinci ve son miting ise 13 Mayıs'ta İzmir'de yapıldı. Mitinglerde atılan sloganlar sadece hükumet karşıtı olmakla kalmıyor, cemaat ve tarikatlar ile ABD’yi de hedef alıyordu. En çok tekrarlanan sloganlar şunlar idi: ‘’Ne ABD ne AB Tam Bağımsız Türkiye. Ne şeriat ne darbe tam bağımsız Türkiye. Mustafa Kemal'in Askerleriyiz.’’
Mitingler; CHP, DSP, GP, İP, SHP gibi siyasi partiler ve ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği), AKUT, Cumhuriyet Kadınları Derneği, ÇYDD (Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği), Çarşı (taraftar grubu), DİSK, İstanbul Barosu, KESK, Türkiye Gençlik Birliği, VKGB gibi sivil toplum kuruluşları, meslek örgütleri ve sendikalar tarafından destekleniyordu. Mitinglere ayrıca birçok sanatçı, aydın ve gazeteci de destek verdi. Bu geniş destek yelpazesi içinde yapılan mitinglerin ana düzenleyicisi ise başında bazı emekli askerlerin bulunduğu Atatürkçü Düşünce Dernekleri idi.
İşte bu hükumet aleyhtarı kitlesel gösterilerin tam ortasında polis ve savcılar eliyle bazı sansasyonel operasyonlar yapılmaya başladı. 12 Haziran 2007'de bir ihbar üzerine Ümraniye'de bir gecekonduda operasyon yapıldı. 27 adet el bombası ve TNT kalıpları ele geçirildi. Gecekondu sahibi ve yeğeninin ifadelerinden sonra art arda bazı tutuklamalar yapıldı. Tutuklananlar arasında; bazı emekli general, subay ve astsubaylar, iş adamları, gazeteciler, avukatlar, mafya örgütü üyesi olduğu söylenen kişiler ve ADD mensupları bulunuyordu.
2008 yılında tutuklamalar, İşçi Partisi ve onun basın organları mensuplarına, bazı ünlü gazetecilere, eski üniversite rektörlerine, ADD başkanı emekli generallere ve Ankara Ticaret Odası Başkanına kadar genişletildi. Bunun ardından birçok yerde aramalar ve arazilerde yapılan kazılarda bazı silah ve mühimmatların bulunduğu tüm basın organlarında gösterilmeye başlandı. Tutuklamalar dalgalar halinde devam etti ve emekli askerlerin yanında birçok muvazzaf asker de tutuklandı. Bu baskın ve tutuklamalar 2009 yılında devam etmiş ve daha önce açılan bazı davalar da bu dava ile bağlantılı olduğu iddiasıyla Ergenekon davası resmen birleştirildi.
Kamuoyu basının büyük bir çoğunluğu tarafından ordu aleyhine tek yönlü olarak kışkırtılıyor ve tutuklananlar daha mahkeme sonuçlanmadan kamuoyu önünde, basın vasıtasıyla yargılanıyor, cezalandırılıyor ve halkın belleklerine bu insanlar suçlu olarak nakşediliyordu. Eski solcuların bir kısmı, kendisine liberal diyen bir takım gazeteci, akademisyen ve yazarlar, tarikat ve cemaat mensupları ve sempatizanları, AKP, BDP, PKK, dinci basın ve bazı Hristiyan azınlık mensupları, belki de Türk tarihinde ilk defa bir araya gelmiş ve hep bir ağızdan Türk ordusuna karşı genel bir saldırıya geçmişlerdi.
Davalar ve basındaki acımasız eleştiriler başlangıçta içlerinde bazı emekli askerlerin de bulunduğu ADD, İşçi Partisi vb gruplara, yani ulusalcı denilen gruplara yöneltilmişken kısa sürede Silahlı Kuvvetler aleyhine yoğun bir propaganda ve psikolojik yıpratma harekâtına dönüştü.
İşte tüm bu olup bitenler ülke kamuoyunun temel tartışma konusu haline geldiği bir ortamda, Taraf Gazetesi’nde ‘’Balyoz Darbe Planı’’ bir yazı yayımlandı.

Olayla ilgili kişisel tecrübelerim:
20 Ocak 2010 tarihinde, Taraf Gazetesi’nde, ‘’Balyoz Darbe Planı’’ adıyla verilen haber yayımlandığında ben Londra’da görevli olarak bulunuyordum. İddialar gazetelere çıktığında konunun beni de ilgilendirebileceğini düşünerek davayı basından takip etmeye başlamıştım.
Bu dava ile ilgili olarak basın ve yayın organlarında ismi geçen ve benim de bir dönem komutanlığımı yapan bir General Londra’ya gelmiş, onları hava alanından uğurlarken, uçağı beklediğimiz sırada yalnız kalınca konuyu kendisine sormuştum. Çok canı sıkkındı. ‘’Bir dönemi tasfiye hareketinin başladığını, bu iddialarla ilgili hususların tamamen çarpıtma olduğunu, Silahlı Kuvvetler’in komuta kademelerinde bulunan kişilerin de hatalı davranışları sebebiyle tasfiye hareketine girişenlerin işlerini kolaylaştırıldığını, durumun hiç iyi olmadığını’’ söyledi. Bu durum beni endişelendirdi. Çünkü yukarıda da söylediğim gibi bu dava beni ilgilendiriyordu. Davanın benimle ilgisi farklı konularda başlayıp aynı yerde birleşiyordu: Kara Harp Akademisi.
Olayı biraz açacak olursak; bu davaya konu olan İstanbul EMASYA (Veya basındaki adıyla Balyoz)Planı çalışmaları, İstanbul’da 1’nci Ordu Karargâhında yapıldığı sırada ben Kara Harp Akademisi’nde öğrenciydim. Dava açılır açılmaz, benimle beraber akademide öğrenci olan arkadaşlarımdan bazıları tutuklanmaya başlandı. Bunların tutuklanması doğrudan beni de alarm durumuna geçirmişti.
Ağustos ayı başlarında görevim bitti ve Türkiye’ye geri döndüm. İfade vermeye giden ve o zaman henüz tutuklanmayan (çoğu daha sonra tutuklandı) bazı arkadaşlarım ile karşılaştığımda onlardan neler olup bittiğiyle ilgili bilgi almaya çalıştım. Hepsi konunun farklı bir yönünü anlatıyor ama hiç biri neler olup bittiği hakkında net bir şey bilmiyordu.
2010 yılı 30 Ağustos resepsiyonu Ankara, Merkez Orduevi’nde yapıldı. Burada, savcıya ifade vermiş olan bir arkadaşımla karşılaştım. Çok tedirgindi. Daha sonra orduevinde dava kapsamında ifade vermiş başka arkadaşlarla da konuştum. Onlar da aynı tedirginliği yaşıyordu. Hepsi de; ‘’Biz ne söylersek söyleyelim, savcının umurunda değil, o herkesin suçlu olduğuna inanmış, bizim söylediğimizi dinlemiyor bile.’’ diyordu. O zaman durumun ciddiyetini daha iyi anladım.
Bu arkadaşlarla konuştuktan sonra davaya daha fazla ilgi duymaya başladım. Çünkü hemen hepsi benim ismimin de iddianamede bulunduğunu söylemişti. Bunlar, bir de; dava açılacakların üç gruba ayrıldığını, birinci grubun ilk etapta tutuklandığını, ikinci gruptakilerin ifadeleri alındıktan sonra çoğunlukla serbest bırakıldığını ancak daha sonra tutuklanabileceklerini (Gerçekten de bir süre sonra tutuklandılar.), üçüncü ve en büyük grubun ise detaylı bir şekilde incelendikten sonra duruma göre ifadeye çağırılacağı ve bundan sonra durumlarının ortaya çıkacağı söylüyorlardı. Benim adım işte bu üçüncü grupta bulunuyormuş.
Kendilerine; ‘’Yahu arkadaşım. Ben ne böyle bir plan duydum, ne de 1’nci Ordu Karargâhı’nda herhangi bir toplantıya katıldım. Nereden çıkmış bu plan? Bizim isimlerimiz o plana nasıl girmiş?’’ diye sorduğumda hemen hemen hepsinin verdiği cevap aşağı yukarı aynı idi: ‘’Biz de böyle bir planı gazetelere çıkınca duyduk. Herhangi bir toplantıya da katılmadık. 1’inci Ordu Komutanı o zaman; ‘EMASYA seminerine Akademi öğrencileri de katılsın, bazı konuların planlanması görevlerini de onlara verin, tecrübe kazansınlar.’ diye emir vermiş. Akademi’den bir Albay da Ordu Karargâhına koordinasyon için giderken öğrencilerin isim listesini götürüp planlama için teslim etmiş. Ama Akademi Komutanı, ’Bu çocukların dersleri çok yoğun, bunlar katılmasa uygun olur.’ deyince öğrencilerin EMASYA Semineri’ne katılması iptal edilmiş. Fakat bu arada Ordu Karargâhı, seminer planındaki bazı sunum görevlerinin karşısına sınıf ve rütbelerine göre isimleri yazdığından bu isimler bilgisayarda ve kayıtlarda kalmış. Bu dava açıldığında, savcılar askerlik ve planlama hakkında bilgi sahibi olmadıklarından, listedeki görev ve rütbeleri dikkate alarak bir sınıflandırma yapmışlar ve buna göre insanları ifadeye çağırıyorlar.’’ dediler.
Akademiden mezun olalı yedi seneden fazla olmuştu. Olayları tam olarak hatırlamak mümkün değildi ama bu görüşmelerden sonra hafızam tazelendi ve bazı şeyleri daha net hatırlamaya başladım. Biz akademide okurken okulda çok fazla bilgisayar yoktu. Seminer odalarında (dershaneler) birer bilgisayar ve koridorun başında genel kullanım için bir bilgisayar bulunuyordu. Bir ödev olduğunda; hocalar, ödevi bu genel bilgisayara yüklüyor ve öğrenciler bu bilgisayardan kendilerini ilgilendiren bölümleri disket veya harici belleklerle alıyordu.
İşte yine bir gün bir anons yapılmıştı. ‘’Öğrenciler İstanbul EMASYA Plan Semineri’ne katılacak ve bu seminerde herkes planla ilgili bir görevi hazırlayıp arz edecekmiş. Görev listesi de duyuru panosuna asılmış.’’ Ben de diğer arkadaşlarım gibi önce duyuru panosuna gittim. Kendi görevime baktım. Şimdi ne olduğunu tam olarak hatırlamıyorum ama bir yolun veya köprünün emniyetinin sağlanması gibi çok ta teferruatlı olmayan basit bir görevdi sanırım. Sonra bilgisayarın bulunduğu yere gittim. Akşamüzeri olmuş ve dersler bitmişti. Herkes görevi ile ilgili bölümü alıp bir an önce evine gitmek istiyordu. Bu sebeple bilgisayarın önünde uzun bir kuyruk olmuştu. Ben de sıraya girip beklemeye başladım. Epey bekledikten sonra nihayet önümde 1-2 kişi kalmıştı. Onlar yükleme yaparlarken yanlarında durup ben de planın genel esaslarına vakıf olmak için ekranda görünen bölümleri okumaya çalışıyordum.
Plan hâlihazırdaki EMASYA Planı imiş. Bu plan üzerinden görevler yeniden incelenip tartışılacak ve güncellenecekmiş. Plan klasik bir EMASYA Planı idi. Başlangıç durumunda da klasik EMASYA Planlarında olduğu gibi İstanbul’daki genel bir asayişsizlik ve terör eylemlerinin ortaya çıktığı, emniyet kuvvetlerinin eylemleri bastırmakta yetersiz kaldığı, mevcut Jandarma birlikleri de kullanılmasına rağmen asayişin sağlanamadığı ve Vali’nin ilgili yasalar gereği 1’nci Ordu Komutanlığı’ndan destek istediği belirtiliyor, buna göre yapılması gereken faaliyetlerin planlanması isteniyordu. Şimdi çok oldu ama benim gördüğüm bu planda, o sonradan gazetelerde okuduğumuz hiçbir husus yoktu.
Önümde bulunan devre arkadaşım kendi görev bölümünü yükleyip sandalyeden kalktı ve ben oturup disketi bilgisayara taktım. Daha yükleme yapamadan nöbetçi öğrenci subayın bağırarak; ‘’seminer görevinin iptal edildiğini, öğrencilerin seminere katılmayacağını, dolayısıyla bilgisayardan yükleme yapmaya gerek olmadığını’’ anons ettiğini duydum. Herhangi bir kayıt yapmadan disketimi alıp arkadaşımla birlikte lojmanlar bölgesine gittim. Burada önemli bir hususu belirttikten sonra konunun benim dışında gelişen dava boyutuna geçeceğim. Önümde benden önce kayıt yapan son kişi olan, aynı arabayla okuldan ayrıldığım devre arkadaşım şu anda Balyoz davasından hapis yatıyor. Ben ise uzun süre savcılığa ifade vermeye çağırılmayı bekledim, nedendir bilmiyorum ama çağırılmadım.

Balyoz Darbe Planı iddialarının gazetelerde yayımlanması ve ilk tepkiler.
20 Ocak 2010 tarihinde Mehmet Baransu imzalı bir haber ile kamuoyunun dikkati geçmişte 1’nci Ordu Komutanlığı’nda yapılan bir EMASYA Planına çevrildi. Taraf gazetesi, emekli Orgeneral Çetin Doğan’ın Birinci Ordu Komutanlığı sırasında, Ak Parti hükümetine karşı “Balyoz Harekât Planı” adı altında 12 Eylül askeri müdahalesini model alan bir darbe planı hazırladığını iddia ediyordu. 5 bin sayfayı aşan belgelerden oluşan planın içinde, İstanbul’da bazı camilerde cuma namazından sonra bomba patlatılmasının öngörüldüğü de kaydedildi. Planda 29’u general 133 subayın adı geçiyordu.[2]
Çetin Doğan ise haberin yayınlanmasının ardından, bu çalışmaların doğal olduğuna da vurgu yaptığı açıklamasında şöyle diyordu: “Ordu Komutanlığı yaptığım 1999-2003 yıllarında (önce Ege Ordu Komutanlığı bilahare 1’nci Ordu Komutanlığı) elbette Ordu Harp Oyunları ve Seminerler düzenlemiş ve bu etkinliklere Ordu Komutanlığı bünyesinde görevli subay ve generaller katıldığı gibi, KKK ve Gnkur. Başkanları ve beraberlerinde getirdikleri generaller ve subaylar gözlemci olarak katılmışlardır. Görev nedeniyle bu komutanların katılamadığı etkinliklere mutlaka kendilerini temsilen bir üst rütbeli generalin görevlendirilmesi rutin bir uygulamadır. Harp oyunu ve seminerde işlenecek konular ve senaryoların daha önceden üst komutanlara bildirilmesi esastır.” Bu açıklamasıyla söz konusu seminer konusundan dönemin komutanlarının haberinin olduğunu da ifade ediyordu.
Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aytaç Yalman, Genelkurmay İkinci Başkanı ise Orgeneral Yaşar Büyükanıt’tı. Hilmi Özkök, Fikret Bila ile yaptığı söyleşide; “Hiçbir şey söylemeyeceğim” diye söze başladıktan sonra, “Ben artık konuşmuyorum. Ben söyleyeceklerimi söyledim. Ben de izzet-i ikbal ile gündemden çekildim. Şimdi bahçede torun kovalıyorum.” diye konuştu.[3]
Yazının arkasından konu ile ilgili tüm gazetelerde ve birçok internet sitesinde konu ile ilgili olduğu iddia edilen belgeler, görüntüler ve ses kayıtları yayınlanmaya başladı. İddiaların merkezinde olan eski 1’nci Ordu Komutanı emekli Orgeneral Çetin Doğan ise kanal kanal gezerek bu iddiaların asılsız olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Gazeteyi ve haberin yazarlarını haberin doğru olup olmadığını tartışmak için televizyon ekranlarına bile davet etti.
Bu arada Taraf gazetesi konu ile ilgili yeni haberler yayınlamaya devam ediyordu. Yayınlanan haberlerde özet olarak şu iddialarda bulunuyordu:
*Emekli Orgeneral Çetin Doğan’ın Birinci Ordu Komutanı olduğu 2002 ile 2003 yıllarında “Balyoz Harekâtı” adı altında darbe planı hazırlanmıştır.
*Planda; “gözaltına alınacak 36 gazeteci“ ile kamuoyu desteği sağlanmasında faydalanılacak 137 gazetecinin isimleri bulunmaktadır.
*Plana göre; MİT’in başına muvazzaf bir general atanacak ve muhafazakârlaştığı öne sürülen polis jandarmaya bağlanacaktır.
*Demokrasinin tamamı ile askıya alınması da dâhil olmak üzere nihai amaç olan irticai yapılanma, tek bir ferdi dahi kalmayacak ve bir daha hortlamayacak şekilde ortadan kaldırılıncaya kadar gerekli her türlü tedbir alınacaktır.
*AKP yönetiminin tasfiyesi ve işbirlikçilerinin saf dışı bırakılması maksadıyla, harekât alanının şekillendirilmesi de dâhil olmak üzere, resmi/gayrı resmi tüm yurtseverler seferber edilecek, başta Silahlı Kuvvetler ’in imkân ve kabiliyetleri olmak üzere maddi ve manevi tüm güçler kullanılacaktır.
*Özellikle, gözaltına almalar ve yağma talan, gasp ve milli serveti tahrip gibi eylemler sırasında ikazlara uymayanlara karşı, Silahlı Kuvvetler’in gücünü çok kısa sürede hissettirecek sert uygulamalara başvurulacaktır.
*İkinci aşamada, belirlenen kadrolar işbaşına getirilecek, bölücü ve irticacı kadroların şiddetle ve derhal bertaraf edilmesi için, gerekirse özel yöntemler devreye sokulacaktır.
*Faaliyetlerde yer aldığı tespit edilmiş ve teşkil edilen Özel Görevli Toplama Timleri tarafından planlandığı şekilde gözaltına alınan kişiler, topluca bulundurulacakları stadyum (Burhan Felek Spor Salonu, Fenerbahçe stadyumu, Ümraniye NETAŞ Misafirhanesi) vb. büyük yapılara getirilecek ve sorguları buralarda yapılacak, bilahare hapishanelere sevk edileceklerdir. Mevcut ceza ve tutukevlerinin de kapasiteleri ile gözaltına alınacak ve tutuklanacakların sayıları da dikkate alınarak, sıkıyönetim komutanlıklarınca kışlalar içerisinde gerekirse ceza ve tutuk evleri açılacaktır.
*Cumhuriyetin aşındırılan tüm kazanımları tekrar yerleştirilecek, Türkçe ezan dâhil tüm ulusal değerlerimiz hayata geçirilerek Arap ve Kürt unsurların Türk kültürüne verdikleri zararlar telafi edilecektir.
*Sıkıyönetim karargâhları İstanbul Büyükşehir Belediyesi Afet Koordinasyon Merkezi binası ve anılan binanın imkânlarına sahip diğer kamuya ve/veya sivil sektöre ait binalar kullanılabilecektir. Eylemler ise ilgili bölgelerde kullanılacak komuta merkezlerinden sevk ve idare edilecektir.
*Kritik alanların tespiti ve başlangıçtan itibaren kontrol altına alınması doğru ve gerçekçi istihbarat akışını gerekli kıldığından, askerden arındırılan MİT yeniden yapılandırılarak, müzahir personel kilit görevlere getirilerek başına muvazzaf bir general atanacaktır.[4]
İlk yayından bir gün sonra; ’Darbelere Karşı 70 Milyon Adım Koalisyonu’ adına aralarında sanatçı Lale Mansur’un da bulunduğu 13 kişi Ergenekon soruşturmasının yürütüldüğü İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na gelerek emekli Orgeneraller Çetin Doğan, İbrahim Fırtına, Özden Örnek ve Ergin Saygun hakkında 2003 yılında planlandığı öne sürülen ’Balyoz Güvenlik Harekât Planı’ ile hükümeti devirmek istedikleri gerekçesi ile suç duyurusunda bulundular.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcı vekili Turan Çolakkadı’ya verilen suç duyurusu dilekçesinde emekli orgenerallerin ’Anayasayı ihlal’, ’Cumhurbaşkanına suikast ve fiili saldırı’, ’Yasama organına karşı suç’, ’Hükümete karşı suç’, ’Hükümete karşı silahlı isyan’ suçlarından cezalandırılmaları istendi. Basın açıklamasına katılan Taraf Gazetesi muhabiri Mehmet Baransu ise, ellerindeki belgeleri birkaç gün içerisinde ilgili savcılığa teslim edeceklerini söyledi.[5]

Mahkeme Süreci:
Bunun ardından ''Balyoz Planı'' iddialarına ilişkin İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nca soruşturma başlatıldı. Mehmet Baransu, "Balyoz Güvenlik Harekât Planı"na ait olduğu belirtilen belgelerin de içinde bulunduğu CD'leri, Beşiktaş'taki İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'na verdi.[6]
Daha önce açılan Ergenekon ve Yüksekova soruşturmaları ile başlayan genel bir ordu aleyhtarlığı tüm basına hâkim durumdaydı. Derhal değişik gazetelerde Balyoz Darbe Planı ile ilgili yazılar ve yorumlar başladı. Yorumlar en sağdan en sola, en laikten en dindara kadar her kesimden gazeteci, yazar, akademisyen tarafından hep bir ağızdan ve koro halinde yapılıyordu. Bazı politikacılar ve aydınlarla bazı gazeteciler, bu konunun daha iddia düzeyinde olduğu, hukuka yansıyan bir konunun daha dava görülmeden kişileri suçlu kabul ederek yorumlanmasının doğru olmadığını söyleseler de bunlar darbeci zihniyet, vesayet rejimi savunucusu denilerek susturulmaya çalışıldı. Sanki yıllardır aşırı su toplanmış bir baraj birden yıkılmış gibi sel halinde bir aleyhte yayın fırtınası başlatıldı.
Kimisi de, yıllardır içinde sakladığı kini kusmak istercesine, bu fırsatı, itham edilen kişileri de aşarak Silahlı Kuvvetlere hakaretler yağdırmak için ganimet biliyordu. Taha Akyol gibi genelde daha mutedil bir dil kullanan bir gazeteci bile köşe yazısında askerleri ırkçılıkla, bağnaz kafalı olmakla, hastalıklı bir kafaya sahip olmakla itham ediyor, Balyoz planı ile itham edilenleri 28 Şubat’çı diye tanımlıyor ve bunların yabancı sermaye ve Türkiye’deki Hristiyan azınlıkların sermayesine göz koyduklarını söylüyordu.[7]
Hükumet te bu iddiaları destekliyor ve çeşitli bakanlar seviyesinde gerek açıkça gerekse isim vermeden bazı gazetecilere iddialara inandıklarını ifade ediyorlar, Ordunun AKP’yi bitirmek istediğini söylüyorlardı. Öte yandan neye uğradıklarını şaşıran silahlı kuvvetler yöneticileri ise kendilerine karşı asimetrik psikolojik savaş yapıldığını iddia ediyordu. Bakanlar seviyesinde; askerden siyasetten el çekmesi, köklü bir zihniyet reformu ve şeffaflık beklendiği demeçleri veriliyor, ayrıca ordudaki üst düzey kişilerin de hesap vermesi gerektiği beyan ediliyordu.
Genelkurmay, bu “Plan Semineri”nin gayesinin “dış tehdide ilişkin olarak hazırlanan Harekât Planlarını geliştirmek ve ilgili personelin eğitimlerini sağlamak” olduğunu ve “Geri Bölge Emniyeti, savaş hali ve Sıkıyönetim konuları üzerinde de durulduğunu” belirten bir açıklama yaptı. Ancak kimseyi inandıramadığı gibi bazı köşe yazarları bu haberden hareketle; ‘’Bütün planlar belli bir zihniyetten kaynaklanıyor. Özetle; söz konusu olan vatansa, gerisi teferruattır diyerek hukuku ve demokrasiyi ikincilleştiriyorlar.’’ diye yorumlar yaparak olayı daha da genelleştirmeye başlıyorlardı.[8]
Bazıları bu durumu daha da ileri götürerek iddia edilen plan ile dalga geçerek Silahlı Kuvvetlerin subay kitlesine ve özellikle de bunların kurmay kitlesine dolaylı yoldan saldırarak bir itibarsızlaştırma çabasına da giriştiler. Bu planların çocuk oyunu gibi olduğu söylenerek bu planları kurmay subaylar yaptıysa vay halimize diyerek kurmay subaylar yetersizlikle suçlanıyordu.[9]
Bu arada EMASYA Protokolünün kaldırılması tartışmaları da başladı. İçişleri Bakanlığı ile Genelkurmay Başkanlığı arasında 7 Temmuz 1997’de imzalanan Protokol, dönemin İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Teoman Ünüsan ile Balyoz planını hazırladığı iddia edilen Korgeneral rütbesiyle dönemin Genelkurmay Başkanlığı Harekât Başkanlığı’nı yapan Çetin Doğan imzasını taşıyordu. Protokol, toplumsal olayların önlenmesinde ve kamu düzeninin sağlanmasında; mülki amirler, EMASYA komutanlıkları ve kolluk kuvvetleri arasındaki yetki, görev ve sorumluluklar ile uygulanacak ortak tedbirleri kapsıyordu.
Toplam 27 maddeden oluşan protokolün esasları özet olarak şöyle idi:
*Mülki amirler, yapılacak planlama ve hazırlıkları EMASYA komutanlıklarıyla yeterli zaman öncesinden koordine edip değişik senaryolara göre hazırlık yaparlar.
*Kamu düzenini bozma istidadı gösteren terör dışındaki toplumsal olayların kolluk kuvvetleri ile bastırılması esas alınır, gerekli hallerde askeri gücün “caydırıcılık” özelliğinden yararlanılır.
*Toplantı ve gösteri yürüyüşü gibi toplumsal olayların şekil değiştirerek birçok bölgede geniş halk kitlelerine yaygınlaşması durumunda güvenlik koordinasyon komisyonu olağanüstü toplanır.
*EMASYA komutanlıklarının talebi ve ihtiyaç halinde ilgili vali; kamu hizmet, araç ve malzemelerinin il ve ilçeler arasında kaydırılması ve kullanılmasını sağlayarak personeliyle birlikte olay süresince harekât kontrolüne verebilir.
*EMASYA planlarının uygulanması için mülki makamlar tarafından kuvvet talebinde bulunulduğu ve olay mahalline intikal edildiği andan itibaren kıdemli komutan emir komutayı alır. Kolluk kuvvetleri bu andan itibaren komutan emrine girerler. Bu andan itibaren zor kullanmanın derecesinin tayini ile silah kullandırmanın yetki ve sorumluluğu komutandadır.
*Müdahalede hangi kurumun destek görevi alacağı vali/koordinatör vali tarafından EMASYA komutanlıklarıyla koordine edilerek belirlenir.
*Valinin görevlendirdiği polis özel harekât timleri, harekât süresince EMASYA Komutanlığının kontrolünde; korucular da jandarmanın yönetiminde EMASYA komutanlıklarının kontrolünde görev yaparlar.
*İller arasında kuvvet kaydırılması, koordinasyon, emir-komuta ilişkilerin uygulanmasını sağlamak üzere İçişleri Bakanı ilgili valilerden birini, tercihen EMASYA Bölge Komutanlığı’nın bulunduğu il valisini geçici olarak “koordinatör vali” olarak görevlendirebilir.
*EMASYA komutanlıklarında; bütün terörle mücadele birimlerinin koordinesi için “müşterek istihbarat merkezleri” kurulur.
*EMASYA görevlerinde, özellikle kırsal alanda yapılacak olan terör operasyonlarında “polis özel harekât timleri” ve askerin birlikte kullanılması amacıyla ortak tatbikatlar icra edilir.
*Kolluk kuvvetlerini düzenlemek, müdahale yöntemlerini belirlemek, koordinasyon ve işbirliğini sağlamak için “il ve ilçe güvenlik koordinasyon komisyonları” ihdas edilir.[10]
Emekli Orgeneral Çetin Doğan gazetecilere ve televizyonculara demeçler vermeye devam ediyordu. Konuşmalarından Plan Seminerinin yapıldığı tarihlerde komutanlar arasında fikir uyuşmazlıkları olduğu ortaya çıkmaya başlamıştı. Plan seminerine; Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman ve Genelkurmay İkinci Başkan Yaşar Büyükanıt davet edilmelerine rağmen katılmamış, sadece gözlemci subay göndermişlerdi.[11]
Çetin Doğan değişik basın ve yayın organlarında yayımlanan ses kaydının kendisine ait olduğunu ve irticalen yapılan bu konuşmanın değiştirilerek yayınlandığını iddia ediyor ve kendisinin direktifiyle hazırlanan ileri tarihli en tehlikeli ve riskli senaryonun planda incelendiğini söylüyordu. Buradan da orijinal plandan farklı bir senaryonun oynandığını kabul etmiş oluyordu.
Konu bu kadar etki yaratınca Genelkurmay Başkanlığı da açıklama yapma gereğini hissetmiş olacak ki Orgeneral İlker Başbuğ bir basın toplantısı düzenleyerek açıklamalarda bulundu. Zaman zaman sesini yükselterek yaptığı açıklamalar bazı kesimlerde değişik yorumlara sebep oldu. Başbuğ; “Balyoz Planı”nın yedi sene öncesine ait olduğunu söyleyerek hem tarihini hem hiyerarşideki yerini hatırlattı. Balyoz konusunda KKK’nın “detaylı, derinlemesine incelemeleri devam ediyor”, “insaflı ve biraz da sabırlı” olmak gerekir dedi. 27 Mayıs’ta askeri lise öğrencisi olduğunu, aradan geçen elli yılda “elbette bazı olayların yaşandığını” ve yaşananlardan “herkesin üzerine düşen dersi çıkardığını” söyledi. “O olaylar artık geride kaldı.” diye vurguladı. “Darbeden bahsetmek hicap vericidir.” dedi. “İktidarlar seçimle gelir, seçimle gider.” vurgusu yaparak ordunun artık demokrasi ve hukuka bağlı olduğunu kuvvetli cümlelerle ifade etti. “Hata edeni TSK’da barındırmayız!” diye de vurguladı. Org. Çetin Doğan TV’lerdeki konuşmalarında cami için ”halkımızın kutsal saydığı mekânlar” deyimini kullanmıştı fakat Başbuğ camilerin “Allah’ın evi” olduğunu ifade etti! Askeri talimnamelerde Mehmetçiğin “Allah! Allah!” diyerek hücuma geçirileceğinin yazılı olduğunu vurguladı. “Allah’ın evi camilere bomba, kendi uçağını düşürme... Lanetliyorum! Bu ordu elinde silah ülkeyi bekliyor. Bu ordunun tümünü nasıl itham edersiniz!” diye de bir çıkış yapmayı ihmal etmemişti.
Bu sözleri konuşurken Başbuğ hayli öfkeliydi. TSK’ya karşı sistemli kampanya olduğu görüşünü tekrarladı. “Ama görevimiz sadece şikâyet etmek değil.” dedi. “Genelkurmay Başkanı olarak görevim, şikâyetle yetinmeyip bu sorunları çözmektir... Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de bir sabrı vardır.” “Cumhurbaşkanımıza” ve “Başbakanımıza” uygun platformlarda bunları aktardığını söyledi ve ekledi: “Elbette sonuçlandırılmasını takip edeceğiz!”
Başbuğ’un öyle bir vurgusu izleyen gazetecilerin hemen dikkatini çekmişti. “Darbe iddialarını devamlı gündemde tutmaktan kim yarar sağlıyor?” Bu cümlesini üzerine basarak, söyledi.[12]
Bu konuşma değişik kesimlerde değişik yorumlara sebep olmuştu. Kimisi sert ses tonunu ve vurgulamalarını demokrasi dışı bir davranış olarak tanımlıyor, kimisi de konuşmasını tedirgin ve suçluluk duygusunun verdiği bir savunma psikolojisini yansıttığını söylüyordu.
Bu iddiaları destekleyen ve bunun üzerinden her gün ordu mensupları hakkında menfi konuşmalar yapanların yanında bu iddiaların Genelkurmay Başkanı’nın iddia ettiği gibi Silahlı Kuvvetlere karşı yapılmış bir psikolojik harp olduğunu savunanlarda vardı. Bunlar itirazlarını esas olarak iddialardaki tutarsızlıklar üzerinden yapıyorlardı. Örneğin, kullanılacak gazeteciler listesinde ‎Yılmaz ÖZDİL’in ismi vardı ama planın yapıldığı tarihte kendisi gazeteci değildi. Zaten yayını yapan gazeteciler de Çetin Doğan’ın karşılıklı tartışma davetini kabul etmemişti.[13]
Yavaş yavaş 2003 yılında Silahlı Kuvvetlerin tepesinde bulunan generaller arasında bir anlaşmazlık ve bir gerilim olduğuna dair yazılar yazılmaya başlandı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök demokrasiyi kurtaran adam olarak lanse ediliyordu. Bazı komutanlar darbe planlamış ancak Özkök yavaş yavaş bu komutanların altını boşaltarak darbeleri etkisiz hale getirmişti.[14]
Emekli Orgeneral Çetin Doğan, televizyon ve gazetelere verdiği demeçlerde; biraz sitem yüklü ifadelerle, dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ü, vatandaşlık görevi gereği açıklama yapmaya davet etti. Özkök Paşa, hem Çetin Doğan’ın çağrısını dikkate alarak hem de basındaki eleştirilerin giderek ağırlaşması üzerine bazı açıklamalar yaptı. Cami bombalama, kendi uçağımızı düşürme gibi eylemlerin senaryoda yer alamayacağını, bu iddialara inanmadığını söyledi. Ayrıca Taraf Gazetesinde yer alan içerikte bir seminer emri vermediğini ve kendisine sunulan raporda da basında yer aldığı gibi suç oluşturacak bilgiler bulunmadığını ifade etti. Özkök ayrıca, Çetin Doğan’ın böyle bir senaryo olmadığını, seminerde bu mahiyette bir senaryo tartışılmadığını açıkladığını da anımsattı. Özkök, konunun yargıya intikal ettiğini, savcıların basında yer alan metin ve iddialarla ilgili gerçeği kolayca ortaya çıkarabileceklerini ifade ederek süreci etkilememek amacıyla dikkatli konuştuğunu söyledi.
Hilmi Özkök, Aytaç Yalman ve Çetin Doğan, 5-7 Mart 2003’te 1’inci Ordu’da gerçekleşen seminerle ilgili yazışmalar ile Kara Kuvvetleri Komutanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı’na sunulan raporlarda, “Balyoz Darbe Planı” olarak yayımlanan dokümanlardaki iddialara ilişkin bir bilginin bulunmadığını açıklıyorlardı. Çetin Doğan, bu hususun iyice anlaşılmasını istediği için Özkök ve Yalman’ın daha kesin ifadelerle vurgu yapmalarını bekliyordu.[15]
Çetin Doğan’ın basına verdiği demeçler sonunda Başbakan’dan da; ‘’Kanal kanal geziyor.’’ diye bir açıklama geldi. Doğan buna; ‘’Başbakan bulanık suda balık avlıyor, ben suyun bulanıklığını azaltmaya çalışıyorum.’’ diye cevap verdi.[16] Artık durum daha da ciddiye gidiyor ve herkes saflarını netleştiriyordu.
Tüm bu tartışmalar devam ederken 22 Şubat 2010 tarihinde mahkeme kararıyla 20’si halen muvazzaf olan 49 kişi (18 emekli general, 4 muvazzaf amiral, 28 subay, 1 astsubay)  gözaltına alındı. Balyoz eylem planı soruşturması kapsamında, gözaltına alınan zanlılara "hükümeti devirmeye teşebbüs ve bu amaçla örgüt kurmak" gerekesiyle işlem yapıldı. Emekli Orgeneral Çetin Doğan’ın da aralarında bulunduğu 49 kişiden, tutukluluğa yapılan itirazla soruşturma kapsamındaki, 31 Mart 2010 tarihinde 6’sı muvazzaf, 3’ü emekli asker toplam 9 şüphelinin tahliyesine karar verildi. Tahliye talep eden Çetin Doğan’ın da bulunduğu 19 şüphelinin itirazı da 1 Nisan’da haklı görüldü.
Fakat mahkeme ilk toplantısında 19 kişinin tekrar tutuklanmasına karar verdi. Yeniden tutuklanan 19 kişiden Engin Alan ve Çetin Doğan tedavileri nedeniyle cezaevine konulmadı. Doğan 23 Nisan’da, Alan da 29 Nisan’da tedavilerinin ardından adliyeye gelip teslim olmuş ve ikinci kez tutuklanmışlardı.[17] Tutuklananlar arasında Çetin Doğan’dan başka; eski Hava Kuvvetleri Komutanı Emekli Orgeneral Halil İbrahim Fırtına,  1’inci orduyu Çetin Doğan’dan sonra yöneten iki ordu komutanı (Hurşit Tolon ve Ergin Saygun) da bulunuyordu.[18] Tutuklanan general ve amiraller şunlardı.
Muvazzaf amiraller: Tümamiral Ramazan Gündeniz, Tümamiral Semih Çetin, Tuğamiral Aziz Çakmak, Tuğamiral Turgay Erdağ.
Emekli amiral ve generaller: Eski Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral İbrahim Fırtına, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Özden Örnek, eski 1’nci Ordu Komutanı emekli Orgeneral Ergin Saygun, eski 1’inci Ordu Komutanı Orgeneral Çetin Doğan, emekli Korgeneral Engin Alan, emekli Orgeneral Ayhan Taş, eski Kuzey Deniz Saha Komutanı emekli Oramiral Ahmet Feyyaz Öğütçü, eski Güney Deniz Saha Komutanı emekli Koramiral Lütfi Sancar, emekli Korgeneral Ayhan Poyraz, emekli Korgeneral Mustafa Çalış, emekli Korgeneral Yavuz Yalçın, emekli Tümamiral Özer Karabulut, emekli Tümamiral Ali Deniz Kutluk, emekli Tümgeneral Ali Karababa, emekli Tuğgeneral Süha Tanyeli, emekli Tuğgeneral Ahmet Baki Erdoğan, emekli Tuğgeneral İzzet Ocak.
Bu tutuklamalar muhalefet partileri tarafından ihtiyatlı bir tepki ile karşılanırken hükumet çevreleri bu tutuklamaları bir normalleşme süreci diye yorumluyor, bazı gazeteciler de hükumetle paralel bir çizgide hareket ederek; “Türkiye, sancılı ve sıkıntılı da olsa, bir normalleşme süreci yaşıyor, demokrasi ve hukuk yolunda ilerliyor.” diye yorumlar yapıyorlardı.[19]
Taraf Gazetesi’nde Balyoz Planı iddialarının ardından bazıları planın varlığının tartışılmasının dışına çıkarak Çetin Doğan’ın kişiliği ve özel hayatına dair iddialarla da değişik propagandalara başlamışlardı. Bunlar öyle noktalara vardı ki, sanki Alevi olmak suçmuş gibi Çetin Doğan’ın Alevi olduğu ve Orduyu Alevilerin kontrolüne sokmaya çalıştığı iddia edilerek kendisinin dini inançları dâhi sorgulanmaya başlandı. Bu duruma bazı gazeteciler açıklık getirme ihtiyacını hissediyorlar ve Çetin Doğan’ın Alevi olmadığını açıklıyorlardı.[20] Anlaşılan bazıları Ordu aleyhine yapılan operasyonda tarihin derinliklerde kalmış eski çatışmaları da kullanmaya çalışıyorlar veya kendi dini inanışlarına uygun olarak tasvip etmedikleri inanç çevrelerini de tasfiye etmek için ortam oluşturmaya çalışıyorlardı.
24 Şubat günü, ‘Balyoz Harekât Planı’ iddiaları soruşturması kapsamında eski Kuzey Deniz Saha Komutanı emekli Koramiral Öğütçü ile birlikte 6’sı muvazzaf, 6’sı emekli 13 subay daha tutuklandı.[21]
25 Şubat günü eski Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Hava Kuvvetleri Komutanı İbrahim Fırtına, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Özden Örnek ile eski 1’inci Ordu Komutanı emekli Orgeneral Ergin Saygun savcılık sorgusunun ardından serbest bırakıldı. Soruşturma kapsamında bugüne kadar “kor”, “tüm” ve “tuğ” seviyesinde olan 5’i emekli, 3’ü muvazzaf, 8 general ve amiral tutuklanmıştı.[22]
Bu dava uluslararası kamuoyunun da dikkatini çekmiş ve değişik yorumlar yapılmaya başlamıştı. Genel olarak yorumlar şu şekilde idi; “Ortaya çıkan görüntü, devleti kontrol altına almaya çalışan iki grubun iktidar mücadelesi gibi görünüyor. Bunlardan biri İslami kökenli Adalet ve Kalkınma Partisi, diğeri de ordu. Şu anda üstün durumda olan sivil hükümet.[23]
Sorgulananların tamamı savcılık ifadelerinde bu tür bir darbe planı hakkında bir bilgileri olmadığını, Balyoz isimli bir planı ilk defa basına çıktığında duyduklarını söylüyor, iddiaları reddediyorlardı. Savcılık tarafından kendilerine teklif edilen etkin pişmanlık yasasından yararlanma teklifini hiç kimse, herhangi bir suç işlemedikleri gerekçesiyle kabul etmiyordu.[24]
Orgeneral Çetin Doğan’ın avukatının bildirdiğine göre; savcılık sorgusunda; “Balyoz planı” olduğu iddia edilen 11 sayfalık bilgisayar çıktısı önlerine konulmuş, “Planın altında, ‘Balyoz Sıkıyönetim Komutanı’ diye imza açmışlar. Çetin Doğan bunun kurmaca olduğunu söylemiş. ‘Bakın askeri yazışma kurallarında böyle bir şey yok. Yani bir sıkıyönetim komutanı olursa 1’inci Ordu ve Sıkıyönetim Komutanı diye yazar. Balyoz ne demek kardeşim. Böyle yazışma, böyle bir imza usulü yok.’ demiş. Bunun üzerine savcı TÜBİTAK’ın planın söz konusu tarihte 1’inci Ordu Komutanlığı bilgisayarında yazıldığına dair raporu bulunduğunu söylemiş. Rapor Çetin doğan ve avukatının talep etmesine rağmen kendilerine gösterilmemiş. Avukat ta, bir bilgisayarda hazırlanan bir dosyanın yaratılış tarihini birkaç yıl öncesine veya sonrasına aktarmanın mümkün olduğunu, bunu ispatlayabileceklerini söylemiş.[25]
İfade veren hemen herkes benzer şeyleri söylüyordu. Böyle bir plandan haberleri olmadığını, askeri planlarda isim yazılmadığını, bu belgelerin sahte ve sonradan üretilmiş olduğunu iddia ediyorlardı.
Basında yayımlanan haberlere göre; konu ile ilgili olarak Askeri Savcılık da soruşturma başlatmış, bir Kurmay Binbaşı bilirkişi olarak görevlendirilmiş, bu binbaşının raporuna göre; “TSK’nın yetki alanı dışına çıkılmıştır. Belgelerin tümü gerçekse bu devlet idaresine el koymayı öngören bir darbe planıdır.” [26] denildiği iddia ediliyordu.
Bu arada gazeteci Mustafa Balbay’ın o tarihlerde, defterine, eski MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’un “Birinci Ordu’dan ihtilal mektupları geliyor.” diye not aldığı haberleri de verilerek kamuoyunda darbe iddialarının gerçek olduğu duyguları güçlendiriliyordu.[27] İlk grupta gözaltına alınanların arkasından münferit olarak gözaltına almalar devam etti. [28]
Tutuklamaların ardından en çok konuşulan konu bu tutuklamaların uygun olup olmadığı konusunda toplanıyordu. Tutuklular ve avukatları ile bazı gazeteciler ve muhalefet partileri; sabahın erken saatlerinde yapılan ev baskınlarının uygun olmadığı ve tutuklanmaların yersiz olduğunu, bu insanların silahlı bir eylem yapmadıklarını, bir kısmının halen çalışmasına rağmen büyük bir kısmının da emekli olduğunu, bunlara haksızlık edildiğini söylerken çoğu basın mensubu ve hükumet ise; hukuka güvenilmesi gerektiği, bu kişilerin kaçabileceği ve delilleri karartabileceğini iddia ediyorlardı.
Bu olayla ilgili suçlananların tamamı bu plan seminerinde darbe yapılmasının konuşulmadığını, planın yasal bir EMASYA Planı olduğunu, belge diye sunulan bilgisayar çıktılarının düzmece olduğunu, asıl belgeler olmadığını, hem içerik, hem şekil ve hem de bilgisayar teknikleri açısından sahte olduklarını savunmaya devam ettiler.[29]
Tutuklamaların ardından tutuklananlar için hiç kimsenin farkında olmadığı değişik sorunlar ortaya çıkmaya başlamıştı. Avukatlık ücretlerinin çok yüksek olmasının yanında maaşlarının büyük bir bölümü tutuklu oldukları için kesilen askerlerin aileleri geçim sıkıntısı çekmeye başlamıştı. Bunun üzerine emekli subaylar tutuklu aileleri için para toplamaya başladılar.[30] Benzer şekilde Silahlı Kuvvetler bünyesinde de çalışanlardan gönüllülük esasına göre para toplanıyor, bu konu basına düşünce yine bazı yazarlar tarafından eleştiri konusu oluyordu. Yapılan propagandalar ile subaylar ve generaller ile astsubay ve uzman çavuşlar arasında sürtüşme oluşturulmaya çalışılıyor, yardımı engelleyememekle birlikte yardım yapanların sayısını azaltarak bir iç gerilim yaratılmaya çalışılıyordu.
Orgeneral Başbuğ, 25 Şubat Perşembe günü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la bir görüşme yaptı. Bu görüşme de değişik spekülasyonlara sebep oldu. Ana muhalefet partisi lideri Deniz Baykal; bu görüşme ile bir uzlaşma sağlandığını, emekli kuvvet komutanlarının serbest kalarak diğerlerinin tutukluluk halinin devam ettiğini açıkladı. Bazı basın organlarında ise Genelkurmay Başkanı’nın istifa edeceği iddia ediliyordu. Ayrıca Genelkurmay tarafından tutuklanan subayların korunduğu ve desteklendiği söylenerek eleştiriler getiriliyordu. Bunun üzerine Genelkurmay Başkanı bazı basın mensupları ile yaptığı görüşmelerde; bu toplantı teklifinin başbakanlıktan geldiğini ve herhangi bir pazarlığın söz konusu olmadığını, kendisinin istifa etmesinin söz konusu olmadığını, emekli subaylar da dahil olmak üzere tutuklananların tümünün silah arkadaşları olduğunu ve onlara destek olmanın da görevleri olduğunu açıklıyordu.[31]
Bu arada tutuklu paşalardan bazılarında ileri yaşlarda olmalarından dolayı bazı sağlık problemleri de ortaya çıkmaya başladı. GATA’ya sevk edilen bu paşaların tedavileri ABD’de yaşayan bir cemaat liderini rahatsız etmiş olacak ki ‘’Bir GATAKULLİ olmasın!’’ diye demeçler vermeye başlamıştı. Bu durumdan rahatsız olan Çetin Doğan hasta olmasına rağmen doktora görünmeyi reddediyor ve ancak avukatının zorlaması ile tedavi olmaya razı geliyordu. Avukatı ise tedavi olma hakkının tutuklular da dâhil herkesin kanuni hakkı olduğunu söylüyor ve bu konuda açıklama yapanlara cevap veriyordu.
Bu arada, Gazeteci Mehmet Baransu, ‘’Karargâh’’ ismiyle bir kitap yayınlamış, bu kitaptaki iddialar ise tutuklu avukatlarının tepkisini çekmişti. Çetin Doğan’ın avukatı, kitap hakkında; ‘’Adeta bir savcılık iddianamesi gibi. Suç duyurusunda bulunacağız.’’ diyordu.[32]
Çetin Doğan basına yazdığı mektuplarla kendini savunmaya ve bu arada politikacıların davaya müdahale ettiğini iddia etmeye devam ediyordu. Mahkeme savcısı Çolakkadı’da Adalet Bakanlığı yetkilileri ile görüştüğünü kabul ediyordu.[33]
Tam bu günlerde internet üzerinden, Bodrum’dan Ankara’ya gitmekte olan bir kamyonda gizlice taşınan patlayıcı ve silahlar olduğu ihbarı ile askeri mühimmat taşıyan bir kamyon yolda durdurulmuş ve savcılık tarafından inceleme başlatılmıştı. Bu haber başta TRT olmak üzere; ‘’Genelkurmay Gizlice mühimmat naklediyor. Bunlar yasadışı işlerde kullanılacak.’’ anlamına gelen haberler yayımlandı. Konu hemen her televizyon kanalında artık kadrolu hale gelmiş yorumcular tarafından tartışılmaya başlandı. Mühimmatın Özel Kuvvetler Komutanlığı tarafından nakledildiği haberleri sızınca da doğal olarak bu yorumcular daha zengin senaryolar ileri sürmeye başladılar. Bu haberler yüzünden Genelkurmay TRT’yi eleştiren açıklamalar yaptı. Savcılık incelemesinden sonra, nakledilen mühimmatların, kullanım ömürleri bitmiş eski mühimmatlar olduğu, imha edilmek için Ankara’ya getirildiği, taşıma ile ilgili tüm yasal bildirimlerin yapıldığı, önceden yol emniyeti için güvenlik birimlerine de bildirildiği ortaya çıktı. Bu konuda yanlış bilgilerle haberler yapan TRT, muhalefet partileri tarafından hükumetin televizyonu haline gelmekle suçlanmaya başlandı.[34]
Süreç içerisinde zaman zaman tutuklu subayların bazıları, avukatlarının başvuruları sonucu serbest bırakılıyordu. Çetin Doğan’ın da içinde bulunduğu 19 asker de benzer şekilde, 1 Nisan 2010 günü serbest bırakıldı. Tutuklu olarak sadece yedi subay kalmıştı. Tahliye kararlarını, daha önce bazı iddianamelere şerh koyduğu ve bazı sanıkların tahliyeleri yönünde karar verdiği için eleştirilen İstanbul 12’nci Ağır Ceza Mahkemesi Üye Hâkimi Oktay Kuban vermişti. Kuban, kuvvetli suç olgularının bulunmaması ve suçun vasfının değişme ihtimalinin bulunmamasını gerekçe göstermişti.[35]
05 Nisan 2010 sabahı, dört ilde muvazzaf askerlerin de aralarında bulunduğu 20 kişinin gözaltına alındığı haberleri gazetelere yansıdı. Ayrıca tahliye edilmiş olan 19 kişi hakkında tekrar yakalama kararı çıkarılmıştı. İstanbul 12’nci Ağır Ceza Mahkemesi Heyeti, tahliye edilen 11’i muvazzaf, 8’i emekli asker toplam 19 şüpheli hakkında yakalama emri çıkarılmasına ilişkin olarak, "Kesinleşen tutuklama kararlarından sonra tutuklama şartlarında şüpheliler lehine yeni olgu ve değişiklikler bulunmaması" ve "kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren olguların bulunması ve devam etmesi"ni gerekçe gösterdi. Mahkeme heyeti verdiği, "yakalama emri" karar tutanağında, 1 Nisan’da 12’nci Ağır Ceza Mahkemesi Nöbetçi Hâkimi Oktay Kuban tarafından 19 şüpheli hakkında verilen tahliye kararlarının, "Mevcut somut olgularla çelişen ve soyut gerekçeye dayalı kararlar olduğu" öne sürüldü. Mahkeme tarafından avukatlara dağıtılan yakalama emri kararında, "Balyoz Planı" iddiaları ile ilgili soruşturma kapsamında 8 emekli asker ile 11 muvazzaf subayın serbest bırakılmasına, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından 2 Nisan tarihinde itirazda bulunulduğu hatırlatıldı. Kararda, Cumhuriyet savcısının itirazı sürecinde bir kısım şüpheli avukatlarınca talepler içeren dilekçelerin de heyete sunulduğu ve söz konusu taleplerin reddedildiği belirtildi.[36]
Olayın başlangıcından itibaren ortaya çıkan önemli bir konu da planın yapıldığı dönemde Ordu’nun üst kademeleri arasında bir gerginlik ve sürtüşme olduğu görüntüsüdür. Bu durum özellikle Çetin Doğan ve Hilmi Özkök arasında basın aracılığı ile yapılan karşılıklı atışmalarda daha açık biçimde ortaya çıkmıştır.[37] Bu iki emekli general arasındaki atışmalar Genelkurmay Başkanlığı’nda bir rahatsızlık yaratmış olacak ki basına verilen bir panelde bu tartışmaların hoş olmadığı ikinci başkan Aslan Güner tarafından açıkça ifade edilmiştir.[38] Bu tartışmalar bazı basın mensuplarınca da normal karşılanmamış ve gazetelerde bu konuda eleştiriler yayınlanmıştır.[39]
Çetin Doğan, beraber görev yaptığı Hilmi Özkök hakkında, belgeleri onun sızdırdığını ima eden demeçler vermiş, Hilmi Özkök te buna anında basın yoluyla cevap vererek iddiaları yalanlamıştır.[40] Dava sürecinin başından itibaren Hilmi Özkök ve Çetin Doğan’ın verdiği demeçler zamanın Genelkurmay Başkanı ve Kara Kuvvetleri Komutanı ile başta Çetin Doğan olmak üzere bazı üst seviyede generaller arasında çekişmeler ve fikir ayrılıkları olduğu intibaı vermiş, bu durum nazı basın mensupları tarafından o yıllarda orduda bazı generaller tarafından darbeler planlandığı ancak Hilmi Özkök’ün bunların altını boşaltarak darbeleri önlediği yönünde yorumlar yapmasına sebep olmuştu. Hatta bazı basın mensupları, görev yaptığı dönemde Hilmi Özkök’ün zehirlenerek öldürülmekten korktuğu, bu sebeple yemeklerini bile sefer tası içinde evden getirerek odasında yediği iddia edilmişti. Hilmi Özkök sefer tası ile evden yemek getirdiği iddialarını doğrulamış ancak buna sebep olarak mide rahatsızlığı olduğunu ve midesini rahatsız etmeyecek yemekleri eşine yaptırarak yediği için bu yola başvurduğunu söylemiş, zehirlenme iddialarını ise yalanlamıştır.
İddialar kamuoyunun gündemine düştüğünden beri her basın organı konuya yakın bir ilgi göstermiş ve konu ile ilgili birçok iddia televizyon ekranlarında ve gazetelerde tartışılmaya başlanmıştır. Davalı kişiler ile bazı gazeteci ve siyasetçiler tarafından; sanıkların haklarının çiğnendiği, masumiyet karinesine uyulmadığı söylenmiş ancak yargı organları, güvenlik güçleri ve hükumet bu duruma kayıtsız kalmış, aksine hükumet bu davaların bir komplo olduğunu iddia edenleri hukuka müdahale etmekle suçlamıştır.
Genelkurmay Başkanlığı da bu iddiaların bazılarına gerek kendi internet sitesinden, gerekse basın açıklamalarıyla cevap vermeye çalışmıştır. Mesela;  "8 Nisan 2010 günü bir gazetede, 5-7 Mart 2003 tarihleri arasında icra edilen 1’inci Ordu Plan Seminerinin icrasını müteakip hazırlandığı iddia edilen, bir belgeye (incelemeye) ilişkin haberle ilgili olarak bu haberin gerçeği yansıtmadığı’’ internet sitesinden ilan edilmiştir.
 Bazı haberde "Balyoz" soruşturması sürecinde eski 1’inci ordu Komutanı Emekli Orgeneral Çetin Doğan ile eski Genelkurmay Başkanı Emekli Orgeneral Hilmi Özkök’ü karşı karşıya getiren en kritik belgenin İstanbul’da Balyoz soruşturmasını yürüten savcılıkta bulunduğu belirtilmişti. Buna göre; 1’inci Ordu Komutanı Çetin Doğan’ın 2003’teki semineri yönetirken yasal çerçevenin dışına çıktığına dair belgenin altında dönemin Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı olan Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un imzası bulunduğu iddia ediliyordu. Söz konusu belgeye göre, Orgeneral Başbuğ, seminerin özel bölümünde, Orgeneral Çetin Doğan’ın oturumu yönetirken, resmi ve yasal çerçevenin dışına çıktığına dair ciddi çekince ve eleştirilerde bulunuyordu. Başbuğ bu belgeyi, Aytaç Yalman’ın Kara Kuvvetleri Komutanı, Özkök’ün de Genelkurmay Başkanı olduğu o dönemde "Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı" sıfatıyla durumla ilgili yapılan inceleme, gelen bilgiler ışığında hazırlamış. Başbuğ’un değerlendirmesinde, Çetin Doğan’ın 4-7 Mart 2003’de Genelkurmay kayıtlarına göre Meriç olarak görünen ve yasal sınırlar içinde gerçekleşen toplantının devamında, mevcut senaryoya gerçek isim ve kişilerle devam ettiğine ve yasal olmayan bu durumun sakıncalarına işaret ettiği öne sürülmüştü. Haberde, zamanında ilgili komutanlıklara da sunulan değerlendirmede, EMASYA Planı bazlı oluşturulan senaryoda, gerçek isim ve koşullarla devam edilmesinin, TSK’nın görev alanı içinde olmadığı gibi seminer yönetmeliklerine de aykırı olduğu iddia edilmişti.[41]
Tutuklanan kişilerden halen görevde bulunanlar askeri ceza ve tutukevlerine gönderilirken, emekli personel Silivri L tipi cezaevine gönderiliyordu. Yaşları hayli ileri olan emekli askerlerin sağlık sorunları ortaya çıkmaya başlamış, kalp hastası olan Çetin Doğan da yükselen tansiyonu sebebiyle hastahaneye yatmak zorunda kalmıştı. Ancak bu hastahane ve tedavi süreçleri de basında çıkan haberler ile baskı altına alınmaya çalışılıyordu.
Bazı dinci gazetelerde bu ortam, hakaretler etmek için bir fırsat olarak görülüyor ve akla hayale gelmeyecek hakaretler ve küçümsemelerle askeri personel itibarsızlaştırılmaya çalışılıyordu. Bunlara karşı tutuklu subay ve generaller de hukuk yoluyla hak arama cihetine gidiyorlardı. Nitekim aralarında eski dört kuvvet komutanının da bulunduğu 312 General, ''Onbaşı bile olamayacakların general olduğu ülke.'' başlıklı köşe yazısı nedeniyle açtıkları davada, Anadolu'da Vakit Gazetesi'nden her bir davacı için 2 bin TL olmak üzere toplam 624 bin TL manevi tazminat kazandı.[42]
Balyoz Planı’ iddiaları soruşturması kapsamında Çetin Doğan’ın kızı Pınar Doğan ve damadı Dani Rodrik, TÜBİTAK Başkanı Prof. Nüket Yetiş’e, kurum tarafından hazırlanan ve tutuklamalara esas olan raporu eleştiren bir mektup gönderdiği basın organlarında yayımlandı. Doğan ve Rodrik kaleme aldıkları mektupta: “ABD’de bilgisayar suçları soruşturmaları ve bilgisayar adli tıp tetkikleri alanında başvurduğumuz iki farklı uzman kuruluş (Cyber Diligence, INC. ve Computer Investigative Associates), CD’lere kayıtlı kimi dokümanlar üzerinde yapılan herhangi bir araştırmanın, dokümanlarının yazıldığı bilgisayar sistemleri üzerinde bir adli tıp incelemesi yapılmaksızın, dokümanların hangi tarihlerde ve hangi kullanıcılar tarafından oluşturulduğu ve hangi tarihlerde CD’lere kaydedildiklerine dair kesinlik içeren bir hükme bilimsel olarak varılamayacağını bildiren görüş raporlarını sundular. Erdem Alparslan, Tahsin Türköz ve Dr. Hayrettin Bahsi tarafından hazırlanmış rapor, kişilerin hürriyetleri ile itibarlarının mevzubahis olduğu bu denli önemli bir dava için sorumsuz eksiklikler sergilemektedir.” diyorlardı.[43]
Dava kapsamında ifadeler alınırken sorulan bazı sorulardan mahkemenin kapsamının genişletilmeye çalışıldığı, daha önce El Kaide terör örgütü tarafından Neva Şalom ve Beth Israel sinagoglarının bombalanması olayı ile sözde planda geçtiği iddia edilen sinagog ve kiliselerin isim listesi ile bağlantı kurulmaya çalışılıyordu.[44]
Balyoz Harekât Planı soruşturması kapsamında tutuklanan eski 1’nci Ordu Komutanı emekli Orgeneral Çetin Doğan’ın avukatları Celal Ülgen ve Hüseyin Ersöz, savcılığa verdikleri dilekçeyle gizlilik derecesine sahip yasal seminer çalışması notlarının 1’inci Ordu Karargâhı’ndan nasıl çıkartıldığına ilişkin soruşturma başlatılmasını ve bu kapsamda eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral Hilmi Özkök’ün ifadesinin alınmasını, ayrıca 2001-2003 arasında bir darbe ihbarı yapılıp yapılmadığının, ihbar yapılmış ise buna ilişkin ne gibi çalışmaların yapıldığının da MİT’ten sorulmasını talep ettiler. Avukatlar, savcılıkça soruşturma konusu yapılan dokümanların bir kısmının 5-7 Mart 2003’teki bu seminerde tutulan notlar, diğer dijitallerin ise sonradan üretilen dokümanlar olduğunu öne sürdüler.
Dilekçe şöyle devam etti: “Yasal seminer çalışması kapsamında tutulan seminer notları ve müvekkilimizin emirleri doğrultusunda kayda alınan ses bantları ’GDZLD’ gizlilik derecesinde ordu karargâhında muhafaza altına alınmıştır. Bu dokümanların kim/kimler tarafından, ne zaman karargâh dışına çıkarıldığı da araştırılması gereken bir husustur. Zira bu belgelerin 1’nci Ordu’nun kozmik odası dışına çıkarılması ve çıkarıldıktan sonra üzerinde sahtecilik yapılması iç içe iki ayrı suçu oluşturmaktadır. Bu hususta savcılığınızın bir soruşturma başlatması ve bilirkişi raporları ile sabit olan bu suçların faillerinin derhal ortaya çıkarılması gerekmektedir.”
Hilmi Özkök bu talebe yine gazeteciler aracılığıyla; ‘’Askerlikte emir komuta zinciri vardır. Eğer 1’inci Ordu’daki bir plan hakkında soru sorulacaksa bunun o zamanki Kara Kuvvetleri Komutanı’na sorulması gerekir.’’ Şeklinde cevapladı.[45]
Bu arada Balyoz Davası sanıklarını koruyan, bu konuda başbakanla sert tartışmalara giren, hatta başbakanı davanın savcılığına soyunmakla suçlayıp kendisinin de bu yüzden sanıkların avukatlığını yaptığını söyleyen CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, basına sızdırılan özel hayata ait bir video görüntüsü ile itibarsızlaştırma kampanyasına maruz kalıyor ve bir iç darbe ile genel başkanlıktan tasfiye ediliyordu.[46]
Tutuklu askerlerin aileleri ve avukatları, her kapı yüzlerine kapatılınca simgesel tepkilere başvuruyor, Anıtkabir’e giderek uğradıklarını iddia ettikleri haksızlıkları Atatürk’e şikâyet ediyorlardı.[47]
Balyoz soruşturması kapsamında tutuklu bulunan Çetin Doğan ve emekli Korgeneral Engin Alan’ın da aralarında bulunduğu 5’i emekli, 9’u muvazzaf 14 asker, 18 Haziran 2010 tarihinde, tutuksuz yargılanmak üzere tahliye edildi. Tahliye kararıyla 14 askerden 11’i, Balyoz soruşturması kapsamında ikinci kez tahliye edilmiş oldu. Tahliye kararlarını, daha önce Çetin Doğan’ın tutukluluğunun devamına karar veren İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesi Heyeti’nde bu karara muhalif kalan Üye Hâkim Yılmaz Alp verdi. Balyoz soruşturması kapsamında tutuklu asker sayısı 15’e düştü.[48]
Konu tartışıldıkça yeni yeni iddialar da ortaya çıkıyordu. Buna göre; 2003-2005 yılları arasında Ankara’da görev yapan ABD büyükelçisi belgelerin sahte olduğunu açıklamıştı. CHP’li bazı vekiller konuyu meclise taşıdı ve ‘’O dönemde ABD’ye yakın bazı AKP’lilerin büyükelçiye ordunun darbe hazırlığı içinde olduğunu iddia ederek fotokopi bazı belgeler verdikleri, büyükelçinin bu evrakları ABD’de incelettiği ve belgelerin sahte olduğunun anlaşıldığını’’ iddia edilerek başbakana sorular yönelttiler ve açıklama yapmasını istediler ancak başbakan bu iddialara cevap vermedi.[49]
Balyoz soruşturmasını yürüten savcılar, İstanbul 10’uncu Ağır Ceza Mahkemesi’ne sunulan iddianamede, “Balyoz darbe planının, aynı 27 Mayıs 1960’da olduğu gibi ordu içindeki cuntacı bir grup tarafından tasarlandığı, darbe planına katılan subayların seçilerek görevlendirme yapıldığı” iddiasında bulundular. Savcılar, “Darbe gerçekleşseydi, darbe yapanlar cezalandırılamazdı. Bu sebeple, darbenin teşebbüsünün de cezalandırılması gerekmektedir.” tespitinde bulunuyorlardı.
Cumhuriyet Savcıları Mehmet Ergül, Süleyman Pehlivan, Ali Haydar ve Murat Yönder tarafından hazırlanan ve 10 Temmuz 2010 tarihinde, İstanbul 10’uncu Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderilen 968 sayfadan oluşan 196 sanıklı iddianamede, emekli Orgeneraller Fırtına, Örnek ve Doğan’ın da aralarında bulunduğu sanıklar için “darbe teşebbüsü” gerekçesi ile 15 ile 20 yıl arasında hapis cezası isteniyordu.
Savcıların iddianamede yer alan dikkat çekici ifadelerinden biri ise “Balyoz Darbe Planı’nda cebir ve şiddet oluşmadığı” şeklindeki savunmalara yönelik yaptıkları değerlendirmeler oluşturdu. Savcılar, “Suçun oluşması için illa fiili cebir şiddet olması gerekliliğinin bulunmadığını, manevi cebir şiddetin de suçun oluşumu için yeterli olacağı” değerlendirmesinde bulundu. Örnekle yapılan açıklamada, “TBMM üzerinde uçurulan savaş uçaklarının, bu kapsamda manevi cebir şiddetin uygulanmasına bir örnek teşkil ettiği”nin altını çizdiler.
Yunanistan’la gerilimin tırmandırılması amacıyla, bir Türk jetinin Hava Kuvvetleri unsurlarınca düşürülerek suni kriz ortamı oluşturulması ve bu ortamda İstanbul’daki Hava Müzesi’nin sakallı ve cübbeli şahıslar tarafından basılmasını içeren Oraj Planı’nın ise eski Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral İbrahim Fırtına tarafından kaleme alındığı savcıların iddiaları arasında yer aldı.
İddianamede, savcıların Genelkurmay, MİT ve Emniyet’e de çeşitli görüşler sorduğu görüldü. Genelkurmay Askeri Savcılığı tarafından hazırlanan, bir tümgeneral, iki kurmay albay ve iki kurmay binbaşının değerlendirme raporunda, Balyoz Hareket Planı’nın gerçek dışı olduğu vurgusu yapıldı. Raporda şu ifadeler kullanıldı: “Plan seminerlerinden yararlanılarak kötü amaçlarla ilaveler yapılarak, düzenlenmiş bir belge olduğu değerlendirilmektedir. Milli Mutabakat çağrısı başlığı ile ilgili düzenlenmiş bölümün yüzde 90’lık kısmının çok daha sonraki bir tarihte Haydar Baş’ın yaptığı değerlendirmelerden alındığı görülmektedir. Plan seminerinin tarihi 2003’tür. Bu bölümün sonradan eklendiği kanaatine varılmıştır.” ifadeleri yer aldı. MİT ve Emniyet Genel Müdürlüğü ise savcılara darbe planlanması konusunda kendilerinde bilgi olmadığı yönünde cevap verdi.
Tutuklu emekli Tuğgeneral Levent Ersöz’ün de bulunduğu 40 subayla ilgili dosya, ayrı bir soruşturma numarası verilerek ayrıldı. 2003’te İstanbul’da HSBC ve sinegogların bombalanması eyleminin “Balyoz Darbe Planı” kapsamında gerçekleştirdiği yönündeki iddialar ise yine ayrı bir soruşturma numarası verilerek tefrik edildi. Savcılar bu konuda soruşturmanın sürdüğünün altını çizdi. Bu bölümle ilgili olarak da İstanbul Emniyetinin, “eylemin bu kişiler tarafından yapıldığına dair ciddi şüphelerin var olduğu” raporu dikkat çekti.
28 Ekim 2004’te Başbakan’ın evinin yaklaşık 200 metre yakınında bulunan ve Erdoğan’ın sık sık cuma namazı için gittiği Aksa Camii’nin minaresine F-4 uçağı çarpmıştı. Minarenin üst kısmındaki âlemle birlikte uçaktan küçük parçalar caminin avlusuna düşmüştü.[50]
2003 yılında hükümeti devirmek için Orgeneral Çetin Doğan’ın komuta ettiği 1’inci Ordu Komutanlığı bünyesinde hazırlandığı iddia edilen plan, “Hazırlık”, “Harekat Ortamının Şekillendirilmesi”, “İcra” ve “Yeniden Yapılanma” adı altında dört aşamadan oluşuyor. Planın 2003 Mart ayında yapılan “Plan Semineri” adlı toplantıda 29’u general 162 subayın katılımıyla masaya yatırıldığı iddia ediliyor.
Planın “Vazife” başlıklı bölümünde iddiaya göre, “Balyoz Komutanlığı, derhal, AKP’yi iktidardan uzaklaştırılacak ve mevcut irticai yapılanmayı şiddetle bertaraf ederek, belirlenen kadroları iktidara getirerek laik devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis edecektir” ifadesi yer alıyor. Var olduğu iddia edilen plana göre, Fatih ve Beyazıt camilerine bombalı saldırılar yapılacak ve bu saldırılar üzerinden provakasyonlar yapılarak kaos ortamı oluşturulacaktı.
Emekli Org. Fırtına, Balyoz Güvenlik Harekât Planı’nın “Oraj” adlı bölümünde yer alan iddialardan sorumlu tutuluyor. Altında Fırtına’nın imzasının bulunduğu öne sürülen, “Oraj Harekât Planı”nda; bir Türk jetinin Ege denizi üzerinde “Yunan hava kuvvetleri tarafından düşürülmesinin sağlanması” ya da “bir pilotun Türk uçağını düşürmesi” planlanıyor. İddia olunan plana göre; oluşacak kaos ortamından sonra askeri birliklerin duruma müdahalesi ve darbe sonrasında hükümet programı, gözaltına alınacak gazeteciler ve “Bakanlar Kurulu üyeleri” de planla listeleniyordu. Özden Örnek ise Ege’de Türkiye ve Yunanistan arasında kriz çıkarılmasına yönelik eylemleri içeren “Suga” eylem planıyla ilgili olarak suçlanıyor. “Suga” adlı planın Örnek tarafından imzalandığı iddia ediliyordu.[51]
“Balyoz” iddianamesi henüz mahkemece kabul edilmeden basında çarşaf çarşaf yayımlanmıştı. Bu durum bazı gazeteciler ve davalılar tarafından; ‘Adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs ve soruşturmanın gizliliğini ihlal gibi suçlar bütün kamuoyunun ve adalet camiasının gözleri önünde işlendi. Demokrasi ve hukuk diye mangalda kül bırakmayanlar bu manzaradan hiç rahatsız olmadı. Dahası, iddianame üzerine yapılan yorumlarda da bilgiler alabildiğine saptırıldı.’’ diye eleştiriliyor ancak bu duruma ne savcılar ne de hükumet çevreleri herhangi bir müdahalede bulunmuyorlardı.[52]
Davanın kabul edilmesinden sonra, 23 Temmuz günü 102 asker hakkında tutuklama kararı çıkarıldı. Soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcılarının hazırladığı iddianameyi kabul eden İstanbul 10’uncu Ağır Ceza Mahkemesi Heyeti, tensip zaptı hazırlayarak, duruşma gününü belirledi. Tutuklama kararı verilenler arasında Orgeneral Halil İbrahim Fırtına, Oramiral Özden Örnek, Orgeneral Çetin Doğan da bulunuyordu. İstanbul 10'uncu Ağır Ceza Mahkemesi heyeti kararına gerekçe olarak ise dosyadaki delil durumunu, sanıkların üzerlerine atılı suçun vasıf ve mahiyetini, kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren olguların bulunmasını, atılı suçun katalog suçlardan olmasını, bu nedenlerle de adli kontrol hükümlerinin yetersiz kalacağı anlaşılmasını gösterdi.
İstanbul 10’uncu Ağır Ceza Mahkemesi duruşma gününü 16 Aralık 2010 olarak belirledi. Yargılama Silivri Cezaevi kampüsünde başlayacak, sanıklar "Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs suçu" kapsamında eylemi gerçekleştiremediklerinden, 15 yıldan 20 yıla kadar hapis cezası istemiyle yargılanacaktı.[53]
Bu karar kamuoyunda subay ve generallerin terfilerini engellemek için özellikle bu tarihe denk getirildi tartışmalarına yol açtı. YAŞ toplantısına çok kısa bir süre önce verilen bu kararın, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde (TSK) terfileri etkileyeceği iddia ediliyordu. 102 kişi arasında halen görevde olan 28 general ve amiral vardı ve bunlardan 11’inin dosyası ise, YAŞ’ta ele alınacaktı.
Tutuklama kararının yanı sıra mahkemenin ilk duruşma gününü 16 Aralık olarak belirlemesi de eleştiri konusu oldu. Tutuklama kararı kesinleşirse mahkeme gününe kadar sanıkların cezaevinde peşin olarak cezalandırılmış olacakları eleştirisi yöneltildi. Bu karar ve eleştiriler hakkında fikirleri sorulan hükumet yetkilileri devam eden davalarla ilgili yorum yapmanın doğru olmayacağını söyleyerek topu taca atıyor ancak uzun yorumlar yaparak iddiaların doğru olmadığını söylüyorlardı.[54]
Ancak meydana gelen gelişmeler, bu tutuklama kararının bazı subayların terfi etmesini engellemeye yönelik kasıtlı bir manevra olduğu kanaatini haklı çıkarır nitelikteydi. Haklarında yakalama kararı çıkmasından dolayı 11 General YAŞ'ta terfi ettirilmemiş, YAŞ kararının hemen ardından İstanbul 11’inci Ağır Ceza Mahkemesi heyeti, "Balyoz Planı" davasının 101 sanığı hakkındaki yakalama emrine ilişkin sanık avukatının kararın geri alınması yönündeki taleplerini kabul etmiştir.[55]
196 sanıklı davada soruşturma savcıları, Balyoz Planı’nda adı geçen 4751 askerin 2003’teki görev yeri ve rütbelerini Genelkurmay Başkanlığına resmi bir yazı ile sordular. Genelkurmay; iki emekli amiralin, darbe planı olduğu iddia edilen Balyoz’un hazırlanış tarihi olan 2003 yılından önce 1998 ve 2000 yıllarında öldüğünü, 1’nci Ordu birliklerinde görev yapan bazı subayların belirtilen tarihte 1’nci Ordu bölgesinde görev yapmadığını, bazı subayların ise o tarihte bulundukları rütbelerin yanlış yazıldığını, listenin hatalarla dolu olduğunu bildirdi.
Savcılar ayrıca yazdıkları raporda El Kaide tarafından bombalanan sinagoglar ile bağlantısı olduğu, ADD, ÇYDD ve Halkevleri dernekleri ile mason fraksiyonu derneklerin darbe planını destekleyecek örgütler olarak belirlendiğini iddia ediyorlardı.[56]
Savcılar bu iddialarda bulunurken basına sızan iddianamede bazı tutarsızlıklar dikkatlerden kaçmıyordu. Resmi adları yıllar sonra belirlenip kesinleşen bazı kurum ve kavramların, "Balyoz" iddianamesine temel oluşturan "darbe planları" içinde yer almasının bir çelişki oluşturduğu belirtiliyordu. Örneğin; "Balyoz Darbe Planı"nda darbeciler ‘Büyük Ortadoğu Projesi’nden, adı dönemin ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice tarafından konulmadan bir yıl, ‘Ege Ordu Komutanlığı’ndaki 2007’deki değişiklikten beş yıl, "dost unsur" Türkiye Gençlik Birliği’nden ise kurulmadan dört yıl önce bahsetmişti.[57]
Basında ortam; ‘’Düşene bir tekme de sen vuracaksın.’’ sözünü hatırlatır nitelikteydi. Bazı usta gazeteciler ise ustalıklarının verdiği tecrübeyle iddialarını akla uygun hale getirmeye, bak ben herkesin hakkını veriyorum havasını yaratmaya çalışıyorlardı. Önce ordu yıpratılmasın diyerek konuya girip, ardından ama yapılan hukuksuzluklar da ortaya çıkarılsın diye devam etmekte, tarihten bazı örnekler vererek ordunun disiplininin bozulduğunu çünkü bu seminerin Kara Kuvvetleri Komutanı tarafından yapılmaması istendiği halde yapıldığını söyleyerek konuyu ‘’darbeciler cezalandırılsın’’a bağlıyordu.[58]
İddianameyi inceleyen sanıklar ve yakınları iddianamede geçen bilgilerin tutarsız ve hatalı olduğuna dair yeni belgeler öne sürmeye başladılar. Bunlara göre; iddianamede adı geçen kimi kişi, kuruluş ve kavramların dillendirildikleri tarihten sonraki yıllarda resmiyet kazandıkları ya da sahte oldukları ileri sürülüyordu. Yine iddia edilen darbe planına katıldığı söylenen bazı kişilerin ise o tarihlerde yurtdışında oldukları ve pasaportlarında da o tarihlerde Türkiye’ye giriş çıkış yaptıklarına dair herhangi bir kayıt bulunmadığı dolayısıyla bu iddianamedeki bilgilerin sahte olduğu ve toplantı tarihinden daha sonraki bir tarihte üretildikleri iddia ediliyordu.[59]
Dava hakkında herkes istediği gibi konuşuyor ama doğrudan bir soru yöneltildiğinde devam eden bir dava hakkında konuşmanın yasal olmadığı söylenerek işin içinden çıkılıyordu. Bu arada bazı bakanlar da dava ile ilgili demeçler vererek sanıklar aleyhinde bazı beyanlarda bulunuyorlardı. Mesela Bülent Arınç, Çetin Doğan hakkında; "Bodrum’da tatil yapıyor, neşeler saçıyor. Gel deyince sedyeye yatıyor. Tahliye kararı çıkınca hastane önünde saatlerce konuşuyor." şeklinde demeç veriyor, Çetin Doğan’ın kızı ve damadı tarafından kurulan internet sitesinde yayınlanan bir açıklama ile Arınç’ın Doğan hakkında yayınlanan alaycı sözlerine tepki gösteriliyor, bir Başbakan Yardımcısının hukuki bir davanın sanıkları hakkında bu tarz ifadeler kullanılmasının kabul edilemeyeceği belirtiliyor, "Başından beri çeşitli hükümet üyelerinin ve AKP milletvekillerinin ‘Balyoz’ davasına açıktan müdahale sayılabilecek yorum ve ifadelerini endişeyle izliyor ve kayda geçiyoruz." deniliyordu.[60]
İddianamede yazılı bazı kulüp, dernek, şirket ve hastanelerin de iddia edilen darbe planı tarihinde ya var olmadıkları veya var olsalar bile isimlerinin farklı olduğunu, dosyadaki isimleri veya kuruluşlarının çok daha sonraki tarihlere isabet ettiği iddia edilmekteydi.[61] Çetin Doğan’ın avukatları bu yanlışları da ileri sürerek Taraf Gazetesi’ne, belgeleri aldıkları şahsı açıklaması çağrısında bulunuyor, ‘’çünkü bu şahıs sahte belgelerle insanları itham ederek suç işledi’’ deniliyordu.[62]
Ağustos ayındaki tarihi Yüksek Askeri Şura’ya (YAŞ) damgasını vuran Balyoz davasının ilk duruşması öncesi yapısı değiştirilen Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK)  yetki kararnamesi olarak bilinen 1’inci Bölge hâkimlerinin yetkilerini düzenleyen kararnameyi açıkladı. Açıklanan kararnameye göre, “Balyoz Planı” davasının görülmeye başlanacağı İstanbul 10’uncu Ağır Ceza Mahkemesi’nin başkanı Zafer Başkurt görevden alındı. Kurul, sanık askerlerin bir bölümünün yakalama kararlarına karşı çıkan ve Ergenekon sanığı Mehmet Haberal’ın tahliyesi yönünde oy kullanmasıyla gündeme gelen Başkurt’u Gebze’ye düz hâkim olarak atadı. Kurul, bu atamalara hâkim hakkında bir yıl önce başlatılan soruşturma sonunda hazırlanan, hâkimlerin bazı uyuşturucu davalarına usulsüzlük karıştırdığı suçlamalarını içeren Teftiş Kurulu raporlarını gerekçe gösterdi. HSYK, Başkurt’tan boşalan İstanbul 10’uncu Ağır Ceza Mahkemesi başkanlığına Ergenekon davasının başlamasıyla birlikte kurulan İstanbul 13’üncü Ağır Ceza Mahkemesi’nin ikinci heyetinin kıdemli üyesi Ömer Diken’i atadı.
Balyoz davasında Çetin Doğan’ın avukatlığını yapan Celal Ülgen, duruşmaya bir gün kala yapılan atamalara tepki gösterdi. Dava dosyasının 183 klasör, yaklaşık 100 bin sayfadan oluştuğunu belirten Ülgen, “Mahkeme Başkanı yaklaşık 4 aydır çalıştı, hazırlandı ve dava ile ilgili bir görüşü oldu. Dava perşembe günü başlayacak. Mahkemenin yeni başkanının tüm dosyaya hâkim olması zaman alacak. Hukuk devletinde böyle bir değişiklik olmaması gerekirdi” diye tepki gösterdi.[63]
Dava tarihi yaklaşırken bu defa Gölcük Donanma Komutanlığı’na bir baskın yapılarak arama yapıldı. İlginç bir şekilde yerde karo döşemelerin altına saklanmış çok sayıda dosya ve CD bulundu. Yine ilginçtir ki burada sadece Balyoz davası ile ilgili değil aynı zamanda o sıralarda devam eden ve askerlerin yargılandığı birçok dava ile ilgili belgeler bulundu. Bu belgeler anında basına sızdı ve yine her kesim tarafından bulunduğu iddia edilen belgelerle ilgili yorumlar yapılmaya başlandı. Burada bazı basın organları satır aralarında yeni hedefler gösteriyor, kullanılmış law silahına boru, gerçek olup olmadığı tartışılan bir belgeye de kâğıt parçası diyen Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un da yeni çıkan belgeler ışığında şüpheli kategorisine girdiği söyleniyordu.[64]
Balyoz davası 16 Aralık 2011 tarihinde büyük tartışmalarla başladı. Birçok sanık reddi hâkim talebinde bulundu. Dava, bir üst mahkeme olan 11’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nin reddi hâkîm talebini değerlendirmesi için 28 Aralık’a ertelendi.[65]
İstanbul 11’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nin aldığı reddi hâkim talebinin reddi yönündeki kararın ardından “Balyoz Planı” davasına 28 Aralık günü devam edildi. Silivri’de görülen duruşmada bazı sanıklar ve avukatlar, eski İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Zafer Başkurt’un görevden alınmasının “Özel yetkili mahkeme içinde başka özel yetkili bir mahkeme mi kuruluyor?” sorusunu akla getirdiğini anlattı. Mahkemenin diğer üyelerinin de tarafsızlığını yitirdiğini düşündüklerini belirterek, “Bu yargıçların tarafsız ve bağımsız olacaklarından şüpheye düşmekteyiz. Üye hâkimlerin çekilmelerini talep ediyoruz.” dediler. Bazı avukatlar ise, isnat edilen suç esnasında müvekkillerinin kuvvet komutanı olduğunu, bu mahkemenin yetkisizlik kararı verilerek davanın Yüce Divan sıfatıyla Anayasa Mahkemesi’nde yargılanması gerektiğini belirttiler. 
Duruşmada söz alan Çetin Doğan, iddianamede davanın temelinin CD’lere dayandırıldığını ifade ederek, “Eğer seminerde işlenen bir suç varsa, başkanı bendim. O dönemde ordu komutanıydım. Seminerin sevk ve idaresini ben yaptım. Kaynağının, temelinin nereden geldiğini açıklayabilecek durumdayım. Suç isnadı varsa bana yapılmalı. Arkadaşlarım suçlu değillerdir.” diye konuştu.
Taleplerin değerlendirilmesi için verilen aranın ardından 12’nci Ağır Ceza Mahkemesi’nin bu itiraza yönelik karar vermesinin beklenmesine karar verildi ve bir sonraki duruşma, 06 Ocak 2011 Perşembe gününe ertelendi.
İddianamede, darbe girişimi olarak nitelendirilen plan hakkında TÜBİTAK, 1’inci Ordu ve Emniyet Genel Müdürlüğü uzmanları tarafından hazırlanan yedi ayrı bilirkişi raporuna yer verilmişti. Emniyet ve 1’inci Ordu bilirkişilerinin hazırladığı raporlar arasındaki farklılıklar dikkat çekmişti. Emniyet tarafından oluşturulan bilirkişi heyetinin verdiği raporda, CD’lerle içindeki belgelerin oluşturulma tarihlerinin uyumlu olduğu, dolayısıyla CD’lere sonradan ekleme yapılmadığı belirtilmişti.
1’inci Ordu Komutanlığı Savcılığı tarafından görevlendirilen, başında bir tümgeneralin bulunduğu bilirkişi heyetine göre ise plan seminerlerinin yer aldığı CD’lere sonradan “art niyetli kişiler tarafından” eklemeler yapılmış ve sahte bir CD üretilmişti. Asker raporunda: “Dokümanın en son kaydetme tarihi olarak görülen 03.03.2003’ten sonra, Prof. Haydar Baş tarafından 27 Kasım 2005’te yapılan bir konuşmadan alıntılar birebir şekilde doküman metni içinde yer alıyordu. Bu da dokümanın 2005 yılından sonra oluşturulduğunu gösteriyordu.”[66]
Basın ve yayın organlarının çoğunda henüz yargılanmayan sanıklar kamuoyunda yargılanıyor, bulunan belgelerden sonra artık Balyoz Darbe Planının varlığının ve bu seminerde bir darbe planlandığının apaçık ortaya çıktığı söylenerek sanıklar halkın gözünde suçlu ilan edilmeye çalışılıyordu. Basında çok az kişi bu tavra direniyor ve ortada mevcut tutarsızlıklardan bahsederek suçlamalara karşı çıkıyordu. Bunların söyledikleri belgelerde açık tutarsızlıklar bulunduğu şeklindeydi. Mesela 2003 yılında yapıldığı söylenen planda 2009 yılına ait bilgiler bulunmaktaydı.[67] Bulunan belgeler ise imzalı resmi evraklar değil bazı CD’ler ve bilgisayar çıktılarından oluşuyordu. Yani sonradan hazırlanması mümkün olan belgelerdi.[68]
Basın ve kamuoyu ikiye bölünmüştü. Basının çok büyük bir bölümü ve iktidar partisi üyeleri sanıkları peşinen darbeci ve suçlu ilan ediyor, küçük bir kesim basın mensubu ve bazı muhalefet partileri ise sanıkları savunuyordu. Sanıkları destekleyen basın ve muhalefet sesini duyuramayınca sanıkları peşinen suçlu ilan eden basını yandaş medya diye eleştiriyor ve bir ‘’yandaş’’, ‘’candaş’’ tartışması yaşanıyordu. Ancak açık olan bir şey varsa o da hükumet taraftarı basın çoğunluktaydı ve sürekli tek yanlı yayınlarla kamuoyunu büyük oranda kendine inandırmıştı. Silahlı Kuvvetler mensupları arasında böyle bir plan olmadığını düşünenlerde bile acaba sorusunu sorduracak şüpheler ortaya çıkmaya başlamıştı. Genelkurmay Başkanı asimetrik psikolojik savaş kavramını ortaya atmış ancak bu savaşta karşı tarafa etkili tedbirler alamıyordu. Çünkü sesini çıkarınca o da darbeci ve vesayetçi zihniyet diye dolaylı yoldan suçlanıyordu.
Dava ilerledikçe sanık yakınları da kurdukları internet sitelerinde iddianamedeki tutarsızlıkları yayımlamaya başladılar. Mesela iddianamede 2003 yılında yapıldığı söylenen planda kullanılacağı söylenen emniyetli telefonların Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından 2008 yılında kullanılmaya başlandığı, dolayısıyla bu planların sahte olduğunu söylüyorlardı.[69]
Mahkeme devam ederken 11 Şubat 2011 tarihindeki duruşmada muvazzaf ve emekli 196 askerin tutuksuz yargılandığı "Balyoz Planı" davasında 163 emekli ve muvazzaf askerin tutuklanmasına karar verildi. Duruşmaya katılan 133 emekli ve muvazzaf asker tutuklandı. Aralarında eski 1’inci Ordu Komutanı emekli Orgeneral Çetin Doğan, emekli orgeneral Ergin Saygun ve Korgeneral Nejat Bek'in de aralarında bulunduğu 29 asker hakkında ise yakalama emri çıkarıldı. Mahkeme, 50 generalin de aralarında bulunduğu 163 sanığın "kuvvetli suç şüphesi", "delillerin henüz tam olarak toplanamamış olması", "sanıkların konumları itibariyle delillere etki yapma ihtimali " "adli kontrol hükümlerinin suç şüphesi olmayacağı" gerekçesiyle tutuklanmasına karar verildiğini açıkladı. Mahkeme ayrıca gazeteci Abdurrahman Dilipak, Hamza Türkmen Rıdvan Kaya, Abdurrahman Koçoğlu Özgür Düşünce ve Eğitim Hakları Derneği ile Hukukçular Derneği'nin suçlamadan doğrudan zarar görme ihtimalleri nedeniyle davaya müdahil olma taleplerini kabul etti.[70]
Tutuklamanın ardından muhalefet partileri yargının siyasallaştığını, mahkemelere hükumet tarafından kendisine yakın hâkimler atandığını, durumdan kaygı duyduklarını açıklarken, hükumet partisi tutuklamalara destek veriyor, suçsuz olan varsa mahkeme sürecinde aklanırlar diyordu.[71]
Tutuklama kararının ardından Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner orduevinde Balyoz davasında haklarında tutuklama kararı çıkarılan sanıkların yakınlarıyla buluştu. Harbiye Orduevi’nden sonra Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Dolmabahçe’deki Başbakanlık Çalışma Ofisi’nde bir araya geldi. Görüşmeye Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül de katıldı.[72]
Yaşananlar gerek iç basın, gerekse dış basın tarafından yeni bir kavram ile anlatılmaya başlandı. O zamana kadar askeri vesayet kelimesine alışmış olan kamuoyu artık sivil vesayet diye yeni bir kavram ile tanışıyordu. Sivil vesayet ile kastedilen Fethullah Gülen Cemaati idi. İddialar, bu olayın bir komplo olduğu ve komplonun arkasında bu cemaatin olduğu yönündeydi. Hükumet ve yargı ise bu cemaatin ardına düşmüş durumda deniliyordu.[73]
Yasal çerçevede elleri kolları bağlı olan tutuklu yakınları bundan böyle uğradıkları haksızlıkları kamuoyuna duyurmak için sokak gösterilerine başlama kararı aldılar.[74]
Bu arada gazetelerde Büyükanıt ve Başbuğ paşaların da tutuklanacaklarına dair iddialar dolaşmaya başladı.[75]
Askerler arasında gerilim oluşmuş, artık dönemin Genelkurmay Başkanı ve Kara Kuvvetleri komutanı açıkça eleştirilmeye başlanmış ve mahkemeye çağırılıp ifade vermeleri istenmekteydi. Askeri çevrelerde oluşan baskı Hilmi Özkök’ü etkilemiş olacak ki yine basına röportaj veriyor ve ‘’Uykularım kaçıyor.”, “Benim gözümde hepsi tertemiz.”, “Eğer bir hataları varsa yargı sürecinde belli olur.” diyordu.[76]
Sokağa inme kararı alan tutuklu subayların eşleri Emekli Subaylar Derneği’nin de desteğiyle Anıtkabir’i ziyaret ediyor ve olanları Ata’ya şikâyet ediyorlardı.[77]
Yargılama süreci ve davalar oldukça hareketli geçiyordu. Çetin Doğan bu planın kimin tarafından hazırlandığını bildiğini, kanıtlar somutlaşınca bunu açıklayacağını, iddia edilen plan evraklarında birçok konunun askeri yöntemlere uymadığını, bunların polisin yaptığı değişiklikler olduğunu iddia ediyor, iddianamedeki CD’nin sonradan oluşturulduğunu ve sahte olduğunu, darbe yapılacak olsa bunun Ankara’dan yapılacağını, Ankara’daki hükumeti devirmek için İstanbul’da plan yapıldığı iddiasının tutarsız bir iddia olduğunu söylüyordu.[78] Dönemin Genelkurmay Başkanı’nın (Hilmi Özkök) Mayıs 2003’ün son haftasında bir harp oyunu sonrasında kendisi ile yalnız konuşmak istediğini, kendisine 1’nci Ordu içinde bazı emekli orgenerallerin ve bazı sivillerin de bulunduğu bir grup tarafından “ihtilal” hazırlıkları yapıldığı yolunda bilgiler geldiği ve bunun doğru olup olmadığını sorduğunu anlatan Doğan, bu soruya, “Ben daima meşru sınırlar içerisinde bulundum ve bulunmaya devam edeceğim” diye yanıt verdiğini söyledi.[79] Doğan ayrıca; kuvvet komutanlarına da 1’inci Ordu’da darbe planlandığına dair ihbarlar gittiğini ama kimsenin elinde belge olmadığını, bu ihbarların kendisinin sert bir komutan olduğu için kendisine karşı olanlar tarafından yapıldığını açıklıyordu.
Bu sırada Taraf gazetesi Wikileaks’in Türkiye ile ilgili belgelerini yayımlamaya başladı. Bu yayınlara göre; dönemin ABD Büyükelçisi Robert Pearson’un 2003’te ülkesine gönderdiği belgede, dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ile diğer generaller arasındaki anlaşmazlık olduğu anlatılıyor, dönemin Genelkurmay 2’nci Başkanı Yaşar Büyükanıt için “İkili oynuyor” yorumu yapılıyordu. Robert Pearson imzalı, 6 Haziran 2003 tarihli telgrafta şöyle deniliyordu: ‘’Üst rütbeli generallerin Özkök’ün daha sabırlı ve mantıklı olan çizgisine olan itirazları da yatışmış görünmüyor. Savunma ve ulusal güvenlik konularında irtibatta olduğumuz kişiler, Özkök’e karşı olduğunu söyledikleri yedi generali şöyle isimlendiriyorlar; Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman, Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur, 1’inci Ordu Komutanı Çetin Doğan, Ege Ordu Komutanı Hurşit Tolon, 2’nci Ordu Komutanı Fevzi Türkeri ve MGK Genel Sekreteri Tuncer Kılınç.’’[80]
Bu sırada milletvekili seçimleri yaklaşıyor, hem iktidar hem de muhalefet partileri bu dava ve diğer askeri personelin yargılandığı davaları seçim propagandalarına taşıyorlardı. Hükumet bu davalar için; devlet demokratikleşiyor şeklinde propaganda yaparken muhalefet ise bu davaların hükumet ve cemaatin komploları olduğunu söylüyor ve bazı sanıkları milletvekili adayı olarak göstermeye hazırlanıyordu. Çetin Doğan da İstanbul 2’nci bölgeden bağımsız milletvekili adayı olduğunu açıkladı.[81]
Tutuklu eş ve yakınları ‘’Vardiya bizde’’ adıyla bir grup kurmuşlar ve her hafta bir araya gelerek büyük şehirlerin önemli mekânlarında açıklamalar yaparak eşlerini desteklemeye çalışıyorlardı.[82]
Asker karşıtı, hükumet ve cemaat taraftarı gazetelerden sonra muhalif gazetelerde de vikileaks belgelerinin Türkiye ile ilgili bazı bölümler yayımlandı. Buna göre belgelerde şunlardan bahsedilmekteydi: Türk generaller, AKP’den ve seçilmiş Tayyip Erdoğan’ın davranışlarından büyük rahatsızlık duymaktadır. Erdoğan güçlü bir müttefikimizdir. Generallerin bu tutumu Amerikan menfaatlerinin korunması açısından engelleyicidir. Orgeneral Hilmi Özkök’ün sadakatli duruşu sahiplenilmelidir. Muhalif orgeneraller, Orgeneral Hilmi Özkök’ün çizgisine itiraz etmektedirler. Erdoğan kendisine desteğin devamı halinde ABD’nin bir müttefiki olarak Ortadoğu ve Irak dâhil olmak üzere Türk hava sahasını, kara ve demir yolları ile Mersin ve İskenderun limanlarını kullanımımıza açacağını taahhüt etmektedir. Ancak Türk ordusundaki üst rütbeli subaylar tarafından sürekli engellenmek istenmektedir. Amerikan menfaatlerine karşı çıkan Aytaç Yalman, Şener Eruygur, Çetin Doğan, Hurşit Tolon, Fevzi Türkeri, Tuncer Kılıç, Yaşar Büyükanıt; Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’ün emir ve talimatlarına uymadıkları gibi her an muhtıra verebilirler. Bu bakımdan değerlendirildiğinde güçlü bir medya grubunun oluşturulmasına acilen ihtiyaç duyulmaktadır. Bu konu Recep Tayyip Erdoğan ile paylaşılmış olup gereğinin değerlendirileceği hakkında olumlu değerlendirmelerin yapıldığı ve yapılacağı teyidi alınmıştır.
Muhalif gazeteler, ABD Ankara Büyükelçisi Robert Pearson 22 Mart 2003’te Washington’a çektiği iddia edilen yedi sayfalık telgrafta yukarıdaki değerlendirmelere yer verdiğini belirterek, Taraf Gazetesi’nin Wikileaks belgeleri arasından çıkan bu telgrafın bazı bölümlerini sansürlediğini söylüyor ve Balyoz dâhil devam eden davaların hükumet-cemaat ve ABD işbirliği ile Silahlı Kuvvetleri etkisizleştirmek için yapılan operasyonların uzantısı olduğunu savunuyorlardı.[83]
Dava ile ilgili olarak hukukçular arasında da fikir ayrılıkları bulunmaktaydı. Mesela; İstanbul 11’inci Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Şeref Akçay, “Balyoz Planı” davası kapsamında tutuklu bulunan eski 1’inci Ordu Komutanı emekli Orgeneral Çetin Doğan, emekli Koramiral Kadir Sağdıç ve Deniz Kurmay Albay Dursun Çiçek’in de aralarında bulunduğu 47 sanığın tahliyesinin oy çokluğuyla reddedildiği karara muhalefet şerhi koydu.  Dava kapsamında haklarında tutuklama ve yakalama kararı verilen 162 sanık avukatınca yapılan itiraz başvurularını 1 Mart’ta reddeden İstanbul 11’inci Ağır Ceza Mahkemesi heyetinin bu kararına da muhalefet eden Şeref Akçay,  “tutukluluk hallerinin devamı kararlarının kaldırılmasına’’ yönelik taleple ilgili verilen yeni karara ilişkin muhalefet şerhi yazısında önceki gerekçelerini sıraladıktan sonra şöyle dedi: “Dosyadaki delil durumu; mevcut CD’ler ve CD’lerin dökümü, CD’lerin sonradan yapıldığına dair ve sahte olabileceğine dair bilirkişi raporları ile CD’lerin sahte olmadığına dair bilirkişi raporlarıdır. Kuvvetli suç şüphesini gösteren olguların bulunması; sanıkların planlarda adlarının bulunması, delillerin henüz toplanmamış olması; hangi deliller toplanacaktır. Duruşmaların yapıldığı günden beri 29 duruşma yapılmış, dosyadaki mevcut delillerin dışında sanıkların suçlarının sübutuna ilişkin delil toplanması yönünde herhangi bir ara kararı verilmemiştir. Atılı suçun CMK 100’üncü maddedeki suçlardan olması kişilerin mutlaka tutuklanması manasına gelmemektedir. Bunun en güzel örneği de yine dosyanın kendisidir. Çünkü iddianamedeki tüm sanıklar hakkında aynı maddelerden dava açılmıştır. O halde tüm sanıklar yönünden atılı suç katalog suç olarak kabul edildiğine göre ve bir insan katalog suçtan dolayı dava açıldığı için tutuklanacaksa tüm sanıkların tutuklanması gerekirken bir kısmı tutuklanmamıştır. Dolayısı ile tutuklanan sanıklara atılı suçun katalog suç olduğunu belirterek tutuklama gerekçesi yapmak kendi içinde çelişki oluşturmaktadır. Ayrıca belirtilen sebeplerden dolayı adli kontrol hükümlerinin uygulanmasının yetersiz kalacağı gerekçesinde ise, hangi sanık için hangi adli kontrol sisteminin düşünüldüğü ve bunun da hangisinin yine hangi sanık nedeniyle yetersiz kalacağı izah edilmeden karar verilmiş bulunmasının izah edilir bir yönü yoktur. Çünkü sanıklardan bir kısmı halen ordunun üst düzeyinde görev yapan kişilerdir. Bir kısmı emeklidir.  Siz her bir sanığın özel durumunu dikkate almadan ve hangi adli kontrol hükmünün hangi nedenle yetersiz kalacağını belirtmeden adli kontrol sisteminin yetersiz kalacağını söylerseniz bunu insan vicdanı kabul etmez. Sanıklara isnat edilen eylem 5 - 7 Mart 2003’te yapılan ve 162 kişinin katıldığı 1’inci Ordu’daki toplantıdır. Savcılık iddianamesinin 89 ile 101 sayfalar arasında sanıkların suçunun hukuken ne olabileceği tartışılmış teşebbüsün özellikleri, gönüllü vazgeçmenin özellikleri tek tek belirlenmiş ve sonuç olarak sanıkların eylemi TCK’nın 147. maddesinde belirtilen suça teşebbüs olduğu, kabul edilerek bu maddeden dolayı kamu davası açılmıştır. Burada cevaplandırılması gereken ve bu davanın temelini oluşturan bir soru vardır ve bu soruya hukuken cevap verilmediği müddetçe bu dava sonuçlanamaz, iddianamede de bu soruya herhangi bir cevap verilmemiştir. Sorulması gereken soru sanıkların 5 - 7 Mart 2003’teki toplantıdan sonra bu eylemlerini devam ettirecek herhangi bir faaliyette bulunmuşlar mıdır? Herhangi bir icrai faaliyette bulunmuşlar mıdır? sorusudur. Gerek iddianamenin tümünde gerek iddianame açılana kadar dosyaya konulan CD’lerde, gerek iddianameden sonra Gölcük’te çıktığı belirtilen dosyalarda bu tarihten sonra sanıkların eylemleri devam ettirdiğine dair veya bu iradeyi taşıdıklarına dair herhangi bir delil yoktur. Çiçek’in başka bir suçtan dolayı tutuklu olup cezaevinde bulunduğu, bu dosyadan tutuklanmadığı takdirde nasıl kaçma şüphesi olacağı, nasıl delil karartacağı, nasıl tanıkları etkileyeceğinin anlaşılmamış olması da göz önüne alınarak itiraz eden sanıkların durumları ve itiraz gerekçeleri dikkate alınarak yapılan inceleme sonucu yukarıda belirtildiği gibi; tutuklanmayacağına karar verilmesi gerekirken, duruşmanın başında savunmalar dahi alınmadan tutuklanmaları, sanıkların anayasa ve yasalarla, ayrıca AHİM sözleşmesi ile korunan, doğul ve insani hakları olan adil yargılanma haklarını ortadan kaldırdığından, itirazların kabul edilmesine ve sanıkların serbest bırakılmasına karar verilmesi görüşünde olduğum için sayın çoğunluğun görüşüne katılmıyorum.”[84]
Dava kapsamında ifade veren eski Hava Kuvvetleri Komutanı Halil İbrahim Fırtına’da; iddianamedeki tutarsızlıkları anlatıyor, kendisinin yaptığı iddia edilen Oraj Hava Planı diye bir plan hazırlamadığını, kendisine isnat edilen suçların bazılarının işlendiği iddia edilen tarihlerde kendisinin emekli olduğunu, Balyoz planının yapıldığı iddia edilen tarihte Çetin Doğan’ın emekliliğine birkaç ay kaldığını, yakında emekli olacak bir general ile böyle bir darbe planı yapıldığının iddia edilmesinin de mantıksız olduğunu, konunun aydınlatılması için dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’ın ifadesine başvurulması gerektiğini söylüyordu.[85]
Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek te; iddianamedeki evraklarda imza bulunmadığını, bu evraklarda kendisinin görevi olarak Donanma Komutanı yazıldığını, hâlbuki kendisinin o tarihte donanma komutanı olmadığını, evrakların düzmece olduğunu, kendilerine tuzak kurulduğunu, eski KKK’ı Aytaç Yalman’ın ifadesine başvurulmasının olayın aydınlatılması açısından gerekli olduğunu söylüyordu.[86]
Bazı basın organları da, tutuklanan general sayısının çokluğuna vurgu yapıyor, Hasdal’da Balyoz Planı iddiasıyla tutuklu bulunan muvazzaf generallerin sayısının 30 olduğu, bu sayının Genelkurmay Başkanlığı’nda görev yapan general sayısından fazla olduğu belirtiliyordu. O dönemde; Genelkurmay Karargâhı’nda 28, Hava Kuvvetleri Komutanlığı Karargâhı’nda 16, Kara Kuvvetleri Komutanlığı Karargâhı’nda 15, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Karargâhı’nda 8, Jandarma Genel Komutanlığı Karargâhı’nda 8, EDOK Komutanlığı Karargâhı’nda 7 ve Sahil Güvenlik Komutanlığı Karargâhı’nda 2 general ve amiral görev yapıyordu.[87]
Milletvekili seçimlerinde aday olan tutuklu generallerden Engin Alan MHP’den milletvekili seçildi. Bu durum diğer tutuklu milletvekilleri ile birlikte onun da durumunun ne olacağına dair yeni bir tartışma başlattı.[88]
Cemaate yakın bir köşe yazarının Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Yüksek Askeri Şura’da ustalığını göstereceğini” yazdığını belirten emekli Korgeneral Metin Yavuz Yalçın ise; “Yüksek Askeri Şura’da TSK şekillendirilecekmiş. Oraya oturan arkadaşlarımız şaibeli olacak.” diyordu.[89]
Davalar sırasında verilen ifadelerden yeni bazı tutarsızlıklar ortaya çıkıyordu. Mesela bir emekli general; görevde olduğu sırada Çetin Doğan ile arasında sürtüşme olduğunu, Çetin Doğan’ın kendisini irticacı diye suçladığını ve terfi etmesini engellemeye çalıştığını, aralarının bu yüzden bozuk olduğunu ama mahkemede Çetin Doğan ile birlikte darbe planlamaktan suçlandığını, bunun apaçık bir çelişki olduğunu söylüyor, Çetin Doğan da bu sürtüşmeyi doğruluyordu.[90]
Dava duruşmaları esnasında ortaya çıkan tutarsızlıklara karşı savcılar da bazı CD’leri ve eski Deniz Kuvvetleri Komutanına ait olduğu söylenen bazı notları ortaya atarak ikinci bir iddianame hazırlamışlar ve bu iddianamede; ‘’O dönemde Kara Kuvvetleri Komutanı olan Aytaç Yalman’ın baskı uygulanarak istifa ettirileceği, yerine Çetin Doğan’ın K.K.K. olacağı, baskın kişiliği ile Hilmi Özkök’ü etkisiz hale getirmesinden sonra onun da istifa edeceğini ve Çetin Doğan’ın Genelkurmay Başkanı olacağını, hükumete baskı ve darbe yapılacağını’’ iddia ediyorlardı.[91]
Davalar devam ederken Ağustos ayı başında YAŞ toplantısı sonucu Silahlı Kuvvetlerin yeni komuta kademesi belirleniyor ve yeni Genelkurmay Başkanı (Eski Başkan ve bazı generallerin terfi toplu olarak öncesi istifa etmesinin de bir sonucu olarak)Nejdet Özel oluyordu. Daha önce disiplinsizlik sebebiyle hemen her toplantıda ordudan bazı personel atılırken bu YAŞ’ta disiplinsizlik sebebiyle atılan olmadı.[92]
Bu sırada devam eden “Deniz Feneri” soruşturmasındaki ve “Hizbullah davasındaki” tahliye kararları Balyoz davası sanıklarının avukatları tarafından emsal gösterilerek tahliye talebinde bulunmuş ancak Mahkeme, şüphelilerin üzerlerine atılı suçun vasıf ve mahiyeti, mevcut delil durumu ve tutuklulukta geçen süre, tutuklama sebeplerinde herhangi bir değişiklik bulunmamasını dikkate alarak sanıkların tutukluluk hallerinin devamına karar vermişti.[93]
Savunmalarındaki argümanlarının dikkate alınmadığını söyleyen bazı sanıklar; 2002-2003 yıllarında Genelkurmay Başkanı olarak görev yapan emekli Orgeneral Hilmi Özkök, eski Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, eski Kara Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Aytaç Yalman, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Bülent Alpkaya, eski Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Cumhur Asparuk’un tanık olarak dinlenmesini talep ettiler.
Talepler bölümünde Çetin Doğan söz aldı. Balyoz Planına ilişkin bir gazetede haberin çıkması üzerine, seminerin gerçek yüzünü TV’lere çıkıp tek tek anlattığını belirten Doğan şöyle devam etti: “Devletin resmi kurumlarında, buna Genelkurmay Başkanlığı da dahil, darbe planlarına ilişkin herhangi bir bilgi olmadığına göre Sayın Başbakan’ı darbe planı hakkında bilgilendirenin ‘sahte planları yapanlar’ dışında kimse olamayacağı açıktır. Sayın Başbakanın kandırıldığı açıktır. Maddi gerçeğin yani sahte belge üreten çetenin ortaya çıkarılması için Sayın Başbakan’ın ifadesine başvurulması gerekmektedir.”[94]dedi.
Bu arada emekli olan eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ da “İrtica ile Mücadele Eylem Planı” davası kapsamında tutuklandı. İlker Başbuğ’un özel yetkili mahkemede mi, yoksa Yüce Divan’da mı yargılanması gerektiği konusunda tartışma çıktı. Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarının başladığı dönemde, Askeri Ceza Kanunu uyarınca, askeri mahalde işlenen suçların yargılamasının askeri mahkemelerce yapılması gerektiğini savunuyordu. Ancak 2010’daki anayasa değişikliği bu konuyu netliğe kavuştururken, Yüce Divan tartışması başlattı. Anayasanın “askeri yargı” ile ilgili 145’inci maddesine, “Devletin güvenliğine, anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlara ait davalar her halde adliye mahkemelerinde görülür.” hükmü eklenerek bu suçların her koşulda “sivil yargının” görev alanında olduğu belirtildi. Ancak 148’inci maddeye, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının görevleriyle ilgili suçlardan Yüce Divan’da yargılanacağı hükmünün konulması, hangi suçun görev suçu olduğu ve yargılamanın hangi sivil mahkemede yapılacağı tartışmasına yol açtı. Yüce Divan’da yargılama hakkı tanınan siviller ve askerler arasında farklı düzenlemeler bulunması da kafaları karıştırdı. TBMM, isimleri çete ve yolsuzluk operasyonlarında geçen eski Başbakan Mesut Yılmaz, eski bakanlar Cumhur Ersümer, Koray Aydın gibi isimlerin anayasanın 100’üncü maddesi uyarınca Yüce Divan’da yargılanmasına karar verdi.
Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları için savcılıklara soruşturma yapma imkânı verilmesi ise askerlerin durumunu farklılaştırıyordu. Bu durum, savcılıklara, hangi suçun görev suçu olduğu tartışması yürütme imkânı tanıyordu. Özel yetkili savcılıklar ise anayasal düzeni değiştirme, hükümeti ortadan kaldırmaya çalışma, terör örgütü kurma gibi sivillerin de işleyebileceği suçlarla ilgili soruşturma görevinin kendilerine verilmiş olmasından hareketle, üst düzey askerler hakkında da görevde olsun ya da olmasın işlem yapabiliyordu. Bu durum, Yüce Divan’da yargılanma hakkı tanınan askerlerle siviller arasında fiili bir farklılık yaratıyordu.
Eski Hava Kuvvetleri Komutanı İbrahim Fırtına ve eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek kuvvet komutanlarına görev suçlarından dolayı Yüce Divan‘da yargılanma imkanı tanıyan anayasa değişikliğinden sonra Yüce Divan’da yargılanma talebinde bulunmuş ancak bu talep mahkemece reddedilmişti. İtiraz da üst mahkemece reddedildi. Başbuğ’un Yüce Divan talebi geri çevrilirken de bu karara atıf yapıldı.
3’üncü Balyoz Davası’nın, “Balyoz Planı” ana davasıyla birleşmesinin ardından 249’u tutuklu, 116’sı tutuksuz olmak üzere sanık sayısı 365’e çıkmıştı. Yapılan yeni duruşmada tanık olarak dinlenilmelerine karar verilen Orgeneral Bekir Kalyoncu, emekli orgeneraller Yaşar Büyükanıt ve İlker Başbuğ’un 2 Mart’ta yapılacak duruşmada hazır bulunmaları için tebligat çıkarıldı. Bunların, 2 Mart’ta yapılacak duruşmada hazır bulunmaları için ilgili yerlere yazı gönderdi.[95]
Bu kişiler belirlenen tarihteki duruşmada; tanık olarak dinlendi. Tanık olarak dinlenilen Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Bekir Kalyoncu, 5-7 Mart 2003 tarihinde 1’inci Ordu Komutanlığı'nca düzenlenen seminere Genelkurmay Başkanlığı'nı temsilen katıldıklarını belirterek, gözlemci olarak katılanların tespitlerini rapor haline getirdiklerini söyledi. Kalyoncu, seminer sonuç raporunda imzasının olduğunu hatırlatarak, "Plan semineri oyun şeklinde yapılır. Bir senaryo vardır. Senaryoya göre durum daha da kötüleştirilir. Ben herhangi bir olağanüstülük fark etmedim." diye konuştu.
Orgeneral Kalyoncu'nun ardından duruşmada, 1’inci Ordu Plan Semineri 2003 Gözlemci Raporu’nda Genelkurmay Harekât Başkanı olarak imzası bulunan emekli Korgeneral Köksal Karabay tanık olarak dinlenildi. Mahkeme Heyeti Başkanı Ömer Diken'in, "Sizin sonuç raporunda imzanız var. Seminerde olağanüstü görüşme yapıldığına yönelik bir şüpheye vardınız mı?" sorusuna Karabay, "Raporu okudum. Herhangi bir şüpheye kapılmadım" cevabını verdi.
Duruşmada daha sonra, 1’inci Ordu Komutanlığı’nca 5-7 Mart 2003 tarihinde düzenlenen seminerin gözlemci sonuç raporunu 26 Mart 2003'te imzalayan eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın tanık olarak dinlenilmesine geçildi. Yaşar Büyükanıt, Genelkurmay 2. Başkanı olarak kendisine sunulan seminer sonuç raporunu imzaladığını hatırlatarak, "Seminer planları, harp oyunlarıyla ilgili gözlemcilerin hazırladığı raporlar, üst komutanlıklara silsileler yoluyla gönderilir. Sonuç raporu, 2003 yılı Mart ayında Genelkurmay 2’nci Başkanı olarak bana sunuldu. Raporu imzaladım. Raporu imzalamak, içeriğinin onaylandığı anlamına gelmiyor. Raporun Genelkurmay usullerine uygun olup olmadığı, uygun şekilde hazırlanıp hazırlanmadığına bakılır. Raporu imzalayıp Genelkurmay Başkanı'na arz ettim. Bu rutin bir işlemdir.", "Raporu Genelkurmay Başkanı'na arz etmeden önce hukukçulara incelettik, görüş aldık. İçeriğine bakınca da hukuk dışı herhangi bir şey olmadığı kanaatine varıldı. Savaş kapsamında senaryolar yaratır, oynarsınız ama bu o ülkeye taarruz edeceksiniz anlamına gelmez. Bu kapsamda olduğunu söyleyebilirim. Raporlarda alınan tedbirler olabilir. Bu raporu bu kapsamda bir belge olarak görebiliriz." dedi.[96]
Bu duruşmadan sonra dünyanın en önemli ekonomistlerinden Paul Krugman, ABD’de yayımlanan New York Times’daki köşesini kayınpederi Çetin Doğan Balyoz davası kapsamında yargılanan Harvard Üniversitesi profesörü Dani Rodrik’e ayırdı. SSCB lideri Josef Stalin’in 1936-1937 yılları arasında muhalifleri göstermelik yargıladığı Moskova Davaları’na göndermeyle “Boğaz’da Moskova Davaları” başlığı verilen yazıda şu ifadeler kullanıldı: “Balyoz son 50 yılda Türkiye’de görülen en önemli dava. Aynı zamanda bir demokraside gerçekleşen en absürd dava. Sanıklara karşı kullanılan kanıtların sahte oldukları o kadar aşikâr ki bir çocuk bile bunu anlayabilir. Moskova davaları ve Ortaçağ’daki cadı avları bu davanın yanında solda sıfır kalır. Bu davanın arkasında Gülen Hareketi var. Gülen hareketinin hukuksal ayak oyunlarıyla ilgili uzun bir sicili var. Balyoz davasındaki savcılar ve polis Gülen sempatizanı. Başbakan Erdoğan yakın zamanda kendisini Gülen hareketinden uzaklaştırdı. Nedeni de partisinin hukuksal manipülasyonlardan duyduğu rahatsızlıktı. Gülen’in müttefiklerinin ve hükümetin hukukun üstünlüğü ilkesini ağır şekilde ihlal etmesinin siyasi sisteme verdiği zararın giderilmesi onlarca yıl alacak.”[97]
Bu gelişmelerin ardından mahkemede sonuç alamayacaklarını düşünen Hasdal Askeri Cezaevi’nde tutuklu bulunan ‘Balyoz Darbe Planı’ sanıkları Koramiraller Mehmet Otuzbiroğlu, Kadir Sağdıç, Korgeneral Mustafa Korkut Özarslan, Tümamiral Ramazan Cem Gürdeniz, Tuğamiral Mehmet Fatih İlğar, Kurmay Albay Ahmet Zeki Üçok‘un da aralarında bulunduğu 80 ‘Balyoz Darbe Planı’ sanıkları ortak bir dilekçeyle TBMM’ye başvurdu. Bilgi amaçlı olarak Ak Parti Genel Başkanlığı, CHP Genel Başkanlığı, MHP Genel Başkanlığı’na da gönderilen dilekçede, geçmişteki darbeler ve darbe teşebbüslerini incelemek üzere Meclis’te kurulan ‘Darbeleri Araştırma Komisyonu’nun ‘Balyoz Darbe Planı’nı da mercek altına alması istendi. Kendilerinin darbe teşebbüsü suçundan 20 yıla kadar hapis cezası ile yargılandığını vurgulayan subaylar, komisyon huzurunda ifade vermek istediklerini bildirdi.
2003 yılında dönemin 1’inci Ordu Komutanı Çetin Doğan liderliğinde darbe planlamakla suçlanan subaylar dilekçede, “Komisyonunuzca araştırılmasına karar verilen 12 Eylül 1980 darbesi ile ilgili olarak açılmış bulunan davada, sadece tutuksuz sanık iki emekli general hakkında kovuşturma sürdürülmekte iken, kamuoyunun da yakından bildiği üzere Balyoz Darbe Planı ile darbeye teşebbüs eyleminde bulunduğu iddiası kapsamında 250’si yaklaşık 15 aydır tutuklu olmak üzere 364 general, amiral, subay ve astsubay hakkında kovuşturma sürdürülmektedir. Araştırmalarınız içerisine dâhil edilmeye karar verildiği takdirde, komisyonunuzda ifade vermek üzere çağrılmayı talep ediyoruz. Huzurunuzda ifade vermemiz hukuken mümkün olmadığı takdirde, tutuklu bulunduğumuz Hasdal 3’üncü Kolordu Komutanlığı Askeri Ceza ve Tutukevi’nde hazır olacak komisyonunuz huzurunda yeminli olarak ve ya komisyonunuzca belirlenecek usuller dahilinde ifade vereceğimiz taahhüt ediyoruz” dediler.[98]
Balyoz Davası’nın 93. duruşmasında söz alan tutuklu sanık emekli Orgeneral Çetin Doğan, adil yargılanmadıkları gerekçesiyle AİHM’e yaptıkları başvurunun kabul edildiğini, bu konuda AİHM’in hükümete soru sorduğunu ve cevap beklediğini, ancak aksi yönde haberler çıkarıldığını söyledi. Dosyada bulunan delillerin değerlendirilmeden, bazı tanıklar dinlenmeden Cumhuriyet Savcıları Savaş Kırbaş ve Hüseyin Kaplan’ın 920 sayfalık mütalaayı mahkemeye sunmasını protesto eden sanık avukatları bu duruşmaya katılmadı.[99]
Balyoz savcıları, sanıkların işledikleri iddia edilen suç ile ilgili ortaya atılan ‘Darbe yapılmadığı için ceza verilemez’ görüşüne karşılık, “Balyoz Planı, planın icraya geçtiğinin en büyük delili niteliğindedir. Balyoz Planı’nda yer alan 5 ayrı aşama zaten planın icraya geçtiğinin delilidir” diye konuştular.
Ergenekon davasında tanık olarak dinlenen eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök sözleriyle tarihe not düştü. Özkök 3 Aralık 2003 tarihli toplantıya açıklık getirdi: “Ordu komutanlarının katıldığı toplantıda, Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman tarafından bir teklif olarak değil, bir hareket tarzı olarak ifade edildi.” Özkök, “Senaryonun amacını aşan biçimde, siyasi kişiler ve olaylar gerçekmiş gibi oynanması üzerine Kara Kuvvetleri Komutanı’na inceleme yaptırdığını” da açıkladı.
Balyoz davasının müteakip duruşmasında bazı sanıklar “İddianameye göre darbe suçunun teşebbüs aşamasında kalmasının yegâne tanığı olan ve bu sebeple kovuşturmada mutlaka dinlenilmesi gereken emekli orgeneral Aytaç Yalman’ı tanık olarak çağırmamak suretiyle CMK’nin 210.’uncu maddelerini ihlal etmiştir. Kendisi adeta mahkemeye bir şeyler söylemek istemekte, ancak gelmeye cesaret edememekte, siz de bir türlü çağırmamaktasınız.”[100] dediler.

Karar:
Uzun yargılama süreci sonunda 21 Ekim 2012 tarihinde mahkeme heyeti kararını açıkladı.  Silivri Cezaevi’ndeki duruşma salonunda 16 Aralık 2010’da başlayan, 250’si tutuklu 365 sanıklı “Balyoz Planı” davasında açıklanan karara göre; eski Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Halil İbrahim Fırtına, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Özden Örnek ve eski 1’inci Ordu Komutanı emekli Orgeneral Çetin Doğan’ı “Türkiye Cumhuriyeti icra vekilleri heyetini, cebren ıskat veya vazife görmekten cebren men etmek” suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırdı. Mahkeme, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını eski TCK’nın “cürme teşebbüs” başlığını taşıyan maddesi uyarınca 20’şer yıl hapis cezasına çevirdi. 78 sanık hakkında 18 yıl, 218 kişi hakkında 16 yıl, 1 kişi hakkında 15 yıl, 28 kişi hakkında ise 13 yıl 4 ay hapis cezası verildi. 3 kişinin dosyasını ayıran mahkeme, 36 sanığın ise beraatine karar verdi.
Org. Çetin Doğan karara; “Adalet mülkün temeli olmaktan çıkmış, zulmün temeli olmuştur. Bu ülkeye 50 yıl hizmet ettim. Çok sayıda madalyam var. Ancak bugün aldığım madalya bunların arasında en değerli olanıdır...” diyerek tepki gösterdi. İbrahim Fırtına ise; “Türkiye Cumhuriyeti’ne ve devletine ders olsun söyleyecek bir şeyim yok.” dedi.[101]
Kararın ardından bazı soruların cevapsız kaldığına dair basın organlarında yazılar çıktı. Karardan sonra davanın en büyük kanıtı olan dijital kayıtların mahkeme tarafından hangi gerekçeyle hükme esas alındığı tartışılmaya başlandı. Mahkemenin gerekçeli kararındaki ifadeler bu nedenle büyük tartışma yarattı. Aynı zamanda bilirkişi incelemesine gerek görülmemesi, verilerin sahteliğine ilişkin ortaya atılan iddialar nedeniyle karar daha çıkmadan da tartışılmaya başlanmıştı.  Mahkeme, bilirkişi incelemesini neden gerekli görmedi sorusuna mahkeme şu cevabı veriyordu: Gerekçeli kararda, bu konuda, mahkemenin delillerin doğruluğundan emin olduğu hallerde, bilirkişi raporuyla zaten bağlı kalmayacağı, yargıcın kararının esas olduğu vurgulandı. Bu yoruma dayanak oluşturan Yargıtay içtihatları sıralandı.
2003’te oluşturulan bir dosyanın Office programının 2007 versiyonunda hazırlanmasına gerekçeli kararda, Microsoft’un kamuoyuna açık kaynakları ve uzman görüşleri kanıt gösterildi. Buna göre, eski versiyon Office programında oluşturulan bir dosyanın yeni versiyonda açıldığında, yeni versiyonun tarihini taşıyacağı kaydedildi.
2003 tarihli seminer planında, 2007’de ismi değiştirilen sokak isimlerinin bulunması hakkında gerekçeli kararda “2003’teki krokilerde yer alan sokak isimlerinin bu sokaklara resmi olarak 2007 yılından sonra verildiği, krokilerin sonradan çizildiği iddia edilmiş ise de sokakların isimlerinin halk arasında resmiyete çevrilmezden önceki isimleriyle 40-50 yıldır kullanıldığı anlaşılmıştır” denildi.
Davada sanık avukatlarının dijital kayıtlar üzerinde oynama yapıldığına yönelik iddialarının en önemli dayanağını Genelkurmay’ın bu belgelerin tümünü doğrulamaması oluşturuyordu. Ancak mahkeme, kanıtların doğruluğuna kanıt gösterirken, Genelkurmay’da da asıllarının bulunduğuna yönelik bir ifade kullandı. Genelkurmay, bunun üzerine açıklama yaparken, mahkeme heyeti, açıklamanın kendilerini doğruladığını iddia etti.
Kararda, dijital verilerin ilk olarak gazeteci Mehmet Baransu tarafından verildiği belirtilerek, bu belgelerin dış müdahaleye açık olduğu ancak aynılarının Gölcük Donanma Komutanlığı’nda bulunduğu, Genelkurmay’ın da Gölcük’te bulunan belgeleri doğruladığı ifade ediliyordu.
Buna ek olarak, “Eskişehir’de sanık Hakan Büyük’te ele geçirilen dijitallerde bulunan taranmış belgelerin asıllarının ilgili birliklerde mevcut olduğu, Genelkurmay Başkanlığı’nca mahkememize bildirilmiştir” deniliyordu. Tartışma yaratan bölümde ise bu ifadelerin ardından, “Teslim edilen yazılı belgeler ile asıllarının Genelkurmay Başkanlığı tarafından askeri birimlerde asılları bulunduğu belirtilen, taranmış belgelerin de dijitaller içerisinde yer alması, delillerin doğruluğu konusunda sanıkların aksi yöndeki savunmalarını bertaraf ederek, mahkemede tam bir kanaat oluşturmuştur” denildi.
Genelkurmay açıklamasında, “Davanın soruşturma aşamasında İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın talebi üzerine, Genelkurmay’ın 22 Şubat 2010 tarihli yazısı ile 1’nci Ordu Komutanlığı’nda yapılan plan seminerinin ‘Balyoz Güvenlik Harekât Planı’ adlı bir bölümünün veya ekinin mevcut olmadığı; ayrıca, ‘Oraj’ ve ‘Suga’ isimli eylem planlarının ise bulunmadığı bildirilmiştir. Mahkemenin gerekçeli kararında ise; ‘Gölcük Donanma Komutanlığı ve Eskişehir’de sanık Hakan Büyük’te ele geçirilen dijitallerde bulunan taranmış belgelerin asıllarının ilgili birliklerde mevcut olduğu, Genelkurmay Başkanlığınca Mahkememize bildirilmiştir’ ibaresine yer verilmiştir. Bu ibareden yola çıkılarak, dava konusu tüm delillerin asıllarının bulunduğu ve Genelkurmay Başkanlığınca Mahkemeye gönderildiği şeklinde basında yer alan iddialar asılsızdır” ifadelerini kullandı.

Temyiz Süreci ve Yargıtay’ın Kararı:
Temyiz incelemesinde, Yargıtay’ın bilirkişi incelemesi yapılmaması, bazı çelişkilerin giderilmemesi gibi nedenlerle kararı bozabileceği, karar verildiği günden bu yana konuşuluyordu. Ancak ortaya çıkan asıl sorundan sonra, Genelkurmay ile mahkemenin açıklamaları birbirine uyumlu kabul edilse bile Yargıtay’ın, “Genelkurmay’dan ayrıntılı bir liste istenmesi”, “Belge asıllarının listesinin tam olarak getirtilmesi” gibi bir nedenle kararı bozabileceği de ifade ediliyordu. Bu tür bir bozma kararı ise davada usul ve esas işlemlerinin bütünüyle yenilenmesine neden olabilecek, Yargıtay’ın kararı doğrudan onaması halinde ise belgeler ve asılları ile ilgili tartışmalar bitmeyecek, dosya önce Anayasa Mahkemesi’ne, sonuç alınmazsa AİHM’ye taşınacak deniliyordu.[102]
Yargıtay 9’uncu Ceza Dairesi, Balyoz davasını inceledikten sonra kararını açıkladı. Çetin Doğan, Özden Örnek, Halil İbrahim Fırtına ile Engin Alan’ın da dâhil olduğu 237 sanık hakkında 6 yıl ile 20 yıl arasındaki hapis cezaları onandı. Balyoz davası, 3 yıl 8 ay 19 gün sonra Yargıtay 9’uncu Ceza Dairesi’nin kararını açıklamasıyla sona erdi. İstanbul 10’uncu Ağır Ceza Mahkemesi, davayı 21 Eylül 2012’de hükme bağlamış, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, 17 Haziran’da davayla ilgili tebliğini açıklamış, tebliğde, sanıklardan 67’si hakkındaki mahkûmiyet kararının bozulması, 35 sanık hakkında verilen beraat kararının onanması ve 1 sanık hakkındaki beraat kararının bozulması talep edildi. Tarihinde ilk defa “darbe” suçunu görüşen Yargıtay 9’uncu Ceza Dairesi, en uzun duruşmasını yaptı. Yargıtay 9. Ceza Dairesi, bir ay süren 17 oturumda, 96 sanık avukatını dinledi.[103]

Dava Sonrası Yaşananlar:
Bu arada dava bitmesine rağmen basın üzerinden Çetin Doğan ve Aytaç Yalman arasında karşılıklı atışma ve suçlamalar devam ediyordu. Aytaç Yalman, hakkındaki suçlayıcı açıklamaları yanıtlarken, eşine bile beddua ve hakaret edilmesine, cami avlusunda edep dışı saldırılara maruz kalmasına, kara propagandalara, dışlanmaya çalışılmasına ve itibarsızlaştırma kampanyalarına rağmen haksız yere suçlanan silah arkadaşlarını incitmemek için acılarla yaşamayı tercih edip sustuğunu vurguladı.
Gerçekleri kaleme aldığı kitapta anlatacağını vurgulayan Yalman, o dönem yaşananlarla ilgili olarak, örtülü biçimde dönemin Çetin Doğan’ı suçladı, eski Genelkurmay Başkanı Özkök’ü eleştirdi. Yalman, Özkök’ü örtülü biçimde eleştirirken, “Seminerdeki ses kayıtlarını Genelkurmay Başkanından öğrendiğimi, ses kayıtlarını görmediğimi ve bu konuda hiç kimseden araştırma yapmam istenmediğini özellikle belirtmek isterim. Esasen söz konusu ses kayıtları elime geçseydi karargâhım ile paylaşır, gerekli inceleme için hazırlıkları yapardım.” dedi. Aytaç Yalman; ‘’Sustukça kamuoyunda haksız olduğumuz algısı yaratıldı. Artık yeter demek istiyorum. Yapılan saldırılar haddini aşan ve kişilik haklarımı zedeleyecek bir noktaya gelmeseydi, her şeye rağmen bu açıklamayı yapmayacaktım EMASYA Planı’nın görüşüldüğünü, seminere gönderdiğim müşahit generalden öğrendim. Bunun üzerine Mart 2003 yılında yapılan bu emre itaatsizliği sorgulamak ve ilgilileri ikaz etmek için Ordu bölgesine gittim ve gereken ikazları yaptım Balyoz davası ile ilgili bilgi ve belgeye sahip olmadığımı, ses kayıtlarını görmediğimi ve bu konuda hiç kimseden araştırma yapmam istenmediğini özellikle belirtmek isterim. Seminerin icrası ile ilgili görüşlerime gelince, yazılı ve görsel basından izlediğim kadarı ile bu seminer emre aykırı olarak yapılan, muaşeret kurallarına uymayan, amacını ve haddini aşan bir kahramanlık gösterisinden başka bir şey değildir. Beni kamu vicdanında mahkûm etmeye çalışanlar karşısında onurlu ve dimdik durarak Silahlı Kuvvetler’e ve milletine hizmet etmiş bir insanın onurunu yaşadığımı samimiyetimle ifade etmek istiyorum. İnsanların kendini toplum indinde aklaması için başkalarının karalanmasına ihtiyaç olduğunu düşünmüyorum.
Balyoz adlı bir plan olup olmadığını, planla seminer arasında ilişki bulunup bulunmadığını bilmediğini kaydeden Yalman, “İfadelerim üç günlük seminerin bir gününde icra edilen seminer faaliyetleri ile ilgilidir. Bunun dışındaki bilgileri, ben de basından 2010 yılında öğrendim ve takip ettim.’’ dedi.
Balyoz davası sürecinde tanık olarak çağrılmaması, tanık olmak için başvurmaması, sanıkların davetiyle değil ancak mahkeme davetiyle tanık olabileceğini söylemesi nedeniyle zaman zaman sanık silah arkadaşlarının, avukatlarının ve ailelerinin eleştirilerine hedef olan dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök te, Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fikret Bila’ya yaptığı son açıklamada “Tanıklık yapsam da esas değişmeyecekti. Gitseydim bile dinlemezlerdi. Bunu Yargıtay söylüyor.” açıklamasını yaptı.
Özkök, “Görevdeyken ve sonrasında hiç kimseyi şikâyet etmedim. Görevdeyken bu konularda kimsenin burnu kanamadı, dava açılmadı ve tutuklama olmadı. Hepsinin pırıl pırıl olduğunu düşündüğümü basın yoluyla kamuoyuna açıkladım.” “Balyoz planı diye bir şey bilmediğimi, elimde bir belge bulunmadığını söyledim.” dedi. Özkök, açıklamasının devamında şunları kaydetti: “Ergenekon davası sırasında ifade verirken, bir avukat (babası her iki davada da sanık olan bir bayan avukat) Balyoz davasıyla ilgili bir soru sordu. Mahkeme Başkanı bakılan davayla ilişkili olmamakla beraber istersem cevap verebileceğimi söyleyince Balyoz davasına ilişkin olarak özetle şu ifadeyi verdim: Balyoz diye bir darbe planı duymadığımı, ancak emrimle rutin olarak yapılan plan seminerinde Ordu Komutanı’nın (Çetin Doğan) konuşması olduğunu iddia edilen bir ses kaydının, bilmediğim kişilerce bana ulaştırıldığını, bunu incelemesi için Ordu Komutanı’nın ilk amiri olan ve seminerin icrasını sağlayan Sayın Kara Kuvvetleri Komutanı’na (Aytaç Yalman) emir verdiğimi, anladığım kadarıyla seminerde en tehlikeli senaryo bölümünün maksadını aştığını, gerçek yer ve kişi adlarının kullanılmasının yanlış olduğunu ifade ettim. Bu ifadem resmi olarak Ergenekon davasına bakan mahkeme tarafından Balyoz davasına bakan mahkemeye gönderilmiştir.”[104]
Orgeneral Çetin Doğan, Yalman’ın “3 günlük seminerin bir gününde emrime aykırı olarak, EMASYA Planı’nın görüşüldüğünü, seminere gönderdiğim müşahit generalden öğrendim” ifadelerini ifade verdiği bir başka davada sanık kürsüsünden eleştirdi. Doğan, şunları söyledi: “Aytaç Yalman senaryo göndermiş seminere. Seminerde bunu oynamayın demedi, başka zaman oynayın dedi. ‘5-7 Mart tarihlerinde ise ‘Kuvvet 2010 göndereceğim, bunu oynayın’ dedi. Irak Tezkeresi’yle meşgul olduğundan bu Kuvvet 2010 Planı’nı gönderemediler. O dönemin Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı İlker Başbuğ tarafından olasılığı en yüksek senaryo gönderilmiştir. ‘Benim haberim yok’ diyorsa, Kara Kuvvetleri Komutanlığı koltuğuna niçin oturdu, anlamış değilim. TSK’da emir komuta zincirine isyan etme hakkı yoktur, başıbozukluk söz konusu değildir, orası Yeniçeri Ocağı değildir.” Doğan, “Aytaç Yalman neden simdi konuştu” sorusuna da, “Kendisine yönelecek muhtemel bir soruşturmayı önlemek için olabilir” yanıtını verdi.[105]
Aytaç Yalman, Çetin Doğan’ın terfi ettirdiğine pişman olduğunu açıklaması üzerine Çetin Doğan da Aytaç Yalman’ın kendi terfiini engellemeye çalışmakla suçladı.

Son durum:
Türkiye 17 Aralık tarihinde Halk Bankası Müdürü ve bazı bakan çocuklarının da katıldığı söylenen bir polis operasyonu ile yeni bir döneme girdi. 3-4 gün boyunca bu konuda hiçbir açıklama yapmayan hükumet nihayet bunun Fethullah Gülen cemaati ve dış güçlerin hükumet aleyhine düzenlediği bir komplo olduğunu, topluma bir psikolojik harekât yapıldığını açıkladı.
Cemaat ve hükumet arasında tansiyonu artarak karşılıklı beddualaşmaya kadar varan çatışmaların ardından AKP’li bir milletvekili ‘’paralel devlet’’ olarak tanımladıkları cemaat mensuplarının Türk Ordusu’na da geçmişte kumpas kurduğunu açıkladı. Bazı AKP’li milletvekilleri bu söze karşı çıksa da Başbakan bu sözün arkasında durdu. Barolar Birliği Başkanı ile görüşmesinden sonra da Balyoz dâhil tüm eski davalarda yeniden yargılama yapılabileceğini ve bu konuda bir çalışma başlattıklarını açıkladı.
Genelkurmay Başkanı da, muvazzaf ve emekli Silahlı Kuvvetler mensuplarına kumpas kuruldu açıklamaları üzerine hukuki işlem başlatarak bu kumpası kuranlar hakkında suç duyurusunda bulundu.
Şimdi tüm kamuoyunda bu son gelişmeler tartışılmaya devam etmektedir.

Değerlendirme ve Sonuçlar:
Konu tüm açılardan incelendiğinde şu sonuçlar çıkarılabilir:
-Uzun yıllar süren iç güvenlik harekâtı orduyu yıpratmış ve zayıf duruma düşürmüştür. Tamamen teröre kanalize olan ve aslında içişleri bakanlığının sorumluluğunda olan iç güvenlik konusunu kendi üzerine alan Silahlı Kuvvetler gün geçtikçe güçlenen siyasal İslam ve Tarikat/Cemaat gruplarına karşı zayıf düşmüş, iki cephede verilen mücadelede hatalı davranışlar içine girmiştir.
-28 Şubat süreci denen gelişmeler orduyu yıpratmış, en soldan en sağa ve en geleneksel İslam’dan en radikal İslam’a kadar çok geniş kitlelerde orduya karşı bir tepki oluşmasına sebep olmuştur. Post modern darbe denilen vakıa daha sonra görev yapacak ordu mensuplarına kötü bir miras olarak bırakılmıştır.
-TSK içinde; tarikat, cemaat ve siyasal İslamcı yapılanmalara karşı mücadele edilirken hatalı olarak sıradan dindar insanlara da müdahale edilmiş ve laiklik karşıtı kitlenin büyümesine sebep olunmuş, kamuoyunda Ordu’nun din karşıtı olduğuna dair bir imaj yaratılmıştır.
-Ordu içinde ABD politikalarına karşı bir çekince oluşmuş, Irak’ın işgalinin ardından tüm Türk kamuoyunda olduğu gibi orduda da ABD karşıtı bir hava ortaya çıkmış, bu durum başta Irak’ta olmak üzere tüm alanlarda ABD ve Türk ordusu arasında genel bir güvensizlik havası oluşturmuştur. İki ordu artık birbirlerini güvenilir bir müttefik olarak görmemeye başlamıştır. Bu durum ise iki ordu arasında alttan alta bir mücadeleyi de beraberinde getirmiştir.
-ABD’nin Süleymaniye’de Türk askerlerinin kafasına çuval geçirmesi sadece Türk ve ABD ordusu ilişkilerinde değil Türk kamuoyunda da büyük etkiler yaratmıştır. Bu olayla ABD, kendi açısından gerekli gördüğü mesajları verirken bu durum iç kamuoyunda ise; güçlü, yenilmez, ölür ama teslim olmaz Türk Ordusu imajını zedelemiş, insanların beyninde Orduya karşı duyulan güven ve iç alternatif güç odaklarında ise orduya karşı duyulan korku azalmaya başlamıştır.
-Bazı generallerin; Türkiye’nin yeni uluslararası ilişki seçenekleri olduğundan bahsetmesi, merkeze klasik ittifak ilişkileri yerine Türkiye ve onun çıkarlarını koymaları, Rusya, Çin ve İran hakkında değişik işbirliği senaryoları ortaya atmaları, ABD ve AB ile Türkiye’de geleneksel batı ittifakını savunanların kafasında şüpheler uyandırmış, ordu içinde Avrasyacı subayların olduğu şeklinde yorumlar yapılmıştır. Bu Avrasyacıların özellikle Özel Kuvvetler Komutanlığı bünyesinde yoğunlaştığı iddiaları ise dikkatleri özellikle ÖKK’na celb etmiştir.
-Dava sürecinde ortaya çıkan gelişmelerden de anlaşıldığı gibi o dönemde Silahlı Kuvvetlerin zirvesinde bulunan komutanlar arasında bir çatışmanın olduğu, birlik ve beraberliğin ortadan kalktığı görülmektedir. Görünen o ki gerek asker-siyaset ilişkileri açısından, gerekse uluslararası durumu okuma açısından ordu üst kademesi en az üç grup halinde bölünmüş ve kendi aralarında uzun süre bir soğuk savaş yaşamışlardır. Bu çekişmede kişisel anlaşmazlıklar da etkili olmuş görünmektedir.
-Bazı emekli generallerin, ADD yönetimine girerek politik faaliyetlerde bulunmaları, başta İşçi Partisi olmak üzere bazı Avrasyacı, ulusalcı ve milliyetçi çevrelerle işbirliği içine girmeleri; hem ABD ve AB’de, hem de yurt içinde tarikat-siyaset-ekonomi ve basın dünyasındaki güç odaklarında endişe uyandırmış, bu grupların düzenlediği ve büyük kalabalıkların katıldığı Cumhuriyet Mitingleri ise bardağı taşıran son damla olmuştur.
-Cumhurbaşkanlığı seçiminde, Silahlı Kuvvetlerin bir siyasi parti gibi davranarak seçime müdahale etmesi ve kimin cumhurbaşkanı olacağını belirlemeye çalışması ise hem hükumette, hem de kamuoyunda çok büyük bir tepkiye sebep olmuş, halkın büyük bir kesimi seçimle işbaşına gelen insanlara devlet görevlilerinin müdahalesini kendi iradesine müdahale olarak algılamıştır. Bu algının yaratılmasında hükumet ve basın da etkili bir rol oynamıştır. Bu olay artık Ordu için dönüm/doruk noktası olmuştur. Bu esnada MHP’nin hükumetin arkasında durması sonucu hükumet kendi adayında diretmiş ve ordu buna karşı hiçbir şey yapamayınca artık doruktan düşüş kaçınılmaz hale gelmiştir. (Burada bir noktayı belirtmekte fayda var. O zaman Büyükanıt ve Erdoğan arasında yapılan Dolmabahçe görüşmeleri halen tartışılmakta ve neler konuşulduğu hakkında değişik spekülasyonlar yapılmaktadır. Ben, çok yetkili sivil ağızlardan burada konuşulanlar hakkında şunları duydum: O toplantıda; Büyükanıt’ın belirttiği ‘’Sözde değil özde laik cumhurbaşkanı’’ talebi tartışılmış. Hükumet, hem laiklik talebini karşılayacak, hem de hükumeti zor durumda bırakmayacak AKP’den adaylar önermiş ve sonuçta o zamanki Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün Cumhurbaşkanlığı konusunda anlaşılmış. Bu aday AKP içinde çok tartışmaya sebep olsa da sonuçta kabul görmüş. Ancak MHP genel başkanı; seçimlerin meclisin işi olduğunu, dışarıdan müdahalelere karşı olduklarını ve hükumetin adayını saygıyla karşılayacaklarını belirterek hükumetin arkasında durunca hükumet mutabakatı bir kenara bırakıp son gece Abdullah Gül’ü aday göstermeye ve ordunun restini görmeye karar vermiş. Hatta bu geceki toplantıda Bülent Arınç, kendisinin aday gösterilmesi beklentisi içinde olduğundan büyük bir heves içine girmiş. Ancak Abdullah Gül ismi üzerinde mutabık kalınınca buna biraz bozulmuş ve Manisa’da yaptığı parti toplantılarında kürsüde konuşurken bu konuyu ima ederek ‘’Hakkımı yediler.’’ diye ağlayarak bu durumu kendi ilinin partililerine şikâyet etmiş. Bu ağlama faslı Manisa’da kahvehane köşelerinde hala konuşulmakta ve kendisi hakkında olumsuz yorumlar yapılmaktadır. Vecdi Gönül ise, aday olarak açıklanacağından emin bir şekilde beklerken, Abdullah Gül kararına çok şaşırmış ancak yine de durumu sükûnetle karşılamış.)
-Yargı sürecinde baskınlar, iddialar, gazete ve internet yayınlarının üst üste gelmesi ile neye uğradığını şaşıran ve biraz geç te olsa bu durumun kendisine karşı planlı bir operasyon olduğu sonucuna varan TSK; bu tür bir saldırıya karşı hazırlıksız olarak yakalandığını fark etmiş, stratejik psikolojik harekâta maruz kaldığı sonucunu doğru bir şekilde çıkarmış ancak uygun hareket tarzları geliştirememiş, örümcek ağına takılmış bir kelebek gibi telaşla çırpınmış ancak bu çırpınışlar beklediğinin aksine kurtulmasına fayda etmemiş ve yuvalarında gizlenen örümceklere saldırmaları için uygun bir hedef olduğu sinyallerini vermekten başka bir işe yaramamıştır.
-Tüm çevrelerce yapılan tam saha pres karşısında, artık direnmek için bir çare bulamayan TSK, son tepkisini 2011 yılında başta Genelkurmay Başkanı olmak üzere tüm kuvvet komutanlarının istifa etmesi şeklinde göstermiş ancak bu durum TSK’nın artık teslim olduğu şeklinde yorumlanmış ve bu andan itibaren görünürde tüm güç hükumetin ellerine, geri planda ise bu mücadele de hükumetin arkasında duran güçlere geçmiştir.
-Bu mücadelede ordunun karşısında; ön planda hükumet ve bir nebze cemaat görünmekle beraber, ordunun güçten düşürülmesini çıkarları açısından faydalı gören tüm yerel ve uluslararası güç odakları, kişisel sebeplerle orduya karşı nefret duyan yazar çizer takımı, geçmiş dönemlerdeki darbelerde kendisi veya yakınları zarar görmüş, bu durum kendisinde travma yaratmış bazı kişiler, yeni gelişmeleri doğru okuyup güce yakın durarak bundan kişisel çıkar sağlamayı hedefleyen çıkarcılar ve başta PKK olmak üzere bazı terör örgütlerine kadar çok çeşitli ve aslında birbiriyle uyuşmayan birçok çevre hep beraber hareket etmiştir. Ancak görünen grupların bu kadar kapsamlı bir operasyonu yürütme kapasitesine sahip olduğunu sanmıyorum. Çünkü çok senkronize ve başarılı bir operasyon yapılmıştır. Ben bu operasyonun planının çok profesyonel bir ekip tarafından yapılıp ilk hareketin başlatıldığını ve daha sonra arka planda kalınarak oyuna katılan tüm çevrelerin hareketlerinin senkronize ve koordine edildiğini düşünüyorum. Bunun kim olduğunun tahminini de okuyucuya bırakıyorum.
-Ordu ise pek fazla bir destek bulamadığı gibi temel askeri stratejileri bile kullanamamıştır. Bir defa dünyadaki ve Türkiye’deki gelişmeleri tam olarak okuyamamış ve kendisini buna uygun olarak dönüştürememiştir. Saldırı başlamadan önce, kendi hataları sonucu, karşısındaki grubun çok fazla büyümesine sebep olmuştur. Tehdidi başlangıçta doğru bir şekilde tespit edememiş, uygun hareket tarzlarını seçememiş ve çok fazla zaman ve mevzi kaybetmiştir.
-Kendi içinde güven ortamı kuramamış, yapılan psikolojik harekat etkili olmuş, orduda herkes birbirinden şüphe eder hale gelmiştir. Bu da savunmasının insicamının bozulmasına sebep olmuştur.
-İnisiyatifi ele alamamış ve sadece reaktif bir şekilde hareket etmeye çalışmıştır. Ancak art arda gelen saldırılarla dengesi bozulmuştur.
-Asimetrik tehditlere karşı savunmasız kalmıştır. İnternet siteleri üzerinden yapılan saldırı ve itibarsızlaştırma faaliyetleri ile birçok mensubunu yitirmiştir.
-Sonuçta TSK; İlker Başbuğ’un deyimiyle Asimetrik Psikolojik Savaş, Ümit Özdağ’ın deyişiyle de Enformasyon Harbi uygulamaları sonucunda savaşı kaybetmiştir.
-Bu davalar sonunda verilen kararlarla TSK içinde; ABD ve AB çizgisine yakın olmayan, cemaat ve tarikatlar açısından tehlikeli görülen, hükumete de her zaman itaat etmeyebileceği düşünülen tüm kadrolar tasfiye edilmiştir. Bu da, bilindiği gibi, bazı kişilerin işlediği bazı suçlar temel alınarak ortaya atılan ve tutarsızlığı birçok defa ispatlanmış sonradan üretilmiş belgelerle, bu istenmeyen (özellikle kurmay subay ve generaller) kişiler bu davalara bir şekilde monte edilerek (kumpas kurularak); ya hapsedilmek, ya emekli olmaları sağlanmak veya pasifize edilmek suretiyle yapılmıştır.
-Benim kanaatime göre; askerlere karşı açılan diğer davalar gibi ‘’balyoz davası’’ da hukuki bir dava olmaktan çok siyasi bir dava niteliğinde cereyan etmiştir. Siyasi davalarda da hukuk değil konjonktürel güçler ve politikacıların beklentileri esas alınır. Hedef kitle bir şekilde suçlu ilan edilerek tasfiye edilir. Burada da o olmuştur. Eğer bu davalar kamuoyuna takdim edildiği gibi demokratikleşmek maksadıyla darbelerin yargılanması ve darbecilerin cezalandırılması için açılmış davalar olsaydı; hiçbir zaman uygulamaya geçmemiş ve varlığı kesin olarak ispatlanamamış bir darbe planı üzerinden değil, 12 Eylül darbesi ve 28 Şubat ‘’post modern’’ darbesi gibi fiiliyata geçmiş darbeler üzerinden yürütülürdü. Ama sırf kamuoyunu tatmin etmek için bu darbelerle ilgili olarak açılan davalarda şimdiye kadar hiç kimse herhangi bir ceza almamıştır.
-2011 yılı YAŞ toplantısından sonra TSK tamamen yenilgiyi kabul ederek düşük bir profil izlemeye başlamıştır. Bu durum ise bu mücadelenin mağdurları nezdinde tepki toplamıştır. Ancak tüm bunlara rağmen Genelkurmay sükûnetini korumaya devam etmiştir.
-Genel olarak Nejdet Özel’in izlediği uyumlu ve düşük profilli davranış biçimi eleştirilmekle birlikte bence uygulanabilecek en uygun davranış biçimi olmuştur. Çünkü savunma imkânı kalmamışken harekete geçmek kuvvetin elden çıkmasına sebep olur. Biraz sessiz kalıp gelişmeleri takip etmek, toparlanmak  ve çıkacak fırsatları değerlendirmek üzere hazırlanmak daha iyidir.
-Nitekim bu fırsatlar da yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır. Hükumet zafer sarhoşluğu ile fütursuzca hareket ederken çok önemli bir hususu gözden kaçırdığını fark etmeye başlamış ancak bunda oldukça geç kalmıştır. Kastettiğim konu mücadeledeki müttefikleri ile ilgilidir. Eğer konu iktidar ise zaferi kazananın hiç unutmaması gereken bir şey vardır. Bu tür savaşlarda bu günkü müttefikin yarınki en büyük rakibin/düşmanın olacaktır. Bu sebeple iktidarı ele geçirenler ittifak içinde oldukları kişi veya kurumları fazla güçlendirmemelidir. Çünkü kim en fazla güçlenirse iktidar ona geçer ve devleti de o yönetir. Başlangıçta çıkar birliği sayesinde kurulan ittifak ta çıkarlar çatışınca hemen bozulacaktır. Nitekim hükumet te; çıkarların çatışmaya başlaması yüzünden önce AB ve ABD tarafından, sonra eski solcular tarafından ve daha sonra da liberaller tarafından terk edilmiş, en son olarak ta hükumetin de desteğiyle aşırı güçlenerek devleti perde arkasından yönetir duruma gelen cemaat ile de kanlı bir çarpışmaya girmek zorunda kalmıştır. İlginçtir ki şu anda hükumete demeçleri ile destek veren tek oluşum PKK ve onun siyasi uzantısıdır.
-Artık kartlar yeniden dağıtılmaktadır. Eski müttefikler düşman olurken kendini yeterince güçlü hissetmeyen hükumet yeni müttefikler arama peşine düşmüştür. Daha iktidara geldiği ilk günden itibaren kamuoyunun önemini kavrayan hükumet son krizden sonra da kendisine bağlı basın sayesinde algı yönetimini oldukça başarıyla yürütmüş ve komploya maruz kaldığı inancı oluşturmayı başarmış, büyük sermaye sahiplerinin bazılarını kaybetmekle birlikte Anadolu sermayesi ve kendi zamanında zengin olan sermayedarların büyük kısmının sadakatini muhafaza etmiş durumdadır. Bu yolsuzluk operasyonundan sonra kısa sürede kendini toparlamış, emniyette ve yargıda hızlı ve sert tedbirler alarak gücünü ve kararlılığını göstererek ilk tehlikeyi şimdilik savuşturmayı başarmış görünmektedir. Bu gelişmelerden sonra orduya kumpas kuruldu söylemiyle TSK’yı ve bazı eski düşmanlarını da yanında olmaya teşvik etmektedir. Son günlerdeki TSK’nın kendi personeline kumpas kurulduğuna dair suç duyurusu da bu girişimin bir karşılık bulduğu yönündeki ilk işaretlerdir. Barolar başkanının başbakanla görüşmesi ve sonrasında yaşanan gelişmeler de aynı kapsamda değerlendirilebilir.
-Tüm bu davalar aslında sadece; Türkiye’de yaratılmaya çalışılan bir dönüşümde, bu dönüşüme direnen güçlerle dönüşümü isteyen güçler arasında ortaya çıkan iktidar savaşının cephelerinden ibarettir. Bu savaşta mağdur olan çok sayıda insan ortaya çıkmıştır. Ancak en büyük mağduriyeti,  ‘’Devletin bekası ve milletin refahından başka hiçbir düşüncesi olmayan, hiçbir suç işlemeyen ve politik veya kişisel hiçbir bir çıkar beklentisi içinde olmayan ama bir dönemle birlikte tasfiye edilmesi gerektiği düşünülen’’, düşük rütbelerdeki vatansever subaylar ile bazı sivil şahsiyetler yaşamıştır.





[1] Prof. Dr. Ümit Özdağ, http://www.21yuzyildergisi.com/assets/uploads/files/111.pdf.
[2] Milliyet.com.tr, 21 Ocak 2010, http://siyaset.milliyet.com.tr/5-bin-sayfalik-darbe-plani-iddiasi/siyaset/siyasetdetay/21.01.2010/1188746/default.htm
[3] Bila, Fikret, 21 Ocak 2010, http://siyaset.milliyet.com.tr/ozkok-izzet-i-ikbal-ile-gundemden-cekildim/fikret-bila/siyaset/siyasetyazardetay/21.01.2010/1188707/default.htm
[4] Milliyet.com.tr, 22 Ocak 2010, http://siyaset.milliyet.com.tr/tutuklananlar-stadyumlara-doldurulacak/siyaset/siyasetdetay/22.01.2010/1189186/default.htm
[5] Milliyet.com.tr, 21 Ocak 2010, http://siyaset.milliyet.com.tr/-balyoz-a-suc-duyurusu/siyaset/siyasetdetay/21.01.2010/1188847/default.htm.
[6] Milliyet.com.tr, 21 Ocak 2010, http://gundem.milliyet.com.tr/o-general-meydan-okudu/gundem/ gundemdetay/ 21.01.2010/ 1189006/default.htm
[7] Akyol, Taha, Milliyet Gazetesi, 29 Ocak 2010, http://siyaset.milliyet.com.tr/azinliklari-denize-dokmek-/taha-akyol/siyaset/siyasetyazardetay/29.01.2010/1192187/default.htm
[9] Birand, Mehmet Ali, 22 Ocak 2010, http://gundem.milliyet.com.tr/balyoz-olayi-tsk-ya-agir-darbe-indirdi-/mehmet-ali-birand/guncel/gundemyazardetay/23.01.2010/1189460/default.htm
[12] Akyol, Taha, 25 Ocak 2010, http://siyaset.milliyet.com.tr/hem-nalina-hem-mihina/taha-akyol/siyaset/ siyasetyazardetay/26.01.2010/1190758/default.htm
[14] Cemal, Hasan, 27 Ocak 2010, http://siyaset.milliyet.com.tr/mit-mustesari-1-ordu-da-her-sey-hazir-ihtilale-hazirlaniyorlar-/hasan-cemal/siyaset/siyasetyazardetay/27.01.2010/1191215/default.htm
[15] Bila, Fikret, 03 Şubat 2010, http://siyaset.milliyet.com.tr/cetin-dogan-in-bekledigi-yanit/fikret-bila/siyaset/ siyasetyazardetay/03.02.2010/1194210/default.htm
[18] Birand, Mehmet Ali, 23 Şubat 2010, http://gundem.milliyet.com.tr/cumhuriyet-tarihinde-bir-ilk-yasaniyor-/mehmet-ali-birand/guncel/gundemyazardetay/24.02.2010/1203038/default.htm
[19] Cemal, Hasan, 23 Şubat 2010, http://siyaset.milliyet.com.tr/sancili-ve-sikintili-bir-surec-ama-bir-normallesme-sureci-/hasan-cemal/siyaset/siyasetyazardetay/23.02.2010/1202701/default.htm
[20] Zeybek, Namık Kemal, 27/01/2010,  http://www.radikal.com.tr/yazarlar/namik_kemal_zeybek/cetin_ dogan_alevi_mi-976902
[21] http://siyaset.milliyet.com.tr/13-tutuklama-daha/siyaset/siyasetdetay/25.02.2010/1203655/default.htm,25 Şubat 2010
[31] Bila,Fikret, 13 Mart 2010,  http://siyaset.milliyet.com.tr/istifayi-hic-dusunmedik/fikret-bila/siyaset/ siyasetyazardetay/14.03.2010/1211063/default.htm
[34] http://siyaset.milliyet.com.tr/genelkurmay-baskani-nin-uzulmesini-hic-istemem/devrim-sevimay/siyaset/siyasetyazardetay/19.03.2010/ 1213434/ default.htm.
[37] http://siyaset.milliyet.com.tr/o-zaman-dava-actirsin/siyaset/siyasetdetay/08.04.2010/1222079/default.htm
[39] Civaoğlu, Güneri, http://siyaset.milliyet.com.tr/mitoz-bolunme/guneri-civaoglu/siyaset/siyasetyazardetay/10.04.2010/1223167/default.htm
[40] http://siyaset.milliyet.com.tr/o-zaman-dava-actirsin/siyaset/siyasetdetay/08.04.2010/1222079/default.htm.
[84] http://siyaset.milliyet.com.tr/vicdan-kabul-etmez/siyaset/siyasetdetay/07.04.2011/1374339/default.htm
[87] http://gundem.milliyet.com.tr/hasdal-ordusu/gundem/gundemdetay/01.06.2011/1397055/default.htm
[88] http://gundem.milliyet.com.tr/tebrik-eden-azdi/gundem/gundemdetay/14.06.2011/1402198/default.htm
[92] http://siyaset.milliyet.com.tr/yas-ta-3-kritik-karar/siyaset/siyasetdetay/04.08.2011/1422619/default.htm.
[95] http://gundem.milliyet.com.tr/kalyoncu-buyukanit-basbug-2-mart-ta-mahkemede-olacak/gundem/gundemdetay/17.02.2012/1504081/default.htm
[96] http://gundem.milliyet.com.tr/ilker-basbug-genelkurmay-baskani-hicbir-zaman-yalan-soylemez-/gundem/gundemdetay/02.03.2012/1510416/default.htm
[97] http://gundem.milliyet.com.tr/-gulen-in-verdigi-zarar-yillarca-gecmeyecek-/gundem/gundemdetay/14.03.2012/1514942/default.htm
[98] http://gundem.milliyet.com.tr/balyoz-u-arastirin/gundem/gundemdetay/16.05.2012/1540765/default.htm
[99] http://gundem.milliyet.com.tr/basvurum-aihm-de-kabul-edildi/gundem/gundemdetay/05.05.2012/1536398/default.htm
[100] http://gundem.milliyet.com.tr/balyoz-da-yine-aytac-yalman-konusuldu/gundem/gundemdetay/04.09.2012/1590937/default.htm
[101] http://gundem.milliyet.com.tr/ve-balyoz-indi-komutanlara-ceza-yagdi/gundem/gundemdetay/22.09.2012/1600179/default.htm
[102] http://gundem.milliyet.com.tr/10-soruda-balyoz-davasi-muammasi/gundem/gundemdetay/10.01.2013/1653420/default.htm
[103] http://gundem.milliyet.com.tr/yargitay-da-darbe-dedi/gundem/detay/1775379/default.htm
[104] http://gundem.milliyet.com.tr/emrime-itaat-edilmedi/gundem/detay/1786608/default.htm
[105] http://gundem.milliyet.com.tr/-tsk-yeniceri-ocagi-degildir-/gundem/detay/1787201/default.htm

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder