.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

13 Ocak 2014 Pazartesi

Balyoz davasının iç yüzü.



Balyoz Davası’nda; iddialar, davanın gelişme süreci ve sonuçlarının değerlendirilmesi başlığı ile bir yazı yazmıştım. Bu yazı çok uzun olduğundan okumayanlar için dava sürecini kısaltarak, olayın öncesi ve  sonrası ile çıkardığım sonuçları burada tekrar yayımlıyorum. Ben bu yazıyı yazdıktan sonra Prof. Ümit Özdağ'ın ''Kendi Ülkesinde Kuşatılan Ordu'' isimli kitabını aldım. Henüz yarıya geldim ama gördüğüm kadarıyla benzer sonuçlara ulaşmışız. Konuya ilgi duyanlar bu kitabı da okuyabilirler.

Giriş:
Balyoz davasını incelemeden önce, davada kendilerine darbe yapılacağı iddia edilen AKP hükumetinin iktidara gelmesinden davanın açıldığı tarihe kadar geçen süre içinde meydana gelen bazı gelişmeler hakkında genel bir bilgi vermenin konunun anlaşılmasına yardımcı olacağını düşünüyorum. Burada, darbe yapacağı iddia edilen Silahlı Kuvvetler merkeze konularak Silahlı Kuvvetler ile iç ve dış bazı odaklar arasındaki ilişkiler ve kamuoyunda ortaya çıkan bazı önemli gelişmeler kısaca anlatılacak ve genel bir başlangıç durumu ortaya konulacaktır.
2003 yılında ABD askerlerinin Türkiye üzerinden Irak’a girmesi ile ilgili tezkere onaylanmamış, ABD çevreleri bu olayda Türk Ordusu’nun ağırlığını ortaya koymadığına dair eleştirilerde bulunmuşlardır. Bu tarihten itibaren de ABD ve Türk Ordusu arasındaki ilişkiler giderek kötüleşmiş ve karşılıklı olarak genel bir güvensizlik ortaya çıkmıştır.
ABD Irak’ı kısa sürede işgal etmesine rağmen Irak’ta bir türlü istikrarı sağlayamamış, Irak her gün onlarca eylemin yapıldığı kaos içinde bir ülke haline gelmiştir. ABD’nin en büyük müttefiki olan kuzeydeki Kürt oluşumu ile Türkiye arasında sürtüşmeler de hat safhaya çıkmış ve ABD bu süreçte kendisini hayal kırıklığına uğrattığını düşündüğü Türkiye ve Türk Ordusunun değil, Kürt oluşumunun yanında yer almıştır.
Başlangıçta daha çok güneyde yoğunlaşan direniş giderek kuzeye doğru genişlemiş ve dünyanın dört bir yanından dini motivasyonlu terör örgütlerinin Irak’a militanlarını göndermesi ile iç karışıklık ülke çapında yayılmış ve içinden çıkılmaz hale gelmiştir. Kuzey Irak’ta yavaş yavaş bağımsızlığa giden bir yapının ortaya çıkması ve Türkiye’nin bu gelişmelerden duyduğu rahatsızlığı dillendirmeye başlamasıyla birlikte, Kuzey Irak’ta bulunan Türk askeri varlığı Kürt oluşumu tarafından varlığına tehdit oluşturan bir sorun olarak telakki edilmeye başlanmıştır.  ABD de; bu askeri varlığın Türkmenler ve Sünni Araplarla kendi çıkarlarına aykırı bir işbirliği içinde olduğunu değerlendirdiğinden bu Türk askerlerinden rahatsızlık duymaya başlamıştır. Bu dönemde Türk askerlerinin Türkmenleri ve bazı diğer grupları silahlandırdığına ve bu durumun ülkedeki istikrarı daha da kötüleştirdiğine dair ABD askerleri tarafından bazı uyarılar yapılmıştır. Bu uyarıların ardından,  4 Temmuz 2003 tarihinde ABD askerleri Talabani’ye bağlı peşmergelerle işbirliği içinde, Süleymaniye kent merkezinde bulunan Türk Özel Kuvvet Merkezine bir baskın düzenlemiş ve 3’ü subay 8’i astsubay 11 Türk askerini esir alıp başlarına çuval geçirerek Kerkük’e götürmüşlerdir. Bu olayın ardından Türk hükumeti kamuoyuna, ABD’ye nota verildiğini açıklıyor ancak oldukça düşük profilli ve pasif bir tepki gösteriyor, bu durum da yurt içinde tepkilere sebep oluyordu.
Tüm bu gelişmelerin sonucunda, bu gerginliklere paralel olarak, Türk Ordusu’nda, soğuk savaşın hemen ardından belirmeye başlayan ABD politikalarına karşı bazı olumsuz söylemler artmaya başlıyordu. Bazı generaller yaptığı açıklamalarda (Mesela Orgeneral Tuncer Kılıç’ın 2002 yılında Harp Akademileri Komutanlığı’nda yaptığı konuşma); Türkiye’nin değişik alternatifleri olduğunu, uluslararası politikalarda İran, Rusya ve Çin gibi devletleri de dikkate alan yeni politikalar geliştirmesi gerektiğini açıklıyor, bu durum ise Türk Ordusu’nda Avrasyacı subay ve generallerin olduğu iddialarını gündeme getiriyordu. Bu iddiaya göre, Türk Ordusu içinde, genel olarak Özel Kuvvetler içinde yoğunlaşan “Avrasyacı-Rusçu” bir klik vardı. [1]
Ancak iddialar ne olursa olsun ABD’nin artık Türk Ordusu’nun gözünde güvenilir bir müttefik olarak görülmediği kesin gibi görünüyordu. Bu durum ABD ve Türk subaylarının çeşitli vesilelerle bir araya geldiği ortamlara da yansıyordu. Türk subayları NATO toplantılarında bazı ABD tavırlarına sert tepki koyuyor, Kerkük’te irtibat elemanı olarak bulunan bir Türk subayı, ABD subayları ile fazla samimi pozlar verip bu olayın resimleri basına sızınca Özel Kuvvetlerden atılıyordu.
Silahlı Kuvvetler bu dönemde karşı karşıya geldiği bir iç mesele olan dini cemaatler ile de bazı sorunlar yaşıyordu. Silahlı Kuvvetlerin savcıları etkileyerek ve bazı internet siteleri kurarak cemaatlere karşı faaliyette bulunduğu iddiaları 1990’lı yılların sonlarından itibaren kamuoyuna yansımaktaydı. Ordunun temel iddiası; Fethullah Gülen Cemaati’nin başta emniyet olmak üzere devletin tüm kademelerine sızmaya çalıştığı, kritik yerlerin kendi adamlarının eline geçmesi için gizli çalışmalarda bulunduğu, devleti dolaylı olarak ele geçirmek niyetinde oldukları şeklindeydi. Cemaat ise bunu sürekli olarak reddetmiş ve kendilerinin sadece bir hizmet hareketi olduğunu söylemiştir. Hatta 28 Şubat sürecinde orduyu dolaylı yönden destekler şekilde demeçler bile vermişlerdir.  Ordu ise bu tezine uygun olarak YAŞ toplantılarında cemaat/tarikatlarla bağlantılı subay ve astsubayları disiplinsizlik sebebiyle ordudan uzaklaştırarak cemaatin orduda yapılanmasına engel olmaya çalışmıştır. Ancak artık hükumet eski hükumetlerin aksine bu ihraçları sorgulamaya başlamıştır.
1999 yılı Haziran ayında ulusal televizyon kanallarında yayınlanan bazı video görüntüleri Gülen’in Türkiye'de laik düzen yerine şeriata dayalı bir İslam devleti kurmak için taraftarlarını teşvik ettiği suçlamalarına neden oldu. Bunun üzerine, 22 Ağustos 2000 tarihinde aleyhinde dava açılmış, 2006 yılında bu davadan cürüm ve şiddete başvurarak teşekkül oluşturduğuna dair delil olmadığından beraat etmiş, bu karar 2008 yılında Yargıtay Ceza Genel Kurulunca oybirliği ile onanmıştır. 1999 yılı Mart ayında sağlık sorunları nedeni ile Amerika Birleşik Devletleri'ne giden Gülen ise, o tarihten bu yana, ABD'nin Pensilvanya eyaletinde yaşamaktadır.
Ordu ve Hükumet ilişkilerine bakacak olursak; 2002 sonunda tek başına iktidar olan AKP,  Orgeneral Hilmi Özkök’ün Genelkurmay Başkanı olduğu dönem içinde Ordu ile doğrudan bir çatışmaya girmeden uyumlu olarak çalışmıştır. Özkök’ü AKP’ye karşı “fazla uysal ve tavizkâr” bulan bazı kesimler Yaşar Büyükanıt’ın görevi devralması ile hükümete karşı daha kararlı tepkiler gösterilmesi gerektiğini söylemeye başladılar. Ancak Erdoğan ve Büyükanıt ilişkisi, iki yıl boyunca genel olarak her iki tarafın da çok kontrollü davranışları ile büyük bir sorun yaşanmadan geçti. Ancak; 27 Nisan 2007 gecesi TSK’nın bir e-muhtıra ile cumhurbaşkanlığı seçimlerine müdahale etmesi ilişkileri tekrar gerdi. Kamuoyu desteğini arkasına alan hükumet bu muhtıraya sert bir şekilde cevap verdi. Bundan sonra ordu ve hükumet arasında kontrollü bir gerginlik yaşanmaya başladı. Başbakan’ın 5 Mayıs 2007 günü İstanbul Dolmabahçe’deki çalışma ofisinde Büyükanıt’la baş başa görüşmesinden sonra gerginlik kısmen yatışmaya başladı.  22 Temmuz 2007 seçimlerinden sonra Abdullah Gül’ün Çankaya’ya çıkmada ısrar etmesine rağmen bir süre sonra PKK’nın yeniden ve etkili bir şekilde saldırılarına başlaması hükümet ile ordu arasında işbirliği ve birlikte çalışmayı zorunlu kıldı. Hükümetin yetki almasına rağmen sınır ötesi harekâtı geciktirmesi de değişik spekülasyonlara sebep oldu ancak esas olarak Erdoğan’ın türbanla ilgili anayasal düzenlemelere gitmesi gerilimi artıran esas unsur oldu. Bu dönemde ortaya çıkan; Yüksekova’da sivil görünümlü bir askeri araca PKK taraftarlarının saldırması ve Büyükanıt’ın oradaki askeri personeli koruyucu beyanları, ardından da Ergenekon davasının etkileri sonucu Ordu hükumet ilişkileri tekrar gerilimli bir sürece girmiştir.
Burada diğer bazı gelişmelerden de bahsetmek gerekiyor. Türkiye 2006 yılından itibaren sansasyonel bazı hukuki ve toplumsal olayları yaşamaya başladı. 17 Mayıs 2006 günü, Danıştay 2’nci dairesine Alparslan Arslan isimli şahıs silahlı saldırı düzenledi. Saldırı sonucunda, bir üye öldü, dört üye ise yaralandı. Saldırı ile bağlantılı olarak açılan soruşturma kapsamında ilk olarak 20 Mayıs 2006 günü, malulen emekli olmuş bir asker olan Muzaffer Tekin tutuklandı. Dava açılan şahısların sorgulanmalarına başlanmasının ardından tüm basında Ergenekon ismiyle, hükumete darbe yapmak ve yasadışı faaliyetlerde bulunmak üzere bir suç örgütünün varlığından bahsedilmeye başlandı.
Bu olaylardan sonra ülkede gerilim iyice arttı. Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaştıkça başta Cumhuriyet Halk Partisi olmak üzere bazı muhalefet partileri erken seçim kararı alınması ve cumhurbaşkanının yeni meclisçe seçilmesi çağrısı yapmış fakat AKP bu fikri kabul etmemiştir.
12 Nisan 2007’de, Genelkurmay Başkanı, "Cumhuriyetin temel değerlerine, devletin üniter yapısına, laik demokratik devlete sözde değil özde bağlı bir cumhurbaşkanının seçileceğini umut ediyorum." açıklamasını yapmış, bu da yeni bir gerilime sebep olmuştur.
Nokta dergisi, 29 Mart 2007 tarihinde, Atatürkçü Düşünce Derneği genel başkanı Şener Eruygur'un, Jandarma Genel Komutanlığı sırasında hükûmeti devirmek amacıyla Sarıkız ve Ayışığı isimleriyle darbeler planladığını iddia eden bir yazı yayımlamış,   5 Nisan 2007'de de; "Günümüzdeki sivil eylemler ne kadar sivil" başlıklı haberinde protesto mitingleri düzenleyen bazı sivil toplum örgütlerinin Türk Silahlı Kuvvetleri ile olan ilişkileri ve TSK'nın sivil toplum kuruluşlarını psikolojik savaş aracı olarak gördüğüne dair bir yazı yayınlamıştır. Bunun üzerine, 13 Nisan 2007'de,  Nokta Dergisi binasına Askeri Mahkeme kararıyla baskın düzenlenmiş ve derginin bilgisayarlarına el konulmuştur.
Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan veya başka bir Millî Görüş kökenli siyasetçinin olası cumhurbaşkanı adaylığına karşı Ankara, İstanbul, İzmir gibi büyük şehirlerde, 2007 yılının Nisan ve Mayıs aylarında "cumhuriyetine sahip çık" sloganıyla milyonlarca kişinin katıldığı Cumhuriyet mitingleri düzenlenmeye başlandı. Mitinglerin ilki 14 Nisan 2007'de, Cumhurbaşkanlığı seçiminden iki hafta önce Ankara'da yapıldı. İkinci miting 29 Nisan'da İstanbul Çağlayan meydanında oldu. Üçüncü ve dördüncü mitingler 5 Mayıs'ta Manisa ve Çanakkale'de yapıldı. Beşinci ve son miting ise 13 Mayıs'ta İzmir'de yapıldı. Mitinglerde atılan sloganlar sadece hükumet karşıtı olmakla kalmıyor, cemaat ve tarikatlar ile ABD’yi de hedef alıyordu. En çok tekrarlanan sloganlar şunlar idi: ‘’Ne ABD ne AB Tam Bağımsız Türkiye. Ne şeriat ne darbe tam bağımsız Türkiye. Mustafa Kemal'in Askerleriyiz.’’
Mitingler; CHP, DSP, GP, İP, SHP gibi siyasi partiler ve ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği), AKUT, Cumhuriyet Kadınları Derneği, ÇYDD (Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği), Çarşı (taraftar grubu), DİSK, İstanbul Barosu, KESK, Türkiye Gençlik Birliği gibi sivil toplum kuruluşları, meslek örgütleri ve sendikalar tarafından destekleniyordu. Mitinglere birçok sanatçı, aydın ve gazeteci de destek verdi. Bu geniş destek yelpazesi içinde yapılan mitinglerin ana düzenleyicisi ise başında bazı emekli askerlerin bulunduğu Atatürkçü Düşünce Dernekleri idi.
İşte bu hükumet aleyhtarı kitlesel gösterilerin tam ortasında polis ve savcılar eliyle bazı sansasyonel operasyonlar yapılmaya başladı. 12 Haziran 2007'de bir ihbar üzerine Ümraniye'de bir gecekonduda operasyon yapıldı. 27 adet el bombası ve TNT kalıpları ele geçirildi. Gecekondu sahibi ve yeğeninin ifadelerinden sonra art arda bazı tutuklamalar yapıldı. Tutuklananlar arasında; bazı emekli general, subay ve astsubaylar, iş adamları, gazeteciler, avukatlar, mafya örgütü üyesi olduğu söylenen kişiler ve ADD mensupları bulunuyordu.
2008 yılında tutuklamalar, İşçi Partisi ve onun basın organları mensuplarına, bazı ünlü gazetecilere, eski üniversite rektörlerine, ADD başkanı emekli generallere ve Ankara Ticaret Odası Başkanına kadar genişletildi. Bunun ardından birçok yerde aramalar ve arazilerde yapılan kazılarda bazı silah ve mühimmatların bulunduğu tüm basın organlarında gösterilmeye başlandı. Tutuklamalar dalgalar halinde devam etti ve emekli askerlerin yanında birçok muvazzaf asker de tutuklandı. Bu baskın ve tutuklamalar 2009 yılında devam etmiş ve daha önce açılan bazı davalar da bu dava ile bağlantılı olduğu iddiasıyla Ergenekon davası resmen birleştirildi.
Kamuoyu basının büyük bir çoğunluğu tarafından ordu aleyhine tek yönlü olarak kışkırtılıyor ve tutuklananlar mahkeme başlamadan kamuoyu önünde yargılanıyor, cezalandırılıyor ve halkın belleklerine bu insanlar suçlu olarak nakşediliyordu. Eski solcuların bir kısmı, kendisine liberal diyen bir takım gazeteci, akademisyen ve yazarlar, tarikat ve cemaat mensupları ve sempatizanları, AKP, BDP, PKK, Siyasal İslamcı basın ve bazı Hristiyan azınlık mensupları, belki de Türk tarihinde ilk defa bir araya gelmiş ve hep bir ağızdan Türk ordusuna karşı genel bir saldırıya geçmişlerdi.
Davalar ve basındaki acımasız eleştiriler başlangıçta içlerinde bazı emekli askerlerin de bulunduğu ADD, İşçi Partisi vb gruplara, yani ulusalcı denilen gruplara yöneltilmişken kısa sürede Silahlı Kuvvetler aleyhine yoğun bir propaganda ve psikolojik yıpratma harekâtına dönüştü.
İşte tüm bu olup bitenler ülke kamuoyunun temel tartışma konusu haline geldiği bir ortamda, Taraf Gazetesi’nde ‘’Balyoz Darbe Planı’’ bir yazı yayımlandı.

Balyoz Darbe Planı davası:
20 Ocak 2010 tarihinde Mehmet Baransu imzalı bir haber ile kamuoyunun dikkati geçmişte 1’nci Ordu Komutanlığı’nda yapılan bir EMASYA Planına çevrildi. Taraf gazetesi, emekli Orgeneral Çetin Doğan’ın Birinci Ordu Komutanlığı sırasında, Ak Parti hükümetine karşı “Balyoz Harekât Planı” adı altında 12 Eylül askeri müdahalesini model alan bir darbe planı hazırladığını iddia ediyordu. 5 bin sayfayı aşan belgelerden oluşan planın içinde, İstanbul’da bazı camilerde cuma namazından sonra bomba patlatılmasının öngörüldüğü de kaydedildi. Planda 29’u general 133 subayın adı geçiyordu.
Uzun yargılama süreci sonunda 21 Ekim 2012 tarihinde mahkeme heyeti kararını açıkladı.  Silivri Cezaevi’ndeki duruşma salonunda 16 Aralık 2010’da başlayan, 250’si tutuklu 365 sanıklı “Balyoz Planı” davasında açıklanan karara göre; eski Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Halil İbrahim Fırtına, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Özden Örnek ve eski 1’inci Ordu Komutanı emekli Orgeneral Çetin Doğan’ı “Türkiye Cumhuriyeti icra vekilleri heyetini, cebren ıskat veya vazife görmekten cebren men etmek” suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırdı. Mahkeme, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını eski TCK’nın “cürme teşebbüs” başlığını taşıyan maddesi uyarınca 20’şer yıl hapis cezasına çevirdi. 78 sanık hakkında 18 yıl, 218 kişi hakkında 16 yıl, 1 kişi hakkında 15 yıl, 28 kişi hakkında ise 13 yıl 4 ay hapis cezası verildi. 3 kişinin dosyasını ayıran mahkeme, 36 sanığın ise beraatine karar verdi.
Temyiz Süreci ve Yargıtay’ın Kararı:
Temyiz incelemesinde, Yargıtay’ın bilirkişi incelemesi yapılmaması, bazı çelişkilerin giderilmemesi gibi nedenlerle kararı bozabileceği, karar verildiği günden bu yana konuşuluyordu. Ancak ortaya çıkan asıl sorundan sonra, Genelkurmay ile mahkemenin açıklamaları birbirine uyumlu kabul edilse bile Yargıtay’ın, “Genelkurmay’dan ayrıntılı bir liste istenmesi”, “Belge asıllarının listesinin tam olarak getirtilmesi” gibi bir nedenle kararı bozabileceği de ifade ediliyordu. Bu tür bir bozma kararı ise davada usul ve esas işlemlerinin bütünüyle yenilenmesine neden olabilecek, Yargıtay’ın kararı doğrudan onaması halinde ise belgeler ve asılları ile ilgili tartışmalar bitmeyecek, dosya önce Anayasa Mahkemesi’ne, sonuç alınmazsa AİHM’ye taşınacak deniliyordu.
Yargıtay 9’uncu Ceza Dairesi, Balyoz davasını inceledikten sonra 9 Ekim 2013 tarihinde kararını açıkladı. Çetin Doğan, Özden Örnek, Halil İbrahim Fırtına ile Engin Alan’ın da dâhil olduğu 237 sanık hakkında 6 yıl ile 20 yıl arasındaki hapis cezaları onandı. 88 sanığın ise tahliyesine karar verildi.
Balyoz davası, 3 yıl 8 ay 19 gün sonra Yargıtay 9’uncu Ceza Dairesi’nin kararını açıklamasıyla sona erdi. 

Ergenekon davası da 5 Ağustos 2013 tarihinde sonuçlanmış ve mahkeme sanıkların çoğuna oldukça ağır cezalar vermişti. Bu dava da temyize gönderilmiş ve hala temyiz kararı açıklanmamıştır.
Son durum:
Türkiye 17 Aralık tarihinde Halk Bankası Müdürü ve bazı bakan çocuklarının da katıldığı söylenen bir polis operasyonu ile yeni bir döneme girdi. 3-4 gün boyunca bu konuda hiçbir açıklama yapmayan hükumet nihayet bunun Fethullah Gülen cemaati ve dış güçlerin hükumet aleyhine düzenlediği bir komplo olduğunu, topluma bir psikolojik harekât yapıldığını açıkladı.
Cemaat ve hükumet arasında tansiyonu artarak karşılıklı beddualaşmaya kadar varan çatışmaların ardından AKP’li bir milletvekili ‘’paralel devlet’’ olarak tanımladıkları cemaat mensuplarının Türk Ordusu’na da geçmişte kumpas kurduğunu açıkladı. Bazı AKP’li milletvekilleri bu söze karşı çıksa da Başbakan bu sözün arkasında durdu. Barolar Birliği Başkanı ile görüşmesinden sonra da Balyoz dâhil tüm eski davalarda yeniden yargılama yapılabileceğini ve bu konuda bir çalışma başlattıklarını açıkladı.
Genelkurmay Başkanı da, muvazzaf ve emekli Silahlı Kuvvetler mensuplarına kumpas kuruldu açıklamaları üzerine hukuki işlem başlatarak kumpas kuranlar hakkında suç duyurusunda bulundu.
Şimdi tüm kamuoyunda bu son gelişmeler tartışılmaya devam etmektedir.
Değerlendirme ve Sonuçlar:
Konu tüm açılardan incelendiğinde şu sonuçlar çıkarılabilir:
-Uzun yıllar süren iç güvenlik harekâtı orduyu yıpratmış ve zayıf duruma düşürmüştür. Tamamen teröre kanalize olan ve aslında içişleri bakanlığının sorumluluğunda olan iç güvenlik konusunu kendi üzerine alan Silahlı Kuvvetler gün geçtikçe güçlenen siyasal İslam ve Tarikat/Cemaat gruplarına karşı zayıf düşmüş, iki cephede verilen mücadelede hatalı davranışlar içine girmiştir.
-28 Şubat süreci denen gelişmeler orduyu yıpratmış, en soldan en sağa ve en geleneksel İslam’dan en radikal İslam’a kadar çok geniş kitlelerde orduya karşı bir tepki oluşmasına sebep olmuştur. Post modern darbe daha sonra görev yapacak ordu mensuplarına kötü bir miras olarak bırakılmıştır.
-TSK içinde; tarikat, cemaat ve siyasal İslamcı yapılanmalara karşı mücadele edilirken hatalı olarak sıradan dindar insanlara da müdahale edilmiş ve laiklik karşıtı kitlenin büyümesine sebep olunmuş, kamuoyunda Ordu’nun din karşıtı olduğuna dair bir imaj yaratılmıştır.
-Soğuk Savaş sonrası Ordu içinde ABD ve NATO pılitikalarının Türkiye için yeni dünya düzenine göre bazı mahsurlar yarattığı ve NATO’dan uzaklaşmadan yeni bağımsız politikalar oluşturulması düşüncesi hakim olmuştur. Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlarda yaşanan çatışmalar ve ABD müdahalelerinin ardından ABD politikalarına karşı bir çekince oluşmuş, Irak’ın işgalinin ardından tüm Türk kamuoyunda olduğu gibi orduda da ABD karşıtı bir hava ortaya çıkmış, bu durum başta Irak’ta olmak üzere tüm bu bölgelerde ABD ve Türk ordusu arasında genel bir çatışma havası oluşturmuştur. İki ordu artık birbirlerini güvenilir bir müttefik olarak görmemeye başlamış, bu durum ise iki ordu arasında alttan alta bir mücadeleyi de beraberinde getirmiştir.
-ABD’nin Süleymaniye’de Türk askerlerinin kafasına çuval geçirmesi sadece Türk ve ABD ordusu ilişkilerinde değil Türk kamuoyunda da büyük etkiler yaratmıştır. Bu artık güvenmediği Türk ordusuna karşı ABD ordusunun bir psikolojik harekâtıdır. Bu olayla ABD; kendi açısından gerekli gördüğü mesajları verirken bu durum iç kamuoyunda da; güçlü, yenilmez, ölür ama teslim olmaz Türk Ordusu imajını zedelemiş, insanların beyninde Orduya karşı duyulan güven sarsmış ve Türkiye’de ordu karşıtı güç odaklarında ise orduya karşı duyulan korku azaltmıştır.
-Bazı generallerin; Türkiye’nin yeni uluslararası ilişki seçenekleri olduğundan bahsetmesi, merkeze klasik ittifak ilişkileri yerine Türkiye ve onun çıkarlarını koymaları, Rusya, Çin ve İran hakkında değişik işbirliği senaryoları ortaya atmaları, ABD ve AB ile Türkiye’de geleneksel batı ittifakını savunanların kafasında şüpheler uyandırmış, ordu içinde Avrasyacı subayların olduğu şeklinde yorumlar yapılmıştır. Bu Avrasyacıların özellikle Özel Kuvvetler Komutanlığı bünyesinde yoğunlaştığı iddiaları ise dikkatleri özellikle ÖKK’na celb etmiştir.
-Dava sürecinde ortaya çıkan gelişmelerden de anlaşıldığı gibi o dönemde Silahlı Kuvvetler’in zirvesinde bulunan komutanlar arasında bir çatışmanın olduğu, birlik ve beraberliğin ortadan kalktığı görülmektedir. Görünen o ki gerek asker-siyaset ilişkileri açısından, gerekse uluslararası durumu okuma açısından ordu üst kademesi en az üç grup halinde bölünmüş ve kendi aralarında uzun süre bir soğuk savaş yaşamışlardır. Bu çekişmede kişisel anlaşmazlıklar da etkili olmuş görünmektedir.
-Bazı emekli generallerin, ADD yönetimine girerek politik faaliyetlerde bulunmaları, başta İşçi Partisi olmak üzere bazı Avrasyacı, ulusalcı ve milliyetçi çevrelerle işbirliği içine girmeleri; hem ABD ve AB’de, hem de yurt içinde tarikat-siyaset-ekonomi ve basın dünyasındaki güç odaklarında endişe uyandırmış, bu grupların düzenlediği ve büyük kalabalıkların katıldığı Cumhuriyet Mitingleri ise bardağı taşıran son damla olmuştur.
-Cumhurbaşkanlığı seçiminde, Silahlı Kuvvetlerin bir siyasi parti gibi davranarak seçime müdahale etmesi ve kimin cumhurbaşkanı olacağını belirlemeye çalışması ise hem hükumette, hem de kamuoyunda çok büyük bir tepkiye sebep olmuş, halkın büyük bir kesimi seçimle işbaşına gelen insanlara devlet görevlilerinin müdahalesini kendi iradesine müdahale olarak algılamıştır. Bu algının yaratılmasında hükumet ve basın da etkili bir rol oynamıştır. Bu olay artık Ordu için dönüm/doruk noktası olmuştur. Bu esnada MHP’nin hükumetin arkasında durması sonucu hükumet kendi adayında diretmiş ve ordu buna karşı hiçbir şey yapamayınca artık doruktan düşüş kaçınılmaz hale gelmiştir.
-Yargı sürecinde; baskınlar, iddialar, gazete ve internet yayınlarının üst üste gelmesi ile neye uğradığını şaşıran ve biraz geç te olsa bu durumun kendisine karşı planlı bir operasyon olduğu sonucuna varan TSK; bu tür bir saldırıya karşı hazırlıksız olarak yakalandığını fark etmiş, stratejik psikolojik harekâta maruz kaldığı sonucunu doğru bir şekilde çıkarmış ancak uygun hareket tarzları geliştirememiş, örümcek ağına takılmış bir kelebek gibi telaşla çırpınmış ancak bu çırpınışlar beklediğinin aksine kurtulmasına fayda etmemiş ve yuvalarında gizlenen örümceklere saldırmaları için uygun bir hedef olduğu sinyallerini vermekten başka bir işe yaramamıştır.
-Tüm çevrelerce yapılan tam saha pres karşısında, artık direnmek için bir çare bulamayan TSK, son tepkisini 2011 yılında başta Genelkurmay Başkanı olmak üzere tüm kuvvet komutanlarının istifa etmesi şeklinde göstermiş ancak bu durum TSK’nın artık teslim olduğu şeklinde yorumlanmış ve bu andan itibaren görünürde tüm güç hükumetin ellerine, geri planda ise bu mücadele de hükumetin arkasında duran güçlere geçmiştir.
-Bu mücadelede ordunun karşısında; ön planda hükumet ve bir nebze cemaat görünmekle beraber, ordunun güçten düşürülmesini çıkarları açısından faydalı gören tüm yerel ve uluslararası güç odakları, kişisel sebeplerle orduya karşı nefret duyan yazar çizer takımı, geçmiş dönemlerdeki darbelerde kendisi veya yakınları zarar görmüş, bu durum kendisinde travma yaratmış bazı kişiler, yeni gelişmeleri doğru okuyup güce yakın durarak bundan kişisel çıkar sağlamayı hedefleyen çıkarcılar ve başta PKK olmak üzere bazı terör örgütlerine kadar çok çeşitli ve aslında birbiriyle uyuşmayan birçok çevre hep beraber hareket etmiştir.
-Ordu ise pek fazla bir destek bulamadığı gibi temel askeri stratejileri bile kullanamamıştır. Bir defa dünyadaki ve Türkiye’deki gelişmeleri tam olarak okuyamamış ve kendisini buna uygun olarak dönüştürememiştir. Saldırı başlamadan önce, kendi hataları sonucu, karşısındaki grubun çok fazla büyümesine sebep olmuştur. Tehdidi başlangıçta doğru bir şekilde tespit edememiş, uygun hareket tarzlarını seçememiş ve çok fazla zaman ve mevzi kaybetmiştir.
-Kendi içinde güven ortamı kuramamış, yapılan psikolojik harekât etkili olmuş, orduda herkes birbirinden şüphe eder hale gelmiştir. Bu da savunmasının insicamının bozulmasına sebep olmuştur.
-İnisiyatifi ele alamamış ve sadece reaktif bir şekilde hareket etmeye çalışmıştır. Art arda gelen saldırılarla da dengesi bozulmuştur.
-Asimetrik tehditlere karşı savunmasız kalmıştır. İnternet siteleri üzerinden yapılan saldırı ve itibarsızlaştırma faaliyetleriyle bile birçok mensubunu yitirmiştir.
-Sonuçta TSK; İlker Başbuğ’un deyimiyle Asimetrik Psikolojik Savaş, Ümit Özdağ’ın deyişiyle de Enformasyon Harbi uygulamaları sonucunda savaşı kaybetmiştir.
-Bu davalar sonunda verilen kararlarla TSK içinde; ABD ve AB çizgisine yakın olmayan, cemaat ve tarikatlar açısından tehlikeli görülen, hükumete de her zaman itaat etmeyebileceği düşünülen Atatürkçü, milliyetçi veya ulusalcı olduğu düşünülen tüm kadrolar tasfiye edilmiştir. Bu da, bilindiği gibi, bazı kişilerin işlediği bazı suçlar temel alınarak ortaya atılan ve tutarsızlığı birçok defa ispatlanmış sonradan üretilmiş belgelerle, bu istenmeyen (özellikle kurmay subay ve generaller) kişiler bu davalara bir şekilde monte edilerek (kumpas kurularak); ya hapsedilmek, ya emekli olmaları sağlanmak veya pasifize edilmek suretiyle yapılmıştır.
-Benim kanaatime göre; askerlere karşı açılan diğer davalar gibi ‘’balyoz davası’’ da hukuki bir dava olmaktan çok siyasi bir dava niteliğinde cereyan etmiştir. Siyasi davalarda da hukuk değil konjonktürel iç ve dış güçler ve politikacıların beklentileri esas alınır. Hedef kitle bir şekilde suçlu ilan edilerek tasfiye edilir. Burada da o olmuştur. Eğer bu davalar kamuoyuna takdim edildiği gibi demokratikleşmek maksadıyla darbelerin yargılanması ve darbecilerin cezalandırılması için açılmış davalar olsaydı; hiçbir zaman uygulamaya geçmemiş ve varlığı kesin olarak ispatlanamamış bir darbe planı üzerinden değil, 12 Eylül darbesi ve 28 Şubat ‘’post modern’’ darbesi gibi fiiliyata geçmiş darbeler üzerinden yürütülürdü. Ama sırf kamuoyunu tatmin etmek için bu darbelerle ilgili olarak açılan davalarda şimdiye kadar hiç kimse herhangi bir ceza almamıştır.
-2011 yılı YAŞ toplantısından sonra TSK tamamen yenilgiyi kabul ederek düşük bir profil izlemeye başlamıştır. Bu durum ise bu mücadelenin mağdurları nezdinde tepki toplamıştır. Ancak tüm bunlara rağmen Genelkurmay sükûnetini korumaya devam etmiştir.
-Genel olarak Nejdet Özel’in izlediği uyumlu ve düşük profilli davranış biçimi eleştirilmekle birlikte bence uygulanabilecek en uygun davranış biçimi olmuştur. Çünkü savunma imkânı kalmamışken harekete geçmek kuvvetin elden çıkmasına sebep olur. Biraz sessiz kalıp gelişmeleri takip etmek, toparlanmak ve çıkacak fırsatları değerlendirmek üzere hazırlanmak daha iyidir. Burada hazırlanmaktan kastettiğim; eskiden bazılarının yaptığı gibi politikaya müdahale değil, haksızlığa uğrayan personelin haklarını korumak ve hırpalanan TSK’nın yaralarını onarmaya hazırlanmaktır.
-Nitekim bu fırsatlar da yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır. Hükumet zafer sarhoşluğu ile fütursuzca hareket ederken çok önemli bir hususu gözden kaçırdığını fark etmeye başlamış ancak bunda oldukça geç kalmıştır. Kastettiğim konu mücadeledeki müttefikleri ile ilgilidir. Eğer konu iktidar ise zaferi kazananın hiç unutmaması gereken bir şey vardır. Bu tür savaşlarda bu günkü müttefikin yarınki en büyük rakibin/düşmanın olacaktır. Bu sebeple iktidarı ele geçirenler ittifak içinde oldukları kişi veya kurumları fazla güçlendirmemelidir. Çünkü im en fazla güçlenirse iktidar ona geçer ve devleti de o yönetir. Başlangıçta çıkar birliği sayesinde kurulan ittifak ta çıkarlar çatışınca hemen bozulacaktır. Nitekim hükumet te; çıkarların çatışmaya başlaması yüzünden önce AB ve ABD tarafından, sonra eski solcular tarafından ve daha sonra da liberaller tarafından terk edilmiş, en son olarak ta hükumetin de desteğiyle aşırı güçlenerek devleti perde arkasından yönetir duruma gelen cemaat ile de kanlı bir çarpışmaya girmek zorunda kalmıştır.
-Artık kartlar yeniden dağıtılmaktadır. Eski müttefikler düşman olurken kendini yeterince güçlü hissetmeyen hükumet yeni müttefikler arama peşine düşmüştür. Daha iktidara geldiği ilk günden itibaren kamuoyunun önemini kavrayan hükumet kendisine bağlı basın sayesinde algı yönetimini oldukça başarıyla yürütmüş, büyük sermaye sahiplerinin bazılarını kaybetmekle birlikte Anadolu sermayesi ve kendi zamanında zengin olan sermayedarların büyük kısmının sadakatini muhafaza etmiş durumdadır. Bu yolsuzluk operasyonundan sonra kısa sürede kendini toparlamış, emniyette ve yargıda hızlı ve sert tedbirler alarak gücünü ve kararlılığını göstererek ilk tehlikeyi şimdilik savuşturmayı başarmış görünmektedir. Ancak önemli bir yara almış ve gardı kısmen de olsa düşmüştür. Tehlike henüz geçmemiştir. Şimdi hükumet bu gelişmelerden sonra orduya kumpas kuruldu söylemiyle TSK’yı ve bazı eski düşmanlarını da yanında olmaya teşvik etmektedir. Son günlerdeki TSK’nın kendi personeline kumpas kurulduğuna dair suç duyurusu da bu girişimin bir karşılık bulduğu yönündeki ilk işaretlerdir. Barolar başkanının başbakanla görüşmesi ve sonrasında yaşanan gelişmeler de aynı kapsamda değerlendirilebilir.
-Tüm bu davalar aslında sadece; Ortadoğu, Kafkasya, Orta Asya ve Balkanların yeniden düzenlenmesi ve Türkiye’de yaratılmaya çalışılan bir dönüşüm sürecinde, bu sürece direnen güçlerle süreci isteyen güçler arasında ortaya çıkan savaşın cephelerinden ibarettir. Bu savaşta mağdur olan çok sayıda insan ortaya çıkmıştır. Ancak en büyük mağduriyeti,  ‘’Devletin bekası ve milletin refahından başka hiçbir düşüncesi olmayan, hiçbir suç işlemeyen ve politik veya kişisel hiçbir bir çıkar beklentisi içinde olmayan ama bir dönemle birlikte tasfiye edilmesi gerektiği düşünülen’’, düşük rütbelerdeki vatansever subaylar ile bazı sivil şahsiyetler ve tabii ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti yaşamıştır.


Cemaat, Tarikat, FETÖ, AKP ve TSK hakkında ilginizi çekebilecek yazılar için aşağıdaki linkleri tıklayınız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder