Balyoz Davası’nda;
iddialar, davanın gelişme süreci ve sonuçlarının değerlendirilmesi başlığı ile bir yazı yazmıştım. Bu yazı çok uzun olduğundan okumayanlar için dava sürecini kısaltarak, olayın öncesi ve sonrası ile çıkardığım sonuçları burada tekrar yayımlıyorum. Ben bu yazıyı yazdıktan sonra Prof. Ümit Özdağ'ın ''Kendi Ülkesinde Kuşatılan Ordu'' isimli kitabını aldım. Henüz yarıya geldim ama gördüğüm kadarıyla benzer sonuçlara ulaşmışız. Konuya ilgi duyanlar bu kitabı da okuyabilirler.
Giriş:
Balyoz davasını incelemeden
önce, davada kendilerine darbe yapılacağı iddia edilen AKP hükumetinin iktidara
gelmesinden davanın açıldığı tarihe kadar geçen süre içinde meydana gelen bazı
gelişmeler hakkında genel bir bilgi vermenin konunun anlaşılmasına yardımcı
olacağını düşünüyorum. Burada, darbe yapacağı iddia edilen Silahlı Kuvvetler
merkeze konularak Silahlı Kuvvetler ile iç ve dış bazı odaklar arasındaki
ilişkiler ve kamuoyunda ortaya çıkan bazı önemli gelişmeler kısaca anlatılacak
ve genel bir başlangıç durumu ortaya konulacaktır.
2003 yılında ABD askerlerinin
Türkiye üzerinden Irak’a girmesi ile ilgili tezkere onaylanmamış, ABD çevreleri
bu olayda Türk Ordusu’nun ağırlığını ortaya koymadığına dair eleştirilerde
bulunmuşlardır. Bu tarihten itibaren de ABD ve Türk Ordusu arasındaki ilişkiler
giderek kötüleşmiş ve karşılıklı olarak genel bir güvensizlik ortaya çıkmıştır.
ABD Irak’ı kısa sürede işgal
etmesine rağmen Irak’ta bir türlü istikrarı sağlayamamış, Irak her gün onlarca
eylemin yapıldığı kaos içinde bir ülke haline gelmiştir. ABD’nin en büyük
müttefiki olan kuzeydeki Kürt oluşumu ile Türkiye arasında sürtüşmeler de hat
safhaya çıkmış ve ABD bu süreçte kendisini hayal kırıklığına uğrattığını
düşündüğü Türkiye ve Türk Ordusunun değil, Kürt oluşumunun yanında yer
almıştır.
Başlangıçta daha çok güneyde
yoğunlaşan direniş giderek kuzeye doğru genişlemiş ve dünyanın dört bir
yanından dini motivasyonlu terör örgütlerinin Irak’a militanlarını göndermesi
ile iç karışıklık ülke çapında yayılmış ve içinden çıkılmaz hale gelmiştir. Kuzey
Irak’ta yavaş yavaş bağımsızlığa giden bir yapının ortaya çıkması ve
Türkiye’nin bu gelişmelerden duyduğu rahatsızlığı dillendirmeye başlamasıyla
birlikte, Kuzey Irak’ta bulunan Türk askeri varlığı Kürt oluşumu tarafından varlığına
tehdit oluşturan bir sorun olarak telakki edilmeye başlanmıştır. ABD de; bu askeri varlığın Türkmenler ve
Sünni Araplarla kendi çıkarlarına aykırı bir işbirliği içinde olduğunu
değerlendirdiğinden bu Türk askerlerinden rahatsızlık duymaya başlamıştır. Bu
dönemde Türk askerlerinin Türkmenleri ve bazı diğer grupları silahlandırdığına
ve bu durumun ülkedeki istikrarı daha da kötüleştirdiğine dair ABD askerleri
tarafından bazı uyarılar yapılmıştır. Bu uyarıların ardından, 4 Temmuz 2003 tarihinde ABD askerleri
Talabani’ye bağlı peşmergelerle işbirliği içinde, Süleymaniye kent merkezinde
bulunan Türk Özel Kuvvet Merkezine bir baskın düzenlemiş ve 3’ü subay 8’i
astsubay 11 Türk askerini esir alıp başlarına çuval geçirerek Kerkük’e götürmüşlerdir.
Bu olayın ardından Türk hükumeti kamuoyuna, ABD’ye nota verildiğini açıklıyor
ancak oldukça düşük profilli ve pasif bir tepki gösteriyor, bu durum da yurt
içinde tepkilere sebep oluyordu.
Tüm bu gelişmelerin sonucunda, bu
gerginliklere paralel olarak, Türk Ordusu’nda, soğuk savaşın hemen ardından
belirmeye başlayan ABD politikalarına karşı bazı olumsuz söylemler artmaya
başlıyordu. Bazı generaller yaptığı açıklamalarda (Mesela Orgeneral Tuncer
Kılıç’ın 2002 yılında Harp Akademileri Komutanlığı’nda yaptığı konuşma); Türkiye’nin
değişik alternatifleri olduğunu, uluslararası politikalarda İran, Rusya ve Çin
gibi devletleri de dikkate alan yeni politikalar geliştirmesi gerektiğini açıklıyor,
bu durum ise Türk Ordusu’nda Avrasyacı subay ve generallerin olduğu iddialarını
gündeme getiriyordu. Bu iddiaya göre, Türk Ordusu içinde, genel olarak Özel
Kuvvetler içinde yoğunlaşan “Avrasyacı-Rusçu” bir klik vardı. [1]
Ancak iddialar ne olursa olsun
ABD’nin artık Türk Ordusu’nun gözünde güvenilir bir müttefik olarak görülmediği
kesin gibi görünüyordu. Bu durum ABD ve Türk subaylarının çeşitli vesilelerle
bir araya geldiği ortamlara da yansıyordu. Türk subayları NATO toplantılarında
bazı ABD tavırlarına sert tepki koyuyor, Kerkük’te irtibat elemanı olarak
bulunan bir Türk subayı, ABD subayları ile fazla samimi pozlar verip bu olayın
resimleri basına sızınca Özel Kuvvetlerden atılıyordu.
Silahlı Kuvvetler bu dönemde
karşı karşıya geldiği bir iç mesele olan dini cemaatler ile de bazı sorunlar
yaşıyordu. Silahlı Kuvvetlerin savcıları etkileyerek ve bazı internet siteleri
kurarak cemaatlere karşı faaliyette bulunduğu iddiaları 1990’lı yılların
sonlarından itibaren kamuoyuna yansımaktaydı. Ordunun temel iddiası; Fethullah
Gülen Cemaati’nin başta emniyet olmak üzere devletin tüm kademelerine sızmaya
çalıştığı, kritik yerlerin kendi adamlarının eline geçmesi için gizli
çalışmalarda bulunduğu, devleti dolaylı olarak ele geçirmek niyetinde oldukları
şeklindeydi. Cemaat ise bunu sürekli olarak reddetmiş ve kendilerinin sadece
bir hizmet hareketi olduğunu söylemiştir. Hatta 28 Şubat sürecinde orduyu
dolaylı yönden destekler şekilde demeçler bile vermişlerdir. Ordu ise bu tezine uygun olarak YAŞ toplantılarında
cemaat/tarikatlarla bağlantılı subay ve astsubayları disiplinsizlik sebebiyle
ordudan uzaklaştırarak cemaatin orduda yapılanmasına engel olmaya çalışmıştır.
Ancak artık hükumet eski hükumetlerin aksine bu ihraçları sorgulamaya
başlamıştır.
1999 yılı Haziran ayında ulusal
televizyon kanallarında yayınlanan bazı video görüntüleri Gülen’in Türkiye'de
laik düzen yerine şeriata dayalı bir İslam devleti kurmak için taraftarlarını
teşvik ettiği suçlamalarına neden oldu. Bunun üzerine, 22 Ağustos 2000
tarihinde aleyhinde dava açılmış, 2006 yılında bu davadan cürüm ve şiddete
başvurarak teşekkül oluşturduğuna dair delil olmadığından beraat etmiş, bu
karar 2008 yılında Yargıtay Ceza Genel Kurulunca oybirliği ile onanmıştır. 1999
yılı Mart ayında sağlık sorunları nedeni ile Amerika Birleşik Devletleri'ne
giden Gülen ise, o tarihten bu yana, ABD'nin Pensilvanya eyaletinde
yaşamaktadır.
Ordu ve Hükumet ilişkilerine
bakacak olursak; 2002 sonunda tek başına iktidar olan AKP, Orgeneral Hilmi Özkök’ün Genelkurmay Başkanı
olduğu dönem içinde Ordu ile doğrudan bir çatışmaya girmeden uyumlu olarak
çalışmıştır. Özkök’ü AKP’ye karşı “fazla uysal ve tavizkâr” bulan bazı kesimler
Yaşar Büyükanıt’ın görevi devralması ile hükümete karşı daha kararlı tepkiler
gösterilmesi gerektiğini söylemeye başladılar. Ancak Erdoğan ve Büyükanıt ilişkisi,
iki yıl boyunca genel olarak her iki tarafın da çok kontrollü davranışları ile büyük
bir sorun yaşanmadan geçti. Ancak; 27 Nisan 2007 gecesi TSK’nın bir e-muhtıra
ile cumhurbaşkanlığı seçimlerine müdahale etmesi ilişkileri tekrar gerdi.
Kamuoyu desteğini arkasına alan hükumet bu muhtıraya sert bir şekilde cevap
verdi. Bundan sonra ordu ve hükumet arasında kontrollü bir gerginlik yaşanmaya
başladı. Başbakan’ın 5 Mayıs 2007 günü İstanbul Dolmabahçe’deki çalışma
ofisinde Büyükanıt’la baş başa görüşmesinden sonra gerginlik kısmen yatışmaya
başladı. 22 Temmuz 2007 seçimlerinden
sonra Abdullah Gül’ün Çankaya’ya çıkmada ısrar etmesine rağmen bir süre sonra
PKK’nın yeniden ve etkili bir şekilde saldırılarına başlaması hükümet ile ordu
arasında işbirliği ve birlikte çalışmayı zorunlu kıldı. Hükümetin yetki
almasına rağmen sınır ötesi harekâtı geciktirmesi de değişik spekülasyonlara
sebep oldu ancak esas olarak Erdoğan’ın türbanla ilgili anayasal düzenlemelere
gitmesi gerilimi artıran esas unsur oldu. Bu dönemde ortaya çıkan; Yüksekova’da
sivil görünümlü bir askeri araca PKK taraftarlarının saldırması ve Büyükanıt’ın
oradaki askeri personeli koruyucu beyanları, ardından da Ergenekon davasının
etkileri sonucu Ordu hükumet ilişkileri tekrar gerilimli bir sürece girmiştir.
Burada diğer bazı gelişmelerden
de bahsetmek gerekiyor. Türkiye 2006 yılından itibaren sansasyonel bazı hukuki
ve toplumsal olayları yaşamaya başladı. 17 Mayıs 2006 günü, Danıştay 2’nci
dairesine Alparslan Arslan isimli şahıs silahlı saldırı düzenledi. Saldırı
sonucunda, bir üye öldü, dört üye ise yaralandı. Saldırı ile bağlantılı olarak
açılan soruşturma kapsamında ilk olarak 20 Mayıs 2006 günü, malulen emekli olmuş
bir asker olan Muzaffer Tekin tutuklandı. Dava açılan şahısların
sorgulanmalarına başlanmasının ardından tüm basında Ergenekon ismiyle, hükumete
darbe yapmak ve yasadışı faaliyetlerde bulunmak üzere bir suç örgütünün
varlığından bahsedilmeye başlandı.
Bu olaylardan sonra ülkede
gerilim iyice arttı. Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaştıkça başta Cumhuriyet
Halk Partisi olmak üzere bazı muhalefet partileri erken seçim kararı alınması
ve cumhurbaşkanının yeni meclisçe seçilmesi çağrısı yapmış fakat AKP bu fikri
kabul etmemiştir.
12 Nisan 2007’de, Genelkurmay Başkanı,
"Cumhuriyetin temel değerlerine, devletin üniter yapısına, laik demokratik
devlete sözde değil özde bağlı bir cumhurbaşkanının seçileceğini umut ediyorum."
açıklamasını yapmış, bu da yeni bir gerilime sebep olmuştur.
Nokta dergisi, 29 Mart 2007
tarihinde, Atatürkçü Düşünce Derneği genel başkanı Şener Eruygur'un, Jandarma
Genel Komutanlığı sırasında hükûmeti devirmek amacıyla Sarıkız ve Ayışığı isimleriyle
darbeler planladığını iddia eden bir yazı yayımlamış, 5
Nisan 2007'de de; "Günümüzdeki sivil eylemler ne kadar sivil"
başlıklı haberinde protesto mitingleri düzenleyen bazı sivil toplum
örgütlerinin Türk Silahlı Kuvvetleri ile olan ilişkileri ve TSK'nın sivil
toplum kuruluşlarını psikolojik savaş aracı olarak gördüğüne dair bir yazı
yayınlamıştır. Bunun üzerine, 13 Nisan 2007'de, Nokta Dergisi binasına Askeri Mahkeme
kararıyla baskın düzenlenmiş ve derginin bilgisayarlarına el konulmuştur.
Cumhurbaşkanlığı seçimi
öncesinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan veya başka bir Millî Görüş kökenli siyasetçinin
olası cumhurbaşkanı adaylığına karşı Ankara, İstanbul, İzmir gibi büyük
şehirlerde, 2007 yılının Nisan ve Mayıs aylarında "cumhuriyetine sahip
çık" sloganıyla milyonlarca kişinin katıldığı Cumhuriyet mitingleri
düzenlenmeye başlandı. Mitinglerin ilki 14 Nisan 2007'de, Cumhurbaşkanlığı
seçiminden iki hafta önce Ankara'da yapıldı. İkinci miting 29 Nisan'da İstanbul
Çağlayan meydanında oldu. Üçüncü ve dördüncü mitingler 5 Mayıs'ta Manisa ve
Çanakkale'de yapıldı. Beşinci ve son miting ise 13 Mayıs'ta İzmir'de yapıldı.
Mitinglerde atılan sloganlar sadece hükumet karşıtı olmakla kalmıyor, cemaat ve
tarikatlar ile ABD’yi de hedef alıyordu. En çok tekrarlanan sloganlar şunlar
idi: ‘’Ne ABD ne AB Tam Bağımsız Türkiye. Ne şeriat ne darbe tam bağımsız Türkiye.
Mustafa Kemal'in Askerleriyiz.’’
Mitingler; CHP, DSP, GP, İP, SHP
gibi siyasi partiler ve ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği), AKUT, Cumhuriyet
Kadınları Derneği, ÇYDD (Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği), Çarşı (taraftar
grubu), DİSK, İstanbul Barosu, KESK, Türkiye Gençlik Birliği gibi sivil toplum
kuruluşları, meslek örgütleri ve sendikalar tarafından destekleniyordu.
Mitinglere birçok sanatçı, aydın ve gazeteci de destek verdi. Bu geniş destek
yelpazesi içinde yapılan mitinglerin ana düzenleyicisi ise başında bazı emekli
askerlerin bulunduğu Atatürkçü Düşünce Dernekleri idi.
İşte bu hükumet aleyhtarı
kitlesel gösterilerin tam ortasında polis ve savcılar eliyle bazı sansasyonel
operasyonlar yapılmaya başladı. 12 Haziran 2007'de bir ihbar üzerine Ümraniye'de
bir gecekonduda operasyon yapıldı. 27 adet el bombası ve TNT kalıpları ele
geçirildi. Gecekondu sahibi ve yeğeninin ifadelerinden sonra art arda bazı
tutuklamalar yapıldı. Tutuklananlar arasında; bazı emekli general, subay ve
astsubaylar, iş adamları, gazeteciler, avukatlar, mafya örgütü üyesi olduğu
söylenen kişiler ve ADD mensupları bulunuyordu.
2008 yılında tutuklamalar, İşçi
Partisi ve onun basın organları mensuplarına, bazı ünlü gazetecilere, eski üniversite
rektörlerine, ADD başkanı emekli generallere ve Ankara Ticaret Odası Başkanına
kadar genişletildi. Bunun ardından birçok yerde aramalar ve arazilerde yapılan
kazılarda bazı silah ve mühimmatların bulunduğu tüm basın organlarında
gösterilmeye başlandı. Tutuklamalar dalgalar halinde devam etti ve emekli
askerlerin yanında birçok muvazzaf asker de tutuklandı. Bu baskın ve
tutuklamalar 2009 yılında devam etmiş ve daha önce açılan bazı davalar da bu
dava ile bağlantılı olduğu iddiasıyla Ergenekon davası resmen birleştirildi.
Kamuoyu basının büyük bir
çoğunluğu tarafından ordu aleyhine tek yönlü olarak kışkırtılıyor ve
tutuklananlar mahkeme başlamadan kamuoyu önünde yargılanıyor, cezalandırılıyor
ve halkın belleklerine bu insanlar suçlu olarak nakşediliyordu. Eski solcuların
bir kısmı, kendisine liberal diyen bir takım gazeteci, akademisyen ve yazarlar,
tarikat ve cemaat mensupları ve sempatizanları, AKP, BDP, PKK, Siyasal İslamcı
basın ve bazı Hristiyan azınlık mensupları, belki de Türk tarihinde ilk defa
bir araya gelmiş ve hep bir ağızdan Türk ordusuna karşı genel bir saldırıya
geçmişlerdi.
Davalar ve basındaki acımasız
eleştiriler başlangıçta içlerinde bazı emekli askerlerin de bulunduğu ADD, İşçi
Partisi vb gruplara, yani ulusalcı denilen gruplara yöneltilmişken kısa sürede
Silahlı Kuvvetler aleyhine yoğun bir propaganda ve psikolojik yıpratma
harekâtına dönüştü.
İşte tüm bu olup bitenler ülke
kamuoyunun temel tartışma konusu haline geldiği bir ortamda, Taraf Gazetesi’nde
‘’Balyoz Darbe Planı’’ bir yazı yayımlandı.
Balyoz Darbe Planı davası:
20 Ocak 2010 tarihinde Mehmet
Baransu imzalı bir haber ile kamuoyunun dikkati geçmişte 1’nci Ordu
Komutanlığı’nda yapılan bir EMASYA Planına çevrildi. Taraf gazetesi, emekli
Orgeneral Çetin Doğan’ın Birinci Ordu Komutanlığı sırasında, Ak Parti
hükümetine karşı “Balyoz Harekât Planı” adı altında 12 Eylül askeri
müdahalesini model alan bir darbe planı hazırladığını iddia ediyordu. 5 bin
sayfayı aşan belgelerden oluşan planın içinde, İstanbul’da bazı camilerde cuma
namazından sonra bomba patlatılmasının öngörüldüğü de kaydedildi. Planda 29’u
general 133 subayın adı geçiyordu.
Uzun yargılama süreci sonunda 21
Ekim 2012 tarihinde mahkeme heyeti kararını açıkladı. Silivri Cezaevi’ndeki duruşma salonunda 16
Aralık 2010’da başlayan, 250’si tutuklu 365 sanıklı “Balyoz Planı” davasında açıklanan
karara göre; eski Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Halil İbrahim
Fırtına, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Özden Örnek ve eski 1’inci
Ordu Komutanı emekli Orgeneral Çetin Doğan’ı “Türkiye Cumhuriyeti icra
vekilleri heyetini, cebren ıskat veya vazife görmekten cebren men etmek”
suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırdı. Mahkeme,
ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını eski TCK’nın “cürme teşebbüs” başlığını
taşıyan maddesi uyarınca 20’şer yıl hapis cezasına çevirdi. 78 sanık hakkında
18 yıl, 218 kişi hakkında 16 yıl, 1 kişi hakkında 15 yıl, 28 kişi hakkında ise
13 yıl 4 ay hapis cezası verildi. 3 kişinin dosyasını ayıran mahkeme, 36
sanığın ise beraatine karar verdi.
Temyiz Süreci ve Yargıtay’ın Kararı:
Temyiz incelemesinde,
Yargıtay’ın bilirkişi incelemesi yapılmaması, bazı çelişkilerin giderilmemesi
gibi nedenlerle kararı bozabileceği, karar verildiği günden bu yana konuşuluyordu.
Ancak ortaya çıkan asıl sorundan sonra, Genelkurmay ile mahkemenin açıklamaları
birbirine uyumlu kabul edilse bile Yargıtay’ın, “Genelkurmay’dan ayrıntılı bir
liste istenmesi”, “Belge asıllarının listesinin tam olarak getirtilmesi” gibi
bir nedenle kararı bozabileceği de ifade ediliyordu. Bu tür bir bozma kararı
ise davada usul ve esas işlemlerinin bütünüyle yenilenmesine neden olabilecek,
Yargıtay’ın kararı doğrudan onaması halinde ise belgeler ve asılları ile ilgili
tartışmalar bitmeyecek, dosya önce Anayasa Mahkemesi’ne, sonuç alınmazsa
AİHM’ye taşınacak deniliyordu.
Yargıtay 9’uncu Ceza Dairesi,
Balyoz davasını inceledikten sonra 9 Ekim 2013 tarihinde kararını açıkladı. Çetin Doğan, Özden Örnek,
Halil İbrahim Fırtına ile Engin Alan’ın da dâhil olduğu 237 sanık hakkında 6
yıl ile 20 yıl arasındaki hapis cezaları onandı. 88 sanığın ise tahliyesine karar verildi.
Balyoz davası, 3 yıl 8 ay 19 gün sonra Yargıtay 9’uncu Ceza Dairesi’nin kararını açıklamasıyla sona erdi.
Ergenekon davası da 5 Ağustos 2013 tarihinde sonuçlanmış ve mahkeme sanıkların çoğuna oldukça ağır cezalar vermişti. Bu dava da temyize gönderilmiş ve hala temyiz kararı açıklanmamıştır.
Balyoz davası, 3 yıl 8 ay 19 gün sonra Yargıtay 9’uncu Ceza Dairesi’nin kararını açıklamasıyla sona erdi.
Ergenekon davası da 5 Ağustos 2013 tarihinde sonuçlanmış ve mahkeme sanıkların çoğuna oldukça ağır cezalar vermişti. Bu dava da temyize gönderilmiş ve hala temyiz kararı açıklanmamıştır.
Son durum:
Türkiye 17 Aralık tarihinde Halk
Bankası Müdürü ve bazı bakan çocuklarının da katıldığı söylenen bir polis
operasyonu ile yeni bir döneme girdi. 3-4 gün boyunca bu konuda hiçbir açıklama
yapmayan hükumet nihayet bunun Fethullah Gülen cemaati ve dış güçlerin hükumet
aleyhine düzenlediği bir komplo olduğunu, topluma bir psikolojik harekât
yapıldığını açıkladı.
Cemaat ve hükumet arasında
tansiyonu artarak karşılıklı beddualaşmaya kadar varan çatışmaların ardından
AKP’li bir milletvekili ‘’paralel devlet’’ olarak tanımladıkları cemaat
mensuplarının Türk Ordusu’na da geçmişte kumpas kurduğunu açıkladı. Bazı AKP’li
milletvekilleri bu söze karşı çıksa da Başbakan bu sözün arkasında durdu. Barolar
Birliği Başkanı ile görüşmesinden sonra da Balyoz dâhil tüm eski davalarda
yeniden yargılama yapılabileceğini ve bu konuda bir çalışma başlattıklarını
açıkladı.
Genelkurmay Başkanı da, muvazzaf
ve emekli Silahlı Kuvvetler mensuplarına kumpas kuruldu açıklamaları üzerine
hukuki işlem başlatarak kumpas kuranlar hakkında suç duyurusunda bulundu.
Şimdi tüm kamuoyunda bu son
gelişmeler tartışılmaya devam etmektedir.
Değerlendirme ve Sonuçlar:
Konu tüm açılardan
incelendiğinde şu sonuçlar çıkarılabilir:
-Uzun yıllar süren iç güvenlik
harekâtı orduyu yıpratmış ve zayıf duruma düşürmüştür. Tamamen teröre kanalize
olan ve aslında içişleri bakanlığının sorumluluğunda olan iç güvenlik konusunu
kendi üzerine alan Silahlı Kuvvetler gün geçtikçe güçlenen siyasal İslam ve
Tarikat/Cemaat gruplarına karşı zayıf düşmüş, iki cephede verilen mücadelede
hatalı davranışlar içine girmiştir.
-28 Şubat süreci denen
gelişmeler orduyu yıpratmış, en soldan en sağa ve en geleneksel İslam’dan en
radikal İslam’a kadar çok geniş kitlelerde orduya karşı bir tepki oluşmasına
sebep olmuştur. Post modern darbe daha sonra görev yapacak ordu mensuplarına
kötü bir miras olarak bırakılmıştır.
-TSK içinde; tarikat, cemaat ve
siyasal İslamcı yapılanmalara karşı mücadele edilirken hatalı olarak sıradan
dindar insanlara da müdahale edilmiş ve laiklik karşıtı kitlenin büyümesine
sebep olunmuş, kamuoyunda Ordu’nun din karşıtı olduğuna dair bir imaj yaratılmıştır.
-Soğuk Savaş sonrası Ordu içinde
ABD ve NATO pılitikalarının Türkiye için yeni dünya düzenine göre bazı
mahsurlar yarattığı ve NATO’dan uzaklaşmadan yeni bağımsız politikalar
oluşturulması düşüncesi hakim olmuştur. Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlarda
yaşanan çatışmalar ve ABD müdahalelerinin ardından ABD politikalarına karşı bir
çekince oluşmuş, Irak’ın işgalinin ardından tüm Türk kamuoyunda olduğu gibi
orduda da ABD karşıtı bir hava ortaya çıkmış, bu durum başta Irak’ta olmak
üzere tüm bu bölgelerde ABD ve Türk ordusu arasında genel bir çatışma havası
oluşturmuştur. İki ordu artık birbirlerini güvenilir bir müttefik olarak
görmemeye başlamış, bu durum ise iki ordu arasında alttan alta bir mücadeleyi
de beraberinde getirmiştir.
-ABD’nin Süleymaniye’de Türk
askerlerinin kafasına çuval geçirmesi sadece Türk ve ABD ordusu ilişkilerinde
değil Türk kamuoyunda da büyük etkiler yaratmıştır. Bu artık güvenmediği Türk
ordusuna karşı ABD ordusunun bir psikolojik harekâtıdır. Bu olayla ABD; kendi
açısından gerekli gördüğü mesajları verirken bu durum iç kamuoyunda da; güçlü,
yenilmez, ölür ama teslim olmaz Türk Ordusu imajını zedelemiş, insanların
beyninde Orduya karşı duyulan güven sarsmış ve Türkiye’de ordu karşıtı güç
odaklarında ise orduya karşı duyulan korku azaltmıştır.
-Bazı generallerin; Türkiye’nin
yeni uluslararası ilişki seçenekleri olduğundan bahsetmesi, merkeze klasik
ittifak ilişkileri yerine Türkiye ve onun çıkarlarını koymaları, Rusya, Çin ve
İran hakkında değişik işbirliği senaryoları ortaya atmaları, ABD ve AB ile
Türkiye’de geleneksel batı ittifakını savunanların kafasında şüpheler
uyandırmış, ordu içinde Avrasyacı subayların olduğu şeklinde yorumlar
yapılmıştır. Bu Avrasyacıların özellikle Özel Kuvvetler Komutanlığı bünyesinde
yoğunlaştığı iddiaları ise dikkatleri özellikle ÖKK’na celb etmiştir.
-Dava sürecinde ortaya çıkan
gelişmelerden de anlaşıldığı gibi o dönemde Silahlı Kuvvetler’in zirvesinde
bulunan komutanlar arasında bir çatışmanın olduğu, birlik ve beraberliğin
ortadan kalktığı görülmektedir. Görünen o ki gerek asker-siyaset ilişkileri
açısından, gerekse uluslararası durumu okuma açısından ordu üst kademesi en az
üç grup halinde bölünmüş ve kendi aralarında uzun süre bir soğuk savaş
yaşamışlardır. Bu çekişmede kişisel anlaşmazlıklar da etkili olmuş
görünmektedir.
-Bazı emekli generallerin, ADD
yönetimine girerek politik faaliyetlerde bulunmaları, başta İşçi Partisi olmak
üzere bazı Avrasyacı, ulusalcı ve milliyetçi çevrelerle işbirliği içine girmeleri;
hem ABD ve AB’de, hem de yurt içinde tarikat-siyaset-ekonomi ve basın
dünyasındaki güç odaklarında endişe uyandırmış, bu grupların düzenlediği ve
büyük kalabalıkların katıldığı Cumhuriyet Mitingleri ise bardağı taşıran son
damla olmuştur.
-Cumhurbaşkanlığı seçiminde,
Silahlı Kuvvetlerin bir siyasi parti gibi davranarak seçime müdahale etmesi ve
kimin cumhurbaşkanı olacağını belirlemeye çalışması ise hem hükumette, hem de
kamuoyunda çok büyük bir tepkiye sebep olmuş, halkın büyük bir kesimi seçimle
işbaşına gelen insanlara devlet görevlilerinin müdahalesini kendi iradesine
müdahale olarak algılamıştır. Bu algının yaratılmasında hükumet ve basın da
etkili bir rol oynamıştır. Bu olay artık Ordu için dönüm/doruk noktası
olmuştur. Bu esnada MHP’nin hükumetin arkasında durması sonucu hükumet kendi
adayında diretmiş ve ordu buna karşı hiçbir şey yapamayınca artık doruktan
düşüş kaçınılmaz hale gelmiştir.
-Yargı sürecinde; baskınlar,
iddialar, gazete ve internet yayınlarının üst üste gelmesi ile neye uğradığını
şaşıran ve biraz geç te olsa bu durumun kendisine karşı planlı bir operasyon
olduğu sonucuna varan TSK; bu tür bir saldırıya karşı hazırlıksız olarak
yakalandığını fark etmiş, stratejik psikolojik harekâta maruz kaldığı sonucunu
doğru bir şekilde çıkarmış ancak uygun hareket tarzları geliştirememiş, örümcek
ağına takılmış bir kelebek gibi telaşla çırpınmış ancak bu çırpınışlar
beklediğinin aksine kurtulmasına fayda etmemiş ve yuvalarında gizlenen
örümceklere saldırmaları için uygun bir hedef olduğu sinyallerini vermekten
başka bir işe yaramamıştır.
-Tüm çevrelerce yapılan tam saha
pres karşısında, artık direnmek için bir çare bulamayan TSK, son tepkisini 2011
yılında başta Genelkurmay Başkanı olmak üzere tüm kuvvet komutanlarının istifa
etmesi şeklinde göstermiş ancak bu durum TSK’nın artık teslim olduğu şeklinde
yorumlanmış ve bu andan itibaren görünürde tüm güç hükumetin ellerine, geri
planda ise bu mücadele de hükumetin arkasında duran güçlere geçmiştir.
-Bu mücadelede ordunun
karşısında; ön planda hükumet ve bir nebze cemaat görünmekle beraber, ordunun
güçten düşürülmesini çıkarları açısından faydalı gören tüm yerel ve uluslararası
güç odakları, kişisel sebeplerle orduya karşı nefret duyan yazar çizer takımı,
geçmiş dönemlerdeki darbelerde kendisi veya yakınları zarar görmüş, bu durum
kendisinde travma yaratmış bazı kişiler, yeni gelişmeleri doğru okuyup güce
yakın durarak bundan kişisel çıkar sağlamayı hedefleyen çıkarcılar ve başta PKK
olmak üzere bazı terör örgütlerine kadar çok çeşitli ve aslında birbiriyle
uyuşmayan birçok çevre hep beraber hareket etmiştir.
-Ordu ise pek fazla bir destek
bulamadığı gibi temel askeri stratejileri bile kullanamamıştır. Bir defa dünyadaki
ve Türkiye’deki gelişmeleri tam olarak okuyamamış ve kendisini buna uygun
olarak dönüştürememiştir. Saldırı başlamadan önce, kendi hataları sonucu, karşısındaki
grubun çok fazla büyümesine sebep olmuştur. Tehdidi başlangıçta doğru bir
şekilde tespit edememiş, uygun hareket tarzlarını seçememiş ve çok fazla zaman
ve mevzi kaybetmiştir.
-Kendi içinde güven ortamı
kuramamış, yapılan psikolojik harekât etkili olmuş, orduda herkes birbirinden
şüphe eder hale gelmiştir. Bu da savunmasının insicamının bozulmasına sebep
olmuştur.
-İnisiyatifi ele alamamış ve sadece
reaktif bir şekilde hareket etmeye çalışmıştır. Art arda gelen saldırılarla da dengesi
bozulmuştur.
-Asimetrik tehditlere karşı
savunmasız kalmıştır. İnternet siteleri üzerinden yapılan saldırı ve
itibarsızlaştırma faaliyetleriyle bile birçok mensubunu yitirmiştir.
-Sonuçta TSK; İlker Başbuğ’un
deyimiyle Asimetrik Psikolojik Savaş, Ümit Özdağ’ın deyişiyle de Enformasyon
Harbi uygulamaları sonucunda savaşı kaybetmiştir.
-Bu davalar sonunda verilen
kararlarla TSK içinde; ABD ve AB çizgisine yakın olmayan, cemaat ve tarikatlar
açısından tehlikeli görülen, hükumete de her zaman itaat etmeyebileceği
düşünülen Atatürkçü, milliyetçi veya ulusalcı olduğu düşünülen tüm kadrolar
tasfiye edilmiştir. Bu da, bilindiği gibi, bazı kişilerin işlediği bazı suçlar
temel alınarak ortaya atılan ve tutarsızlığı birçok defa ispatlanmış sonradan
üretilmiş belgelerle, bu istenmeyen (özellikle kurmay subay ve generaller) kişiler
bu davalara bir şekilde monte edilerek (kumpas kurularak); ya hapsedilmek, ya
emekli olmaları sağlanmak veya pasifize edilmek suretiyle yapılmıştır.
-Benim kanaatime göre; askerlere
karşı açılan diğer davalar gibi ‘’balyoz davası’’ da hukuki bir dava olmaktan
çok siyasi bir dava niteliğinde cereyan etmiştir. Siyasi davalarda da hukuk
değil konjonktürel iç ve dış güçler ve politikacıların beklentileri esas alınır.
Hedef kitle bir şekilde suçlu ilan edilerek tasfiye edilir. Burada da o
olmuştur. Eğer bu davalar kamuoyuna takdim edildiği gibi demokratikleşmek
maksadıyla darbelerin yargılanması ve darbecilerin cezalandırılması için
açılmış davalar olsaydı; hiçbir zaman uygulamaya geçmemiş ve varlığı kesin
olarak ispatlanamamış bir darbe planı üzerinden değil, 12 Eylül darbesi ve 28
Şubat ‘’post modern’’ darbesi gibi fiiliyata geçmiş darbeler üzerinden
yürütülürdü. Ama sırf kamuoyunu tatmin etmek için bu darbelerle ilgili olarak
açılan davalarda şimdiye kadar hiç kimse herhangi bir ceza almamıştır.
-2011 yılı YAŞ toplantısından
sonra TSK tamamen yenilgiyi kabul ederek düşük bir profil izlemeye başlamıştır.
Bu durum ise bu mücadelenin mağdurları nezdinde tepki toplamıştır. Ancak tüm
bunlara rağmen Genelkurmay sükûnetini korumaya devam etmiştir.
-Genel olarak Nejdet Özel’in
izlediği uyumlu ve düşük profilli davranış biçimi eleştirilmekle birlikte bence
uygulanabilecek en uygun davranış biçimi olmuştur. Çünkü savunma imkânı
kalmamışken harekete geçmek kuvvetin elden çıkmasına sebep olur. Biraz sessiz
kalıp gelişmeleri takip etmek, toparlanmak ve çıkacak fırsatları değerlendirmek
üzere hazırlanmak daha iyidir. Burada hazırlanmaktan kastettiğim; eskiden
bazılarının yaptığı gibi politikaya müdahale değil, haksızlığa uğrayan
personelin haklarını korumak ve hırpalanan TSK’nın yaralarını onarmaya
hazırlanmaktır.
-Nitekim bu fırsatlar da yavaş
yavaş ortaya çıkmaktadır. Hükumet zafer sarhoşluğu ile fütursuzca hareket
ederken çok önemli bir hususu gözden kaçırdığını fark etmeye başlamış ancak bunda
oldukça geç kalmıştır. Kastettiğim konu mücadeledeki müttefikleri ile
ilgilidir. Eğer konu iktidar ise zaferi kazananın hiç unutmaması gereken bir
şey vardır. Bu tür savaşlarda bu günkü müttefikin yarınki en büyük
rakibin/düşmanın olacaktır. Bu sebeple iktidarı ele geçirenler ittifak içinde
oldukları kişi veya kurumları fazla güçlendirmemelidir. Çünkü im en fazla güçlenirse
iktidar ona geçer ve devleti de o yönetir. Başlangıçta çıkar birliği sayesinde
kurulan ittifak ta çıkarlar çatışınca hemen bozulacaktır. Nitekim hükumet te;
çıkarların çatışmaya başlaması yüzünden önce AB ve ABD tarafından, sonra eski
solcular tarafından ve daha sonra da liberaller tarafından terk edilmiş, en son
olarak ta hükumetin de desteğiyle aşırı güçlenerek devleti perde arkasından
yönetir duruma gelen cemaat ile de kanlı bir çarpışmaya girmek zorunda
kalmıştır.
-Artık kartlar yeniden
dağıtılmaktadır. Eski müttefikler düşman olurken kendini yeterince güçlü hissetmeyen
hükumet yeni müttefikler arama peşine düşmüştür. Daha iktidara geldiği ilk
günden itibaren kamuoyunun önemini kavrayan hükumet kendisine bağlı basın
sayesinde algı yönetimini oldukça başarıyla yürütmüş, büyük sermaye
sahiplerinin bazılarını kaybetmekle birlikte Anadolu sermayesi ve kendi
zamanında zengin olan sermayedarların büyük kısmının sadakatini muhafaza etmiş
durumdadır. Bu yolsuzluk operasyonundan sonra kısa sürede kendini toparlamış,
emniyette ve yargıda hızlı ve sert tedbirler alarak gücünü ve kararlılığını
göstererek ilk tehlikeyi şimdilik savuşturmayı başarmış görünmektedir. Ancak
önemli bir yara almış ve gardı kısmen de olsa düşmüştür. Tehlike henüz
geçmemiştir. Şimdi hükumet bu gelişmelerden sonra orduya kumpas kuruldu
söylemiyle TSK’yı ve bazı eski düşmanlarını da yanında olmaya teşvik
etmektedir. Son günlerdeki TSK’nın kendi personeline kumpas kurulduğuna dair suç
duyurusu da bu girişimin bir karşılık bulduğu yönündeki ilk işaretlerdir.
Barolar başkanının başbakanla görüşmesi ve sonrasında yaşanan gelişmeler de
aynı kapsamda değerlendirilebilir.
-Tüm bu davalar aslında sadece; Ortadoğu,
Kafkasya, Orta Asya ve Balkanların yeniden düzenlenmesi ve Türkiye’de
yaratılmaya çalışılan bir dönüşüm sürecinde, bu sürece direnen güçlerle süreci isteyen
güçler arasında ortaya çıkan savaşın cephelerinden ibarettir. Bu savaşta mağdur
olan çok sayıda insan ortaya çıkmıştır. Ancak en büyük mağduriyeti, ‘’Devletin bekası ve milletin refahından
başka hiçbir düşüncesi olmayan, hiçbir suç işlemeyen ve politik veya kişisel
hiçbir bir çıkar beklentisi içinde olmayan ama bir dönemle birlikte tasfiye
edilmesi gerektiği düşünülen’’, düşük rütbelerdeki vatansever subaylar ile bazı
sivil şahsiyetler ve tabii ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti yaşamıştır.
Cemaat, Tarikat, FETÖ, AKP ve TSK hakkında ilginizi çekebilecek
yazılar için aşağıdaki linkleri tıklayınız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder