Suriye krizi çıktıktan sonra Türkiye'de bu konu hakkında
konuşan insanlar politik tavırlarına uygun olarak adeta ikiye bölündüler.
Bazıları Esat ve onun yaptığı her şey kötü, bazıları da Esat ve yönetimi çok
iyi, Esat'la çatışanların hepsi kötü diye özetleyebileceğimiz bir söylem
geliştirdiler. Tarafsız ve sağlıklı değerlendirmeler yapan çok az kimseye
rastladım.
Ben Suriye
sınırında üç yıl görev yaptım. Bu görev sırasında defalarca Suriye'ye gittim.
Suriyeli yetkililer, Müslüman Kardeşlerin eski üyeleri, Kürt siyasi muhalifler,
Ermeniler, Türkler ve değişik siyasi görüşte ve mezhepte Araplarla görüşme
imkanım oldu. Bunlardan resmi devlet personeli olanlar haricindekiler gezilerim
esnasında tesadüfen karşılaştığım kişilerdi. Bu üç yıl boyunca; Suriye'nin
toplum yapısı, etnik ve dini gruplar, devletin yapısı, Baas rejimi, silahlı
kuvvetler, Muhaberat (istihbarat teşkilatı), Suriye tarihi gibi konuları sırf bu
konulara merak ettiğimden ve görevim esnasında bana faydalı olur diye
araştırdım ve inceledim. Şimdi bu incelemem sonucunda edindiğim bilgilerin de ışığında
bu günkü durum hakkında görüşlerimi sunmaya çalışacağım.
Suriye tarihi
açıdan en eski dönemlere kadar zengin bir tarihi olan bir bölgedir. Hititlerle
Mısırlılar arasında uğruna savaşılan bölge burasıdır. İlk yazılı antlaşma olan
Kadeş Antlaşması bu topraklarda yapılan savaştan sonra yapılmıştır. İskender'in
ölümünden sonra onun komutanları tarafından kurulan ve uzun süre yaşayan
devletlerin biri de Suriye'de kurulmuştur. Akdeniz'i bir ticaret yolu haline
getiren Fenikeliler (Tunus'ta daha sonra kurulan ve Büyük General Annibal komutasında
Romalıları, daha İtalya dışına yayılmadan neredeyse ortadan kaldıracak olan
Kartaca devleti de Fenikelilerin kurduğu bir devlettir.) Suriye'de hâkim
olmuşlardır. Asurlular zaten Suriye merkezli bir devlettir. Hatta Suriye
isminin de Asur ülkesi anlamına geldiği söylenmektedir. Bu gün ülkemizde
yaşayan Süryanilerin ‘’Süryani’’ isminin anlamı da Suriyeli demektir ve
kendilerini Asurluların torunları olarak görürler. Suriye'de MÖ 5000 yılından
kalma tapınak, yerleşim yerleri ve heykeller bulunmaktadır dersek tarihi derinliği
sanırım daha iyi anlatabiliriz.
İlginç bir şey
daha söyleyeyim; Yunanlılar her ne kadar aksini söylese de, bazı tarihçiler
elde ettikleri tarihi kalıntılara dayanarak ilk olimpiyatların Lazkiye
güneyinde bulunan Tartus bölgesinde yapıldığını, efsanelerde anlatılan
Prometeus'un tanrılardan ateşi çaldığı ve ısısını düşürmek için denize soktuğu
yerin de bugün Antakya ili Yayladağı İlçesinde, Suriye sınırında bulunan Kel
Dağ (Sınır bu dağın güney sırtlarından geçmektedir.) olduğunu iddia etmektedir.
Bu dağın tepesinde Şimşek Tanrısına adanmış bir tapınak, daha sonra Hristiyanlar
tarafından kilise haline getirilmiş ve kalıntıları halen burada bulunmaktadır.
Yani Suriye ve etrafındaki bölge her zaman önemli bir siyasi, kültürel ve dini merkez
olmuştur.
Suriye ayrıca; Romalılar
ve Doğu Romalılar (sonradan ismi Yunanlı ve bazı Avrupalı devletlerce Bizans
diye uydurulan ama yıkılırken bile kendini Doğu Roma İmparatorluğu diye
adlandıran, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethederek yıktığı devlet) ve
İslamın ilk dönemlerinde önemli bir eyalet, Emeviler döneminde Başken’in Şam
yapılması ile devlet merkezi, Abbasiler’in bir eyaleti, Büyük Selçuklu
İmparatorluğunun bağlı devleri, bazı Türk Beylikleri/Devletlerinin merkezi
olduktan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun bir eyaleti olmuştur. Özetleyecek
olursak; Suriye, tarih boyunca Fenikeliler, Kenanlılar, İbraniler(Yahudiler),
Aramiler, Asurlular, Babilliler, Persler, Makedonyalılar, Romalılar, Doğu Roma,
Emevîler, Abbâsîler, Eyyubiler, Selçuklular, Memlûklular, Haçlılar ve Osmanlı
Devleti tarafından yönetilmiştir. Tarih boyunca değişik dinlerden, değişik
diller konuşan birçok millet tarafından yönetildiğinden onlardan kalan sadece
tarihi eserlere değil, değişik din, mezhep ve kültüre sahip çeşitli insan
topluluları açısından da zengindir.
Suriye’de bu gün;
etnik olarak Arap , Kürt ,Türk ,Ermeni,Çerkez; dini ve mezhep olarak; Sünni,
Nusayri, Hristiyan, Dürzî ve az sayıda diğer Şiî İslami hizipler (İsmailî,
Câferî), çok az sayıda da Yahudi ve Yezidi bulunmaktadır.
İşte bu durumu
iyi değerlendiren Fransızlar; Birinci Dünya Savaşı’nda ele geçirdikleri Suriye’yi;
Dürzi, Sünni ve Nusayri (Nusayrilere Fransız işgalinden sonra yanlış bir
adlandırmayla Arap Alevisi denmiş ve halen bu isimle anılmaktadır. Bu inanca
sahip insanlar Fransız işgaline kadar Nusayri ismiyle anılmıştır. Reenkarnasyon
inancını da barındıran Şiiliğin değişik bir koludur. Anadolu Aleviliği ile hiçbir
alakası yoktur.) olmak üzere üç devlete ve beş otonom bölgeye bölmüşlerdir.
Ancak Arap milliyetçiliğinin artması ve ortaya çıkan direnişten sonra bu devletler
ortadan kalkmış, otonom bölgelerden Hatay Türkiye’ye diğerleri de Suriye’ye
katılmıştır. 1946 yılında Fransa’nın son birlikleri de Suriye’yi terk etmiş,
bundan sonra sürekli darbelerle kesilen bir Cumhuriyet olan Suriye ancak Hafız
Esat’ın despot yönetiminden sonra kısmen de olsa bir istikrara kavuşmuştur.
Şimdi de genelde
yanlış bilinen diğer bir konudan bahsetmek istiyorum. Türkiye’de sıradan
insanlar şu andaki Baas rejiminin Nusayrilerin hâkimiyetini sağlayan ve onların
ideolojisini/inancını hâkim kılan bir rejim olduğunu sanmaktadır. Ancak gerçek
biraz farklıdır. Baasçılık 1940’lardan sonra çıkmış Arap Milliyetçiliği
ideolojisidir. Irak’ta da aynı rejim iktidara gelmiş ancak bu partinin
liderliğini Sünni Arap olan Saddam Hüseyin ele geçirince Arap kabileci
zihniyetinin de etkisiyle orada Sünniler daha etkin konuma gelmiş, aynı şekilde
Suriye’de 1970 yılında Nusayri olan havacı General Hafız Esat darbeyle iktidarı
ele geçirince de bu ülkede Nusayriler etkin hale gelmiştir. Aslında Baas
partisi, 1943 yılında, liderliğini Ortodoks Hristiyan Arap olan Mişel Eflak’ın
yaptığı bir grup Arap milliyetçisi tarafından Arap Yeniden Diriliş Partisi
adıyla kurulmuş ve diğer ülkelerde kurulan Baas Partilerine ideolojik yönden
öncülük etmiştir. Bunların milliyetçiliği biraz sosyalist ve otokratik bir
yönetimi öngörmektedir. Nitekim Baas rejiminin etkin olduğu Suriye, Irak ve
Mısır (Abdul Nasır döneminde Mısır bu ideolojinin önderliğini yapmış, bir ara
Suriye ile birleşik bir devlet kurma girişiminde de bulunulmuş ancak bu yapı
uzun soluklu olamamıştır.) gibi devletlerde günümüze kadar devam eden tek
kişinin/partinin egemenliğine dayanan otoriter, yarı askeri yönetimler hüküm
sürmüştür.
Suriye’de Baas
rejimi; Nusayriler, Baas ideolojisine destek veren laik elit ve bazı Sünni Arap
aşiretleri, Dürziler ve mevcut rejimi kendi yaşamı için uygun gören Hristiyanlar
tarafından desteklenmiştir. Hafız Esat iktidarı bir iç darbe ile ele
geçirdikten sonra daha sosyalist ve daha totaliter, kendine has bir rejim
kurmuştur. İstihbarat teşkilatını
genişleterek Sovyetler Birliğinde olduğu gibi ülkenin her yerine (konuştuğum
insanların söylediğine göre Suriye’nin neresinde olursa olsun eğer bir yerde 3
kişi yaşıyorsa biri muhakkak muhaberat elemanıymış) yaydı.
Güvenlik
teşkilatı da rejime uygun şekilde yapılandırıldı ve etkin hale getirildi, ancak
ülkede en çok korkulan güç hep muhaberattı. Bir örnek verecek olursak her sınır
görüşmesinde her asker veya sivil (Alay Komutanı, kaymakam, vali ve onların karargâh
personeli vb) yetkilinin yanında sivil kıyafetli, genellikle takım elbiseli ve kravatlı
biri (Muhaberat elemanı) durur, bu şahıslar konuşmalara katılmazlar. İkili
görüşmelerde aramızda tartıştığımız ve ikili fikir birliğine vardığımız her
konuda, imza atacak yetkili kişiler bu şahsa bakar, bu şahıs başıyla onaylarsa
imza atarlardı. Ben bunlardan birinin konuşmalarımıza verdiği tepkilerden Türkçe
konuşmaları anladığını fark ettim. Görüşmeler bittikten sonra çay-kahve içerken
Türkçe olarak kendisiyle konuşmaya başladım. Davidof sigara içiyordu. Laf olsun
diye; ‘’Siz önemli biri olmalısınız. Bizde, Davidof sigarasını ya mafya
babaları veya istihbaratçılar içer.’’ Deyince, güldü ve kendisinin Muhaberat
yarbayı olduğunu söyledi.
Suriye’de
konuştuğum kişiler (özellikle de bizim haber elemanımız olan Türkmen, Sünni
Arap, Nusayri ve Ermeni kökenli kişiler) insanların yan yana geldiklerinde
bozuk yolları bile eleştirmekten çekindiklerini, çünkü aralarından birinin
muhaberattan olabileceğini, bunun vereceği bir raporla rejime muhalefetten
hemen tutuklanacaklarını söylüyorlardı. Nitekim boşboğazlık edip kendini
tutamayan kişilerin hemen evlerinden alınarak tutuklandıklarını, ailelerinin
nerede olduklarını bile kimseye soramadıklarını, bunların bir kısmının uzun
tutukluluktan sonra serbest kaldığını, bir kısmının da sorguda işkenceden
öldüklerini, ama ailelerine hastalanarak kanlı ishalden öldüklerinin
söylendiğini, kapağı çiviyle çakılmış bir tabut içinde, cenaze yıkanmadan,
tabut açılmadan (kanlı ishal bulaşıcıdır diyorlar ancak ailelerin cenazelerdeki
işkence izlerini görmelerini engellemek istiyorlarmış) polis nezaretinde
gömüldüğünü anlatıyorlardı. Nitekim bize, başta asit anhidrit (uyuşturucu
yapımında kullanılan bir kimyasal madde) olmak üzere kaçakçılık olayları
hakkında zaman zaman haber veren iki Sünni Arap tutuklanmış ve yaklaşık bir ay
sonra birinin kanlı ishalden öldüğünü birinin de bir yıl sonra serbest
bırakıldığını haber almıştık.
Bu kaçakçılık
olaylarının çoğunun (özellikle sigara ve çay gibi maddelerin kaçakçılığı) üst
düzey devlet yetkilileri ve özellikle de Esat ailesinin kontrolünde yapıldığını
öğrendik. Gerek eski kaçakçılardan, gerekse Suriyeli bazı kişilerden
öğrendiğimize göre sigara ve çay gibi ürünler tırlarla sınıra 3-4 km. yakın bir
yerleşim yerine getiriliyor, Suriyeli ve Türk kaçakçılar paralarını ödeyip
aldıkları malları Türkiye’ye geçiriyorlarmış. Daha önceden bu kaçakçılık
organizasyonunun başı Hafız Esat’ın kardeşi imiş, ancak siyasi bir anlaşmazlık
sonucu kardeşi Avrupa’ya kaçınca görevi başka yetkililer devralmış. Bu adamın
oğlu bu son karışıklıklar çıkınca, sanırım Londra’da ortaya çıkıp (kendisine
bol gelen yeşil bir takım elbiseyle televizyonda konuşmasını izledim) bu
ortamda kendileri alternatif olabilirler düşüncesine kapılmış olacak ki
günlerce dünya basınına demeçler verdi. Ama Suriye’de insanlar onlardan da, en
az Hafız Esattan ettikleri kadar nefret ediyorlardı.
Bu genel
çerçevenin ardından; Suriye hakkında tek bir kitap okumadan, hiç Suriye’ye
gitmeden Suriye’de olanlarla ilgili tahmin ve yorumlarda bulunanlar ile, Esat’ı
şeytan görenler ve Esat’ı büyük demokrat ve emperyalizmle mücadele eden bir
kahraman olarak görenlere bir şeyler söylemek istiyorum.
Önce Esat’ı bir
kahraman gibi sunanlara bir şeyler söylemek istiyorum. Bir defa Baas rejimi tam anlamıyla bir baskı
rejimidir. İktidarda kalmak için her türlü insanlık dışı uygulamayı kendi
halkına karşı uygulamaktan çekinmemiştir. Örneğin 1980 yılında baba Esat’a
yapılan başarısız suikasttan sonra muhalif Müslüman Kardeşler örgütüne karşı
acımasız bir imha planı uygulamaya konmuştur. Müslüman Kardeşler’in etkin
olduğu Hama şehri Şubat 1982’de ordu birlikleri tarafından çevrilmiş. Hedef
gözetilmeksizin saatlerce ağır silahlarla ateş altına alınmış ve sonra ordu
birlikleri şehre girerek hedef gözetmeksizin herkese ateş açarak tam bir katliam
(adeta soy kırımı) yapmışlardır. Burada ölenlerin sayısı hiçbir zaman
öğrenilememekle birlikte ölü sayısının 40 bine kadar çıktığını söyleyenler
vardır. Bu olayla birlikte bir milyona yakın insan Suriye’de değişik bölgelere
ve Türkiye-Irak gibi komşu ülkelere kaçmıştır. Bu olaydan sonra da Türkiye’de
Antakya/Yayladağı bölgesinde ormanlık yerlerde kamplar kurarak bir kısım
Müslüman Kardeşler örgütünün silahlı güçleri Suriye’ye girip eylemlerine devam
ettirmiş olsalar da, Hama katliamından sonra bir daha tam olarak ayağa
kalkamamışlardır.
Bu rejim yıllarca
Arap milliyetçiliği ideolojisine bağlı olarak Türk/Türkiye düşmanlığı
yapmıştır. Hatay’ı kendi toprakları ilan etmiş (Bu arada Hafız Esat’ın doğum
yerinin Samandağ/Hatay olduğu söylenmektedir.), haritalarında burasının kendi
ülkesi içinde göstermiştir. Bu rejimin birinci düşmanı İsrail ise de ikinci
düşmanı her zaman Türkiye olmuştur. Okul kitaplarında Osmanlı’yı ve Türkleri
karalayıcı birçok bölüm bulunmakta, Cemal Paşa’yı soy kırımı yapmakla
suçlamaktadırlar.
Bu rejim; 1980
öncesi bütün sol terör örgütlerinin daha sonra da PKK’nın ana üssü ve
destekçisi olmuştur. Bekaa’da PKK kamları, Şam’da Apo hep bunların desteğiyle
var olmuş ve binlerce vatandaşımızın ölümünden sorumludur.
Oğul Eat ve bizim
şu andaki başbakanımızın kanka olmasından önce her türlü ortamda Ermenistan ve
Yunanistan’ın birinci müttefikleri olmuşlardır.
Suriye; Asi Nehri
üzerinde yaptığı barajlarla bize bir gram su vermemektedir. Bu sebeple; (Bunda
DSİ’nin yanlış uygulamalarının da payı olduğu söylenmektedir.) şu anda Antakya havaalanının olduğu bölgede eskiden
bulunan bir göl artık tarihe karışmıştır. Buna rağmen, bizim Fırat nehri
üzerine yaptığımız barajlara uluslararası arenada hep karşı çıkmış, Irak’ı
bizim aleyhimize kışkırtmış, Avrupa’da ve Türkiye’de (bunu başkasından duydum,
bizzat teyit etmeye imkânım yoktu) bazı gazetecilere para vererek tarih yok
ediliyor tarzından propagandalar yaptırarak bu barajların yapılması ve bunun için
batıdan finansman sağlanmasını önlemeye çalışmıştır. Zeugma ve Hasankeyf’te
tarihi mirasın korunmasına ben de taraftarım ama bu Suriye tarafından konunun propaganda
vesilesi yapıldığı gerçeğini değiştirmez.
Baas rejimi, sırf
Türk oldukları için başta Bayır-Bucak Türkleri olmak üzere ülkede bulunan Türk
nüfusa hep düşman ve tehlikeli insan muamelesi yapmıştır. Türkler
Yayladağı/Antakya sınır kapısından Suriye’nin Lazkiye iline (Önemli bir liman
şehridir. Burada gezerken bana hep İzmir’in ve İskenderun’un biraz geri kalmış
küçük bir benzeriymiş duygusu uyandırdı.) giderken sağda (batıda) ve solda
(doğuda) bulunan Bayır ve Bucak kasabaları ve bunlar civarındaki köylerde yoğun
olarak, Lazkiye de bir semtte yoğunlaşmış olarak, Halep, Hama, Humus ve Şam’da
küçük gruplar olarak ve Golan Tepeleri İsrail tarafından işgal edilince oradan
kaçanların Şam güneyinde kurdukları bir ilçede nüfus çoğunluğu oluşturacak
şekilde yaşamaktadır. Buraları haritadan incelenirse bir birleriyle irtibatsız
ve dağınık şekilde yaşamaktadırlar. Bunların devlet kademelerinde iş bulmaları,
arazi almaları sürekli ve dolaylı olarak engellenmekte, sık sık polis ve muhaberat
tarafından taciz edilmektedirler. Bu insanlar (Ben şahsen görüştüğüm Bayır,
Bucak ve Lazkiye Türklerinden tanıdığım insanları düşünerek söylüyorum, Türkiye’yi
çok seven, gönül bağı olan, sınır ötesinde bir PKK hareketlenmesi görünce
askerlerimiz ölecek diye kendi hayatını tehlikeye atarak bize haber vermeye
çalışan insanlardı.) Baas rejimi boyunca zulme uğramışlar ve etnik hiyerarşide
(Suriye’de rejim her topluma farklı davrandığından böyle bir hiyerarşi var.) en
aşağı düzeyde muamele gördüler. Maalesef şu anda bizim hükümetimiz de PYD ile
bile yakın ilişkiler içindeyken bunlarla ilgilendiğine dair bir işaret yok.
Varsa bile kamuoyuna yansımadığından ben bilmiyorum.
Suriye sınırından
ülkemiz topraklarına, yıllar boyunca; kaçak sigara, çay, canlı hayvan (bunlarla
beraber salgın hayvan hastalıkları), asit anhidrit (Bu ne işe yarar ve niye
oradan girer diyenlere; yakalanmış
kaçakçılarla ve bölge halkından insanlarla konuştuğumda Antakya’nın şu anda
ismini vermeyi doğru bulmadığım bir kasabasında Avrupa piyasasında en aranan ve
pahalıya satılan eroininin yapıldığını anlattıklarını söylemekle yetiniyorum.),
terör, patlayıcı ve silah, kaçak Afrikalı ve Hindistan’lı göçmen gibi bize
zarar verecek şeyler Suriye Devleti, Baas Rejimi ve Esat ailesinin kontrol ve
gözetiminde girmiştir.
Gelelim Suriye’nin,
Baas Rejiminin ve Esat ailesinin ABD emperyalizmine karşı çıktığı için ABD ve
batı tarafından karıştırıldığı, Asat’ın ezilen Ortadoğu Halklarının haklarını
batıya karşı savunan bir kahraman olduğu hikayesine…. Aslında en dayanaksız
iddia da budur ama nedense en çok bu iddia dile getirilmektedir. Bunun yanlış
olduğunu ispat edecek birçok örnek var ama sadece bir tanesi bile bu iddiayı
çürütmeye yeter sanırım. 1991 yılında, o Esat’ın kahramanca savaştığı ve
direndiğini söylediğiniz ABD ve onun müttefiki olan Batılı ülkeler Irak’a
saldırırken buna en büyük desteği veren ve barış gücüne birlik gönderen bölge
ülkelerinden biri hangisidir diye soracak olursanız elbette ki Suriye ve onun
Baas/Esat yönetimidir. Eeeeee? Bu nasıl emperyalizmle savaş?!....
Sanırım Esat
taraftarı gibi davranan insanlarımıza, bu yaptıklarının pek te doğru
argümanlara dayanmadığına dair biraz da olsa bilgi verebildim. Şimdi Esat
gitsin, ne olursa olsun, Esat halkına zulüm eden bir şeytandır vb. konuşan,
yani bizim başbakanımız ve hükümetin ağzıyla konuşan papağanlara……
Bir defa, kim ne
derse desin, Suriye hem Ortadoğu, hem de Türkiye için stratejik açıdan çok
önemli bir bölgedir. Bunun içindir ki petrolü olmayan, doğru dürüst sanayi ve
ekonomisi olmayan ve buna bağlı olarak ta güçlü bir ordusu olmayan Suriye,
Arap-İsrail çatışmaları boyunca kilit ve öncü bir rol oynayabilmiştir. Suriye
bunu bu zayıflıklarının yanında çok etnikli, çok dinli ve çok mezhepli hassas
yapısına rağmen yapabilmiştir. Bir defa Suriye Arap yarımadasının Akdeniz’e
açılan kapısıdır. Lübnan gibi çok daha karmaşık bir ülkede ve Filistin’de
etkinlik kurabilmektedir. Mısır’ın İsrail ile anlaşmasından sonra İsrail’in
etrafında, ona sınırı olan kalmış en güçlü Arap devletidir. Suriye’deki etnik
grupların tamamına yakını komşusu bulunduğu diğer devletlerde de yaşamaktadır.
Tüm bunları göz önüne alınca Suriye’nin istikrarı ve bütünlüğünün bozulması,
komşularını da etkileme ve bölgenin büyük bir bölümünü karıştırma potansiyeline
sahiptir. Dolayısıyla Suriye’de çıkacak/çıkan her türlü iç karışıklık Türkiye
için zararlıdır. Kabul etmek gerekir ki tüm kötülüklerine rağmen bu güne kadar
bu ülkede istikrarı, Baas rejiminden başka hiçbir yönetim sağlayamamıştır.
Hafız Esat’tan önce Suriye; sabah erken kalkanın darbe yaparak iktidara geldiği
bir devlet görünümünde olmuştur. Sürekli darbeler ve iç karışıklıklar arasında
yönetimi bir dönem Kürt kökenli kişiler bile (nüfusları çok az olmasına rağmen)
ele geçirmiştir. Ama 1970’ten beri Müslüman Kardeşler ’in 1980’deki
direnişinden başka bir iç kargaşa yaşanmamıştır. Esat bu şekilde iç savaşla iktidardan
giderse belki ülke bölünecek ve bu durum bize de yansıyacaktır. Onun için
Türkiye bu ülkede olan ve bundan sonra olabilecek her türlü karışıklıkta zarar
görecektir.
Bizim Suriye
olaylarına bu kadar müdahil olmamızın başka tehlikeli sonuçları da olabilir. Hükümetimiz
tüm Ortadoğu’da olduğu gibi Suriye’de de sanki siyasi olarak Müslüman Kardeşler
ve Nüsra gibi şeriatçı örgütlerin ve her milletten Sünni inancında olan
insanların hamisiymiş gibi bir görüntü vermektedir. Benim anladığım kadarıyla medeniyetler
çatışması gibi kitaplarla ilerideki mücadelelerin altyapısını hazırlamaya
çalışan ABD ve onun işbirlikçileri olan Avrupalı ülkeler, enerji kaynaklarını
ellerinde bulunduran bir İslam dünyasını kendilerine tehdit olarak görmekte ve
bu dünyayı en az iki parçaya bölmek istemektedir. Bu ‘’Şii Hilali’’ kavramına
bir bakın. Şii Hilalini; Şiiliğin patronluğu iddiasındaki İran değil ABD ve AB’nin
yaptığı müdahaleler ortaya çıkarmaktadır. Bunun için Ortadoğu’da devletler
mezhep temelinde bölünmeye çalışılmakta, İslam dünyası, Şii ve Sünni olarak
ikiye ayrılırken Sünni İslam da Şii nüfus kullanılarak birbirinden ayrı iki
parçaya ayrılmaya çalışılmaktadır. Bizim hükümetimizin söylemleri ve
davranışları da maalesef buna hizmet ediyor görünmektedir. Bu bölünmenin bizim içyapımızda
da bir bölünme ve huzursuzluğu tetiklemesi muhtemeldir. Türkiye’de; Antakya, Adana
ve Mersin illerinde önemli oranda Nusayri kökenli vatandaşlarımız yaşamaktadır.
Bunlar, benim gözlemlediğim kadarıyla hükümetimizin politikaları karşısında
gücenmiş ve durumdan rahatsızlık duymaktadırlar. Ülkemizde bazı provokatörler
de bu durumdan faydalanarak, Esat’ın Nusayri kökenini dile getirerek, Arap Alevisi
yanlış adlandırmasını da kullanarak ülkemizde Alevi kökenli vatandaşlarımızı
kışkırtma ve bölücü düşünceler yayma faaliyetlerine başlamışlardır. Buna çanak
tutan ana amil ise hükümetin yanlış politikalarıdır.
Bu gün Suriye’deki
çatışmaların hiç kimsenin görmediği, görse de dile getirmediği başka
tehlikeleri de ortaya çıkmıştır. Bunlardan bazılarından burada bahsetmeyi
faydalı buluyorum.
Yaz tatili için
Ege Bölgesi’ne gittim. Gördüğüm manzara ilginçti. Önceki yıllarda Doğu ve
Güneydoğu Anadolu Bölgelerinden gelen mevsimlik tarım işçileri bu yıl
gelmemişti. Onların yerine Suriye’den Türkiye’ye kaçmış olan Kürt işçiler kaçak
olarak çalışıyordu. Sanırım bunlar daha ucuza çalıştığından dayı başı tabir
edilen ve bu işçileri getiren kişiler yerli işçi getirmemişti. Dünyanın hiçbir
yerinde sığınmacılar başıboş bırakılmaz. Belli kamplarda toplanır. Bu hem o
insanların güvenliği hem de ülkenin güvenliği ve vatandaşlarının çıkarları için
gereklidir. Bu insanlar haksız bir şekilde bizim insanlarımızın işlerini
ellerinden almakta, haksız kazanç elde eden simsarlar tarafından kendileri de
sömürülmektedir. Bunların herhangi bir kaydı kuyudatı da olmadığından işeyebilecekleri
her türlü bireysel suç ve suç örgütleri tarafından kullanılmalarının takip ve
cezalandırılması imkânsızdır. Türkiye Suriye’nin sorunlarını kendi topraklarına
taşımaktadır.
Türkiye Suriye iç
savaşına müdahale ederek Ortadoğu’daki konumunu ve saygınlığını her geçen gün
daha da yitirmektedir. Kendisini bağlamakta ve kamplaşmanın taraflarından biri
haline gelmektedir. Bu da bölgesel güç iddiasında bulunan bir devlet için uygun
değildir.
Diğer bir konu
Kürtlerin durumudur. Ben, bizdeki bazı kişilerin iddia ettiği gibi Suriye’deki
Kürtlerin Irak’ta olduğu gibi bir federal bölge oluşturabileceklerine
inanmıyorum. Çünkü bu ülkede yaşayan Kürtlerin de Türkmenler gibi yoğunluk
oluşturabilecek şekilde bir yerleşimleri yoktur. Doğuda Kamışlı’dan batıda
Yayladağı/Antakya’nın hemen karşısında bulunan Kurt Dağları’ndaki köylere kadar
yayılmış durumdadırlar. Bunların birbirleriyle her bölgede doğrudan temasları
yoktur. Aralarında tamamı Arap olan yerleşim yerleri vardır. Bunların doğu
bölgesinde olanların direkt temas kurabilecekleri tek hemcinsleri Irak ve
Türkiye’deki yerleşim yerlerinde bulunan Kürt kökenli insanlardır. Dolayısıyla
Suriye’nin parçalanması durumunda bu sefer çok daha kanlı etnik çatışmaların
olması muhtemeldir. Bu durum Türkiye’yi başta yeni göç dalgaları olmak üzere
büyük sıkıntılara sokabilir.
Türkiye
muhaliflerin tamamını beraber hareket etmeye ikna edecek güce ve yetkinliğe
sahip değildir. Mesela PYD (Kürtler) Esat ile beraber hareket etmektedirler.
Nusra ile PYD güçleri yerleşim yerlerinin hâkimiyeti için savaşmaktadır. Nusra
ile ÖSO’nun da aralarında çatışmaya başladığı haberleri gelmektedir. Bu durum
iç çatışmayı zaman olarak uzatmaktadır. Bu aynı zamanda eğer olur da Esat devrilirse
iç savaşın bitmeyeceği, bu sefer de gruplar ve etnik unsurlar arasında yeni bir
iç savaşın çıkacağı ve çatışmaların yıllarca sürecek şekilde uzayabileceği
endişesi uyandırmaktadır.
Türkiye hükümeti
Suriye ile ilgili öngörülerinde yanılmıştır. Acele ve yanlış birçok adım
atmıştır. Bu sorunun kısa sürede biteceğini, Kaddafi gibi Esat’ın da ne kadar
direnirse dirensin kısa süre içinde kaybedeceğini sanmıştır. Sayın dışişleri
bakanımız bakan olduğunda tarihimizde Atatürk’ten sonra ilk defa Türkiye’yi
merkeze koyan ve bu merkezden bakarak stratejiler geliştiren, komşularla sıfır
sorun gibi ilginç ve heyecan verisi söylemleri olan bir devlet adamı ortaya
çıktı diye düşünmüştüm. Ayrıca akademide dersimize girmiş olduğundan tanıdığım,
bu konularda kitaplar yazan bir hoca olması da beni umutlandırmıştı. Ancak
atasözümüzde olduğu gibi; ‘’Hocanın dediğini yap yaptığını yapma.’’ durumu çıktı
ortaya. Komşularımızla sorunlarımız sıfırlandı çünkü ilişkimiz kalmadı. Suriye’ye
müdahil olurken; İran, Rusya ve Çin faktörü göz önüne alınmadan, Avrupa’nın ve
ABD’nin kısa sürede bu işe müdahil olacağını hayal ederek atılan adımlar Suriye
çıkmazını bizim çıkmazımız haline getirdi. Rusya’nın, Akdeniz’de gemilerini
barındırdığı tek üssü (Tarstu limanında) kendisine kullandıran Esat’ı, bu imkânı
garanti edecek bir yeni yönetim ortaya çıkmadan ortada bırakmayacağını, İran’ın
Ortadoğu’da mezhepsel olarak ta kendine yakın bulduğu tek müttefikini her ne
pahasına olursa olsun iktidarda tutmak için destekleteceği iyi hesap edilmedi.Bu
işe bu kadar müdahil olmasak ve taraflar arasında arabuluculuk yapsak, Esat’ı
demokratikleşme yönünde adımlar atmaya zorlasak ve demokrasiye çatışmasız ve
ılımlı bir geçiş yapmalarına yardımcı olsak daha iyi olmaz mıydı?
Peki, bundan
sonra ne olacak? Ben Suriye’nin geleceğini hiç iyi görmüyorum. Suriye
kesinlikle bölünecektir. Tek bilemediğim, kaça ve nasıl bölüneceğidir. Ayrı
devletler mi olacak, federasyon mu olacak onu zaman gösterecektir. Bu kadar
aralarına kan giren, mezhepsel olarak ta artık birbirlerine çok soğuk bakan
insanlar nasıl bir arada yaşayacak? Suriye tek devlet olarak kalsa bile
Fransızların yapmaya çalıştığı gibi ancak bölgelere ayrılıp federal bir yapı da
oluşturabilir.
Ancak benim en
korktuğum ihtimal çoğunluğu (yaklaşık %70) oluşturan Sünni Arapların her
bölgenin kontrolünü ele geçirmeleri ve intikam peşine düşmeleridir. Bu durum
büyük katliamlara sebep olabilir. İnsanlar 1980’lerde Hama ve civarındaki
katliamların, 40 küsur senede işkencelerde ölenlerin, bu iç çatışmalarda ağır
silahlar ve uçaklar desteğinde ölenlerin hesabını birilerinden sormaya
kalkarlarsa bundan en büyük sıkıntıyı yine Türkiye çekecektir. Hem kendi
vatandaşlarımızın bir kesiminin hassasiyetleri hem de yeni ama bu sefer diğer
kesimlerden insanların göç dalgasının yükü sebebiyle.
Saygılarımla.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder