.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

14 Ekim 2023 Cumartesi

ABD ile artık müttefik değiliz, rakibiz.

 ABD başkanı; "Türkiye, yaptığı operasyonlarla IŞİD ile mücadeleye zarar veriyor." demiş.

Ortada IŞİD diye bir şeyin kalmadığını herkes biliyor.

IŞİD'e devlet olarak operasyon yapan ve çok büyük zayiatlar verdirerek bazı bölgeleri bu terör örgütünden temizleyen tek devletin Türkiye olduğunu da herkes biliyor.

Hatta Türkiye, yakın zaman önce önemli bir IŞİD liderini bir operasyonla yok etti.

Peki ama tüm bunlara rağmen ABD başkanı neden böyle konuşuyor?

Bence konunun IŞİD ile alakası yok.

ABD, NATO'dan bağımsız olarak kendi planlarına sahip bir emperyal güç.

Anlaşıldığı kadarıyla bu planlar içinde Türkiye uzun bir süredir artık bir müttefik değil, çıkarların uyuşmadığı bir rakip.

Bunun ilk örnekleri Irak'ta çuval olayı ile başladı.

Sanırım ABD, o zamandan beri bizi sadece güvenilmez bir müttefik değil aynı zamanda bir engel olarak görüyor.

Bu sebeple yeni bir karta oynamaya karar verdi.

Akdeniz'e çıkan bir Kürt devleti kurmak istiyor.

Kürtleri sevdiğinden filan değil.

Rusya'yı güneyden de sıkıştırmak istiyor. 

Bunun için Kafkasya'ya el atması şart.

Gürcistan ABD ve AB taraftarı bir ülke olarak bu maksatla yeterli koşulları sağlamıyor.

Bu sebeple ABD, Kafkasya'ya tam olarak yerleşemiyor.

Öte yandan Ermenistan'ın kurulduğu günden beri bir Rus peyki gibi davranması sebebiyle Rusya hala Kafkasya'da varlığını koruyor.

Bunu kırmak için Paşinyan iktidara getirildi.

Ama Karabağ Savaşı Paşinyan ve Ermenistan dengelerini sarstı.

Üstelik Rusya, ateşkes antlaşması ile Ermenistan'dan sonra Karabağ'da da bir üslenme imkanı elde etti.

ABD, Rusya'yı sınırlandırayım derken Rusya yayılmaya başladı.

Sadece Kafkasya'da değil Suriye'de de yerleşti.

Yakın zaman önce ABD'nin Ermenistan ile askeri işbirliği, tatbikat vb. girişimlerini bu du durumun verdiği rahatsızlığa yormak gerek.

ABD, Kafkasya'ya giriyor ama bir sorun var.

Boğazlardan geçmeden, yani Türkiye karasuları ve topraklarını kullanmadan ABD'nin Gürcistan ve Ermenistan'a ulaşması mümkün değil. 

Ama Akdeniz'e kıyısı olan bir Kürt devleti kurdurabilirse bu  mümkün olabilir. 

Hatay güneyinden Irak sınırına ulaşacak bir Kürt devleti yolun yarısını emniyete alacak.

Sonra sıra İran'ın parçalanması, kuzey kısmının bu Kürdistan'a ilhakı mümkün olabilir.

Böylece, hem karadan hem havadan Akdeniz vasıtasıyla Kafkasya'ya (Ermenistan ve Gürcistan'a ulaşmak mümkün olacak.

Böyle bir Kürt devleti kurulursa ABD'nin eli bir başka konuda da rahatlayacak.

İsrail'deki çatışmalar sona erip çatışmalı alan kuzeye kayacak.

Binlerce yıldır bölgede üç unsurun kurduğu devletler hakim:

İran (bazen Fars, bazen Türkler iktidarda olsa da Şii temelli bir yapının hakim olduğu bir ülke), Türkler ve Araplar.

Bin seneden uzun bir süredir bu üç kültür arasındaki mücadele ile bir denge ortaya çıktı.

İsrail kurulunca yeni bir kültür, Yahudiler bu mekanizma içinde yerini aldı ve bin senelik dengeyi bozdu.

Bunun yarattığı rahatsızlık 2. Dünya Savaşı sonrasından beri bölgede yeni bir çatışma alanı yarattı: Müslüman-Yahudi veya Arap-İsrail çatışması.

Bu çatışmada İran uzun süredir İsrail karşıtlığı ile ön planda.

Türkiye de zaman zaman bu konuya müdahaleleri ile ABD açısından diğer bir sorun.

Arapların Filistin konusunda bir halt beceremeyeceği şu ana kadar yaşanan savaşlarda ispatlandı.

Ama Türkiye ve İran o kadar kolay lokma değil.

İşte bu yüzden bu iki ülke için yeni bir çatışmalı alan yaratılmak isteniyor.

Bunu da bölge siyasi yaşamına yeni bir kültürü söz sahibi olarak sokarak yapmak istiyor.

Yeni bir Kürt devleti kurulması, İsrail'in kurulmasından daha büyük bir dengesizlik yaratacaktır.

Böylece, Akdeniz'e kıyısı olan bir Kürdistan, İsrail'in yıllardır yerine getirdiği görevi devralabilir.

Bu görev, bölgesel istikrarsızlık ve çatışmalar yaratmaktır.

Bu sayede İran ve Türkiye, İsrail ile ilgilenmeyi bırakıp yakınındaki tehdide odaklanacaktır.

Bu da İsrail'in Gazze Şeridi'ni de yutarak genişlemesine ve kendisine saldırabilecek bir düşman kalmadığından da istikrar kazanarak ABD çıkarlarının bölgedeki jandarması olmasına imkan verecektir.

Olaylara biraz da bu açıdan bakmak lazım.

ABD2nin IŞİD ile bir derdi filan yok.

IŞİD, sadece basit bir oyuncak.

Belki de ABD tarafından oyuna sürülmüş bir piyon.

Asıl amaç, İran, Irak, Suriye'den bazı toprakların koparılması ile Akdeniz'e kıyısı olan büyük bir Kürdistan kurmak.

Sonra da buna Türkiye'den koparılacak parça eklenecektir.

Sonuç olarak şunu söylemek mümkün: ABD ile artık müttefik filan değiliz, rakibiz.

Bundan sonra bunu dikkate alarak hareket etmekte fayda var.

8 Ekim 2023 Pazar

İsrail-Hamas Savaşında Ne Yapmalı

 Sosyal medyada Filistin'e müdahale edelim ve asker gönderelim filan diyenler var.

Bence bu mümkün değil.

Farz edelim askeri yardım yapmaya karar verdik, buna İsrail'den çok Araplar karşı çıkar.

Bizi isteselerdi Haziran 1916'da İngilizlerle birlik olup bölgeden çıkarmazlardı.

Araplar İngiliz'e, Fransız'a, Amerika'ya ve hatta İsrail'e bile razı olur ama bizi istemez.

Yaser Arafat, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile kankaydı ve bizim aleyhimizdeydi.

HAMAS lideri, Karabağ ve 1915 iddiaları konusunda Ermenileri destekliyordu.

Doğu Türkistan'da ise Çin asimilasyon/soykırım projesini destekliyordu.

Ama Filistin'in başı sıkışınca nedense en çok biz bağırıp çağırıyoruz.

Bu kadar karşılıksız aşk yeter.

Hem, birine saldıracak gücü olanın kendini savunacak gücü de vardır herhalde.

Saldırırken bize sormadıklarına göre kendilerini yeterince güçlü hissediyor olmalılar.

Bu durumda yapılması gereken şey, Türkiye'nin ali çıkarlarını en önde tutmaktır.

Arap çöllerinde yeterince Mehmetçik kaybettik biz.

Haçlıları durdurduk zamanında, Araplar bu sayede yok olmadı.

1914-18 arasında İngilizlere karşı durduk.

Araplar onlarla bir olup bize saldırmalarına rağmen İslamin kutsal topraklarını son nefesimize kadar savunduk.

Biz peygamberimizin mezarının bulunduğu şehre düşman ayağı değdirmeyiz diye çekirge yiyerek savaşırken bize saldıran düşmanın on saflarında Araplar vardı.

Çünkü din kardeşliği gibi bir dertleri yoktu.

Dertleri bizden ayrılmaktı.

Ayrıldılar da.

Simdi de kendi problemlerini kendileri çözsünler.

Öte yandan daha bir yıl önce birçok Arap devleti Yahudilerle akraba olduklarını söyleyerek bize karşı işbirliği anlaşmaları imzalıyorlardı.

Madem akrabalar, aile kavgasında yabancıların araya girmesi uygun değildir.

Barış çağrısı yapalım diğer devletler gibi.

İtidal tavsiye edelim.

Sivillerin öldürülmesini kınayalım.

Ama kendimizin başlatmadığı bir savaşa müdahil olmayalım.

Arapça İslam'ın kutsal dili midir?

Birileri, başı açık ve makyajlı sarışın bir kadın ve bir küçük kızın kuran okurken görüldüğü videoyu youtube'ta paylaşmış.

Üzerine de "Sekülerler, hadi buna da bir şey deyin. Kuran'ın (veya İslam'ın) dili Arapçadır ve evrenseldir." mealinde bir yazı yazmış.

Ama Arapçanın müşriklerin ve Hristiyan Arapların da dili olduğunu yazmamış.

Arapça kutsal bir dil değildir.

İslamin dili de değildir.

İslam dini indirilmeden binlerce yıl önceden beri, çoğu zaman putlara tapan Ortadoğulu bir kavmin dilidir.

Bu kavmin adi Arap, dili de Arapçadır.

Arapça, ister Müslüman, Hristiyan, Yahudi veya Putperest olsun, isterse de ateist, deist veya agnostik olsun Arap kökenli olan tüm insanların konuştuğu bir dildir.

Örneğin, Kuran'ı Kerim'de lanetlenen bir insan olan ve putlara tapınan Ebu Leheb de Peygamberimiz gibi Arapça konuşuyordu.

Lübnanlı Hristiyanlar da Arapça konuşmaktadır.

Dil ile dini birbirine karıştırmamak lazım.

Dil her milletin tarih boyunca geliştirdiği bir iletişim vasıtasıdır.

İslam ise bir dindir.

Sonuç olarak şunu bilmekte fayda var:

Arapça konuşmak hiç kimseyi Müslüman yapmaz.

Daha iyi Müslüman da yapmaz.

Konuşmamak da dinden çıkarmaz.

Arapların veya Arapçanın dini açıdan hiçbir üstünlüğü yoktur.

Esas olan iman ve takvadır.

Arapça değil.

Arap olmak hiç değil.

Bunu Kur'an ve hadisler de doğrulamaktadır.

"49/ EL-HUCURÂT -13- Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için milletlere, sülâlelere ayırdık. Şunu unutmayın ki ALLÂH'ın nazarında en değerli, en üstün olanınız, takvada en ileri olandır. Muhakkak ki ALLÂH her şeyi bilir, her şeyden hakkıyla haberdardır.

"Arabın Aceme, Acemin Araba üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır." Hz. Muhammed (s.a.v.)


5 Ekim 2023 Perşembe

Ağzı olan konuşuyor.

 Dün, dolmuşa bindim.

Ön tarafta oturan birinin boru gibi sesi geliyordu.

"Eylem, patlama filan" deyince dikkatimi çekti.

Adama kulak kabarttım.

Geçen gün İç İşleri Bakanlığı'na yapılan terör saldırısını yorumluyor aklınca.

"Bu kadar kalabalık varken kimsenin olmadığı giriş yerine niye saldırdılar?

Araba öyle mi park edilir?

Saldırgan niye öyle içeri girmeye çalıştı?" gibi kendi kendine bir sürü sordu ve sonra da saçma sapan yorumlarla bu saldırının şüpheli olduğu sonucuna vardı.

Sonra da "PKK böyle eylem yapmaz." dedi.

Kendimi zor tuttum.

"Ulan dangalak. Daha kimin yaptığı açıklanmadı. Açıklansaydı bile sen PKK uzmanı mısın?" diyecektim.

Neyse ki herif sustu.

Dolmuş ağzına kadar dolu olduğundan konuşanın kim olduğunu göremedim.

Sonra da trafik sıkışınca herkes öf pöf etti.

Dikkatim dağıldı.

Bizde böyle dangalak çok maalesef.

Kendi mesleğini, işini gücünü doğru dürüst yapamaz ama hiçbir bilgisi olmadığı halde her konuda ahkam keser.

Yorum yapar.

Yargıya varır.

Böyle tiplerin dinleyeni de inananı da çok olur nedense.

Mesela "Binlerce şehit ve yaralı vererek kazandığımız ve bunun sonucunda devletimizi kurmayı başardığımız Kurtuluş Savaşı'nın olmadığını, bu savaşın uydurma olduğunu" söyleyen bir sürü geri zekalı var ortalarda, bir sürü daha geri zekalı olan tip de bu yalana inanıp her yerde savunur.

İngilizlerin tarihlerindeki en büyük ve önemli düşman olarak ilan ettikleri Atatürk ve arkadaşlarını İngilizlerle hilafeti kaldırmak için anlaşmış İngiliz adamı ilan eder bazı kansızlar, buna da bir sürü geri zekalı inanır ve savunur.

Bu yüzden, ne zaman kendi işi olmayan konularda boş yorumlar yapmak yerine işini gücünü yapan ve elinden geldiğince iyi yapmaya çalışan biri gördüğümde çok büyük saygı gösteririm.


2 Ekim 2023 Pazartesi

İnsanlara ne oldu?

 Öğretmen sınıftaki en cevval çocuğa sormuş:

"Canlılar kaça ayrılır?"

Çocuk cevap vermiş:

"Dörde ayrılır öğretmenim."

Bunun üzerine öğretmen; "Say bakalım, neymiş onlar?" demiş.

Çocuk başlamış saymaya: 

"Bitkiler, hayvanlar, insanlar ve çocuklar."

Öğretmen şaşkınlıkla soruyor:

"Çocuklar da insan değil mi oğlum?"

Çocuk; "Haklısınız öğretmenim, o zaman canlılar, üçe ayrılır." diyor.

Bunun üzerine öğretme; "Peki, yeniden say bakalım." diyor.

Çocuk bu sefer, "bitkiler, hayvanlar ve çocuklar" diyor.

Öğretmen; "Oğlum insanlara ne oldu? Saymadın.." diyor.

Çocuk cevap veriyor:

"Düşünebilenleri hep çocuk kaldılar, düşünemeyenleri ise hayvanlaştılar öğretmenim."


29 Eylül 2023 Cuma

Ankara'nın tarihi dokusunu ve Atatürk'ün inşa ettirdiği başkenti korumak.

Bazı gazetelerde, sosyal medyada ve arkadaş sohbetlerinde, Ankara'nın tarihi bölümünün, yani kale ve çevresinde hala ayakta kalan klasik Ankara evlerinin restore edilerek Ankara'nın önemli bir kültürel merkezi haline getirileceğine dair haberlere rastlıyorum. 

Bunun gerçek olmasını canı gönülden istiyorum.

Çünkü geçmişinden kopuk bir şehir, yaşanılası bir şehir olamaz.

Bu yüzden, arada bir gittiğim eski Ankara'nın yıkılmaya yüz tutan ve harabeye dönen eski evlerini görünce hep üzülürüm.

Şimdi, Ankara Belediyesini yönetenler de aynı şeyleri hissediyor olacak ki böyle bir proje hazırlamışlar.

Geçmiş dönemlerde, açgözlülükleri yüzünden yeni arsalar üreterek yakınlarını emlak zengini yapmaktan başka hiçbir vizyonu olmayan eski yöneticilerin mahvettiği Ankara, sonunda tamamen elden çıkma tehlikesi ile karşı karşıya olan tarihi zenginliklerine tekrar kavuşacak.

Aslında bu tarihi bölgeye bakış açısı ve gösterilen ilgi, her zaman böyle değilmiş.

Tan aksine, Cumhuriyet kurulduğunda bu bölge, şehrin en önemli bölgesi olarak görülmüş.

Doğal olarak bu anlayış, şehir planlaması çalışmalarına da yansımış.

Şehir planlaması için getirilen yabancı mimarlar da bu tarihi bölgenin önemini kavrayarak planlarını ona göre yapmışlar.

Ama nüfus hızla arttığından daha sonraları yeni planlar yapılmak zorunda kalınmış.

Ankara'nın nüfusu 1920 yılında 20-25 bin olarak tahmin ediliyor.

Bu nüfus, Milli Mücadele sırasında hızla artarak şehrin başkent ilan edildiği 13 Ekim 1923'te 47.000'e yükselmiş.

Bunun üzerine, geleceğin başkenti Ankara için 1924-25 yıllarında Stuttgardlı Profesör Carl Christoph Lörcher'e bir şehir planı hazırlatılmış.

Şehir nüfusu 1928 yılında 107.000 kişiye ulaştığından, şehir planlaması üzerinde daha büyük bir hassasiyetle durulmaya başlanmış.

Görev, şehir planlamacısı Hermann Jansen'e verilmiş ve şehir nüfusunun yakın zamanda 250.00'e ulaşacağı; bu sebeple şehri, bu kadar nüfusun yaşayacağı bir başkent olarak planlaması istenmiş.

Jansen, Lörcher'in hazırladığı taslaklardan da yararlanarak işe başlamış.

Jansen, şehir planını hazırlarken yeni yerleşimleri ovaya yapmayı ve böylece eski Ankara'yı korumayı esas almış.

O günlerde aldığı notlarda düşüncelerini şöyle ifade etmiş:

"Eski Ankara'yı, ovada kurulacak yeni kentten ayırmayı başarabilirsek, koruyabiliriz. Basamak basamak yükselen bir tepenin yamaçlarına kurulmuş olan eski evler, bu eski yerleşimi değişik, güzel ve çekici yapıyor."

Hazırladığı plan Ankara belediyesi tarafından onaylanmış.

Atatürk döneminde, daha sonraki yıllarda da Ankara'nın tarih ve doğadan kopmadan modern bir başkent haline getirilmesine çok önem verilmiş.

Bu gün Ankara'daki meydanlar, anıt binalar ve eski semtler hep Atatürk döneminde yapılmış.

Örneğin Bahçelievler semti.

Bahçelievler, Türkiye'nin ilk bahçe şehir uygulaması olarak hayata geçirilmiş.

Semt, 1934-36 yılları arasında Berlinli mimar ve kent planlamacısı Herman Jansen tarafından tasarlanıp gerçekleşmiştir.

Maalesef Atatürk'ten sonra gelenler Ankara'ya yeterli özeni göstermemişler.

Yakın geçmişte de bu özensizlik devam etti.

Ne tarihi alanlar, ne sanat, ne kültür, ne de doğa pek umursanmadı.

Örneğin, Atatürk'ün ağaçlandırdığı alanlara ve çiftliklere binalar yapıldı.

Eski binalar yıkıldı ve yerlerine çirkin apartmanlar yapıldı.

Bunu kendi gözlerinizle de görmeniz mümkün.

Atakule'ye çıkıp şehre kabaca bir göz atın.

Nerede yeşillikler arasında yaşanası mekanlar görürseniz Atatürk zamanında yapılmıştır.

Nerede birbiri içine girmiş ve yeşillikten eser görülmeyen beton yığını şeklinde binalar görürseniz, Atatürk'ün ölümünden sonra yapılmıştır.

İşin ilginç yanı, Atatürk'ün ölümünden sonra şehir genişledikçe şehrin daha da betonlaştığının açıkça görülmesidir.

Bu gidişe dur demek lazım.

Eski Ankara'nın restorasyonu projesi, eğer gerçekleştirilirse, iyi bir başlangıç olacaktır.

Atatürk'ü Koruma Kanununu Kim Çıkarmıştır.

 Bazı Atatürk ve cumhuriyet düşmanları artık saldıracak konu kalmadığından olsa gerek sosyal medyadaki paylaşımlarında veya youtube videolarında Atatürk'ü Koruma Kanunu üzerinden Atatürk'e saldırmaktadırlar.

Dedikleri özet olarak şöyle: 

"Dünyanın hiçbir ülkesinde birini, hele de ölmüş birini korumak için kanun çıkarılmamıştır. Bu ne saçma kanundur..."

Bu zatların atladığı bir şey var.

Muhtemelen atladıklarından filan da değil, kasten görmezden geliyorlar.

Başka bir ülkede buna benzer bir kanun var mı yok mu bilemem.

Ama yoksa da fark etmez.

Çünkü dünyanın hiçbir ülkesinde devletin kurucusuna hakaret etmeyi maharet sayan bu kadar şerefsiz  bulmak da mümkün değil.

Üstelik bu şahıslar, kanunu sanki Atatürk veya İnönü filan çıkarmış gibi bir intiba da yaratıyorlar.

Halbuki bu yasa 1951 yılında, bazılarının gerçekle ilgisi olmayan vasıflar yükledikleri Adnan Menderes'in başbakanlığı zamanında çıkarıldı.

Demokrat Parti'nin iktidara gelmesi ile inlerinden çıkan yılanlar ve çıyanlar, Demokrat Parti'nin kurucularından olan Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın Atatürk'ün sağlığında en yakınlarından olup başbakanlığa  getirdiği biri olduğunu çabuk unutmuş olmalılar.

Menderes'i CHP'ye alanın ve önemli görevlere getirenin de Atatürk olduğunu unutmuş olmalılar.

Bu sebeple, Atatürk anıt ve heykellerine saldırmakta sakınca görmediler.

Sağda solda Atatürk'e hakaret etmeye başladılar.

Bu çevreler, ne yapılırsa yapılsın yola gelmeyince hükümet, bunları cezalandırmak için yasal bir zemin oluşturmaya karar verdi.

Bunun için bir kanun hazırlandı.

Bu kanunun devletin kurucusuna düşmanlık yapan kendini bilmezler için caydırıcı olacağı düşünülüyordu.

Buraya kadar anlattıklarım, çoğu insanın bildiği şeyler.

Ama bu gün Nazilerin Almanya'da iktidara gelmesinden sonra ülkeden ayrılmak zorunda kalan Alman akademisyen ve politikacı Ernst Reuter'in anılarını okurken daha önce bilmediğim bir şey öğrendim.

Malum, Naziler iktidara geldikten sonra Yahudileri ve muhalifleri etkili yerlerden uzaklaştırmak için 1933 yılında bir kanun çıkarmışlardı.

Bu kanundan sonra birçok akademisyen üniversitelerdeki görevlerinden uzaklaştırılmış, işsiz kalıp baskılara dayanamayan bu akademisyenler çeşitli ülkelere göç ederek/kaçarak o ülkelerin üniversitelerinde çalışmaya başlamışlardı.

Alman akademisyenleri alıp üniversitelerde iş veren ülkelerden biri de Türkiye idi. 

Türkiye Cumhuriyeti kurulur kurulmaz eğitime büyük bir önem vermiş ve birçok üniversite açmıştı.

Ancak yetişmiş akademisyen sıkıntısı sebebiyle üniversitelerde birçok bölüm açılamamış, açılanlardaki eğitim de istenilen seviyeye ulaşamamıştı.

Hitler Yahudi kökenliler başta olmak üzere Alman olmayan ve Alman olsa bile Nazi rejimine muhalif olan kişileri görevlerinden uzaklaştırmaya başlayınca bu durum Türkiye için bir fırsat oldu.

Çok sayıda akademisyen Türkiye'ye davet edildi.

Bu akademisyenler, üniversitelerimizde yeni bölümler açtılar. 

Bir kısmı da mevcut bölümlerde görev yaparak eğitim kalitesini Avrupa üniversiteleri seviyesine çıkarmak için çalıştılar.

Çok sayıda ders kitabı, bilimsel yayın ve yardımcı yayın niteliğindeki kitaplar yazdılar.

Bu akademisyenlerden biri de Ernst Hirch idi.

Hukuk Profesörü olan Hirsch, Mart 1933'te Almanya'daki işinden atıldı.

Bunun üzerine İstanbul'a geldi ve İstanbul Üniversitesi'nde yeni kurulan Ticaret Hukuku kürsüsünün başına geçti.

Hirsch, hukuk dersleri için kaynak olacak çok sayıda kitap ve makale yazdı. 

Hukuk felsefesi dersinin hukuk fakültelerinde zorunlu ders olmasını sağladı.

2. Dünya Savaşı sona erip Nazi rejiminin ortadan kalkmasından sonra da Türkiye'de kalan ve ancak 1952 yılında ülkesine giden Hisch, Türkiye'ye geldiği ilk yıl Türkçe öğrendiğinden hukuki konularda hükümete de ihtiyaç olduğunda danışmanlık yapıyordu.

İşte bu sebeple, 25 Temmuz 1951'de kabul edilen Atatürk'ü Koruma Kanunu'nun hazırlanmasında da görev aldı.

Almanya'ya döndükten sonra Türkçeyi unutmamak için Türk dergi ve gazeteleri getirtip okuyan Hirsc, ara ara Türkiye'ye gelip gitmeye devam etti. 

Türkiye'ye ve Türk milletine her zaman minnettarlığını belirten Hirsch, 19 Ağustos 1945 tarihinde İstanbul'da dünyaya gelen oğluna da bir Türk ismi (Enver Tandoğan) ismi verdi.

1982 yılında, daha sonra Türkçeye de çevrilen anılarını yayınlayan Hirsch, bu kitabında Atatürk'ü Koruma Kanunu'na katkıları konusunda şunları söylemektedir: 

"Olağanüstü bir insanın onurunun korunmasına katkım olduğu için mutluyum."

28 Eylül 2023 Perşembe

Atatürk öldüğünde konulduğu katafalkı hazırlayan kişi kimdir?

Almanya'da Naziler iktidara gelir gelmez, başta Yahudi kökenliler olmak üzere kendilerinden olmayan veya ideolojilerine karşı olan tüm Almanlara baskı uygulamaya başladılar. 

Bu baskılardan nasibini alanların başında ise üniversitede çalışan akademisyenler, devlet memurları ve muhalif politikacılar geliyordu.

1933 yılında Aryan olmayanlara ve muhaliflere karşı uygulanacak baskıyı yasallaştıran bir kanun çıkarıldığında birçok kişi yurt dışına kaçmaya başladı.

Bunlardan bir kısmı da Türkiye'ye geldi ve bu gün üniversitelerimizdeki bölümlerin çoğunu ya kurdular veya kurulmuş olanlarını geliştirdiler.

Bunlar arasında mimarlar da vardı.

Bu mimarlardan biri de Berlinli Bruno Taut idi.

1934 yılında Prusya Güzel Sanatlar Akademisi'ndeki işine son verilen Taut, önce İsviçre'ye kaçmış, oradan uçakla önce Japonya'ya, oradan da İstanbul'a uçmuştu.

Taut, yakın dostu ve meslektaşı Martin Wagner ile birlikte bugün UNESCO'nun dünya kültür mirası listesine aldığı Berlin'deki işçiler için planlanmış at nalı şeklindeki büyük siteyi (Hufeisensiedlung) 1925-1933 yılları arasında planlayıp inşa edilmesini sağlayan tanınmış bir mimardı.

Profesör Taut, İstanbul'a geldikten sonra, Aralık 1936'da İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümü'nün başına geçti.

Bu görevinin yanında, Ankara'daki Milli Eğitim Bakanlığı'nın mimarlık bölümünün de başkanlığına getirildi.

Fakat bir süre sonra sağlığı bozuldu.

10 Kasım 1938'de Atatürk vefat ettiğinde Taut çok ağır hastaydı.

Buna rağmen, hasta yatağından kalkarak Atatürk'ün tabutunun konulacağı katafalkı çok kısa süre içinde hazırladı.

Taut, o kadar hastaydı ki Atatürk'ten bir ay kadar sonra Aralık ayında o da öldü.

Bruno Taut'un mezarı İstanbul Edirmekapı Şehitliği'ndedir.

Taut, Türkiye'ye gelip göreve başladıktan sonra sadece iki yıl yaşamasına rağmen bu gün de ayakta olan bazı eserlere mimar olarak imza atmıştır.

Örneğin, Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi binasının tasarımını Taut yapmıştır. 

Ayrıca, kendi tasarlayıp inşa ettirdiği ve İstanbul'da kaldığı sürece yaşadığı Ortaköy'deki Bruno Taut Evi de hala ayaktadır.


Kaynakça: Bu bilgiler, İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayınlanan "İkinci Vatanım Türkiye, Ernst Reuter'in Ankara Yılları" isimli kitaptan alınmıştır.


27 Eylül 2023 Çarşamba

Adalet ölünce ne olur?

 Bir zamanlar İngiltere'de bir gelenek varmış.

Sıradan bir insan ölünce kilisenin çanı bir defa çalınarak halka duyurulurmuş.

Bir asil öldüğünde çan iki kez çalınırmış.

Kraliyet ailesinden biri öldüğünde üç kez.

Kral öldüğünde ise çan dört kez çalınırmış.

Bir gün mahkemede bir vatandaş güçlüleri kayırmak adına haksız yere mahkum edilmiş.

Bunun üzerine kilisenin çanı beş kez çalınmış.

Halk merak içinde kiliseye koşmuş.

Papazı bulup sormuşlar:

"Papaz efendi, Kraldan daha önemli biri var mı ki kilisenin çanı beş kez çaldı?"

Papaz cevap vermiş:

"Evet. Kraldan daha önemli bir şey var. O da adalettir. Ve maalesef bu gün İngiltere'de adalet öldü."

2. Karabağ Savaşının Bana Düşündürdükleri.

2. Karabağ Savaşı'nın sonuçları, bende şu düşünceye sebep oldu:

"Kendisine haksızlık yapılan bir kişi veya millet, mutlaka hakkını geri alır.

Ama bir şartla.

Kaybettiği hak kendiliğinden geri gelsin veya birileri bana versin diye hımbıl hımbıl oturmak yerine, uygun zaman geldiğinde onu geri almak için tüm varlığı ile hazırlanırsa.

Eğer inançla ve inatla hazırlık yapılırsa da Allah mutlaka uygun bir fırsat yaratır.

Geriye kalan tek şey, hakkını almak için harekete geçecek cesarete ve ortaya çıkacak fırsatı görecek uyanıklığa sahip olmak kalır."

2. Karabağ Savaşı bunun en güzel örneğidir.

Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Karabağ'da yaşayan Ermeniler, Ermenistan ve Rusya'nın desteği ile bağımsızlık ilan ettiler.

Çatışmalar başlayınca da Türk köylerine saldırarak kadın, çoluk, çocuk demeden sivil insanları katlettiler.

Dünya buna seyirci kaldı.

Küçük bir Türk kızını, derisini yüzerek nasıl öldürdüğünü anlatan Ermeni doktor hakkında bile dünyadan hiçbir tepki gelmedi.

1. Karabağ Savaşı'nda Azerbaycan, sadece topraklarının %20'sini kaybetmekle kalmadı, 1 milyondan çok vatandaşı da mülteci durumuna düştü.

Fakat Azerbaycan, bu haksızlığı ve adaletsizliği asla kabul etmedi.

Bir gün kaybettiği toprakları mutlaka geri alacağına inandı ve bunu çeşitli platformlarda ifade etti.

Bunun için hızla ordusunu güçlendirmeye başladı.

Bu arada, uluslararası görüşmelerde sürekli yoğun çaba göstererek işgal edilen toprakların yasal sahibinin Azerbaycan olduğunu dünyaya kabul ettirdi.

Hani "haksız arsız olur" derler ya...

Ermeniler de bu söze uygun olarak 2019 yılında yeniden saldırılara başladılar.

Ama hata yaptıklarını kısa süre içinde anladılar.

Çünkü Azerbaycan'ın 30 yıldan uzun bir süredir beklediği fırsatı ona verdiler.

Azerbaycan, zaten savaşa hazırdı.

Yıllarca hakkını geri almak için bir fırsat çıkmasını bekliyordu.

Bu fırsat çıkınca da 44 günde Ermenileri savaşamaz hale getirdi.

Kaybettiği toprakları geri aldı.

Hakkını geri aldı.