.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

27 Ekim 2017 Cuma

Tarih Boyunca Savaş ve Şiddetin Sebepleri.


     Savaş ve Şiddetin Sebepleri Nelerdir? 

     Savaş, karşılıklı taraflar arasında meydana gelen bir şiddet hareketidir ve şiddet savaşın olmazsa olmaz bir unsurudur. İnsanlık tarihi aynı zamanda savaşın ve şiddetin tarihidir. Yapılan arkeolojik araştırmalar da bunu doğrulamaktadır. Bulunan en eski insan kemiklerinde insan eliyle yapıldığı anlaşılan şiddet olaylarının izlerine rastlandığı gibi bulunan en eski aletler de bıçak, ok ucu ve mızrak ucu gibi silahlardır. Bu da gösteriyor ki insanlar bilinen en eski dönemden beri birbirlerine şiddet uygulamaktadırlar. Peki, ama insanlar neden birbirlerine karşı şiddet uygularlar?
     Bu soru tartışılırken genelde konu genel olarak şu iki noktada birleşmektedir: İnsanlar, yapısal olarak mı şiddete eğilimlidir, yoksa kendileri dışındaki bazı faktörlerin etkisiyle mi şiddet uygulamak zorunda kalmaktadırlar? Bu sorulara yanıt arayan bazı bilim adamları, şiddet eğiliminin insanın doğal yapısından kaynaklandığını iddia etmişler ve bunlar, ‘’Doğal yapı’’ taraftarı olarak adlandırılmışlardır. Doğal yapı taraftarları da kendi aralarında iki farklı gruba ayrılmıştır.
     Bu gruplardan biri, şiddet eğiliminin insanın yapısında var olduğunu iddia ederken diğeri ise şiddet hareketlerini, kusurlu bireylerin hatalı davranışları veya bir takım dürtü ve tahriklere verilen bir tepki olarak kabul etmektedir. Bu ayrıma rağmen şiddetin insan doğasından kaynaklandığını savunanları genel olarak savaşmaya yatkınlığın bize; hayvan atalarımızdan kaldığını, şiddet eğiliminin genetik yapımızda olduğunu, insanın beyninin şiddete eğilimli bir yapıda olduğunu ve evrim sürecinde şiddete meyilli genetik özelliklerimizin seçilime uğrayarak günümüze kadar ulaştığını iddia etmektedirler. Fakat yapılan bazı bilimsel araştırmalar bu iddiaların tartışmaya açık olduğunu göstermiştir. Örneğin nörologlar tarafından yapılan araştırmalar sonucunda, insanlardaki saldırganlığın alt beynin bir işlevi olduğu fakat bunun üst beyin tarafından kontrol edilerek dizginlenebildiği tespit edilmiştir. Dolayısıyla saldırganlığın sırf beynin yapısal özelliğinden kaynaklandığı söylenemez. Çünkü alt beyinde ortaya çıkan bir saldırganlık dürtüsü üst beyin tarafından engellenince saldırganlık eylemi gerçekleşmeyebilecektir.
     Beynin karar verme mekanizmasını ve böylece insan davranışlarını etkileyen önemli unsurlardan biri de hormonlardır. Bu hormonlardan bazılarının saldırganlık davranışları üzerinde etkili olduğu bilinmektedir. Örneğin testosteron hormonları normalden çok salgılanan erkeklerde saldırganlığın yüksek olduğu görülmektedir. Fakat yüksek testosteron salgılanması tüm erkeklerde meydana gelen bir şey olmadığı için insanların genelinde şiddet eğiliminin buna bağlı olduğunu iddia etmek doğru bir değerlendirme olmayacaktır.
     Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, nöroloji araştırmalarının bulgularına göre, beynin ve hormonların insanların şiddet uygulaması üzerindeki etkileri henüz tam olarak ortaya konulamamıştır. Fakat nöroloji araştırmalarının aksine, genetik alanında yapılan araştırmalarda kalıtım ile saldırganlığın seçilimi arasında bir ilişki olduğu tespit edilmiştir. Bunu insanlardaki saldırganlığın sebebi olarak gören bazı araştırmacılara göre saldırganlık, hayatta kalma olasılığını artıran bir genetik kalıtımdır. Bu anlayışa göre, yaşam bir kavga olduğundan düşmanca koşullara direnebilenler daha uzun yaşamışlar ve böylece saldırganlığı yüksek yeni kuşaklar üretmişlerdir.
     Ancak bu araştırmalarda ayrıca, saldırgan davranış sergileyen tüm canlıların aynı zamanda bunun düzeyini belirleyen genlere de sahip olduğu tespit edilmiştir. Bu sayede saldırgan dürtüler, kaçış olanağına yönelik tehditler ve risk hesaplarına göre dengelenmektedirler. Bu durum insanlarda “savaş veya kaç’’ diye tanımlanan davranış biçiminde görülür. Dolayısıyla saldırganlığın yapısal olduğunu iddia etmek ve bunu da genlere bağlamak çok doğru bir yaklaşım gibi görünmemektedir. Zaten antropoloji alanında yapılan bazı araştırmalar sonucunda elde edilen bulgular da insanlarda şiddet uygulamanın yapısal olduğu teorisi ile uyuşmamaktadır. Örneğin; Portekiz, İsrail, Tuna Vadisi, Sudan ve Bavyera’da yapılan kazılarda bulunan avcı toplayıcı insan kemikleri incelendiğinde her bölgede farklı oranda insanın şiddet uygulanarak öldürüldüğü tespit edilmiştir. Bu da avcı toplayıcılık döneminden itibaren değişik toplumların birbirinden çok değişik oranlarda şiddet uyguladığını göstermektedir. Eğer insanların şiddet uygulama eğilimi yapısal bir sebepten kaynaklanmış olsaydı bu oranların her yerde birbirine yakın çıkması beklenirdi.
     Demek ki şiddet uygulamanın temelinde yapısal özelliklerden başka farklı bazı sebepler aramak gerekmektedir. Bu sebepler aranırken bakılacak yer, konuya başlarken belirttiğimiz ikinci soruya da yani “Acaba insanlar kendileri dışındaki faktörlerin etkisiyle mi şiddet uygulamak zorunda kalmaktadırlar?’’ sorusuna cevap aranmasını gerektirmektedir. İşte bu soruya cevap vermek için birçok araştırmacı konuyu incelemiş ve bunun sonucunda bazı teoriler ortaya atılmıştır.
     Bu konuda ortaya atılan önemli teorilerden biri “toprak sahiplenme’’ teorisidir. Buna göre saldırganlık doğal bir dürtüdür. Enerjisini organizmadan alır ve tahrik edildiğinde harekete geçerek boşalır. Ancak hayvanların çoğunda hemcinslerinin saldırganlığını yatıştırma yeteneği vardır. Geri çekilme ve boyun eğme belirtileri göstererek hemcinslerini yatıştırırlar. Bu özellik önceleri insanlarda da vardı ancak insanlar, avlanmak için silah yapmayı öğrenince daha bol gıda almışlar, bol gıda alınca daha hızlı üreyerek oldukça kalabalıklaşmışlar ve böylece mevcut topraklar artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılamak için yetersiz kalmıştır. Bu sebeple bireyler, sahip oldukları toprakları koruyabilmek için diğerlerini öldürmeye başlamışlardır. Bunun sonucunda da insanlar arasındaki mesafe artmış ve insanoğlu yaşamını sürdürmek için başka hayvanları öldüren bir avcı olmaktan çıkarak hemcinslerini öldüren bir saldırgan haline gelmiştir.
     Bu teoriden yola çıkan bir başka düşünceye göre ise insanlar toplu halde avlanmanın daha iyi sonuç verdiğini keşfedince, tıpkı sürüler halinde ava çıkan hayvanlar gibi davranmaya başlamışlar ve av organizasyonlarıyla bir araya gelen bu insanlar kendi topraklarına giren veya işlerine karışan diğer insanlara karşı saldırgan davranışlar içine girmişlerdir. Ancak antropoloji alanında yapılan bazı araştırmalarda, tüm insanlık için genel bir teori olarak ortaya atılan bu iddiaların, her toplum için doğru olmadığı ortaya çıkmıştır. Örneğin Polinezya Adalarında ve özellikle de Paskalya Adası’nda yapılan araştırmalara bakılınca bu teorinin bu bölgede geçerli olmadığı anlaşılmaktadır. Bu adalardaki halklar binlerce yıl barış içinde yaşadıktan sonra, gıda miktarında bir artış olmadan nüfusta ortaya çıkan artış bu durumu tamamen değiştirmiştir.
     Burada nüfus arttıkça ormanlar tarım için kesilmiş, bunun sonucunda yağışlar azalmış ve bu da gıda üretimini daha da azaltmıştır. Ormanlar kesilince tekne yapımı için çok az ağaç kaldığından balıkçılık yaparak gıda temin etmek zorlaşmış ve bunun sonucunda mevcut barışçıl yapı aniden değişmiştir. Binlerce yıl barış içinde yaşayan ada halkı ikiye bölünerek birbirleriyle vahşi bir ölüm kalım savaşına girişmiş ve adaların birbirine çok uzak olması sebebiyle taraflar için bir kaçış yeri olmadığından bu iki grup, birbirlerini yok etme noktasına getirene kadar savaşmaya devam etmişlerdir. Görüldüğü gibi gıda artışının yarattığı nüfus artışı iddiasının tersine burada nüfus artışının yarattığı gıda yetersizliği ve insan eliyle doğal çevrede yapılan tahribat sonucunda ortaya çıkan iklim değişikliği şiddete sebep olmuştur. Ayrıca bu adalarda, toprak sahiplenme teorisinde iddia edildiği gibi silahların icadı savaşa sebep olmamış tam aksine insanlar birbirlerine şiddet uygulamaya karar verdikten sonra yanardağ yataklarından topladıkları camlaşmış taşlarla silah yapmaya başlamışlardır. Bu bölgedeki savaşın ve şiddetin toplu olarak avlanmakla da bir ilgisi görülmemiştir.
     Aynı durum Zulularda da yaşanmıştır. 14. Yüzyılda Avrupalı kâşiflerin karşılaştığı Zulular, oldukça barışçı ve şiddetten uzak bir şekilde yaşarlarken, 18. Yüzyılın sonlarında yaşam şartları değişmeye başlayınca saldırganlık davranışları artmaya başlamıştır. Önce, hayvancılıkla uğraşan kabilelerin servet ölçüsü olarak kabul edilen sürülerinin sayısı, verimli otlakların beslenmelerini sağlayamayacağı kadar çok artmıştır. Fakat bölgelerini çevreleyen araziler başka alanlara açılmalarına uygun olmadığından yeni otlak bulmaları mümkün olmamış ve bunun sonucunda toplumda şiddet eğilimleri ortaya çıkmıştır. Shaka adında bir lider gençleri askeri birlikler halinde teşkilatlandırmayı başarınca barışçılıklarıyla tanınan kabileler dünyanın en korkunç savaşçılarına dönüşmüşlerdir.
     Buna benzer başka birçok örneğin daha tespit edilmesi bu teorinin doğruluğunu sorgulanır hale getirmiştir. Bu sebeple doğallık temelli bu teorilere karşı bazı antropologlar tarafından “eğitim kuramı’’ adıyla farklı bir teori ortaya atılmıştır. Bu teoriyi ortaya atanlar, insanın üst değerlerinin alt değerlerinden daha üstün olduğunu ve işbirliğine daha yatkın toplumlar kurabileceğini öne sürmüşlerdir. Fakat bu teori çok fazla taraftar bulamamıştır.
      Bundan sonra daha fazla taraftar toplayan “kültürel saptama’’ adıyla bir teori ortaya çıkmıştır. Bu teoriye göre saldırganlığı belirleyen temel öge kültürdür ve bazı toplumlar daha baskıcı bir kültüre sahiplerken bazıları ise daha uysal bir kültüre sahiptirler. Bu sebeple saldırganlık toplumdan topluma değişmektedir.
     Bu teoriyi daha ayrıntılı bir şekilde araştırmaya girişen “yapısal işlevciler’’ konuyu yeni bir aşamaya taşımışlardır. Bunlara göre her toplum biçimi bulunduğu ortama uyum göstermenin bir işlevidir. Dolayısıyla şiddet te yaşanılan ortamın gereklerine göre şekillenir. Yani insan toplulukları yaşadıkları çevreye göre bir toplumsal yapı oluştururlar ve bu yapı şiddet uygulama düzeyini belirler.
     Görüldüğü gibi bu teoriler şiddetin kaynağını tam olarak açıklamasalar da toplumlar arasındaki şiddet ve saldırganlık eğilimlerindeki farklılıklar konusunda oldukça mantıklı yaklaşımlar sunmaktadırlar. Çünkü hayvanların davranışları tamamen genlerinden kaynaklanmasına rağmen eğitim kuramı savunucularının da iddia ettiği gibi insanlar davranışlarının çoğunu sonradan öğrenirler. Bu sebeple hayvanların davranışları genellikle kısa süreler içinde değişmezken insanlar herhangi bir çevresel veya genetik değişime ihtiyaç duymadan yeni davranışlar geliştirebilirler ve bunları gelecek nesillere aktarabilirler. Öte yandan insanların diğer hayvanlardan farklı olarak değişen ihtiyaçlara göre davranışlarını yenileyebilme yeteneğine sahip olması toplumlarda kültürel devrimin yolunu açmıştır.
     Bu sebeple her bölgede, değişik coğrafya ve iklim özelliklerine uyumdan kaynaklanan değişik kültürler ortaya çıkmıştır. Bunun sonucunda Amerikan yerlileri ve Avusturalya aborjinlerinde sık sık toplu çatışmalar görülürken Hebritliler gibi bazı toplumlarda ise iki düşman grup karşı karşıya geldiğinde hepsinin birbirleriyle savaşması yerine her gruptan seçilen birer kişinin düellosu ile yapılan gösteri niteliğindeki savaşlar ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla şiddet ve saldırganlığın toplumdan topluma değişmesinin eğitim ve kültürün bir sonucu olduğu söylenebilir.
     Bu konuda daha kesin bir yargıya varan bazı araştırmacılar insanın kendilerini nasıl yönettikleri konusunda kültürün en önemli etken olduğuna, bu sebeple savaşın da kültürün bir göstergesi olduğuna ve hatta bazı toplumlarda kültürün kendisi olduğuna inanmaktadır. Ancak kültür herhangi bir toplumda şiddetin boyutunu belirleyen bir etki yaratsa da sürekli bir barış ortamının sağlanmasını garanti edemez. Çünkü kültür de insanın yaşadığı çevreye bağlı olarak değiştiği için çevredeki değişimlerin yarattığı yeni ihtiyaçlar kültürü değiştirdiği anda Polinezya Adalarında veya Zulularda olduğu gibi uzun süredir barışçı bir kültüre sahip olan insan toplulukları aniden tam tersi istikamette davranabilmektedirler.
     1960’lı yıllardan itibaren bazı antropologlar ise çatışma ve saldırganlık kavramını yukarıda açıklanmaya çalışılan teorilerden farklı olarak ekonomik terimler üzerinden açıklanmaya başlamışlardır. Buna göre, insanlar daha çok gıda tüketme imkânı bulunca bu durum hızlı nüfus artışına, nüfus artışı rekabete ve rekabet de çıkar çatışmalarına sebep olmuştur. Bu durum ise beraberinde şiddet eylemlerinde artışı getirmiştir. İnsanlar daha çok gıda tüketme imkânına ancak tarım devriminden sonra kavuşmuşlardır. Dolayısıyla bu teoriye göre insanlarda şiddet uygulamanın tarım devrimi ile arttığı söylenebilir. Zaten bazı araştırmacılar da insanlar arasında şiddetin tarım devriminden sonra arttığını iddia etmektedirler.
     Bu araştırmacılara göre ilk çiftçiler muhtemelen avcı toplayıcılardan daha vahşiydiler. Çünkü hem başkalarından korumak zorunda oldukları daha fazla eşyaları, hem de ekmek için daha fazla toprağa ihtiyaçları vardı. Bu da rekabetin ve dolayısıyla çatışmaların artması için yeterli olmuş olabilir. Öte yandan tarım toplumlarındaki yeni yaşam biçiminin yapısı da düşmanca karşılaşmaların daha fazla oranda karşılıklı şiddet uygulaması ile sonuçlanmasına sebep oluyordu. Avcı toplayıcı bir grup diğerine saldırdığında, saldırıya uğrayan grup çatışmadan kaçabilirdi fakat tarım toplumlarında komşu kabileler birbirlerinin tarım alanlarına saldırınca kaçmaya veya uzlaşmaya yer olmuyordu. Çünkü herhangi bir insan grubu, tarım yapan bir topluma saldırdığında, kaçmak aynı zamanda aç kalmak anlamına geleceğinden saldırıya uğrayanlar kaçmak yerine yerleşim yerlerinde kalıp savaşmak zorundaydılar.
     Bunların dışında tarım toplumlarının şiddet olaylarının artmasına sebep olan bir başka özelliği de çiftçilerin kendi ihtiyaçlarından daha fazla gıda üretmeleridir. Çünkü ihtiyacından daha çok gıda üretmek, bu insanların katlanarak çoğalmasına sebep olmuş ve nüfus hızla artınca büyük yerleşim yerleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Bunun sonucunda, bu yerleşim yerlerinin idaresi için bazı politik ve toplumsal sistemler ortaya çıkmış ve bu sistemleri yönetmek için ortaya çıkan yöneticiler ve seçkinler çiftçilerin ürettiği fazla gıdayla beslenmeye başlamışlardır. El konan fazla gıdanın bir kısmıyla da bu sistemlerin korunabilmesi için gerekli olan askerler beslenmişlerdir. Bu durum ise savaşların artmasına sebep olmuştur.
     Yapılan kazılarda elde edilen insan kemikleri incelendiğinde, bu iddiaların gerçeğe oldukça uygun olduğu anlaşılmaktadır. Bulunan kemikler üzerinde yapılan araştırmalara göre tarım toplumlarında şiddet yüzünden ölenler avcı toplayıcılara göre çok fazla artarak toplam nüfusun %15’ine, erkek nüfusunun ise %25’ine varabilmektedir. Öte yandan tarım devrimi kalabalık şehirler ortaya çıkardıkça insanlar, büyük tanrılar ve anavatanlar hakkında hikâyeler icat ederek ihtiyaç duyulan toplumsal bağları oluşturmuşlardır. Bu da savaşların desteklenmesinde çok önemli bir rol oynamıştır. Böylece kültürler, siyasi sistemler, ideolojiler ve dinler orduların teşkili, bir arada tutulması ve savaşmasını sağlayan birer araç görevi görmüşlerdir.
     Bunlar aynı zamanda insan topluluklarının birer dini veya etnik kimlik kazanmalarına sebep olmuşlardır. Bu sebeple bazı araştırmacılar bu kimliklerin orduları bir arada tutmak için bir vasıta olarak kullanılmasından da öteye gittiğini ve şiddet uygulamanın daha çok kimlik adına yapıldığı ileri sürülmektedirler. Buna göre insanlık tarihinin başlangıcından itibaren her insan grubu kendine has bir kimlik duygusu geliştirmiştir. Her grup sadece kendilerinin gerçek insan olduğunu kabul ettiğinden diğer gruplar yabancı bir tür haline geliyor ve bu gruplara tepeden bakan grup şiddet uygulamayı kendinde bir hak olarak görüyordu.
     Kitle psikolojisi ile ilgili araştırmalar yapan bazı yazarlar ise şiddetin kitle psikolojisinin bir sonucu olduğunu iddia ederek şimdiye kadar açıkladığımız teorilere göre oldukça farklı bir yaklaşım sergilemektedirler. İnsanlar fiziksel olarak yok edilme tehdidiyle yüz yüze olduklarına inanırlar. Bu sebeple başkalarına şiddet uygulamaya ve onları öldürmeye hakları olduğunu savunurlar. Kendilerini tehdit altında hissedenler kısa süre içinde bir araya gelirler ve ortak bir şiddet eylemi için örgütlenirler. Montesquieu de bu iddiayı ortaya atanlara benzer bir şekilde insanların bir araya gelerek toplum halinde yaşamaya başlar başlamaz yalnızken hissettikleri zayıflık duygusunu kaybettiklerini, aralarında eşitsizlikler oluştuğunu ve o andan itibaren savaş durumunun ortaya çıktığını iddia etmektedir.
     Doğal yapı taraftarları gibi tüm bu teorilerde de ortaya atılan iddiaların insan saldırganlığını açıklamakta bir dereceye kadar haklı olduğu söylenebilir. Ancak bunların hiç biri insanlardaki şiddet uygulaması ve saldırganlığın temel sebebini tam olarak açıklayamamaktadır. Çünkü bu teoriler, insanların neden şiddet uyguladıklarını açıklamaktan ziyade tarihi süreç içinde şiddet uygulamalarının ortaya çıkması ve değişik toplumlarda farklı oranlarda yaygınlaşması ile ilgili açıklamalardır.
     Bu teorilerdeki iddialar değerlendirildiğinde şiddetin ve saldırganlığın temelde tek bir sebepten kaynaklandığı anlaşılmaktadır: İhtiyaçların yarattığı zorunluluk. Montesquieu’nün de söylediği gibi doğa kanunları gereğince insan önce varlığını devam ettirmeyi düşünür ve buna göre hareket etmeye ihtiyaç duyar. Bunun için de yiyecek aramaya yönelir. Platon’un (MÖ 427-347) ‘’Devlet’’ isimli eserinde devletin yiyecek teminine yetecek bir toprak elde etmek için savaşmak zorunda olduğunu söylemektedir. Bu düşünürlerin de öne sürdüğü gibi insanlar her zaman yaşayacak güvenli bir alan ve yaşamını sürdürmeye yetecek gıda kaynaklarına ihtiyaç duyarlar. Tüm şiddet uygulamalarının ve çatışmaların temelinde işte bu iki ihtiyacı karşılama güdüsü yatmaktadır.
     Başlangıçta insan nüfusu çok az ancak kaynaklar ve alan çok fazla olduğu için insanlar birbirleriyle çok fazla karşılaşmamış ve dolayısıyla pek fazla çatışmamışlardır. Rousseau’nun da dediği gibi insanlar dünya üzerindeki o ilk bağımsızlıkları içinde yaşarlarken aralarında barış ya da savaş hali kuracak kadar değişmez ilişkiler olmadığı için birbirlerine doğal olarak düşman değildiler. Ne zaman ki insanlar tarım ve hayvancılık yapmaya başlamışlar, yani tarım diye yeni bir faaliyet biçimi ortaya çıkmış işte o zaman insanların şiddet ile ilgili davranışları hızla değişmiştir. Çünkü insanlar, avcı toplayıcı olarak en kurak çölden en soğuk tundralara kadar birçok bölgede yaşayabilirlerken dünya üzerinde tarım yapılacak alanlar oldukça sınırlıdır. Bu alanlara yerleşen insanlar bir de hızla çoğalmaya başlayınca paylaşılacak alan ve gıda oransal olarak giderek azalmıştır. Bu da mevcut kaynaklar ve alan için mücadelelerin artmasına sebep olmuştur.
     Buna rağmen insan, konu çatışma olduğunda rasyonel davranabilen bir canlıdır. Çünkü herhangi bir çatışma, rakibi gibi kendisi için de ölüm veya yaralanma riski taşıdığından insanlar genel olarak mecbur kalmadıkça çatışmaya girmemişlerdir. Yapılan bazı araştırmalarda bu durumun sadece insanlarda değil insana çok benzeyen bir hayvan olan şempanzelerde de benzer şekilde olduğu görülmüştür. 1970 yılında yapılan bir araştırmada şempanzelerin başka bir şempanze topluluğuyla karşı karşıya geldiklerinde ihtiyatlı bir tutum sergiledikleri gözlemlenmiştir. Erkek şempanzeler ilk önce yapılacak bir saldırının getireceklerini ve götüreceklerini hesaplamışlar ve elde edilecek şeyler alınacak riske değer görüldüğünde saldırıya geçmişlerdir. İnceleme yapılan şempanze grupları arasındaki çatışma; bölge, yiyecek ve dişiler için yapılmıştır. Yani şempanzeler, üzerinde rahatça yaşayabilecekleri bir toprak parçası, açlıktan ölmemek için ihtiyaç duydukları gıda maddeleri ve genlerini gelecek nesillere aktarmak ve soylarını devam ettirmek için gerekli eşler için dövüşmüşlerdir.
     Bu durum aslında insan toplulukları arasındaki çatışma sebepleriyle de büyük bir benzerlik göstermektedir. İnsanın şiddet uygulamasının temelinde de bunlara ulaşmak arzusu yatmaktadır. İnsanlar da aynı şempanzeler gibi bunu mümkün olduğu kadar bir çatışmaya girmeden yapmaya çalışsalar da mecbur kaldıkları zaman şiddete başvurmaktan çekinmemektedirler. Yani insanlar için şiddet yapısal özelliklerden kaynaklanan otomatik bir faaliyet veya kültürel bir tercih değil ihtiyaçların ortaya çıkardığı bir zorunluluktur.
     Modern çağlarda insanların gıda ve barınma gibi temel ihtiyaçları daha fazla karşılanabildiği halde savaşların artması, bu iddiaya tezat teşkil ediyormuş gibi düşünülebilir. Ancak bu durum insan ihtiyaçlarındaki değişimle açıklanabilir. İlk insanla bugünkü insan arasında fark şudur: Kaynaklar her geçen gün azalırken insan ihtiyaçları ise gün geçtikçe artmıştır. Çünkü insanoğlu geliştikçe doğadan ve gerçeklikten kopmuş ve kendine doğal olmayan bir dünya kurmaya başlamıştır. Bu sebeple giderek daha da sanallaşan bu dünyada yaşayan insanların gün geçtikçe daha da sanallaşan ve subjektifleşen yeni ihtiyaçları ortaya çıkmıştır.
     Bu durum insanlar geliştikçe artarak devam etmiştir. Avcı toplayıcı insan elindeki bir mızrak, üzerindeki bir kürk ve avlanıp yiyecek toplamasına yetecek kadar bir toprak ile yetinirken tarım toplumu yaşam biçimine geçen insan, kendisine bir yıl yetecek kadar mahsul üretmek yerine daha fazla üretmek için daha geniş toprakları ele geçirmek istemiştir. 10 koyunla geçimini sağlayabilen bir çoban ise gerçekte ihtiyacı olmadığı halde hep daha fazla koyunu olsun diye çaba göstermiştir. Çünkü avcı toplayıcı için hiçbir anlamı olmayan zenginlik ve bunun yarattığı güç, tarım toplumunda birçok insan için bir ihtiyaç haline gelmiştir. Günümüzde de, normal olarak herhangi bir araba ulaşım ihtiyacını karşılayabilecekken çoğu insan elindekinden daha pahalı ve lüks bir arabaya ihtiyaç duymaktadır.

Saygılar sunarım.

Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

26 Ekim 2017 Perşembe

Yahova Şahitleri 2: Şahitlerin Amaçları Nelerdir?


     Bir önceki yazımızda Yahova Şahitlerinin Amerika'da 1872 yılında Charles Taşe Russel (Papaz Russel) tarafından kurulduğunu ve bir Hristiyan tarikatı olduğunu açıklamıştık. Yalnız bu tarikat Katolik ve Protestanlığın yanlış yola saptığına inanan ve İncil yerine Kitab-ı Mukaddes'i esas kaynak olarak kabul eden ve gerçek tanrının bu kitaptaki Yahova olduğuna inanan diğer Hristiyan tarikatlarından biraz farklı bir tarikattır.
     Bu tarikat cehennemin varlığına inanmamakta, cehennemliklerin bu dünyada cehenneme gömüleceklerine ve yok olacaklarına inanmaktadır. Cennet te bu dünyada gerçekleşecek ve İsa Mesih indikten sonra cennete gidecek tüm ölülerin de dirileceğini ve cehennemliklerle yapılan savaş sonunda tüm cehennemlikleri yok edeceğini ve 1000 yıl boyunca İsa Mesih liderliğinde bir dünya krallığı kurulacağını iddia etmektedirler.
     Buradan da anlaşılabileceği gibi bu tarikatın amacı yakında İsa Mesih'in tanrı Yahova'nın yanından dünyaya inmesine kadar ona uygun ortamı ve taraftar kitlesini hazırlamaktır. İsa Mesih inince de bu taraftarlarla beraber diğer insanlarla savaşılacak ve 1000 yıl sürecek olan teokratik Hristiyan devleti kurulacaktır.
     Tarikatın üyeleri bu amaçlarına ulaşmak için dünyanın her yerinde faaliyet göstermektedir. Bu maksatla insanları Yahova Şahidi yapabilmek için tebliğ ekipleri oluşturulmuş ve bu ekipler hizmet aşkı ile tüm varlığı ile çalışmaktadırlar. Bu hizmet ekibinde günlük mesaisinin tamamını bu tebliğ işine ayıranlara ''öncüler'', yarım gün çalışanlara ise ''NEŞRİYATÇILAR'' denilmektedir.
     Bu şahitler iki yöntemle taraftar kazanmaya çalışırlar. Birinci yöntem dergi ve risaleler yayımlayarak dağıtmak, ikincisi ise insanlarla bire bir temas kurmak şeklindedir. Bu tür faaliyetler sonucunda eğer bir mahallede yeterince taraftar toplamışlarsa o mahallede bir kilise açarlar. Bu kiliseler bildiğimiz Hristiyan kiliseleri gibi değildir.
     Türkiye gibi Müslüman ülkelerde genellikle bir apartman dairesi kilise olarak kullanılır. Bu kiliseler Krallık Salonu derler. Bu kiliselerde Kitab-ı Mukaddes eğitimi verilir ve bu kitapta anlatılanlar günlük gerçek olaylara ve gelecekte olacağına inandıkları olaylara göre yorumlanarak bu kitabın tek gerçek ve doğru kitap olarak göstermeye çalışırlar.
     Tarikat mensupları özel yaşamlarında da bu kitaba göre oldukça katı kurallara bağlı kalmak zorundadır. Örneğin boşanmak kesinlikle yasaktır. İçki içmek ve sigara kullanmak ise haramdır.Şahitler sadece Yahova'nın Şahitleri olduğundan diğer dinlerin ve mezheplerin hiçbir kuralına saygı göstermezler.
     Yahova Krallığı dini bir krallık olacağı için etnik ayrım gözetmezler. Ayrıca hiçbir devletin varlığına, bayrağına, milli marşına ve diğer devlet sembollerine saygı göstermezler. Onlar sadece İsa Mesih'in dünyaya indiği zaman savaşacakları için kendi taraftarlarına ''KUTSAL İŞÇİ'' derler ve hiçbir devlet için savaşmazlar veya askere gitmeyi kabul etmezler.
     Dolayısıyla Yahova Şahitleri; İşaya'nın (40/10) ayetinden isimlerini alan, Yahova'nın güçlü bir tanrı ve tek gerçek tanrı olduğuna, İsa'nın da vadedilmiş ''YENİ DÜNYA'NIN KRALI'' olduğuna, bu kralın şimdi taç giymiş olarak gökte tanrının yanında bulunduğuna, yakında yeryüzüne inerek günahkarlarla savaşacağına ve Armagedon savaşında yeryüzündeki tüm kötü insanları yok edeceğine, Yahova'ya boyun eğip onun ikazlarına uyanların bu savaştan sonra kurulacak yeryüzü krallığında ebedi olarak yaşayacağına inananların oluşturduğu bir Hristiyan tarikatıdır. Bu sebeple temel maksatları yakında gerçekleşecek olan İsa'nın yeryüzüne inişine hazırlanmak ve o zamana kadar mümkün olduğu kadar çok taraftar kazanmaktır.

Saygılar sunarım.
Bu tarikat hakkında yeni yazılar yayımlamaya yakın zamanda devam edilecektir.

Mehmet Çanlı

Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

Yahova Şahitleri 1: Kimdir, nedir?


Yahova Şahitleri diye bir grubun varlığını çoğu insan duymuştur. Ancak yine de çoğu insanımız tarafından bu grubun ne veya kim olduğu hakkında pek fazla bir şey bilinmemektedir. Ben böyle bir grubun varlığından ilk defa 1984/85 yıllarında İzmir'de bu gruba mensup insanlarla tesadüfen karşılaşınca haberdar oldum. Anlattıkları şeyler bana çok ilginç ve bir o kadar da saçma geldiği için bu insanları araştırma ihtiyacı hissettim ve hayretle gördüm ki bu grup İzmir başta olmak üzere Türkiye'nin birçok yerinde çok yoğun bir şekilde taraftar kazanmak için çalışıyormuş. Sonra bu grup hakkında bulabildiğim kitapları okumaya başladım. O zamanlar, Türkiye'de bunlar hakkında çok az kitap vardı. Kendi çıkardıkları yayınlar da birkaç tane dergiden ve risaleden ibaretti. İki ilahiyatçının yazdığı 45-50 sayfalık bir kitapçık hariç diğer kitaplardan o zamanlar çok fazla faydalanamadım çünkü çok karmaşıktılar. Muhtemelen bu grup hala Türkiye'de faaliyet gösteriyordur. Bu sebeple merak edenler için Yahova Şahitleri hakkında birkaç şey yazmayı gerekli görüyorum. Öncelikle sorulacak soru şudur: Kim bu Yahova Şahitleri? Buna verebileceğim en basit cevap, Yahudilerin kitabı olan Kitab-ı Mukaddes'i temel kitap kabul eden bir Hristiyan tarikatıdır olacaktır. Bu tarikat, biraz bu gün çok bilinen FETÖ'ye benzer bir yapıda çalışmaktadır ve mensupları da aynı örgüt mensupları gibi kendilerini hizmete ve davaya adamış insanlardır. Zaten benim bahsettiğim tarihlerde Fethullah Gülen İzmir'de vaizdir ve muhtemelen örgütünü kurarken Yahova Şahitleri ve benzeri örgütlerden esinlenmiş olmalıdır. Çünkü Yahova Şahitleri'nin benim o zaman kaldığı mahallenin imamına bile kendi tarikatlarını anlatıp yanlarına çekmeye çalıştıklarını duymuştum. Muhtemelen o zamanlar Fethullah Gülen veya çevresindeki yakın kişilerle bu tarikat arasında bir temas olmuştur. Bu tarikatın nereden çıktığına baktığımızda aslında hiç te yeni bir tarikat olmadıkları anlaşılmaktadır. Yahova Şahitleri ilk olarak 1872 yılında, Papaz Russel diye bilinen Charles Taşe Russel (1852-1916) tarafından ABD'de kurulmuştur. O ölünce de yerine Joseph Franklin Rutherford (1869-1942) geçmiştir. Tarikatı ortaya çıkaranların temel tezi; Katolik ve Protestanların İsa Mesih'in gösterdiği doğru yoldan sapmış olduğu iddiasına dayanmaktadır. Tarikat belki de bu sebeple bu iki mezhebin ana kaynak olarak kullandıkları İncil yerine tarikatlarının ana kaynağı olarak Kitab-ı Mukaddesi kabul etmişlerdir. Benzer bir şekilde tarikat; Kitab-ı Mukaddes'te bahsedilen Tanrı Yahova'ya inanmakta ve onun tek gerçek tanrı olduğunu iddia etmektedir. Bu tarikat bir Hristiyan tarikatı olmasına rağmen bilinen Hristiyan mezhep ve tarikatlarından oldukça önemli farklılıklara sahiptir. Örneğin, tarih boyunca bir sürü Hristiyan mezhep ve tarikatının çıkmasına sebep olan ve Hristiyanların en büyük açmazı olan üçlü teslis inancı konusunda da Katolik, Protestan ve Ortodokslardan farklı düşünmektedirler. Bu üç büyük Hristiyan mezhebine göre İsa Mesih tanrının oğlu olarak kabul edilirken Yahova Şahitleri onun tanrı değil insan olduğunu, fakat sıradan bir insan değil, dünyada tanrı krallığını kurmak için tanrı tarafından görevlendirilmiş bir elçi ve bir İnsan-ı Kamil'dir. O, Adem peygamberin cennetten kovulmasına sebep olan yasak meyveyi yiyerek işlediği günahın affedilmesi için tanrının rızasını kazanmak amacıyla hayatını feda etmiş ve bunu insanları bu günahtan kurtarmak için yapmıştır. Yani İsa, tüm insanların üzerinde yük olmuş olan Hz. Adem'in işlediği günahı affettirmek için kendini feda eden örnek bir insandır. Tanrı zaten Habil'den beri dünyaya iyi insanlar göndermiş ve insanlığın bozulmasının önüne geçmiştir. İsa ise gönderilen insanı kamillerin sonuncusudur. Yahova Şahitleri'nin bu faklı İsa inançları yanında dünya ve ahiret inançları da üç büyük tek tanrılı dinden farklıdır. Çünkü Yahova Şahitleri cennete inanmakta fakat bir cehennemin varlığına inanmamaktadır. Onlara göre iyi insanlar ölünce cennete gidecek, kötü insanlar ise yok olacaklardır. Bunlara göre cehennem, bu günkü İsrail sınırları içinde Genom denilen bir yerdedir. Öbür dünyada bir cehennem yoktur. Son zamanlar da Vatikan'ın son papasının da cehennemin olmadığını açıklamasını bir benzerlik ortaya çıkması açısından burada bir dipnot olarak belirtmek isterim. Yahova Şahitleri,1916'dan başlayarak insanlığın son dönemine girdiğine inanırlar. Onlara göre artık bu tarihten sonra bir gün, gökyüzünde tanrı Yahova'nın sağ tarafında oturan İsa Mesih gökyüzüne inecek ve 1000 yıl sürecek olan kutsal dünya krallığını kurmak için iyi insanlarla birlikte kötü insanlara karşı savaşacaktır. Fakat İsa Mesih'in inme zamanı yaklaşınca önce Şeytan kısa bir süre için serbest bırakılacak ve dünyaya inerek zayıf ve kötü insanları kandıracaktır. Zaten İsa Mesih te şeytanın kandırdığı bu insanlarla savaşacak ve Armegedon'da yapılan son savaşta bütün kötüler öldürülecek ve Genom'a (Yani İsrail'deki dünya cehennemine gömülecektir. Bundan sonra da 1000 yıl süreyle İsa Mesih'in teokratik devleti yaşayacaktır. Bu devlet kurulunca daha önce ölmüş olan iyi insanlar da dirilecek ve bu bin yıl boyunca bu krallıkta yaşayacaklardır. Yani aslında cennet te cehennem de bu dünya üzerindedir. Cehennem kötü insanların ölünce gömüleceği ancak tekrar dirilmeyerek yok olacakları bir yerdir. Cennet ise İsa ile birlikte bu dünyada kurulmuş olacaktır. O zaman tarih boyunca ölmüş kamil insanlar da dirilerek bu cennette yaşayacaktır. Bu bölümleri okuyunca siz de muhtemelen bizim bazı dini gruplarımızda anlatılan deccal ve mehdi hikayesinin bu hikayeye ne kadar benzediğini fark etmişsinizdir. Birçok ilahiyatçı bunun Tevrat'tan alınma bir hikaye olduğunu, İslamla alakası olmadığını söylemektedir ve bence de öyledir. Şimdi bizim FETÖ'cüler de bu söylemlere çok inanmaktadır. Hatta zaman zaman Atatürk'ü veya Erdoğan'ı deccal olarak gösterip Fethullah Gülen'i de İsa Mesih dünyaya inmeden önce onun için şartları hazırlayacak olan Mehdi olarak göstermekte ve kendi ifadelerine bakarsak buna kendileri de inanmaktadırlar. Bu tür yazılar çok uzun oldukları zaman okuyucu ilgisini kaybedebilmektedir. Bu sebeple Yahova Şahitleri ile ilgili diğer bilgiler müteakiben yeni yazılarda anlatılmaya çalışılacaktır.

İnşallah anlatılan bilgiler faydalı olmuştur.

Bir dahaki yazıda görüşmek üzere hoşça kalın.

Saygılar sunarım.

Mehmet Çanlı.

Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.


25 Ekim 2017 Çarşamba

Çöl Fırtınası Harekatı:5


Körfez Harekatından alınan dersler.

1.1982 yılında ortaya atılan kara-hava muharebeleri konsepti ilk defa burada uygulanmıştır. Kara harekatı ile birlikte amfibi harekat ta yapıldığından bu doktrin denizlerde de uygulanmıştır.
 2. Yüksel teknoloji ürünü silahların, stratejik amaçlarla, önemli hedeflere karşı kullanılmasını öngören Ayrımcı Caydırıcılık konsepti operatif sanata yeni bir boyut kazandırmıştır.
 3. Teknolojik üstünlüğün sayıca üstünlüğe galip geldiği bir defa daha görülmüştür.
 4. Uzayda konuşlu füze ikaz sistemlerinin görevlerini başarıyla yerine getirdiği görülmüştür. Bu sayede Irak füzelerini ve muhtemel hedeflerini 3 dakika içinde belirlemek ve hedef alınan ülkeyi ikaz etmek mümkün olmuştur.
 5. Uzayda konuşlu sistemler istihbarat temininde başarıyla kullanılsalar bile taktik istihbarat için uçakların ve insansız hava araçlarının icra ettiği keşif harekatına hala ihtiyaç olduğu anlaşılmıştır.
 6.Emir komuta sisteminin aksaksız olarak yürütülmesi için mümkün olduğu kadar basit olması gerektiği anlaşılmıştır.
 7. Kara muharebesi 100 saatten kısa bir sürede sona ermiş ve hızın ve manevranın muharebedeki önemi bir defa daha görülmüştür. Bu muharebelerde taarruz savunmaya, hız ve hareket sabit konumdaki ise zırh ve tahkimata üstün gelmiştir.
8. Kimyasal tehdide karşı savunmanın önemi anlaşılmıştır. Özellikle muharebe alanında kullanılan zırhlı araçların kimyasal tehdide karşı korunaklı olması ve personel için uygun kimyasal koruma teçhizatı bulunmasının önemi anlaşılmıştır. Çünkü kimyasal mühimmatın kullanıldığı ortamlarda da ateş ve manevra yapılmak zorunda kalınabileceği görülmüştür.
 9.Muharebelerin sadece gündüz değil gece de icra edilmeye devam edilmeye başlanması sebebiyle gece görüş cihazları ve termal kamera gibi cihazların önemi artmıştır.
 10. Silah ve silah sistemlerinin menzil, çap ve etki sahası açısından birbirleriyle koordine edilerek birbirlerinin eksiklerini tamamlayacak şekilde kullanılmasının büyük bir sinerji yarattığı ortaya çıkmıştır.
 11. Psikolojik harekattan azami şekilde faydalanılmıştır. Bu husus bir savaşın tarihte ilk defa naklen televizyon ekranlarından tüm dünyada seyredilmesi sebebiyle özellikle büyük etki yaratmıştır.
 12. Yüksek teknolojili sistemlerle elektronik olarak hava harp silah ve teçhizatına karşı uygulandığı hava harekatlarında, paket taarruzlarla yoğunluk istenilen hedeflere teksif edilerek zayiat verilmeden düşman üzerine çok şiddetli darbeler indirilebileceği görülmüştür.
 13. Lojistik sistemde de büyük yenilikler ortaya çıkmıştır.İkmal Bakım Bölgeleri (İBB) ve İkmal Noktaları Serisi (İNS) gibi klasik ikmal yerleri uygulaması yerine ikmal faaliyetleri ileri lojistik üsler tesis edilerek sağlanmıştır.

Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

Çöl Fırtınası Harekatı:4



Irak ordusunun yenilmesinin muhtemel sebepleri.
 -Katı ve merkezi emir komuta sistemi ve bundan kaynaklanan Irak'lı birlik komutanlarının inisiyatif kullanma isteksizliği.
 -Çöl koşullarında örtü ve korumadan mahrum bir şekilde hava saldırılarına hassas kara birlikleri ve lojistik sistemler.
 -Savunmaya dayanan muharebe anlayışı ve derin harekat icra etmek için sınırlı kabiliyet.
 -Uzun ikmal ve ulaştırma yollar.
 -Sevk ve idaresi zor bir lojistik sistem.
 -Yetersiz eğitim seviyesindeki birlikler.
 -Koalisyon kuvvetlerini gücünü göz ardı etmek.
 -ABD'lilerin üstün teknolojisi karşısında Irak ordusunun düşük teknolojisi.
 -Iraklı liderlerin ve generallerin koalisyon kuvvetlerinin gücünü göz ardı etmesi.
 -Sınırlı hava harekatı yeteneği.
 -Etkisiz bir dış istihbarat.

Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

Çöl Fırtınası Harekatı: 3. Bölüm.


Harekatın İcrası.

Saddam Hüseyin'in 1990 yılında Kuveyt'i işgal etmesi üzerine Suudi Arabistan'ın çağrısıyla oluşturulan koalisyon kuvvetleri bölgeye yakın yerlere yığınaklanırken, CENTCOM tarafından dört safhalı bir askeri harekat planı hazırlandı. Bu harekatın ilk üç safhası hava harekatlarından oluşuyordu.

1. Safha olan stratejik hava harekatı safhası; 17-23 Ocak 1991 tarihleri arasında icra edildi. Bu harekat ile; Irak hava savunma sistemleri scud füzeleri ve komuta kontrol sistemlerine taarruz edilerek Irak ordusunun sevk ve idare sistemi işlemez hale getirildi. Hava hakimiyeti tam olarak sağlandı ve Irak uçaklarının %35'i havadayken, bir kısmı da yerdeyken vurularak imha edildi.

2. Safha olan Kuveyt harekat alanında bulunan Irak kuvvetlerine yönelik hava harekatı safhası 24 Ocak günü gerçekleştirildi ve Kuveyt'teki mobil hava savunma sistemlerinin etkisiz hale getirilmesine çalışıldı.

 3. Safha olan Kuveyt harekat alanını tecrit etmeye ve Irak cumhuriyet muhafızlarının muharebe etkinliğinin yok edilmesine yönelik hava harekatı safhası; 25 Ocak-23 Şubat tarihleri arasında gerçekleştirildi. Böylece Kuveyt'teki Irak kuvvetlerinin iyice yıpratılmasına çalışıldı.

 4. Safha olan kara harekat safhası; 24-28 Şubat tarihleri arasında gerçekleştirildi. Bu harekat sırasında tarafların kuvvet yapısı şöyleydi: Irak kara kuvvetleri; 7 kolordu, 8 cumhuriyet muhafızları (zırhlı) tümeni, 5 mekanize tümen, 50 piyade tümeni, 2 başkanlık muhafız tugayı ve 3 özel kuvvet tugayından oluşuyordu. Irak'ın elinde ayrıca; modernize edilerek menzili 550 kilometreye çıkarılmış olan 400 kadar El-Hüseyin (scud ss-1) füzesi bulunuyordu.

 Bu kuvvetleri şu şekilde tertiplenmişti: Irak kara birlikleri, kuvvet çoğunluğu ile Irak-Kuveyt sınırına tertiplenmişti. Bu birlikler; Irak-Kuveyt sınırı boyunca iki savunma kuşağı şeklinde tertiplendi. Cumhuriyet muhafızları ise harekat alanı ihtiyatı olarak bu savunma kuşaklarının gerisinde konuşlandı. Bir kısım birlikler de Kuveyt'i savunmak için Kuveyt'te mevzilendirildi.

Irak genelkurmayı; arazi şartlarını, tarihi tecrübeleri ve yol şebekesinin kısıtlı olmasını dikkate alarak koalisyon kuvvetlerinin taarruz ederken çölün iç kesimlerini kullanmayacaklarını düşündüğünden Kuveyt şehri-Basra istikametinde yapılacak bir taarruza göre birliklerini tertiplemişti.

Bu tertiplenme tam da geri kafalı ilkel bir diktatörün yönettiği bir orduya yakışır bir tertiplenmeydi. Iraklılar Kuveyt'i terk etmeyerek kabadayı olduklarını göstermişler ama koalisyon güçlerine karşı Kuveyt'i uygun bir şekilde savunmayı akıl edememişler ve esas olarak Irak'ı savunmayı düşünmüşlerdi. Akıllarınca koalisyon güçleri çok istedikleri Kuveyt'e saldırıp orayı alsalar da Irak'a girmeyeceklerdi. Eğer girmeye niyet ederlerse de sınırda onları karşılayıp durduracaklardı.

Fakat bu hatalı düşünceye göre yapılan bu yanlış plan sebebiyle 18. ABD hava indirme kolordusu ve 7. ABD kolordusu cephesinde savunma için sadece 5 Irak tümeni yerleştirmişlerdi. Çünkü koalisyon kuvvetleri Kuveyt'e tali bir taarruz yaparken asıl taarruzu savunma hatlarında tertiplenen Irak ordusunun asıl kısmının yan ve gerilerine saldırmayı planlamıştı. Bu hatalı değerlendirme ise Iraklıların kısa süre içinde hezimete uğramasına sebep oldu.

Koalisyon kuvvetleri Iraklıların tahminlerinin aksine taarruz için şu şekilde tertiplenmişti: Koalisyon birlikleri; Batıdan doğuya 18. ABD hava indirme kolordusu, 7. ABD kolordusu, 4. birleşik Arap kolordusu ve 3. ABD deniz piyade kolordusu taarruz kademesinde ve 1. ABD keşif tümeni ihtiyatta olacak şekilde taarruz için tertiplendi.

Bu birliklerin görevleri ise şu şekilde belirlenmişti:

18. hava indirme kolordusu; Rafha'dan As salman'a kadar uzanan bir hat boyunca Fırat vadisindeki An nasıriyah bölgesine taarruz edecek, As salman bölgesini ele geçirecek ve bu bölgede bir ileri üs tesis etmeyi müteakip uçar birlik harekatı icra ederek Irak ordusunun ana çekilme yolu olan 8 numaralı otoyolu kesecekti. Müteakiben güneyinde taarruz eden 7. kolordu ile birleşerek bu kuvvetin kuzey ve batı yan emniyetini sağlayacak ve cumhuriyet muhafızlarına saldıracaktı.

7. kolordu; emirle, Irak savunma cephesini Al batın vadisi istikametinde yaracak ve ikinci kademe kuvvetlerini imha ettikten sonra cumhuriyet muhafızlarına karşı kütle halinde bir zırhlı birlik taarruzu yapacaktı.

 Doğuda taarruz edecek olan 4. birleşik Arap kolordusu ve 3. deniz piyade kolordusu; birbirleriyle koordineli olarak Kuveyt'i işgal etmiş olan Irak birliklerine taarruz edecek , Kuveyt'i işgalden kurtaracak ve düşmanı asıl taarruzun yeri hakkında yanıltacaktı.

Bu maksatla deniz piyade kolordusundan bir tugayı Basra Körfezi'ndeki Faylaka adasına amfibi harekat icra edecekti.

 Bunun sonucunda koalisyon güçlerinin taarruzları kısa süre içinde büyük bir başarı kazandı ve neredeyse tüm Irak ordusu imha edilerek etkisiz hale getirildi.

Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

Çöl Fırtınası Harekatı: 2. Bölüm.


İttifakın oluşumu ve planlama faaliyetleri. 1990 yılında, Arap dünyasının lideri olmak isteyen Saddam Hüseyin bir gece ansızın Kuveyt'i işgal ettiğinde, şu anda çoğu insanın tahmin edeceğinin aksine, Irak'ın bir askeri operasyonla ve zorla Kuveyt'ten çıkarılması için yapılan çağrı ABD'den değil Suudi Arabistan'dan geldi. Çünkü Suudi Arabistan da Irak gibi Arap Dünyasının liderliğine oynayan ve Araplar arasında ağırlığı olan bir devletti. Halbuki şimdi Irak, Kuveyt'i işgal ederek Suudilere meydan okuyordu. Bu işgal silah zoruyla kaldırılmazsa Irak muhtemelen diğer körfez ülkelerini de işgal edecek ve elde edeceği büyük petrol rezervleriyle kısa sürede daha da fazla silahlanarak Suudi Arabistan'ı da işgal edebilecekti. Bu ise Suudi Arabistan gibi Suudi hanedanının da sonu demekti. Bu sebeple hemen harekete geçen Suudi Arabistan'ın çağrısı üzerine 14'ü Müslüman toplam 33 ülkenin katılımıyla geniş bir koalisyon oluşturuldu. Bunun üzerine, büyük kısmı ABD'li general (meşhur çöl ayısı) Schwarzkoph'un emrine, bir kısmı ise harekat kontrolüne verilen koalisyon kuvvetlerinin yapacağı harekatın planlamasına başlandı. Planlama faaliyetleri, ABD'nin Dahran'daki üssüne konuşlanan Centkom karargahınca yürütüldü. Bu planlama faaliyetinde harekatın askeri amacı, stratejik makamlar tarafından; ''öncelik Kuveyt'teki işgal ordusu olmak üzere, Irak silahlı kuvvetlerinin yurt içi ile her türlü irtibatını en kısa sürede kesmek, Irak ordusunun savaşma azim ve iradesini kırmak ve muharebeye devam imkan ve kabiliyetini yok etmek suretiyle politik amacı gerçekleştirmek''olarak belirlendi. Politik amaç ise Irak'ı Kuveyt'ten çıkararak Kuveyt'in bağımsız bir devlet olarak varlığını korumak ve Saddam tarafından zorla bozulan Ortadoğu'daki dengelerin yeniden kurulmasını sağlamaktı.
 Yapılan çalışmalar sonucunda dört safhadan oluşan bir harekat planı hazırlandı:
 1. Safha; stratejik hava harekatı safhası.
 2. Safha; Kuveyt harekat alanında bulunan Irak kuvvetlerine yönelik hava harekatı safhası.
 3. Safha; Kuveyt harekat alanını tecrit etmeye ve Irak cumhuriyet muhafızlarının (Irak'ın doğrudan devlet başkanına bağlı olan en seçkin birlikleri) muharebe etkinliğinin yok edilmesine yönelik hava harekatı safhası.
 4. Safha; Kuveyt'te bulunan Irak kara birliklerine yönelik kara harekatı safhası.

 Bu planlamaya göre harekatın icrası ile ilgili olarak ta şu hususlar tespit edildi:
 -Hava taarruzları ile Irak birliklerinin muharebe gücünün en az yarıya indirilmesi ve özellikle bazı özel tugayların daha da yıpratılarak mevcudunun bir tabur seviyesine indirilmesi (Yani diyorlar ki, ben hava kuvvetleriyle Irak'ın kara birliklerini yok edeceğim, geriye kalan üç beş kişiyi de dostlar alışverişte görsün misali kara birliklerini göndererek avlayacağım).
 -Kara birliklerinin taarruzu sırasında sadece bazı kritik bölgelerdeki Irak kuvvetleri ile yakın temasa geçilmesi, diğer kuvvetlerin kuşatılarak teslim alınması.
 -Cumhuriyet muhafızlarının, taarruzun sıklet merkezi bölgesinde kullanılmasını önlemek için bu birlikleri yanlış yöne kanalize edilmesi için operatif aldatma yapılması.
 -Engellerden geçit açma gibi kritik faaliyetleri örtmek için birçok yerde taktik aldatmalar yapılması.

 Bu genel hususlar çerçevesinde kara harekatının (taarruzun) menevra planı ise şu şekilde belirlendi:
 Batıdan doğuya; 18. ABD hava indirme kolordusu, 7. ABD kolordusu, 4. birleşik Arap kolordusu ve 1. ABD keşif tümeni taarruz kademesinde, 1. ABD keşif tümeni ihtiyatta ve asıl taarruz 7. ABD kolordusu bölgesinde olmak üzere taarruz edilecektir.

Çöl Fırtınası Harekatı: 1. Bölüm.


Çöl Fırtınası Harekatının sebepleri ve genel olarak icrası. Sovyetler Birliği'nin Gorbaçov'un iktidara gelmesinin ardından Glasnost ve Prestorika gibi iki temel açılımla dağılma sürecine girmesi soğuk savaşın da artık sona ermek üzere olduğunu gösteriyordu. 2. Dünya Savaşı'ndan itibaren dünyaya hakim olan iki kutuplu (Bağlantısızlar ve diğer devletler gerçek anlamda bir kutup olmayı hiçbir zaman başaramadılar.) düzen, kendi içinde disiplinli ve sabit bir yapı ortaya çıkarmıştı. 

Ancak soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte iki kutuptaki dominant devletlerin etkisi ile ortaya çıkmış olan stabil yapı yavaş yavaş ortadan kalkmaya başladı. Bunun ardından birçok bölgede yeni mücadeleler ve çatışmalar yaşanmaya başladı. 

Bu çatışmaların ilki Ortadoğu'da meydana geldi. Irak'ın başına bir darbe ile gelen ve uzun süredir Baas Rejimi denilen ve Arap milliyetçiliğine dayanan baskıcı bir yönetim ile Irak'ı demir yumruğuyla yöneten diktatör Saddam Hüseyin, ortaya çıkan yeni şartların kendisinin Arap liderliğini ele geçirmesi için uygun olduğunu düşünmeye başladı. 

Fakat liderlik için para veya Ortadoğu'daki en kolay para kazanma yolu olan petrol gerekiyordu. Gerçi Irak'ın oldukça önemli petrol rezervleri vardı ama Saddam, İran savaşında ülke ekonomisini mahvetmiş ve kurduğu büyük ordular ve bu ordulara aldığı silahlar sebebiyle kendi rezervleri Irak için yeterli gelmiyordu. 

Bu sebeple Saddam, uzun süredir sınır anlaşmazlıkları yaşadığı ve petrol kaynaklarını çalmakla itham ettiği Kuveyt'i işgal etmeye karar verdi. Kuveyt sadece petrol kaynağı aşısından değil, Okyanus'a çıkan bir kapı olması açısından da önemliydi ve bu haliyle Irak'ı Ortadoğu'da lider konumuna çıkaracak bir yapıdaydı. İşte bu sebeple Saddam Hüseyin, 1990 yılında Kuveyt'i işgal etti. 

Bu işgal bütün dünyada şiddetle kınandı, ancak sesi en fazla çıkan tabii ki Ortadoğu'yu tam bir sömürge haline getirebileceği uygun bir ortamın doğmak üzere olduğunu düşünen ABD idi. Bu konu doğal olarak BM gündemine de geldi ve 2 Ağustos 1990 günü BM, Irak'ın Kuveyt'i işgalini kınadı. 

Fakat Saddam, tıpkı tüm diğer diktatörler gibi, kendini dünya lideri, korkusuz, asla geri adım atmayan, dik duran ve eğilmeyen bir megaloman olduğundan yaklaşan tehlikeyi mantıklı bir şekilde değerlendirip politik manevralarla bu işin içinden çıkmaya çalışacağına 8 Ağustos günü Kuveyt'i ilhak ettiklerini ilan etti. Bunun üzerine ABD, aynı gün içinde bazı askeri birliklerini bölgeye göndermeye başladı. 

Saddam, buna rağmen tavrını değiştirmemekte inat etmeye devam etti. Ayrıca, bunu bir Müslüman-Hristiyan çatışması gibi göstermeye çalışarak cihat ilan etti. Ama bunu hiç kimse ciddiye almadı ve 10 Ağustos'ta toplanan Arap Birliği, işgal ve ilhakı kınadığı gibi körfeze askeri kuvvet gönderilmesi kararı aldı. 

Bunun ardında BM'de 26 Ağustos günü, Irak'a ambargo uygulanmasına karar verdi. Saddam bedava petrol verme vaadi ile ambargoyu delmeye çalıştı fakat başarılı olamadı. 

 29 Ağustos günü, artık okun yaydan çıkmak üzere olduğunun ilk ciddi işareti ortaya çıktı. BM, Irak'ın 15 Ocak 1991 tarihine kadar Kuveyt'i boşaltmaması durumunda, Irak'a karşı kuvvet kullanmaya izin veren 687 sayılı kararı aldı. 

Fakat Saddam hala işin ciddiyetini anlayamadı veya anladıysa da ilkel bir kabadayılık dürtüsüyle geri çekilmek yerine kendisini yok olmaya, ülkesini de paramparça olmaya götürecek yolda yürümeye devam etti. 

Bunun üzerine, 17 Ocak günü BM şemsiyesi altında ve ABD liderliğinde oluşturulan koalisyon, Irak'a karşı hava harekatına başladı. Bu olay, tarihte ilk defa bütün dünyanın bir ülkenin bombalanmasını naklen seyrettiği bir sürecin başlamasına sebep oldu. Irak, ülkesindeki yabancı gazete ve televizyonları toprakları dışına çıkarmadığı için televizyonlar tüm bombardımanı saniyesi saniyesine dünyaya yayınladı. 

Bu hava harekatı sonucunda Irak'ın geri kalmış Sovyet teknolojisiyle üretilmiş hava savunma sistemleri hiçbir işe yaramadan imha edildi. Çünkü ABD ordusu ve kısmen de diğer NATO üyesi Avrupa ülkeleri orduları, bilgisayarların ağırlıklı olarak kullanıldığı postmodern bir savaş icra ediyorlardı. Doğal olarak, hem silah teknolojisi, hem bilgi seviyesi ve hem de zihniyet açısından oldukça ilkel bir ordu olan Irak ordusu yapılan saldırılara cevap veremedi. 

 Bunun üzerine Saddam, uzun menzilli füzeleri kullanarak karşılık vermeyi denedi.  Bunu yaparken gözettiği diğer bir husus ta, en azından İran'ı, bazı küçük İslam ülkelerini ve terör örgütlerini yanına çekebilmek için füzeleri İsrail'deki hedeflere yolladı. İlk füzeler 18 Ocak günü Hayfa ve Tel Aviv'e atıldı. Saddam'ın amacı İsrail'i karşılık vermeye zorlamak ve karşılık verince de bunu bir dinler arası mücadeleye dönüştürerek propaganda yapmaktı. 

Fakat ABD buna izin vermedi. İsrail'e ve bölgedeki saldırıya uğrama ihtimali olan diğer ülkelere vatansever anlamına gelen Patriot Füzesavar sistemleri gönderdi. Bu sistemler, Irak füzelerini havada iken vurarak etkisiz hale getirmede oldukça başarılı olunca bundan sonra her füze tehdidinde tehdit altındaki ülkelerin hemen kiralamak veya satın almak için harekete geçtiği füzeler oldu. 

Bu sırada koalisyon kuvvetlerinin yığınaklanması tamamlandı ve BM, 19 Şubat 1991 günü, Kuveyt'in koşulsuz olarak boşaltılması için Saddam'a son olarak 23 Şubat'a kadar süre tanındı. Fakat Saddam yine geri adım atmadı. 

Bunun üzerine, 24 Şubat günü saat sabahın üçünde kara harekatı başladı. Saddam'ın büyük ve hantal Tümenleri, ABD'nin ve diğer koalisyon üyelerinin çevik zırhlı, mekanize ve hava indirme tümen ve tugayları karşısında bir varlık gösteremedi. 

Silahlı helikopterlerin zırhlı birliklerle koordineli olarak Irak tümenlerine karşı kullanılmasıyla Irak tankları hiçbir hareket gösteremeden imha edildi. 

27 Şubat günü koalisyon güçleri Kuveyt şehrine girdi ve Irak ateşkes istedi. 

3 Mart günü çatışmalar sona erdi ve taraflar ateşkes görüşmelerine başladılar.

Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

24 Ekim 2017 Salı

Emniyet ve güvenlik tedbirleri.


    Her türlü iş yerinde güvenlikle ilgili uyulması gereken bazı kurallar vardır. Hatta şirketler ve kurumlar bu konularla ilgili personeline zaman zaman eğitimler ve tatbikatlar düzenler. Ama çoğu insan evde de bu tür kuralların uygulanması gerektiğini düşünmez ve hukuki zorunluluklar dışında emniyet ve güvenlik kurallarına dikkat etmez.
    Ben yıllardır güvenlik sektöründe çalıştığım için sanırım artık bir kişilik özelliği haline geldiği için güvenlikle ilgili kurallara çok dikkat ederim. Örneğin apartman yöneticisi olduğumda yaptığım ilk şey, kapı zili yerine kat maliklerinin zili çalan kişiyi görebilecekleri görüntülü bir sistem taktırmak oldu. Ayrıca apartmana kamera sistemi taktırdım. Apartmandan son zamanlarda taşınanlar olduğundan, apartmanın altındaki garajın dış ve apartman içine açılan kapılarının kilitlerini değiştirip kat maliklerine birer adet dağıttım. Kazan dairesi (artık su deposu olarak kullanılıyor) kapısının kilidini değiştirip anahtarını apartman görevlisine verdim.
    Bunun dışında kendi dairemde de güvenlik konularına dikkat ederim. Sadece evden çıkarken değil, evdeyken de kapıyı mutlaka kilitlerim. Ayrıca kapı emniyet mandalını da takarım. Yani güvenlik konularına muhtemelen çoğu insandan daha fazla  dikkat ediyorum.
    Ama ne yalan söyleyeyim, emniyet konusunda bu kadar dikkatli değildim. Bunu da yakın zamanda yaşadığım bir olayla öğrendim. Bir gün yakın bir arkadaşım telefon edip beni, kahve içip sohbet etmek için evime yakın bir yere davet etti. O sırada evde kitap okuyordum. Hemen kitabı kapatıp giyindim ve evden çıktım. Asansörle aşağıya indim. Apartman kapısını açarken bir sigara çıkardım ve kapıdan çıkar çıkmaz sigarayı yaktım.
    İşte tam o anda ''Güüüm! Pat...'' diye ikili bir ses duydum. Apartmanın bahçesine yakın zaman önce çim ekmiştik. Alt komşum olan 60-65 yaşındaki.... Bey de, çiçeklere çok meraklı olduğundan bahçeye bir sürü gül dikti. Bu sesi, bir küreği elinizden biraz uzağa attığınızda önce demir aksamının sonra da tahta sapının yere çarpmasıyla çıkan o ikili sese benzettiğimden, alt komşumun yine çiçek ektiğini ve işi bitince küreği bahçenin dış tarafına attığını zannettim.
    Fakat bir adım atıp merdivenden indiğimde, sağ tarafta çimlerin üzerinde hareketsiz bir şekilde yatan alt komşumu gördüm. Yine aklıma kötü bir şey gelmedi. Çalışmaktan yoruldu ve hava da güzel olduğundan çimlerin üzerine uzandı diye düşündüm. Alt komşum yerinde duramayan ve hiperaktif çocuklar gibi sürekli bir şeylerle uğraşan biri.
    Spor yapmaz ama çok hareketli olduğundan vücudu yaşıtlarına göre oldukça sağlam ve pire gibi bir adam. Her zaman ''Ben yorgunluk nedir bilmem.'' diye övündüğünden onu yorgun bir şekilde yerde yatar halde görünce takılmak için seslendim.
    ''Merhaba... Bey. Çok yoruldun galiba. Bakıyorum da ölü gibi yatıyorsun.'' dedim.
    Hakikaten hiç hareketsiz ve adeta bir ölü gibi yerde yatıyordu. Ben onun, yorgun olmadığını göstermek için hemen yerden fırlayıp yanıma geleceğini beklerken o, elini kolunu oynatmaya ve mırıldanarak bir şeyler söyletmeye çalıştı.
    Ters giden bir şeyler olduğunu anladım ve hemen yanına gittim.
    ''Hayrola! Napıyorsun... Bey?'' dedim.
    Ama o hiç kıpırdamadan yerde yatıyor ve gözlerime sanki yardıma ihtiyacı varmış gibi acı içinde bakıyordu. Herhalde yoruldu ve başı dönünce yere yattı diye içimden geçirdim.
    O ise mırıldanarak cevap verdi.
    ''Düştüüm....''
    Ben durumun biraz ciddi olduğunu ve çalışırken bayılıp yere düştüğünü zannettim ve gayri ihtiyari olarak; ''Nereden düştün? Başın mı döndü?'' diye sordum.
    O gözleriyle apartmanı işaret ederek; ''Balkondan düştüm...'' diye cevap verdi.
    Bunun üzerine hemen harekete geçtim. Çünkü adam dördüncü katta oturuyordu ve kendi balkonundan düştüğüne göre durum çok vahimdi. Üstelik bu adam bir ay kadar önce belinden ameliyat olmuştu. Hemen eğilip nabzına baktım. Biraz yüksekti. Omuzumdaki küçük sırt çantasını çıkarıp katladım ve elimle boynunu dikkatli bir şekilde tutarak çantayı başının altına koydum. Sonra bilinci yerinde mi diye kontrol etmek için bazı sorular sordum. Bilinci yerindeydi ve sanırım ilk şoku atlatmaya başlamıştı. Bana ne olduğunu anlatmaya başladı.
    Eşi hasta olduğundan evin camlarını silerek ona yardımcı olmaya karar vermiş. Bütün camları silip sıra balkona geldiğinde, bir cama ulaşamayınca balkon demirinin üzerine çıkıp camı silmeye çalışmış fakat ayağı kayıp aşağıya düşmüş. Düşerken bir alt katın balkonundan tutmaya çalışmış ama hızla düştüğünden eli kaymış.
    Ben adamın ameliyatlı olduğunu bildiğimden çok korktum ve üzüldüm. İçimden, muhtemelen ameliyat yerinin zarar gördüğü ve adamın sakat kalabileceği geçti. Omurgalarından ameliyat olduğundan felç olup olmadığını anlamak için el parmaklarını ve ayaklarını oynatmasını söyledim, oynattı. Felç olmadığını anlayınca rahatladım.
    Ama adam kaburgasını göstererek çok ağrıdığını söyleyince kaburgasının kırıldığını ve muhtemelen bir iç organına battığını düşündüm. En iyi ihtimalle bir iç kanaması geçiriyor diye düşündüm. Çünkü adamın rengi kara-sarı arasında bir renge dönmüştüm.
    Bu arada ambulans çağırmak için telefonu çıkardım fakat bir türlü 112 aklıma gelmiyordu. O sırada yoldan geçen ve bizi görerek bahçe duvarına kadar yaklaşmış olan birine ambulans çağırmak istediğimi, numaranın kaç olduğunu sordum. Fakat adam benden çok daha fazla panik halindeydi.
    ''Bilmiyorum.'' dedi ve yakındaki bakkala doğru koşmaya başladı. Onu gören bakkal ne olduğunu anlamak için dışarı çıkıp bize doğru koşmaya başladı. Ben bağırarak bakkala numarayı sordum.       
    Bakkal bir an durakladı ve ; ''Hatırlayamıyorum.'' dedi.
    Sonra koşarak dükkana girdi ve oradan bana bağırdı. ''112. Numara 112.''
    Hemen 112'yi aradım. Telefona çıkan kişiye hastanın durumunu anlattım ve adresi söyledim. Onlar gelinceye kadar ne yapmam gerektiğini sordum. Hastayı kıpırdatmamamı söyledi.
    Bu sırada karşı apartmandan çıkan orta yaşlarda, biraz çok bilmiş havalarındaki bir adam kendinden emin bir şekilde yanımıza geldi ve ''Bir müsaade edin de hastaya bakayım.'' dedi.
    Ben elimi uzatarak adamı durdurdum. ''Sen doktor musun?'' diye sordum.
    Adam; ''Hayır, değilim. Ama ilk yardım kursu gördüm.'' diye cevap verdi.
    Ben adamın tavırlarından pek ikna olmadığımdan sordum.'' Hastanın bilinci yerinde. Açık yara yok. Kanama yok. Belki iç kanama olabilir. Ne yapmamızı önerirsin?''
    Adam beni dikkatle dinledikten sonra gayet kendinden emin bir şekilde; ''Ayaklarını yukarı kaldırmamız lazım. Kan akışı için.'' diye cevap verdi.
    Ben hemen adamı elimle uzaklaştırdım ve hastaya yaklaşmamasını söyledim. Çünkü ben de,  özellikle silah yaralanmalarına karşı müdahale için birçok defa ilk yardım kursu görmüştüm ve vücudunda iç veya dış kanaması olan birinin ayaklarını kaldırınca kanın çoğunun vücuda gelmesinden dolayı kanamanın artacağını ve hastanın ölüm riskinin yükseleceğini biliyordum.
    Adam ya kurs görmemiş veya kurs esnasında anlatılanları dikkatli dinlememiş olmalıydı. Söylediği şey sadece kalp krizi geçirenlerde bir işe yarıyordu.
    Bu sırada bizi gören herkes hastanın başına toplanıp bir şeyler sormaya başladı. Ben hastanın bunaldığını görünce herkesi bahçenin dışına çıkardım. Biraz sonra da ambulans geldi. Boyunluk takarak hastayı sedyeye aldılar ve götürdüler.
    Ben gelecek kötü haberi beklerken kızından telefonla adamın önemli bir şeyi olmadığını ve sadece kaburgalarından birinin incindiğini öğrenince rahat bir nefes aldım.
    Bu olay bana büyük bir ders oldu.
    O günden beri artık vücudumun daha dinç kalması için daha fazla hareket etmeye dikkat ediyorum. Kızımı almaya okula gidince bile o çıkana kadar okulun önünde (diğer veliler bana tuhaf tuhaf baksalar da) volta atıyorum.
    Balkondan aşağıya bakmam gerektiğinde kesinlikle vücudumun ağırlık noktasının içerde olmasına dikkat ediyorum.
    Balkondan veya pencereden dışarıya asla çıkmıyorum.
    Arada bir temizliğe gelen kadını, salon penceresinin içeriden uzanamayacağı kadar uzağındaki camı silmek için pencere içine çıkmasına müsaade etmiyorum.
    Her türlü sesi dikkatle dinliyorum.
    Evden çıkınca önüme bakıp yürümek yerine etrafıma bakınarak kontrol ediyorum.
    Haaa, bir de; polis imdat, jandarma, ambülans vb. gibi bütün numaraları telefonuma kaydettim.
    Artık evimin, güvenlik kadar emniyet açısından da riskler taşıdığını ve bazı temel tedbirleri almadan hiçbir şey yapmamam gerektiğini biliyorum.
    Size de daha dikkatli olmanızı öneririm.
    Saygılar sunarım.
    Mehmet Çanlı (24.10.2017)

Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

2 Ekim 2017 Pazartesi

Ankara Belediye Başkanı İ. Melih Gökçek'in Görevden Alınacağı Hakkında Bir Değerlendirme.


Son günlerde, İstanbul belediye başkanının ardından şimdi de Ankara belediye başkanı İ. Melih Gökçek'in görevden alınacağına dair söylentiler ortada dolaşmaktadır. 
Bence bu söylentilerin doğru olması kuvvetle muhtemel. 
Cumhurbaşkanı yakın zaman önce bu tasfiyelerin yapılacağının mesajını verdi zaten. 
Bu mesajlar çok kişinin dikkatinden kaçtı. 
Veya ne anlama geldikleri tam olarak anlaşılamadı.
Sanırım bu mesajı bir tek İ.Melih anladı. 
Cumhurbaşkanı önce partinin yolsuzluklardan temizleneceğinden bahsetti.
Daha sonra da lüks yaşam içinde olanlar olduğunu, lüks yaşamdan kaçınılması gerektiğini söyledi. 
Bu ülkede en büyük yolsuzluk arsa rantı üzerinden belediyelerde yapılmaktadır. 
Göründüğü kadarıyla en lüks yaşayan devlet görevlileri de bazı belediye başkanları ve aileleri.
Bu yolsuzluklar ise en fazla İstanbul ve Ankara'da. 
Bu iki belediyenin 17-25 öncesinde FETÖ'ye ne kadar rant sağladığı da ayrı bir konu.
İstanbul belediye başkanının damadının FETÖ'nün para babalarından biri olduğunu tutuklanmasının ardından herkes öğrendi.
İ.Melih'in başta İpek/Koza Üniversitesinin arsasını FETÖ'nün en büyük para babası Akın İpek'e bedava verdiği ortada.
Zaten Bülent Arınç ta bu ve diğer peşkeş çekilen yerleri kastederek İ.Melih'in FETÖ'nün kucağına oturduğunu televizyon ekranlarından açıkladı.
Ayrıca İ. Melih'in eşinin FETÖ'nün Ankara'daki en büyük okullar zincirinin ortağı olduğu da yazılıp çizildi.
Bu iki belediye başkanı nereden bakılırsa bakılsın gırtlağa kadar b...a batmış durumda.
Bu sebeple, Cumhurbaşkanı ve Saray danışmanları tarafından bu belediye başkanlarının görevden alınmasına karar verildi.
İstanbul belediye başkanı zaten bu karara uygun olarak görevden alındı.
Şimdi sıra Ankara'da.
İ. Melih, Cumhurbaşkanının bu niyetini anlayınca bu işten kurtulmak için sanırım önce saray çevrelerinde kulis yapmaya başladı. 
Herhalde gerekli desteği bulamadı ki başbakan ve bakanlara yanaştı. 
Dikkat ettiyseniz, İ. Melih son günlerde  başbakan ve bakanlar televizyonlara demeç verirken, sürekli olarak ya onların yanında veya arkasında ekranlarda boy gösteriyor. 
Ama anlaşılan o ki bu bir işe yaramamış.
Bu sebeple İ. Melih'in de suyu ısındı diyebiliriz. 
Cumhurbaşkanı 2019 seçimlerinde yolsuzluk iddiaları sebebiyle çok oy kaybedeceğini düşünüyor olmalı.
Devlet ihalelerinde yapılan yolsuzluklar sadece üç beş zengini ilgilendiriyor. 
Ama belediyelerdeki yolsuzluklar çok daha geniş bir tabanda rahatsızlık yaratıyor. 
Ankara'da İ.Melih'in yolsuzlukları ve çocuklarının mal varlıkları ise her yerde konuşulan bir olay haline geldi. 
Bu dedikoduları sağır sultan bile duydu artık. 
Bu sebeple bence İ. Melih te görevden alınacak.
Ama o çok üçkağıtçı ve tilki bir herif olduğundan saray biraz daha dikkatli olmaya çalışıyor. 
Çünkü, İ.Melih Cumhurbaşkanı ve hükumete de zarar verecek bazı belgeleri biriktirmiştir. 
Öyle alenen görevden alınırsa sorun çıkarabilir.
Onun için Atatürk'ün, ağır bir kavga ettikten sonra İnönü'yü başbakanlıktan alıp Celal Bayar'ı göreve getirirken uyguladığı yöntemi uygulamaya sokmuş olabilirler. 
Malum İnönü, Atatürk ile bir tren vagonunda baş başa görüştükten sonra sağlık sebebiyle istifasını vermişti. 
Şimdi İ. Melih'in hasta olduğu ve hastaneye yattığı bilgileri de bu maksatla kasıtlı olarak sızdırılmış olabilir. Kamuoyu onun hasta olduğunu bir şekilde öğrenecek ve sonra o da sağlık sorunlarını bahane ederek istifa edecek. 
Böylece, kimse ağır bir zarar görmeden bu işin içinden çıkılmış olacak. 
Bence durum bundan ibaret.
Sanırım yakında ne olduğunu anlarız.
Saygılar sunarım.
(Bu yazıdaki değerlendirmeler tamamen benim olaylara bakarak ortaya koymaya çalıştığım bir değerlendirmeden ibarettir. Bu yönde herhangi bir kimseden bilgi veya haber almış değilim.)
1.10.2017.