.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

14 Ekim 2016 Cuma

Kripto Fetöcüler kimler? Yeni bir operasyon mu geliyor? FETÖ operasyonları Siyasetçilere mi uzanacak?




Kripto FETÖ'cüler kimlerdir?

Darbeden beri herkesin dilinde bir kripto fetöcü lafıdır gidiyor.
Peki ama kim bu kripto fetöcüler?
Kimse bilmiyor veya bilmiyormuş gibi davranıyor.
Bazı şerefsizler ise günahsız birçok kişiyi bu kripto lafına göre ihbar ediyor veya çamur atıyor.
Tabii ki bu durumda kripto dedikleri hiç ortaya çıkmıyor.
Önce şunu açıklığa kavuşturalım; kripto fetöcüler var mı?
Bence var ama herkes onları yanlış yerde arıyor.
Daha önce FETÖ'cülerin çok uzun süre önce aynı devlet kademelerine sızdığı gibi diğer tarikatlara da sızdıklarını yazmıştım. Fakat diğer tarikatlara üçer beşer giderlerken bu tarikatlardan menzilciler grubuna 17-25 ten sonra kitlesel bir fetöcü göçü yaşandığını da belirtmiştim.
Bu gün bahsedeceğim kripto grubu bunlardan çok farklı bir grup.
Bazı kaynaklardan duyduğuma göre aynen FETÖ gibi Nurcuların bir alt grubu olan xxxxx çok büyük numaralar çeviriyorlarmış.
Bu grup uzun süre önce FETÖ'ye yanaşmış. Onların içinde eriyip asimile olmamışlar ama yapışık kardeş gibi onlarla kaynaşmışlar.
Bu grup darbe öncesinde de FETÖ ile işbirliği içindeymiş.
Ancak darbe girişiminin başında FETÖ cülerle hemen harekete geçmemişler.
Kenarda durup FETÖ nün başarılı olma ihtimali olup olmadığını gözlemlemişler.
Başarılı olsalar hemen onlara katılacaklarmış.
FETÖ cülerin bu işi başaramayacaklarını anlayınca bu sefer hemen karşıt gruptaymışlar gibi harekete geçmişler.
Darbeyi bastıran demokrasi kahramanları oluvermişler.
İş böyle olunca dışarıdan da bunların dini bütün olduğunu düşünen hükümet bunları FETÖ cülerin boşalttığı bazı kritik yerlere yerleştirmiş.
Ancak hükümet BYLOCK programının domain'ini (bilgisayar sistemlerini çok iyi bilmiyorum, ne olduğunu sormayın) çok büyük para ödeyerek almış ve film ondan sonra kopmuş.
Bu sistem bir süredir inceleniyormuş.
Ama daha ilk ilk incelemeler bile büyük şok yaratmaya yetiyormuş.
Şu anda, darbe sonrasında hükümet eliyle en kritik yerlere getirilen birçok sivil, asker ve polis ile değişik partilerden çok sayıda siyasetçinin bu programla darbe öncesine kadar haberleşme yaptığı ortaya çıkmış.
Şu anda detaylı araştırma yapılıyormuş.
Kasım veya Aralık ayı gibi şok bir operasyon yapılacakmış.
İşte bylock kullananlardan henüz tutuklanmayanların büyük çoğunluğu xxxxx grubundanmış ama şu ana kadar tespit edilemeyen gerçek kriptolar da varmış.
Son zamanlarda duyduğum haberler (dedikodular da diyebilirsiniz) bunlar.
Konu hakkında yeni şeyler duydukça yazacağım.
Saygılar sunarım.


17 Eylül 2016 Cumartesi

Türkiye için FETÖ'den ve PKK'dan daha büyük tehlike...


FETÖ'cü bunlaaaaarrrrr....


Dün akşam üzeri Panora'da bankamatikten para çekiyordum. Bu sırada 55-60 yaşlarında, iyi giyimli ve kilolu bir adam, elindeki Kipa'ya ait alışveriş arabasını, bir yandan da kendi kendine söylenerek ittire ittire yanımdan geçti. Biraz sonra da KİPA'nın ürün iade bölümündeki görevlilerle bağıra bağıra bir şeyler söylemeye başladı. Sanırım oradaki çocuklar adamın dediğini anlayamadığı için bu adam birden bire deli gibi bağırmaya başladı. Sonra biraz önce sürmekte olduğu alışveriş arabasını hızla diğer arabalara doğru ittirerek gürültülü bir şekilde çarptı. Bu sırada, adamın hemen yakınlarında bazı kadınlar ve çocuklar vardı. Bu adamın dengesiz davranışları karşısında bu kadın ve çocuklar çok korktular. Bu durumu gören iki güvenlikçi hemen adama doğru yöneldi. Adam güvenlikçileri görünce bu sefer de; ''Şunlara bakın. Vatandaşa baskı yapmaya geliyorlar. FETÖ'cü bunlaaaaarrrr..'' diye bağırmaya başladı. Bunu duyan güvenlikçiler oldukları yerde durdular. FETÖ'cü sözü güvenlikçileri tedirgin ettiğinden olsa gerek adama müdahale etmekten vazgeçtiler. Bunun yerine adamın biraz önce bağırdığı görevlileri çağırıp onlarla konuşmaya başladılar. Bu fırsatta faydalanan herif te hızla oradan uzaklaştı. Bu durum beni çok sinirlendirdi.Bankamatikteki işimi bitirir bitirmez adamın arkasından gittim. Sanırım benim gibi bankamatikte para çekerken yanındaki çocuğu ve karısı adamın bağırmasından rahatsız olan biri de işini bitirir bitirmez adamın arkasından koşturmaya başladı. Hemşerim, dur bakalım, deli misin sen, ne bağırıyorsun filan diyerek adamın arkasından gittik. Fakat adam, yaşlı ve oldukça kilolu olmasına rağmen o kadar hızlı bir şekilde uzaklaşıyordu ki ben arkasından gitmekten vazgeçtim. Peki bu adam kimdi? Bence manyağın tekiydi. Ama bu tür manyaklar beni oldukça endişelendirmektedir. Çünkü son zamanlarda bu herif gibi aşağılık manyakların sayısı oldukça arttı ve her geçen gün daha da artıyor. Ayrıca bu tipler son günlerde her türlü komplekslerini ve aşağılık duygularını bu şekilde saçma sapan hareketlerle rahatça ve giderek artan bir oranda tatmin edebiliyorlar. Çünkü son on-onbeş yıldır bu tip adamların bunu yapması için uygun ortamlar hiç eksik olmuyor. Hani belgesellerdeki bazı hayvan türlerinin yaşam alanlarında bahsedilirken fauna derler ya işte son yıllarda Türkiye bu tür manyaklar için uygun bir fauna haline geldi maalesef. Bu adamlar belki eskiden de vardılar ama bu günlerdeki kadar rahat bir şekilde gemi azıya almamışlardı. Çünkü bunu yapmaları için bu günkü kadar uygun ortam yoktu. Sanırım 0n-onbeş yıldır ülkede yaşanan pisliklerin ve bu pislik sayesinde üreyen bakteri ve mikropların çıkardığı gaz o kadar arttı ki bu durum yerel bir iklim değişikliğine sebep oldu. Bu asalaklar, her yeni şarta anında uyum sağlayabilen canlı türleri olduklarından hemen mutasyona uğrayarak yeni duruma uyum sağladılar. Bu yüzden uyum sağlamakta zorlanan faydalı türlere göre daha hızlı çoğaldılar. Bu tipler bir zamanlar yaptıkları pislikleri kapatmak için insanlara Ergenekoncu, Balyozcu, darbeci veya casus diyorlardı şimdi de FETÖ'cü diyorlar. Aslında bu söyledikleri hiç umurlarında değil. Onların derdi bir türlü bastıramadıkları aşağılık komplekslerini tatmin etmek ve işledikleri suçları örtmekten başka birşey değil. Bence bunlar FETÖ'den daha zararlılar. Onun için bu tiplerin artışını sınırlamak için acilen önlem alınması gerekiyor. Artık ilaçlama mı yaparlar yoksa nüfuslarını azaltmak için ortama bunların doğal düşmanlarından mı bırakırlar onu bilmiyorum. Ama bu türün nüfusu acilen sınırlanarak faunadaki doğal dengenin yeniden sağlanması için tüm tedbirler acil bir şekilde alınmaya başlanmalıdır diye düşünüyorum.
Saygılar sunarım.


10 Eylül 2016 Cumartesi

At izi it izine mi karışıyor. FETÖ Operasyonlarında sapla saman nasıl birbirine karıştırılıyor?


Hatalı tutuklamalar....


Bir süredir basında çıkan ve Cumhurbaşkanı tarafından da dile getirilen FETÖ'cü darbe sonrasında yapılan tutuklamalarda sapla samanın birbirine karıştırıldığı iddialarını takip ediyorum. Olanlara bakınca bunun ne kadar doğru bir iddia olduğuna dair birçok olay da görüyorum. Bu sebeple bu konuda bir şeyler yazmayı kendime bir borç bilerek burada iki özel olay üzerinden bu iddiaların doğruluk payı olup olmadığını okuyucuların dikkatine sunmaya çalışacağım. Peki kimleri örnek vereceğim? Elbette ki daha önce beraber çalıştığım ve kendilerinin FETÖ'cü olmadığını düşündüğüm iki kişiyi. Ben kumpas sürecinde yaşadığım olaylar sonucu emekli olmaya karar verdiğimde çalıştığım birliğin komutanı Korgeneral Abdullah Barutçu (O zaman Tümgeneral idi) idi. Kendisini 1995-1996 yıllarından beri tanırım. O yıllarda ben Özel Kuvvetler'de tim komutanı iken kendisi bizim tabur komutanımızdı. Zekai Aksakallı ise Tabur S-3'ü idi. O dönemde, özellikle Çukurca Bölgesinden Irak Kuzeyine yönelik birçok operasyonlara çıkıyorduk. O zamanlar Abdullah Barutçu (Binbaşı rütbesinde idi) taburu sevk ve idaresi ile, cesaret ve dirayeti ile sadece bizim tabur personeli arasında değil diğer birliklerde de kısa süre içinde ideal bir tabur komutanı olarak kendini gösterdi. Irak Kuzeyi bölgesinde Kara bölgesine ve o bölgedeki PKK kamplarına yönelik olarak yaptığımız operasyonlarda başımızda bulunan ve birliğe sonradan geldiği için işi çok iyi bilmeyen alay komutanımızın yetersizliklerini bile kapatacak şekilde kritik durumlarda inisiyatif alarak fiili olarak çatışma bölgesindeki birliklere emir komuta etmesi hepimizi çok rahatlatan ve bize güven veren bir durumdu. Kendisi, o zamanlar hayal bile edilemeyecek kadar az personelle (30-40 kişi kadar) Irak Kuzeyi derinliklerine sızarak çok riskli keşif ve istihbarat görevlerini başarı ile yapan biri idi. Benim tim komutanlığımdan tayin olduğum 1996 yılının Temmuz ayında yaşadıklarımız bu gün bile sanki dün olmuş gibi gözümün önündedir. Tayin olmama ve meyil iznim başlamasına rağmen değişik sebeplerle birçok tim komutanının başka yerlerde olması sebebiyle taburun tim komutanı sıkıntısı yaşadığını görünce Ankara'ya dönmek yerine o sırada yapılacak olan bir operasyona katılmamın daha doğru olacağını düşündüm. Bunu Barutçu binbaşıya söylediğimde kendisinin de benden böyle bir talepte bulunmayı düşündüğünü ama benim kendiliğimden bunu teklif etmemden dolayı çok memnun olduğunu söyledi. Nitekim ben timimin başında o operasyona çıktım. Operasyon daha en başından sıkıntılı idi. Jandarmanın land rowerleri ile Işıklı Karakolu'na gittik. Yolda birçok mayın tespit edilip etkisiz hale getirildiği için sık sık durmak zorunda kaldık. Işıklı Karakolu teröristlerin yaptığı baskınlar sonucunda çok sayıda zayiat vermiş bir karakoldu. Bizim gelmemizle kendilerine güvenleri artmış ve gelişimize çok sevinmişlerdi. Bir gece orada kalarak karakolu takviye ettik. Fakat ertesi gün gelen emirle helikopterlere binerek Uzundere kırsalındaki bir piyade bölüğünün konuşlandığı tepeye indik. Tepede toprağı kazarak oluşturdukları çukurlarda yaşayan bölüğün durumu çok sıkıntılıydı. Ayrıca, teröristler sık sık mevzilere sızdıkları için asker çok tedirgindi. Biz askerleri takviye edecek ve onlara moral verecek şekilde diğer taburlarla birlikte askerlerin yanına, onların mevzilerine personelimizi dağıttık. Akşam hava karardıktan sonra çok yoğun bir şekilde yağmur yağmaya başladı. Gece boyunca büyük siyah çöp poşetlerine koyarak poşetin ağzını bağladığımız çantalarımızın üzerinde oturarak hiç uyumadan sabahı ettik. Nitekim sabaha karşı bizim bulunduğumuz mevzilerin karşısından teröristlerce yoğun bir taciz ateşine maruz kaldık. Diğer taraftan da sızma girişimleri oldu ama bunlar kolayca geri püskürtüldü. O zamanlar son 5 yıl içinde kara yolu ile Uzundere'deki birliğe ikmal yapılmamış. Şimdi ağır malzemeler taşınacağı için bize yolu mayınlardan temizleyerek emniyete almamız emredildi. Alay komutanı bununla ilgili emri verince ben bu planlamada çok önemli bir taktik hata olduğunu ileri sürdüm. İç güvenlik konularına çok vakıf olmayan Alay Komutanımız bizi zırhlı birlik gibi düşünerek bir plan yapmış. Barutçu binbaşı benim fikrime katıldığını söyleyerek beni de yanına alıp alay komutanının yanına gitti. Orada kavga dövüş planda bizim teklifimize uygun değişikliği yaptırdık. Buna göre biz yoldan aşağıya inerken ve karşı sırtlara çıkarken sağ kanadımızdaki hakim tepelerden ilerleyecek iki tim sağ yanımızı perdeleyecek ve emniyetimizi alacaktı. Nitekim buna uygun olarak harekete geçtik. Aşağıdaki boş köye varıncaya kadar birkaç mayınlı yeri işaretledik. Köyde gizli bir yere gömülmüş 13 kaleş bulup gerideki piyade bölüğüne gönderdik. Bundan sonra da yukarıya doğru intikale devam ettik. Sonradan öğrendiğimize göre tırmandığımız tepenin üzerindeki sırt sürekli olarak teröristlerce pusu kurulan bir yer olduğu için pusu sırtı diye biliniyormuş. Irak sınırındaki bu ıssız yerde tepeye tırmanmaya başlayınca Barutçu binbaşı bana en öndeki timin yanına gidip o tim komutanıyla birlikte en önde yürümemi söyledi. Ben de badimi yanıma alarak en öne geçtim. O sırada alay komutanı nedense bizi emniyete alan timleri de yola indirmiş. Biz bundan habersiz sağ tarafımız emniyette diye sırta doğru çıkmaya başladık. Tepenin zirvesindeki sırta 30-35 metre kala ben diğer tim komutanına ''artık hedefe vardığımızı ve tepeye çıkar çıkmaz emniyete almasını'' söyledim ve yere oturarak kendi timimi beklemeye karar verdim. Cebimden bir sigara çıkarıp yaktım ve bir nefes çektim. Daha ikinci nefesi çekmemiştim ki önümüzdeki sırttan cehennem gibi ateş gelmeye başladı. Ateş edilir edilmez hemen mevzi alıp karşılık vermeye başladım. Ateş eden teröristler bize o kadar yakındı ki silahlarının namlularından çıkan barut gazının basıncıyla savrulan taş ve topraklar kafamın üzerine yağıyordu. Bu sırada benim tim ne durumda diye sola doğru baktım. Alay komutanının ortaya çıkan bu ani durum karşısında atıl bir durumda kalmış olduğunu ve üç taburu Barutçu binbaşının sevk ve idare ettiğini gördüm. Tüm birlikleri yoğun baskı ateşiyle birlikte hücuma geçirmişti. Bu sırada ben de sıçramaya başlamıştım ki benim ismimi bağırdığını duydum. Hemen yerimden kalkarak ona doğru koşmaya başladım. Badim de arkamdan geliyordu. Teröristlere paralel olarak koşarken aynı kovboy filmlerinde seyrettiğimiz gibi yanımdan birçok mermi geçiyor ve bazıları da ayaklarımın dibine vuruyordu. Barutçu binbaşının yanına giderken yolda rastladığım ve ayakta şok durumunda olan Albayı ikaz ederek yolun kenarına yatmasını söyledim. Barutçu binbaşı bana, ''iki tim alarak sağ taraftaki tepeyi ele geçirmemi'' söyledi. Aynı yolu tekrar geriye doğru koşarak bizim taburdan iki timle beraber sağdaki hakim tepeye koşarak çıktık. Tepeye çıkarken üzerimize kanas ve biksi ile ateş eden teröristler yüzünden iki üç defa çalıların arasına suya balıklama atlar gibi atlayıp 5-10 metre süründükten sonra dışarı çıktığımızdan her yerimiz dikenlerle çizilmiş ve kan içinde kalmıştı. Nihayet çatışma bölgesine hakim ilk tepeye çıktık ve teröristleri yukarıdan ateş altına aldık. Kısa süre sonra da aşağıdaki timler sırtı almışlardı. Teröristler ise kendilerini tepeden aşağı atıp kaçmışlardı. İlk tespitlere ve terörist telsiz dinlemelerine göre 4 terörist ölmüş üçü de yaralanmıştı. Bizim personelimizin çoğunun elbiselerinde ve sırt çantalarında birçok mermi deliği olmasına rağmen şans eseri ve aynı zamanda Barutçu binbaşının liderliği sayesinde kimsenin burnu bile kanamamıştı. Bu operasyon ertesi gün de sürdü. Gerek çatışmalar esnasında gerekse diğer faaliyetlerde Barutçu binbaşı, gösterdiği cesaret ve dirayet yüzünden diğer taburların personeli tarafından da çok takdir edildi ve birlikteki saygınlığı daha da arttı. Bundan sonra Abdullah Barutçu ile karşılaştığımda o yeni tuğgeneral olmuştu. Siirt komando tugayı komutanı idi. Ben de aynı tugayın bir taburunun komutanı olduğumdan 2 yıl da orada beraber çalıştık. Ama bu sırada gördüm ki kendisi o atılgan ve cevval binbaşıdan daha ihtiyatlı ve özellikle idari konularda çok çekingen birine dönüşmüştü. İki yıl beraber çalıştıktan sonra o özel kuvvetlerin bir tugayına komutan ben de diğer tugayına kurmay başkanı oldum. Özellikle personel ve idari konularda tedirginliğinin burada da devam ettiğini gördüm. Bunu çok ta yadırgamadım çünkü AKP hükümeti ve şimdi Paralel veya FETÖ denilen çakal sürüsü, kendisini gazeteci veya aydın diye tanıtan bazı soytarı kemik yalayıcıları ile bereber TSK'ya saldırılarına ağırlık vermeye başlamışlardı. Ben dış göreve gidip döndüğümde ise durum çok daha vahim haldeydi. Ergenekon ve Balyoz olayları günün temel konusuydu. Balyoz'da ifade veren arkadaşlardan öğrendiğimize göre iddianamede benim de ismim varmış. Uzun süre beni de ifadeye çağıracaklar diye bekledim ama nedendir bilmem çağırılmadım. Bu sırada Özel Kuvvetler Komutanlığı'na Tümgeneral Yıldırım Güvenç atanmıştı. Görünüş ve tavırları itibarıyla muzip bir hiper aktif çocuğu andırıyordu. Kendisi ile çok kısa sürede iyi bir şekilde anlaşmaya başladık. Bu sırada yine aynı yerde kurmay başkanıydım. Gelecek yıl alay komutanlığına atanacaktım. Atama tarihi yaklaşırken Balyoz için ne zaman ifadeye çağrılıp kumpasa dahil edileceğimi merak ediyordum. Dahası biraz da tedirgindim. Şimdi yeniden düşününce o zaman benim başka bir kumpasa dahil edilmek üzere birlik karargahında görev yapan F.Y Alb.nin de içinde olduğu bir grubun hazırlık yaptıklarını anlıyorum. Bu şekilde göreve devam ederken bir gün Yıldırım Güvenç Paşa beni çağırdı. Odasına gittiğimde baş başa görüştük. Bana; bir süredir benim hakkımda Genelkurmay'a ve Özel Kuvvetlere bazı imzasız mektuplar gönderildiğini, bunları araştırttığında iddiaların aslının olmadığını tespit ettiğini söyledi. Bu mektuplardaki en vahim iddia benim bir okul müdürünü ölümle tehdit ettiğime dairmiş. Bir şekilde müdüre ulaşılmış ve müdür bırakın tehdidi benimle hiç karşılaşmadığını ve beni hiç tanımadığını söylemiş. Güvenç Paşa bana bu konuda şu uyarılarda bulundu. ''Mehmet, anlaşılan birileri seninle uğraşmaya başladı. Kendine dikkat et. Biz seni tanıyoruz ama bu şerefsizler her kimlerse aynı mektupları genelkurmaya da gönderiyorlar. Birlik içinden veya dışından sorun yaşadığın biri var mı?'' Ben: ''Ufak tefek sorunlar yaşamakla birlikte hiç kimseyle beni bu şekilde şikayet edecek kadar kötü bir ilişkim yok. Kimseden de şüphelenmiyorum. Bunun arkasında kişisel bir sebepten daha farklı bir şeyler olabilir.'' dedim. O da; ''Ben senin arkandayım. Sana güvenim tam. Ama bu konuyla ilgili herhangi bir şey duyarsan veya aklına bir şey gelirse hemen bana haber ver ki o kişiler hakkında gerekli işlemi yapalım dedi. O sırada çok yoğun olan Balyoz davası ile ilgili konular gündeme geldiğinde de davada yargılananlar lehine hararetle konuşuyor, bunun bir komplo olduğunu, birilerinin TSK'ya savaş açtığını söylüyordu. Ayrıca tutuklu personele yardım toplanması faaliyetini başlattı ve her ay yardım toplandı. Kendisi Aşayiş Kolordu Komutanı olunca, birkaç defa Silopi'ye geldi. Her gelişinde gün boyu dolaşırken beni de yanına aldı. Benim gözümde o vatansever bir general idi. Ondan sonra komutanlığa Abdullah Barutçu Paşa geldi. Bu göreve geldikten sonra kendisindeki endişenin paranoya denilebilecek kadar arttığını gördüm. Mesela özel konuları odasında pek konuşmazdı. Odasına böcek konularak dinleniyor olabileceğinden endişe ettiğinden özel bir konu konuşulacağı zaman binanın önündeki çimlere sandalye attırıp orada konuşurdu. Orada bile ancak karşısındakinin duyabileceği kadar alçak bir sesle ve kulağına doğru eğilerek konuşuyordu. Bana ve birlikteki birçok subaya İzmir Casusluk Kumpası kurulunca tedirginliği daha da arttı. Çok daha pasif bir şekilde davranmaya başladı. Ben emekli olmaya karar verdiğimde, birlikten ilişiğimi kesinceye kadar olan süreçte kendisinden, eskiden beri tanışıyor olmamız sebebiyle, beklediğim desteği göremediğimden ve sergilediği bazı tavırlardan dolayı o zaman çok kırılmış ancak bir şey söylememiştim. FETÖ'cü darbe gecesi de, kendi ifadesinden de anlaşılacağı gibi yine pasif bir tavır alarak kapıcı dairesine saklanmış. Binbaşı Barutçu gibi davranmak yerine Barutçu Paşa gibi davranmayı seçmiş. Bu iyi bir özellik olmayabilir ama onun FETÖ'cü olduğunu da göstermez. Ben kendisinin FETÖ'cü olduğuna kesinlikle inanmıyorum ve hatta en küçük bir ihtimal dahi vermiyorum. O dönemin kumpas furyaları içinde FETÖ'cü olduğunu bildiğimiz (Örneğin o gece öldürülen Semih Terzi gibi) ve bu gün darbe yaparken suçüstü yakalanıp hapse atılan kişilerde daha önce hiç olmayan bir öz güven ve pervasızlık vardı. Çok rahat konuşup, çok rahat hareket ediyorlardı. Eğer Barutçu Paşa FETÖ'cü olsaydı onlar gibi rahat olur, o kadar endişe etmez, dinlenebileceğini düşünerek o kadar tedbir almazdı. Bence Barutçu Paşa'yı tutuklamaları büyük bir hatadır. Belki pasif davranışları sebebiyle emekli edilebilir ama suçlanması bence tamamen haksızlıktır. Gelelim Yıldırım Güvenç Paşa'ya. Onu Barutçu Paşa kadar tanımıyorum ama genel olarak FETÖ'cü profiline uymayan biri. Ayrıca aldığım duyumlara göre FETÖ'cülerin darbe girişimini haber alır almaz hemen karşı tedbirleri almış ve hatta bulabildiği tanklarla darbecilere saldırıp imha etmeyi dahi teklif etmiş. O gece Ankara'da darbecilerin tutuklayamadığı az sayıda general ile birlikte bütün gece darbecilerle mücadele etmiş. Geçen gün kendisinin, sanırım kara kuvvetlerine gönderdiği bu yöndeki mektubunu okudum. O da mektubunda aynı şeyleri söylüyor. Kendisini çok iyi tanımamakla birlikte ben onun da FETÖ'cü olmadığına inanıyorum. Elde ettiğim bazı duyumlardan kendisinin gelecekte kuvvet komutanı olabilecek bir konumda olduğunu, bu sebeple kararlılıkla karşı durduğu bu darbe kullanılarak darbeci diye tasfiye edildiğini söyleyenler var. Herkes yanılabilir. Belki ben de yanılıyorumdur. Ama öyle bile olsa bunun bir an önce ortaya çıkarılması gerekir diye düşünüyorum. Gerçi gerçekler elbette bir gün ortaya çıkacak. Ama bu arada, aynı kumpas davalarında olduğu gibi insanların hayatları karartılacak. Giden geri gelmeyecek. İnsanlar boş yere hapislerde çile çekecek. Onun için yetkililerin bu sapla saman olayının üzerine ciddiyetle eğilmesi gerekir. Bunun için soruşturma hızlandırılarak suçsuz olanların bir an önce serbest bırakılması azıcık bir iman ve insafa sahip herkesin en temel beklentisi olmalıdır. Böylece suçsuzlar hak ettikleri adalete kavuşurlarken suçlu olanlar da hızlı bir şekilde yargılanarak hak ettikleri cezalara çarptırılabilirler. Son söz: FETÖ'cülere asla acıma gösterilmeden en ağır cezalar verilmelidir. Ancak masum insanların FETÖ'cü diye tutuklanarak bu davanın sulandırılmasına da engel olunmalıdır. Bu ülkede son on yıldır çok sayıda insan devlet eliyle haksızlığa uğratılarak mağdur edildi. Şu anda ülkede adeta bir mağdurlar ordusu oluştu. Artık ülkenin mağdur insan kapasitesi doldu. Onun için bu orduya tek bir er bile ilave edilmemelidir. Saygılar sunarım.

İlave: Ben kumpas davalarından birine dahil edildikten sonra emekli olmak için dilekçe vermiştim. Şimdi darbecilikten içeride ve birinci sicil amirim olan bir general dilekçeyi verdikten birkaç gün sonra beni çağırdı. Odasına gittiğimde ''Genkur. Personel Başkanı ile görüştüm. Senin şimdilik emekli olmamanı söyledi.'' dedi. Bu general için daha önce FETÖCÜ'dür dikkat et diye beni uyaranlar olmuştu. Ama ben kendisini üsteğmenliğinden beri tanıdığımdan ''Yok artık, daha neler.'' diyerek buna inanmamıştım. Adamla her sabah ve öğleden sonra beraber spor yapıyorduk. Gayet te iyi geçiniyorduk. Sanırım bana yardım etmek için kendi cemaatdaşlarına giderek ricada bulunmuş olmalı. Bana bunları söyleyince FETÖCÜ olduğunun doğru olduğunu anlayıp çok şaşırdım. Çünkü gidip konuştuğunu söylediği şahısın FETÖCÜ olduğunu çok kişiden duymuştum. Neden Özel Kuvvetler Komutanı olan A. Barutçu ile değil de Genkur. daki paşa ile görüştüğünü düşününce de bu sonuca vardım. Bunun üzerine ''Hayır. Ben emekli olmaya karar verdim. Sizden bu konuda hiçbir şey istemiyorum.'' deyip hemen odasından çıktım. Ben bu tepkiyi gösterdikten sonra bu adam bir daha benimle görüşmedi. Şimdi bunu düşününce daha da emin olarak diyebilirim ki; A.Barutçu FETÖCÜ filan değil. Eğer A.Barutçu FETÖ'cü olsaydı bizim komutan gider onunla konuşurdu. Çünkü Barutçu paşa benim ikinci amirim birliğin de komutanıydı.



6 Eylül 2016 Salı

Cübbeli Ahmet Hoca'nın genç bir kadınla yataktaki görüntülerini kim çekti. Cemaat ve tarikatlara sızan FETÖ'cüler. Şeytanın bile aklına gelmiyor olabilir ama acaba FETÖ'cüler devlet kadrolarına geri mi dönüyor? Hem de sessiz sedasız ve hükümet eliyle.....Cemaat ve tarikatlara sızan FETÖ'cüler.



Gizli kamerayı kim koydu?



Cemaat ve tarikatlara sızan FETÖ'cüler. Şeytanın bile aklına gelmiyor olabilir ama acaba FETÖ'cüler devlet kadrolarına geri mi dönüyor? Hem de sessiz sedasız ve hükümet eliyle.....Cemaat ve tarikatlara sızan FETÖ'cüler. FETÖ’nün Türkiye için ne büyük bir tehlike olduğu ve devletin hemen hemen tüm kurumları ile sivil yaşamdaki birçok alana nasıl sızdıkları uzun s süredir konuşuluyordu. Ancak başarısız darbe girişiminden sonra tutuklananların verdiği ifadelerden ve bu ifadelere göre devlet kurumlarından atılan memur sayılarından olayın vahametinin tahmin edilenden de büyük olduğu ortaya çıktı. Adamlar neredeyse tüm devlet kurumlarına sızmışlar. Hatta, eğer biraz daha sabretseler çok kısa süre sonra bu kurumlarda çoğunluğu oluşturabilecek duruma geleceklermiş. Sadece devlet kurumlarına da sızmamışlar. Siyasi partilere, üniversitelere, basın ve yayın dünyasına, iş dünyasına ve hatta birçok sivil dernek ve kuruluşa sızmışlar. Bunlar bilinen ve açıkça ortaya çıkan şeyler. Ancak benim bir süredir aklıma takılan ve aldığım duyumlarla bunun doğru olduğuna dair inancımı daha da güçlendiren bir yerlere sızdıklarından kimse bahsetmiyor nedense. Ya kimsenin haberi yok veya başka bir şey var ortada. Çünkü kimse bundan bahsetmiyor. Kastettiğim yerler Türkiye’de mevcut FETÖ haricindeki cemaat ve tarikatlar. Adamlar güç kazanmaları ve ülkeyi kontrol etmelerini sağlayacak her yere sızmışlarken tarikat ve cemaatlere neden sızmasınlar ki? İşte uzun süredir kafama takılan soru FETÖ'cülerin tarikat ve cemaatlere sızıp sızmadıkları, eğer sızmışlarsa ağırlıklı olarak hangilerine sızdıkları idi. Son günlerde ortaya çıkan olaylar ve aldığım duyumlar bende, FETÖ’cülerin uzun süreden beri kendileri dışındaki tüm cemaat ve tarikatlara sızdıkları düşüncesini güçlendirdi. Ama bazı tarikat ve cemaatlere daha yoğun bir şekilde sızdılar ve bu tarikat ve cemaatlerde lider konumundaki kişilerin yanına kadar yanaşabildiler. Bazı somut olaylar üzerinden düşününce, bu sızmanın ne kadar etkili olduğu daha kolay anlaşılıyor. Bir örnek vereyim isterseniz. Mit müsteşarı ve bir generalin konuşmaları yayımlanmıştı bir zamanlar. Şimdi o kaydın generalin emir subayları tarafından çantasına yerleştirilen bir böcekle yapıldığı ortaya çıktı. Zamanında bazı genelkurmay başkanlarının konuşmaları da internette yayımlanmıştı. Onları da o makamlara sızmış bazı fetöcü subayların (emir subayları vb.) koydukları böceklerle kaydedildiği tutuklanan darbecilerin ifadelerinden anlaşılıyor. Bu da gösteriyor ki bu tür kayıtlar, dinlenen kişilerin en yakınlarına kadar sızmış FETÖ’cüler tarafından yapılıyor. Peki Cüpbeli Ahmet Hoca’nın bir kadınla görüntüleri yayımlandı. Bu mantıkla bakarsak bu kayıtları sizce kim yapmış olabilir? Bence Cüpbeli’nin en yakınına kadar sızmayı başarmış FETÖ’cüler yapmıştır. Bu sadece bir örnek ve benim değerlendirmeme dayanıyor. Ama FETÖ’cülerin uzun süredir sızdıkları ve FETÖ ile AKP arasında kavganın başladığı tarihten itibaren bu sızmayı hızlandırdıkları bir cemaat var. Bu cemaat Menzilciler veya Adıyamancılar diye bilinen grup. FETÖ’cülerin bu cemaate uzun süredir sızdıklarını ancak FETÖ’nün 17-25 Aralık olaylarından sonra FETÖ'cülerin baskı altına alınmasından itibaren bu sızmanın hızlandığını ve FETÖ’cülerin çok bilinmeyen ve açığa çıkmamış elemanlarının gizlenmek için topluca bu cemaate geçtiklerini duyuyorum. Hem de birkaç kaynaktan aynı yönde duyumlar alıyorum. Bu duyumu güçlendirecek emareler de çok fazla. Mesela bu cemaatin son zamanlarda, özellikle de bir yıldan beri çok zenginleştiği çünkü FETÖ’cülerin paralarının bir kısmını bu cemaate aktardığı söyleniyor. Ayrıca, bir taraftan hükümet devlet kurumlarından FETÖ’cüleri atarken, güvenilir cemaat adamları diye bu cemaatin içine sızmış kripto FETÖ’cülerin açığa çıkan FETÖ’cüler yerine atandıklarını da duyuyorum. Bu durumun özellikle Sağlık Bakanlığı’nda hat safhada olduğu konuşuluyor. Ben iki cemaatten örnek verdim ama eminim ki bunlar tüm tarikat ve cemaatlere, hatta Adnan Hocanın kedicikleri arasına bile birilerini sızdırmışlardır. Son zamanlarda tüm tv kanallarında FETÖ yüzünden diğer cemaatlerin suçlanmaması gerektiği ve bu cemaat mensuplarının devlet kademelerinde görevlendirilmesinin hiçbir mahsuru olmadığı konuşuluyor. Acaba bu da sızdırdıkları adamların dikkat çekmemesi veya diğer tarikatlar de dağıtılırsa onlarla birlikte etkisiz hale gelmemeleri için yapılan bir FETÖ propagandası mı? Bilmem ama üzerinde düşünülmesi gereken bir husus diye düşünüyorum. Ben bu konularda henüz çok detaylı ve birincil kaynaklardan bir bilgi edinemedim ama aldığım duyumlar ve yaptığım değerlendirmeye göre FETÖ’cüler, mutasyon geçirerek ve şekil değiştirerek, kapıdan çıkarıldıkları devlet kurumlarına bacadan tekrar giriyorlar gibi. FETÖ’cüler; kendi örgütleri yok edilirken ortada var olan başka benzeri örgütleri ele geçirerek yeniden perde arkasından eski konumlarına kavuşmayı amaçlıyorlar sanırım. Ben yetkili bir kişi değilim. Bu durum karşısında bir şeyler yapabilecek imkanım yok. Ama bu durum hakkında ilgililerin dikkatini çekmek gerekiyor diye düşündüğümden bunları yazdım. Yetkili mevkileri işgal edenler yarın ‘’Bunlar da bizi aldatmışlar.’’ veya ‘’FETÖ’cüler yine bizi aldattılar.’’ demek istemiyorlarsa bu konuları araştırıp gerekli tedbirleri alsınlar. Uyarmak benden… Saygılar sunarım.



23 Haziran 2016 Perşembe

Türkiye'nin yaptığı yeni füzesavar sistemi. Dünya bizi kıskanıyor. Amerika ve İsrail ise çatlıyor.



Türkiye'nin yeni süper gizli silahının sırrı.


Geçenlerde kızımla bir yerde oturuyoruz. Üç-dört kişi bağıra bağıra bir şeyler konuşuyorlar. Daha aklı başında görünen ve biraz yaşlıca olan biri hükumeti eleştiriyor, diğerleri ise hükümet yanlısı sanırım. Ama onlardan sadece biri bağıra bağıra bir şeyler söylüyor. Her olumsuz şeyi Amerika'ya, Yahudilere filan yüklüyor. Bir ara, bu hükümet döneminde füzeleri istediği anda geri çeviren yeni bir silah yapıldığını, Türkiye'nin bu gelişmesi karşısında kendilerinin geri kalmalarına ve silahlarının artık Türkiye'ye etki etmeyecek olmasına kızan ABD ve İsrail'in bu hükumete düşmanlık yaptığını söyleyince kendimi tutamayıp güldüm. Bunu söyleyen şahıs, kendisi de bu bilgide bir yanlışlık olabileceği endişesinde olduğundan veya bu iddia kendisine de mantıksız gelmesine rağmen buna inanmayı seçtiğinden olsa gerek çevrede oturanların tepkilerini de takip ediyormuş anlaşılan. Hemen bana seslendi; ''Sen gülüyon ama bunu İsrail bile kabul etti. Geçenlerde, bu silah sisteminden rahatsız olduklarını açıkladılar. Bana inanmıyorsan onlara da mı inanmıyorsun?'' dedi. Ben aralarındaki tartışmaya katılmak istemiyordum ama sataşma olunca cevap vermek zorunda kaldım. Ve dedim ki: ''Arkadaşım, ben sana ve senin gibilere bir şey demiyorum. İzlediğiniz televizyonların ve okuduğunuz gazetelerin hepsi tek bir ağızmış gibi aynı saçma şeyleri söyleyerek sizi aptal yerine koyuyor ve siz de onlara inanıyorsunuz. Buna alıştım artık, bir şey de demiyorum, ama bu senin iddia ettiğin silah konusuna inanmak artık sınırı aşıyor. Çok gülünç. O kadar gülünç ki buna kargalar bile güler.''
Adam celallendi.'' Şimdi bırak bunları da İsrailin endişesine ne diyorsun onu anlat.Madem doğru değil İsrail neden böyle bir açıklama yaptı.''
Cevap verdim.''Kardeşim, değil İsrail, Cebrail bile söylese böyle bir şey mümkün değil. Zaten İsrail'in böyle bir şey söylediğini de bilmiyoruz. O da muhtemelen propaganda. Gelelim bunun neden saçma olduğuna. Bu saçma bir iddia çünkü fizik kurallarına aykırı. Tüm dünyada füzesavar sistemler gelen füzeyi başka bir füze ile vurmak üzerine tasarlanıyor. Ayrıca güdüm sistemlerini karıştıran sistemler de olabilir. Ama uçaklardan bile hızlı hareket eden bir füzeyi 90 derece geriye döndüremezsin. Böyle bir silah değil bizde, dünyadaki en gelişmiş silahları yapan ülkelerde de yok. Hatta varsa uzaylılar bile henüz bunu yapmayı başaramamışlardır.''
Adam hala direnmeye kararlı olarak lafa karıştı.
''Kardeşim, var böyle bir silah. Silahlı Kuvvetlere teslim edilmiş ve 3-4 sene önce kullanıma girmiş. Sen bunun silahlı kuvvetlerde olmadığını nereden biliyorsun ki. Şimdi burada bir asker olsa da sorsak ta, sen de inansan.''
Ben yine güldüm. ''Arkadaşım sen ne iş yapıyorsun bilmiyorum ama bakıyorum da TSK'nın silah envanteri senden soruluyor. Kendini teyit etmek için bir asker arıyorsun ya ben sana hemen bir kurmay albay bulayım.''
''Tamam, bul hadi.''
''Kardeşim, ben emekli kurmay albayım ve öyle bir silah TSK'da yok. Seni kim fişeklemişse fena gaza getirmiş. Keşke öyle bir silah yapmak mümkün olsa da onu da ilk olarak biz yapmış olsak ama maalesef bu tamamen palavra. Bence sen ara sıra seyrettiğin televizyonları izlemeyi bırak ta az sayıdaki yandaş olmayan kanala da bak.''
Adam bu sözler karşısında söyleyecek bir şey bulamadı. Bir iki yutkunduktan sonra; ''Yani şimdi bizi kekliyorlar mı diyorsunuz?''
''Valla durum ortada. Ne yaptıklarına sen karar ver.'' diye cevap verdikten sonra kızımla beraber oradan ayrıldım.
Olayın vehameti bu durumdadır. Birileri ne derse desin birileri bunu halka inandırmak için her türlü yöntemi kullanıyor ve bu tür saçmalıklara inanmaya hazır bir kitle de var maalesef.



3 Haziran 2016 Cuma

Himmet parası ödeyen subaylarla ilgili haber gerçek mi?


Özel Kuvvetler Komutanlığı'nda himmet parası ödeyen subaylar.... 


Son günlerde ordunun değişik kademelerindeki subayların Cemaat'e himmet adı altında para ödediği, bunların bazılarının eşlerinin sınav yolsuzluklarına bulaştığına dair haberler yayımlanıyor. Bu haberler kendisi de emekli subay olan bazı arkadaşlar tarafından hayretle karşılanıyor. Ben ise bunun hayretle karşılanmasını hayretle karşılıyorum. Bu sebeple bu konuda değerlendirmelerimi yazmak gereği duydum.
Çalıştığım bir birlikte seçimlerde AKP 1. Parti çıkmıştı (O birlik emekli olmadan önce en son çalıştığım birlik değildi.). O zamanlar şimdi paralel dedikleri ile AKP el ele kol kola idi. AKP daha dünkü parti. O zamanlar bu günkü kadar kadrolaşması da yoktu. Bu oyların büyük kısmının cemaat bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Zaten o dönem o birlikte tabur komutanlığı yapan biri ile bir başka üst subayın cemaatçi olduğunu herkes konuşuyordu. İkisi de terfi etti her nasıl olduysa. Yani bu haberdeki iddialarda abartı olabilir ama söylenenlerin tamamen uydurma olduğu söylenemez. Burada Özel Kuvvetler dahil önemli birliklerde çalışan personelden de himmet verenler olduğu söyleniyor. İzmir Casusluk davasında Özel Kuvvetlerden her kademede onlarca kişi birlik dışına tayin edildi. Bunların neden tayin edildiği ve neden kumpas kuranlara destek olacak şekilde yetişmiş kritik personel uzaklaştırılarak yerlerine Özel Kuvvetlerle alakası olmayan veya birlik içinde o görevlere getirilmesi normalde mümkün olmayan şahısların getirildiği iyi incelenmeli. 1992 yılında, terörün en yoğun olduğu ve şimdi mangalda kül bırakmayan bazı çevrelerden bazı insanların homoseksüel raporu alarak askerden kaçmaya çalışırken (Ki bunların büyük kısmının aslında öyle olmadığı, can korkusu yüzünden canlarını kurtarmak için g....ni feda ettikleri televizyon ekranlarındaki tartışmalara bile yansımıştı. Bu olaydan sonra, TSK'nın; homoseksüel olduğu için askerlik yapamaz şeklinde hastahanelerden verilen doktor raporunu yeterli görmeyip, bu tür kişilerin çürüğe ayrılmaları için iş üzerinde iken resim çektirerek heyete sunmaları zorunluluğunu getirdi diye konuşuluyordu o zamanlar. Bu arada konumuz insanların cinsel tercihleri değildir. Burada olayın vahametini vurgulamak için konudan bahsedilmiştir. Yoksa kimin ne yaptığı veya nasıl yaşadığı beni ilgilendirmez, kendisini ilgilendirir.) gönüllü olarak, dilekçe vererek ve seçim süreçlerinde birliğe girmek ve doğal olarak terörle mücadeleye katılmak için aşırı gayret göstererek birliğe katılmaya hak kazanmış, timlerde her türlü çatışmalara girmiş, her çeşit operasyonlara katılmış ve artık çoğu binbaşı ve daha üst rütbelere gelmiş subayların nasıl casusluk kumpası bahane edilerek birlik dışına gönderildiğini iyi incelemek gerekir. Hele kritik yerlere getirilen ve kız gibi (yüksek sesle isimleri söylendiğinde bile yanakları pembeleşen) bazı kişilerin, Özel Kuvvetlerde görev yapmak için gerekli en asgari vasıfları bile taşımadıkları halde kısa sürelerle birliğe girdi çıktı yaptırılarak sonra da hangi kademelere nasıl getirildikleri de incelenirse durum daha iyi anlaşılır. Daha açık konuşayım: 2013 yılında Özel Kuvvetlerdeki Tugaylara kimler nasıl komutan olmuş sonra da paralelciler gözden düşünce daha bir yılları henüz dolmadan nasıl birlik dışına gönderildiklerine iyi bakılırsa bu iddiaların oldukça isabetli olduğu da görülecektir. 
Diğer bir husus ta şu. Herkes; o kumpaslar döneminde ve günümüzde hala, TSK içinden bu kadar bilginin nasıl alındığını, terfi sırası gelen veya kritik yerlerde çalışan kişilerin kimler olduğunun nasıl tespit edilip kumpas kurulduğunu sorduklarında hep şaşırmışımdır. Bazıları hala bu kumpasları dışarıdan yaptılar filan diyor. İş içeriden yapılmasa, en azından içeriden işbirlikçiler olmasa böyle detaylı yapılamazdı. Personeli en iyi kim bilirse işbirlikçileri de orada aramak lazım. Onun için ben derim ki o dönemde Genelkurmay ve Kuvvet Komutanlıklarının personel başkanlıklarında ve özellikle de kurmay şubelerde kimlerin çalıştığına bakılırsa durum daha kolay anlaşılır. Bir personel başkanının TSK'da paralelcilerin başı olduğu ve bunu doğru çıkarır şekilde bu kişinin paralelcilerin terör örgütü diye isimlendirilmeye başlanmalarına paralel olarak pasif bir göreve atandığını da gözden kaçırmamak lazım. Hatta bu kişinin kellesinin tam olarak koparılmamasının sebebinin de çok yüksek mevkilerdeki bir politikacının bir yakınının damadı olmasından kaynaklandığını da Ankara mahfillerinde herkes konuşuyor. Hatta geçenlerde şunu duydum. Fethullah Gülen şu anda Türkiye'de en çok Silahlı Kuvvetlere güvendiğini söylüyormuş. Neden acaba. Her kurumda darbe yedikleri halde TSK'da hala oldukça etkin olduklarından olabilir mi? Her neyse, lafı daha fazla uzatmayayım. TSK o kadar da büyük bir kurum değil, onun için herkes herkesi az çok tanır ve ne olduğunu bilir. Kimin KHO'da cemaatçilikten tutuklandığını, kimlerin kapısında nöbet beklendiğini, bunların hangilerinin cemaate fazla bulaşmamış diye atılmadığını ve bunların nasıl terfi ederek nerelere atandıklarını da bilir. Onun için bu habere şaşan subay olmaması lazım bence. 

13 Mayıs 2016 Cuma

İnsan Topluluklarının Çoğalması ve Kitlesel Savaşların Ortaya Çıkışı. Multiplying of the human societies and emergence of massive battles.




İnsan Topluluklarının Çoğalması ve Kitlesel Savaşların Ortaya Çıkışı. Multiplying of the human societies and emergence of massive battles.

(Savaşlar, İnsan, Nüfus artışı)

     Tüm bunların sonucunda grubumuzun tehdit değerlendirmesinde değişimler meydana gelmeye başlamıştır. Eskiden değişik yırtıcı hayvanlar esas tehdit olarak kabul edilirken artık kendileriyle aynı cinsten fakat farklı gruplara mensup insanlar tehdit değerlendirmesinde giderek daha üst sıralara yükselmeye başlamıştır. Muhtemeldir ki insanların, diğer insanlarla, gruplar halinde karşılıklı savaştığı ilk planlı askeri hareketler bu evrede ortaya çıkmıştır. İnsanların o zamanlar kendilerine saldıran yırtıcılara karşı savunma maksatlı, hayvan sürülerine karşı saldırı maksatlı birçok yöntem geliştirmeye başlamalarının uzun bir tarihi vardır. Bunlardan belli bazı taktik ve stratejiler geliştirmişler, bölgelerine giren yabancı insanlarla yaptıkları tesadüf muharebelerinden de hayli çok yakın çatışma tecrübeleri edinmişlerdir. Yani insanlarla henüz kitlesel bir harp yapmamış olsalar da hayvanlarla girdikleri mücadelelerde askeri kültürün oluşmasına yetecek kadar bir şiddet uygulama tecrübeleri vardır.
Av partilerinin savaş taktikleri geliştirmek için kullanıldığı, tarihin her döneminde görülmektedir. İnsanoğlu, dünyaya yayılmaya başladığı ilk dönemde olduğu gibi bunu günümüze hayli yakın tarihlere kadar uygulamaya devam etmiştir. Cengiz Han’ın bir sefere çıkmadan önce, bozkırda tüm askerlerinin katılımıyla haftalar hatta aylar süren kitlesel av partileri düzenlediği bilinmektedir. Bu avlar esnasında günümüzde yapılan askeri tatbikatlarda olduğu gibi ordunun eğitimi ve mevcut tekniklerin geliştirilmesi, yeni taktik ve stratejilerin bulunması gibi faaliyetler yapılmıştır. Aynı şekilde av partilerinde ortaya çıkan uygulamaları askeri taktikler ve stratejiler halinde kullanan bazı Afrika kabilelerinin bu sayede kabile hudutlarını genişleterek devlet olarak kabul edilebilecek bazı yapılar oluşturdukları da bilinmektedir. Burada ilginç bir husus, sadece insanların yaptığı avların değil, yırtıcı hayvanların avlanırken kullandıkları yöntemlerin de gözlemlenerek askeri taktik ve strateji olarak geliştirilmesidir. Tüm bu sebeplerle, yakın zamana kadar birçok ülkede köpeklerin de kullanıldığı sürek avları; kralların, askerlerin ve seçkinlerin en yaygın uyguladıkları bir spor dalı olmaya devam etmiştir.
Burada, takip ettiğimiz insan grubuna dönecek olursak; şimdiye kadar nasıl av hayvanı sürülerinin yaşam alanları takip edilip hangi mevsimde tam olarak nerede bulundukları tespit ediliyor, bazen de bu hayvanların durumlarını ve toplu yaşadıkları yerleri tespit etmek için küçük keşif kolları gönderiliyorsa, şimdi de bu yeni düşmanlar (diğer insan toplulukları) hakkında sistemli olarak bilgi toplanmaya başlanır. Karşılaşılan gruplar uzaktan takip edilerek gittikleri yönler, yaşadıkları yerler, bu yerlere gitmek için uygun yaklaşma istikametleri belirlenmeye çalışılır. Artık, insanoğlunun kendi türünden olan canlıların oluşturduğu diğer gruplarla kıyamete kadar sürecek sistemli ve planlı şiddet uygulama faaliyetleri, yani savaşlar başlamak üzeredir.
Uzun süredir komşu bölgelerde yaşayan insan toplulukları hakkında bilgi toplanmakta olduğundan artık hangi yönde ve ne kadar uzakta hangi grupların yaşadığı, bu gruplara mensup insan sayısı, ne tür silahlar kullandıkları, bölgelerindeki su ve yiyecek kaynakları, bu grupların yaşadıkları bölgelerin savunmaya ve saldırıya uygunluk durumları hakkında yeterince bilgi toplanmıştır.
Sonunda, artık hayli kalabalıklaşmış bir klan haline gelen gurubumuzun yaşlıları ve lider konumunda olan kişileri toplanarak bir durum değerlendirmesi yaparlar. Eğer amaçları artan nüfus için yeni yaşam alanları bulmaksa, bu amaca en uygun hedeflerin hangileri olduğuna, yok eğer kendi bölgelerine çok sık girdiklerinden klanlarına saldırabileceğini düşündükleri bir komşu klanı etkisiz hale getirmekse, bunlardan saldırı için hangisinin en uygun olduğuna karar verirler.
Bu karar verildikten sonra saldırı planlarının yapılmasına ve yeni silahların hazırlanmasına hız verilir. Toplumun eli silah tutan erkekleri askeri bir hiyerarşi oluşturacak şekilde teşkilatlandırılır. Keşifler artırılır ve keşfe karşı koyma tedbirleri alınır. Savaşçılar grubu, saldırı için klanın yanından ayrılıp yaşam alanı dışına çıktığında, fırsatı değerlendirmek isteyebilecek diğer gruplara karşı geride bırakılacak insanlardan klanı savunabilecek şekilde bir savunma grubu teşkil edilir. Klanın yaşadığı bölgede doğal engellerden de yararlanılarak arazi düzenlenir ve savunma tedbirleri kuvvetlendirilir. Savaş kararı verilip toplum savaşa göre yeniden teşkilatlanınca savaşamayacak durumda olanlara da bazı görevler düşer. Bunlardan yetenekli olanlar mızrak ve bıçak gibi silahlar yaparak savaşçılara verir. Bunun karşılığı olarak kendilerine av hayvanlarından pay veya avların kürklerinden elbise vb. şeyler verilir. Artık tarihin ilk orduları ile birlikte ilk savaş sanayii ve ticareti de başlamak üzeredir. Hazırlıklar tamamlanınca, son planlama ve koordinasyonun yapılması ve emirlerin verilmesi için bir toplantı daha yapılır. Bu toplantıdan sonra artık savaş başlamak üzeredir.
Öncelikle geride kalanların savunmalarını güçlendirmek için bazı yetenekli kişiler mağara ağızlarına taş ve çamur kullanarak duvarlar örerler, mağaraların önlerine geçişi engelleyecek genişlik ve derinlikte hendekler kazılır ve böylece ilk savaş intikamcılığı başlamış olur. Sağa sola renkli taşlarla resimler çizen birileri mağara duvarlarına daha önce çizdiği av sahnelerinin yanına savaş hazırlıklarını gösteren resimler çizer. Ölüleri gömen, hastaların içine giren kötü ruhları kovan, tanrılar ve ruhlarla konuşan şaman, savaşa gidecek olanları desteklesin ve korusunlar diye tanrılara ve ruhlara çağrı yapmak için bir ağaç kütüğüne vurarak çıkardığı seslerle ritmik bir şarkı söylemeye ve dans etmeye başlar. Tanrıları simgeleyen resimler ve basit heykellerin yapımı da bu dönemde artış gösterir. Hayvanların gözlemlenmesi ve tesadüfler sonucu edinilen deneyimlerden; hastalıkların iyileştirilmesinde, yaralanmalarda kanın durdurulması ve yaranın iyileştirilmesinde işe yarayan bitkiler ve yöntemler keşfedilir. Yemekleri muhafaza etmek için uygun taşlardan ve ağaç parçalarından basit kaplar yapılır. Yine tesadüfen ateşte kalan kilin sertleştiği öğrenildiğinden kilden kap kacak ve testi gibi eşyalar üretilmeye başlanır.
Askeri bir yapı olarak örgütlenen gençler, yaşam alanının giriş ve çıkış bölgelerine, topluluğun yaşadığı mağaralara gelen yaklaşma istikametlerine küçük askeri birimler halinde gözetleme, keşif ve pusu gibi askeri faaliyetler için gece gündüz gönderilmeye başlanır. Yaklaşan düşman küçükse bu kollar tarafından etkisiz hale getirilir. Eğer kalabalıksa merkezdeki orduya, haberci gönderilerek veya değişik hayvan sesleri taklit edilerek haber verilir. Belki de bazı ağaç kütükleri, ses çıkarma özelliklerinden yararlanılarak bir sopayla belli ritimler çıkaracak şekilde vurularak alarm ve haberleşme maksadıyla kullanılır. Haberi alan askeri grup hemen olay yerine doğru yola çıkar. Yabancı grup takip edilir. Pusuya düşürülerek veya doğrudan saldırılar yapılarak etkisiz hale getirilir. Öldürülen bu yabancıların silah ve eşyaları ilk savaş ganimetleri olarak savaşçılar arasında paylaşılır. Kıtlık dönemlerinde bu yabancıların besin olarak görüldüğü ve yenildiği de olur. Bazı bilim adamlarının iddialarına göre bu gün yaşayan insanların hemen hemen hepsinin atalarının geçmişte bazı dönemlerde yamyamlık deneyiminden geçtikleri iddia edilmektedir. Hatta bu alışkanlık bazı Uzakdoğu bölgelerinde yaşayan kabilelerde yakın zamana kadar devam etmiştir.
Zamanla grubumuzun yabancılarla, gerek kendi bölgelerinde gerekse komşu bölgelerde karşılaşmaları ve çatışmaları giderek artar. Hayat daha zor ve daha tehlikeli bir hale gelmiştir. Bu gelişmeler esnasında, sel, kuraklık vb. bazı doğal afet ve kıtlık dönemleri de yaşanmaya devam etmektedir. Bu dönemler yiyecek arayan yabancı grupların hareketlerini daha da artırır. Bu sebeple karşılıklı çatışmalar ve yamyamlık artar.
Klan lideri, ihtiyarlar ve savaş grubu liderleri ile toplanıp yeniden durum muhakemesi yapar. Uzun süredir araştırdıkları komşu gruplardan en büyüğünün kendilerine saldırılar yapabilecek en büyük tehdit olduğu ve erken davranılarak bu gruba bir baskın yapılmasına karar verilir.
Uzun süredir karşılaşılan bu grup üzerinde keşif ve gözetleme faaliyetleri artırılır. Yaşadıkları yer kesin olarak tespit edilir. Savunma tedbirleri, yaşadıkları yerin coğrafi özellikleri, savunmaya uygunluk derecesi ve saldırı için uygun yaklaşma istikametleri, emniyet tedbirlerinin en zayıf olduğu zamanlar tespit edilerek saldırı zamanı belirlenir.
Artık nüfus oldukça artmıştır. Komşu bölgelerden yapılan ihlaller de arttığından gıda temin etmek daha sıkıntılı bir hale gelmiştir. Komşu bölgelerde de nüfus hızla artmakta olduğundan artık bir an önce eyleme geçerek henüz belirli bir üstünlükleri varken komşu bölgelerdeki tehdidin büyümeden ortadan kaldırılması gerekmektedir. Şu andaki nüfuslarıyla ancak tek bir gruba saldırmaya yetecek kadar güçleri vardır. Çevrelerindeki grupların birleşmesi, ittifak yapması veya bir grubun diğer gruba saldırarak o grubun nüfusuna da el koyması durumunda yalnız başına bu tehditleri ortadan kaldıramayacak duruma düşme ihtimali vardır. Yani harekete geçmek için zaman gittikçe daralmaktadır. Bu sebeple hemen, en yakındaki, en büyük tehdit oluşturan gruba saldırmaya karar verilir.
Sabah, her zaman ava çıkarken yaptıkları gibi, mağaralar bölgesinde toplanan grup, herkesin hazır olduğu tespit edildikten sonra yola çıkar. Bu şimdiye kadar yapılan yolculuklardan biraz farklı bir yolculuktur. Her savaşçı tüm silahlarını yanına almıştır. Vücutlarını korumak için ağaç kabuklarından ve kalın hayvan derilerinden basit zırhlar yapılarak bunlarla vücutlarının hayati bölgeleri kapatılmıştır.
Grup bütün gün yürüdükten sonra yaşam alanı sınırı yakınındaki bir ağaçlıklı tepeye çıkarak hava tamamen kararana kadar gizlenir. Saldırı yapılacak grubun yaşadığı bölgenin son keşifleri yapılır ve gece saldırıyı yapacak büyük grubun hedefe doğru yönlendirilmesi için belirli yerlere kılavuzlar yerleştirilir. Keşifler tamamlanınca, eğer gerekiyorsa, planda son değişiklikler yapılır. Saldırı yapılacak grubun uyumaya başladığı saatlerde gizlenilen yerden yola çıkılır. Hedefe belli bir mesafeye kadar yaklaşılınca, görevli unsurlar plana uygun olarak saldırı bölgesini çepeçevre kuşatacak şekilde arazide uygun yerlere yerleşmek üzere gönderilir. Sonra saldırıyı fiilen gerçekleştirecek ve hedefe girecek grubun hedefe yaklaşırken ve hedefi etkisiz hale getirdikten sonra geriye çekilirken bir karşı saldırıya uğraması durumuna karşı gerekli tedbirleri alabilecek yerlere emniyet unsurları yerleştirilir. Bu unsurlar da yerini aldıktan sonra hava aydınlanmaya yakın bir zamanda saldırı grubu hedefe yaklaşır.
Daha henüz hava aydınlanmadan ve hedef bölgesindeki nöbetçiler üzerine uyku çökmüş ve hedefte kimse uykudan uyanmamışken, birden bire tüm hücum grubu hedefe saldırır. Kısa ve şiddetli bir saldırıyla hedef bölgesinde tüm yetişkin erkekler öldürülür. Gerçi bazı kadın ve erkekler kargaşadan faydalanıp kaçmış veya yakın bölgelere saklanmıştır ancak bunlar da dış çevrede gözetleme yapan emniyet unsuru tarafından tespit edilip imha edilir. Kaçıp saklanabilen pek az kimse olur. Her savaşçı ele geçirdiği kadın ve çocukları merkezi bir bölgeye getirerek buradaki savaşçıların gözetimine bırakır. Tekrar tekrar geri dönülerek bölgedeki silah, araç ve yiyecekler toplanır ve aynı şekilde merkezi bölgede toplanır. Eğer grubumuz tamamen veya klanlarının bir kısmı ile ele geçirilen yere yerleşmeyi düşünmüyorsa burası yakılarak ve varsa basit duvar yapıları yıkılarak artık barınılamaz hale getirilir.
İşler tamamlanınca hedef bölgesinde fazla oyalanmadan, saldırı grubu ganimetlerle birlikte saldırı bölgesini terk ederek toplanma bölgesine hareket eder. Onlardan sonra kuşatma yapan unsur ve nihayet emniyet unsuru da toplanma bölgesine gelince geceden bırakılan kılavuzların bulunduğu bölgelerden geri dönülür. Karanlık basmadan kendi yaşadıkları yere veya en azında yakınında emniyetli bir bölgeye kadar gidebilmek için hızlı hareket edilir. Saldırı esnasında ölenler ve ağır yaralı olanlar saldırı bölgesine gömüldüğü için hızlarını yavaşlatacak pek fazla bir şey yoktur. Ganimetlerden bir kısmı da alınan esirlere taşıtılmaktadır.
Akşama doğru, klanın barındığı mağaralar bölgesine varıldığında savaşçılar; yaşlılar, kadınlar ve çocuklar tarafından karşılanır. Klanın totemi mağaraların önündeki düz bir alana çıkarılmış, büyük bir ateş yakılmıştır. Şaman gelen savaşçı grubunu kutsamak ve saldırı başarıyla sonuçlandığı için kutsal ruhlara ve tanrılara teşekkür etmek maksadıyla basit vurmalı çalgılar eşliğinde dans ederek bir tören yapar. Trans haline girerek bu savaşta ölen ve daha önce ölmüş olan kişilerin ruhlarıyla konuşur. Şaman töreni tamamlayınca aynı zamanda klanın doktoru olduğundan yaralıların tedavisi için gerekli işleri yapar. Bundan sonra esir alınan kadın ve çocuklar, gösterilen kahramanlıkla da orantılı olarak, reis ve şaman tarafından klan içinde bölüştürülür. Klan reisi ve savaş grubunun liderleri en fazla kadın ve çocuğu alarak klan içinde daha güçlü aileler haline gelirler.
Tarım veya sanayi üretimi henüz ortaya çıkmadığından klasik anlamda işgücünden yararlanmak maksadıyla yapılan kölelik henüz yoktur. Klanda komün bir yaşam olduğundan eş ve çocuklar ile kişisel silahlar hariç sahiplik duygusu da yoktur. Bu sebeple yeni kadın ve çocuklar köleden ziyade aileye katılan yeni üyeler olarak kabul edilirler. Böylece, klan içinde sadece doğurganlık oranları ile değil aynı zamanda aileye katılan esirler sebebiyle de bazı aileler daha kalabalık ve dolayısıyla daha güçlü, bazıları da daha güçsüz hale gelir. Bu durum klanın iç hiyerarşisinde değişikliğe ve yeni bir yapılanmaya sebep olur. Özellikle lider konumunda olanlarla savaşta büyük başarılar gösterenler toplum içinde daha saygın bir konuma yükselmeye başlarlar. Ganimet olayı diğer aileleri de motive ettiğinden artık askerlik cazip bir meslek haline gelmeye başlamıştır.
Şimdi toplumda; yönetici aileler, asker aileler, din adamları ve yukarıda yaptıkları bazı işlerden bahsettiğimiz diğerleri olarak belirgin bir sınıflaşmaya doğru gidilmeye başlanmıştır. Böylece geleceğin aristokratlarının ve krallarının içinden çıkacağı güçlü aile yapılarının temelleri de atılmıştır.
Klanımız, kölelerin de katılımıyla, oldukça büyümüş, kadın sayısının artışıyla birlikte doğum oranlarında da bir artış olmuştur. Böylece; gıda, giyecek, silah ve alet yapımında kullanılacak malzeme ihtiyacı da artmıştır. Gerçi saldırı sonucunda imha edilen grubun bölgesi de klanımızın yaşam alanına eklendiğinden yaşam alanı da büyümüştür. Ancak buna rağmen yine de kıtlık dönemlerinde kaynaklar yetersiz kalabilmektedir. Ayrıca yeni ele geçirilen bölgedeki topluluğun ortadan kalktığını fark eden başka topluluklar boş olduğunu düşündükleri bu grubun bölgesine girmeye, belki de kendi yaşam bölgelerinden daha verimli olduğu için buraya yerleşmeye başladıklarından bu durum yeni çatışma ve mücadeleleri de beraberinde getirir.
Bu çatışmalar ve daha önce bahsedilen tesadüf muharebeleri ile birlikte artık yanı başlarında işgalci bir saldırgan grup olduğunu öğrenen bazı komşu gruplar klanımızı kendi varlıkları için önemli bir tehdit olarak görmeye başlarlar. Bu sebeple gerek tek başlarına, gerekse diğer komşu gruplarla birleşerek klanımıza saldırılar düzenlerler.
Artık toplumun birinci seviyedeki sorunu, dolayısıyla birinci derecedeki önceliği her geçen gün artan saldırganlara karşı klanın ve onun topraklarının korunmasıdır. Gerçi topraklar yapay engellerle kesin olarak çizilmemiştir. Genellikle bir nehir, bir dağ, bir yar gibi doğal engellerin başladığı yerlerde bitmektedir. Ama genel de olsa klanın sahiplendiği belirli bir alan vardır.
Çatışmaların ve tehditlerin arttığı bu dönemde toplum buna uyum gösterecek şekilde değişim geçirir. Klan, eli silah tutan tüm erkeklerin savaşçı olduğu, diğerlerinin de kalan işleri yüklendiği askeri bir topluma doğru dönüşmeye başlar. Klanımız artık, bu günkü ifadesiyle asker millet diye tanımlanacak asker klana dönüşmektedir.
Savaşların artmasıyla, askerlerin ve onların söz geçiremediği, tanrılarla irtibatta olan tek unsur olan din adamlarının toplumdaki etkinlikleri giderek artmaktadır. Bunun sonucu olarak klan lideri öldüğünde liderliği bir askeri lider ele geçirir. Din adamları da tek güç olan askeri grupla mücadele edemeyeceği için askerlerle işbirliği yaparlar ve onların liderliğini güçlendirecek şekilde dini argümanlar geliştirirler. Tabii bu iş karşılıksız değildir. Bu destek karşılığında din adamları da bir özerklik ve dokunulmazlık kazanırlar. Ganimetlerden, bunların kazanılmasında hiçbir katkıları olmadığı halde, klan liderine yakın bir pay alırlar.
Öte yandan liderin gün geçtikçe artan eşleri ve çocukları, zorla ele geçirdiği liderlik konumunda ona nesiller boyu sürebilecek kalıcı bir güç kazandırır. Bu çocuklarından kendi çevresinde merkezi bir askeri ve siyasi güç oluşur. Bu güç liderin yakın arkadaşları olan ve yine nüfus olarak oldukça güçlenmiş olan kişilerle birlikte daha da etkili hale gelir. Klan liderinin etrafında toplananlar; askeri ve idari yönetici kadrosunu oluştururlar. Bunlar, genel halk kitlesinin üstünde bir statüleri olmakla birlikte her zaman klan liderinin en az bir kademe altındadırlar. Bunlar, çok uzun yıllar varlığını ve etkinliğini sürdürecek ilk aristokratları teşkil ederler.
Bu değişimler komşu guruplarda da benzer dinamikler içinde devam eder. Çevrede bulunan ve savaşlarda yenilen gruplar ya tamamen ortadan kalkarlar, ya daha güçlü bir gruba katılarak o grup içinde erirler veya bölgeden uzaklaşarak henüz insanların yaşamadığı uzak bölgelere göç ederler. Böylece insan ırkı dünyanın her köşesine doğru yayılmaya başlar. Bu sayede insanların yaşayabileceği tüm alanlar yavaş yavaş iskân edilmeye başlanır. Bu göçler genellikle savaşlar sebebiyle yaşanmakla birlikte; depremler, kuraklık, sel vb. doğal afetlerle birlikte daha da kitleselleşir.
Bu savaşlar ve göçler sonucunda belli bölgelere yerleşerek hızla çoğalan insan toplulukları birbiriyle gün geçtikçe daha çok karşılaşırlar. Her karşılaşmada birbirleri ile çatıştıklarından yoğun ölümler olur ancak yine de yenen grup yenilenlerin kadın ve çocuklarına el koyduğu için daha savaşçı ve daha yetenekli klanlar diğerleriyle ırksal ve kültürel olarak karışarak daha büyük topluluklar haline gelirler. Saldırı ve yok olma riskini göze alamayan küçük gruplar da bu gruba katılınca, grubun büyümesi daha da hızlanır. Hem sayısal olarak büyümek, hem de başka ırk ve kültürlerin aynı potada erimesi sebebiyle toplum belirli bir dönüşüme uğrar, yani değişir ve gelişir.
Yeni katılanların geliştirdikleri aletler, teknikler ve sistemler işe yarıyorsa yeni grup tarafından aynen benimsenir. Dolayısıyla bu temas ve birleşmelerle daha gelişkin bir toplum ortaya çıkmaya başlar. Artık yavaş yavaş gelişkin sayılabilecek bir dil, genellikle doğa güçlerinin kutsallığına dayanan bir din ve toplumun kendisine has ortak bir kültür oluşmaktadır.

Şimdiye kadar yaşam alanındaki mağaralar vb. yerlerde yaşayan ama sürekli bir yere bağlı kalmayarak yaşam bölgesi içinde sürekli yer değiştiren klanımız artık hep birlikte yer değiştirmek ve tüm mensupları ile aynı anda, aynı yerde konaklamak için çok fazla büyümüştür. Bu durumda, klan içinde oluşan bazı küçük gruplar büyük kısımdan ayrılırlar ve bir tehlike anında kalana kısa sürede sığınabilecek kadar yakın fakat klan liderinin sürekli ve yakından kontrolünden kurtulabilecek kadar uzak bir mesafede yarı bağımsız gruplar halinde yaşamaya başlarlar. Bunlar da aynı yaşam bölgesinde dolaşmakta veya bazen de işgal edilen yeni bölgelere yerleşmektedirler. Bu gruplar genel olarak; klan içi çekişme ve kavgalar yüzünden veya klan liderinin klan üzerindeki kontrolünün gün geçtikçe artmasından rahatsız olan ve bundan uzaklaşarak daha özerk yaşamak isteyen ikinci derece güçlü aileler tarafından oluşturulur. Dolayısıyla orta çağ Avrupa’sında veya Orta Asya steplerindeki göçebeler arasında olduğu gibi birçok bölgesel gücün merkezi bir güce zayıf bağlarla bağlı olduğu federal veya konfedere bir yapı oluşturulur. Bu yapıdaki küçük gruplar da, klanın büyük grubundaki sistemleri taklit ederek kendi askeri yapılarını oluştururlar. Bu yapılar ortak bir dış düşmanla mücadele etmek gerektiğinde askeri güçlerini merkezi yapının lideri komutasında birleştirerek ortak hareket ederlerken bir yandan da yaşam bölgesindeki kaynakların daha fazlasına sahip olmak ve merkezi gücü devirerek yerine geçmek için kendi içlerinde sürekli olarak mücadele ederler.

30.12.2015. M.Ç.

İnsanoğlunun Ortaya Çıkışı ve Silah Geliştirme Sürecinin Başlangıcı. Emergence of human being and the starting of arm developing process.




 İnsanoğlunun Ortaya Çıkışı ve Silah Geliştirme Sürecinin Başlangıcı. Emergence of human being and the starting of arm developing process.
İnsanoğlunun yaradılışı ile ilgili olarak her dinin kendine has bir öyküsü vardır. Bizim asıl konumuz bu olmadığından dinlerin anlattığı yaradılış hikâyelerine ayrı ayrı girmeyeceğiz. Ancak, incelememizde konuyu irdelemeye çalışırken büyük dinlerin kutsal kitaplarında geçen ortak söyleminden yola çıkacağız.
Dünyada en yaygın olan tek tanrılı üç büyük dinin (İslam, Hristiyanlık ve Musevilik) anlattığı ortak öyküye göre ilk insan olan (Hz.) Âdem tanrı tarafından balçıktan (su ve toprak karışımından) yaratılmış ve kendisine bir ruh üflenmiştir. Daha sonra (Hz.) Âdem’in kaburga kemiğinden, bir nevi mitoz bölünme ile, kendisine eş olsun diye Havva yaratılmıştır. Tanrı’nın özel olarak yarattığı bu çift yine Tanrı’nın özel olarak onlar için yarattığı, yeme-içme sorunu, yani beslenme sorunu olmayan, güvenlik problemleri yaşanmayan, onları yiyebilecek doğal düşmanlarının bulunmadığı, ısınma, barınma, sağlık problemleri gibi sorunların bulunmadığı cennete konulmuşlardır.
Burada yaşamaya başlayan (Hz.) Âdem ve Havva’dan tanrının istediği tek bir şey vardır. O da, kendilerine yasaklanan bir cennet ağacının (genellikle elma olarak tasvir edilen) meyvesini yememeleridir. Fakat kendilerine sunulan sınırsız imkânlara ve tanrının yarattığı tüm canlılara göre üstün olan tekâmül etmiş bir canlı olmalarına rağmen (Hz.) Âdem ve Havva’nın bazı zayıflıkları da vardır. Ve maalesef bu zayıflıkları şeytan tarafından bilinmektedir. Tanrının baş meleği olan ve kendisinden daha mükemmel bir canlı yarattığı için tanrıya isyan eden Şeytan, Tanrı’nın bu yaratım işlemiyle hata ettiğini savunmaktadır. Bu iddiasını ispat etmek için Tanrı ile bir anlaşmaya varır. Buna göre; Tanrı Şeytan’ı kıyamete kadar eylemlerinde serbest bırakacaktır. Şeytan bu süre içinde, Tanrı’nın ‘’Şimdiye kadar yarattığım ve bundan sonra da yaratacağım canlılar arasında en mükemmel varlık.’’ dediği (Hz.) Âdem ve Havva’nın o kadar da mükemmel olmadıklarını, hatta tam tersine hatalı ve eksik yaratıklar olduklarını ispat etmeye çalışacaktır. Şeytan’ın iddiasına göre insanoğlu; fırsat bulunca en büyük günahlar da dâhil birçok günah işleyecek, Tanrı’nın emirlerine uymayı bırakacak, yasaklarını çiğnemeye başlayacak, hatta Tanrı’ya isyan edecek ve ona şirk koşacaktır. Tanrı bu meydan okumayı kabul etmiş ve Şeytan’ı bu iddiasını ispat etmekte serbest bırakmıştır. Şeytan, evrende isyan eden ilk canlı olmuş ve bundan sonra insanlar arasında da isyancılar daima, aynı şeytanın tanrı tarafından lanetlendiği gibi, insanlar tarafından lanetlenmiş ve en ağır cezaya layık kişiler olarak görülmüştür.
Şeytan, iddiasını ispatlamak için hemen işe koyulmuştur. Ama yüklendiği iş oldukça zor bir iştir ve sonunda, eğer dediğini ispatlayabilirse, haklı olduğunu göstermiş olmaktan kaynaklanan bir tatmin olma duygusundan başka, bir ödül de yoktur. Çünkü Tanrı’ya isyan ettiği için kıyamet günü geldiğinde her hâlükârda cehenneme atılarak cezalandırılacaktır. Ama Şeytan’ın benlik duygusu ve kendini beğenmişliği her türlü beklentisinden üstündür. Onun için, haklı olduğunu Tanrı’ya ispatlamak için hemen işe koyulur.
Şeytan’ın işinin çok sor olduğunu söylemiştik. Gerçekten de çok zor bir iş yüklenmiştir, çünkü insan düşünebilen, konuşarak iletişim kurabilen ve diğer canlılarda olmayan birçok vasfa sahip olan gerçekten de üstün bir yaratıktır. Bir de bulunduğu ortamın mükemmelliği göz önüne alındığında Şeytan’ın insanı kötü yola sürüklenmesi oldukça zor görünmektedir. Çünkü insanların içinde yaşadığı cennet kusursuz bir yerdir. Korunmak gereken hiçbir tehlike ve karşılanamayacak hiçbir ihtiyaç yoktur. Her şey anında ve eksiksiz bir şekilde yapılabilmektedir. Bu iki insan, Tanrı’nın varlığının şüphe götürmez kanıtları ile de her gün karşılaştıklarından onların kafasında bir şüphe ve kötülük yaratmak neredeyse imkânsız gibidir.
O zaman yapılması gereken tek bir şey vardır. İnsanoğlu, hata yapmalarına karşı korunaklı bir ortam sağlayan cennetten uzaklaştırılmalıdır. Bunun için Şeytan’ın onlara Cennet’ten kovulmalarına sebep olacak büyük bir günah işletmesi gerekmektedir. Peki, ama nasıl?
Şeytan hemen insanın zayıflıklarını araştırmaya başlar. Evet, insan pek çok zayıflığa sahiptir ama Cennet ortamında yaşadığı için bu zayıflıkların ortaya çıkarılması çok zordur. Ancak Şeytan yine de kullanabileceği bir insani zayıflık bulur; ‘’merak duygusu’’… Cennet kapısında dolaşan söylentileri dinleyerek bu duygunun kısa süre içinde bu ilk insanlarda, özellikle de Havva’da, had safhaya çıktığını öğrenir. Âdem daha dayanıklıdır ancak Havva, yanından geçerken meyvesini yemeleri yasaklanmış ağaca büyük bir merakla bakmaktadır. ‘’Bu ağacın meyvesinden yiyen var mı?’’ diye sormakta ve ‘’Acaba nasıl bir tadı var? Yiyenlerde nasıl bir değişime sebep oluyor?’’ diye merak etmektedir. Şeytan artık zayıf halkayı ve bu halkanın zayıf noktasını tespit etmiştir. Yani Aşil’in tendomu Havva’dır.
Şeytan bir gün, yılanın vücudunu kullanarak kaçak olarak Cennet’e girer. Yılanın ağzından konuşarak Havva’yı provoke etmeye ve onun yasak meyve ile ilgili merakını körüklemeye başlar. Bunun sonucunda Havva dayanamaz ve insanoğlunun ilk günahını işler. Tanrı’nın kesin emriyle yasaklanmış olmasına rağmen yasak ağacın yanına gider ve gözüne kestirdiği en parlak ve gösterişli yasak meyveyi kopararak yer. O sırada (Hz.) Âdem de oraya gelmiştir. Havva’yı yasak meyveyi yerken görünce ilk insani duygulardan birini yaşamaya başlar: Endişe…
Sonra bu duyguların arkası gelmeye devam eder. ‘’Şimdi Havva’ya ne olacak? Nasıl bir cezaya maruz kalacak?’’ diye düşünmeye başlar ve ‘’korkar’’… O sırada Havva’yı kandıran Şeytan’a çok ‘’kızar’’ ve ondan ‘’nefret’’ eder. Onu vücuduna girdiği yılanla birlikte oradan kovar… Fakat Havva kopardığı meyveyi yiyip bitirdiği halde hiçbir şey olmamıştır. (Hz.) Âdem sakinleşir gibi olur. Hatta Havva meyvenin tadının güzelliğinden bahsettikçe onun da merakı artar ve dayanamayarak o da güzel görünümlü bir meyve koparır ve yemeye başlar. Tam meyveyi bitirmiştir ki Tanrı hiddetle seslenir. ‘’Kendilerine koyduğu yasağı neden çiğnediklerini?’’ sorar ve bunun için cezalandırılacaklarını söyler. Şimdi ikisi de çok korkmaya başlamıştır. Cezalarının cennetten kovulmak olduğu kendilerine bildirilince bu korkuları daha da artar. Çok pişmandırlar ama pişmanlıkları artık bir anlam ifade etmez. Cennet’ten kovularak daha önce hiç bilmedikleri ve kendilerini nelerin beklediğini tahmin bile edemedikleri Dünya gezegenine sürgün edilirler.
O anda tüm duyguları en üst seviyeye ulaşmış durumdadır. Bu duygusal travma sonucunda gözlerindeki perde kalkar. Daha önce kendilerini bir enerji varlığı gibi algılamaktadırlar. O anda madde olduklarını ve savunmasız olduklarını fark ederler. Birbirlerinin vücutlarının farkına varırlar. Hem birbirlerinin, hem de tüm cennet sakinlerinin meraklı bakışları altında çıplak olduklarını fark ederler. Cinsiyetlerinin ve farklılıklarının farkına varmışlardır. Üzerlerine dikilen bakışlardan utanırlar. Durum çok kritiktir ve o anlıkta olsa bazı şeylerden korunmak için çözüm bulmaları gerektiğini düşünürler. Böylece bir insan tarafından yapılmış ilk eşyaları hemen orada icat ederler. İncir yapraklarından cinsel organları bölgelerini örtecek şekilde iptidai bir kıyafet yaparlar. Kısa süre içinde, insanoğlunun kıyamete kadar sürekli yaşayacakları temel duyguları yaşamışlar (merak, zevk/tad alma, endişe, korku, kızgınlık,  nefret vb.) ve artık giderek daha maddi bir varlık olmaya yani daha çok insan olmaya başlamışlardır.
Ondan sonra, nasıl olduğu bilinmeyen bir şekilde ayrı ayrı bölgelere gidecek şekilde dünyaya doğru bir yolculuğa çıkarlar. Soğuk, sıcak gibi hava olayları, vahşi hayvanların oluşturduğu tehdit, açlık, susuzluk, yalnızlık gibi daha önce hiç karşılaşmadıkları şeylerle mücadele ederek birbirlerini ararlar ve yine ne kadar olduğu tam olarak bilinmeyen bir zamanın geçmesinin ardından birbirlerini bulurlar. Bundan sonra, her dünya canlısı gibi ürerler ve çoğalmaya başlarlar. Şu anda dünya üzerinde yaşayan her renk ve dilden milyarlarca insan onların soyundan gelmişlerdir.
Bilim dünyasında geniş bir kabul gören ve evrim teorisi denen hikâyede ise dinlerin iddialarından ilk bakışta bazı önemli farklılıklar olduğu görülür. Bu teoriye göre insan diğer canlılardan ayrı olarak yaratılmış özel bir canlı değildir. İlk yaşam sularda, daha doğrusu suların karalarla birleştiği sığ yerlerdeki bataklıklarda ortaya çıkmıştır. Başlangıçta tek hücreli basit formdaki bir yaşam ortaya çıkmış (Bu ortaya çıkışın; bazı bilim adamlarınca dünyanın yapısında bulunan yağlar, amino asitler vb. sayesinde olduğu iddia edilirken bazılarınca da ilk tek hücreli canlı türlerinin göktaşları ile uzaydan geldiği iddia edilmektedir.), daha sonra, neden olduğu tam olarak açıklanamayan sebeplerle gerçekleşen mutasyonlar sonucunda bu tek hücreli canlı türlerinden giderek tekâmül etmiş ve daha karmaşık yapıdaki birçok canlı türü gelişmiştir. Bu türler de adına ‘’doğal seleksiyon’’ denilen bir sistem sayesinde gelişme ve tekâmüllerine devam etmişlerdir.
Yaşam, ilk var olduğu andan itibaren değişime uğrayarak çeşitlenirken bir yandan da kıyıya yakın kara parçalarına kök salmıştır. Bu yaşam türleri çoğalıp yeni değişimlere uğradıkça denizde ve kıyıda giderek artan sayıda ve çeşitlilikte yaşam türleri meydana gelmiştir. Bu yaşam türlerinden karaya çıkanlar yavaş yavaş kıyıdan uzaklaşarak karaların iç kesimlerine doğru yayılmış, karaya çıkan bazı türlerse (yunuslar gibi) bilinmeyen sebeplerle tekrar sulara dönerek suda gelişen diğer canlılarla beraber sulardaki yaşam çeşitliliğini oluşturmuştur. Kurbağalar gibi bazı türler de hem suda hem de karada yaşayabilecek şekilde evrimleşmişlerdir.
Başlangıçta sularda ortaya çıkan yaşam, karalarda da yaşanmaya uygun doğa ve iklim çeşitleri oluştukça karaların iç kesimlerine doğru ilerlemiş, bu ilerleyiş esnasında karşılaşılan doğa koşullarına göre yeni mutasyonlar ve yeni evrimler sonucunda milyonlarca değişik canlı türü ortaya çıkmıştır.
Yukarıda kısaca anlatmaya çalıştığımız ve bilim dünyasında halen birçok açıdan eleştirilen, evrim teorisine göre insanoğlu da deniz kenarında başlayıp karalara doğru yayıldıkça çeşitlenen bu yaşam süreci içinde belirli bir tarihten sonra ortaya çıkmıştır. Bu iddiada olanlara göre insanoğlu, insansı özellikler göstermeye başlamadan önce bir maymun türü veya maymuna benzer müstakil bir tür olarak Afrika ormanlarında, diğer maymunlar gibi, ağaçların tepesinde yaşıyormuş. Darwin’in evrim teorisi ile başlayıp daha sonra geliştirilen bu anlayışa göre, bu maymun türünün ağaçlardan inip ormandan çıkarak bu gün uzaya uydular gönderen bir türe dönüşmesi ile ilgili olarak birçok değişik iddia bulunmaktadır. Bunlardan birine göre bu maymun türü bir gün (İklim değişikliği vb. sebeplerle)  ormandan çıkarak geniş düzlüklerde yaşamaya karar vermiştir. Yeni yaşamaya başladığı yüksek otlarla dolu düzlüklerde ileriyi, belki de yakınlardaki yiyecek kaynaklarını veya kendilerine yaklaşan saldırganları görebilmek için, sık sık iki ayağı üzerinde dinelen bu canlı sonunda sürekli olarak iki ayağı üzerinde yürümeye başlamıştır. Böylece ön ayakları boşta ve işlevsiz kalan maymunumsu atalarımız, bu sayede bu ön ayaklarını sopa, taş, vb. den yapılan basit aletlerden faydalanmak için kullanmaya başlamışlardır.
Zamanla, iki ayak üzerinde yürümesi fiziksel olarak, alet kullanmaya ve sürekli karşılaştığı yeni sorunlara yeni çözümler bulmaya çalışması da zihinsel olarak giderek daha zeki bir tür olarak evrimleşmesine ve gelişmesine sebep olmuş ve insan diye tanımlayabileceğimiz ilk canlı türü oluşmaya başlamış. Bu insanlar gittikleri bölgelerde giderek çoğalmışlar ve çoğaldıkça da bulundukları ilk merkezden her yöne doğru yayılmaya başlamışlar. Yeni ortamlara gittikçe yeni şartlara uyum sağlamak ve yeni sorunlara yeni çözümler bulmak zorunda kaldıklarından fiziksel ve zihinsel olarak gelişmeye devam etmişler.
Bizim incelediğimiz konu açısından bu iki iddianın hangisinin doğru olduğunun bir önemi olmadığından bu konuya girmeyeceğiz. Çünkü ister cennetten kovulan (Hz.) Âdem ve Havva olsun, isterse de ormanı terk eden, belki de başka maymunlar veya kendi türlerinden güçlü bir grup tarafından kovularak düzlüklere açılan ilk insan çifti olsun ellerinde işe yarar hiçbir alet veya edevat ve hatta üzerlerinde bir kıyafet bile olmayan bu iki çıplak ve savunmasız insan aynı zor şartları göğüslemek zorunda kalmışlardır.
Burada bizim dikkatimizi çeken husus bu iki teori arasında aslında bizim inceleyeceğimiz konu açısından çok büyük benzerlikler olmasıdır. Yaradılışla ilgili olarak her iki teorinin başlangıç noktaları çok farklı olsa da dünyaya yayılıp insan ırkını oluşturmadan önceki son safhalar iki teoride de büyük benzerlikler göstermektedir. Dinlerin teorisinde dünya dışında olan cennette yaşarken insanın değişmesini gerektirmeyen oldukça güvenli bir ortam vardır. Bu durum bilimsel teoride bahsedilen orman için de aynıdır. Binyıllar, belki de milyonlarca yıllar boyunca oldukça güvenli ve gıda sıkıntısı da olmayan ormanda yaşayan insanın ataları buraya adapte olmakla yetinmiş, değişim ve gelişme için herhangi bir çaba göstermeye gerek duymamıştır. İster cennetten, ister ormandan ayrılmış veya atılmış olsun, ne zaman ki yaşadığı çevreyi değiştirmiş ve bunun sonucunda yeni zorluklar ve tehlikelerle karşılaşmış işte o zaman bu yeni ortama adapte olarak yaşamını sürdürmek için bazı yeni yetenekler geliştirmek ihtiyacını duymuş, bu yetenekler de onu geliştirmiş ve değiştirmiştir. Demek ki değişimin ve diğer her şeyin itici gücünü, bulunduğumuz bölgeyi terk ederek başka bölgelere göç etmek sebebiyle yeni ihtiyaçların ortaya çıkması oluşturmuştur.
Bu ihtiyaçların neler olacağını belirleyen temel faktör ise yaşanılan yeni coğrafyadır. Çünkü coğrafya değiştikçe iklim, hava ve arazi şartları değişmiştir. Böylece yiyecek türlerinde ve tehditlerde de belli bir değişim ortaya çıkmıştır. Bunu bir örnekle açıklayacak olursak; bu insanlardan bir kısmının yer değiştirerek bir deniz kenarına varıp orada yaşamaya başladığını düşünelim. Bir yerden sonra bu insanlar denizin yenilebilecek canlılarla dolu olduğunu fark etmiş ve bunları avlamak için yöntemler geliştirmiş olmalılar. Benzer şekilde, daha önce yaşadıkları yerlerde belki de hiç görmedikleri ve balıkları yiyerek beslenen bazı ayı vb. yırtıcılarla karşılaşmışlar, bunlara karşı mücadele edebilmek için yeni yöntemler ve silahlar geliştirmişlerdir. Buradan da şöyle bir sonuca varabiliriz; insanın her türlü gelişiminde, dolayısıyla askeri açıdan gelişmesinde de coğrafya belirleyici bir unsur olmuştur.
Şimdi tekrar konumuza dönerek dünyaya atılan veya ormandan kovulan çiftimizin nasıl bir hayat sürdüğüne bakacak olursak, muhtemelen yaşadıkları bölgede bulunan meyveleri, bitki köklerini, hayvan yuvalarında buldukları yumurtaları, yakalayabildikleri küçük hayvanları, özellikle de küçük sürüngenleri, yırtıcı hayvanların avlarından arta kalan leşleri vb. şeyleri yiyerek yaşamlarını sürdürmüşlerdir.
Tabii cennetten/ormandan ayrıldıktan sonra yeni bazı tehditlerle de karşılaşmışlardır. Onları potansiyel yiyecek olarak gören etoburlardan korunmak için ağaçlara, yüksek kayalara tırmanmışlar, mağaralara ve dar oyuklara girerek gizlenmişlerdir. Ancak bazen kaçacak yer bulamadıklarında veya kaçmaya fırsat kalmadığı zamanlarda etraflarında buldukları kuru dalları ve elleriyle atabilecekleri büyüklükte taşları kullanarak bu hayvanlarla mücadele etmişlerdir. Bunlar belki de ilk silah kullanma becerilerini ve askeri yöntemlerin temellerini attıkları anlardır. Böylece ilk insanlar değişik hayvanlara karşı bu yöntemleri kullanarak deneyim kazanmış ve başarılı oldukları savunma araç ve yöntemlerini geliştirmeye başlamış olmalılar.
Bu insanlar zamanla, buldukları düz ve sağlam dal parçalarının uçlarını kayalara sürterek ilk delici silahlarını yaptılar. Bu silahların ucunun her hayvanın derisini delemediğini veya delse de kırılarak kısa sürede elden çıktığını görünce çevrelerinde buldukları sivri taşları veya opsidyenleri[1] sert taşlara sürterek daha da sivriltip keskinleştirdiler ve buldukları sarmaşıklarla veya deri parçalarıyla düz ve uzun dalların ucuna monte ederek ilk gerçek mızraklarını yaptılar.
Zamanla taş ve opsidyenlerden bıçak yapmayı da öğrendiler. Bunu da hem bir yakın dövüş silahı hem de yiyeceklerini veya kaldıkları mağaraların ağızlarını kapattıkları dal ve sazları kesmek için kullanmaya başladılar. Bu basit silahları geliştirmekle avcılık yetenekleri ve dolayısıyla tükettikleri protein oranı arttı. Bu beyin kapasitelerinin artışına yardım ederken bol yiyecek üreme oranlarında ve nüfuslarında da hızlı bir artışa sebep oldu.
Yıllar geçtikçe küçük fakat giderek büyüyen bir topluluk haline geldiler. Bu topluluk genel olarak belli bir bölgede dolaşarak avcı toplayıcı bir yaşamın temellerini atmaya başladı. Başlangıçta toplumun lideri babayken, babanın ölmesiyle birlikte en güçlü erkek çocuk toplum liderliğini ele geçirdi. Toplum büyüyüp geliştikçe yavaş yavaş belli bir iş bölümü ve sınıflaşma ortaya çıkmaya başladı. Kadınlar çocukların bakımı ve toplanan meyvelerin muhafazası gibi işlerle uğraşırken genç erkekler avcı grupları olarak başlayan ilk askeri gruplar şeklinde teşkilatlandılar. Yaşlılar grubun yönetimi ve yakın savunması ile kavgaları ayırma ve adil bir sonuca ulaştırma gibi görevleri üslendiler. Ölen kişilerin vahşi hayvanlar tarafından parçalanmaması için ölü gömme adetleri ve buna bağlı olarak bu işleri yapan bazı insanlar ortaya çıktı. Ölülerle haşır neşir olan bu insanlar ölüler dünyası ve ruhlarla ilişki kurmaya başladılar ve belki de ilk olarak güneş, ay, şimşek gibi doğal oluşumlara tapınma veya totemler yapma ve bunlara tapınma işlemini yürüten bir sınıf haline geldiler. Çünkü cennetten/ormandan ayrıldıkları zamandan sonra gittikleri yeni yerlerde, eğer varsa, eski inançlarını unuttular ve yeni bölgeye uygun yeni tanrılar, inançlar ve dinler oluşturdular.
Ateşin kullanılması insan için yeni bir devrimsel sürece sebep oldu. Yaban hayvanları ateşten korktuklarından mağaraların girişine savunma maksatlı ateş yakmaya başladılar. Tesadüfen, ateşte pişen etin daha lezzetli ve sindiriminin daha kolay olduğunu öğrendiler. Belki de bu sebeple yeterince güvenli hale getirebildikleri mağaralar bölgesine daha fazla bağımlı kalarak, göçebelikten yarı göçebe bir hayata geçmeye başladılar. Bu mağaralardan bir gündüz süresi mesafeye kadar olan bölge topluluğun av ve yaşam bölgesi olarak kabul edilerek faaliyetlerine devam ettiler. Çünkü gece olunca herkesin geri dönmesi ve mağaralara girerek güvenlik tedbirlerini almaları gerekiyordu. Gece demek tehlike demekti. Gece avlanan yırtıcılar oldukça fazlaydı ve gerek kendileri gerekse mağaralar bölgesinde kalan kadın, çocuk, yaşlı, hasta ve sakat akrabaları geceleyin tehlikeye daha fazla açık bir durumda kalabilirlerdi.
Yıllar geçtikçe zaman zaman yaşam alanlarının sınırlarının ötesine geçmek zorunda kaldıkları durumlar da yaşadılar. Bu durumlarda komşu bölgelerde yaşayan bazı başka insan gruplarının olduğunu öğrendiler. Bu gruplardan bazı avcılar veya kaçaklar onların bölgelerine girmeye başladılar. Bu karşılaşmalar genellikle kısa süreler için oluyor ve her iki gruba mensup insanlar ellerinde mızraklar ve obsidyenden yapılmış bıçaklar olduğu halde her an bir saldırıya karşılık verecek şekilde birbirlerini uzaktan süzerek kendi bölgelerinde emniyetli yerlere çekiliyorlardı.
 Komşu topluluklar benzer bir coğrafyada yaşadıklarından ve benzer bir yaşam tarzı sürdürdüklerinden iletişim için birbirine yakın sesler çıkararak anlaşsalar da birbirlerinden tamamen yalıtılmış toplumlar halinde yaşadıklarından çok az kelimelerden oluşan ama birbirinden farklı diller oluşturmaya başladılar. Bu sebeple tesadüfi karşılaşmalar sırasında belirli bazı işaretler ve vücut dili hariç birbirleriyle tam olarak sözlü iletişim kuramamaktadırlar.
Zamanla nüfus daha da artıp, bizim takip ettiğimiz grubun yaşam alanına, farklı gruplardan daha çok insan girip çıktıkça karşılaşılan yabancı insan sayısı ve karşılaşma oranlarında artış yaşanmaya başlamıştır. Bu karşılaşmalarda; avlanmak için aynı hayvan sürüsünü takip etme, avlanan bir hayvanın birden fazla grup tarafından sahiplenilmesi veya buna benzer başka sebeplerle ara sıra küçük çatışmalar yaşanmaya başlanmıştır. Grubumuzun yaşam alanına giren insan sayısının artması ve her geçen gün daha farklı gruplara ait kişilerle temasa geçilmesi sebebiyle değişik insan gruplarının yaşam alanlarının kesişim noktalarında tesadüfi çatışmaların oranı gün geçtikçe artmaya devam etmiştir.




30. 12. 2015  M.Ç.