.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

21 Ekim 2014 Salı

Ankara'da yaşayan insanların son günlerde en sık yaşadıkları sorunlar.


Ankara'da yaşayan insanların son günlerde en sık yaşadıkları sorunlar. IŞİD, Suriye, Türkiye, Ankara, Dilenci, Güvenlik, Çocuk, Kadın vb. sorunlar.


Son günlerde Ankara'da sokakta dolaşmaya çekiniyorum. Yanlış anlamayın, kimseden korktuğum filan yok. Sıkıntım sokaklarda giderek artan ve içimi burkan dilencilik olayları. 
Daha dün Kızılay'a gittim. Dolmuştan inip Güven Park'a girer girmez beni kucağında daha bir yaşını bile doldurmamış bir çocukla bir kadın dilenci karşıladı. Çocuğu ile arapça ko-nuşmasından Suriyeli olduğunu düşündüm. Çıplak ayaklarıyla beton zemine, yere oturmuş bu genç kadın içimi burktu. Hava oldukça soğuk olduğundan kadının yanakları ve çıplak ayakları kıpkırmızı olmuştu.

Metro alt geçidinden geçip karşıya çıktığımda eski PTT binası önünde ağzı maskeli halde ve bir kadının kucağında yerde upuzun yatan 18-19 yaşlarında bir genç gördüm. Ankara'ya ameliyat için gelmiş ve yardım toplamak için anası ile birlikte dileniyor. Ama hani biz sosyal devlet olmuştuk. Sağlık hizmetleri bedavaydı. Çağ filan atlamıştık.

Işıklardan karşıya Garanti Bankası'nın bulunduğu tarafa geçtim ve Kolej (Cebeci) istikametinde yürümeye başladım. Bankadan 20-25 metre ilerde yerde bir mukavva üzerine kucaklarında 1-2 yaşlarında yarı çıplak bir çocuk bulunan maksimum 30 yaşlarında bir adam ve kadın gördüm. Önlerinde bir karton üzerinde ''Suriye'liyiz, açız, yardım edin.'' yazıyordu. Adamın üzerinde tişört ve yırtık bir ayakkabı, kadının üzerinde de ince basmadan bir entari vardı. Bir yandan dilenirlerken bir yandan da çocuklarıyla birlikte soğuktan titriyorlardı. 

Biraz ileri gidince ayağında yırtık bir terlik ve üzerinde eski bir tişörtle soğuktan mosmor kesilmiş en fazla 20 yaşlarında bir delikanlıyı oturup dilenirken gördüm. Onun da önünde Suriyeli olduğuna dair benzer şeyler yazan bir kağıt vardı. 50-60 metre ileride de bir başka Suriyeli.

İnsanın bu insanları görüp içi parçalanıyor. Beni ise bu iç parçalanmasına ilaveten üzen başka şeyler de var. 1991-1992 yıllarında Almanya'ya gitmiştim. Orada Afrika'daki iç savaşlardan gelmiş birçok mülteci gördüm. Almanca veya Türkçe bilmediklerinden iletişim sorunları vardı. Ama hemen hepsi İngilizce bildiğinden ne zaman Türk derneği ve camisine gelseler beni bulup dertlerini anlatıyorlar ve yardım istiyorlardı.

Bu sığınmacıların hepsi Alman devletinin kendilerine tahsis ettiği bir bölgedeki apartmanlarda kalıyorlardı. Bu bölgeden şehre çıkarken kapıdaki Alman görevliden izin alıyorlar ve çıkış defterine çıkış saatlerini kayıt ettiriyorlardı. Alman devleti bunların barınma ve yemek ihtiyaçlarını karşılıyor, kişisel ihtiyaçlarını karşılamak için cüzi miktarda bir paraya karşılık gelen fişler veriyordu. Bu sığınmacılar bu fişlerle alışveriş merkezleri ve dükkanlardan alışveriş yapıyorlardı. 

Akşam olunca da kaldıkları yerlere dönmek zorundaydılar. Orada ne başıboş gezen bir sığınmacı, ne de dilenen birini görmedim.

Bizim hükumetimiz neden bu insanları Türkiye'nin her yerine serebestçe gidecek şekilde kontrolsüz ve sahipsiz bırakıyor? Bunların yaptığı dilencilik  bizi etkileyen olumsuz sonuçlardan sadece bir tanesi. Bu insanlar; cinayet, fuhuş, uyuşturucu da dahil her türlü suça da açık bir şekilde yaşıyorlar. Görevliler uyuyor mu? Hükümet neden tedbir almıyor?

Genelde dilencilik, özelde Suriye'den gelenlerin dilenciliği her geçen gün giderek artıyor. Vatandaş aç ve çaresiz olmasa neden dilensin. Suriye'den gelenler belirli bir yaşam şartlarına sahip olsalar neden dilensin. Demek ki ülkemizin durumu giderek kötüye gidiyor. Açlık ve sefalet yayılıyor.

Öyle; bölgesel güç olduk, dünya devleti olduk hikayeleriyle büyük devlet olunmuyor. Büyük devlet olduysak bunun gereğini hükümet ve görevliler yapmak zorunda. Yoksa bu sorun önümüzdeki günlerde onulmaz yaralar açabilecek başka sorunlar yaratabilir. Benden söylemesi....

Saygılar sunarım. 21.10.2014.

26 Eylül 2014 Cuma

Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) Dünyaya Yayılıyor (MU?). Türkiye ne yapmalı?


Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD)
Afganistan ve Pakistan'da birçok eski El Kaide militanı ve sempatizanı da dahil olmak üzere çok sayısa gönüllünün IŞİD'e katıldığına dahil haber ve yorumlar son günlerde giderek artıyor.
Görünen o ki önemli liderleri öldürüldükten sonra artık bir tıkanma noktasına gelen El Kaide taraftarları da IŞİD'a katılıyor. Bundan başka eylem yapmakta ve popüler olmakta sıkıntılar yaşayan diğer radikal dini örgütlerin tabanında da IŞİD'e yönelik bir kayma var.
Bu da  giderek büyüyen IŞİD'in önümüzdeki günlerde yeni ve sansasyonel eylemler yapma kapasitesinin artacağı anlamına geliyor.
Bilindiği gibi IŞİD şimdiye kadar Irak ve Suriye alanında, daha çok yerel düzeyde eylemler yapan bir örgüttü. Şimdi, artan popülaritesiyle daha önce uluslar arası arenada asimetrik eylemler yapan diğer örgütlerin kadrolarının bir kısmını devşirmeye başladığına göre eylemlerini bu yeni katılanların tecrübe ve bilgi birikimlerinden de yararlanarak uluslararası düzeyde yaygınlaştırabilir.
Böyle bir durum ise Türkiye'yi doğrudan doğruya etkileyebilecek bir gelişmedir. Çünkü El Kaide örneğinde de gördüğümüz gibi Türkiye bazı sansasyonel eylemler yapmak açısından hem psikolojik, hem teknik, hem altyapı (terörist sempatizanlarının yaşadığı ve faaliyette bulunduğu bir ülke olarak) ve hem de örgüte coğrafi yakınlık açısından en uygun ülkelerden biridir.
Böyle bir eylem ülkemizde huzursuzluk ve iç istirarsızlık yaratarak Türkiye'ye sorun yaratabilir.
Diğer önemli bir husus ta bölgede şu anda hava müdahalesi şeklinde başlamış olan Batılı ülkelerin bölgeye yeni ve köklü müdahalelerini getirebilir. Bu da bölgeyi daha da istikrarsızlaştırarak bizi de derinden etkileyecek yeni bölgesel sorunlar yaratabilir.
Bilidiği gibi bölgeye demokrasi ve istikrar getirmek iddiasıyla Irak'a yapılan ABD müdahalesi sonuçları daha uzun yıllar devam edecek gibi görünen yeni istikrarsızlıkları getirmekten başka hiçbir işe yaramamıştır. Bu istikrarsızlıklar güvenlik, dış politika, ekonomi vb. birçok alanda en çok Türkiye'yi etkilemiştir.
IŞİD militanları arasında birçok Türk vatandaşının da olduğu bilinmektedir. Bu örgütün eylemlerini genişletmesi her açıdan bizi etkileyecektir.
Türk güvenlik güçlerinin gerekli önlemleri almak için örgütün etkinliğini ülkemize de yayabileceğini göz önüne alarak şimdiden tedbir almaları zorunludur.

Saygılar sunarım.

26.9.2014. M.Ç.

IŞİD hakkında başka bir yazı okumak için lütfen tıklayınız.

12 Eylül 2014 Cuma

Derebeylik geri mi geliyor? Sahiller talan ediliyor. Vatandaş uğruna hayatını ortaya koyduğu vatanının deniz kenarlarını kullanamıyor.


Bu yaz sahil kenarında küçük bir köye gittim. Eskiden de hemen heryıl gittiğim bu köy hem tarihi hem de doğal sit alanı olduğu için hala yazlıkçı terörü tarafından harap edilmemiş bir köy. Fakat bu zeytinlikle ilgili yasa sanırım bu doğal sit alanı olma vasfını kaldıracak. Yani köyün ve sahillerin talan edilmesi ve bu arada içine edilmesi süreci başlayacak. Ama ben burada esas olarak bundan bahsetmeyeceğim.
Turizm gelişmese de köyde bazı değişiklikler olmuş. Eskiden rahatça gidip denize girdiğimiz koylara artık o kadar rahat gidilemiyor. Bazı koylar ''Beach'' saçmalığı ile kapatılmış. Ücret ödemeden giremiyorsunuz. Bazılarına ise girmek daha kolay ancak arabanızla giderseniz park ücreti ödemek zorundasınız. Yolun üstüne park etseniz bile.
Bu ne biçim iştir demiyorum çünkü ülke en tepeden en alta kadar talancıların, soyguncuların kontrolüne girmiş. Her vatandaşın ortak malı ve serbestçe kullanabileceği bir alan olan denizlerimiz ve sahillerimiz, hoteller ve yazlıklardan sonra şimdi de beach saçmalığı ve sahile yakın tarlası olan uyanıklar tarafından halkın kullanımına kapatılmış durumda. Denize ulaşmak ve girmek için mutlaka birilerine haraç ödemek zorundasınız.
Ben; Fransa, İspanya, Suriye, Portekiz, Hollanda, Fas ve İngiltere'de sahillere gittim. Bazılarında denize de girdim. Hiç birinde ne hotellerin ne de başka talancıların sahilleri kapattığını görmedim. Bu nasıl bir iştir anlayamıyorum.
Ne doğuda, ne güneyde ve ne de batıda böyle bir şey yokken bizde nasıl oluyor. Dahası, gariban halkımız böyle bir soygunculuğa nasıl tepki göstermiyor. Böyle uysal koyun modunda daha ne kadar her şeye tahammül göstereceğiz? Bu uysallık bizi korkarım ki kendi ülkemizde bir esir veya köleye dönüştürecek.
Saygılar sunarım.

Telefon bankacılığı mı, yoksa telefonda işkence mi?


Bir ay kadar önce kullandığım banka kartlarından birini kaybettim. Hemen bankanın ilgili telefonunu arayarak durumu bildirdim. Bana yeni kartımın adresime gönderileceğini söylediler. Ben; tatilde olduğumu, eve Ağustos sonunda döneceğimi bildirdim ama bir şey söylemediler.
Söylediğim gibi eve Ağustos sonunda döndüm. Yolda olduğum sırada cep telefonumdan beni tanımadığım bir numara aramış. Eve gelip cevapsız aramayı görünce acil birşey için biri aramış olabilir diye bu numarayı aradım. Telefona çıkan kişi; gece vakti aradığım için kısa bir fırça çektikten sonra kendisinin kurye olduğunu ve banka kartımı belirtilen adrese getirdiğini ancak o adreste artık oturmadığımı öğrendiğini, bu sebeple aradığını söyledi. Bunun üzerine kendisine yeni adresimi yazdırdım.
Fakat kart yine gelmedi. Bunun yerine bankadan; yeni adresimi bir baka şubesine giderek veya internetten değiştirmemi bildiren bir mesaj aldım. Bu sırada para çekmek için bankaya gidiyordum. Bankaya gidince şubedeki memura adres değişikliğini yaptırdım. Ancak kartım yine gelmedi. Bunun üzerine bankanın numarasını aradım. Yaklaşık 10 dakika bekledikten sonra biri karşıma çıktı. Durumu anlatınca beni başka bir görevliye yönlendireceğini söyledi. Bunun üzerine ben yine telefonda beklemeye başladım.
Tüm görevlilerin meşgul olduğunu ve lütfen beklememi söyleyen ve bunu her 45 saniyede bir tekrarlayan bir duyuru ile müzik dinlemeye başladım. 10 dakika, 15 dakika derken daha fazla beklemeye başladım.
Okadar uzun süre bekledim ki artık dinlediğim müzikten kulağım çınlamaya ve kulak bölgem ısınmaya başladı. Ama ben yılmayıp beklemeye devam ettim. 45 dakika geçtikten sonra telefonu diğer kulağımı da kullanarak nöbetleşe dinlemeyi akıl ettim. Ama ne fayda. Görevlilerin telefonları bir türlü boşalıp benimle konuşmadılar. Ama inat edip dinlemeye devam ettim. O kadar bekledim ki telefonun şarjı bitti.
Telefonu şarja koyup kurye şirketini aradım. Beni elektronik bir mesaj sesi karşıladı ve bir internet sitesine yönlendirdi. Bilgisayarı açıp bu siteye bağlandım. Ama burada, adresimin değişmesi gerektiği ve bunun için banka şubesine gitmeyi veya internet bankacılığı vasıtasıyla adresi değiştirmem gerektiğinden başka bir şey yazmıyordu. Bu siteye durumu anlatan, bankadaki hesabımı kapatacağımı ve bunun sorumluluğunun telefon bankacılığı ile kurye hizmetinin yetersizliğinden kaynaklandığını bankaya bildireceğimi belirten bir mesaj attım.
Sonra da internet bankacılığından hesabıma girerek orada yazan tüm eski adreslerimi sildim. Yeni adresimi iki defa yazdım.
İlginçtir uzun süredir gelmeyen kartım hemen ertesi gün geldi.
Şimdi merak ediyorum. Bu telefon bakacılığı ne işe yarıyor. Bir email ve bir internet işlemi ile bu kadar kolay halledilebilen bu iş telefon kullanınca neden bir işkenceye dönüşüyor. Eğer bunu düzeltemiyorlarsa bu hizmeti kapatmaları daha iyi değil mi?
Herhangi bir bankacılık işlemi için telefon bankacılığı kullanmayı düşünüyorsanız hemen vazgeçin. Sanki tam siz aradığınız anda bütün Türkiye bu numaraları arıyor ve size bir türlü sıra gelmiyor. En iyisi internet ama telefon etmektense bir şubeye gidip sıra beklemek bile daha iyi.
Hiç olmazsa sağlığınız bozulmaz.

Saygılarımla.

10 Haziran 2014 Salı

Türkiye'nin en büyük dolandırıcılık şebekeleri....Hem de yasal olarak faaliyet gösteriyorlar.


Lafı hiç dolandırmadan söyleyeyim.
Türkiyenin en büyük dolandırıcılık şebekeleri bankalardır.


İnanmayan varsa bunu bir örnekle açıklayayım.
Mesela bankadan 10.000 TL. kredi çekeceksiniz.
Bankanın size söylediği faiz oranı da farz edelim %1.02 olsun.
Bakıyorsunuz diğer bankalara, düşük bir faiz oranı gibi geliyor ve çekmeye karar veriyorsunuz.

Ama o da ne?!....
Banka sizden 250 TL dosya masrafı kesiyor.
Ne dosyasıymış bu böyle?
Altın suyuna batırılmış kağıt mı kullanıyorsunuz?
Diye soruyorsunuz....
Cevap: Beyefendi prosedür böyle....

Tam hadi neyse diyeceksiniz kiiiii....
Bankacı hemen ilave ediyor: 250 TL de hayat sigortası var!

Haydaaa....
10.000 TL oldu mu 9.500 TL.

Faiz diye ödediğiniz parayı 9.500 TL üzerinden hesaplayınca faiz 1.073'e çıkıyor siz farkına varmadan.

Sonra da son darbeyi vuruyor banka memuru: Eğer 2 adet faturayı bizim banka üzerinden ödemezseniz aylık 10. TL civarında hesap işletim ücreti kesilecek.....

Kardeşim bana ne hesap işletim ücretinden!....
Hesap açma bana öyleyse!....
Böylece işletmek zorunda kalmazsın o hesabı.
Ben de her ay parayı getirip elden öderim.

Ama olmaaaaz.
Prosedür böyle.....

4 yıl için çektiyseniz parayı eğer, hesap işletim ücreti de 4 yılda 400 TL civarında.
Bunu da çıkarın ana paradan...
9.100 TL kalıyor elinizde.
Bu paraya göre ödeyeceğin fazi de otomatik olarak yükseliyor.
Çünkü sen 10.000 TL. üzerinden fazi öderken eline geçen 9.100 TL.

Şimdi de toplam kesintilere faiz açısından bir daha bakalım.
900 TL kesinti, 10. 000 TL olarak çektiğiniz paranın yüzde kaçı?
%9'u değil mi?
Yani banka sizden %5'i peşin %4'ü taksitle toplam %9 para kesiyor.
Bunun adı da faiz değil ya sen de yiyorsun.

Şimdi tekrar hesaplayalım.
Banka parayı çekerken %5 para kesiyor.
Sonra aylara bölünmüş olarak ödenecek şekilde paranın %4'ünü daha kesiyor.
%1.02 diye seni aldatarak çaktırmadan aylık %1.073 fazi kesiyor.
Aylık %1.073 fail yıl bazında %12.9 civarında yapıyor.

Bileşik faiz hesaplarına hiç girmeden kabaca hesaplayalım.
 %1.073+%5+%4+%12.8=Yıllık bazda toplam ödediğiniz faiz %22.87 (Halbuki siz %12.8 faiz ödediğinizi sanıyorsunuz.)
Bunu kabaca aylara bölersek sonuç %1.9 dan fazla. Yani siz aylık bazda %1.02 faiz ödediğinizi sanırken aslında %2 civarında faiz ödüyorsunuz.

Bu rakamlar aslında daha yüksek çıkar.
Biz burada kabaca bir hesaplama yaptık.

Şimdi size soruyorum...

Peki bu sahtekarlık değilde nedir?
Bu dolandırıcılık değil de nedir?
Faiz oranları çok düştü diyerek halka yalan söylemek yani yalancılık değil de nedir?

Ben İngiltere'de bir süre yaşadım.
Orada da bankadan kredi çektim.
Benden ne hesap işletim ücreti aldılar, ne de dosya masrafı....

Eğer bu konuda uluslararası bir bankacılık kuralı olsa para düşkünü İngilizler bu paraları kesinlikle alırdı.

Demek ki sadece bizim bankalarımız, aynı politikacılarımız gibi, bizim halkımızı keriz yerine koymayı kendilerinde bir hak görüyorlar..

 Milletin gözünün içine baka baka yalan söylüyorlar...

Açıkçası milleti dolandırıyorlar.....

Hem de yasal olarak....

Politikacılar ne yapıyor?

Ses çıkarmıyorlar...

Çünkü milleti uyandırmaya gelmez...

Sonra bunlar kendi sahtekarlıklarının da farkına varabilir...

Peki ne yapılabilir?

Bankadan para çekmek çoğu insan için mecburiyet durumunda...

Malum borç harç gırtlağa kadar...

Ben diyorum ki ülke çapında bir protesto bu işi çözer....

Örneğin 3 ay boyunca Türkiye'de hiç kimse kredi borcunu ödemesin...

Veya bu bankaların haksız kesintilerini son taksit geldiğinde oradan kesip ödemesin...

Bankalar bununla kesinlikle başa çıkamaz ve dolandırıcılıktan vazgeçerler...

Herkesi mahkemeye verecek değiller ya...

Veren banka olursa herkes o bankadaki hesabını kapatsın...

Unutmayalım...

Bizim bankalara muhtaç olduğumuz kadar bankalar da bize muhtaç...

Hatta daha fazla.

Çünkü insan kendini sıkarsa banka olmadan yaşayabilir...

Ama bankalar biz olmadan yaşayamazlar....

Bunu okuyan herkes yayılmasına da aracılık ederse eğer, en azından bir kamuoyu oluşur bu konuda...

Şimdiden teşekkürler...

Saygılar sunarım...

10.06.2014

27 Mayıs 2014 Salı

Atatürk'ün (Mustafa Kemal Paşa’nın), Samsun'a neden çıktı?


             Mustafa Kemal Paşa’nın, 16 Mayıs 1919 Tarihine Kadar İstanbul’da Yaptığı Faaliyetler.
Adana’dan trene binen Mustafa Kemal Paşa, 13 Kasım 1918 tarihinde, Haydarpaşa Tren İstasyonuna varır. İstanbul’da işgal kuvvetleri gemilerini görünce çok üzülmüştür. Kendisini karşılamaya gelen Doktor Rasim Ferid (Talay)’e; ‘’İstanbul’a gelmekle hata ettiğini, Anadolu’da kalmasının daha iyi olacağını söyler.[1]
Mustafa Kemal Paşa, aynı gün Pera Palas hoteline yerleşir. Birçok yabancı gazeteci ve Ordu mensubu da bu hotelde kaldığından veya yemek için buraya geldiğinden hotelde çok değişik insanlarla görüşme imkânı vardır. Ertesi gün, hotelde bulunan Daily Mail gazetesi muhabiri ile kendi talebi üzerine bir görüşme yapar. Aynı gün Fethi ve Rauf Beylerle buluşur.[2]  Onlarla birlikte; ‘’Yakında sizinle işbirliği yapmayı ümit ediyorum. İstanbul’a gel, sana ihtiyacım var.’’ diyerek Adana’dan kendisini İstanbul’a çağıran Ahmet İzzet Paşa’yı konağında ziyaret eder. Ahmet İzzet Paşa, 8 Kasım’da, sadrazamlıktan istifa etmiş, yerine Tevfik Paşa hükumet kurmakla görevlendirilmiştir. Mustafa Kemal’in de bu yeni hükumette Harbiye Nazırı olacağı konuşulmaktadır. Mustafa Kemal Paşa, İzzet Paşa’ya istifa etmesinin uygun olmadığını söyler. Tevfik Paşa’nın güvenoyu almasını Meclis-i Mebusan’da engelleyerek İzzet Paşa’nın tekrar hükumet kurmasını ve kendisinin de bu hükumette görev almasını önerir. Bu amaçla büyük gayret sarf etmelerine rağmen Tevfik Paşa hükumeti güvenoyu alır.[3]  Harbiye Nazırı ise Ali Rıza Paşa olmuştur.
Mustafa Kemal Paşa, fahri yaveri olduğu padişahla görüşmek için de girişimlerde bulunur. 15 Kasım günü, Dolmabahçe Camii mahfilinde, görüştüğü Padişah’a hükumette yer almak düşüncesini iletip önerilerde bulunmayı umarken, kendi iktidarı derdine düşmüş olan padişah Ordu’nun kendisine sadık kalıp kalmayacağını anlamaya çalışır. Ondan Ordu’daki arkadaşlarını teskin etmesini ister. Padişah, İtilaf Devletlerinin kendisini tahttan indirebileceğini de düşünmektedir.
29 Kasım tarihinde padişah ile ikinci defa görüşür. Devleti bulunduğu tehlikeli durumdan kurtarmak için alınması gereken tedbirleri söylemeyi planlamaktadır. Fakat bundan da bir sonuç alamaz. Tam aksine padişah ile uzun süre beraber kalmasından dolayı; ‘’Padişah’ın kendisi ile meclisi dağıtmak için fikir alışverişinde bulunduğu, Mustafa Kemal’in kendisini tasvip ederek ordunun da aynı fikirde olduğu ve arkadaşları adına söz verdiği’’ şayiaları yayılır.
Bu arada değişik çevrelerden birçok kişi ile görüşmeler yapmaktadır. 20 Kasım günü, Anzak Kolordusu Komutanı İngiliz General William Birdwood’un daveti üzerine Çanakkale Muharebelerinin tartışıldığı bir görüşme yaparlar.
Hotelde kaldığı sırada Halep’ten tanıdığı Salih Fansa ile karşılaşır ve onun daveti üzerine Fansa’nın Beyoğlu’ndaki konağına taşınır. Burada da yaveri Cevat Abbas dâhil çeşitli arkadaşları ile görüşmelerine devam eder.
Basına, politikayla ilgili demeçler verir ve bu demeçlerde İngilizler hakkında kontrollü bir dil kullanır. Osmanlı Hürriyetperver Avam Fırkası ile ilişki kurar. İttihatçılardan İsmail Canbulat, Kara Kemal, Sevkiyatçı Rıza ile de yakın ilişki içine girer.[4] 
Mustafa Kemal Paşa, bir süre sonra, Şişli Halaskar Gazi Caddesi’nde bir ev kiralar ve oraya taşınır. Ev, İtalyan İşgal Kuvvetleri Komutanlığı binasının karşısındadır. Annesi ve kız kardeşi de bu eve taşınırlar.
Bu dönem içinde, İstanbul’a çağırılan Kazım (Karabekir) Paşa ile de iki defa görüşür. Bu görüşmelerde Kazım Paşa, ‘’kurtuluşun Anadolu’da olduğunu düşündüğünü’’ belirtmektedir. Kazım Paşa, 23 Aralık tarihinde, Tekirdağ’da bulunan 14’üncü Kolordu Komutanlığı’na atandığından İstanbul’dan ayrılır.[5] 
Mustafa Kemal Paşa, Padişah ile üçüncü görüşmesini, 20 Aralık tarihinde, Yıldız Hamidiye Camii’nde yapar. Bu görüşmede ne konuşulduğu bilinmemekle birlikte o dönemde Meclisi Mebusan’ın kapatılması ile ilgili olduğu iddiaları yayılır. Bunda ertesi gün (21 Aralık), padişahın Meclisi Mebusan’ı dağıtması da etkili olmuştur. Anlaşılan padişah, Abdülhamit gibi tüm gücü elinde toplayıp ülkeyi saraydan idare etmeye niyet etmektedir.
Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da kaldığı süre içinde, Padişah ile toplam en az beş kez görüşmüş ve padişah ile irtibatı kesmemeye özen göstermiştir. Dördüncü ve beşinci görüşmesi 12 ve 16 Mayıs tarihlerinde olmuştur.
20 Aralık günü İstanbul’a gelen Ali Fuat Paşa, kendisini evinde ziyaret eder. Gün boyu tartıştıktan sonra akşam saatlerinde şu sonuca varırlar: ‘’Çıkar tek kurtuluş yolu, bir milli mukavemet hareketi oluşturmaktır. Ordu ve millet el ele vermeli ve beraberce hareket etmelidir.’’ Bunun için de şu hareket tarzlarını tespit ederler: ‘’Askerin terhisini derhal durdurmak, silah, cephane ve teçhizatı düşmana teslim etmemek, genç ve yetenekli komutanları birliklerin başına tayin etmek, milli mukavemete taraftar idarecileri iş başına getirmek, particiliğe ve parti kavgalarına son vermek, halkın maneviyatını yükseltmek.’’ Bunları yapabilmek için de, Mustafa Kemal Paşa’nın Harbiye Nazırı olmasının temin edilmesi gerektiğini düşünürler. Bu sıralarda Mustafa Kemal Paşa, Ali Fuat Paşa, İsmet Bey ve görüştükleri birçok arkadaşlarında hala, iyi bir hükumet ile mevcut duruma bir çözüm bulunabileceği inancı bulunmaktadır.
Bir süre sonra, Akaretler Yokuşu’ndaki evini İtalyan askerleri basar. Evi aramak isterler. Paşa, İtalyan elçiliğini arayarak kimliğini açıklar ve yapılan yanlışın düzeltmesini ister. Elçilikten verilen talimat üzerine İtalyan askerleri evi terk eder. Birkaç gün sonra da İtalyan İşgal Kuvvetleri Komutanlığı’ndan bu evin İtalyan korumasında olduğu ve dokunulmaması gerektiği yazılan bir levha getirilerek eve asılır. Anlaşılan İtalyan elçisi, Mustafa Kemal Paşa’yı gelecekte kendi planları için değerlendirmeyi düşündüğünden diğer İtilaf Devletlerine karşı korumaya karar vermiştir. Ancak birkaç gün sonra İngiliz askerleri tarafından ev tekrar aranır. O sıralarda Mustafa Kemal Paşa hala Harbiye Nazırı olmak için çaba göstermekle meşguldür.
Ancak, 30 Ocak 1918 tarihinde, Mustafa Kemal’in arkadaşlarının da içinde bulunduğu 35 kişi tutuklanınca siyasi faaliyetlerini azaltarak askeri faaliyetlere ağırlık vermeye başlar.[6]
Mustafa Kemal Paşa’nın bu dönemde, Sadrazam Tevfik Paşa’yı kendi şoförüne kaçırtarak hükümeti devirmek maksadıyla Fethi, İsmail Canbulat, Kara Kemal ve Rauf Bey ile bir ihtilal komitesi kurduğu ve bu çabaların Ocak 1919 tarihine kadar sürdükten sonra bundan vazgeçildiği iddiaları da bulunmaktadır.[7]
Mustafa Kemal ve Ali Fuat Paşa, amaçlarına ulaşmak için, hükumetle işbirliği yollarını aramaktadırlar. Ali Fuat Paşa, Mustafa Kemal Paşa’yı dâhiliye nazırı Mehmet Ali Paşa ile tanıştırır ve kendisine uygun bir görev verilmesi için yardımlarını talep ederler. 1919 yılının Şubat ayına geldiklerinde artık bu tür girişimlerden bir sonuç çıkmayacağına ve Anadolu’ya geçip orada bir milli mukavemet teşkil etmek gerektiğine karar vermişlerdir. Fakat görüştükleri üst rütbeli subaylardan sadece Rauf (Orbay) ve Refet (Bele) ile birkaç Tümen komutanı ve kurmay subay Anadolu’da vazife almayı kabul etmektedir.
Bunun üzerine, Mustafa Kemal Paşa’ya, geniş yetkileri olan bir görev temin ederek Anadolu’ya geçmesi için gayret sarf etmeye ve Ali Fuat Paşa’nın Konya Ereğlisi’nde bulunan kolordusunun başına giderek kolorduyu Ankara’ya taşımasına karar verirler. Bu kararı verdiklerinde üç kişidirler; Mustafa Kemal, Ali Fuat ve Rauf Bey.
Bu arada, Tevfik Paşa kabinesi istifa eder. Fakat görev yine kendisine verildiğinden 12 Ocak tarihinde hükümet tekrar kurulur. Bu kabine göreve başlar başlamaz, eski İTC mensuplarının tutuklanarak yargılanmasına başlanır. Fakat kararsız tavırları ile hiç kimseyi memnun edemeyen Tevfik Paşa, 3 Mart tarihinde istifa eder ve 4 Mart günü Damat Ferit Paşa hükumet kurar.
Partileri kapanınca örgütsüz ve savunmasız kaldıklarını düşünen İTC mensupları, gelişmeler karşısında harekete geçerler. 3 Mart 1919 tarihinde, eski İTC mensuplarınca ‘’Teceddüt Fırkası’’ kurulur. Fırkanın milletvekillerinden oluşan grubunun başkanı Fethi Bey’dir. Fethi Bey daha sonra Minber isimli bir gazete çıkarır ve Osmanlı Ahrar Fırkası’nı kurar. Mustafa Kemal Paşa, bu gazeteye ortak olur, yazılar yazar ve bu siyasi yapılanmadan bir sonuç alınıp alınamayacağını araştırır. Fakat parti bir ilerleme kaydedemez.
Bir müddet sonra İngilizler, ‘’Eski İTC mensubudur.’’ diyerek bazı aydınları tutuklamaya başlarlar. Bu arada Fethi Bey de tutuklanır. Mustafa Kemal ise, muhtemelen çeşitli çevrelerle ve bu arada sarayla geliştirdiği ilişkiler sayesinde tutuklanmaz.
Ali Fuat Paşa, 27 Nisan tarihinde, kolordusunun başına gider. Mustafa Kemal Paşa, hemen her gün Rauf Bey ile görüşmelerine devam eder. Rauf Bey etkili bir İTC mensubu olduğundan İTC’nin İstanbul’daki çevreleriyle de irtibat halindedir. Mustafa Kemal Paşa İTC’nin kurucularından Ayan Reisi Ahmet Rıza Bey ile de gizli görüşmeler yapmaktadır.
Fethi Bey’in tutuklanmasından sonra bazı gazetelerde Mustafa Kemal Paşa ve Rauf Bey’in de tutuklanması ile ilgili haberler çıkmaya başlar. Bir gün, İsmet Bey ile evinde buluştuklarında, ‘’hiçbir salahiyet ve sıfat olmadan Anadolu’ya giderek bir milli hareketin başlatılması için neresinin uygun olduğunu’’ tartışırlar. Anadolu’ya gitmek fikri kafasında oldukça güçlenmiş durumdadır. Ancak daha gitme kararı kesin değildir.
İzmir’in Yunanistan’a verileceğini öğrenen İtalyanlar, Ege Bölgesi’nde Yunanistan karşıtı bir hareket başlatmaya çalışmaktadırlar. Sforza, bu maksatla bazı kişilerle görüşmüş, onlar da; Mustafa Kemal Paşa’nın, bir Yunan işgaline karşı askeri direniş yapabilecek en uygun kişi olduğunu söylediklerinden kendisini evine davet etmiştir. Bu görüşmede Kont Sforza, kendisini kazanmak için olsa gerek, İngilizlerin bazı generalleri tutuklamasını ima ederek kendisini korumak için İtalyan elçiliğinin emrinde olduğunu bildirmiştir. Mustafa Kemal Paşa, Kont Sforza ile, en az bir defa daha görüşmüştür. Sforza’nın ülkesine gönderdiği raporlara göre; ‘’Mustafa Kemal ve arkadaşları (o onlara İttihatçılar diyor) Türkiye Birleşik Devletleri’ni kurmak için hazırlanıyorlar. Azınlıklara geniş haklar verecekler. Eğer Avrupa kontrolünden kurtulmak istiyorlarsa, İtalya ve diğer Batılı devletlerden müşavir tayin etmeleri gerektiğini kendilerine söyledim. Tek başlarına iktidara gelirlerse, İtalya’nın desteğini talep ediyorlar.’’ diyordu. Sforza anılarında ise; ‘’1919 yılı başlarında, İngiliz ajanları Mustafa Kemal’i Malta’ya sürmeyi planlıyorlardı. O, bundan haberdar oldu ve desteğime güvenip güvenemeyeceğini sordu. Ben de ona; elçilikte bir dairenin emrine amade olduğunu söyledim. Bu öğrenildi ve İngilizler diplomatik karışıklığa sebep olacak bu girişimde bulunmadılar.’’ diye yazmaktadır. 
Mustafa Kemal Paşa, bir başka yabancı şahıs olan, Fransız elçiliğinde görevli İskoç Presbiteryen Kilisesi Papazı Robert Frew ile de görüşmüştür. Fakat görüşmede neler konuşulduğunun detayları bilinmemektedir.
Kazım Karabekir Paşa, 24 Şubat 1919’da, Erzurum’daki 15’inci Kolordu’ya tayin olduktan sonra 11 Nisan günü Mustafa Kemal Paşa ve Rauf Bey ile ayrı ayrı görüşür. Rauf Bey’e; ‘’İstanbul’da bir şey yapılamayacağını, herkesin Anadolu’ya, tercihan da Şark’a gelmesi gerektiğini’’ bildirir. Rauf Bey de; ‘’Kendisiyle hemfikir olduğunu, Mustafa Kemal Paşa’nın da aynı şekilde düşündüğünü, yakında kesin kararın verileceğini’’ söyler. Kazım Paşa, Mustafa Kemal Paşa’ya ise; ‘’Doğu’da değişik adlar altında toplanmış olan kuruluşları birleştirerek Erzurum’da bir karşı koyma merkezinin yaratılmasının ve Milli bir Türk hükumetinin temellerini kurarak buradan harekete geçilmesinin yerinde olacağını’’ söyler.[8]
Nisan 1919’da, İşgal Orduları Komutanlığı’nca; Samsun ve civarında Rum çetelerinin yaptığı terör olayları ve buna Türklerin gösterdiği reaksiyondan dolayı ortaya çıkan çatışmaların önlenmesi için tedbir alınması istenir. Osmanlı hükumeti de bu tür asayiş olaylarının tüm Anadolu’da yaygın olduğunu değerlendirerek tüm bunlara çözüm olur ümidiyle, ‘’Ordu Müfettişliği’’ sistemini tesis eder. Kurulan müfettişliklerden birine, Ali Fuat Paşa’nın babasının da desteğiyle, Mustafa Kemal Paşa’nın, atanması sağlanmaya çalışılır. Daha önce tanıştığı dâhiliye nazırı Mehmet Ali Bey’in aracılık etmesiyle Damat Ferit Paşa ile tanıştırılır. Mustafa Kemal Paşa, Nutuk’ta; ‘’Genelkurmayda çalışan ve amacından bir dereceye kadar haberdar olan bazı kimselerle görüştüğünü, müfettişlik görevinin kendisine verilmesinin onlar tarafından sağlandığını’’ belirtmektedir.[9] Böylece, Ordu bölgesindeki bütün askeri birliklerle sivil makamlara emir verme, bölgesine komşu askeri birlikler ve sivil makamlarla irtibat kurma gibi geniş yetkiler ve büyük bir karargâh heyeti ile 9’uncu Ordu Müfettişliği görevine atanır.[10]
Bu sıralarda, Şakir Paşa’dan sonra Harbiye Nazırı olacak olan Cevat (Çobanlı) Paşa ve Fevzi (Çakmak) Paşa, Mütareke’den sonra ülkenin bazı bölümlerinin işgal edilebileceği görüşünden hareketle neler yapılabileceği konusunda sık sık tartışmaktadırlar. Bu toplantılara zaman zaman Mustafa Kemal Paşa da katılmaktadır. Mustafa Kemal Paşa, Cevat Paşa ve Fevzi Paşa gibi başta İsmet Bey olmak üzere güvendiği birçok kişi ile de benzer toplantılar yaparak bu toplantılarda bazı ortak kararlar almaktadır.[11] Nisan 1919 tarihinde bir araya gelen Mustafa Kemal, Cevat (Çobanlı) ve Fevzi (Çakmak) Paşalar ile de yapılacak şeyler hakkında genel bir mutabakata varırlar. Bu mutabakata göre; ‘’ordu müfettişliklerinin biran önce kurularak ordunun emir ve komutasını ele almak ve yeniden düzenlemek, mümkün olduğu kadar silah, mühimmat ve cephaneyi Anadolu’da depolayarak İtilaf Devletleri’ne teslim etmemek, İstanbul’daki hükumet, İngilizlerin elinde esir durumda olduğundan Anadolu’da milli bir idare vücuda getirmek, ortaya çıkmakta olan milli galeyandan yararlanarak milli kuvvetler teşkil etmek ve kurulacak milli idarenin bu kuvvetlere dayandırılmasını sağlamak, müdafaa ile birlikte saldırganlara karşı saldırı ile cevap vermek’’ esasları kabul edilmiştir.[12]
Tüm bunlardan da anlaşıldığı gibi Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’a gelirken hükumette bir görev almak, Harbiye Nazırı olmak ve siyasi olarak etkili duruma gelmeye çalışmak niyetindedir. Bunun için çeşitli girişimlerde bulunup başarısız olunca, siyasi parti kurmaktan gazeteciliğe kadar değişik denemelerde bulunmuştur. İstanbul’da, başta padişah olmak üzere değişik askeri ve sivil şahıslarla görüşmüş, İngilizlerce tutuklanmamak için onlara karşı kontrollü bir dil kullanmış, bunun için İtalyanlarla bile irtibata geçmiş ancak sonunda İstanbul’da bir şey yapılamayacağı kanaatine varmıştır. Bazı İTC mensupları da dâhil olmak üzere genellikle cephelerden gelerek Harbiye Nazırlığı emrine girmiş eski ordu ve kolordu komutanları ile ülkenin kurtuluş çarelerini tartışmış ve onların çoğunun da aynı fikirde olduğunu görerek Anadolu’ya geçmenin yollarını aramıştır. Bu kapsamda mücadelenin genel esaslarını bu kişilerle konuşup tespit etmiş ve onlarla bir takım sözlü anlaşmalar yapmıştır. Tüm bu hazırlıkların sonunda ortaya çıkan Ordu Müfettişliği kurulması kararından da faydalanarak geniş bir kadro ve geniş yetkiler ile Samsun’a hareket etmiştir. Yola çıkarken elinde ana hatları ile belirlenmiş bir program, İstanbul’la haberleşmede kullanacağı gizli bir şifre ve geride kalan bazı kişilerle yaptığı sözlü anlaşmalar vardır.




[1] Aydemir, Şevket Süreyya, Tek Adam, 1’inci Cilt, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1991, s.337.
[2]  Yalçın, a.g.b., s. 13.
[3] Yalçın, a.g.b., s. 13-14.
[4] Yalçın, a.g.b., s.14-16.
[5] Taşkıran, Cemalettin, Milli Mücadele’de Kazım Karabekir, AAM, Ankara, 2008, s.44
[6]   Yalçın, a.g.b., s.15-18.
[7] Yalçın, a.g.b., s.15-16.
[8]  Taşkıran, a.g.e s.46-47.
[9] Nutuk, a.g.e., s.23.
[10] Aydemir, a.g.e., s.356-402.
[11]  Nutuk, s.47. Ayrıca Bkz. Aydemir, Şevket Süreyya, İkinci Adam, 1’inci Cilt, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1993, s.124-126.
[12]  Türkmen, Yeni Devletin Şafağında…, s.11. 

Mondros Mütarekesi'ne Gösterilen Tepkiler.


Osmanlı İmparatorluğu’nda, Mütareke Sonrası Ortaya Çıkan Tepkiler.      


    1. Ordu Komutanlarının Tavır ve Düşünceleri.       
Mütareke imzalanıp uygulamaları ortaya çıkmaya başlayınca buna ilk tepkiler ordu mensuplarından gelmeye başladı. Bu tepkiler daha çok, düşmanla karşı karşıya olan Ordu Komutanlarından geliyor, düşman isteklerine direnilmesi gerektiği öne sürülüyor, şartların elverdiği ölçüde de direniliyor ve bazı tedbirler alınıyordu. Fakat hükumet bu fikirlere karşı çıkıyor ve Mütareke şartları ile İtilaf Devletleri taleplerine uyulması için gerekli tedbirleri alıyordu.
Direniş gösteren ordu komutanları, hükumet tarafından engellenmeye çalışılırken İtilaf Devletleri temsilcileri de bu komutanlara karşı sert tedbirler almaya çalışıyor, direnci daha başlamadan kırmaya ve gelecekteki planlarına engel teşkil edebilecek tehditleri etkisiz hale getirmeye çalışıyorlardı.
A. 9’uncu Ordu Komutanı Yakup Şevki (Subaşı) Paşa.
Mütareke’nin imzalanmasından kısa bir süre sonra, Ahmet İzzet Paşa’nın emriyle, Kafkasya’daki kuvvetlerimiz hudut gerisine çekilirken Osmanlı İmparatorluğu ‘’Elviye-i Selase’’ (Kars, Batum ve Ardahan)’nin kendi hudutları dâhilinde kalmasını planlamıştı. Bu plana göre Ordu, Brest Litovsk Antlaşması ile elde ettiği yerler dışında ele geçirdiği bölgelerden çekilecekti. Hâlbuki İtilaf Devletleri bu üç vilayetin de hemen boşaltılmasını istiyordu.
9’uncu Ordu Komutanı Yakup Şevki Paşa, bu istekleri ve Mütareke hükümlerini uygulamakta çok yavaş davranıyor ve bölgeyi kısa sürede boşaltma talebine direniyordu. İngilizler, bu tavırlar karşısında Harbiye Nezareti’ne, ihmali görülen subayların cezalandırılması yönünde baskı yapıyor ve bunun üzerine Harbiye Nezareti bu baskıya tepki göstererek kendi personelini asla suçlu olarak kabul etmediğini, gecikme sebeplerinin iklim ve doğa şartları ile İtilaf Devletleri’nin kabul edilmesi asla mümkün olmayan taleplerde bulunmasından ileri geldiğini söylüyordu.
Bu gelişmelerin ardından 19-24 Aralık 1918 tarihlerinde, İngilizler Batum’u işgal edince, Osmanlı Hükumeti bunu kabul etmediğini duyurarak bu bölgedeki Türk asker ve jandarmasının görevleri başında kalmasını bildirdi.
Bu arada Osmanlı hükumeti, Yakup Şevki Paşa’ya, doğu vilayetlerinin durumunu İngilizlerle görüşmesi için yetki vermişti. Bunun üzerine Paşa, Kars’ta bulunan İngiliz generali Walker ile 7 Ocak 1919’da bir görüşme yaptı. Bu görüşmede İngiliz General; Ermenilere bırakılacak üç sancağın Osmanlı Ordusu tarafından 25 Ocak tarihine kadar terk edilmesini istedi. Buna karşılık olarak, çekilmeye kadar 13.000 kişilik Türk Ordusu’nun iaşe etmeyi vadediyordu. Paşa, bu taleplere karşı mukavemet etmeye kararlı olduğunu ifade etti.
Fakat Osmanlı Harbiye Nezareti’nden gelen emir üzerine 9’uncu Ordu’yu Erzurum’a çekmek zorunda kaldı, ancak bunu mümkün olduğu kadar yavaş bir şekilde yaptı. Çekilirken malzeme ve silahlarını da beraber götürdü. Bu esnada Yakup Şevki Paşa, 6’ncı Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa ile de işbirliği yapmak için görüşmeler yapıyordu.
İngilizlerin baskısı sonucu, 3 Nisan 1919 tarihinde 9’uncu Ordu lağıv edildi. Paşa’ya, Harbiye Nezareti’nce, İstanbul’a dönmesi emredilince, Doğu Bölgesi’nin sorumluluğunu 15’inci Kolordu Komutanlığı’na devretti. İstanbul ile yaptığı uzun yazışmaların ardından başkente döndü.
Milli mücadeleye olumlu bakışı bilindiğinden, başkentte uzun süre kendisine bir görev verilmedi. Kendisinden sürekli şüphelenen İngilizler tarafından 21 Nisan 1920 tarihinde tutuklanarak Malta’ya gönderildi. 1921 yılında esir mübadelesi sonucu yurda dönünce kurtuluş mücadelesine katıldı.[1]
B. 6’ncı Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa.
6’nci Ordu Komutanı Ali İhsan (Sabis) Paşa, Mütareke’nin imzalandığını öğrenir öğrenmez, Bağdat’ta bulunan İngiliz generali Marshall’a bir mektup göndererek aralarında bir tampon bölge oluşturulmasını teklif etti. Bu sırada İngiliz birlikleri Musul’a 60 kilometre mesafede bulunuyordu. İngilizler, Paşa’nın talebine verdikleri cevapta; Mütareke’nin 7’nci maddesi gereğince Musul’u işgal edeceklerini, bu sebeple Musul’un boşaltılmasını istediler. Paşa, bu maddenin tatbikine sebep olmadığını ve bu yüzden işgalin mümkün olmadığını bildirmesi üzerine İngilizler, bölgedeki bazı Arap aşiretlerini kışkırtarak bölgede isyan ve yağma hareketlerine başlamalarını sağladılar. Bu hareketlerin ardından da asayişin bozulduğunu ve halka zulüm edildiğini ileri süren İngiliz Irak İleri Birlikleri Komutanı General Cassel, birliklerini ileri yürüyüşe geçirdi. İngilizler, tekrar bir mektup göndererek şehrin hemen teslimini istediler. Paşa, bu talebi protesto ederek reddetti. İngilizlerin, Musul’un Irak’ın bir parçası olduğu yönündeki iddialarına karşılık olarak ta, bu tür haritaların sadece Almanlar tarafından yapıldığını ve ilmi bir dayanağının olmadığını söyledi.[2] Bu esnada Osmanlı Harbiye Nezareti de gönderdiği mesajda İngilizlerin Musul’u işgale haklarının olmadığını belirtiliyordu. Fakat daha sonra, İngiliz İşgal Orduları Komutanı General Galthorpe tarafından şehrin boşaltılması ültimatomu verilince Ahmet İzzet Paşa, şehrin boşaltılarak İngilizlerin göstereceği hatta kadar ordunun çekilmesi emrini verdi. Bunun üzerine Ali İhsan Paşa, orduyu tüm silah ve malzemesi ile birlikte Nusaybin’e çekti.
10 Kasım 1918 tarihine kadar Musul’un tamamı işgal edilince, Paşa elindeki birliklerle; Süleymaniye, Köysancak, Kadıhane, Dipke, Güver, Büyük Zapsuyu ve Hamam Alil’in kuzey sırtlarından Telafer, Sincar, Resülayn, Tel’ebayt, Cerablus, Akçakoyunlu istikametine kadar olan hattı tuttu.
İngilizler, 17 Kasım 1918 tarihinde, Şeyh Mahmut önderliğinde bir Kürt Hâkimliği kurdurdular ve Kürtçülük propagandalarına başladılar. Paşa bu faaliyetlerin kendi işgali altındaki hatların kuzeyine geçmemesi için tedbirler aldı ve Osmanlı hükumetini de ikaz etti. Bu arada İngilizler, Arap aşiretlerini kışkırtarak saldırılarda bulunmaya teşvik ediyorlar ve bu aşiretler de daha çok, terhis olmak için giden silahsız asker kafilelerine saldırıyorlardı. Bu gelişmeler üzerine Paşa, 6’ncı Ordunun ikmali için kritik bir merkez konumundaki Carablus şehrini birliklerine işgal ettirdi. Fakat İngilizlerin şiddetli tepkisi sonucu Harbiye Nezareti tarafından verilen emir gereğince şehri terk etmek zorunda kaldı.
Bu sırada bölgede yıkıcı propaganda yaparken yakalanan İngiliz Binbaşı Kiling’i tutuklayarak İngilizlere protesto gönderince durum yine gerildi.[3]
7 Şubat 1919 tarihinde, İstanbul’a gelmiş olan İngiliz Mısır ve Suriye Orduları Komutanı General Allenby tarafından Harbiye Nazırı Abdullah Paşa ve Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa İngiliz elçiliğine çağırılarak 6’ncı Ordu’nun lağıv edilmesini, silah ve malzemenin İngiliz birliklerine teslim edilmesini, işgal edilen bölgelerdeki jandarmanın görevine son verilmesini, halkın silahlardan arındırılmasını, Konya’nın doğusundaki tüm demir yolları ile haberleşme vasıtalarının kontrol ve denetiminin kendilerine teslim edilmesini, gerekli gördüğü yerleri işgal etmelerine karışılmamasını ifade eden sert bir ültimatom verdi. Bunun üzerine nazırlar istifa etti ve boşalan Harbiye Nazırlığı’na Cevat Paşa, Erkânı Harbiye Reisliği (Genelkurmay Başkanlığı)’ne de Fevzi Paşa atandı.
Ali İhsan Paşa 10 Ocak’ta Urfa’ya giderek burada Müslüman halkın kendi aralarında örgütlenmesi yönünde bazı yönlendirmelerde bulunmaya de çalışmış ancak bu önemli bir sonuç vermemiştir.[4]
İngiliz taleplerinin yerine getirilmesi, Ermenilere verilmesi düşünülen Doğu’daki Altı Vilayet’in İngilizlere teslimi demekti. Fakat çaresiz durumda olan Osmanlı Hükumeti Allenby’nin isteklerinin yerine getirilmesi için gerekli emirleri verdi. Harbiye Nazırlığı, 9 Şubat tarihinde gönderdiği bir emirle; 6’ncı Ordu’nun lağıv edildiğini ve Ali İhsan Paşa’nın, yerine bir vekil bırakarak, İstanbul’a dönmesi gerektiğini bildirdi. Lağıv edilen 6’ncı Ordu birlikleri yeniden teşkilatlandırılarak 13’üncü Kolordu kuruluşuna dâhil edildi ve komutanlığına Miralay (Albay) Cevdet Bey atandı.    6’ncı Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa, bu direniş hareketleri esnasında, 9’uncu Ordu Komutanı Yakup şevki Paşa ile işbirliği yapmaya çalışıyordu.[5]  Fakat önce 9’uncu Ordu, sonra da 6’ncı Ordu’nun lağıv edilmesi sonucu bu işbirliği bir işe yaramadı.   
21 Şubat 1919’da İstanbul’a hareket eden Paşa, 2 Mart 1919’da vardığı İstanbul’da, Haydarpaşa İstasyonu’nda trenden iner inmez İngilizlerce tutuklanarak[6] Malta’ya gönderildi. 1921 yılında esaretten kurtularak yurda dönen Paşa, Büyük Taarruz öncesinde bir müddet 1’inci Ordu Komutanı olarak görev yaptı.[7]
C. Yıldırım Ordular Grubu Komutanı Mustafa Kemal Paşa.
Mondros Mütarekesi imzalandığı gün, Liman Von Sanders Paşa Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığı’ndan alınarak İstanbul’a çağrıldı ve yerine Mustafa Kemal Paşa atandı. EHUR, kendisine gönderdiği telgrafta; ordunun Suriye’nin kuzeyine çekilmesi durumunda savunma vaziyeti alıp alamayacağı, bu sayede Mütareke’nin şartlarının hafifletilip değiştirilmesinin mümkün olup olamayacağını sormuş, Mütareke şartları tebliğ olununcaya kadar uygun bir yerde oyalanmasını istemişti. Paşa bu telgrafa verdiği cevapta; Gâvur Dağı’nda tutunup savunma imkânı varsa da ortada savunma yapabilecek bir ordu kalmadığını, herkesin bir yerlere kaçmakta olduğunu, kendisinin de Katma-Kurtkulak-Raco istikametinde çekildiğini bildirdi. Bunun üzerine 2 ve 4’üncü Ordular da Yıldırım Ordular Grubu emrine verildi ve karargâh yeri olarak Adana şehri gösterildi.[8]
Mustafa Kemal Paşa, Suriye’den çekilirken geldiği Kilis’te, halkın milis kuvvetleri kurarak düşmana karşı koymaya hazırlandığını görünce halkın ileri gelenleri ile bir toplantı yaparak; ‘’Savaşın henüz bitmediğini, asıl savaşın bundan sonra başlayacağını, buna göre hazırlık yapmalarını’’ söyledi.[9]
Buradan ayrıldıktan sonra 31 Ekim 1918 tarihinde, Adana’ya gelen Paşa, Mondros Mütarekesi’nin imzalandığını burada öğrendi. Aynı gün Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığı’nı Liman Von Sanders’ten teslim aldı. 3 Kasım tarihinde Sadrazam Ahmet İzzet Paşa tarafından Mütareke’nin tam metni kendisine gönderildi.
Harbiye Nezareti ile yazışmalara devam eden Paşa, Mütareke’nin bazı maddelerinin tam tefsir edilmesini istiyor, Suriye sınırının kesin yerinin nasıl olacağını soruyor ve buna göre ordulardan geri kalanları düzenleyerek tertiplemeye çalışıyordu. Esas açıklığa kavuşturulmasını istediği mesele Mütareke’de adı geçen ‘’Kilikya’’ ismi ile nerenin kastedildiği idi. Adana yerine sınırları belli olmayan tarihi Kilikya isminin kullanılmasının ortaya bazı sorunlar çıkarabileceğini, Kilikya adının kullanılmasında İngilizlerin özel maksatları ve sınırsız ihtirasları olduğunu bildiriyordu.[10]
5 Kasım 1919 tarihinde, Adana ileri gelenlerinin düzenlediği bir yemekte; ‘’Bu memleketin kurtulacağını, henüz ümitlerin sönmediğini, bunun için mücadele edeceğini, Türk Milletinin ve ordusunun kendi vatanını ve istiklalini koruyabileceğini’’ söyledi. Adana’da görüştüğü kimselerle Doğu’dan gelecek taarruzlara karşı şehrin nasıl savunulacağını konuştu ve şehri savunmak için şimdiden aralarında bir teşkilat kurmalarını, uygun yerlere siperler kazmalarını, gerekli silah ve malzemenin kendisi tarafından karşılanacağını söyledi. Bu kapsamda Gülek Boğazı ve Misis’e istihkâmlar yaptırdı.[11]
Emrindeki birlik komutanlarına gönderdiği emirde; ‘’Mütareke hükümlerinin uygulanmasının bizim için daha ağır bir duruma gelmemesini sağlamak için gerekli tedbirlerin alınmasını, Toros Tünellerinin elde tutulması gerektiğini ve terhis işlemlerinin geçiştirilmesi veya geciktirilmesini’’ tavsiye ediyordu. 6 Kasım 1918 tarihinde, Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’ya çektiği telgrafta; ‘’Mütareke şartları arasında anlaşmazlıkları giderecek tedbirleri almadan orduların terhis edilmesi ve İngilizlerin her dediğine boyun eğilmesi durumunda İngiliz ihtiraslarının önüne geçmeye imkân olmayacağını bildiriyor, İngiliz ve Fransızların İskenderun ve Adana bölgelerini işgal etmesine karşı çıkılmasını ve bölgenin tahliye edilmemesini’’ istiyordu.
İstanbul’a; ‘’kadroları en genç askerlerden yeni bir Tümen kuracağını, Jandarma’yı takviye edeceğini, fazla malzemeyi Torosların kuzeyine aktaracağını, terhis olan askerlerin silah, cephane ve teçhizatını depolayacağını ve bunların nakli konusunda yardım kendilerinden isteyeceğini’’ bildiriyordu.
İngilizlerin aşırı istekleri karşısında direnmekten yana olan Mustafa Kemal, İskenderun’un işgali söz konusu olunca; ‘’İngilizler İskenderun’a asker çıkarırsa mukavemet edeceğini’’ bildiriyor ve ‘’emri altındaki kuvvetler takviye edilirse Türk milletinin sesinin duyurulmasının mümkün olabileceğini’’ söylüyordu. Ayrıca, ‘’İngilizler lehine verilecek emirleri yerine getirmeyeceğini, eğer bu tutumu hükumetçe hoş görülmezse kendi yerine başka birinin atanmasını’’ bildiriyordu.
Bu gelişmelerden endişelenen Harbiye Nezareti, 7 Kasım 1918 tarihinde, Yıldırım Ordular Grubu ile 7’nci Ordu Komutanlığı’nı lağıv etti. Mustafa Kemal Paşa, Harbiye Nezareti emrine verildi. Konu ile ilgili emri 10 Kasım günü alan Paşa, emrindeki birliklerin komutasını 2’nci Ordu Komutanı Nihat Paşa’ya devrederek trenle İstanbul’a hareket etti.[12] 13 Kasım günü Haydarpaşa Tren İstasyonuna vardı. İstanbul’da işgal kuvvetleri gemilerini görünce yaveri Cevat Abbas’a; ‘’Geldikleri gibi giderler.’’ demiş[13] ancak gördüğü manzara karşısında da çok üzülmüştü. Kendisini karşılamaya gelen Dr.Rasim Ferid (Talay)’e duygularını şu şekilde ifade ediyordu; ‘’Hata ettim, İstanbul’a gelmemeliydim, ne yapıp yapıp Anadolu’ya dönmenin çaresine bakmalı!’’[14]
D.  2’nci Ordu Komutanı Nihat (Anılmış) Paşa.
Nihat Paşa, savaşın son aylarında 2’nci Ordu Komutanlığına getirilmiş ve Ordusu Adana bölgesinde bulunuyordu. Mustafa Kemal Paşa’dan bölge sorumluluğunu aldıktan sonra, İskenderun’dan itibaren bölgeyi işgale başlayan Fransız ve İngiliz ordularının yaptıkları taşkınlıkları derhal protesto etmiştir. İngilizlerin; kıtalarını 1 Aralık gününe kadar Ceyhan Nehri kıyılarına, 5 Aralık gününe kadar Seyhan Nehri ve Göksu kıyılarına, 14 Aralık gününe kadar ise Adana’yı boşaltarak Pozantı’ya kadar çekmesini istemesi üzerine emrindeki birliklerle karşı koymaya hazırlandı fakat bu durum Harbiye Nezareti’nce uygun bulunmadı. Bunun üzerine, İngilizlerden süreyi uzatmalarını isteyerek 26 Aralık tarihine kadar birliklerini silah ve malzemeleriyle beraber Torosların kuzeyine çekti.[15]
İngilizlerin aşırı istekleri konusunda 7 Aralık tarihinde EHUR’u uyardı. Kendisine gönderilen cevapta; ordudaki subay ve erlerin mümkün olduğu kadarının Adana’da jandarmaya kaydedilip jandarma kadrosunun tamamlanması bildirilmişti. Bu emri azami şekilde uygulamaya çalıştı.
2’nci Ordu, Harbiye Nezareti tarafından, 15 Aralık 1919 tarihinde lağıv edilince, Nihat Paşa Adana vali vekilliğine atandı. İngiliz Fevkalade Komiserliği, 2 Ocak 1919’da, Nihat Paşa’nın halkı silahlandırıp cemiyetler teşkil etmesinden dolayı görevinden alınmasını istedi. 16 Ocak’ta ikinci bir muhtıra sonucunda Nihat Paşa 22 Ocak günü Adana vali vekilliği ve Yıldırım Kıtaatı Müfettişliği’nden alınarak İstanbul’a çağrıldı. Yerine; Mersinli Cemal Paşa tayin edildi. İstanbul’a dönen Nihat Paşa, 1920 yılında, Anadolu’daki mücadeleye katılarak Elcezire Grup Komutanlığına getirildi.[16]
E.  7’nci Ordu Komutanı Ali Fuat (Cebesoy) Paşa.
Mütareke imzalandığı sırada, Ali Fuat Paşa, 20’nci Kolordu Komutanı olarak Halep’in kuzeyinde Katma’da bulunuyordu. Mustafa Kemal Paşa, Yıldırım Ordular Komutanlığı’na atanınca, Kolordu Komutanlığı da uhdesinde kalmak üzere vekâleten 7’nci Ordu Komutanlığı’na atandı. Mütareke’nin ardından derhal kendi sorumluluk bölgesini tahkim ettirmeye başladı. Bölgesinde bulunan pek çok silah ve cephaneyi Ordu Komutanı sıfatıyla Antep ve Kilis taraflarına sevk ettirerek bunların korunmasına 43’üncü Tümen’i görevlendirdi. Bölgesindeki jandarma kuvvetlerini güçlendirmeye çalıştı. İngilizlerin İskenderun’u işgaline karşı çıkarak bunu protesto etti. İngilizlere bir heyet göndererek Halep kuzeyindeki birliklerin Mütareke şartlarına dâhil olmadığını, dolayısıyla teslim olmayacağını bildirdi.
Mustafa Kemal Paşa’nın davetiyle, 6 Kasım 1918 tarihinde, Adana’ya gitti. Mevcut durumu değerlendirirlerken Mustafa Kemal Paşa; ‘’Artık bundan sonra milletin kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa etmesi, bizlerin de ona bu yolu göstermemiz ve ordu ile yardım etmemiz lazımdır.’’ dedikten sonra[17] Ali Fuat Paşa’ya ‘’20’nci Kolordu’nun Komutanı olarak Adana’da kalmasını, ilk mukavemetin Çukurova’da başlatılması gerektiğini’’ söyledi.
7 Aralık 1918 tarihinde 7’nci Ordu lağıv edilince, 20’nci Kolordu Komutanı olarak görevine devam etti. Bundan sonra kolordusunu ayakta tutmaya çalışarak elindeki silah, cephane ve teçhizatın düşman eline geçmemesi için bunları iç bölgelere taşıtmaya çalıştı.
20 Aralık 1918 tarihinde, hem tedavi olmak ve hem de genel durumu anlamak maksadıyla, izin alarak İstanbul’a gitti. 1919 yılının Mart ayı ortalarında Konya Ereğlisi’nde bulunan kolordusunda tekrar göreve başladı ve daha sonra Ankara’ya nakledilen kolordusu ile birlikte Milli Mücadele’ye katıldı.[18] 
F. Fevzi (Çakmak) Paşa.
Mütareke öncesinde 7’nci Ordu Komutanı olarak Filistin Cephesi’nde görev yapan Kavaklı Fevzi Paşa, yakalandığı bulaşıcı bir hastalık sebebiyle İstanbul’a gelmiş ve burada tedavi olurken Mütareke imzalanmıştı. Tevfik Paşa kabinesi kurulduktan sonra, 24 Aralık 1918 tarihinde, Erkânı Harbîye Umumi Reisliği’ne getirildi. Mütareke döneminde Harbiye Nazırı olan; Cevat, Ömer Yaver, Ali Rıza, Ahmet Şakir, Ali Ferit, Ahmet Avni ve Ahmet Abuk paşalarla beraber uzun süre bu görevi yerine getirdi.
Görevi süresince ordunun elindeki silah, cephane ve malzemenin Anadolu içlerinde kalması için gayret gösterdi. İstanbul’a sevk edilmesi gereken silahları uzun ve dolambaçlı yollardan sevk ettirerek İtilaf Devletleri eline geçmemesine çaba gösterdi. Mevcut birliklerin yeniden düzenlenerek mevcudiyetlerini korumaya çalıştı. Ordu Müfettişlikleri kurulunca 1’nci Ordu müfettişliği görevine getirildi. İstanbul’un işgalinden sonra Anadolu’ya geçerek Milli Mücadele’ye katıldı.[19]
G.  Cephelerdeki Diğer Komutanlar.
Mütareke imzalandığında; Hicaz, Asir, Yemen, Trablusgarp ve Bingazi’de bulunan Osmanlı kuvvetleri, 6 Kasım 1918’de, Mütareke’den haberdar edildiler. Medine müdafisi Fahrettin Paşa, Asir’de bulunan Muhittin Paşa ve Trablus’ta bulunan Şehzade Osman Fuat Efendi, padişahın fermanı gelmeden teslim olmayacaklarını bildirdiler. Fakat kendilerine İstanbul’dan heyetler gönderilince teslim oldular. Böylece buralardaki ordularımızın bütün silah ve teçhizatı düşman eline geçti.
1918 yılı Ekim ayında, karargâhı ile İzmir’e gelen 8’inci Ordu, 13 Kasım 1918 tarihinde lağıv edilmiş, bunun bakiyesinden 17’nci Ordu kurulmuştu. Kolordu komutanı Nurettin Paşa, İzmir’de Türklerin milli teşekküller ve cemiyetler kurmalarına yardımcı oldu. İzmir Müdafaayı Hukuki Osmaniye Cemiyeti istişare heyeti ile 17 Mart 1919’da civar bölgelerden de temsilcilerin katılımı ile geniş bir kongre topladı.
Paşa, İstanbul’u, muhtemel bir Yunan işgali konusunda uyarıyor ve Yunan işgalini önlemek için İtalyanlara yaklaşılmasını öneriyordu. Bu faaliyetlerinden rahatsız olan İtilaf Devletleri temsilcilerinin baskılarıyla görevden alınarak 22 Mart 1919 tarihinde İstanbul’a döndü.[20] Daha sonra Milli Mücadele’ye katıldı.
   2. Padişah ve Diğer Devlet Adamlarının Tavır ve Düşünceleri.
8 Ekim 1918 tarihinde Talat Paşa’nın hükumetin istifasını vermesinin ardından 19 Ekim 1918’de, Ahmet İzzet Paşa, Harbiye Nazırlığı (Savunma Bakanlığı) da uhdesinde kalmak üzere, yeni hükumeti kurdu.[21] Paşa, hükumeti kurarken en çok İttihatçılardan çekiniyordu. Bu yüzden kabine üyeleri arasına Cavit, Fethi ve Rauf Beyler gibi İttihatçıları da aldı. Bu kabine, Mütareke’nin imzalanması da dâhil olmak üzere çok zor bir görev üstlendi.
Hükumete göre; imzalanan Mütareke diğer müttefiklerin imzaladıkları Mütarekelere göre daha hafif şartlar içeriyordu. Bu sebeple Mütareke sahiplenilmiş ve ordulardan Mütareke şartlarının yerine getirilmesi istenmişti. Fakat Ordu Komutanları, Mütareke’nin kayıtsız şartsız teslim olmak anlamına geldiğini düşünüyor ve işgallere karşı direnme yönünde tavır sergiliyorlardı.
Bu kabine; Mütareke şartlarına uyarak orduları lağıv etmeye ve askerleri terhis etmeye başladı. Fakat İTC ileri gelenlerinin yurt dışına kaçmasına göz yumduğu gerekçesiyle oluşan baskılara dayanamayarak, 8 Kasım tarihinde istifa etti. Yerine, padişahın desteğini almış olan, Ahmet Tevfik Paşa hükumet kurdu. Padişah, İttihatçılardan tamamen temizlenmiş bu hükumet ile otoritesini artırıyordu.
Bu hükumet döneminde İttihatçılar yargılanmaya ve İngilizlerin her istediği direnmeden yapılmaya başlandı. İngilizler, ordu komutanlarında baş gösteren direnişleri etkisiz hale getirmek için müdahalelerini giderek sertleştirdiler. Kararsız bir idare sergileyen ve hiç kimseyi memnun edemeyen bu hükumet, muhalefet ve İşgal Orduları Komutanlığı’nın baskıları sonucu, 4 Mart 1919 tarihinde istifa etti.
Hürriyet ve İtilaf Partisi’nin desteklediği Damat Ferit Paşa yeni hükumeti kurdu. Damat Ferit, iktidarını padişahın siyaseti ve işgal orduları komutanının isteklerini harfiyen yapıp İngilizlerin desteğini sağlamaya çalışarak yürüttü.[22]    
Mütareke’nin imzalanmasının ardından göreve gelen hükumetler genel olarak; işgalcilere, özellikle de İngilizlere karşı sert davranılmasını sakıncalı görüyor, onlara karşı hoşgörülü olmanın barış konferanslarında Osmanlı lehinde bazı çıkarlar sağlanmasına hizmet edeceğini düşünüyor, işgalcilerin kararlarının protestolarla yumuşatılabileceği sanıyorlardı.[23] İngilizlerin desteğini kazanmak için, Sovyet tehdidi öne sürülerek İngiliz sömürgelerine gidecek yollar üzerinde Rus saldırılarını ancak bütün bir Türkiye’nin durdurabileceği ve Sovyet yayılmasını da bu bütün ve güçlü devletin engelleyebileceği basın yayın organları vasıtasıyla duyuruluyordu. Hatta Kafkasya’daki Türk askeri birliklerinin de kullanılması ile Kafkasya’da bağımsızlık ilan etmiş devletleri birleştirerek bu bölgede de Rus yayılmasının önüne büyük bir engel konulabileceği bile ifade ediliyordu.[24]
Padişah 6’ncı Mehmet Vahdettin, 28 Haziran 1918’de, Sulan Mehmet Reşat’ın ölümü üzerine, Mütareke’den çok kısa bir süre önce tahta çıkmıştı.[25]  Bu dönemde padişahın çabası; iktidarını sağlamlaştırmak için İttihatçılardan ve onların kurum ve teşkilatlarından kurtulmak, Mütareke şartlarına uyarak İngilizlerin desteğini kazanmak ve mevcut haliyle ülke bütünlüğünü sağlamak yolundaydı. Padişahın İttihatçılardan başka endişe ile baktığı diğer bir kurum da ordu idi. Bunun için Harbiye Nezareti’nde değişiklikler yaparak İttihatçı olmayan ve kendine bağlı olabilecek kişileri Ordu’da etkili yerlere getirmeye çalışıyordu. Abdülhamit gibi saray merkezli bir yönetim kurmayı planlayan padişah, yine onun gibi, Ordu tarafından devrilebileceğini düşünerek orduyu kontrol etmeye çalışıyordu.   
Osmanlı devletini yönetenler esas olarak Wilson Prensipleri’ni, ülkenin parçalanmasını önlemek için bir kurtarıcı olarak görüyor ve başta İngiltere olmak üzere ABD, Fransa veya İtalya tarafından bir bütün olarak himaye edilmeyi bunun için en uygun çözüm olarak düşünüyorlardı.[26] Bu sebeple Mütareke’den hemen sonra Wilson Prensipleri ve İngiliz Muhipler Derneği gibi dernekler kurarak çalışmalarına başladılar.
3. Ülkenin Çeşitli Bölgelerinde Aydınların ve Halkın İleri Gelenlerinin Tavır ve Düşünceleri.
Mütareke imzalanmasından sonra lider kadronun yurt dışına kaçması sonucu zor durumda kalan İTC mensupları, hem ülkenin hem de kendilerini savunmak için 3 Kasım 1918’de[27] ‘’Teceddüt’’[28] ismiyle yeni bir örgütlenmeye gittiler. Enver Paşa’nın yurdu terk etmeden önce lağıv ettiği ‘’Teşkilatı Mahsusa’’ üyeleri de gizli bir şekilde örgütlenme yoluna gittiler. Taşradaki İTC şubeleri ise Wilson İlkeleri gereği, kendi bölgelerinin Osmanlı’ya bağlı kalmasını sağlamak maksadıyla genellikle bölgelerinin İstanbul’daki milletvekilleri ile ‘’Hakları Koruma’’ (Müdafiyi Hukuk) dernekleri kurarak faaliyetlere başladılar.[29]
Değişik bölgelerdeki aydınlar ve ileri gelenler de Osmanlı İmparatorluğu’nun genel bir dağılması ihtimaline karşı bölgesel tedbirler almaya kendi aralarında örgütlenmeye çalışıyorlardı. İlk örgütlenmeler Aralık 1918 tarihinde Trakya ve İzmir’de ortaya çıkmaya başladı.[30] Bunların bazılarının amacı Osmanlı İmparatorluğuna bağlı kalmayı sağlamak iken bazıları da Osmanlı İmparatorluğu’nun artık dağılmakta olduğunu veya Osmanlı İmparatorluğu’na katılmalarının mevcut durumda mümkün olmadığını düşünerek yeni hükumetler veya devletler kurmayı hedefliyordu. Yeni hükumet veya devlet kurma çabalarına en açık örnekler; biri Trakya’da, diğeri de Doğu’da gerçekleşen iki girişimdir.
Atatürk’ün de Nutuk’ta bahsettiği gibi Trakya ve Paşaeli Cemiyeti, Batı Trakya ve Doğu Trakya’yı birleştirerek yeni bir devlet kurmayı planlıyorlardı.[31]
Doğu’da Elviyei Selase’de (Kars, Ardahan ve Batum) 14 Temmuz 1918’de, Brest Litovsk Antlaşması gereği bir halkoylaması yapılmış ve bu bölge Osmanlı’ya katılmayı seçmişti. Mütareke’den sonra İngilizler, bu illerin boşaltılmasını istediler. Rauf Bey bunun sakıncalarını anlatarak itiraz etmiş fakat İngiliz General Caltroph bunu dikkate almamış, Genelkurmay Başkanı Cevat Paşa, 24 Kasım tarihinde, bunun mahsurlarını tekrar ileri sürmüş fakat General Murphy tarafından üstü kapalı tehdit edilerek talepte ısrar edilmişti. Yakup Şevki Paşanın benzer itirazları da İngilizler tarafından kabul edilmemişti.
Durum ümitsiz göründüğünden halkın kendi kaderini tayin etmesi prensibiyle bazı girişimler başladı. 5 Kasım 1918’de Kars’ta bir İslam Şurası toplandı. Bu şura, kendisi bölgeyi terk edene kadar, Yakup Şevki Paşa tarafından desteklendi. Şura sonrası seçimler yapıldı. 17 Ocak 1919’da, bir kongre toplandı ve bu kongre bir anayasa ilan etti. Kongre, Cenubi Kafkas Hükûmeti Muvakkatei Milliyesi’ni seçti. Böylece üç vilayetten oluşan bir cumhuriyet kurulmuş oldu. Bu yönetim İngilizlerin de tabir ettiği gibi milliyetçi Müslümanların kurduğu yeni bir devlet idi. Bu yönetim, Ermenilerin geri dönmesine müsaade etmiyor gerekçesi ile, 12 Nisan 1919’da, İngilizler tarafından dağıtıldı. Hükumet başkanı ve bazı üyeler tutuklanarak Malta’ya gönderildi. Kars’ta idare Osebyan ve Gerganof isimli Ermenilerin yönetimine geçti. Devam eden günlerde Ermeni saldırılarına başarıyla direnen Oltu ve Kağızman hariç bütün şuralar ortadan kaldırıldı. Ancak Ermenilerin bölgeye hâkim olmasını kabul etmeyen halk bundan sonra da mücadelesine devam etti.[32]
4. Mondros Mütarekesi Sonrası Gösterilen Tepkilerin Genel Değerlendirilmesi.
Döneme ait dokümanlar incelendiğinde, Mütareke döneminde; gerek halkın,[33] gerekse Mustafa Kemal Paşa[34] ve bütün ordu komutanları da dâhil olmak üzere çoğu devlet adamının genel olarak Wilson Prensipleri’nin Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili maddelerinden etkilendikleri, bu ilkeleri genel olarak benimsedikleri ve Mütareke sonrasında yapılacak barış antlaşmasının bu ilkelere uygun şekilde yapılacağı inanç ve beklentisi içinde oldukları görülmektedir. Bunlar aynı zamanda, Mütareke imzalandığı zaman, orduların fiilen bulundukları hatlar içinde kalan toprakları Wilson Prensiplerinde bahsedilen Türklerin çoğunlukta olduğu yerler olarak kabul etmektedirler. Yalnız, bu inanç ortak olmakla birlikte, bunun gerçekleşmesi için nasıl davranılması konusunda değişik kesimlerde değişik yaklaşımlar ortaya çıkmıştır.
Bunlardan, cephedeki Ordu Komutanları ve EHUR’da görevli bazı general ve subaylar; bu toprakların artık tartışılmayacak şekilde Türk toprakları olduğunu, bu toprakları muhafaza edecek şekilde bir barış antlaşması yapılması gerektiğini, ancak imzalanan Mütareke maddelerinin, İtilaf Devletlerince kendi çıkarlarına uygun şekilde yorumlamasına açık olduğunu düşünmektedirler. Bunlar; Mütareke’nin sadece ateşkes olduğu, barış antlaşması yapılıncaya kadar bulunulan hatların terk edilmemesi, silahlı kuvvetlerin dağıtılmaması ve bunun için direnilmesi gerektiği görüşündedirler. Nitekim bunlar, kendi yetki ve güçleri çerçevesinde her türlü işgal girişimine karşı tepki göstermeye, geri çekilmeleri geciktirmeye, askerlerin terhisini ertelemeye, silah ve mühimmat ile cephaneyi, düşman eline geçmemesi için,  gerideki emniyetli bölgelere taşıtmaya çalışmışlar, daha sonra da Milli Mücadele’ye katılmış ve değişik görevler üstlenmişlerdir.
Başta padişah olmak üzere iktidara gelen hükumetler ve bazı devlet adamları ise; mevcut hatların devletin bundan sonraki sınırları olması gerektiğini düşünmekle birlikte bu amaca direnerek ulaşılamayacağını, galiplere karşı uysal ve işbirliği içinde davranılırsa bu durumun barış görüşmelerinde ülke lehine kararlar alınmasına yardımcı olacağını düşünmektedirler. Bunlar, bu düşüncelerine paralel olarak; işgalcilerin isteklerini uygulamaya, işgalci devletler nezdinde dostluk girişimlerinde bulunmaya ve işgalci devletlerin adıyla değişik dostluk cemiyetleri kurmaya başlamışlardır. Aslında, bu gruptakiler de bir önceki gruptakiler gibi vatansever insanlar olmakla birlikte; kendilerine, millete ve devlete güvenleri olmadığından, direnerek bir şey elde edemeyeceklerini, direnilirse devletin bölüneceğini, bu sebeple bütün olarak bir güçlü devletin koruması altında devletin varlığını korumanın daha uygun olduğunu düşünmektedirler.[35] Bu gruptakilerden bazıları, daha sonra, Milli Mücadele’ye katılmışlar ancak büyük bölümü mücadelenin karşısında olmuşlardır. Hatta bazıları kendi çıkarlarını işgalcilerin çıkarları ile birleştirerek ihanet etme noktasına kadar gitmişlerdir.
Üçüncü Grup diye tarif edeceğimiz grup ise daha çok değişik bölgelerdeki aydınlar ve ileri gelen kişilerden oluşmaktadır. Bunlar artık Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılmakta olduğunu, bunun da milliyet esasına göre yapılacağını düşünerek bölgelerinde Türk ve İslam nüfusunun fazla olduğunu göstermeye, bunların haklarını korumaya çalışmaktadırlar. Bu grup her bölgede değişik isimlerle Müdafaayı Hukuk Cemiyetleri kurmuşlardır. Bu cemiyetler esas olarak Wilson Prensiplerinin 12’nci Maddesinden faydalanmak isteyen işgal edilen veya edilebilecek bölgelerdeki aydınlar tarafından kurulmuştur. Başlıca maksatları bölgelerinin ellerinden alınarak başkalarına verilmesini önlemektir.[36] Bunların büyük bir bölümü, Osmanlı İmparatorluğu içinde kalma çabasındayken bazıları da bunun mümkün olmadığını düşünerek ayrı bir devlet kurarak komşu devletler tarafından işgal edilmeden yaşamayı düşünmektedirler. Bunlardan birincileri Milli Mücadele’ye daha başlangıçtan itibaren katılırken ikinci düşüncede olanlardan bazıları uzun bir müddet tereddütte kalmışlardır. Mesela Trakya Bölgesi’nden Sivas Kongresi’ne delege gönderilmemiştir.






Kaynaklar
[1] Türkmen, a.g.e., s.37-39.
[2] Jaeschke,  s.33.
[3] Jaeschke,  s.34.
[4]Özçelik, İsmail, Milli Mücadelede Güney Cephesi, Urfa, AAM Yayınları, Ankara, 2003, s.37.
[5] Türkmen, a.g.e., s.31.
[6] Jaeschke,  s.34.
[7] Türkmen, a.g.e., s.39-45.
[8] Türkmen, a.g.e., s.45-50.
[9] Çelik, Kemal, Milli Mücadelede Adana ve Havalisi, TTK Basımevi, Ankara, 1999, s.36.
[10] Çelik, a.g.e., s.37-39.
[11] Hatipoğlu, a.g.e., s.30-33.
[12] Türkmen, a.g.e., s.45-50.
[13] Aydemir, Şevket Süreyya, Tek Adam, 1’inci Cilt, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1991, s.337.
[14] Yalçın, Semih, 90’ıncı Yılında Milli Mücadele Bildirileri, Milli Mücadele Dönemi, AAM Yayınları, Ankara, 2011, s. 13.
[15] Jaeschke, Gotthard, Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri, Çev. Cemal Köprülü, 3. Baskı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2011, s.31.
[16] Türkmen, a.g.e., s.50-53.
[17] Aydemir, a.g.e., s.337.
[18] Türkmen, a.g.e., s.53-56.
[19] Türkmen, a.g.e., s.56-58.
[20] Türkmen, a.g.e., s.58-60.
[21] Yüceer, N., Osmanlı Ordusunun Azerbaycan ve Dağıstan Harekâtı, Gnkur. Basımevi, Ankara, 2002, s.158.
[22] Türkmen, a.g.e., s.29-33.
[23] Jaeschke,  s.26.
[24] Samsutdinov, a.g.e. s.35.
[25] Show, Stanford ve Ezel Kural, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, 2’nci Cilt, 2’nci Baskı, E Yayınları, İstanbul, 1994, s.391.
[26] Samsutdinov, a.g.e. s.44.
[27] Aydemir, a.g.e., s.362.
[28] Türkmen, a.g.e., s.34.
[29] Zürcher, Erik Jan, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 26’ncı Baskı, İstanbul, 2011,  s.221.
[30] Lewis, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, 5’inci Baskı, Çev. Boğaç Babür Turna, Arkadaş Yayınevi, Ankara, 2011,s.324.,
[31] Atatürk, Mustafa Kemal, Nutuk, Günümüz Türkçesi. Mehmet Seçkin, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 2004, s.18.
[32] Jaeschke,  s.42-44.
[33] Özalp, Kazım, Milli Mücadele, 1919-1922, TTK Basımevi, Ankara, 1998, s.3.
[34] Kılınçkaya, M.Derviş, Osmanlı Yönetimindeki Topraklarda Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu ve Suriye, AAM Yayınları, Ankara, 2004, s.150.
[35] Nutuk, a.g.e., s.23.
[36] Çelik, a.g.e.,, s.145.