.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

31 Ekim 2024 Perşembe

Şansa inanır mısın?

 Bu gün öğrencilerimden biri sanırım söylediğim bir söz üzerine bir soru sordu:

"O zaman siz şansa inanmıyorsunuz hocam. İnsan her şeyi kendi eylemleri ile mi belirler?"

Böyle bir soru beklemiyordum.

Şöyle cevap verdim:
"İnsan her şeyi kendi eylemleri ile belirler ifadesi biraz abartılı olur. 

Ama evet, şansa inanmıyorum. 

Biz sebebini bilemediğimiz şeylerle karşılaştığımızda, bunu şansa veya şanssızlığa yorarız. 

Halbuki her gün evrende ve yakın çevremizde milyonlarca şey olur.

Bunların bir çoğu istatistiki olarak az da olsa belli bir oranda bizi de etkiler.

Bizim bunları bilme, tahmin etme ve kontrol etme imkanımız yoktur.

Bunlardan bazıları bizim avantajımıza bazıları da dezavantajımıza olabilir.

Eğer bir şey istiyorsak bunu istemeliyiz.

İstemek de yetmez, bunun için hazırlıklı olmalı ve uygun şartlar oluştuğunda harekete geçmeliyiz.

Bu anlamda, diğer bütün etkenler sabit olarak düşünüldüğünde sonucu belirleyen bizim seçimlerimiz ve eylemlerimizdir.

Herkesin önüne bazen hiç tahmin etmediği fırsatlar çıkar.

Eğer bizim bir isteğimiz, planımız, hazırlığımız ve harekete geçme irademiz yoksa bu fırsatlardan yararlanamayız.

Hatta fırsatın farkına bile varamayız.

Bu sebeple, kontrol edemediğimiz şeylere odaklanmak yerine kontrol edebildiğimiz şeylere odaklanmamız lazım.

Çünkü bizi sonuca bunlar götürür.

Yani kendimize odaklanmalı, kendi davranışlarımızı düzeltmeliyiz.

Yoksa hiçbir zaman şansımız olmaz.

Bu şans filan da değildir.

Kendimizden kaynaklanan bir durumdur.

Örneğin, bir sabah güneş doğarken gökten çeyrek altın yağsa ve bu yağmur öğlene kadar sürse, eğer sabah gün doğmadan uyanıp dışarı çıktıysanız bu altından payınızı toplarsınız.

Eğer öğlene kadar uyursanız, siz uyandığınızda dışarıda toplanmamış tek bir altın kalmaz.

Bunun sebebi şas veya şanssızlık değildir.

Sizin seçimleriniz, sizin eylemlerinizdir.

Daha doğrusu, sizin tembelliğinizdir.

Bu sebeple ben şansa inanmam.

Çalışmaya inanırım.

Sizde öyle yapın.

En azından sınavda öyle yapın.

Derse çalışmazsanız, şans eseri yüksek not alamazsınız."

29 Ekim 2024 Salı

Lozan bir zafer mi yoksa bir hezimet mi?

 Bu soru, benim duyduğum en salakça sorulardan biri?

Neye göre hezimet, neye göre zafer?

Lozan'ın alternatifi nedir?

Sevr Antlaşması değil mi?

Sevr haritası ve koşullarını alıp masaya koyun, yanına da Lozan sınırlarını ve koşullarını koyun, hangisi iyi bakın.

Sorunun saçmalığını hemen anlarsınız.

Bu soru 50'lerde dillendirilmeye başlandı ama 70'lerden sonra sıkça soruluyor.

Cumhuriyet ve hatta devlet düşmanları onun kurucularına doğrudan saldıramadıklarından bu soruyu ortaya atarak dolaylı bir strateji uyguluyorlar.

Soruyu soruş şekilleri bile hezimet olduğunu ima eder şekilde.

Kendileri Vahdettin'i parlatmaya, o olmazsa yerine 2. Abdülhamit'i parlatmaya çalışıyorlar.

Halbuki Abdülhamit çok önceleri ölmüştü.

Ama bir İngiliz gemisine binerek yaptıklarının hesabını vermekten korktuğundan rezil bir şekilde yurt dışına kaçan birini parlatmak o kadar kolay değil.

Bu yüzden geride daha başarılı birini öne sürüyorlar.

Ama Vahdettin ve hükümetinin imzaladığı anlaşmayı, yani Sevr'i hiç gündeme getirmiyorlar.

Sanki Osmanlı Kanuni devrindeki gücünde ve sınırlarındaydı da Atatürk ve arkadaşları gelip onu yıktı gibi anlatıyorlar.

Bu da bir ucube düşünce sistemini ortaya çıkarmaktadır.

Hepsinin temelinde ölüyü gömmek yerine diriltme hayali kurmak yatmaktadır.

Frankeştayn filmini seyretmeyen yoktur.

Ölüleri diriltemezsiniz.

Ola ki diriltmeyi başarırsanız da bir ucube yaratmış olursunuz.


Ölüleri neden hemen gömerler?

 Birkaçı hariç hemen hemen her kültürde ölüleri en kısa zamanda gömerler veya yakarlar.

Bunun elbette ki çok mantıklı birçok sebebi vardır.

Bunlar arasında ölülerin çürümesi sonucunda salgın hastalıklara sebep olmasını önlemek gibi fiziki sebeplerin yanında psikolojik ve sosyolojik sebepler de vardır.

Fiziki olmayan sebeplerin temelinde hayata kaldığı yerden devam etme arzusu bulunmaktadır.

Psikolojide de geçmişi ve yarattığı acıları kabul edip geride bırakmanın önemi vurgulanmaktadır.

Kişi ölen yakınlarını hemen gömmez ve uygun bir şekilde yas tutmaz ise sürekli olarak geçmişte kalıp psikolojik olarak huzuru bulamaz ve ilerleyemez.

Aynı şey toplumlar için de geçerlidir.

Bu tür toplumlara birçok örnek verilebilir.

Ama ben Türk halkının yaşadığı sorundan bahsetmek istiyorum.

Osmanlı İmparatorluğu, tarihin en şanlı imparatorluklarından biridir.

Ama her canlı gibi o da doğmuş, büyümüş, yaşlanmış, zayıflamış ve ölmüştür.

Bu ölüm süreci o kadar acı verici olmuş ve ölmesin diye o kadar büyük bedeller ödenmiş ki bunun acılarını unutmak o kadar kolay olmamıştır.

Neyse ki bu acı gerçeği gören ve mücadeleye atılarak yıkılan devletle birlikte tüm milletin de yok olmasını engelleyen Atatürk ve arkadaşları tarafından ölen Osmanlı yerine yeni bir devlet kurulmuştur.

Ancak bu durumu tam olarak algılamayan ve gerçekleri bir türlü kabul edemeyen çevreler bulunmaktadır.

Bunlar hala Osmanlı rüyası görmektedir.

Halbuki Osmanlı ölmüştür.

Sürekli ölen birinden bahsetmek insana huzursuzluk verir.

Odaklanmayı zorlaştırır.

İlerlemeyi engeller.

Bu durum günlük hayata ve siyasete de sirayet eder.

Bu durum toplumlar için de sorunludur.

Bunu bizin son 20-25 yıllık dönemimizde açıkça görüyoruz.

Siyaset, din, rejim vb. ne varsa hala eski kavramlarla açıklanmaya çalışılmaktadır.

Örneğin Abdülhamit öleli 100 yıldan daha uzun bir süre olmuştur ama sanki hala yaşıyor gibi onun üzerinden siyaset yapılmaktadır.

Üstelik ona sempati duyanlar da karşı olduğunu söyleyenler de boş bir hayalin peşinde koşmaktadır.

Hayaletlerden medet ummakta veya hayaletlerle savaşmaktadırlar.

Bu yüzden gerçekle hayal birbirine karışmaktadır.

Böylece, her iki taraf da kendi Abdülhamitlerini yaratmıştır.

Bu iki Abdülhamit'in de gerçeğiyle hiç alakası yoktur.

Aynı şey Vahdettin ve diğer bazı tarihi şahsiyetler üzerinden de yapılmaktadır.

Bu durum, toplumu boş bir tartışma içine sürüklemekte ve ülkenin gücünü hayaletlerle uğraşmakla tüketmesine sebep olmaktadır.

Bu tükenmişlik ise toplumun ve devletin ilerlemesine ve hatta birlik ve bütünlüğüne bile zarar vermektedir.

Eğer Türkiye büyük bir devlet olacaksa, artık geçmişi geçmişe gömmek gerekmektedir.

Bize hiçbir faydası olmayacak tartışmalara bir son vermek lazımdır.

Osmanlı öleli 100 seneden fazla olmuştur.

Osmanlı bizim geçmişimizdir.

Hepimizin geçmişidir.

Cesedini ikide bir çıkarıp otopsi masasına koymanın alemi yoktur.

Artık ölüler gömülmelidir.

Yaşayanlara odaklanılmalıdır.

Geçmişe değil, geleceğe göre planlar yapılmalı ve hedefler belirlenmelidir.

28 Ekim 2024 Pazartesi

Grip salgını mı, korona salgını mı?

 17 gün önce boğaz yanması ve burun akıntısından muzdarip olmaya başladım.

Hemen soğuk algınlığı için eczaneden bir ilaç aldım.

Şehir dışında olduğumdan birkaç gün bu ilacı kullandım.

Ama bir faydası olmadı.

Ankara'ya dönünce doktora gittim.

Salgın olduğunu ve antibiyotiklerin işe yaramadığını söyledi.

Tansiyon problemi yaratıyor diye diğer soğuk algınlığı ilaçları yerine İ... ile başlayan ilacı yazdı.

Bol bol sıcak içecekler (ıhlamur, çay, kahve veya çorba) içmemi tavsiye etti.

Hastalık öyle tuhaftı ki normal gripte olduğu gibi ne ateş, ne halsizlik yapmıyor.

Sadece burun akıntısı, boğaz yanması ve öksürük.

Ama kötü tarafı, bir türlü geçmiyor.

Ne yalan söyleyeyim, ben de başlangıçta pek ciddiye almadım.

Ama ciddiye aldıktan sonra da aldığım tedbirler işe yaramadı.

İşin kötüsü, bir gün hastalık geçer gibi oluyor, diğer gün daha da ağırlaşıyor.

İnşallah yakında geçer.

Doktor arkadaşlar bu günlerde grip şikayeti ile gelen her dört kişiden üçünün aslında korona olduğunu söylüyorlar.

Mutasyon geçiren korona virüsü, nezle gibi semptomlar gösteriyor ama geçmesi çok uzun sürüyormuş.

Sanırım ben de korona oldum.

Bir bitmedi bu lanet virüs.

Herkese kendilerine dikkat etmelerini tavsiye ediyorum.

Otobüs ve toplu taşıma araçlarına pek binmeyin.

Binerseniz de maske takın.

Çünkü bana muhtemelen otobüs yolculuğu sırasında geçti.

27 Ekim 2024 Pazar

Bu gün yine bir deprem oldu.

 Bu gün yine bir deprem olmuş.

Üstelik oldukça şiddetli.

5 şiddetinde.

Bunlara alışmak lazım.

Ama alışıp umursamazlık etmemek lazım.

Bu bir gerçek.

Ülkemiz bir deprem ülkesi.

Sürekli depremler oluyor.

Bunların bazıları büyük yıkımlara sebep oluyor.

Maalesef bu yıkımlarda ilgili kurumlarımız iyi bir performans sergileyemiyor.

Çünkü yıllardır oluşturulan planlar ve tedbirler iptal edildi.

Hükümet ordunun doğal afetlerle ilgilenme sorumluluğunu kaldırdı.

Bunun ne kadar büyük bir hata olduğu Malatya, Maraş, Antakya hattında meydana gelen depremde açıkça görüldü.

Ülkemizde tek sorun depremler de değil.

Sel, kuraklık vb. birçok doğal afetten etkileniyoruz.

Bu sebeple konu detaylı bir şekilde ele alınmalı.

Türkiye'nin bir doğal afet bakanlığı olmalı.

Bu bakanlık ilgili devlet kurumları ile koordine ederek afetlerle mücadele konusunda planlar yapmalı.

Sadece plan yapmakla da olmaz.

Ülkede iskan politikası oluşturulmalı.

Doğal afet bölgelerinde nüfusun çoğunun toplanması önlenmeli.

Ekonomik yoğunlaşma da bu bölgelerden uzaklaştırılmalı.

Mesela İstanbul bir deprem bölgesi.

Ama nüfusumuzun neredeyse dörtte biri burada yaşıyor.

Gayri safi milli hasılamızın yarısına yakını da İstanbul'da üretiliyor.

Eğer İstanbul'da bir doğal afet olursa, Türkiye çöker.

Bu sebeple İstanbul'daki sanayi Anadolu'nun güvenli bölgelerine dağıtılmalı.

Şehir nüfusunun artışının da önüne geçilmeli.

Hatta nüfusun bir kısmının Anadolu'ya göç etmesinin yolları araştırılmalı.

Geride kalanlar için de binalar gözden geçirilmeli.

Deprem ilk toplanma bölgeleri oluşturulmalı.

Gerekirse bunun için bazı binalar yıkılmalı.

Yani, çok boyutlu bir planlama yapılıp hemen icraata geçilmeli.

İş işten geçtikten sonra ne yapılırsa boş.

Kerem Aktürkoğlu ve Kenan Yıldız gol yarışına mı girdi?

 Arda Güler, Real Madrid'te pek oynatılmıyor.

Real Madrid'te işler de pek iyi gitmiyor.

Barcelona'ya çok ağır bir şekilde yenilmeleri bunun göstergesi.

Ama Avrupa'daki diğer oyuncularımız oynuyor ve harikalar yaratıyor.

İnter'de oynayan Hakan Çalhanoğlu bu hafta maçı trübünden seyretti.

Ama sahada başka bir milli oyuncumuz vardı.

Juventus'ta oynayan Kenen Yıldız, 61. dakikada oyuna girdi ve 2 gol attı.

Öte yandan Kerem Aktürkoğlu Potekiz'de yine bir yıldız gibi parladı.

Bu hafta üç güzel gol attı.

Bu oyuncularımızın başarısı elbette milli maçlara da yansıyor.

Sürekli hayal kırıklığına uğradığımız milli maçlarda artık büyük başarılar kazanıyoruz.

Bunda Türkiye'de yetişmiş oyuncular kadar Avrupa ülkelerine işçi olarak giden vatandaşlarımızın çocuklarının da payı var.

Hakan, Kenan, Orkun filan hep bu ikinci kategorideki oyuncularımız.

Bu durum bize bir ders olur inşallah.

Ülkemizin potansiyelini sadece sınırlarımız içinde yaşayan insanlara göre hesaplamamamız lazım.

Tüm dünyaya yayılmış bir diasporamız var.

Bunların arasında sadece futbolcuları değerlendiriyoruz.

Halbuki birçok ülkede büyük başarılara imza atmış bilim adamlarımız, sanatçılarımız, akademisyenlerimiz ve iş adamlarımız da var.

Devletimiz, bunları da tespit edip yararlanma imkanlarını araştırmalı.

Eğer Türkiye büyük devlet olcaksa, bu şarttır.

İlgililere duyurulur.

Ankara'da yaşayanlar, biliyor musunuz? Ulus'ta her şey daha ucuz.

 Bu gün mahalleden bir arkadaş telefon etti.

Ulus'taki Hâl'e gidiyormuş.

Balık alacakmış.

Bana gelmek isteyip istemediğimi sordu.

Ulus'a çoktan beri gitmedim.

Sadece balık almak için gitmenin mantıklı bir şey olduğunu sanmıyordum.

Bizim semtteki balıkçıya göre biraz daha ucuz olsa da otobüs ücreti ve içeceğimiz çay filan derken balığın daha pahalıya geleceğini düşünüyordum.

Buna rağmen, bir değişiklik olur diye gitmeye karar verdim.

Gençlik Parkı'nın önünde otobüsten indik.

Yeni inşa edilmiş olan caminin yanından geçerek bir çarşıya girdik.

Aman Allahım....

Çarşı insan kaynıyor.

Daha çok kırsaldan yeni göç etmiş kişiler veya düşük gelir seviyesine sahip kenar mahallelerde yaşayan insanlar olduğu kanaatine vardığım yüzlerce, hatta binlerce insan çarşıyı doldurmuştu.

Çarşıda hemen her şey satılıyordu.

Fiyatlar ise inanılmaz ucuzdu.

Çarşıyı boydan boya geçtik.

Merdivenlerden çıkıp Hâl'in önüne geldik.

Önce Hâl'in karşısındaki Sulu Han'a girip gezdik.

Alt katta birer çay içtikten sonra dışarıya çıktık.

Hâl'in yanında Kahvaltı Pazarı diye bir yer vardı.

İçeri girip fiyatlara baktık.

Peynirden zeytine tüm kahvaltılıklar vardı.

Üstelik çeşit bol ve fiyatlar marketlere göre daha düşüktü.

Sonra Hâl'e girdik.

Bir sürü balıkçı ve önlerinde kuyruğa girmiş insanlar vardı.

Bir tur attık.

Balık fiyatlarının dükkanların hepsinde aynı olduğunu gördük.

Balıklar da çok taze görünüyordu.

Hâl'de sadece balık satılmıyor.

Etten sakatata ve hatta yumurtaya kadar birçok gıda maddesi satan dükkanlar var.

Balık fiyatları ucuz olduğundan yeterince balık aldık.

Yumurtalar da markete göre oldukça ucuzdu.

Bir koli de yumurta aldık.

Başka ıvır zıvır da aldıktan sonra dışarı çıkıp otobüse bindik ve mahalleye geldik.

Eğer gıdadan giyime ve ev eşyasına kadar ihtiyacınız olan her şey için daha az para harcamak istiyorsanız, Ulus'a gitmenizi tavsiye ederim.

Ulus'ta her şey daha ucuz.


25 Ekim 2024 Cuma

TUSAŞ'a yapılan terörist saldırıya neden bu kadar şaşırdılar, anlamış değilim.

 TUSAŞ'a yönelik olarak, PKK terör örgütü tarafından bir terör saldırısı yapıldı.

Tesisten çıkan silahsız insanlara ve bir taksiciye karşı insanlık dışı bir katliam gerçekleştirildi.

Bu olay hepimizin içine ateş düşürdü.

Çok üzüldüm.

Herkes çok üzüldü.

Ama basın-yayın organlarına bakınca, çoğu kişinin sadece üzülmekle kalmayıp çok şaşırdığı da görülüyor.

Beni ise buna şaşırılması şaşırtıyor.

Çünkü bu saldırı, ilk değil.

Daha önce de benzer şekilde saldırılar yapıldı.

PKK, daha 90'lı yıllarda (yanlış hatırlamıyorsan ilk defa Tunceli'de) intihar saldırıları düzenlemeye başladı.

Genellikle bir kişi tarafından yapılan ve canlı bomba eylemi diye nitelendirilen bu saldırılar çok da başarılı değildi.

Bazı teröristler ise son anda bombayı patlatmaktan vazgeçip güvenlik güçlerine teslim olabiliyordu.

Bunun üzerine birden fazla terörist tarafından gerçekleştirilen bombalı araç saldırıları yapıldı.

Bu tür saldırılar genellikle askeri tesislere (jandarma karakolları ve askeri üs bölgelerine) yapılıyordu.

Askeri birlikler, özellikle de Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde olanlar, emniyet tedbirlerine daha iyi uyduklarından bu tür saldırılar da çoğu zaman önlenebiliyor veya etkileri çok büyük olmuyordu.

Bunun üzerine PKK terör örgütü, yeni bir saldırı türü geliştirdi.

Genellikle çalıntı veya gasp edilmiş bir araçla saldırılacak bölgeye iki kişi geliyor, saldırı bölgesinde araçtan hızla iniyor, önce silahlarla ateş ederek mümkün olan en fazla sayıda insanı öldürmeye çalışıyor, son safhada da saldırganlardan birinin sırt çantasındaki patlayıcı kendisi veya olayı uzaktan izeleyen üçüncü bir terörist tarafından patlatılıyor.

Yakın zaman içinde yapılan bu tür saldırılar üç defasında televizyonlara da yansıyarak çok ses getirdi.

İlki sanırım Adana veya Antalya bölgesindeki bir jandarma karakoluna yapılmıştı.

İkincisi Ankara'da İç İşleri Bakanlığı'na yapıldı.

Üçüncüsü de TUSAŞ'a yapıldı.

TUSAŞ saldırısı olunca, televizyonlardaki kerameti kendinden menkul güvenlik uzmanlarının ve yorumcuların, bu tür saldırılar sanki ilk defa yapılıyormuş gibi şaşırmasına anlam veremedim.

İlgili kurumların sanki aynı şaşkınlık içindeymiş gibi görünmesine de inanamadım.

Eskiden TSK, terör eylemleri ile ilgili gelişmeler ve eylem türlerini inceleyerek tüm birliklere yayımlıyordu.

Acaba artık yapılmıyor mu?

Yapılıyorsa her yere yayınlanmıyor mu?

TUSAŞ Türkiye'nin en stratejik sanayi kurumlarından biri.

Böyle bir kurumun mutlaka bir güvenlik müdürü ve güvenlik teşkilatı vardır.

Bunlara bu tür olaylar hakkında bilgi verilmiyor mu?

Veriliyorsa, kurumun güvenlik müdürü ne tür tedbir almış?

Aslında bu tür saldırılar tamamen olmasa da büyük oranda önlenebilir.

Saldırılar tamamen önlenemese de alınacak tedbirlerle bu saldırılardan en az zarar görerek çıkmak sağlanabilir.

Bunun için sanıldığı gibi çok olağan üstü şeyler yapılmasına da gerek yok.

Basit tedbirlerle saldırılardan zarar görülmesini önlemek mümkün.

Ben görevdeyken tesis, üs bölgesi, köy vb. koruması ile ilgili görevlerde çalıştım.

Alınacak tedbirlerin çok masraflı ve olağan üstü olmasına gerek olmadığını biliyorum.

Hatta bu konularda STRASAM Düşünce Kuruluşunun internet sitesinde bazı yazılar da yazdım.

İç İşleri Bakanı'nın olay olur olmaz duruma hakim olması ve bizzat takip etmesi iyiydi.

Ama eylemden sonra hangi örgütün yaptığından emin olmadıklarını, bunun için kimlik tespiti yapılmasını beklediklerini söylemese bana tuhaf geldi.

Her terör örgütü kendine has saldırı teknikleri uygular.

Bir saldırı olduğunda ilk olarak, daha önce hangi terör örgütü bu tür eylemler yapmış incelersiniz.

Bu sizi sonuca kısa yoldan götürür.

Bu saldırı, PKK terör örgütünün daha önce de uyguladığı taktik ve tekniğe uyuyor.

Bu sebeple ben, saldırı haberini izleyince hemen PKK'nın yaptığını düşündüm.

Televizyonlarda ise tuhaf konular konuşuluyordu.

Yok teröristler çok profesyonelmiş.

Kesin yabancı bir istihbarat teşkilatı eğitmişmiş.

İsrail'in adamları olabilirmiş.

Olayın arkasında ABD olabilirmiş.

Bir sürü hikaye.

Evet saldırı, PKK tarafından birilerinin (ABD veya İsrail'in mesela) isteği ile yapılmış olabilir.

Ama teröristlerin çok profesyonel olduğuna dair ben bir şey göremedim.

Daha önce yapılan saldırıların neredeyse tamamen aynı şekilde yapıldı.

Yani PKK terör örgütünün standart basit bir eğitim vererek bazı teröristleri bu işlerle görevlendirdiği anlaşılıyor.

Öleceklerini bile bile saldırıyı gerçekleştirmelerinden başka olağanüstü bir durum yok.

Taksiye binmişler, kapı önünde inip gördükleri herkese ateş etmişler, daha sonra da nizamiyeye yönelmişler.

Hep aynı şey.

Hep aynı teknik.

Hep aynı taktik.

Yeni olan, şaşırtıcı olan hiçbir şey yok.

Bence tuhaf olan, nizamiyeden teröristlere hiç ateş edilmemesi.

Edildiyse de ben izlediğim videolarda görmedim.

Eğer nizamiyede, iç işleri bakanlığına yapılan saldırıda olduğu gibi anında teröristlere ateş eden güvenlik görevlileri olsaydı, belki bu kadar çok zayiat vermeyebilirdik.

Acaba güvenlik kuvvetlerimizde bu tür şeyleri takip eden ve inceleyen, bunlardan sonuç çıkarak birimler yok mu?

Birimler var da buralarda çalışan uygun personel mi yok?

Bence vardır, ama bir şeylerin uygun işlemediği ortada.

Öte yandan, TUSAŞ güvenlik teşkilatının başındaki kişi veya kişilerin de yeterliliğini merak ediyorum.

TUSAŞ sadece tesis olarak değil çalışanları açısından da stratejik.

Burada çalışanların güvenlik soruşturmaları tam mı?

Saldırıda içeriden bilgi veren biri olabilir mi?

Tesis etrafında kimler yaşıyor?

Bu tür saldırılar detaylı bir keşif, planlama ve hazırlık gerektirir.

Bunu da saldırıyı yapanlar değil, başka birileri yapar.

Çevreyi gözetleyen kameralar yok mu?

Etrafta dolaşan ve şüpheli hareketler yapan kişiler fark edilmemiş mi?

Kamera kayıtları incelenerek bu tür kişiler araştırılıyor mu?

Stratejik kurum ve tesislerde çalışan personelin bireysel güvenliği için neler yapılıyor?

Bu personele saldırı durumunda ne yapacakları öğretiliyor mu?

Çünkü teröristler ateş etmeye başlayınca bazı kişiler kaçarken bazıları bulundukları yere yatıp uzandılar.

Teröristler de kolayca onlara ateş ettiler.

Çalışan personelin oturdukları ev, araçları vb. için ne tür emniyet tedbirleri alınıyor?

Bunlar önemli hususlar.

İlgililere duyurulur.

Strasam'daki yazılara aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz.

 (https://strasam.org/strateji/istihbarat/isyerinizde-almaniz-gereken-guvenlik-tedbirleri-nelerdir-2918, 

https://strasam.org/strateji/istihbarat/kendi-emniyetiniz-icin-yaya-yuruyuslerinde-alabileceginiz-tedbirler-nelerdir-2913

https://strasam.org/strateji/istihbarat/cocuklarla-ilgili-alinmasi-gereken-guvenlik-tedbirleri-nelerdir-2909

https://strasam.org/strateji/istihbarat/arac-kullanirken-alinmasi-gereken-guvenlik-tedbirleri-nelerdir-2900

https://strasam.org/strateji/istihbarat/evinizin-guvenligi-icin-alinmasi-gereken-tedbirler-nelerdir-2882

https://strasam.org/strateji/istihbarat/mafya-babalari-icin-hayatta-kalma-tedbirleri-2861).


Bu ülkede, tek bölücü hain PKK'lılar değil. Onlardan çok var.

Yunanistan'da bir sürü etnik grup var.

Ama, bunlardan biri kendi etnik kimliğini zikretse, örneğin bir Hristiyan Arnavut, Arnavut olduğunu söylese; herkes; "Hayır! Sen Helensin/Yunansın" der.

Adamlar Müslüman Türklere bile ısrarla "Siz aslında Helensiniz. Eskiden Ortodoks Hristiyandınız. Osmanlı sizi Müslüman yaptı." diyor.

Öyle olmadığını söyleyip itiraz edenlere ise her turlu baskıyı yapıyorlar.

Nedense bizde durum bunun tam tersi.

Bizde Türk olduğunu söyleyen ve çoğunlukla genetik olarak da Türk olan insanlara "Sen yahudi dönmesisin, sen Ermeni kökenlisin, sen aslen bilmem nesin.." diye akıllarınca karalayan bir sürü hain var.

Bu hainler, eğer bu ithamla karşılasan kişi itiraz edip Türk olduğunu söylerse, bu kişiyi hemen ırkçılık yapmakla suçluyorlar.

Bir sürü cahil cühela da hemen bunlara inanıp kuyruklarına takılıyor.

Böylece, bilerek veya bilmeyerek millet ayrıştırılmaya çalışılıyor.

Bölücülük yapılıyor.

Üstelik bunları yapanlar ve yapanlara inanıp destek verenler kendilerinin gerçek milliyetçi olduğunu iddia ediyorlar.

Sorun sadece bunlar değil.

Bir de "Müslüman olmayan Türk, Türk değildir." diyen beyni sulanmışlar var.

Hristiyan Araplar Arap oluyor ama nedense Hristiyan Türkler bu lavuklara göre Türk değil.

İnsan bunları dinlerken küfretmemek için kendini zor tutuyor.

Her zaman da tutamıyor aslında.

"Ben Türk değilim, Müslümanım." diyen bir tür daha var ama ben bunlara sadece şunu soyluyorum:

Sen Türk olma zaten! Daha din ve millet kavramları arasındaki farkı anlayamayacak kadar salak birinden bu millete fayda gelmez. Zarar gelir."

İnanın bu tipleri gördükçe ülkeye ve geleceğine güvenim azalıyor.

Memleket resmen cadı kazanı gibi.

Mustafa Kemal Atatürk ve Yahya Sinvar karşılaştırması yapan şerefsizler var.

Bazı yavşaklar Atatürk ile İsrail tarafindan öldürülen HAMAS liderinin Yahya Sinvar'ın fotoğraflarını yan yana koyup altına şuna benzer şeyler yazıyorlar:

"Biri Gazze'yi İngilizlere verdi, diğeri Gazze için son nefesine kadar savaştı."

İnsan bu tur şeyleri okuyunca bu ülkede ne kadar kansız, yalancı, iftiracı ve hain olduğuna şaşırıyor.

Gazze, 31 Ekim'de başlayan 2. Birüssebi muharebesi sonucunda 7 Kasım 1917'de İngilizlerin eline geçti.

Peki o sırada Atatürk nerede idi?

İstanbul'da, genel karargah emrindeydi.

Bir ay kadar sonra Vahdettin ile Almanya seyahatine katılacaktır.

O bölgede bile olmayan, binlerce kilometre ötedeki İstanbul'da bulunan bir insanı Gazze'deki savaştan sorumlu tutmak şerefsizliktir.

Üstelik övmeye çalıştıkları adamın dedelerinin Gazze'nin kaybedilmesinden asıl sorulu olanlar olduğundan da hiç bahsetmiyorlar.

1916'da başlayan arap isyanının yaydığı ayrılıkçılık fikirleri ve isyancı Araplar 1917'de Gazze'ye girdiler.

Zaten zayıf kuvvetlerle güçlü İngiliz ordusuna karşı 1. Birüssebi Muharebesini tüm mensuplarının hayatları pahasına zorla da olsa kazanan Osmanlı ordusu, Arap isyancıların geri bölgede yaptığı saldırıların da etkisiyle 2. Birüssebi muharebesinde yenildi ve Gazze kaybedildi.

Bu gün Gazze için son nefesine kadar gerçekten kahramanca savaşan adam, dedelerinin o zamanlar yediği haltların hesabını ödemektedir.

Başkasına çamur atmakla bu gerçeği değiştiremezsiniz.

Zamanında dedeleri hata yapmasaydı, İngilizler belki de hiç ilerleyemeyecekti.

Bu gün bırakın İsrail'in yaptığı katliamları, muhtemelen bir İsrail devleti bile olmayacaktı.

Hani bir fıkra vardır:

"Adamın biri bir lokantanın önünde, 'Siz yiyin, torununuz ödesin.' yazısını görür.

İçeri girip garsonlardan birine yazının doğru olup olmadığını sorar.

Garson, 'yazının doğru olduğunu' söyleyince adam bir masaya oturup mönüde ne varsa sipariş eder ve afiyetle yer.

Adam tam kalkacakken garson hesabi getirir.

Hesabı gören adam şaşırır.

'Hani ben yiyecektim ve hesabı torunum ödeyecekti? Bu bir yalan mıydı?' diye garsona çıkışır.

Garson gayet sakin bir şekilde 'Hayır, o yazıda söylenenler tamamen doğru.' der.

Bunu duyan adam sinirli bir şekilde bağırır:

'O zaman bu hesap nereden çıktı?'

Garson, cevap verir:

'Bu sizin hesabınız değil. Dedenizin yediklerinin hesabı. Siz onun torunu değil misiniz?'"

Şu anda yaşananlar bundan ibarettir.

Arap isyanı Osmanlı ordusunu arkadan vurup zayıflatmıştır.

Bu sayede İngilizler, kısa sürede tüm Ortadoğu'yu ele geçirmişlerdir.

Araplar savaştan sonra yeni bir halt daha yemişlerdir.

"Biz Yahudiler ile amca çocuklarıyız. Akrabayız. Anlaşmakta sorun yaşamayız." diyerek İngilizlerin savaş sırasında Yahudilere Filistin'de bir devlet kurma sözünü desteklemişlerdir.

Hatta Arap isyanının liderlerinden Şerif Hüseyin, savaş sonrasında Paris'e gitmiştir.

Burada dünyayı, bu arada Osmanlı'dan koparılan toprakları aralarında paylaşmak için toplanan İngiliz, Fransız, İtalyan ve Amerikalılara; Filistin'de bir İsrail devletinin kurulmasına onay verdiklerini söylemiştir.

Bunun karşılığında tek istediği, büyük bir Arap krallığı kurulması ve elbette başına kral olarak babası Şerif Hüseyin'in oturtulmasıdır.

Kendisi de bu büyük Arap krallığının içinde olmasını planladığı Suriye'ye kral olacaktır.

Fransız ve İtalyanlar, İngiltere'nin maşası olacağını düşündükleri bir İsrail devletinin kurulmasına karşı çıkmışlardır.

Ama arap liderlerinin de desteğini alan İngilizler, İsrail'in kurulmasını sağlayan adımları atmışlardır.

Önce, Arap ve Yahudi nüfustan oluşan kendi kontrollerindeki (mandaları altındaki) Filistin Devleti'ni kurmuşlardır.

Bundan sonra, tüm dünyada yaşayan zengin Yahudilerin desteğiyle her yerden Filistin'e Yahudiler göç etmeye başlamıştır.

Araplar yavaş yavaş durumun nereye gideceğini anlamışlardır.

Bunun üzerine Arap ve Yahudiler arasında çatışmalar başlamıştır.

Yahudi göçü 2. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında iyice artmıştır.

Sonuçta 1948'de İsrail Devleti kurulmuştur.

O zamandan beri de Arap-İsrail çatışmaları yaşanmaktadır.

Önceleri diğer Arap devletlerinin de taraf olduğu bu çatışmalar, Arap rejimlerinin İsrail ile ilişkilerini geliştirmesi ile birlikte İsrail-Filistinli savaşına dönüşmüştür.

Ne kadar ibretlik bir durum değil mi?

Ama bu işler böyledir.

İnsan soyunda devamlılık vardır.

Yaptığınız her eylemin bir sonucu olur.

Bu sonucu sadece siz değil sizden sonra gelen tüm soyunuz çeker.

Yani, bu gün yediğiniz haltların hesabını mutlaka bir gün ödersiniz.

Eğer siz ödemediyseniz, çocuklarınız ve hatta torunlarınız öder.

Onun için herkesin ne halt yediğine dikkat etmesi lazım.