.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

2 Ekim 2023 Pazartesi

İnsanlara ne oldu?

 Öğretmen sınıftaki en cevval çocuğa sormuş:

"Canlılar kaça ayrılır?"

Çocuk cevap vermiş:

"Dörde ayrılır öğretmenim."

Bunun üzerine öğretmen; "Say bakalım, neymiş onlar?" demiş.

Çocuk başlamış saymaya: 

"Bitkiler, hayvanlar, insanlar ve çocuklar."

Öğretmen şaşkınlıkla soruyor:

"Çocuklar da insan değil mi oğlum?"

Çocuk; "Haklısınız öğretmenim, o zaman canlılar, üçe ayrılır." diyor.

Bunun üzerine öğretme; "Peki, yeniden say bakalım." diyor.

Çocuk bu sefer, "bitkiler, hayvanlar ve çocuklar" diyor.

Öğretmen; "Oğlum insanlara ne oldu? Saymadın.." diyor.

Çocuk cevap veriyor:

"Düşünebilenleri hep çocuk kaldılar, düşünemeyenleri ise hayvanlaştılar öğretmenim."


29 Eylül 2023 Cuma

Ankara'nın tarihi dokusunu ve Atatürk'ün inşa ettirdiği başkenti korumak.

Bazı gazetelerde, sosyal medyada ve arkadaş sohbetlerinde, Ankara'nın tarihi bölümünün, yani kale ve çevresinde hala ayakta kalan klasik Ankara evlerinin restore edilerek Ankara'nın önemli bir kültürel merkezi haline getirileceğine dair haberlere rastlıyorum. 

Bunun gerçek olmasını canı gönülden istiyorum.

Çünkü geçmişinden kopuk bir şehir, yaşanılası bir şehir olamaz.

Bu yüzden, arada bir gittiğim eski Ankara'nın yıkılmaya yüz tutan ve harabeye dönen eski evlerini görünce hep üzülürüm.

Şimdi, Ankara Belediyesini yönetenler de aynı şeyleri hissediyor olacak ki böyle bir proje hazırlamışlar.

Geçmiş dönemlerde, açgözlülükleri yüzünden yeni arsalar üreterek yakınlarını emlak zengini yapmaktan başka hiçbir vizyonu olmayan eski yöneticilerin mahvettiği Ankara, sonunda tamamen elden çıkma tehlikesi ile karşı karşıya olan tarihi zenginliklerine tekrar kavuşacak.

Aslında bu tarihi bölgeye bakış açısı ve gösterilen ilgi, her zaman böyle değilmiş.

Tan aksine, Cumhuriyet kurulduğunda bu bölge, şehrin en önemli bölgesi olarak görülmüş.

Doğal olarak bu anlayış, şehir planlaması çalışmalarına da yansımış.

Şehir planlaması için getirilen yabancı mimarlar da bu tarihi bölgenin önemini kavrayarak planlarını ona göre yapmışlar.

Ama nüfus hızla arttığından daha sonraları yeni planlar yapılmak zorunda kalınmış.

Ankara'nın nüfusu 1920 yılında 20-25 bin olarak tahmin ediliyor.

Bu nüfus, Milli Mücadele sırasında hızla artarak şehrin başkent ilan edildiği 13 Ekim 1923'te 47.000'e yükselmiş.

Bunun üzerine, geleceğin başkenti Ankara için 1924-25 yıllarında Stuttgardlı Profesör Carl Christoph Lörcher'e bir şehir planı hazırlatılmış.

Şehir nüfusu 1928 yılında 107.000 kişiye ulaştığından, şehir planlaması üzerinde daha büyük bir hassasiyetle durulmaya başlanmış.

Görev, şehir planlamacısı Hermann Jansen'e verilmiş ve şehir nüfusunun yakın zamanda 250.00'e ulaşacağı; bu sebeple şehri, bu kadar nüfusun yaşayacağı bir başkent olarak planlaması istenmiş.

Jansen, Lörcher'in hazırladığı taslaklardan da yararlanarak işe başlamış.

Jansen, şehir planını hazırlarken yeni yerleşimleri ovaya yapmayı ve böylece eski Ankara'yı korumayı esas almış.

O günlerde aldığı notlarda düşüncelerini şöyle ifade etmiş:

"Eski Ankara'yı, ovada kurulacak yeni kentten ayırmayı başarabilirsek, koruyabiliriz. Basamak basamak yükselen bir tepenin yamaçlarına kurulmuş olan eski evler, bu eski yerleşimi değişik, güzel ve çekici yapıyor."

Hazırladığı plan Ankara belediyesi tarafından onaylanmış.

Atatürk döneminde, daha sonraki yıllarda da Ankara'nın tarih ve doğadan kopmadan modern bir başkent haline getirilmesine çok önem verilmiş.

Bu gün Ankara'daki meydanlar, anıt binalar ve eski semtler hep Atatürk döneminde yapılmış.

Örneğin Bahçelievler semti.

Bahçelievler, Türkiye'nin ilk bahçe şehir uygulaması olarak hayata geçirilmiş.

Semt, 1934-36 yılları arasında Berlinli mimar ve kent planlamacısı Herman Jansen tarafından tasarlanıp gerçekleşmiştir.

Maalesef Atatürk'ten sonra gelenler Ankara'ya yeterli özeni göstermemişler.

Yakın geçmişte de bu özensizlik devam etti.

Ne tarihi alanlar, ne sanat, ne kültür, ne de doğa pek umursanmadı.

Örneğin, Atatürk'ün ağaçlandırdığı alanlara ve çiftliklere binalar yapıldı.

Eski binalar yıkıldı ve yerlerine çirkin apartmanlar yapıldı.

Bunu kendi gözlerinizle de görmeniz mümkün.

Atakule'ye çıkıp şehre kabaca bir göz atın.

Nerede yeşillikler arasında yaşanası mekanlar görürseniz Atatürk zamanında yapılmıştır.

Nerede birbiri içine girmiş ve yeşillikten eser görülmeyen beton yığını şeklinde binalar görürseniz, Atatürk'ün ölümünden sonra yapılmıştır.

İşin ilginç yanı, Atatürk'ün ölümünden sonra şehir genişledikçe şehrin daha da betonlaştığının açıkça görülmesidir.

Bu gidişe dur demek lazım.

Eski Ankara'nın restorasyonu projesi, eğer gerçekleştirilirse, iyi bir başlangıç olacaktır.

Atatürk'ü Koruma Kanununu Kim Çıkarmıştır.

 Bazı Atatürk ve cumhuriyet düşmanları artık saldıracak konu kalmadığından olsa gerek sosyal medyadaki paylaşımlarında veya youtube videolarında Atatürk'ü Koruma Kanunu üzerinden Atatürk'e saldırmaktadırlar.

Dedikleri özet olarak şöyle: 

"Dünyanın hiçbir ülkesinde birini, hele de ölmüş birini korumak için kanun çıkarılmamıştır. Bu ne saçma kanundur..."

Bu zatların atladığı bir şey var.

Muhtemelen atladıklarından filan da değil, kasten görmezden geliyorlar.

Başka bir ülkede buna benzer bir kanun var mı yok mu bilemem.

Ama yoksa da fark etmez.

Çünkü dünyanın hiçbir ülkesinde devletin kurucusuna hakaret etmeyi maharet sayan bu kadar şerefsiz  bulmak da mümkün değil.

Üstelik bu şahıslar, kanunu sanki Atatürk veya İnönü filan çıkarmış gibi bir intiba da yaratıyorlar.

Halbuki bu yasa 1951 yılında, bazılarının gerçekle ilgisi olmayan vasıflar yükledikleri Adnan Menderes'in başbakanlığı zamanında çıkarıldı.

Demokrat Parti'nin iktidara gelmesi ile inlerinden çıkan yılanlar ve çıyanlar, Demokrat Parti'nin kurucularından olan Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın Atatürk'ün sağlığında en yakınlarından olup başbakanlığa  getirdiği biri olduğunu çabuk unutmuş olmalılar.

Menderes'i CHP'ye alanın ve önemli görevlere getirenin de Atatürk olduğunu unutmuş olmalılar.

Bu sebeple, Atatürk anıt ve heykellerine saldırmakta sakınca görmediler.

Sağda solda Atatürk'e hakaret etmeye başladılar.

Bu çevreler, ne yapılırsa yapılsın yola gelmeyince hükümet, bunları cezalandırmak için yasal bir zemin oluşturmaya karar verdi.

Bunun için bir kanun hazırlandı.

Bu kanunun devletin kurucusuna düşmanlık yapan kendini bilmezler için caydırıcı olacağı düşünülüyordu.

Buraya kadar anlattıklarım, çoğu insanın bildiği şeyler.

Ama bu gün Nazilerin Almanya'da iktidara gelmesinden sonra ülkeden ayrılmak zorunda kalan Alman akademisyen ve politikacı Ernst Reuter'in anılarını okurken daha önce bilmediğim bir şey öğrendim.

Malum, Naziler iktidara geldikten sonra Yahudileri ve muhalifleri etkili yerlerden uzaklaştırmak için 1933 yılında bir kanun çıkarmışlardı.

Bu kanundan sonra birçok akademisyen üniversitelerdeki görevlerinden uzaklaştırılmış, işsiz kalıp baskılara dayanamayan bu akademisyenler çeşitli ülkelere göç ederek/kaçarak o ülkelerin üniversitelerinde çalışmaya başlamışlardı.

Alman akademisyenleri alıp üniversitelerde iş veren ülkelerden biri de Türkiye idi. 

Türkiye Cumhuriyeti kurulur kurulmaz eğitime büyük bir önem vermiş ve birçok üniversite açmıştı.

Ancak yetişmiş akademisyen sıkıntısı sebebiyle üniversitelerde birçok bölüm açılamamış, açılanlardaki eğitim de istenilen seviyeye ulaşamamıştı.

Hitler Yahudi kökenliler başta olmak üzere Alman olmayan ve Alman olsa bile Nazi rejimine muhalif olan kişileri görevlerinden uzaklaştırmaya başlayınca bu durum Türkiye için bir fırsat oldu.

Çok sayıda akademisyen Türkiye'ye davet edildi.

Bu akademisyenler, üniversitelerimizde yeni bölümler açtılar. 

Bir kısmı da mevcut bölümlerde görev yaparak eğitim kalitesini Avrupa üniversiteleri seviyesine çıkarmak için çalıştılar.

Çok sayıda ders kitabı, bilimsel yayın ve yardımcı yayın niteliğindeki kitaplar yazdılar.

Bu akademisyenlerden biri de Ernst Hirch idi.

Hukuk Profesörü olan Hirsch, Mart 1933'te Almanya'daki işinden atıldı.

Bunun üzerine İstanbul'a geldi ve İstanbul Üniversitesi'nde yeni kurulan Ticaret Hukuku kürsüsünün başına geçti.

Hirsch, hukuk dersleri için kaynak olacak çok sayıda kitap ve makale yazdı. 

Hukuk felsefesi dersinin hukuk fakültelerinde zorunlu ders olmasını sağladı.

2. Dünya Savaşı sona erip Nazi rejiminin ortadan kalkmasından sonra da Türkiye'de kalan ve ancak 1952 yılında ülkesine giden Hisch, Türkiye'ye geldiği ilk yıl Türkçe öğrendiğinden hukuki konularda hükümete de ihtiyaç olduğunda danışmanlık yapıyordu.

İşte bu sebeple, 25 Temmuz 1951'de kabul edilen Atatürk'ü Koruma Kanunu'nun hazırlanmasında da görev aldı.

Almanya'ya döndükten sonra Türkçeyi unutmamak için Türk dergi ve gazeteleri getirtip okuyan Hirsc, ara ara Türkiye'ye gelip gitmeye devam etti. 

Türkiye'ye ve Türk milletine her zaman minnettarlığını belirten Hirsch, 19 Ağustos 1945 tarihinde İstanbul'da dünyaya gelen oğluna da bir Türk ismi (Enver Tandoğan) ismi verdi.

1982 yılında, daha sonra Türkçeye de çevrilen anılarını yayınlayan Hirsch, bu kitabında Atatürk'ü Koruma Kanunu'na katkıları konusunda şunları söylemektedir: 

"Olağanüstü bir insanın onurunun korunmasına katkım olduğu için mutluyum."

28 Eylül 2023 Perşembe

Atatürk öldüğünde konulduğu katafalkı hazırlayan kişi kimdir?

Almanya'da Naziler iktidara gelir gelmez, başta Yahudi kökenliler olmak üzere kendilerinden olmayan veya ideolojilerine karşı olan tüm Almanlara baskı uygulamaya başladılar. 

Bu baskılardan nasibini alanların başında ise üniversitede çalışan akademisyenler, devlet memurları ve muhalif politikacılar geliyordu.

1933 yılında Aryan olmayanlara ve muhaliflere karşı uygulanacak baskıyı yasallaştıran bir kanun çıkarıldığında birçok kişi yurt dışına kaçmaya başladı.

Bunlardan bir kısmı da Türkiye'ye geldi ve bu gün üniversitelerimizdeki bölümlerin çoğunu ya kurdular veya kurulmuş olanlarını geliştirdiler.

Bunlar arasında mimarlar da vardı.

Bu mimarlardan biri de Berlinli Bruno Taut idi.

1934 yılında Prusya Güzel Sanatlar Akademisi'ndeki işine son verilen Taut, önce İsviçre'ye kaçmış, oradan uçakla önce Japonya'ya, oradan da İstanbul'a uçmuştu.

Taut, yakın dostu ve meslektaşı Martin Wagner ile birlikte bugün UNESCO'nun dünya kültür mirası listesine aldığı Berlin'deki işçiler için planlanmış at nalı şeklindeki büyük siteyi (Hufeisensiedlung) 1925-1933 yılları arasında planlayıp inşa edilmesini sağlayan tanınmış bir mimardı.

Profesör Taut, İstanbul'a geldikten sonra, Aralık 1936'da İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümü'nün başına geçti.

Bu görevinin yanında, Ankara'daki Milli Eğitim Bakanlığı'nın mimarlık bölümünün de başkanlığına getirildi.

Fakat bir süre sonra sağlığı bozuldu.

10 Kasım 1938'de Atatürk vefat ettiğinde Taut çok ağır hastaydı.

Buna rağmen, hasta yatağından kalkarak Atatürk'ün tabutunun konulacağı katafalkı çok kısa süre içinde hazırladı.

Taut, o kadar hastaydı ki Atatürk'ten bir ay kadar sonra Aralık ayında o da öldü.

Bruno Taut'un mezarı İstanbul Edirmekapı Şehitliği'ndedir.

Taut, Türkiye'ye gelip göreve başladıktan sonra sadece iki yıl yaşamasına rağmen bu gün de ayakta olan bazı eserlere mimar olarak imza atmıştır.

Örneğin, Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi binasının tasarımını Taut yapmıştır. 

Ayrıca, kendi tasarlayıp inşa ettirdiği ve İstanbul'da kaldığı sürece yaşadığı Ortaköy'deki Bruno Taut Evi de hala ayaktadır.


Kaynakça: Bu bilgiler, İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayınlanan "İkinci Vatanım Türkiye, Ernst Reuter'in Ankara Yılları" isimli kitaptan alınmıştır.


27 Eylül 2023 Çarşamba

Adalet ölünce ne olur?

 Bir zamanlar İngiltere'de bir gelenek varmış.

Sıradan bir insan ölünce kilisenin çanı bir defa çalınarak halka duyurulurmuş.

Bir asil öldüğünde çan iki kez çalınırmış.

Kraliyet ailesinden biri öldüğünde üç kez.

Kral öldüğünde ise çan dört kez çalınırmış.

Bir gün mahkemede bir vatandaş güçlüleri kayırmak adına haksız yere mahkum edilmiş.

Bunun üzerine kilisenin çanı beş kez çalınmış.

Halk merak içinde kiliseye koşmuş.

Papazı bulup sormuşlar:

"Papaz efendi, Kraldan daha önemli biri var mı ki kilisenin çanı beş kez çaldı?"

Papaz cevap vermiş:

"Evet. Kraldan daha önemli bir şey var. O da adalettir. Ve maalesef bu gün İngiltere'de adalet öldü."

2. Karabağ Savaşının Bana Düşündürdükleri.

2. Karabağ Savaşı'nın sonuçları, bende şu düşünceye sebep oldu:

"Kendisine haksızlık yapılan bir kişi veya millet, mutlaka hakkını geri alır.

Ama bir şartla.

Kaybettiği hak kendiliğinden geri gelsin veya birileri bana versin diye hımbıl hımbıl oturmak yerine, uygun zaman geldiğinde onu geri almak için tüm varlığı ile hazırlanırsa.

Eğer inançla ve inatla hazırlık yapılırsa da Allah mutlaka uygun bir fırsat yaratır.

Geriye kalan tek şey, hakkını almak için harekete geçecek cesarete ve ortaya çıkacak fırsatı görecek uyanıklığa sahip olmak kalır."

2. Karabağ Savaşı bunun en güzel örneğidir.

Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Karabağ'da yaşayan Ermeniler, Ermenistan ve Rusya'nın desteği ile bağımsızlık ilan ettiler.

Çatışmalar başlayınca da Türk köylerine saldırarak kadın, çoluk, çocuk demeden sivil insanları katlettiler.

Dünya buna seyirci kaldı.

Küçük bir Türk kızını, derisini yüzerek nasıl öldürdüğünü anlatan Ermeni doktor hakkında bile dünyadan hiçbir tepki gelmedi.

1. Karabağ Savaşı'nda Azerbaycan, sadece topraklarının %20'sini kaybetmekle kalmadı, 1 milyondan çok vatandaşı da mülteci durumuna düştü.

Fakat Azerbaycan, bu haksızlığı ve adaletsizliği asla kabul etmedi.

Bir gün kaybettiği toprakları mutlaka geri alacağına inandı ve bunu çeşitli platformlarda ifade etti.

Bunun için hızla ordusunu güçlendirmeye başladı.

Bu arada, uluslararası görüşmelerde sürekli yoğun çaba göstererek işgal edilen toprakların yasal sahibinin Azerbaycan olduğunu dünyaya kabul ettirdi.

Hani "haksız arsız olur" derler ya...

Ermeniler de bu söze uygun olarak 2019 yılında yeniden saldırılara başladılar.

Ama hata yaptıklarını kısa süre içinde anladılar.

Çünkü Azerbaycan'ın 30 yıldan uzun bir süredir beklediği fırsatı ona verdiler.

Azerbaycan, zaten savaşa hazırdı.

Yıllarca hakkını geri almak için bir fırsat çıkmasını bekliyordu.

Bu fırsat çıkınca da 44 günde Ermenileri savaşamaz hale getirdi.

Kaybettiği toprakları geri aldı.

Hakkını geri aldı.


Gizli Abdülhamit Düşmanları

 Nedense bizim politikacılarımız, devleti yönetmekte sanki çok başarılılarmış gibi bir de tarihçiliğe soyunurlar.

Sıkıştıklarında en çok başvurdukları tarihi kişilik ise hep 2. Abdülhamit olur.

Meydanlarda veya kamera karşısında bir sürü iddia ortaya atarlar.

"Yok Abdülhamit zamanında bir karış toprak kaybedilmemiş.

Yok Abdülhamit, çok dindar evliya gibi adammış.

Bu yüzden dış güçler ve din düşmanları rahmetliyi tahttan indirmişmiş filan."

Hadi politikacılar cahil olduklarından gerçekleri bilmiyorlar diyelim.

Veya gerçekleri bilseler bile cahil halkı kandırmak için iyi bir vasıta olduğunu bildiklerinden böyle konuşuyorlardır.

Ama bazı tarihçi geçinen tipler de aynı şeyleri söylüyorlar.

Feslisi, delisi, divanesi tarihçi filan değil, akademik bir unvanları da yok, çıkarları öyle gerektirdiği için tarihçilik taslayıp yalan yanlış hikayeler anlatıyorlar. 

Bunları anlıyorum.

Peki profesör ünvanlı bazı kişilerin bu saçmalıkları tekrarlamasına ne demeli?

Kel başa Şimşir tarak misali, siyasetçiye uygun profesör mü yetiştiriliyor acaba?

Halbuki, internet taramasında bile 2. Abdülhamit devrinde kaybedilen toprakların ne kadar çok olduğunu görmek mümkün.

Öte yandan, Abdülhamit'in torunları ile yapılan röportajların videoları da internette dolaşıyor.

Üstelik devlet televizyonu TRT yapmış bu röportajları.

Torunlar diyorlar ki:

"Dedem Rom (alkollü bir içki) içerdi genellikle. Alkol bağımlısı veya akşamcı değildi ama akşam yemeklerinden sonra rom içerdi. Ben buna bizzat şahidim. Çünkü içerken bazen yanında olurdum. Hatta babam, içkinin haram olduğunu söyleyip buna rağmen neden içtiğini sorduğunda dedem 'Kuran'da şarap yasak. Romdan bahsedilmiyor. Şarap üzümden yapılır. Rom şekerden.' diyerek rom içmenin sakıncası olmadığını söylerdi." 

Ama bizim siyasetçisinden tarikatçı-cemaatçisine kadar hepsi "Hayııır!... İftira. Abdülhamit asla ağzına içki sürmez, dininde diyanetinde bir sultandı." diye bağırıp çağırıyorlar.

Yahu kardeşim, adamın torunu içiyordu diyor, gördüm diyor, siz içmediğini nereden çıkarıyorsunuz?

Gerçekten öyle bir niyetiniz var mı bilmiyorum ama bu yaptıklarınızla Abdülhamit'i yüceltmiyor onun imajına zarar veriyorsunuz.

Siz kripto Abdülhamit düşmanı mısınız yoksa?

Övüyor görüntüsü altında herkesin gerçeğini kolayca öğrenebileceği yalanlar söyleyerek adamı şaibe altında bırakmaya mı çalışıyorsunuz?

Öte yandan, Abdülhamit içki içse bize ne, içmese bize ne. Adam ölmüş gitmiş. Osmanlı devletini en uzun süre idare etmiş padişahlardan biri. Hatasıyla sevabıyla yaşamış.

Bu saatten sonra ne size ne de bir başkasına herhangi bir faydası veya zararı olmaz.

Bırakın adam mezarında rahat uyusun.

26 Eylül 2023 Salı

Yasadışı göçmen ve sığınmacıların ülkelerine geri gönderilmelerini istemek ırkçılık değil vatanseverliktir.

 Ülkede 17 milyon kişi oldukları bazı resmi kurum raporlarından anlaşılan yasadışı göçmen ve sığınmacıların ülkelerine gönderilmesini istemek ırkçılık değil vatanseverliktir.

1918 yılından itibaren ülkemiz silahla işgal edilince silahla karşılık verdik ve işgalcilerin hepsini geldikleri yerlere gönderdik.

Şimdi sırtında çantayla gelenlerce işgal edilince neden ses çıkarmayalım.

Geldikleri gibi, çantalarını sırtlarına verip ülkelerine geri gönderelim.

Türkiye Avrupa'nın göçmen toplama merkezi olamaz.

25 Eylül 2023 Pazartesi

Malazgirt Meydan Muharebesi hakkında uydurulan şehir efsaneleri.

Malazgirt Meydan Muharebesi hakkında ortada dolaşan birçok iddia var.

En yaygın olanı, muharebe başlayınca Bizans (Doğu Roma) ordusundaki Hristiyan Türklerin taraf değiştirdiği iddiasıdır.

Son zamanlarda, Alparslan'ın ordusunda çok sayıda Kürt olduğu ve savaşı bu sayede kazandığı yönündeki daha çok PKK çevrelerince dillendirilen iddiadır.

Öte yandan, Ermenilerin Alpaslan'ın tarafını tuttuğu ve ona yardım ettiğini dile getirenler de var.

Malazgirt Meydan Muharebesi hakkında İslam kaynaklarında ve Bizans kaynaklarında yeterince bilgi ve belge var.

Ancak İslam kaynaklarının bir kısmında sıkıntılı.

Çünkü çoğu, savaştan yıllar sonra yazılmış.

Yazanlar da olay bölgesinin çok uzağında yaşayan kişiler.

Yani yazdıklarının çoğu kulaktan dolma.

Bu yüzden bazı kaynaklar, Alpaslan'ın ordusunu olduğundan daha az, Bizans ordusunun mevcudunu ise olduğundan defalarca fazla gösteriyorlar.

Bizans rakamları ile karşılaştırıldığında tutarsızlık açıkça görülüyor.

Gerçi Bizans kaynaklarında da benzer bir durum var.

Çünkü günümüze kalan Doğu Roma (Bizans) kitaplarının bazıları da savaştan sonraki dönemlerde yazılmış.

Ancak, savaş döneminde yaşayan ve devlet kademelerinde önemli görevlerde bulunan kişilerin yazdığı tarih kitapları da var.

Bu kitaplarda, gerçeğe yakın bilgiler verilmiş olması daha olası.

Zaten, tüm kaynaklar  mukayeseli şekilde incelendiğinde, bazı İslam (Arap) kaynaklarında öne sürülen iddiaların gerçek olmadığı görülmektedir.

Örneğin, Ermeniler Selçuklu Ordusu'nun yanında savaşmamış.

Aksine Ermeniler, iki arada durmuşlar.

Kim kazanırsa onun yanına geçecek şekilde beklemişler.

Selçuklu ordusunda Kürt ve Araplar dahil diğer etnik kökenlerden Müslüman askerler varmış.

Bunlar ayrı birlikler halinde teşkilatlanmış.

Ama bu birliklerin ve askerlerin sayısı abartıldığı kadar çok değil.

Yani savaşın kaderini belirledikleri iddiası uydurma.

Çünkü Alpaslan'ın ordusunun tamamına yakını süvari imiş.

Türkmen süvarisi.

Muharebeyi de bunlar kazanmış.

Bizans kaynakları böyle diyor.

Bizans'taki Türklerin tamamının muharebe başlayınca karşılarındaki askerlerin Türkçe konuştuğunu duyup Alparslan'ın tarafına geçtiği hikayesi de uydurma. 

Evet bir miktar Hristiyan Türk taraf değiştirmiş ama  muharebe sırasında değil.

Muharebe öncesinde sadece 1000 kadar Hristiyan Türk'ün (Uz-Oğuz) taraf değiştirdiği anlaşılıyor.

Bizans kaynaklarına bakınca, Hristiyan Türklerin çoğunun Diyojen'e sadık kaldığı, Bizans Ordusu'nun kanatlarının savunulması ve keşif görevlerinde kullanıldığı görülüyor.

Bu Hristiyan Türk birlikleri de Müslüman Türk birlikleri gibi süvari.

Kıyafetleri, silahları, hareket tarzları ve dilleri arasında da pek fark yok.

Bu sebeple, zaman zaman hangi Türk bizim Türk diye karışıklıklar yaşanmış Bizans tarafında.

Örneğin bir keşif sırasında pusuya düşen bir Hristiyan Türk birliği gece karanlığında kaçarak Bizans kampına sığınmaya çalışmış.

Bizanslılar bunları Selçuklu askeri zannedip baskına uğradıklarını düşünmüşler.

Hemen savunma durumuna geçip gelenlere silahla karşı koymuşlar.

Bu durumu gören Romen Diyojen de panik yapmış.

"Bunlar bizim Türkler mi Alparslan'ın Türkleri mi, öğrenin." diyerek adamlarını göndermiş.

Hristiyan Türkler oldukları anlaşılınca çatışma durdurulmuş.

Yani Hristiyan Türklerin toplu olarak taraf değiştirdiği doğru değil.

Zaten Bizans kaynaklarında da kitlesel taraf değiştirmeden bahseden hiç kimse yok. 

Görüldüğü gibi gerçek sanılan iddiaların tamamı şehir efsanesinden ibaret.

Türkiye adını kullanan ilk devlet Türkiye Cumhuriyeti mi?

Bizim Asya'daki tarihimizi ilk olarak Ruslar ve Avrupalılar araştırmış. 

Türkçe 'ye çok vakıf olmadıklarından herhalde, bazı hatalar yapmışlar. 

Örneğin Orhun Yazıtları ilk defa okunurken böyle bir hata yapılmış.

Bunlardan Bilge Kağan ve Kül Tigin anıtlarındaki yazılar hemen hemen ayni. 

Kül Tigin anıtını yazdıran Bilge Kağan. 

Bilge Kağan anıtı yazılırken de buradaki bilgilerden faydalanılmış olmalı.

İki anıtta da yazi "Ben tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağan." diye başlar. 

Bu anıtlardaki yazıları çözerek metni ilk defa bir Danimarkalı bilim adamı okumuş. 

Muhtemelen yazıdaki tahrip olmuş bölümleri okuyamadığından  tercümede hata yapmış. 

İlk cümleyi muhtemelen "Ben, Tanrı gibi Gök Türk Bilge Kağan." diye okumuş.

Böylece devlete, Göktürk Devleti demişler. 

Bu isim bilim dünyasında yerleşmiş.

Daha sonra bu hata düzeltilmiş ve devletin gerçek adının Türk Kağanlığı olduğu ortaya çıkmış.

Ama Göktürk ismi yerleştiği için değiştirilmemiş. 

Benzer bir hatayı Karahanlılarda da Rus bilim adamları yapmış. 

Kaynaklardaki bir kağanın adi veya unvanından devletin adını Karahanlılar diye kayda geçirmişler. 

Bu isim de bilim dünyasında yerleşmiş.

Ama bu gün mevcut belgelerden biliyoruz ki devletin gerçek adı Türkiye. 

Mısırdaki Memluklerin adı da muhtemelen Arapların uydurması. 

Çünkü bu devletin başka devletlere gönderdiği mektuplardan anlıyoruz ki devletin adı Memlük değil.

Devletin resmi adı Türkiye Devleti.

Görüldüğü gibi Türk veya Türkiye ismini kullanan ilk devlet Türkiye Cumhuriyeti değil.

TC'den önce en az üç devlet Türk adını kullanmış.

Bunların en az üçü de ismi Türkiye olarak kullanmış.