.quickedit {display:none;} .quickedit {display:none;}

29 Ekim 2017 Pazar

Barzani'nin Bağımsızlık Referandumu ve Kuzey Irak Hakkında Lozan'da Konuşulanlar.


     Barzani emminin kendi kendini yasal hale getirmeyi amaçladığı referandum, Ata mirası Misak-ı Milli sınırları içinde yapılmıştır. Barzani, iki yıl önce bulunduğu makamı kaybetmiş ama kendini hala o bölgenin sorumlusu gibi göstermeye devam etmiştir. Çünkü seçim yapıldığında kazanamayacağını kendi de bilmektedir. Kazanmasının tek yolunun bölgeye bağımsızlık getirmesinden geçtiğini değerlendirmiş ve referandum sonucunun istediği gibi olmasıyla da 1 Kasım 2017 de seçim yapılacağını karara bağlamıştır.
     Referandumun gerekçesi Irak anayasasının 140. maddesidir. Anayasaya girmesine neden olan ise 1918 yılında ABD başkanı Wilson’ın ileri sürdüğü görüşlerdir. Konuya girmeden önce Wilson emmi ilkelerinde neler yazıyor bakalım. ABD Başkanı Wilson tarafından 8 Ocak 1918 günlü Kongre toplantısında okunan ve tarihe Wilson prensipleri diye geçen Birinci Dünya Savaşı’na ilişkin 14 maddelik Amerikan savaş amaçları bildirisi özetle şöyledir:

     Madde 1. Barış görüşmeleri kamuoyuna açık olarak yapılmalı ve görüşmeler sonunda varılacak antlaşmanın hükümleri de yine açık olmalıdır. Gizli antlaşmalara son verilmelidir.
     Madde 2. Denizlerin, karasuları dışında kalan bölümleri, uluslararası antlaşmaların gerektirdiği özel durumlar dışında savaşta ve barışta herkesin özgür ve serbest kullanımına açık olmalıdır.
     Madde 3. Ekonomik engeller olabildiğince kaldırılmalı, ticaret serbestisi ve fırsat eşitliği sağlanmalıdır.
     Madde 4. Ulusların silahlanması, iç güvenliğin gerektirdiği en alt düzeylerde olmalı, bu konuda yeterli garantilerin verilmesi sağlanmalıdır.
     Madde 5. Tüm sömürgecilik savları, ilgili halkların çıkarlarını ve egemenlik istemlerini dikkate alacak biçimde eşitlikçi ve hakkaniyete uygun düzenlemelere tabi tutulmalıdır.
     Madde 6. İşgal altındaki Rus toprakları boşaltılarak, Ruslara kendi kurumlarını seçme hakkının tanınması sağlanmalı ve onlara istedikleri/gereksinim duydukları her türlü yardım yapılmalıdır. 
     Madde 7. Belçika toprakları boşaltılmalı ve bu devletin ulusal egemenliği yeniden kurulmalıdır.
     Madde 8. 1871’de Almanya’ya geçen Alsace-Lorainne, Fransa’ya iade edilmelidir.
     Madde 9. İtalya’nın sınırları ulusal esaslara göre yeniden çizilmelidir.
     Madde 10. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu içindeki halkların özerk gelişmeleri sağlanmalıdır.
     Madde 11. Romanya, Sırbistan ve Karadağ toprakları boşaltılmalı, Sırbistan’ın denize çıkışı sağlanmalıdır. Tarihsel savları ve ulusal bağları dikkate alınarak çizilecek sınırları içinde Balkan devletlerinin dostça ilişkiler kurmaları sağlanmalı, siyasi ve ekonomik bağımsızlıkları ile toprak bütünlükleri uluslararası güvence altına alınmalıdır.
     Madde 12. Osmanlı İmparatorluğu’nun, nüfusunun çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu bölümlerinde Türk egemenliği güvence altına alınmalı; İmparatorluk sınırları içindeki diğer ulusların yaşam güvenlikleri ve özerk gelişimleri sağlanmalıdır. Çanakkale Boğazı, uluslararası güvenceler altında tüm gemilere ve ticarete sürekli olarak açık hale getirilmelidir.
     Madde 13. Polonyalıların yaşadığı topraklarda, denize açılımı olan, siyasal ve ekonomik bağımsızlığı ile toprak bütünlüğü uluslararası antlaşmalarla güvence altına alınmış bir Polonya Devleti kurulmalıdır.
     Madde 14. Özel antlaşmalarla, küçük, büyük tüm devletlerin siyasi bağımsızlıklarını ve toprak bütünlüklerini karşılıklı olarak güvence altına alacak bir uluslar birliği kurulmalıdır.
     Milletleri parçalamaya, etniklere ise sözde bağımsızlık vermeye özde ise sömürgecilerin işbirlikçisi yapmaya yönelik olan bu maddeler, bazen ismi anılarak bazen de anılmaksızın, günümüzde dahi kullanılmakta olup, ismine de “kendi kaderini kendi tayin etme hakkı” denmektedir.
     Sömürgecilerin geçmişte hiç devlet olmamış ve gelecekte de asla olamayacak olan etnikleri kandırmaya yönelik çabalarının edebi bir halidir bu tanımlama. Uluslararası kullanımı ise self determinasyondur. Kendi kaderini kendi tayin etme (self determinasyonun) sürecinde hep nüfus öne çıkarılmıştır.
     Nüfusu öne çıkaranlar sömürgeciler ve onlara bilerek veya bilmeyerek alet olan etniklerdir. Akla uygun gibi görünen bu gerekçenin, esasında iyi incelendiğinde, gelecek için daha karanlık tablolar çizdiği görülmektedir.
     Musul, Kerkük, Erbil illerini içine alan misakı milli sınırları belirlenirken nüfusun yanında ve ondan daha önce etnoğrafya gerekleri gözetilmiştir. Zaten Lozan Konferansında Türk tezi etnoğrafik gerekler üzerine, İngiliz tezi ise petrol üzerine kurulmuş olup, onlar bunu nüfus sosu ile sunmuşlardır. Konferans süresince çetin tartışmalara neden olan Musul meselesini ismet İnönü “Musul bizim için vatan, kendileri için petrol meselesidir ” diye özetlemiştir.

     Türk-Kürt ayrımı yapılmadan çoğunluğun Türk olduğu vurgulanan konferansta, İsmet İnönü, Musul’u meydana getiren unsurları şu şekilde göstermiştir:

      Türk 146.960
      Kürt 263.830
      Arap 43.210
      Yezidi 18.000
      Gayri Müslim 31.000
     TOPLAM 503.000

     İngilizler ise rakamları daha değişik göstermişlerdir:

     Türk 65.895
     Kürt 452.720
     Arap 185.763
     Hıristiyan 62.225
     Yahudi 16.865
     TOPLAM 785.468

     Bir başka kaynakta ise rakamlar daha değişik olarak karşımıza çıkmaktadır. Türklere göre, İngilizlere göre ve Irak Hükümetine göre (1921-1924 arasında) nüfus durumu şu şekildedir.

     Türk 35.000 14.895 38.652
     Kürt 104.000 149.820 494.007
     Arap 28.000 170.663 166.941
     Musevi 31.000 67.090 73.263
     Yezidi 18.000 30.000 26.257

     Rakamların dramatik bir şekilde birbirlerinden çok farklı olduğu görülmektedir. Rakamlarda oynama olduğunu söylememek için saf olmak gerekir. Bu kaynakların dışında başka kaynakları incelediğimizde de daha değişik rakamlara ulaşmak mümkündür.
     Başta Mustafa Kemal olmak üzere, Misak-ı milli için sınırlarını çizen kişilerin, bu bölgedeki nüfusun etnik ayrımcılığa gidildiğinde Türklerin aleyhinde olduğunu bilmediklerini söylemek cahillikle eşdeğerdir. Burada asıl olan meselenin nüfustan ziyade “millet meselesi ve etnoğrafik değerler” olmasıdır.

     Türk tarafı bunları Lozan Konferansında dile getirmiştir ancak bu bir güç ve süreç meselesidir. İstenileni almak mümkün olmamıştır. Lozan Konferansındaki Türk görüşü özetle şöyledir:

     -Musul vilayetinde oturanlar yeniden Türkiye’ye bağlanmayı ısrarla istemektedirler: çünkü sömürgeleşmiş bir halk olmaktan çıkarak, bağımsız bir devletin yurttaşları olacaklarını bilmektedirler.
     -Coğrafi ve siyasal bakımlardan, bu vilayet, Anadolu’yu tamamlayan bir parçadır. Musul ancak Anadolu’ya bağlı kalmakla gerçek çıkış yerleri olan Akdeniz limanlarıyla sıkı ilişki kurabilir.
     -Hukuki bakımdan hala Osmanlı devletinin bir parçası olan Musul için İngiltere’nin yapacağı bütün anlaşmaların ve sözleşmelerin hukuki açıdan hiçbir değeri olmaz.
     -Anadolu’nun güney kesimlerini birleştiren yolların kavşak noktası olan Musul’un ticaret ilişkilerimiz ve bölgenin güvenilirliği bakımından Türkiye’nin elinde olması zorunludur.
     -Musul vilayeti, Türkiye’nin birçok başka parçaları gibi, savaşın durmasından sonra ve yapılmış sözleşmelere aykırı olarak Türkiye’den alınmıştır. Bu yüzden, aynı durumda kalmış öteki bölgeler gibi, Musul’un da Türkiye’ye verilmesi gerekir.
   
     Yukarıda sıralanan ve gerçekçi gerekçelerle desteklenmiş görüşü şu anda ülkeyi yönetenlerin üretebileceğini sanmıyorum. Hatta anlayabileceklerini da sanmıyorum. Bu işler oradan buradan gelecek paraların hesabını yapmaya benzemez. İşte bu durumda tüm yük, vatanın gerçek sevdalılarına düşmektedir. Önemli olan bu yükü taşıyacak gücümüzün olup, olmadığıdır.

Güven Kaya
28.10.2014.

Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

Amerika'da yapılan Las Vegas katliamı üzerine düşünceler.


      Amerika'da gerçekleşen katliamı hepimiz okuduk ama üzerinde durmadık. çünkü o sırada kendi ülkemizin gündemi de oldukça yüklüydü. birileri gündem değiştirmeye çabalayıp duruyordu. bunun yanında mtv zammı ile de ölümü gösterip, sıtmaya razı etmenin ve haksız kazanç sağlamanın peşindeydiler.
       las vegas katliamını tek kişi, 32nci katta bulunan bir otel odasından (tahminen 100-120 yükseklik), elindeki silahların menzili içindeki açık alanda gerçekleşen konseri izleyen seyircilere ateş etmesi ile gerçekleştirdi. en yakın hedefe ateş mesafesinin otel yüksekliğini de dikkate alarak en az 180 m. gibi olabileceğini değerlendiriyorum.
      saldırgan/katliamcı/sapık/terörist en sonunda kendini nallamış (buna intihar etmek diyenler var). eylemi yanında bulunan 16 otomatik tüfek ile gerçekleştirmiş. ancak otomatik tüfeklerin cinsi, markası ve özellikleri belli değil. otomatik tüfek dendiğine göre işin içinde "makineli tüfek" yok diye anlamak mümkün. ancak eylemin sonucunda oluşan zayiata bakıldığında işin sadece aynı anda ateş eden tek tüfek ile olamayacağını değerlendiriyorum (ama gerçekten öyle de olabilir).
      otomatik tüfek dendiğinde, burası musa olduğuna göre, önce m-16'yı anlarız. şarjör kapasitesi 30 olmakla birlikte memeli domuz (tambura) takıldığında kapasite 100 fişeğe çıkar ancak arıza da hemen yanında bekler. tam bu noktada teknik bir açıklama yapmak zorundayım. otomatik tüfek dendiğinde sadece piyade tüfekleri anlaşılmasın. sehpaya takıldığında makineli tüfek olan ama elde kullanıldığında otomatik tüfek olarak adlandırılan silahlar vardır ve bunlar genellikle şeritle beslenir. örneğin, yine burası Amerika olduğuna göre, m-60, m-240 gibi silahlar devreye girer.
      bunları otomatik tüfek olarak kullanmak atış sıhhatini düşürür. şimdi olayı simule edelim. adam tek kişi ve yanında 16 adet 30luk şarjörle beslenen otomatik tüfek var. 30x16=480 fişek eder. ölü ve yaralılara bakalım: 59+527=586. attığı her mermi bir insana denk gelse 480 kişi eder. zayiat sayısı 106 fazla. demek ki devreye ikinci şarjörler girdi. 16 tüfeğin hepsi boşaldı ve yerlerine yeni şarjörler takıldı. her şarjör takılmasında kaybedilen zaman var ve bu zamanda, konser alanındaki kişilerin ufak ufak kirişi kırmakta olduğunu da değerlendirelim. bu arada ateş edilmeyen taraftaki kişilerinde ufak ufak kirişi kırdığını unutmayalım.
      neyse, devreye 480 fişek daha girdi ve toplam 960 etti. bu rakam zayiattan fazla ama bir çok insana birden çok mermi isabet ettiğini ve boşa giden bir sürü merminin olduğunu değerlendirirsek ikinci şarjörlerin de yeterli olmayacağını devreye üçüncü takımın belki de dördüncü gireceğini düşünmek gerekir. ya da otel odasına, bir şekilde, 16 adet otomatik tüfeği sokan birinin bir vaya birden çok makineli tüfek sehpasını da soktuğunu ve bunlardan en az bir tanesinin elektromanyetik/radyomanyetik sehpa olduğunu ve o sehpa üzerindeki tüfeğin optik güdümlü/yoğun sese duyarlı güdümlü/hareket güdümlü/veya benzeri güdüm sitemlerinden biri ile donatıldığını düşünüyorum.
      bunlar gazetelerden okuduğum kadarıyla elde ettiğim bilgiler ışığında yapabildiğim değerlendirmelerdir. gelelim emminin kişilik yapısına. tanımam, etmem, görmem, duymam, bilmem diyerek beş maymunu oynayayım. şaka bir yana; ama bazı hayat gerçekleri var ve çoğu insan bunları öğrenmek, bilmek, duymak, görmek bile istemez. ama o gerçekler orada duruyordur ve sen istediğin kadar ıskala o devreye girecektir. mesela;her doğan 100 kişinin 2-4 kişisi vicdan duygusu olmadan doğuyor.
      YANLIŞ ANLAMAYIN, kötü vicdanlı değil, VİCDAN DUYGUSU YOK sadece. diğer insanlarda vicdan duygusu var ve bir kısmı kötü vicdanlı kalan kısmı ise iyi vicdanlıdır. toplum, iyi vicdanlılar ile kötü vicdanlıları zaman içinde öğreniyor. iyi vicdanlılar içinde ilginç bir kesim var: VİCDANLARINI ASKIYA ALABİLENLER. bunlar da doğan her 100 kişinin 2-4 kişisine denk gelebiliyor. hayat deneyimlerim bana en tehlikeli kişilerin vicdanlarını askıya alabilenler olduğunu gösterdi. çünkü bunlar neyi, ne zaman, nasıl, ne kadar yapacağını planlar ve zamanı geldiğinde vicdanı askıya alır. işlemi bitirdikten sonra da tekrar yerine koyar.
      dikkat edin, psikopat veya bizde hayli çok olan sosyopatlardan bahsetmiyorum. vicdanını askıya alan kişilerden bahsediyorum, bunu iyi ayırt edin. örnek mi "ilk kan/first blood" filmi. bunu bu açıdan bir kez daha seyredin. bu emminin vicdanını askıya alan biri olduğunu söylemiyorum, bunları bilgi olsun diye verdim. çünkü insanlığın çok büyük bir kısmı bundan bihaberdir. bu emmi, kaçmayı denememiş (planlamış ama yapmamış), ölmeyi yeğlemiş. sevgilisine iyi bir para vermiş ve haydi git bize ev al demiş ama hatun bunu ayrılık mesajı olarak değerlendirmiş güdülerine dayanarak. halbuki kendisi emlak mültimilyoneri...
      çok da kibar ara sıra anasına çörek yollarmış. bence travma noktalarından biri çörek. annesi ile çörek arasında kendisini çok ilgilendiren bir ilişki var. adamın kadın arkadaşı mültimilyonerin arkadaşlık etmeyeceği fiziki görüntüde. demek ki dünya zevklerine de göreceli olarak uzak. yani kadın ona "paranın satın alamayacağı" duyguları yaşatıyordu. kimse bunun böyle bir şey yapacağını değerlendirmemiş. kardeşi bile. demek ki ketum ve soğukkanlı biri. yani sakin, planlı, kimseye bulaşmayan, işini iyi yapan, saygınlığı olan, düzenli biri... tipik bir oğlak burcu olabilir mi?
       sonuç?
       herkes bu gibi davranış içine girebilir. %100 değildir ama fiziki sağlığı yerinde olan herkesin böyle bir potansiyeli vardır. adama terörist denebilir. anlık bir kişisel terör uygulamasına girmiş gibi olmakla birlikte terörü terör yapan "süreklilik hali" yoktur çünkü kendini nalladı. yani terörist demek abuk bir yaklaşımdır. cinnet geçirmiş olabilir ama cinnet anlıktır. 16 adet tüfeği bir anda mı otel odasına çıkardı? bu da değil. 
      bu, bence, oldukça planlı, iyi düşünülmüş ve hazırlanılmış bir eylem. emmi büyük bir final yaparak gitti. ölü sayısı 527, yaralı sayısı 59 olabilirdi. ya da daha fazla ölü ve yaralı da olabilirdi. adamın maksadı renkli, gürültülü ve acı çektirdiğini görerek bu dünyadan gitmekle bezenmiş bir büyük sondu diye tahmin ediyorum... bundan sonrası psikyatrist, psikolog ve sosyologlarındır. bakalım efbiyay ne açıklayacak?

   Güven Kaya
  28.10.2017.
   Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

Metal yorgunluğu.


ilçe başkanlarında metal yorgunluğu var.
il başkanlarında var.
belediye başkanlarında var.
diğer yöneticilerde var.
ama neredeyse 20 yıldır işin başında olan genel başkanda yok.
ne iş bu iş?
la, biri buna bana açıklasın.
hem de hemen!

Güven Kaya
28.10.2017.

Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

Türkçülük bölücülük müdür? Türkçülük kimi, niye rahatsız ediyor?


Birisi türkçülük yapmak bölücülüktür denmiş.
Peki ama eğer bu ülkenin ismi türkiye ise, çoğunluğunu kendini türk olarak adlandıranlar oluşturuyorsa, lozanda azınlık sayılan ama kendileri azınlık olmadığını resmen beyan eden ve kendilerine rum, ermeni ve yahudi denen ve fakat kendilerini asla türkten ayrı görmeyenler bir türk ile aynı haklara sahipse bunun neresi bölücülük oluyor?
kendini kürt olarak adlandıranlar ve onlara çanak tutan türkler "kürtçülük" yapıyorsa pek tabi ki türkçülük de aynı şiddette yerini alır.
asıl sorun "bu ülkede kürt meselesi vardır" diyenlerin neyin peşinde olduğudur.
suriyeli gelip türklerin çoğunlukta olduğu yerde suriyelilik yapıyorsa pek tabi ki türkçülük de yapılacaktır.
kerkük ve benzeri yerlerle ilgili meselede oralarda türkler de yaşıyor diyen iktidar erbabı türkçülük yapmış olmuyor mu?
her türlü milliyetçiliği ayaklar altına aldık demek "ümmetçilikse" karşısında pek tabi ki türkçülük olacaktır.
bu ülke milliyetçilik ve milli temeller üzerine kuruldu, unutulmasın.
ingiliz ve diğer devletlerin uyruğunda olan kişileri bakan, büyükelçi veya bir başka görevle teçhiz etmek ingilizcilik olmuyor mu?
bunun karşısında aynı güçte oluşan türkçülük kimi, niye rahatsız ediyor?

Güven Kaya
28.10.2017.

Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

Kuzey Irak'ta Bağımsızlık Referandumu, Barzani ve Türkiye.



Barzani emmi oynadığı tiyatroda perdeyi erkenden kapatmak üzere.
bu işin olmayacağını referandumdan bağımsızlık çıksa bile ilan etmeyeceklerini/edemeyeceklerini daha önce birçok ortamda beyan etmiş idim. gerekçelerim herkesin gördüğü ama paranoyaya takılıp, anlamak istemedikleri "appacık" ortada olan gerçeklerdi:
1.ırak anayasasını yazan ve dünyaya wilson emmi ilkelerini ihraç eden musalılar bile taaa en başından beri, yani anayasa hükmü olan 2 yıl içinde referandumu gerçekleştirme zorunluluğunun olduğu andan beri, bu referanduma karşılar. şu anda da aynı söylemdeler. ve bu yüzdendir ki barzani emmi perdeyi indiriyor. pek tabi ki şimdilik.
2.ortam uygun değildi. musalı emmiler aynı anda kuzey kore, iran, suriye, kısmen katar ve pek tabi ki türkiye ile aynı anda uğraşmak zorunda olduğundan bir de ırak gibi pisliğin en derinine girmek istemedi.
3.rusyanın odak noktası daha ziyade suriye olduğundan barzani emmi rsyadan umduğu desteği resmen ve fiilen elde edemedi. çünkü rusya suriyede kendini hayli egemen olarak hissetmediği sürece kaldırıp başını başka bir yere bakmaz. ırak ile ilgili sorunu iran vasıtasıyla demlemesi mümkündür ve o da bunu yapıyor. çünkü yönetim şiidir ve heşdi şebi ya da haşdi şabi (her neyse arapça ve farsçaya hiç yatkın değilim) gibi bir siyasi ve askeri güç iran güdümlüdür. zaten ıkyb denen teröristler ırak ordusu ve bunlardan oluşan güce karşı duramadılar. talabani tarafının kaypak davranmasını pek ciddiye almıyorum. zaten tüm kürtler apdullah öcalanın dediği gibi "ihanet şebekesidir." onların işleri güçleri birbirlerine ihanet etmektir.
4.barzani emmiye pekaka ve dolayısıyla peyede de destek olmadı. haliyle birlikte hareket etme hayali suya düştü.
5.suriye bölgesinde beşar esat çok anlamlı ve yerinde bir açıklama yaptı: (mealen) tüm suriye topraklarının tamamı suriye ordusu tarafından ele geçirilmedikçe bu iş bitti demiyoruz. bu ne demektir? türkiye ile aramızdaki sınırın 800 km si boyunca uzanan peyede teröristlerinin haksız bir şekilde işgal ettiği yerleri de ele geçireceğiz demektir.
bu arada biz ne yapıyoruz? 911 kmlik sınırın 800 km sini hiçe sayıyor ve 100 küsur km ile avunmaya çabalıyoruz. bunun neden böyle olduğunu soran (bir cılız sesten başka) bir gazeteci veya siyasetçi görmedim. beyler kimi kandırıyorsunuz? orada daha büyük bir bölüm kürtlerin eline bırakılmış durumda ve siz hala halkı oyalıyorsunuz. bunun nedeni, terörist dediğiniz adamlara bir 29 ekim günü ülkem sınırları içinde, hem de silahlı olarak, hareket serbestisi vermenizde mi yatıyor? yoksa hala ülkede kürt sorunu vardır noktasında mısınız?

Güven Kaya.
28.10.2010.

Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

Naim Süleymanoğlu'nun sağlık durumunun düşündürdükleri.


sinan şamil sam da karaciğer sorunu yaşamıştı ve bundan kaynaklanan nedenlerle hayatını kaybetti diye biliyorum. naim süleymanoğlu da karaciğer sorunu yaşadı ve bir nakil ile karaciğeri düzeldi. ama akabinde beyin kanaması ortaya çıktı ve durumu sorunlu.
bu iki sporcunun geldikleri nokta bizim duyduklarımız olup, bence, yekunun küçük bir kısmıdır.
adını andığım her iki sporcuda ortak rahatsızlık karaciğerde siroz. bu siroz alkol kaynaklı mı yoksa başka bir nedenden mi? naim süleymanoğu ile hiç kesişmedik ama sinan şamil samı "sakarya caddesinde" oldukça çok kez gördüm. pek tabi ki her seferinde elinde bira bardağı ile. onun elinde bira bardağı vardı da bende yok muydu? tekke-mekke meselesi. ama bende karaciğere fiziksel darbe almak hiç yoktu.
aslında alkol tüketme dışında daha başka gerekçeler düşünüyorum. örneğin yasal olmayan madde kullanma ve bundan güç elde etme. çoğu sporcuda bu yönelim vardır ve büyük bir kısmının ise hayatına mal olur. genelde halterciler ve vücut geliştiriciler (şimdi buna fitness diyorlar) arasında bu oldukça yaygındır. adamlar steroid, anabolizan ve anabolik steroidleri geçtim, akla hayale gelmeyecek bir şekilde meme kanseri ilaçlarını bile kullanır oldular. böylesi bir durumun spor ve sporcunun ahlak felsefesine aykırı olduğundan bahsetmeyeceğim. bunu herkes biliyor. bu şarlatanlar (ismini andığım iki sporcuyu tenzih ederim) yüzünden gerçek hastalar ilaçsız kalıyor ve basın yayın organlarında haber oluyor.
bir haltercinin veya vücutçunun bu gibi malzemeleri kullandığını çıplak gözle bile anlamak mümkündür: büyüyen iç organlar. bu gibi destekler aslında vücudumuzda üretiliyor ama normal bir bedene yetecek kadar oluyor bu. sen bedenini büyütmek istersen beden buna bir yere kadar izin veriyor. mesele 175-180 cm lik bir bedende 46-47 cm kol, 120-125 cm göğüs, 65-70 cm bacak gibi... ondan sonrasında bedeninle kumara kalkışman gerekiyor ve bu da hep yapılıyor. steroid ve anabolizan kullananların iç organları büyür ve zaman içinde sıtmalı çocuk göbeği gibi bir göbek oluşur. yani karın bölgesinde gelişmiş kasları ve deriyi bile hayli geren bir görüntü oluşur. sanırsınız sarı lacivertli formayı en çok gerdiren müjdat yetkin karşınızda.
zamanla fazladan alınan testesteron hormonu yüzünden erkeklik de ölüme yelken açar.
grip ilaçlarının bile (içindeki efedrinden dolayı) doping sayılıyor. denemenizi öneririm. çekin bir grip ilacı ve çıkın antrenmana. kendinizi çok güçlü hissedersiniz. böyle antrenman yaptığım günler oldu. başlangıçta anlamamıştım, öğrenince anladım fazladan gelen gücün nedenini. "hem hastayım hem de çok güçlüyüm olamaz diyordum."
dopingi her evde olması gereken iki malzemeden yapın. ben öyle yapıyorum. tek kural; sadece sabah kalktığınızda psikolojik sorunları olan insanlar gibi davranmayacaksınız, suratınızı ekşitmeyecek tembellik etmeyeceksiniz. ismini vermeden bahsettiğim bu iki gıdanın sırlarına farmakoloji, biyoloji, fitoloji, tıp veya bir başka bilim dalı bile erişebilmiş değil.



Güven Kaya.
28.10.2010.
Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.


28 Ekim 2017 Cumartesi

İstiklal Madalyası'nın Sırları.


      Geçen gün bir arkadaşla bir yerde buluşup biraz sohbet ettik. Arkadaş, yakın zaman önce Kahramanmaraş’a gittiğinden orada çektiği resimleri gösterdi. 1996-1998 yılları arasında Islahiye’de görev yaptığımdan Kahramanmaraş’a birçok defa gitmiştim. Bundan sonra da 2005-2007 yılları arasında Kahramanmaraş’ta görev yaptım. Bu sebeple şehrin resimlerine, biraz da özlemle dikkatli bir şekilde baktım.
      Şehrin değişik tarihi ve doğal güzelliklerine özlemle bakarken birden bire Kahramanmaraş’a verilen istiklal madalyasının resmi dikkatimi çekti. Ne yalan söyleyeyim, daha önce de istiklal madalyası resmi ve hatta madalyanın kendisini gördüğüm halde madalyanın üzerindeki kabartmaya hiç dikkat etmemiştim. Bu sefer, nedendir bilmem, madalyanın üzerindeki kabartma dikkatimi çekti. Çünkü madalyanın üzerinde bir yerleşim yeri olduğu anlaşılan evler, sağ tarafında minaresi açıkça belli olan bir cami ve altında da kağnı ile cephane taşıyan bir köylü kadının kabartma şeklindeki resmi vardı. Bu şeklin üzerinde de ışık haleleri bulunuyordu.
      İstiklal madalyası üzerinde cami resmi olduğu ilk defa dikkatimi çektiğinden eve gelince istiklal madalyası hakkında biraz araştırma yaptım. 4 Nisan 1921 tarihinde TBMM tarafından çıkarılan 66 sayılı kanunla istiklal madalyası verilmesine karar verilmiş ve Osmanlı dönemine ilişkin tüm madalya ve nişanlar iptal edilmiş.
      İstiklal Madalyası, Milli Mücadele’de yararlılık ve cephelerde kahramanlık gösteren sivil ve asker kişilerle o dönemde savaşa katılan alayların sancaklarına ve Erzurum ve Sivas kongrelerine katılanlara verilmiş.
      Bu madalyalar 1 Kasım 1926 tarihine kadar TBMM tarafından verilirken bu tarihten itibaren müracaat edenlere Millî Savunma Bakanlığınca verilmiş. 1926 yılına kadar 6.920 madalya verilmiş. Bundan sonra, 1968'de 1005 sayılı yasanın (1 Mart 1968 tarihi itibariyle) kabulüne kadar geçen 47 yıl içinde verilen madalyalarla birlikte; madalya verilen kişi sayısı 95.261’e ulaşmış.
      İstiklal madalyası sadece kişilere değil şehir ve sancaklara da verilmiş. 30 Ocak 1929 gün ve 3579 sayılı kanunla; Kurtuluş Savaşı’nda cephede görev yapan alay sancaklarına İstiklal Madalyası verilmiş. Ayrıca iki şehir ve bir ilçeye de istiklal madalyası verilmiş. Bunlar Kahramanmaraş Gaziantep ve İnebolu’dur.
      İlk defa istiklal madalyası verilen yerleşim yeri İnebolu olmuş. İnebolu, 9 Nisan 1924 tarihli TBMM kararıyla, beyaz şeritli istiklal madalyası ile ödüllendirilmiş. İstiklal madalyası alan ilk şehir olan Kahramanmaraş ta, 5 Nisan 1925'te kırmızı şeritli istiklal madalyası ile ödüllendirilmiş. Çünkü Meclis'ten gelen ve şehirde Kurtuluş Savaşı'na katılanların bildirilmesini isteyen yazıya şehrin ileri gelenlerinin Maraş’ta milli mücadele’ye katılmayan hiç kimse yoktur” cevabı üzerine TBMM, madalyayı bütün şehir halkına verme kararı almış. Gaziantep ise, ancak 2008 yılında istiklal madalyasını alabilmiş.
      Bu genel bilgilerin ardından şimdi de madalyanın şekline ve benim dikkatimi çeken kabartmasına gelelim. İstiklal Madalyası`nın şekli mecliste uzun tartışmalar sonucu belirlenmiştir. Bu işle, Mustafa Kemal tarafından İstiklal Madalyası yasa tasarısını hazırlamak için görevlendirilen Mustafa Necati Uğural ilgilenmiştir. Bu çalışmalar sonucunda istiklal madalyasının tasarımı Mesrur İzzet Bey tarafından yapılmış. İzzet Bey aynı zamanda ilk madeni para ve pulların da tasarımını yapan kişidir.
      İstiklal madalyası oval şeklindedir. İstiklal madalyası pirinçten yapılmıştır. Çapı 35x40 mm, ağırlığı 15.55 gramdır. Ön yüzünde; üstte Ankara şehrinin, ortada TBMM Binası`nın resmi bulunan madalyanın arkasında zafer ve barışa işaret eden güneş ışınları görülmektedir. Meclis`in sağında 23 Nisan bilgiyi, orak ve tırpanlar tarıma önem verileceğini, iki taraftaki meşaleler de barışı anlatır. En altta kağnısıyla birlikte bir köylü kadını görülmektedir.
      Madalyanın öteki yüzünde ay yıldızla çevrilmiş olarak Misak-ı Milli sınırlarını gösteren Türkiye Haritası vardır. Bu harita üzerindeki tek yıldız Ankara şehrini işaret etmekte, yıldızdan çıkan ışınlardan birisi Kars`a kadar uzanmaktadır. En altta madalyanın yapılış yılı olan 1 Teşrinisani 1338 (1 Kasım 1922) tarihi bulunmaktadır.
      T.B.M.M`ce verilen ilk madalyaların kurdele rengi yeşildir. Ancak daha sonra milletvekillerine yeşil, cephede bulunanlara kırmızı, cephe gerisinde çalışanlara beyaz renkte kurdelesi olan madalyalar verilmiştir. Cephede görev almış milletvekillerinin madalya şeritleri yarı kırmızı, yarı yeşil renklidir.
      Tüm bu bilgilerin ışığı altında şimdi, iğrenç ağızlarından salyalar akarak; keşke Yunanlılar galip gelseydi veya cumhuriyet bir devre arasıydı gibi aşağılık sözler sarf edenleri ve Atatürk’ü dinsiz göstererek bu iğrençliklerinin üzerine tüy dikenleri düşündükçe ne söyleyeceğimi tam olarak bilemiyorum.
      Ama biliyorum ki Milli Mücadele sırasında herkes düşmanla savaşmadı. Bazıları da İngiliz, Fransız ve Yunan altınlarını alarak mücadelenin en sıkıntılı dönemlerinde milli kuvvetleri arkasından vurdu. Bazıları ise ‘’Yunan ordusu, hilafet ordusudur.’’ diye iğrenç (sözde) fetvalar yayımlamaktan bile çekinmedi.
      Şimdi bu lafları edenler, sanırım bu ikinci sınıf aşağılık işleri yapanların torunları olmalı diye düşünüyorum. Yoksa kendi kontrolünde hazırlanan bir madalyaya cami resmi koyduran bir kahramanı, bu ülkenin kurucusunu dinsizlikle suçlayacak kadar alçalmazlardı.

      Saygılar sunarım.
      Mehmet Çanlı
      28.10.2017.
      Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

Yehova Şahitleri 4: Fethullah Gülen Cemaati ve Yehova Şahitleri İlişkisi.



Yehova Şahitlerinin, isimlerini İşaya'nın (40/10) ayetinden  alan bir Hristiyan tarikatı olduğunu, bu tarikata mensup olanların; Yehova'nın güçlü bir tanrı ve İsa Mesih'in vadedilmiş Yeni Dünya'nın kralı olacağına ve şimdi Yehova'nın uyarılarına kulak verip ona boyun eğenlerin yer yüzünde kurulacak yeni bir dünyada ebedi olarak yaşayacaklarına inandıklarını daha önceki yazılarımızda açıklamıştık.
    1870 yılında kurulan bu tarikat inançlarını yaymak için kurulduğu ilk günden itibaren tüm mensuplarını bu inanışı yayan birer vaiz olarak yetiştirmektedir. Bu sebeple tüm tarikat mensupları yaşadıkları her yerde tarikatı yaymak için canla başla çalışmaktadır.
    Yehova Şahitleri, Amerika'da kurulmuş olmasına rağmen faaliyet alanı bütün dünyadır. Her milletten şahit kazanmaya ve bütün ülkelerde örgütlenmeye özellikle önem vermektedirler. Bu şekliyle tarikat uluslararası bir yapıdadır. Dünya çapında örgütlenmeleri, mevcut devletleri, milletleri ve dinleri sapkın yapılar olarak görmelerinden ve kurtuluşa sadece kendi tarikatlarının ulaşacağına inanmalarından kaynaklanmaktadır. Sanırım bu söylediklerimin Fethullahçılarda da aynı olduğunu son zamanlarda herkes görüp öğrenme fırsatı bulmuştur.
   Diğer önemli bir benzerlik te iki tarikatında, farklı dinlere mensup olmalarına rağmen aynı kaçınılmaz sonu öngörmeleridir. Yehova Şahitleri İsa'nın gökten inerek kutsal dünya krallığını kuracağını, ancak ondan önce şeytanın dünyaya gelerek insanları kötü yola sokacağını, İsa inince bu kötü yola girmiş insanlarla savaşarak onları yok edeceğini söylerken Fetocular şeytan yerine deccal, İsa yerine de mehdi kelimesini kullanmaktadırlar. Sözüm ona Deccal Atatürk veya zaman zaman duyduğum gibi Erdoğan iken Mehdi de Fethullah Gülen'dir.
   Yehova Şahitleri, tarikat içi organizasyon ve faaliyetler açısından da Fetoculara çok benzemektedir.  Örneğin aynı Fethullahçılar gibi onlar da toplantılara ve eğitime, özellikle de tarikat içi eğitime çok önem vermektedirler. Bu sebeple, her hafta düzenli olarak toplantılar yapılmakta ve bu toplantılarda mensuplarına hem kendi inançlarının eğitimi verilmekte ve hem de tarikatlarına taraftar kazanmak için diğer insanlarla nasıl bir iletişim kurmaları gerektiği hakkında bilgiler verilmektedir. Bu dersler esnasında ve derslerde öğrendiklerini yeni tarikat adaylarına anlatmak için yapılan görüşmeler esnasında vaizler veya vaiz grupları İncil yerine başta Kitab-ı Mukaddes olmak üzere kendi inançlarını anlatan kitap ve broşürler kullanmaktadır. İlginç bir şekilde Fetöcüler de, Kur'an-ı Kerim yerine daha çok  Feto'nun vaazlarını ve kitaplarını kullanmaktadırlar.
   İki tarikatın faaliyet göstermek için kullandığı yöntemler arasında da büyük benzerlikler bulunmaktadır. Örneğin Yehova Şahitleri de Fetocular gibi basın ve yayına büyük önem vermektedirler. Kuruldukları tarihten kısa süre sonra bir dergi çıkarmaya başlamaları da bunu göstermektedir.  Yehova Şahitleri, propaganda çalışmaları ile paralel olarak her yıl dünyanın en büyük şehirlerinde tüm dünyadan gelen bazı delegelerinin katılımıyla eğitim ve değerlendirme toplantıları yapmaktadırlar. Bu ve benzeri faaliyetler FETOcular tarafından da yapılmaktadır. Londra'da görev yaptığım sırada bunların bir toplantı yapacağını haber alınca, ne konuştuklarını öğrenmek için bir kişiyi bunların arasına sokarak toplantılarına katılmasını sağlamıştım. Şaşırtıcı bir şekilde, toplantıya katılanların birkaçı Türk iken kalan kısmı İngiliz ve diğer milletlerdendi.
    Bu iki tarikat arasında burada, yazıyı daha fazla uzatmamak için açıklama gereği duymadığım daha onlarca benzerlik vardır. Yehova Şahitleri ile Fethullah Gülen Cemaati birbirine o kadar çok benzemektedir ki kendi tarikatlarına, tarikat mensuplarına ve yaptıkları faaliyetlere verdikleri isimler bile aynıdır. Örneğin Yehova Şahitleri kendi mensuplarına ''hizmetçi'' veya ''hizmet eri'', faaliyetlerine de '' hizmet''  demektedirler. İlginç bir şekilde Fethullah Gülen Cemaati de üyelerinin faaliyetine hizmet, cemaatlerine hizmet hareketi, üyelerine de hizmet eri demektedir.
Ayrıca Yehova Şahitlerinin örgütlenme şekli de Fetöcülerin örgütlenme şekline çok benzemektedir. Örneğin onlar da Fethullahçılar gibi tarikat üyelerinin bir listesini tutmazlar. Yani resmi olarak kayda geçirmezler. 
    Sakın yanlış anlamayın. Ben burada, düşene bir de ben vurayım mantığıyla Fetoculara bir kulp takma niyetinde değilim. Benim Fetöcülerle ilgili yorumlarım Fetöcülerin 15 Temmuz sonrasında kamuoyunda yerden yere vurulmaya başlanmasıyla ortaya çıkmış bir durum değildir. Herkes Feto'nun yanına yaklaşıp resim çektirmeye veya elini öpmek için Pensilvanya'ya gitmeye çalışırken de ben bunların ne mal olduklarını her yerde anlatıyordum. Çünkü benim bu cemaatle ilgili duygu ve düşüncelerim, çok daha önceleri, cemaatin yeni yeni örgütlenmeye çalıştığı dönemlere kadar gitmektedir. Burada bundan kısaca bahsetmek isterim.
    Ben 1980'li yıllarda, İzmir'de (Çamdibi Semtin'de) oturan bir yakınıma gidip bir hafta kadar kalmıştım. Meğer Fethullah Gülen, o hafta cuma günü  kaldığım eve 500-600 metre mesafedeki bir camide vaaz veriyormuş. Muş diyorum çünkü o zamanlar ne Fethullah Gülen'i tanıyor, nede ne yaptığını biliyordum. 
    Mahallede arkadaş olduğum bazı çocuklar Fethullah Gülen'in o camide vaaz verdiğini, cuma namazını kılmak için o camiye gideceklerini ve benim de onlarla gelmemi söylediler ama ben eve daha yakın olan, mahalledeki camiye gittim. Akşam üzeri sokakta buluştuğum o arkadaşlarım bana, Fethullah hocayı (onların Feto hakkında kullandığı ifade buydu) anlata anlata bitiremediler. ''Şöyle derin hoca, böyle derin hoca (Bazılarının böyle manyaklara derin hoca demesi ve bazılarının da birkaç mafya bozuntusu serseriye derin devlet demesi yüzünden bu derin kelimesinden nefret ederim.), şöyle güzel vaaz verdi, böyle güzel vaaz verdi, hepimizi hüngür hüngür ağlattı'' laflarından adamı çok merak ettim ama bir iki gün sonra köye gittiğimden görmek nasip olmadı (İyi ki de olmamış.). 
    Gerçi ben  dedemden, Manisa'da Fethullah isminde çok etkili vaaz veren bir vaiz olduğunu duymuştum ama daha çok genç olduğumdan o zamanlar vaiz takip etmek gibi bir merakım yoktu. Gerçi şimdi de yok ama neyse....   Müezzin olan amcam, daha o zamanlar (1979-80 yılları) adamın ne mal olduğunu anlamış olmalı ki ; aile içindeki sohbetlerde Fethullah ismi geçince çok kızar ve ''sapık o herif, aklı olan onu dinlemez'' derdi. Ama İzmir'de Fethullah Hoca'dan bahsedildiğinde, Manisa'da sözü edilen Fethullah'ın bu Fethullah olup olmadığını bilmiyordum. Fakat bu çocukların konuşmalarından, Manisa'da sözü edilen Fethullah Hoca gibi, Fethullah Gülen'in de İzmir'de önemli bir hayran ve takipçi kitlesi olduğunu anlamıştım.
   İlginç bir tesadüftür ki aynı günlerde, Yehova Şahitleriyle de ilk defa tanıştım. Mahalledeki bir radyo-televizyon tamircisine eli yüzü düzgün, giyimi çok iyi ve çok kibar konuşan üç genç (20'li yaşlarda) gelmiş, yeni tanıştığım bir arkadaşın babası olan tamirciye hararetli hararetli bir şeyler anlatıyordu. Kapının önünde otururken içerde bu gençlerin konuşmaları dikkatimi çekince içeri girdim ve onları dinlemeye başladım. Duyduklarım, daha da merakımı celbedince tamirci amcanın sen de nereden çıktın der gibi bakışları üzerimde olmasına rağmen çekinmedim ve  kendilerine birçok soru sordum. Bu üç gençten daha çok bir tanesi konuşuyor, bazen diğer ikisi onu destekler mahiyette söze giriyordu.  O zaman bana, (Hristiyanlıktan bahsetmeden)  insanların yoldan çıktığından, bundan kurtuluş yolunu aradıklarından (ve bulduklarından),kıyametten filan bahsettiler.
    Onlar gittikten sonra kaldığım evin hemen yanındaki cami imamını bulup ''bu herifler de kim hocam'' diye sordum. Çünkü üç genç Yehova Şahidi, dükkandan çıkarken yakında cami imamıyla görüşüp ona da tebliğ yapacaklarını, o zaman dükkana tekrar uğrayıp kitap ve broşür getireceklerini söylemişlerdi. Hoca bana, (İtiraf edeyim ki uzun süre o imam kadar okuyan, kültürlü, bilgili ve uyanık başka bir cami imamına rast gelmedim) bunların Hristiyanlık ve Yahudilik karışımı bir dini inancı olan ama kendilerini Hristiyan kabul edilen sapkın bir tarikat olduğunu söyledi.
    Ayrıca, bu tarikatın İzmir ve çevresinde çok faal olduğunu, tarikat üyelerinin hemen hemen her çevre ile temas kurup propaganda yaptıklarını, hatta kendisini bile Yehova Şahidi olmaya davet ettiklerini, ancak kendisinin onlara Kur'an, incil ve Kitab-ı Mukaddes'ten örnekler vererek (imam ilahiyat fakültesi mezunuydu ve çok bilgili biriydi) iddialarının saçma olduğunu açıkladığını, bunun üzerine o kişilerin; tarikata daha yeni girdiklerini, ancak daha bilgili bir arkadaşlarını getirerek onun tezlerine karşılık verebileceklerini söylediklerini ve o hafta sonunda buluşmak için randevulaştıklarını anlattı. Tabii bu arada, bu şahısların faaliyetleri hakkında polisi bilgilendirdiğini ama polisten pek fazla ilgi görmediğini de ilave etti.
    Şimdi, tüm bu yaşadıklarım çerçevesinde düşünerek olayları mantık süzgecinden geçirince, genç bir delikanlı olarak İzmir sokaklarında bana ve hatta caminin imamına kadar ulaşabilen böyle bir organizasyonun, o sırada kendi örgütünü yaymaya ve bunun için her çevre ile temas kurmaya çalışan Fethullah Gülen ile görüşmemiş olması çok düşük bir ihtimal gibi görünmektedir. Zaten Fethullah Gülen Cemaatinin, yani namı değer Fetöcülerin,  yukarıda da kısmen bahsettiğim faaliyet alanları ve örgütlenme biçimi dikkate alındığında, Yehova Şahitleri ve bazı başka Hristiyan ve Yahudi tarikatlarıyla çok fazla benzerlikleri olduğu görülmektedir. O zamanlar İzmir'de hem Yahudi, hem de Hristiyan birçok tarikat ve organizasyon faaliyet gösteriyordu. Bu konu detaylı bir şekilde araştırılacak olursa muhtemeldir ki Fetö'nün bu tarikatlarla ilişkisi ve ne kadar etkilendiği daha net bilgiler ortaya çıkacaktır.

Saygılar sunarım.
Mehmet Çanlı
28.10.2017.
Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.

Yehova Şahitleri 3: Şahitlerin Çalışma Yöntemleri.


    Yehova Şahitlerinin, isimlerini İşaya'nın (40/10) ayetinden  alan bir Hristiyan tarikatı olduğunu, bu tarikata mensup olanların; Yehova'nın güçlü bir tanrı ve İsa Mesih'in vadedilmiş Yeni Dünya'nın kralı olacağına, onun şimdi taç giymiş olarak gökte bulunduğuna, yakında yapılacak Armagedon Savaşı'nda kötü insanları (yani Yehova Şahidi olmayan herkesi) yok edeceğine ve şimdi Yehova'nın uyarılarına kulak verip ona boyun eğenlerin yer yüzünde kurulacak yeni bir dünyada ebedi olarak yaşayacaklarına inandıklarını daha önceki yazılarımızda açıklamıştık.
    1870 yılında kurulan bu tarikat inançlarını yaymak için daha kurulduğu ilk günden itibaren tüm mensuplarının bu inanışı yayan bir vaiz olması gerektiğine karar verdiğinden, Yehova Şahidi olan herkes bu tarikatın öğretilerini yaymak ve tarikata taraftar kazanmakla görevli kabul edilmektedir. Uyguladıkları öğretim ve vaaz usulü ise oldukça iptidaidir. Çünkü Yehova'nın büyük şahidi İsa'nın uyguladığı yönteme sadık kalmak gerektiğine inanmaktadırlar. Bu sebeple tarikat inançlarını başlangıçtan itibaren ev ev, dükkan dükkan gezerek bire bir konuşmak ve vaaz vermek şeklinde yaymaya çalışmaktadır.
    Bu tarikatın, insanlarla bire bir temasa geçerek taraftar kazanmaya çalışmaya verdikleri önemi anlayabilmek için daha 1955 yılında dünyanın dört bir yanına 642 bin propagandacı vaiz gönderdiğini belirtmek sanırım yeterli olacaktır. Bu çalışmalar sonucunda, daha o zaman dünya üzerinde 158 ülkede 16.044 cemaat grubu oluşturmayı başarmışlardır.
    Bu cemaatler her hafta düzenli olarak toplanarak inançlarının daha iyi öğrenilmesi ve bu öğrenilenlerin diğer insanlara daha etkili bir şekilde anlatılarak taraftar sayılarının artırılması için eğitim yapmaktadırlar. Bu çaba sonucunda 1955 yılı verilerine göre yılda 85 milyon saat propaganda yapmışlardır. Bu propagandalarda en çok önem verdikleri yöntemlerden biri ev ziyaretleri yaparak tüm aile bireylerine aynı anda propaganda yapmaktır. Böylece, aile bireylerinden birini ikna edebilirlerse tüm aileyi zamanla etki altına alabileceklerini düşünmektedirler.
    Bu propagandalar esnasında vaizler veya vaiz grupları başta Kitab-ı Mukaddes olmak üzere kendi inançlarını anlatan kitap ve broşürler de dağıtmaktadırlar. Yine 1955 yılı verilerine göre bir yılda 30 milyon Kitab-ı Mukaddes ve 85 milyon tarikatı tanıtıcı kitap dağıtmışlardır.
    Tarikatın çıkardığı süreli dergiler de dünya çapında dağıtılmaktadır. Bunlardan The Watch Tower dergisi 41 dilde, Avade dergisi 14 dilde yayın yapmaktadır. Tarikatın kendi yayınlarına göre 1920 yılından 1982 yılına kadar dünya çapında 100 ayrı dilde yazılmış 643 milyondan fazla kitap dağıtmışlardır.
    Bu propaganda çalışmaları ile paralel olarak her yıl dünyanın en büyük şehirlerinde yıl içine dağıtılmış zamanlarda tüm dünyadan gelen bazı delegelerin katılımıyla eğitim ve değerlendirme toplantıları yapmaktadırlar. Dünyanın her yerindeki faaliyetlere katılacak yetri kadar delegeleri vardır. Örneğin Avrupa'da tarikatın toplam 643.682 delegesi olduğu tespit edilmiştir.
    Tarikatın merkezi Amerika'da olduğundan bu toplantılar Amerika'daki merkez tarafından planlanmakta ve takip edilmektedir. Bu toplantılarda sürekli vaaz edilen ana tema şudur: ''İsa, şeyler sisteminin hitamında bir vaaz faaliyetinin yapılması gerektiğini gösterdi, krallığın bu iyi haberi, bütün milletlere ve bütün yerleşim yerlerinde anlatılacaktır. Bütün yeryüzünde bir krallık şehadeti verilmesi için yaşayan şahitlerin bulunması gerekmektedir.Onlar tanrının ismine şahit olmalıdırlar. Bu onları, Yehova Şahidi yapar.''
    Tarikat 1870 yılında kurulduğunda Kitab-ı Mukaddes'i inceledikleri için onlara ''Kitap Tedkikçileri'' deniliyordu. Daha sonra bu tedkikleri hakkında yazılar yazmaya başlayınca onlar kendilerine Yehova'nın Şahitleri ismini verdiler. Bu tetkikleri yazmak için The Watch Tower isimli bir dergi çıkardılar. Derginin ilk sayısı 1879 yılının Temmuz ayında çıktı. Vaaz ve yayın faaliyetlerini yaymak için şahitler 1884 yılında da Watch Tower Bible and Tract Society isimli derneği kurdular. O zamanlar şahitler, Tanrının Semavi Krallığının 1914 yılında kurulacağına inanıyorlardı. Çünkü Kitab-ı Mukaddes incelemelerinde o yıl, milletlerin, yani Yehova'nın kavmi olmayanların dünya üzerindeki zamanının sona ereceğine karar vermişlerdi.
    Bu sebeple faaliyetlerine hız verdiler. Bu zaman gelmeden dünyanın her yerinden çok sayıda insanı şakird kaydetmek, vaftiz etmek ve inançlarını onlara öğretmek istiyorlardı. Çünkü ilan edilmeye ve dünya çapında yayılmaya layık tek bir şey olduğuna, bunun da Yehova'ya şahitlik olduğuna inanıyorlardı. Bu sebeple yukarıda açıklanan ev ev gezerek yapılan vaazların yanında dünyanın her büyük şehrindeki her büyük meydanda birer Yehova Şahidi'nin her zaman nöbette bulunmasına ve gelip geçenlerden uygun görünenlere tarikatın propagandasının yapılmasına karar verdiler ve bu usulün hala devam ettiği sanılmaktadır.
    Burada ilginç bir konuyu da belirtmeden geçemeyeceğim. Yehova Şahitleri kendi mensuplarına ''hizmetçi'' veya ''hizmet eri'', tarikatı yayma faaliyetlerine de '' hizmet'' demektedirler. Bu gün 15 Temmuz darbesinden sonra artık FETÖ ismiyle bir terör örgütü olarak kabul edilen Fethullah Gülen Cemaatinin de üyelerinin faaliyetine hizmet, cemaate hizmet hareketi, üyelerine de hizmet eri demeleri Yehova Şahitleri ile ne kadar benzerlikleri bulunduğunu göstermesi açısından oldukça önemlidir. Ayrıca Yehova Şahitleri de Fethullahçılar gibi tarikat üyelerinin bir listesini tutmazlar, yani resmi olarak kayda geçirmezler. Bunun yerine vaaz faaliyetlerinin planını yaparlar ve sözlü olarak görevlendirilen kişiler bu faaliyetleri yaparlar.
   Fethullah Gülen Cemaatının Yehova Şahitleri ile olan benzerliğini sadece bu ortak kelimelere değil, yaşadığım bazı olaylara da dayanarak söylüyorum. Ama bu yazı yeterince uzadığı için bunu da Yehova Şahitleri 4 başlıklı bir yazıda açıklayacağım.

   Şimdilik konuyu burada kesiyorum.

   Umarım faydalı olmuştur.

   Saygılar sunarım.

   Mehmet Çanlı.
   27.10.2017.

   Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.
   

27 Ekim 2017 Cuma

İYİ Parti Kurulur Kurulmaz Başarılı Olacağını Ortaya Koydu.


Uzun süredir kurulması kamuoyu tarafından beklenen Meral Akşener'in partisinin ismi, logosu ve kurucuları ile parti programı nihayet ilan edildi.
Ben kişisel olarak partinin kuruluş aşamalarını yakından takip etmeye çalıştım.
Görünen o ki İYİ Parti son yıllarda solda ve sağda büyük ümitlerle çıkan ama kısa süre içinde silinip giden diğer partiler gibi olmayacak.
Gerek basında, gerek sosyal medyada ve gerekse sokakta takip ettiğim kadarıyla bu parti birçok insanda büyük bir ümit yaratmış ve karşılık bulmuş durumda.
Bazı çevrelerin bu partinin tutmayacağı veya fetöcü olduğu gibi söylemlerle partiye daha kurulduğu gün pervasızca saldırması da partinin başarılı olacağını gösteriyor.
Bilinen bir sözdür; meyve veren ağaç taşlanır.
Eğer İYİ Parti kısa süre içinde yok olacak bir parti olsaydı bu kadar taşlanmazdı.
Burada benim ilginç bulduğum şudur.
Malum İYİ Parti MHP'den kopan bir grubun önderliğinde kuruldu.
Bu sebeple MHP'nin İYİ Parti'ye saldırması gayet makul ve beklenilen bir tavırdır.
İYİ Parti, söylemleriyle daha kurulmadan çok önce AKP'ye saldırdığından ve AKP tabanından oy alacağı beklentisi olduğundan İYİ Parti'nin AKP çevrelerince de saldırıya uğraması anlaşılabilir bir tepkidir.
Fakat ilginç bir şekilde İYİ Parti, daha kuruluşunu açıkladığı ilk andan itibaren CHP ve Vatan Partisi çevrelerince de, ve hatta AKP ve MHP'den de sert bir şekilde eleştiri yağmuruna tutulmaya başlandı.
Normal olarak, sağda olduğunu iddia ettikleri bu yeni partinin bu iki sol partiyi o kadar da ilgilendirmemesi gerekir diye düşünüyordum.
Ama görünen o ki durum öyle değil.
Peki neden bu iki sol parti İYİ Partiye saldırıyor?
Bence cevap çok basit.
İYİ Parti sadece sağda değil solda da bir karşılık buldu ve bu durum anketlere de yansımaya başladı.
Görünen o ki İYİ Parti hem sağdan hem de soldan büyük bir oy alarak iktidar partisi olmaya en yakın partilerden biri olarak ortaya çıkmıştır.
Başkanlık seçiminde de Erdoğan'ın en büyük rakibi Akşener olacak gibi görünmektedir.
AKP, bunu çok daha önceden, yaptığı anketlerde tespit ettiğinden partinin kuruluş fikrinin ortaya çıktığı günden beri saldırgan bir tavır almış ve her türlü olumsuz söylemle parti kurucuları hakkında propaganda yapmıştır.
Ancak kullandıkları söylemler çok inandırıcı olmadığından bunda başarılı olamamışlardır.
Parti kurulurken bu sefer de hotel ve salon bulamamaları için hotel sahiplerine baskı da dahil her türlü kötü davranışı göstermişlerdir.
Ancak bu yaptıkları kendilerinden çok, İYİ Parti'ye yarar sağlayan çok olumsuz bir tavır olmuştur.
Malum olduğu üzere Türk halkının psikolojik yapısı, mağduru ve mazlumu korumaya eğilimlidir. Zaten AKP de iktidara mağdur ve mazlum edebiyatı ile gelmiştir.
Şimdi bu hareketleriyle kamuoyunda kendileri zalim duruma düşerken yeni bir mağdur ve mazlum yaratmış gibi görünmüşlerdir.
CHP ve Vatan Partisi'nin saldırgan tutumu da (bence) İYİ Parti'ye yaramaktadır.
Bu söylemler, sağda kurulan bir parti gözüyle bakarak İYİ Parti'ye hiç ilgi göstermeyen sol seçmenin dikkatini de İYİ Parti üzerine çekmiştir.
Muhtemelen bundan sonra daha fazla sol seçmen İYİ Parti'ye oy vermeyi ciddi olarak düşünecektir. Çünkü sol seçmen, daha okur yazardır ve parti programını okuyacaktır.
Parti programını okuyan sol seçmenin, kendi istek ve düşüncelerinin çoğunu programda bulması muhtemeldir.
Çok fazla uzatmadan konuyu bağlayalım.
İYİ Partiye yapılan bu yoğun eleştiri ve saldırı sadece İYİ Parti'ye yaramaktadır.
Çünkü İYİ Parti, kurulduğu andan itibaren yapılmaya başlanan bu eleştiriler sayesinde  ülke gündemine oturmuştur ve beş kuruş harcamadan milyon dolarlık reklamı onu eleştirenler tarafından yapılmaktadır.
Şu anda herkes İYİ Partiyi, amblemini, kurucularını, programını ve daha birçok yönünü konuşmaktadır.
Propagandanın ve öğrenmenin en temel yolu tekrardır.
Bu sayede her ortamda İYİ Parti'nin ismi sürekli tekrarlanmakta ve milletin hafızasına yazılmaktadır.
Bu da İYİ Parti'yi, insanların biliç altına, hükümetin en büyük alternatifi olarak yerleştirmektedir.

Bence susmak ,şu anda konuşanlar için daha İYİ bir seçenektir.

Saygılar sunarım.

Mehmet Çanlı
27.10.2017.

Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.