Barzani emminin kendi kendini yasal hale getirmeyi amaçladığı referandum, Ata mirası Misak-ı Milli sınırları içinde yapılmıştır. Barzani, iki yıl önce bulunduğu makamı kaybetmiş ama kendini hala o bölgenin sorumlusu gibi göstermeye devam etmiştir. Çünkü seçim yapıldığında kazanamayacağını kendi de bilmektedir. Kazanmasının tek yolunun bölgeye bağımsızlık getirmesinden geçtiğini değerlendirmiş ve referandum sonucunun istediği gibi olmasıyla da 1 Kasım 2017 de seçim yapılacağını karara bağlamıştır.
Referandumun gerekçesi Irak anayasasının 140. maddesidir. Anayasaya girmesine neden olan ise 1918 yılında ABD başkanı Wilson’ın ileri sürdüğü görüşlerdir. Konuya girmeden önce Wilson emmi ilkelerinde neler yazıyor bakalım. ABD Başkanı Wilson tarafından 8 Ocak 1918 günlü Kongre toplantısında okunan ve tarihe Wilson prensipleri diye geçen Birinci Dünya Savaşı’na ilişkin 14 maddelik Amerikan savaş amaçları bildirisi özetle şöyledir:
Madde 1. Barış görüşmeleri kamuoyuna açık olarak yapılmalı ve görüşmeler sonunda varılacak antlaşmanın hükümleri de yine açık olmalıdır. Gizli antlaşmalara son verilmelidir.
Madde 2. Denizlerin, karasuları dışında kalan bölümleri, uluslararası antlaşmaların gerektirdiği özel durumlar dışında savaşta ve barışta herkesin özgür ve serbest kullanımına açık olmalıdır.
Madde 3. Ekonomik engeller olabildiğince kaldırılmalı, ticaret serbestisi ve fırsat eşitliği sağlanmalıdır.
Madde 4. Ulusların silahlanması, iç güvenliğin gerektirdiği en alt düzeylerde olmalı, bu konuda yeterli garantilerin verilmesi sağlanmalıdır.
Madde 5. Tüm sömürgecilik savları, ilgili halkların çıkarlarını ve egemenlik istemlerini dikkate alacak biçimde eşitlikçi ve hakkaniyete uygun düzenlemelere tabi tutulmalıdır.
Madde 6. İşgal altındaki Rus toprakları boşaltılarak, Ruslara kendi kurumlarını seçme hakkının tanınması sağlanmalı ve onlara istedikleri/gereksinim duydukları her türlü yardım yapılmalıdır.
Madde 7. Belçika toprakları boşaltılmalı ve bu devletin ulusal egemenliği yeniden kurulmalıdır.
Madde 8. 1871’de Almanya’ya geçen Alsace-Lorainne, Fransa’ya iade edilmelidir.
Madde 9. İtalya’nın sınırları ulusal esaslara göre yeniden çizilmelidir.
Madde 10. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu içindeki halkların özerk gelişmeleri sağlanmalıdır.
Madde 11. Romanya, Sırbistan ve Karadağ toprakları boşaltılmalı, Sırbistan’ın denize çıkışı sağlanmalıdır. Tarihsel savları ve ulusal bağları dikkate alınarak çizilecek sınırları içinde Balkan devletlerinin dostça ilişkiler kurmaları sağlanmalı, siyasi ve ekonomik bağımsızlıkları ile toprak bütünlükleri uluslararası güvence altına alınmalıdır.
Madde 12. Osmanlı İmparatorluğu’nun, nüfusunun çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu bölümlerinde Türk egemenliği güvence altına alınmalı; İmparatorluk sınırları içindeki diğer ulusların yaşam güvenlikleri ve özerk gelişimleri sağlanmalıdır. Çanakkale Boğazı, uluslararası güvenceler altında tüm gemilere ve ticarete sürekli olarak açık hale getirilmelidir.
Madde 13. Polonyalıların yaşadığı topraklarda, denize açılımı olan, siyasal ve ekonomik bağımsızlığı ile toprak bütünlüğü uluslararası antlaşmalarla güvence altına alınmış bir Polonya Devleti kurulmalıdır.
Madde 14. Özel antlaşmalarla, küçük, büyük tüm devletlerin siyasi bağımsızlıklarını ve toprak bütünlüklerini karşılıklı olarak güvence altına alacak bir uluslar birliği kurulmalıdır.
Milletleri parçalamaya, etniklere ise sözde bağımsızlık vermeye özde ise sömürgecilerin işbirlikçisi yapmaya yönelik olan bu maddeler, bazen ismi anılarak bazen de anılmaksızın, günümüzde dahi kullanılmakta olup, ismine de “kendi kaderini kendi tayin etme hakkı” denmektedir.
Sömürgecilerin geçmişte hiç devlet olmamış ve gelecekte de asla olamayacak olan etnikleri kandırmaya yönelik çabalarının edebi bir halidir bu tanımlama. Uluslararası kullanımı ise self determinasyondur. Kendi kaderini kendi tayin etme (self determinasyonun) sürecinde hep nüfus öne çıkarılmıştır.
Nüfusu öne çıkaranlar sömürgeciler ve onlara bilerek veya bilmeyerek alet olan etniklerdir. Akla uygun gibi görünen bu gerekçenin, esasında iyi incelendiğinde, gelecek için daha karanlık tablolar çizdiği görülmektedir.
Musul, Kerkük, Erbil illerini içine alan misakı milli sınırları belirlenirken nüfusun yanında ve ondan daha önce etnoğrafya gerekleri gözetilmiştir. Zaten Lozan Konferansında Türk tezi etnoğrafik gerekler üzerine, İngiliz tezi ise petrol üzerine kurulmuş olup, onlar bunu nüfus sosu ile sunmuşlardır. Konferans süresince çetin tartışmalara neden olan Musul meselesini ismet İnönü “Musul bizim için vatan, kendileri için petrol meselesidir ” diye özetlemiştir.
Türk-Kürt ayrımı yapılmadan çoğunluğun Türk olduğu vurgulanan konferansta, İsmet İnönü, Musul’u meydana getiren unsurları şu şekilde göstermiştir:
Türk 146.960
Kürt 263.830
Arap 43.210
Yezidi 18.000
Gayri Müslim 31.000
TOPLAM 503.000
İngilizler ise rakamları daha değişik göstermişlerdir:
Türk 65.895
Kürt 452.720
Arap 185.763
Hıristiyan 62.225
Yahudi 16.865
TOPLAM 785.468
Bir başka kaynakta ise rakamlar daha değişik olarak karşımıza çıkmaktadır. Türklere göre, İngilizlere göre ve Irak Hükümetine göre (1921-1924 arasında) nüfus durumu şu şekildedir.
Türk 35.000 14.895 38.652
Kürt 104.000 149.820 494.007
Arap 28.000 170.663 166.941
Musevi 31.000 67.090 73.263
Yezidi 18.000 30.000 26.257
Rakamların dramatik bir şekilde birbirlerinden çok farklı olduğu görülmektedir. Rakamlarda oynama olduğunu söylememek için saf olmak gerekir. Bu kaynakların dışında başka kaynakları incelediğimizde de daha değişik rakamlara ulaşmak mümkündür.
Başta Mustafa Kemal olmak üzere, Misak-ı milli için sınırlarını çizen kişilerin, bu bölgedeki nüfusun etnik ayrımcılığa gidildiğinde Türklerin aleyhinde olduğunu bilmediklerini söylemek cahillikle eşdeğerdir. Burada asıl olan meselenin nüfustan ziyade “millet meselesi ve etnoğrafik değerler” olmasıdır.
Türk tarafı bunları Lozan Konferansında dile getirmiştir ancak bu bir güç ve süreç meselesidir. İstenileni almak mümkün olmamıştır. Lozan Konferansındaki Türk görüşü özetle şöyledir:
-Musul vilayetinde oturanlar yeniden Türkiye’ye bağlanmayı ısrarla istemektedirler: çünkü sömürgeleşmiş bir halk olmaktan çıkarak, bağımsız bir devletin yurttaşları olacaklarını bilmektedirler.
-Coğrafi ve siyasal bakımlardan, bu vilayet, Anadolu’yu tamamlayan bir parçadır. Musul ancak Anadolu’ya bağlı kalmakla gerçek çıkış yerleri olan Akdeniz limanlarıyla sıkı ilişki kurabilir.
-Hukuki bakımdan hala Osmanlı devletinin bir parçası olan Musul için İngiltere’nin yapacağı bütün anlaşmaların ve sözleşmelerin hukuki açıdan hiçbir değeri olmaz.
-Anadolu’nun güney kesimlerini birleştiren yolların kavşak noktası olan Musul’un ticaret ilişkilerimiz ve bölgenin güvenilirliği bakımından Türkiye’nin elinde olması zorunludur.
-Musul vilayeti, Türkiye’nin birçok başka parçaları gibi, savaşın durmasından sonra ve yapılmış sözleşmelere aykırı olarak Türkiye’den alınmıştır. Bu yüzden, aynı durumda kalmış öteki bölgeler gibi, Musul’un da Türkiye’ye verilmesi gerekir.
Yukarıda sıralanan ve gerçekçi gerekçelerle desteklenmiş görüşü şu anda ülkeyi yönetenlerin üretebileceğini sanmıyorum. Hatta anlayabileceklerini da sanmıyorum. Bu işler oradan buradan gelecek paraların hesabını yapmaya benzemez. İşte bu durumda tüm yük, vatanın gerçek sevdalılarına düşmektedir. Önemli olan bu yükü taşıyacak gücümüzün olup, olmadığıdır.
Güven Kaya
28.10.2014.
Not: Bu yazıyı beğendiyseniz alttaki butondan facebook, twitter, pinterest ve G+ tuşlarına basarak arkadaşlarınızla paylaşırsanız sevinirim. Teşekkürler.